RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(35. YAZI )
Risâle-i Nur'un tercümanına gelince:
Şimdi bakın Said Nursi'nin talebeleri ne diyorlar.
"Bu eseri Alişan( şânı yüce- Risâle-i Nur ) nuru Mahz'ı Kur'an (tamamen Kur'an'ın nuru) olduğu ve evliyaullahın (velilerin! ) asarından (eserlerinden) ziyade feyz'i envarı Muhammedi'yi (Muhammed nurunun feyzine) hamil bulunduğu Ve zat'ı pak'ı risaletin (Allah Resulü'nün) ondaki hisse ve alakası ve tasarrufu kutsisi, evliyaullahın asarından (eserlerinden) ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevi zatın (Said Nursi) mazhariyeti ve kemalatı ise, o nisbette âli (yüce-yüksek) ve emsalsiz (benzersiz) olduğu güneş gibi aşikar bir hakikattir"
(Tarihçe-i hayat- 579, Afyon hayatı Risâlei Nur nedir?)
Said Nursi'nin talebeleri sözlerine şöyle devam ediyorlar.
"Risale'i Nur gerçi zahiren (görünüşte) sizin eserinizdir"
"Fakat nasıl ki Kur'an'ı Mübin Allah kelamı iken seyyid-i kainat, (kainatın efendisi) eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) efendimiz nasa tebliğe (İnsanlara tebliğ etmeye) vasıta olmuştur, Sizde bu asırda yine o furkan'ı azim'in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emri hakla (Allah'ın emriyle) hitap ediyorsunuz"
(Hulusi, Barla Lahikası- 21. Yirmi Yedinci mektuptan- Hulusi)
Şimdi dikkat edin Risale'i Nur şakirtleri Allah'ın hududunu nasıl aşıyorlar, nasıl tehlikeli sözler sarf ediyorlar.
"Bilirim değilsin enbiyadan bir nebi, Lakin elinde nedir bu nuru Mu'teber"
(Barla Lahikası- 101, 102)
Aynı sayfada son beyit için şu haşiye düşülmüştür.
"Mevlana Cami, Mevlana Celaleddin-i Rumi hakkında demiş: "men çi koyem der vasfı an âli Cenab nit peygamber veli daret kitap"
Caminin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyor.
Anlamı "Ben, yüce vasıflara sahip olan ulu kişi hakkında ne diyebilirim, "O gerçi peygamber değildir. ama kitabı vardır."
"Risale'i Nur, Yirminci Asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarı ile yazılmış değil,
Cenab-ı hakkın lisanıyla yazılmış bir eserdir"
( Rehberler- 141. Gençlik rehberi Risale'i Nur nedir?)
Risâle-i Nur'u Kur'an haline getirmenin hesabını Allah mutlaka soracaktır.
Ne demek "Cenabı Hakkın lisanıyla" İşte bu yüzdendir ki Nur talebeleri Kuran'ı araştırmaktan ve üzerinde tefekkür etmekten kendilerini uzak tutmaya çalışmışlardır.
Yukarıdaki cümlelere baktığımızda Nurcuların, Said Nursi'ye sanki bir Nebi ve Resul gibi iman ettiklerini görüyoruz.
Çünkü ancak Nebi ve Resullerin kitab-ı olur.
24 Mayıs 2020 Pazar
KIYAMETİ KOPARMAYIN, DÜRÜST OLUN !
Siyasal islamcılar, Kur'an cahili oldukları ve sadece Ehl-i Sünnet dininin rivayet ve ictihadlarını yani ehl-i sünnet dinini tek rehber edindikleri için, artı yalnız devlet güç ve imkanlarını düşündükleri için akıl ve mantıklarını, feraset ve basiretlerini, zihin ve vicdanlarını da kaybetmişlerdir.
Kendini bilmez bir aptal minarelerden bir dakikalık müzik yayınladığı için kıyameti koparıyorlar.
Ellerinden gelse onu linç edecekler.
Ülkenin mahkemesi, hâkimi ve savcısı var, mahkemeye verirsiniz olur biter.
Basit bir olayı bu kadar büyütmenin mantığı var mı?
Siz gerçekten kafayı yemişsiniz.
Allah'ın âyetleriyle alay etmenin bile herhangi bir cezası yoktur.
(Nisa-40)
Bu ülkede siyasal islamcılar da kemalistler de akıllı ve mantıklı hareket etmiyorlar.
Peki siz, Allah'ın mescitleri olması gereken (Cin- 18)
Yani oralarda dinin Allah'a özel kılınması emri varken, (Zümer-2,3,11,12,13; Mümin-65; Beyyine-5)
Mescitlerde sadece Allah'ın hanif dini olan İslam'ın anlatılması gerekirken, vahiy'dan başka her türlü hurafe, Allah ve Resulü'ne yapılmış iftira ve yalanları niçin anlatıyorsunuz?
Minarelerden yüzyıllardan beri sala adı altında şirk ve küfür yayını yaparken, hayırlı ve faziletli bir şey mi yapıyorsunuz?
Allah'ın mescitlerinde Emevi ve Abbasilerin hurafe ve yalanlarını anlatmaya hakkınız var mı?
Allah'ım mescitlerini batıl dininizin propaganda merkezleri olarak niye kullanıyorsunuz?
Allahın mescitlerinde, Allah'ın hanif dini olan İslam, indirilen vahiy, Allah'ın elçileri mi anlatılır?
Yoksa baştan sona kadar şirk ve uydurma olan Şiilik ve Sünnilik mi anlatılır?
Nebi (a.s) ın damadına ve torunlarına mescitlerden doksan yıl küfreden emevilere karşı tek bir kelime söylüyor musunuz?
Bir gecede çoğu kundakta bulunun, boğulduğu anda emdiği süt burnundan gelen sabi masum (19) on dokuz kardeşini boğdurtan Osmanlı padişahı üçüncü Mehmet'e tek bir cümleniz var mı?
Emevi ve Abbasilerin hiç bir zulmünü kınamayan siz siyasal islamcılar, ne kadar kalitesiz, cahil ve vicdansız adamlarsınız?
Şirk ve hurafeden kendinizi kurtarın Kur'an'ı öğrenin, fetö gibi cahil kalmayın, akıllı olun, adam olun, hiç olmazsa insan olun !
Siyasal islamcılar, Kur'an cahili oldukları ve sadece Ehl-i Sünnet dininin rivayet ve ictihadlarını yani ehl-i sünnet dinini tek rehber edindikleri için, artı yalnız devlet güç ve imkanlarını düşündükleri için akıl ve mantıklarını, feraset ve basiretlerini, zihin ve vicdanlarını da kaybetmişlerdir.
Kendini bilmez bir aptal minarelerden bir dakikalık müzik yayınladığı için kıyameti koparıyorlar.
Ellerinden gelse onu linç edecekler.
Ülkenin mahkemesi, hâkimi ve savcısı var, mahkemeye verirsiniz olur biter.
Basit bir olayı bu kadar büyütmenin mantığı var mı?
Siz gerçekten kafayı yemişsiniz.
Allah'ın âyetleriyle alay etmenin bile herhangi bir cezası yoktur.
(Nisa-40)
Bu ülkede siyasal islamcılar da kemalistler de akıllı ve mantıklı hareket etmiyorlar.
Peki siz, Allah'ın mescitleri olması gereken (Cin- 18)
Yani oralarda dinin Allah'a özel kılınması emri varken, (Zümer-2,3,11,12,13; Mümin-65; Beyyine-5)
Mescitlerde sadece Allah'ın hanif dini olan İslam'ın anlatılması gerekirken, vahiy'dan başka her türlü hurafe, Allah ve Resulü'ne yapılmış iftira ve yalanları niçin anlatıyorsunuz?
Minarelerden yüzyıllardan beri sala adı altında şirk ve küfür yayını yaparken, hayırlı ve faziletli bir şey mi yapıyorsunuz?
Allah'ın mescitlerinde Emevi ve Abbasilerin hurafe ve yalanlarını anlatmaya hakkınız var mı?
Allah'ım mescitlerini batıl dininizin propaganda merkezleri olarak niye kullanıyorsunuz?
Allahın mescitlerinde, Allah'ın hanif dini olan İslam, indirilen vahiy, Allah'ın elçileri mi anlatılır?
Yoksa baştan sona kadar şirk ve uydurma olan Şiilik ve Sünnilik mi anlatılır?
Nebi (a.s) ın damadına ve torunlarına mescitlerden doksan yıl küfreden emevilere karşı tek bir kelime söylüyor musunuz?
Bir gecede çoğu kundakta bulunun, boğulduğu anda emdiği süt burnundan gelen sabi masum (19) on dokuz kardeşini boğdurtan Osmanlı padişahı üçüncü Mehmet'e tek bir cümleniz var mı?
Emevi ve Abbasilerin hiç bir zulmünü kınamayan siz siyasal islamcılar, ne kadar kalitesiz, cahil ve vicdansız adamlarsınız?
Şirk ve hurafeden kendinizi kurtarın Kur'an'ı öğrenin, fetö gibi cahil kalmayın, akıllı olun, adam olun, hiç olmazsa insan olun !
KABİRDE ZAMAN YOK,
Şia ve Ehl-i Sünnet'in kaynakları, rivayetleri, mezhepleri Allah ve Resulü'ne karşı iftira ve ihanetlerle doludur.
Onlardan bir tanesi de kabir azabıdır.
Halbuki Kuran'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre kabir azabı olmadığı gibi, kabir hayatı diye bir şey de söz konusu değildir.
Kur'an'ı Mübin'in onlarca âyetine baktığımızda dünya hayatındaki cezalandırma ve kıyamet saatinden sonra sadece ve sadece cehennem azabı vardır.
Bu konuda bine (1000) yakın ayet bulunmaktadır.
Kur'an'a baktığımızda sadece cehennem azabının anlatıldığını çok açık olarak görüyoruz.
Kabir hayatı ve dolayısıyla kabir azabının olmadığı konusu Kur'an'da var olan konuların içinde en açık ve anlaşılır olanıdır.
Kabir azabının varlığını savunan Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimlerinin zerre kadar Kur'an bilgileri mevcut değildir.
Ehli Sünnet ve Şia âlimleri Kur'an'a hakkıyla inanmadıkları için Allah, Kur'an'ın anlaşılmasını onlara imkansız kılmıştır.
(Kehf, 57)
Yahudi ve Hristiyan din adamları Kur'an'ı Mübin'i Ehli Sünnet ve Şia'nın âlimlerinden daha iyi bilir ve daha sağlıklı bilgiler verirler.
Yüzlerce âyete baktığımızda hesap ve azabın yeniden diriliş saatinden sonra olacağını görebiliriz.
Fakat Kur'an'a karşı gönülleri taşlaşmış, kulakları sağır ve gözleri kör olan Şia ve Ehli sünnet âlimleri bunu anlayamaz ve bu gerçekleri idrak edemezler.
Konuyla alakalı âyetlere baktığımızda şunları söylemek mümkündür .
Dünya hayatının hemen ardından yani ölümün hemen arkasından Allah kıyameti ve âhiret azabını başlatacaktır.
Yani kabirde kalma,
"Bir tanışma müddeti kadar,( Yunus, 5)
"Sadece bir akşam ya da kuşluk vakti kadar, (Naziat,46)
"Çok az bir zaman dilimi, (Kehf, 52)
"Bir saat(an) kadar,( Ahkaf, 35)
"Bir yiyeceğin ve içeceğin sıcakta bozulma zamanı kadar,,
( Bakara, 259)
"Ölümün hemen ardından ya cehennem veya cennet,,
( Enfal, 50- Muhammed- 27 -- Nahl, 32)
Yani bilmediğimiz bir gün vefat edeceğiz. Kıyamet sabahında veya akşamında uyanacağız.
Uzun ve derin bir uykuya dalmış gibi.
Aslında bu kabir uykumuz bizim dünya hayatındaki bir gecelik uykumuzdan çok daha kısa olacaktır.
Bizim bir gecelik uykumuz kabir uykusundan çok daha uzun olacaktır.
Hatta kabir uykusu "göz açıp kapayıncaya kadar belki ondan daha kısa olacaktır,
(Nahl, 77-- Kamer, 50)
Söndürülen ve yine yeniden yakılan bir ampul bir mum gibi,
Fişi çekilmiş ve tekrar takılmış bir makine bir cihaz gibi,
Bir anlık duraklayan zaman tekrar yeniden çalışmaya başlayacak!
Korku ve paniğe gerek yok, çünkü zaman kaybı diye bir şey asla söz konusu olamaz.
Kaldığımız yerden başlayacağız.
Ancak bu yepyeni başlangıç öncekinden apayrı sıfır sorun olarak başlayacak.
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlara ne göz aydınlıklarının saklandığını kimse bilemez"
(Secde, 19)
Bu yeni başlangıçta "ölüm, korku, hüzünlenme, panik ve üzüntü yoktur,,
( Fussilet, 30-- Â'lâ,13)
Zaman algımız yeniden devreye girecek,
Aynen nabız verilen hasta gibi!
Narkozun etkisi bitince yeniden kendimize gelip uyanacağız.
Âzad edildiğimiz bir hayattan ailemizle birlikte yepyeni bir yaşam alanına intikal edeceğiz. KABİR'DE ha bir an, ha bir saat, ha üçyüz yıl, ha bir milyar yıl ne farkeder.
Dönüşümüz bizi yaratan, besleyen merhameti sonsuz yüce Rabbimiz değil mi?
( Bakara, 156-- Secde, 11)
Korku ve ümitsizliğe mahal yok, çünkü ölümün hemen arkası yeniden diriliştir.
Geçici dünya kapısı kapanırken baki ve ebedi olan hayatın kapısı açılacak,
Gri perde kapanırken rengarenk perde açılacaktır.
Kabir karanlık bir kuyunun ağzı değil, bir cennet bahçesinin giriş kapısıdır.
Sürgün hayattan anavatana dönmüş olduk, acı ve ızdıraplar bitti, huzur, refah ve mutluluklar başladı.
Yalan, dolan, hurafe, şirk, aldatma, zulüm, katliam ve kaos yok oldu.
Allah'ın sonsuz merhameti olarak hiç yokluk tatmadık, zaman israfımız olmadı, bundan büyük nimet olur mu?
İmtihan faslı bitti teneffüs ve tatil mevsimi başladı.
Kış sona erdi, ilkbaharın dirilişi göründü.
Çalışma, yorgunluk, esaret, emek ve sıkıntı sona erdi,
Emeklilik ve özgürlük devri başladı.
Ebedi hayatımıza bir an sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hemde "Rabbimizin emirlerine sadık kaldığımızdan ötürü Allah ve melekleri tarafından selam selam diye karşılanmış olarak"
(Zümer-73; Yasin-58)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in kaynakları, rivayetleri, mezhepleri Allah ve Resulü'ne karşı iftira ve ihanetlerle doludur.
Onlardan bir tanesi de kabir azabıdır.
Halbuki Kuran'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre kabir azabı olmadığı gibi, kabir hayatı diye bir şey de söz konusu değildir.
Kur'an'ı Mübin'in onlarca âyetine baktığımızda dünya hayatındaki cezalandırma ve kıyamet saatinden sonra sadece ve sadece cehennem azabı vardır.
Bu konuda bine (1000) yakın ayet bulunmaktadır.
Kur'an'a baktığımızda sadece cehennem azabının anlatıldığını çok açık olarak görüyoruz.
Kabir hayatı ve dolayısıyla kabir azabının olmadığı konusu Kur'an'da var olan konuların içinde en açık ve anlaşılır olanıdır.
Kabir azabının varlığını savunan Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimlerinin zerre kadar Kur'an bilgileri mevcut değildir.
Ehli Sünnet ve Şia âlimleri Kur'an'a hakkıyla inanmadıkları için Allah, Kur'an'ın anlaşılmasını onlara imkansız kılmıştır.
(Kehf, 57)
Yahudi ve Hristiyan din adamları Kur'an'ı Mübin'i Ehli Sünnet ve Şia'nın âlimlerinden daha iyi bilir ve daha sağlıklı bilgiler verirler.
Yüzlerce âyete baktığımızda hesap ve azabın yeniden diriliş saatinden sonra olacağını görebiliriz.
Fakat Kur'an'a karşı gönülleri taşlaşmış, kulakları sağır ve gözleri kör olan Şia ve Ehli sünnet âlimleri bunu anlayamaz ve bu gerçekleri idrak edemezler.
Konuyla alakalı âyetlere baktığımızda şunları söylemek mümkündür .
Dünya hayatının hemen ardından yani ölümün hemen arkasından Allah kıyameti ve âhiret azabını başlatacaktır.
Yani kabirde kalma,
"Bir tanışma müddeti kadar,( Yunus, 5)
"Sadece bir akşam ya da kuşluk vakti kadar, (Naziat,46)
"Çok az bir zaman dilimi, (Kehf, 52)
"Bir saat(an) kadar,( Ahkaf, 35)
"Bir yiyeceğin ve içeceğin sıcakta bozulma zamanı kadar,,
( Bakara, 259)
"Ölümün hemen ardından ya cehennem veya cennet,,
( Enfal, 50- Muhammed- 27 -- Nahl, 32)
Yani bilmediğimiz bir gün vefat edeceğiz. Kıyamet sabahında veya akşamında uyanacağız.
Uzun ve derin bir uykuya dalmış gibi.
Aslında bu kabir uykumuz bizim dünya hayatındaki bir gecelik uykumuzdan çok daha kısa olacaktır.
Bizim bir gecelik uykumuz kabir uykusundan çok daha uzun olacaktır.
Hatta kabir uykusu "göz açıp kapayıncaya kadar belki ondan daha kısa olacaktır,
(Nahl, 77-- Kamer, 50)
Söndürülen ve yine yeniden yakılan bir ampul bir mum gibi,
Fişi çekilmiş ve tekrar takılmış bir makine bir cihaz gibi,
Bir anlık duraklayan zaman tekrar yeniden çalışmaya başlayacak!
Korku ve paniğe gerek yok, çünkü zaman kaybı diye bir şey asla söz konusu olamaz.
Kaldığımız yerden başlayacağız.
Ancak bu yepyeni başlangıç öncekinden apayrı sıfır sorun olarak başlayacak.
"Yaptıklarına karşılık olarak, onlara ne göz aydınlıklarının saklandığını kimse bilemez"
(Secde, 19)
Bu yeni başlangıçta "ölüm, korku, hüzünlenme, panik ve üzüntü yoktur,,
( Fussilet, 30-- Â'lâ,13)
Zaman algımız yeniden devreye girecek,
Aynen nabız verilen hasta gibi!
Narkozun etkisi bitince yeniden kendimize gelip uyanacağız.
Âzad edildiğimiz bir hayattan ailemizle birlikte yepyeni bir yaşam alanına intikal edeceğiz. KABİR'DE ha bir an, ha bir saat, ha üçyüz yıl, ha bir milyar yıl ne farkeder.
Dönüşümüz bizi yaratan, besleyen merhameti sonsuz yüce Rabbimiz değil mi?
( Bakara, 156-- Secde, 11)
Korku ve ümitsizliğe mahal yok, çünkü ölümün hemen arkası yeniden diriliştir.
Geçici dünya kapısı kapanırken baki ve ebedi olan hayatın kapısı açılacak,
Gri perde kapanırken rengarenk perde açılacaktır.
Kabir karanlık bir kuyunun ağzı değil, bir cennet bahçesinin giriş kapısıdır.
Sürgün hayattan anavatana dönmüş olduk, acı ve ızdıraplar bitti, huzur, refah ve mutluluklar başladı.
Yalan, dolan, hurafe, şirk, aldatma, zulüm, katliam ve kaos yok oldu.
Allah'ın sonsuz merhameti olarak hiç yokluk tatmadık, zaman israfımız olmadı, bundan büyük nimet olur mu?
İmtihan faslı bitti teneffüs ve tatil mevsimi başladı.
Kış sona erdi, ilkbaharın dirilişi göründü.
Çalışma, yorgunluk, esaret, emek ve sıkıntı sona erdi,
Emeklilik ve özgürlük devri başladı.
Ebedi hayatımıza bir an sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Hemde "Rabbimizin emirlerine sadık kaldığımızdan ötürü Allah ve melekleri tarafından selam selam diye karşılanmış olarak"
(Zümer-73; Yasin-58)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(4.YAZI)
Dönem: 1970'lerin ortaları
İstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığın Trabzon yurdunda ziyaret etti.
Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve beraber yola koyulduk.
Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi. Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi. Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan
"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum:
"Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu kesiyorsun buralarda!"
Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.
Sus ve sadece izle" dedi.
Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm Abiler" dedi..
Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan Abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.
Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.
Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım.
Dayıoğlu bu arada beni tanıttı:
"Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor"
Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:
- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde el sıkışmaktır.
Hemen sordum:
- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın bir hikmeti mi var?
-Var hem de çok var. Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.
-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.
Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.
-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.
İtiraz ettim:
-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu gel seni bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.
Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:
-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.
10 küsur kişi hep bir ağızdan:
-Elhamdülillah. Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine bana döndü ve şunları söyledi:
-Muhterem sen ne nasipli adammışsın! Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin. Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.
Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.
Bütün Salon yine "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.
Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.
Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını bitiren Elhamdülillah deyip başlıyor ağlamaya.
Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.
Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:
"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"
Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı.
İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:
"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?
"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.
Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"
Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.
Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna sordum
-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim?
Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:
-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.
Nakşibendi tarikatına
mensubuz.
Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var, sadece akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var. Dayanamayıp sordum:
-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?
- Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır.
Yine söz kestim:
-Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.
- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine gelen o adam değildi.
Cocuk olandı.
-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret oluyor?
-Bu konularda şaka yapma, imanın gider.
Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim.
Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak.
-Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek? -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre giriyorsun...
- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum.
-Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak.
-Müceddid ne demek?
-Bin yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek. Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi.
Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.
-O çocuk öyle biri olacak öyle mi?
Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?
- Ne olur sus, imanın gider.
- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.
-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.
-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi?
İlkokul mecburiyeti var.
-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip bitirecek. Özel hocaları var. İngilizce, Arapça öğreniyor. Kur'an öğreniyor.
Tam burada bir parantez...
Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum.
Bu görevim hasebiyle de babası Enver Ören ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok yakından tanıdım.
Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana teslim ederdi.
O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu. Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına tanıktım.
Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı söylenen Mücahid akıl almaz bir biçimde Amerikan hayranıydı.
Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu.
Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu sizin bin yılın evliyası" dedim.'
(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)
(4.YAZI)
Dönem: 1970'lerin ortaları
İstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığın Trabzon yurdunda ziyaret etti.
Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve beraber yola koyulduk.
Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi. Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi. Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan
"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum:
"Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu kesiyorsun buralarda!"
Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.
Sus ve sadece izle" dedi.
Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm Abiler" dedi..
Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan Abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.
Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.
Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım.
Dayıoğlu bu arada beni tanıttı:
"Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor"
Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:
- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde el sıkışmaktır.
Hemen sordum:
- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın bir hikmeti mi var?
-Var hem de çok var. Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.
-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.
Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.
-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.
İtiraz ettim:
-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu gel seni bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.
Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:
-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.
10 küsur kişi hep bir ağızdan:
-Elhamdülillah. Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine bana döndü ve şunları söyledi:
-Muhterem sen ne nasipli adammışsın! Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin. Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.
Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.
Bütün Salon yine "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.
Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.
Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını bitiren Elhamdülillah deyip başlıyor ağlamaya.
Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.
Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:
"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"
Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı.
İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:
"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?
"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.
Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"
Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.
Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna sordum
-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim?
Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:
-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.
Nakşibendi tarikatına
mensubuz.
Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var, sadece akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var. Dayanamayıp sordum:
-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?
- Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır.
Yine söz kestim:
-Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.
- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine gelen o adam değildi.
Cocuk olandı.
-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret oluyor?
-Bu konularda şaka yapma, imanın gider.
Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim.
Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak.
-Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek? -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre giriyorsun...
- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum.
-Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak.
-Müceddid ne demek?
-Bin yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek. Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi.
Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.
-O çocuk öyle biri olacak öyle mi?
Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?
- Ne olur sus, imanın gider.
- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.
-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.
-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi?
İlkokul mecburiyeti var.
-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip bitirecek. Özel hocaları var. İngilizce, Arapça öğreniyor. Kur'an öğreniyor.
Tam burada bir parantez...
Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum.
Bu görevim hasebiyle de babası Enver Ören ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok yakından tanıdım.
Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana teslim ederdi.
O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu. Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına tanıktım.
Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı söylenen Mücahid akıl almaz bir biçimde Amerikan hayranıydı.
Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu.
Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu sizin bin yılın evliyası" dedim.'
(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(34 . YAZI)
RİSÂLE-İ NUR KÜLLİYATI KİMİN ESERİDİR?
Eseri Risâle-i Nur Külliyatında, Allah Resulü ve İslam dini ile alakalı yüzlerce yalan, uydurma, iftira, hurafe ve cehalet bulunan Said Nursi aynen şöyle diyor.
"Risaletü'n-nur sair telifat gibi ulum ve funundan ve başka kitaplardan alınmamış, Kur'an'dan başka mehazi (kaynağı) yok,
Kur'an'dan başka üstadı yok, Kur'an'dan başka merci-i (dayanağı) yoktur"
"Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu"
"Doğrudan doğruya Kur'an'ın feyzinden mülhemdir ve sema-i kur'aniden ayâtın nücumundan,(Allah'ın âyetlerinin yıldızlarından) iniyor, nüzul ediyor"
(Şualar- 559-Sikke-i Tasdik-i Gaybi- 97 )
Said Nursi devamla diyor ki:
"Hem yazılan eserler,
Risaleler, ekseriyeti mutlakası (büyük çoğunluğu) hariçten(vahiy ile) hiçbir sebep gelmeyerek,
ruhumdan tevellüt eden (ruhumdan doğan) bir hacete binaen, (İnsanların ijtiyaçlarına göre) ani ve def'i olarak ihsan edilmiş(,,,,,,,)
"İşte ihtiyar (isteğimin) ve şuurumun (irademin) dairesi haricinde,(vahiy gibi) mezkur haletler ve sergüzeşti hayatım ve ulumların envalarından hilafı adet (olağanüstü bir şekilde) ihtiyarsız tetebbuatım,
böyle bir neticeyi kutsiye (kutsal bir görevi) muncer olmak (icra etmek) için, kuvvetli bir inayeti ilahiye (Allah'ın yardımı) ve bir ikramı Rabbani (Rabbani, Allah tarafından bir ikram) olduğunu ben de şüphe bırakmamıştır"
(Mektubat- 355 354, Barla Lahikası- 12, Sikke-i Tasdik-i Gaybi- 267) Şöyle devam ediyor.
"Bunların, kitabullahın tefsiri ve ahkamı diniyenin izahı ve zamanın fehmine (her zamanın anlayışına) ve mertebe ilmine göre tarzı tevcihi
sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka nefislerinin (kendi isteklerinden gelen) ve karihai ulviyelerinin mahsulü değildir"
"Bunlar, doğrudan doğruya menba-i (kaynağı) vahiy olan zâti pâki risaletin(Allah Resulü'nün ) manevi ilham ve telkinatıdır"
"Celcelutiye
(Said Nursi'nin iddiasına göre Cebrail'in Muhammed ( a.s) vahiy olarak getirip Ali'nin kucağına düşürdüğü kağıt) ve Mesnevi Şerif (Celaleddin-i Rumi'nin eseri) ve Futuhu-l Gayb (Muhyiddin'i Arabi'nin eseri) ve emsali asar hep bu nevidendir"
"Bu asarı kudsiye (kutsal eserler) o zevatı Alişan (yüce şan sahipleri) ancak tercüman hükmündedirler"
"Bu zevatı mukaddesenin (bu kutsal şahsiyetler) o asarı ber güzide'nin tanziminde ve tarzı beyanında bir hisseleri vardır"
"Yani bu zevatı Kutsiye, o manının mazharı, mir'atı ve ma'kesi hükmündedirler"
CEVAP:
Said Nursi'nin eseri olan Risâle-i Nur Külliyatı ile alakalı bu söyledikleri şeylerin hiç bir önemi yoktur.
Yüce Allah'ın onunla aynı inanca ve söylemlere sahip olan Celaleddin-i Rumi, Muhyiddin'i Arabi ve Beyazıti Bestami'ye verdiği cevabın büyük bir önemi vardır.
"Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen!"
( En'am-93)
Bu konuda diğer bir âyet şöyledir.
"Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir (dünyalık) bedel karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere veyl olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü onlara yuh olsun ve kazandıkları (şöhret-mal- mülkten-şirkten ) ötürü onlara yazıklar olsun"
(Bakara-79)
Risale'i Nur Külliyatında bulunan uydurma ve hurafelerin binde biri başka hiçbir kaynakta yer almaz.
Eğer Said Nursi'nin akli dengesi yerinde ise kendini itikadi açıdan da büyük bir risk altına sokmuş demektir.
(34 . YAZI)
RİSÂLE-İ NUR KÜLLİYATI KİMİN ESERİDİR?
Eseri Risâle-i Nur Külliyatında, Allah Resulü ve İslam dini ile alakalı yüzlerce yalan, uydurma, iftira, hurafe ve cehalet bulunan Said Nursi aynen şöyle diyor.
"Risaletü'n-nur sair telifat gibi ulum ve funundan ve başka kitaplardan alınmamış, Kur'an'dan başka mehazi (kaynağı) yok,
Kur'an'dan başka üstadı yok, Kur'an'dan başka merci-i (dayanağı) yoktur"
"Telif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu"
"Doğrudan doğruya Kur'an'ın feyzinden mülhemdir ve sema-i kur'aniden ayâtın nücumundan,(Allah'ın âyetlerinin yıldızlarından) iniyor, nüzul ediyor"
(Şualar- 559-Sikke-i Tasdik-i Gaybi- 97 )
Said Nursi devamla diyor ki:
"Hem yazılan eserler,
Risaleler, ekseriyeti mutlakası (büyük çoğunluğu) hariçten(vahiy ile) hiçbir sebep gelmeyerek,
ruhumdan tevellüt eden (ruhumdan doğan) bir hacete binaen, (İnsanların ijtiyaçlarına göre) ani ve def'i olarak ihsan edilmiş(,,,,,,,)
"İşte ihtiyar (isteğimin) ve şuurumun (irademin) dairesi haricinde,(vahiy gibi) mezkur haletler ve sergüzeşti hayatım ve ulumların envalarından hilafı adet (olağanüstü bir şekilde) ihtiyarsız tetebbuatım,
böyle bir neticeyi kutsiye (kutsal bir görevi) muncer olmak (icra etmek) için, kuvvetli bir inayeti ilahiye (Allah'ın yardımı) ve bir ikramı Rabbani (Rabbani, Allah tarafından bir ikram) olduğunu ben de şüphe bırakmamıştır"
(Mektubat- 355 354, Barla Lahikası- 12, Sikke-i Tasdik-i Gaybi- 267) Şöyle devam ediyor.
"Bunların, kitabullahın tefsiri ve ahkamı diniyenin izahı ve zamanın fehmine (her zamanın anlayışına) ve mertebe ilmine göre tarzı tevcihi
sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka nefislerinin (kendi isteklerinden gelen) ve karihai ulviyelerinin mahsulü değildir"
"Bunlar, doğrudan doğruya menba-i (kaynağı) vahiy olan zâti pâki risaletin(Allah Resulü'nün ) manevi ilham ve telkinatıdır"
"Celcelutiye
(Said Nursi'nin iddiasına göre Cebrail'in Muhammed ( a.s) vahiy olarak getirip Ali'nin kucağına düşürdüğü kağıt) ve Mesnevi Şerif (Celaleddin-i Rumi'nin eseri) ve Futuhu-l Gayb (Muhyiddin'i Arabi'nin eseri) ve emsali asar hep bu nevidendir"
"Bu asarı kudsiye (kutsal eserler) o zevatı Alişan (yüce şan sahipleri) ancak tercüman hükmündedirler"
"Bu zevatı mukaddesenin (bu kutsal şahsiyetler) o asarı ber güzide'nin tanziminde ve tarzı beyanında bir hisseleri vardır"
"Yani bu zevatı Kutsiye, o manının mazharı, mir'atı ve ma'kesi hükmündedirler"
CEVAP:
Said Nursi'nin eseri olan Risâle-i Nur Külliyatı ile alakalı bu söyledikleri şeylerin hiç bir önemi yoktur.
Yüce Allah'ın onunla aynı inanca ve söylemlere sahip olan Celaleddin-i Rumi, Muhyiddin'i Arabi ve Beyazıti Bestami'ye verdiği cevabın büyük bir önemi vardır.
"Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen!"
( En'am-93)
Bu konuda diğer bir âyet şöyledir.
"Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir (dünyalık) bedel karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere veyl olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü onlara yuh olsun ve kazandıkları (şöhret-mal- mülkten-şirkten ) ötürü onlara yazıklar olsun"
(Bakara-79)
Risale'i Nur Külliyatında bulunan uydurma ve hurafelerin binde biri başka hiçbir kaynakta yer almaz.
Eğer Said Nursi'nin akli dengesi yerinde ise kendini itikadi açıdan da büyük bir risk altına sokmuş demektir.
UYDURMA DİN AFYONDUR
(10.YAZI)
Bir çok âyette Kur'an'ın kınadığı muhafazakar, atalar dininin en büyük temsilcileri Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerini yani âlimlerini görmek gerekir.
Allah elçilerinin görevi sadece vahyi tebliğ olduğu halde, Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri uydurma rivayet ve içtihatlarla kendilerini dinde ayrıcalıklı, seçkin bir sınıf gibi organize ettiler.
Kur'an'ın tefsir edilmesini tekellerine alarak kendilerini Allah ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar.
Din adamı olarak sadece onlar söz sahibidir, dinde kendilerinden başka hiç kimse konuşamaz, doğru onların yanındadır ve sadece onlar doğru yoldadırlar.
Ebedi olarak din ilmi onlara verildiğine göre, onların inanç ve düşüncelerinde artık din bir kere ve ebedi olarak onların din ataları tarafından yorumlanmış ve kiyamet gününe kadar iş bitmiştir.
Onlara göre, bin küsür yıl önce Kur'an din ataları tarafından nasıl yorumlanmışsa aynen o şekilde bırakılmalıdır.
Bu Kur'an cahillerine göre her şeyin en iyisi ve en hayırlısı ancak ataları tarafından yapılandır.
Bu mukallitlere göre ataları hata yapmaz, lé yüs'el (sorumsuz) birer rab ve ilah gibidir.
İşte bu yüzden Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları statükocu, her türlü yeniliğe karşı, akıl ve mantığa, tefekkür ve sorgulama düşmanıdırlar.
Dünyanın değişimi için ortaya çıkan yeni sorunların çözümlenmesi ve Kur'an'ın hükümlerinin bağlam ve bütünlüğü içinde yeniden yorumlanmasını dinlerine yapılmış en büyük bir saldırı olarak görmektedirler.
Bu patolojik bir vakıa, gerici ve yobaz bir düşünceye sahip olanların, geniş ve evrensel ufka sahip olan düşünceyi boğmak isteyen kör bir inançtan başka bir şey değildir.
Maalesef Kur'an, Şia ve Ehl-i Sünnet ilahiyatçılarının zihin dünyalarında kapalı ve yasaklı hatta tehlikeli bir kitap olarak durmaktadır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri Kur'an'a ve bilime karşı son derece kapalı olmakla birlikte, vahiy İslam'ının ve yenilenmenin en büyük düşmanı olan tasavvuf ve mistisizme karşı hoşgörülü bir ahlak yapısına sahiptirler.
Allah Resulü'nden sonra rivayet ve içtihatlarla Kur'an'ın manası bozulmuş, hanif islam dini tasavvufi düşüncelerle sulandırılmış, pratik hayatta din ticaretinin en kötü örnekleri sergilenmiştir.
Kendilerini dinin korucu ve yorumcusu olarak görenler, dini bir meslek yaparak büyük kazançlar elde ettiler.
Kur'an'ın onlar hakkındaki hükmü şöyle tecelli etmiştir.
"Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara elem vericibir azabı müjdele!"
(Tevbe-34)
İslam dünyasında uyanışın işaretlerinin görüldü şu günlerde bu dinci kesim,
aydınlığa karşı karanlıkların, hakka karşı batılın, hürriyete karşı kula kulluğun, yenilenmeye karşı geleneğin en amansız savunucusu olmuşlardır.
Öyle düşünceler vardır ki içinden milletin geleceği ve bilgeliği ortaya çıkarken,
diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlarda mevcuttur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri bizzat kendi kitaplarına ve değerlerine karşı gelerek büyük bir basiret körlüğü ile Kur'an'ın hükümlerini çiğneyip yerine beşeri olanı yerleştirdiler.
Şu bir gerçektir ki, islam toplumunda şerefli bir hayatın yakalanması tamamen Kur'an'ın dinde tek kaynak kabul edilmesi ile ilgili bir durumdur.
(En'am-153;155)
(10.YAZI)
Bir çok âyette Kur'an'ın kınadığı muhafazakar, atalar dininin en büyük temsilcileri Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerini yani âlimlerini görmek gerekir.
Allah elçilerinin görevi sadece vahyi tebliğ olduğu halde, Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri uydurma rivayet ve içtihatlarla kendilerini dinde ayrıcalıklı, seçkin bir sınıf gibi organize ettiler.
Kur'an'ın tefsir edilmesini tekellerine alarak kendilerini Allah ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar.
Din adamı olarak sadece onlar söz sahibidir, dinde kendilerinden başka hiç kimse konuşamaz, doğru onların yanındadır ve sadece onlar doğru yoldadırlar.
Ebedi olarak din ilmi onlara verildiğine göre, onların inanç ve düşüncelerinde artık din bir kere ve ebedi olarak onların din ataları tarafından yorumlanmış ve kiyamet gününe kadar iş bitmiştir.
Onlara göre, bin küsür yıl önce Kur'an din ataları tarafından nasıl yorumlanmışsa aynen o şekilde bırakılmalıdır.
Bu Kur'an cahillerine göre her şeyin en iyisi ve en hayırlısı ancak ataları tarafından yapılandır.
Bu mukallitlere göre ataları hata yapmaz, lé yüs'el (sorumsuz) birer rab ve ilah gibidir.
İşte bu yüzden Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları statükocu, her türlü yeniliğe karşı, akıl ve mantığa, tefekkür ve sorgulama düşmanıdırlar.
Dünyanın değişimi için ortaya çıkan yeni sorunların çözümlenmesi ve Kur'an'ın hükümlerinin bağlam ve bütünlüğü içinde yeniden yorumlanmasını dinlerine yapılmış en büyük bir saldırı olarak görmektedirler.
Bu patolojik bir vakıa, gerici ve yobaz bir düşünceye sahip olanların, geniş ve evrensel ufka sahip olan düşünceyi boğmak isteyen kör bir inançtan başka bir şey değildir.
Maalesef Kur'an, Şia ve Ehl-i Sünnet ilahiyatçılarının zihin dünyalarında kapalı ve yasaklı hatta tehlikeli bir kitap olarak durmaktadır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri Kur'an'a ve bilime karşı son derece kapalı olmakla birlikte, vahiy İslam'ının ve yenilenmenin en büyük düşmanı olan tasavvuf ve mistisizme karşı hoşgörülü bir ahlak yapısına sahiptirler.
Allah Resulü'nden sonra rivayet ve içtihatlarla Kur'an'ın manası bozulmuş, hanif islam dini tasavvufi düşüncelerle sulandırılmış, pratik hayatta din ticaretinin en kötü örnekleri sergilenmiştir.
Kendilerini dinin korucu ve yorumcusu olarak görenler, dini bir meslek yaparak büyük kazançlar elde ettiler.
Kur'an'ın onlar hakkındaki hükmü şöyle tecelli etmiştir.
"Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara elem vericibir azabı müjdele!"
(Tevbe-34)
İslam dünyasında uyanışın işaretlerinin görüldü şu günlerde bu dinci kesim,
aydınlığa karşı karanlıkların, hakka karşı batılın, hürriyete karşı kula kulluğun, yenilenmeye karşı geleneğin en amansız savunucusu olmuşlardır.
Öyle düşünceler vardır ki içinden milletin geleceği ve bilgeliği ortaya çıkarken,
diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlarda mevcuttur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri bizzat kendi kitaplarına ve değerlerine karşı gelerek büyük bir basiret körlüğü ile Kur'an'ın hükümlerini çiğneyip yerine beşeri olanı yerleştirdiler.
Şu bir gerçektir ki, islam toplumunda şerefli bir hayatın yakalanması tamamen Kur'an'ın dinde tek kaynak kabul edilmesi ile ilgili bir durumdur.
(En'am-153;155)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(33.YAZI )
Şimdiye kadar yazdığımız hurafe ve yalanlar Risâle-i Nur külliyatında bulunan Mektubat- 19. Mektup Mücizatı Ahmediyede bulunan rivayetlerden seçilmişti.
Şimdi ise Risalei Nur Külliyatının genelinde bulunan yalan ve hurafeleri ele alacağız.
Bu rivayetleri okuduğunuzda iki şeyin bilincinde olmanız gerekmektedir.
1-) Türkiye Cumhuriyeti'nde Risâle-i Nur'un en fazla okunan ve benimsenen bir eser olduğu.
2-) Dünyada hiçbir eserde bu kadar yalan, hayal mahsulü uydurma ve hurafenin bulunmadığı.
Bunun sebebi :
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimlerinin, sözde Kur'an'a, özde uydurmalara tabi olduklarından başka bir şey değildir.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimleri Kur'an'ı bilmiyorlar, Kur'an'a itibâr etmiyorlar, akıllarını kullanmıyor ve sorgulama yapmıyorlar.
Risâle-i Nur Külliyatından yazacağımız uydurma ve yalanlar,
Risale'i Nur'un bünyesinde bulunan hurafelerin ancak binde birini teşkil etmektedir.
Gerçekten Risâle-i Nur, dünyada ne kadar hurafe varsa ülkemizde yerleşmesini ve yaygınlık kazanmasını sağlamıştır.
Aynı zamanda yalan ve hurafelerin bir tabu haline gelmesinde en büyük aracı ve taşeron Risâle-i Nur Külliyatı olmuştur.
Özellikle Şia'nın hurafelerine aracılık etmiştir.
Şirk ve batılın günümüzde en büyük kaçamakları, yalanları te'vil etmeye kalkışmaları ve
"bir hikmeti vardır" safsatasına rivayet kültürü ve Risâle-i Nurdan başka elle tutulur hiçbir delilleri bulunmamaktadır.
Şimdi bakın Nurcular nasıl bir bataklığın içinde debelenip duruyorlar.
"Risâle-i Nur şakirtlerinden (Said Nursi'nin talebelerinden) Rıza görüyor.
"Hz. Peygamber (a. s) Cami'de Ebubekir- es-Sıddık (r.a) a emrediyor.
"Çık hutbe oku"
Ebubekir- es-Sıddık minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur.
Hutbe içinde cemaate der ki, "Bu söylediğim hakikatların izahatı "yirmi dokuzuncu söz"dedir. ((Tarihçe-i Hayat, Sayfa-32)
( Yirmi Dokuzuncu Söz - Risalei Nur Külliyatının sözler eserindedir)
Yani Nurculara göre, birinci halife Ebubekir, Said Nursi'nin Risâle-i Nur Külliyatından hutbe vermiştir.
"Risâle-i Nur şakirtlerinden Osman diyor ki: "Rüyamda Hz. peygamber ( as ) ı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm"
Bu anda bir sada (ses) geldi ki, Hz. Peygamber (a.s.m) ın bir yaveri geliyor"
"Kapılar birden bire kendi kendine açıldı. Risalei Nur naşirlerinin üstadı olan zat (Said Nursi) içeriye girdi" Hz. Peygamber (a.s) üstadımıza (Said Nursi'ye) şefkatkarane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu"
"Bende ağlayarak uyandım"
İşte fetö gibi ölümcül bir virüsü Said Nursi'nin bu uydurma hikayeleri yaratmıştır.
İşte başka bir yalan ve kandırmaca.
"Risalei Nur şakirtlerinden Nazmi'dir"
"Rüyasinda ona diyorlar ki:
Risâle-i Nur şakirtleri (Nurcular- Said Nursi'nin talebeleri) imansız ölmezler, kabre imanla girerler"
(Sikke-i Tasdiki Gaybi- 21, 22)
Cevap :
Halbuki kimin cennet ve cehenneme gideceğini Allah'ın kitabı apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
Kur'an, din, iman, İslam olarak hiç bir esere ihtiyaç bırakmamıştır.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
(33.YAZI )
Şimdiye kadar yazdığımız hurafe ve yalanlar Risâle-i Nur külliyatında bulunan Mektubat- 19. Mektup Mücizatı Ahmediyede bulunan rivayetlerden seçilmişti.
Şimdi ise Risalei Nur Külliyatının genelinde bulunan yalan ve hurafeleri ele alacağız.
Bu rivayetleri okuduğunuzda iki şeyin bilincinde olmanız gerekmektedir.
1-) Türkiye Cumhuriyeti'nde Risâle-i Nur'un en fazla okunan ve benimsenen bir eser olduğu.
2-) Dünyada hiçbir eserde bu kadar yalan, hayal mahsulü uydurma ve hurafenin bulunmadığı.
Bunun sebebi :
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimlerinin, sözde Kur'an'a, özde uydurmalara tabi olduklarından başka bir şey değildir.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimleri Kur'an'ı bilmiyorlar, Kur'an'a itibâr etmiyorlar, akıllarını kullanmıyor ve sorgulama yapmıyorlar.
Risâle-i Nur Külliyatından yazacağımız uydurma ve yalanlar,
Risale'i Nur'un bünyesinde bulunan hurafelerin ancak binde birini teşkil etmektedir.
Gerçekten Risâle-i Nur, dünyada ne kadar hurafe varsa ülkemizde yerleşmesini ve yaygınlık kazanmasını sağlamıştır.
Aynı zamanda yalan ve hurafelerin bir tabu haline gelmesinde en büyük aracı ve taşeron Risâle-i Nur Külliyatı olmuştur.
Özellikle Şia'nın hurafelerine aracılık etmiştir.
Şirk ve batılın günümüzde en büyük kaçamakları, yalanları te'vil etmeye kalkışmaları ve
"bir hikmeti vardır" safsatasına rivayet kültürü ve Risâle-i Nurdan başka elle tutulur hiçbir delilleri bulunmamaktadır.
Şimdi bakın Nurcular nasıl bir bataklığın içinde debelenip duruyorlar.
"Risâle-i Nur şakirtlerinden (Said Nursi'nin talebelerinden) Rıza görüyor.
"Hz. Peygamber (a. s) Cami'de Ebubekir- es-Sıddık (r.a) a emrediyor.
"Çık hutbe oku"
Ebubekir- es-Sıddık minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur.
Hutbe içinde cemaate der ki, "Bu söylediğim hakikatların izahatı "yirmi dokuzuncu söz"dedir. ((Tarihçe-i Hayat, Sayfa-32)
( Yirmi Dokuzuncu Söz - Risalei Nur Külliyatının sözler eserindedir)
Yani Nurculara göre, birinci halife Ebubekir, Said Nursi'nin Risâle-i Nur Külliyatından hutbe vermiştir.
"Risâle-i Nur şakirtlerinden Osman diyor ki: "Rüyamda Hz. peygamber ( as ) ı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm"
Bu anda bir sada (ses) geldi ki, Hz. Peygamber (a.s.m) ın bir yaveri geliyor"
"Kapılar birden bire kendi kendine açıldı. Risalei Nur naşirlerinin üstadı olan zat (Said Nursi) içeriye girdi" Hz. Peygamber (a.s) üstadımıza (Said Nursi'ye) şefkatkarane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu"
"Bende ağlayarak uyandım"
İşte fetö gibi ölümcül bir virüsü Said Nursi'nin bu uydurma hikayeleri yaratmıştır.
İşte başka bir yalan ve kandırmaca.
"Risalei Nur şakirtlerinden Nazmi'dir"
"Rüyasinda ona diyorlar ki:
Risâle-i Nur şakirtleri (Nurcular- Said Nursi'nin talebeleri) imansız ölmezler, kabre imanla girerler"
(Sikke-i Tasdiki Gaybi- 21, 22)
Cevap :
Halbuki kimin cennet ve cehenneme gideceğini Allah'ın kitabı apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
Kur'an, din, iman, İslam olarak hiç bir esere ihtiyaç bırakmamıştır.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK , HURAFE VE YALANLAR
(32. YAZI )
SAİD NURSİ VE RİSALEİ NUR :
Allah tarafından yazdırıldığına inanılan, müellifine "Bediuzzaman" lakabı takılan Risalei Nur Külliyatında bulunan hurafeleri aktarmaya devam ediyoruz.
Said Nursi diyor ki:
"Resul'ü Ekrem(a.s.m)küçüklüğünde Halime sadiye'nin (süt annesi) yanındayken Halime ve zevci'nin (eşi'nin) şehadetleriyle güneşten rahatsız olmamak için
çok defa (Allah Resulü'nün) üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş"
Hem Şam tarafına 12 yaşında gittiği vakit, Bahire-i Rahibin (rahip Bahira'nın) şahadetiyle,
bir parça bulut Resul'ü Ekrem (a.s.m) ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş"
Hem yine bi'setten (Resul olmadan) evvel Resul'ü Ekrem ( a.s.m)
bir defa Hatice'i Kübra'nın (ilk eşi) meysere ismindeki hizmetkarıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice'yi kübra (büyük Hatice-lakabı) Resul'ü Ekrem'in başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş,
kendi hizmetkarı olan Meysere'ye demiş, Meysere dahi Hatice Kübra'ya demiş
"Bütün seferimizde ben öyle görüyordum"
Naklı sahih ile sabittir ki Resul'ü Ekrem( a.s.m ) bi'setten (Resul olmadan) evvel
bir ağacın altında oturdu, o yer kuru idi, birden yeşillendi"
Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmışlar"
(Sayfa- 177)
Said Nursi, yalan ve hurafelere Allah Resulü'nün mucizesi diyerek anlatmaya devam ediyor.
"Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ufak iken, Ebu Talib'in evinde kalıyordu.
Ebu Talip çoluk ve çocuğu ile onunla beraber yerlerse karınları doyardı"
Ne vakit o zat (Allah Resulü) yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı"
"Şu hadise hem meşhurdur, hem de kati'dir"
( Sayfa-178)
Hem Resul'ü Ekrem( a.s.m ) küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş:
"Hiçbir vakit Resul'ü Ekrem ( a.s.m) açlık ve susuzluktan şikayet etmedi. Ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde"
(Sayfa-178 )
Hem sinek onu taciz etmezdi.
Onun cesedi mübarekine ve libasına sinek konmazdı, nasıl ki evladından Seyit Abdulkadir Geylani(k.s)dahi,
ceddinden (Resulüllahtan) o hali irsiyet almıştı, sinek ona da (Geylani'ye) konmazdı"
(Sayfa- 178)
Said Nursi'nin eseri olan Risâle-i Nur Külliyatında bulunan bütün bu rivayetlerin hepsi hem Kur'an'a hemde sünnetullaha aykırıdır.
Çünkü Kur'an'a göre kendisine vahiy indirilme haricinde o herkes gibi bir beşerdir.
(Kehf-110; Fussilet-6)
Aslında son vahyin sahibi olan Muhammed ( a.s) üç özelliğini yani üç kimliğini bilmek gerekir.
1-) Muhammed - Doğumundan kendisine vahiy indirilinceye kadarki kimliğidir.
Vahiy indirildikten sonra artık Muhammed diye birisi yoktur. Muhammed kimliği sona erer.
Artık o duruma göre ya Nebi veye Resul'dür.
2-) Nebi- Kendisine vahiy indirildikten sonra gece- gündüz, yirmi dört saat, her an, her zaman bütün özel hallerinde olan makam ve mertebesidir.
Hata etme Nübüvvet makam ve mertebesi ile ilgili bir durumdur. Nebi söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata yapabilir.
( Tevbe-113; Tahrim- 1)
İşte bundan dolayı Nebi'nin haysiyet ve şerefi koruma altına alınmıştır. Fakat sözleri ümmet için bağlayıcı değildir.
3-) Resul- Kendisine vahiy indirilip onu insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Resul'ün misyonu vahyi tebliğ etmek olduğu için hata yapması ve görevinde ihanet etmesi mümkün değildir.
(Hakka-44; Yunus-15; İsra-73,74,75)
İşte bundan dolayı Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
(Nisa-80)
Dolayısıyla bütün rivayetler Allah Resulü'ne iftiradır.
Kur'an'da bir çok yerde övülen Allah Resul'ü( a.s.m) bu yalan, hurafe ve uydurmalara hiçbir ihtiyacı bulunmamaktadır.
Allah Resulü değerini Kur'an'dan almaktadır.
Yani Allah Resulü'nü değerli kılan tek kaynak Allah'ın Kerim ve Mübin kitabı Kur'an'dır.
Dolayısıyla Said Nursi ve eseri olan Risalei Nur ile müşriklerin Resul tasavvuru arasında bir fark bulunmamaktadır.
(32. YAZI )
SAİD NURSİ VE RİSALEİ NUR :
Allah tarafından yazdırıldığına inanılan, müellifine "Bediuzzaman" lakabı takılan Risalei Nur Külliyatında bulunan hurafeleri aktarmaya devam ediyoruz.
Said Nursi diyor ki:
"Resul'ü Ekrem(a.s.m)küçüklüğünde Halime sadiye'nin (süt annesi) yanındayken Halime ve zevci'nin (eşi'nin) şehadetleriyle güneşten rahatsız olmamak için
çok defa (Allah Resulü'nün) üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş"
Hem Şam tarafına 12 yaşında gittiği vakit, Bahire-i Rahibin (rahip Bahira'nın) şahadetiyle,
bir parça bulut Resul'ü Ekrem (a.s.m) ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş"
Hem yine bi'setten (Resul olmadan) evvel Resul'ü Ekrem ( a.s.m)
bir defa Hatice'i Kübra'nın (ilk eşi) meysere ismindeki hizmetkarıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice'yi kübra (büyük Hatice-lakabı) Resul'ü Ekrem'in başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş,
kendi hizmetkarı olan Meysere'ye demiş, Meysere dahi Hatice Kübra'ya demiş
"Bütün seferimizde ben öyle görüyordum"
Naklı sahih ile sabittir ki Resul'ü Ekrem( a.s.m ) bi'setten (Resul olmadan) evvel
bir ağacın altında oturdu, o yer kuru idi, birden yeşillendi"
Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmışlar"
(Sayfa- 177)
Said Nursi, yalan ve hurafelere Allah Resulü'nün mucizesi diyerek anlatmaya devam ediyor.
"Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ufak iken, Ebu Talib'in evinde kalıyordu.
Ebu Talip çoluk ve çocuğu ile onunla beraber yerlerse karınları doyardı"
Ne vakit o zat (Allah Resulü) yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı"
"Şu hadise hem meşhurdur, hem de kati'dir"
( Sayfa-178)
Hem Resul'ü Ekrem( a.s.m ) küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş:
"Hiçbir vakit Resul'ü Ekrem ( a.s.m) açlık ve susuzluktan şikayet etmedi. Ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde"
(Sayfa-178 )
Hem sinek onu taciz etmezdi.
Onun cesedi mübarekine ve libasına sinek konmazdı, nasıl ki evladından Seyit Abdulkadir Geylani(k.s)dahi,
ceddinden (Resulüllahtan) o hali irsiyet almıştı, sinek ona da (Geylani'ye) konmazdı"
(Sayfa- 178)
Said Nursi'nin eseri olan Risâle-i Nur Külliyatında bulunan bütün bu rivayetlerin hepsi hem Kur'an'a hemde sünnetullaha aykırıdır.
Çünkü Kur'an'a göre kendisine vahiy indirilme haricinde o herkes gibi bir beşerdir.
(Kehf-110; Fussilet-6)
Aslında son vahyin sahibi olan Muhammed ( a.s) üç özelliğini yani üç kimliğini bilmek gerekir.
1-) Muhammed - Doğumundan kendisine vahiy indirilinceye kadarki kimliğidir.
Vahiy indirildikten sonra artık Muhammed diye birisi yoktur. Muhammed kimliği sona erer.
Artık o duruma göre ya Nebi veye Resul'dür.
2-) Nebi- Kendisine vahiy indirildikten sonra gece- gündüz, yirmi dört saat, her an, her zaman bütün özel hallerinde olan makam ve mertebesidir.
Hata etme Nübüvvet makam ve mertebesi ile ilgili bir durumdur. Nebi söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata yapabilir.
( Tevbe-113; Tahrim- 1)
İşte bundan dolayı Nebi'nin haysiyet ve şerefi koruma altına alınmıştır. Fakat sözleri ümmet için bağlayıcı değildir.
3-) Resul- Kendisine vahiy indirilip onu insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Resul'ün misyonu vahyi tebliğ etmek olduğu için hata yapması ve görevinde ihanet etmesi mümkün değildir.
(Hakka-44; Yunus-15; İsra-73,74,75)
İşte bundan dolayı Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
(Nisa-80)
Dolayısıyla bütün rivayetler Allah Resulü'ne iftiradır.
Kur'an'da bir çok yerde övülen Allah Resul'ü( a.s.m) bu yalan, hurafe ve uydurmalara hiçbir ihtiyacı bulunmamaktadır.
Allah Resulü değerini Kur'an'dan almaktadır.
Yani Allah Resulü'nü değerli kılan tek kaynak Allah'ın Kerim ve Mübin kitabı Kur'an'dır.
Dolayısıyla Said Nursi ve eseri olan Risalei Nur ile müşriklerin Resul tasavvuru arasında bir fark bulunmamaktadır.
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(3.YAZI)
Cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ahlak ve ilminden uzak oldukları için genellikle ehl-i sünnet dininin rivayet ve ictihadlarına göre amel ederler.
Takip ettiği atasından ve evliyasından dolayı ayrıca her cemaat ve tarikatın kendine ait bir inanç ve anlayışı mevcuttur.
Yani şirk ve hurafe bataklığında hayatlarını düşüncesizce sürdürmektedirler.
Gelelim Sabahattin Önkibar'ın ihlas Finans hatıralarına...
"Enver Ören'in Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı olması ise Hüseyin Hilmi Işığ'a rağmen tamamen Işık Hoca'nın kızı ve eşinin tercihi sonucudur ki bunu bana bizzat Enver Bey anlatmıştı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın damat adayı şimdilerde İhlas Holding'in inşaat işlerinin başında olan Zeki Celep'ti.
Işıkçılar 70'li yıllarda sıkı Demirelciydiler ve onu Allah'ın yeryüzündeki vekili gibi görürlerdi.
Öyle ki İhlas'ın öğrenci yurdunda kalan gençler seçimlerde Demirel'e korumalık görevi yaparlardı.
İlaveten bütün cemaatlerde olduğu gibi Işıkçılar da diğer cemaatleri sapkın olarak görür ve kıyamet günü cehennemden kurtulacak tek fırkanın kendileri olduğuna inanırlardı.
1980 ihtilali tecrübesiyle, el konmasın diye İhlas cemaatine ait bütün mal ve birikimler, Kuleli Askeri Lisesi'nden ayrıldıktan sonra Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü bitirip öğretmenlik yapmaya başlayan Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı Enver Ören'e devredildi.
Işıkçı grubu ihtilal günlerinde sıkı Kenan Evren'ci, ANAP iktidar olduktan sonra da keskin Özalcıydı.
Öyle ki çok değil birkaç yıl öncesinde evliya olarak görülen Demirel hakkında 80'li yıllarda sarhoş hikayeleri anlatılmaya başlandı.
Işıkçılar Mesut Yılmaz'ı hiç sevememişti.
Buna mukabil Tansu Çiller'i evliya olarak görürlerdi.
Enver Ören, Çiller seçim kazansın diye kendi anlatımıyla 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinin hemen arefesinde Mısır'a giderek Nebi (a.s) ın kızının oradaki Türbesi'nde onu vesile ederek Tansu Hanım için dualar ettirdi.
Işıkçılar, dişinde dolgu olan herkese cenabet derlerdi, zira gusül abdestinde iğne ucu kadar yer ıslanmazsa abdest geçerli olmazmış.
Enver Ören TGRT'yi mütedeyyin halkın büyük bağışlarıyla kurmuştu.
Bileziğini bozduran İhlas'a veriyor ve büyük bağış kampanyaları yapılıyordu.
Enver Ören muhafazakar bir TV kanalını önce İstanbul'daki dindar iş adamlarıyla kurmak istedi ancak konu, yabancı film oynarken kovboyların içki içme görüntüsünü verecek miyiz tartışmalarına kayınca Ören kendi ifadesiyle hemen orayı terk edip kendi başına televizyon kurmaya karar verdi ve halktan büyük bağış topladı.
O dönem televizyon kanalı kurmak çok pahalıydı ve Cem Uzan'ın Star'ınden sonra TGRT ikinci özel kanal olarak yayın hayatına başladı.
Burada yine bir parantez açıp TGRT ve Türkiye gazetesinin Ankara bürosunda aylarca maaş ödeyemediğim o günlerde yaşadığım tuhaflıklardan bir tanesini aktarmak istiyorum. Bir gün Enver Bey'i almak için bana bildirilen saatte havalimanı'na gittim.
Baktım tarifeli uçakta yok.
Nerde diye oraya buraya bakarken Ören'i VİP çıkışında gördüm.
Ben bir şey sormadan o açıklamada bulundu. Özel uçak kiraladım,
onun için buradan çıktım. Biz yöneticisi olarak personele aylardır maaş veremiyoruz, o özel uçakla Ankara'ya geliyor.
Aradan bir süre daha geçti, Enver Ören'in önce helikopter, peşi sıra özel uçak aldığı duyuldu. Enver Ören işte o günlerde büroya geldi ve herkesi topla dedi.
Enver Ören büroda yaptığı sohbette yeni döndüğü Avrupa seyahatini anlatmaya başladı.
"Çocuklar özel uçak sahibi olmak çok güzel bir şey. Düşünün, sabah Roma'da kahvaltı yaptık, öğle yemeği için Paris'e geçtik, aynı gece gidip Londra'da uyuduk.
Büyük salonu dolduran muhabirler bu sözler üzerine burunlarından solumaya başladılar. Sohbet sonrası Enver Bey'e odamda şunu söyledim.
Enver abi, az önce sohbet ettikleriniz sizin cemaatin mensubu, yani Abi takımı değil, tamamı profesyonel gazeteci.
Bunlar alamadıkları beş aylık maaşlarını aylardır beklerken sizin Avrupa maceralarınızı anlatmanız hoş olmadı.
Bu gazetecilerin her biri bir uçağın yabancı havalimanına tekerleğinin değmesinin onbinlerce dolar olduğunu biliyor.
Enver Bey bu açık sözlerime çok bozuldu ve "Senin imanın zayıfladı galiba. Tövbe et" diyerek odamdan hışımla ayrıldı.
Özellikle uçak- helikopter ve İhlas Finans'ta toplanan bir buçuk milyar dolar mevduatla Ören; gücü, itibarı ve kadın dünyasını keşfetti. Hayır, bu kitapta Enver ve Mücahit Ören'lerin özel hayatına dair tek bir satır bulamayacaksınız birebir şahit olduğum pek çok şey benimle beraber mezara gidecek.
Benim bu kitapla sorguladığım husus inancın istismarı, yani pek çok şeye alet edilmesidir.
(Takkeli Firavunlar- s.36--40)
(3.YAZI)
Cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ahlak ve ilminden uzak oldukları için genellikle ehl-i sünnet dininin rivayet ve ictihadlarına göre amel ederler.
Takip ettiği atasından ve evliyasından dolayı ayrıca her cemaat ve tarikatın kendine ait bir inanç ve anlayışı mevcuttur.
Yani şirk ve hurafe bataklığında hayatlarını düşüncesizce sürdürmektedirler.
Gelelim Sabahattin Önkibar'ın ihlas Finans hatıralarına...
"Enver Ören'in Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı olması ise Hüseyin Hilmi Işığ'a rağmen tamamen Işık Hoca'nın kızı ve eşinin tercihi sonucudur ki bunu bana bizzat Enver Bey anlatmıştı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın damat adayı şimdilerde İhlas Holding'in inşaat işlerinin başında olan Zeki Celep'ti.
Işıkçılar 70'li yıllarda sıkı Demirelciydiler ve onu Allah'ın yeryüzündeki vekili gibi görürlerdi.
Öyle ki İhlas'ın öğrenci yurdunda kalan gençler seçimlerde Demirel'e korumalık görevi yaparlardı.
İlaveten bütün cemaatlerde olduğu gibi Işıkçılar da diğer cemaatleri sapkın olarak görür ve kıyamet günü cehennemden kurtulacak tek fırkanın kendileri olduğuna inanırlardı.
1980 ihtilali tecrübesiyle, el konmasın diye İhlas cemaatine ait bütün mal ve birikimler, Kuleli Askeri Lisesi'nden ayrıldıktan sonra Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü bitirip öğretmenlik yapmaya başlayan Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı Enver Ören'e devredildi.
Işıkçı grubu ihtilal günlerinde sıkı Kenan Evren'ci, ANAP iktidar olduktan sonra da keskin Özalcıydı.
Öyle ki çok değil birkaç yıl öncesinde evliya olarak görülen Demirel hakkında 80'li yıllarda sarhoş hikayeleri anlatılmaya başlandı.
Işıkçılar Mesut Yılmaz'ı hiç sevememişti.
Buna mukabil Tansu Çiller'i evliya olarak görürlerdi.
Enver Ören, Çiller seçim kazansın diye kendi anlatımıyla 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinin hemen arefesinde Mısır'a giderek Nebi (a.s) ın kızının oradaki Türbesi'nde onu vesile ederek Tansu Hanım için dualar ettirdi.
Işıkçılar, dişinde dolgu olan herkese cenabet derlerdi, zira gusül abdestinde iğne ucu kadar yer ıslanmazsa abdest geçerli olmazmış.
Enver Ören TGRT'yi mütedeyyin halkın büyük bağışlarıyla kurmuştu.
Bileziğini bozduran İhlas'a veriyor ve büyük bağış kampanyaları yapılıyordu.
Enver Ören muhafazakar bir TV kanalını önce İstanbul'daki dindar iş adamlarıyla kurmak istedi ancak konu, yabancı film oynarken kovboyların içki içme görüntüsünü verecek miyiz tartışmalarına kayınca Ören kendi ifadesiyle hemen orayı terk edip kendi başına televizyon kurmaya karar verdi ve halktan büyük bağış topladı.
O dönem televizyon kanalı kurmak çok pahalıydı ve Cem Uzan'ın Star'ınden sonra TGRT ikinci özel kanal olarak yayın hayatına başladı.
Burada yine bir parantez açıp TGRT ve Türkiye gazetesinin Ankara bürosunda aylarca maaş ödeyemediğim o günlerde yaşadığım tuhaflıklardan bir tanesini aktarmak istiyorum. Bir gün Enver Bey'i almak için bana bildirilen saatte havalimanı'na gittim.
Baktım tarifeli uçakta yok.
Nerde diye oraya buraya bakarken Ören'i VİP çıkışında gördüm.
Ben bir şey sormadan o açıklamada bulundu. Özel uçak kiraladım,
onun için buradan çıktım. Biz yöneticisi olarak personele aylardır maaş veremiyoruz, o özel uçakla Ankara'ya geliyor.
Aradan bir süre daha geçti, Enver Ören'in önce helikopter, peşi sıra özel uçak aldığı duyuldu. Enver Ören işte o günlerde büroya geldi ve herkesi topla dedi.
Enver Ören büroda yaptığı sohbette yeni döndüğü Avrupa seyahatini anlatmaya başladı.
"Çocuklar özel uçak sahibi olmak çok güzel bir şey. Düşünün, sabah Roma'da kahvaltı yaptık, öğle yemeği için Paris'e geçtik, aynı gece gidip Londra'da uyuduk.
Büyük salonu dolduran muhabirler bu sözler üzerine burunlarından solumaya başladılar. Sohbet sonrası Enver Bey'e odamda şunu söyledim.
Enver abi, az önce sohbet ettikleriniz sizin cemaatin mensubu, yani Abi takımı değil, tamamı profesyonel gazeteci.
Bunlar alamadıkları beş aylık maaşlarını aylardır beklerken sizin Avrupa maceralarınızı anlatmanız hoş olmadı.
Bu gazetecilerin her biri bir uçağın yabancı havalimanına tekerleğinin değmesinin onbinlerce dolar olduğunu biliyor.
Enver Bey bu açık sözlerime çok bozuldu ve "Senin imanın zayıfladı galiba. Tövbe et" diyerek odamdan hışımla ayrıldı.
Özellikle uçak- helikopter ve İhlas Finans'ta toplanan bir buçuk milyar dolar mevduatla Ören; gücü, itibarı ve kadın dünyasını keşfetti. Hayır, bu kitapta Enver ve Mücahit Ören'lerin özel hayatına dair tek bir satır bulamayacaksınız birebir şahit olduğum pek çok şey benimle beraber mezara gidecek.
Benim bu kitapla sorguladığım husus inancın istismarı, yani pek çok şeye alet edilmesidir.
(Takkeli Firavunlar- s.36--40)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(31.YAZI )
Risâle-i Nur Külliyatının Allah tarafından yazdırıldığını iddia eden Said Nursi diyor ki:
"İmam-ı Tebarani ve Ebu Nuaym, Delâilü'n-Nübüvvet'te (Nübüvvet'in delillerinde) Numan İbni Beşir'den haber veriyorlar ki, Zeyd İbni Harice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti.
Eve getirdik.
Akşam ve yatsı esnasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden "susunuz, susunuz!" dedi.
Sonra fasih (açık) bir lisanla, "Muhammed Allah'ın resulüdür. Selam sana ey Allah'ın resulü"dedi. Sonra açtık, baktı ki, cansız vefat etmiş"
(Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 156 )
Said Nursi aynen şöyle devam ediyor.
"Hem deriz ki, Resul'ü Ekrem ( a.s.m) nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler şeyhi Geylani gibi, aktaplar, asfiyalar, melaikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar:
Ve bu hadise yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir.
Evet Ümmeti Muhammed ( a.s) Melâike ve cinlerle temasları ve tekellümeri ise, Resulü Ekrem( a.s.m )terbiye ve İrşadı icaz karanesinin bir eseridir"
(Sayfa- 158)
Yani diyor ki: Gavs'lar ve Kutup'lar melek ve cinlerle buluşup konuşuyorlar.
Bu Allah Resulü'nden onlara kalmış bir mirastır.
Said Nursi şöyle devam ediyor.
"Hem bi'setten (Resul olmadan) evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mucizesidir.
Bunlar çoktur.
Numune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis (hadis alimleri) kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç numuneyi zikredeceğiz.
Veladeti Nebevi (Nebi'nin doğum) gecesinde, hem annesi hem annesinin yanında bulunan Osman İbni As'ın annesi, hem Abdurrahman İbni Avf'ın annesinin gördükleri azim bir nurdur ki, üçü de demişler.
"Veladeti (doğumu ) anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrik (doğu) ve Mağribi (batı) yı bize aydınlattırdı"
(Sayfa- 126)
O gece Kabe'deki sanemlerin (putların) çoğu baş aşağı düşmüş.(Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 176 )
Kisranın eyvanı (yani Sarayı meşhüresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir"
(Sayfa- 176)
Savanın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve istahrabat'ta bin senedir daima iş'al edilen, yanan ve sönmeyen, mecusilerin mabut ittihaz ettikleri ateşin veladet (doğum) gecesinde sönmesi"
(Sayfa- 177)
Şimdi biz bu ahmakça uydurmaların hangisine cevap verelim?
Aslında bu yalan ve uydurma rivayetlerin Kütübü Sitte'de bulunması bizi fazla alakadar etmiyor.
Çünkü bunları uyduran ve kitaplarına alanlar Kur'an'dan habersiz cahil ve ahmak takımıydı.
Onlar ilkellikleri içinde mazur olabilirler.
Ancak, yirminci asırda Osmanlı'nın başkentinde bu ahmakça hurafelere Diyanet İşleri Başkanlığı, ilâhiyat Prof'ları ve milyonlarca insan iman etmemeliydi.
Bunlar akılsızlıklarının karşılığını alacaklardır.
Said Nursi'ye ve talebelerine şöyle bir soru yöneltelim.
Resülullahın elçiliğine şahid olarak Allah'ın kitabı Kur'an yeterli değil midir?
(31.YAZI )
Risâle-i Nur Külliyatının Allah tarafından yazdırıldığını iddia eden Said Nursi diyor ki:
"İmam-ı Tebarani ve Ebu Nuaym, Delâilü'n-Nübüvvet'te (Nübüvvet'in delillerinde) Numan İbni Beşir'den haber veriyorlar ki, Zeyd İbni Harice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti.
Eve getirdik.
Akşam ve yatsı esnasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden "susunuz, susunuz!" dedi.
Sonra fasih (açık) bir lisanla, "Muhammed Allah'ın resulüdür. Selam sana ey Allah'ın resulü"dedi. Sonra açtık, baktı ki, cansız vefat etmiş"
(Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 156 )
Said Nursi aynen şöyle devam ediyor.
"Hem deriz ki, Resul'ü Ekrem ( a.s.m) nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler şeyhi Geylani gibi, aktaplar, asfiyalar, melaikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar:
Ve bu hadise yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir.
Evet Ümmeti Muhammed ( a.s) Melâike ve cinlerle temasları ve tekellümeri ise, Resulü Ekrem( a.s.m )terbiye ve İrşadı icaz karanesinin bir eseridir"
(Sayfa- 158)
Yani diyor ki: Gavs'lar ve Kutup'lar melek ve cinlerle buluşup konuşuyorlar.
Bu Allah Resulü'nden onlara kalmış bir mirastır.
Said Nursi şöyle devam ediyor.
"Hem bi'setten (Resul olmadan) evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mucizesidir.
Bunlar çoktur.
Numune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis (hadis alimleri) kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç numuneyi zikredeceğiz.
Veladeti Nebevi (Nebi'nin doğum) gecesinde, hem annesi hem annesinin yanında bulunan Osman İbni As'ın annesi, hem Abdurrahman İbni Avf'ın annesinin gördükleri azim bir nurdur ki, üçü de demişler.
"Veladeti (doğumu ) anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrik (doğu) ve Mağribi (batı) yı bize aydınlattırdı"
(Sayfa- 126)
O gece Kabe'deki sanemlerin (putların) çoğu baş aşağı düşmüş.(Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 176 )
Kisranın eyvanı (yani Sarayı meşhüresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir"
(Sayfa- 176)
Savanın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve istahrabat'ta bin senedir daima iş'al edilen, yanan ve sönmeyen, mecusilerin mabut ittihaz ettikleri ateşin veladet (doğum) gecesinde sönmesi"
(Sayfa- 177)
Şimdi biz bu ahmakça uydurmaların hangisine cevap verelim?
Aslında bu yalan ve uydurma rivayetlerin Kütübü Sitte'de bulunması bizi fazla alakadar etmiyor.
Çünkü bunları uyduran ve kitaplarına alanlar Kur'an'dan habersiz cahil ve ahmak takımıydı.
Onlar ilkellikleri içinde mazur olabilirler.
Ancak, yirminci asırda Osmanlı'nın başkentinde bu ahmakça hurafelere Diyanet İşleri Başkanlığı, ilâhiyat Prof'ları ve milyonlarca insan iman etmemeliydi.
Bunlar akılsızlıklarının karşılığını alacaklardır.
Said Nursi'ye ve talebelerine şöyle bir soru yöneltelim.
Resülullahın elçiliğine şahid olarak Allah'ın kitabı Kur'an yeterli değil midir?
İLİM Mİ DAHA ÖNEMLİ, AMEL Mİ?
İman Allah tarafından indirilen vahye dayanmıyorsa o imana bağlı amelin bir kıymeti olmaz.
(İbrahim-18; Kehf- 103, 104, 105; Furkan-23)
Tabi bunu din anlatma mevkiinde olanlar için söylüyorum.
Ümmi insanlara gelince yani vahyin ulaşmadığı insanlar iman ve ibadetlerden değil, güzel ahlak, adalet ve merhamet gibi erdemlerden hesaba çekilirler.
(Kasas-59; İsra-15)
Salih ameller vahye dayansa bile Kur'an'a bağlı olan ilim kadar değerli olamazlar.
Bunun sebebi şudur.
Salih ameller insanın kendisini, ailesini, akrabalarını, çevresini kişinin yaşadığı zaman ve çevre ile sınırlı kalmaya mahkumdur.
Allah'ın indinde çok değerli olabilir, o ayrı bir konudur.
Fakat ilme gelince, ister vahye dayansın, ister vahye dayanmasın etkisi asırları aşan bir kabiliyet ve güce sahiptir.
Mesela: Kur'an'sız cahillerin Kur'an'dan bağımsız olarak uydurdukları batıl dinin kaynakları kiyamet gününe kadar insanları olumsuz yönde etkilemeye devam edecektir.
Yani uydurma dinin inanç ve kuralları, vahiy'den bağımsız olan ilim ve Kur'an'sız akıl bütün silahlardan daha tehlikeli ve daha ölümcül bir özelliğe sahiptir.
İşte bundan dolayı Kur'an'a dayanan ilim ve hikmet, milyonlarca insanı şirk ve hurafeden kurtaracağı için tâbi ki salih amellerden kat kat daha üstündür.
İman Allah tarafından indirilen vahye dayanmıyorsa o imana bağlı amelin bir kıymeti olmaz.
(İbrahim-18; Kehf- 103, 104, 105; Furkan-23)
Tabi bunu din anlatma mevkiinde olanlar için söylüyorum.
Ümmi insanlara gelince yani vahyin ulaşmadığı insanlar iman ve ibadetlerden değil, güzel ahlak, adalet ve merhamet gibi erdemlerden hesaba çekilirler.
(Kasas-59; İsra-15)
Salih ameller vahye dayansa bile Kur'an'a bağlı olan ilim kadar değerli olamazlar.
Bunun sebebi şudur.
Salih ameller insanın kendisini, ailesini, akrabalarını, çevresini kişinin yaşadığı zaman ve çevre ile sınırlı kalmaya mahkumdur.
Allah'ın indinde çok değerli olabilir, o ayrı bir konudur.
Fakat ilme gelince, ister vahye dayansın, ister vahye dayanmasın etkisi asırları aşan bir kabiliyet ve güce sahiptir.
Mesela: Kur'an'sız cahillerin Kur'an'dan bağımsız olarak uydurdukları batıl dinin kaynakları kiyamet gününe kadar insanları olumsuz yönde etkilemeye devam edecektir.
Yani uydurma dinin inanç ve kuralları, vahiy'den bağımsız olan ilim ve Kur'an'sız akıl bütün silahlardan daha tehlikeli ve daha ölümcül bir özelliğe sahiptir.
İşte bundan dolayı Kur'an'a dayanan ilim ve hikmet, milyonlarca insanı şirk ve hurafeden kurtaracağı için tâbi ki salih amellerden kat kat daha üstündür.
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(2.YAZI)
İnsanların amelleri inançlarına göre değer kazanır.
İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.
Yani imanı sağlam olmayandan güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.
Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabından:
İHLAS FİNANS KURUMUNUN SEYRİ ve SERÜVENİ.
İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.
Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi
talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın içinde kullanıldığı belgelendi. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı tamı tamına 750 milyon dolardır.
Bu kadar büyük bir para nereye saçıldı ? sorusuna gelince...
Bir kısmı yurt dışına gitti.
MESELA: ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.
Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje fiyaskoyla sonuçlandı.
Araziler ne oldu bilmiyorum.
Keza yine ABD'de bazı emlak yatırımlarının yapıldığını dinlemiştim.
İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu.
Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT harcamalarıydı.
Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çoğu geri dönmedi.
Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.
Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e hediye edildi.
Keza Gülben Ergen TGRT'de kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.
Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler yapılırken, Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar.
Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın TGRT'den kazandığı paralar sayesinde olduğunu TGRT'deki karşılaşmamızda söylemişti.
Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi.
Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile karnını doyuruyordu. Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı ve
konuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki bunun bir örneği,
tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı. Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.
Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü almaksızın Holding odasında bir gün Avşar'la iş konuşur, ertesi gün Türkan Şoray'a dizi teklifleri yapardı.
Dahası hangi sanatçının ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.
Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.
Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimiz
Ahsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı.
"Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim.
O daha mühim!"
Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora düşünce, adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören 3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile
"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı.
Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı.
Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti teklif edildi ki bu tekliften son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı telefonayla dönüldü.
TGRT o dönem işi o kadar abarttı ki İFPAŞ diye bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.
Amacı İslam ülkelerine evliya filmlerini satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı.
İhlas Finans'ın savrulan paraları elbette TGRT ile sınırlı değildi.
(S. 15, 16, 17)
(2.YAZI)
İnsanların amelleri inançlarına göre değer kazanır.
İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.
Yani imanı sağlam olmayandan güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.
Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabından:
İHLAS FİNANS KURUMUNUN SEYRİ ve SERÜVENİ.
İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.
Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi
talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın içinde kullanıldığı belgelendi. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı tamı tamına 750 milyon dolardır.
Bu kadar büyük bir para nereye saçıldı ? sorusuna gelince...
Bir kısmı yurt dışına gitti.
MESELA: ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.
Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje fiyaskoyla sonuçlandı.
Araziler ne oldu bilmiyorum.
Keza yine ABD'de bazı emlak yatırımlarının yapıldığını dinlemiştim.
İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu.
Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT harcamalarıydı.
Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çoğu geri dönmedi.
Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.
Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e hediye edildi.
Keza Gülben Ergen TGRT'de kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.
Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler yapılırken, Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar.
Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın TGRT'den kazandığı paralar sayesinde olduğunu TGRT'deki karşılaşmamızda söylemişti.
Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi.
Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile karnını doyuruyordu. Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı ve
konuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki bunun bir örneği,
tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı. Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.
Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü almaksızın Holding odasında bir gün Avşar'la iş konuşur, ertesi gün Türkan Şoray'a dizi teklifleri yapardı.
Dahası hangi sanatçının ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.
Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.
Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimiz
Ahsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı.
"Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim.
O daha mühim!"
Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora düşünce, adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören 3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile
"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı.
Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı.
Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti teklif edildi ki bu tekliften son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı telefonayla dönüldü.
TGRT o dönem işi o kadar abarttı ki İFPAŞ diye bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.
Amacı İslam ülkelerine evliya filmlerini satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı.
İhlas Finans'ın savrulan paraları elbette TGRT ile sınırlı değildi.
(S. 15, 16, 17)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK , HURAFE VE YALANLAR
(30.YAZI )
Allah rızası için şimdi şu uydurmaya bir dikkat edin.
Said Nursi kitabında diyor ki:
"Hem Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın abda ismindeki devesi vefatı nebeviden (Nebi'nin vefatından) sonra kederinden ne yedi ne içti ta öldü"
"Hem o deve Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ile mühim bir kıssayı konuştuğunu Ebu İshak İsferani gibi bazı mühim İmamlar haber vermişler"
( Mektubat- 19. Mektup Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa-154)
Cevap : Herhalde Salih (a.s) ın devesinin başına gelen felaketi ve semud kavminin helak oluşunu konuştular!
Başka ne konuşacaklar?
Böyle bir ahmaklık ve cehalet olacak bir şey değildir.
Allah Resul'ü (a.s) oturmuş deve ile sohbet etmiş, daha neler neler.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, Kur'an'ın aklını ve ahlakını, Kur'an'ın sistemini ve hikmetini bize İhsan eden Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
Said Nursi diyor ki:
"Ulema-i zahir ve batının tabiin zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali (r.a) ın mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan Basri haber veriyor ki:
Bir adam Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın yanına gelerek, ağlayıp sızladı.
Dedi: "Benim küçük bir kızım vardı.
Şu yakın derede öldü oraya attım" Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ona acıdı, ona dedi.
"Gel oraya gideceğiz"
Gittiler, Resul Ekrem ( a.s.m) o ölmüş kızı çağırdı. "Ya Fulane! " dedi.
Birden o ölmüş kız, "Buyurun, emredin" dedi.
Resul'ü Ekrem Ferman etti:
"Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?
O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum"
(Sayfa-155)
Buyurun size uydurmanın en şahanesi.
Said Nursi diyor ki:
"İmam-ı beyhakî ve imamı İbni adiy gibi bazı mühim İmamlar Hz. Enes'ten haber veriyorlar ki, Enes Demiş :
Bir İhtiyare kadının bir tek oğlu vardı, birden vefat etti, o saliha kadın çok müteessir oldu, dedi "Yarabbi senin rızan için Resul'ü Ekrem( a.s.m) ın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim.
Benim hayatımda istirahatımı temin edecek tek bir evladımı, o Resul'ün hürmetine bağışla"
Enes Der: o ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi"
( Sayfa-155)
Risâle-i Nur Külliyatında bulunan uydurma, hurafe ve yalanların sonu yoktur.
Said Nursi diyor ki: Başta İmam beyhaki gibi raviler, Abdullah ibni Ubeydullah El- Ensari'den haber veriyorlar ki:
Abdullah Demiş:
"Sabit İbni kays İbni Şemması yemame harbinde şehit düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit, ben hazırdım, kabre konulurken, birden Ondan bir ses geldi.
"Muhammed Allah'ın Resulü'dür Ebu Bekir Sıddık'tır. Ömer Şehittir.
Osman ise İyilik sever ve merhametlidir" dedi.
Sonra açtık baktık ölü, cansız"
Mektubat- 19.Mektup,Mücizât-ı-Ahmediye-
(Sayfa-156)
Cevap:: Bu uydurma bir Emevi yalanıdır.
Çünkü Hz Ali'yi ortak etmemişler. İşin şakası bir yana, akıllı bir insan basit bir eşyayı satın alırken kontrol eder, bozukluğu, yırtığı var mıdır diye, Din ve ilim gibi önemli bir mirası almak isteyen onu kontrol etmez mi?
Özellikle Kur'an gibi bir ölçü ve mihenk taşı varken, Keşke Said Nursi kaynağı Kuran'ı Mübin de bulunmayan konulara bu kadar ciddiyetle girmeseydi.
Çünkü kaynağı Kur'an'da bulunmayan bütün konular diğer inançlardan islam alemine intikal etmiş hikaye ve efsanelerdir.
Said Nursi bu hurafelere ve yalanlara nasıl inandı, onları eserine nasıl aldı bunu Anlamak mümkün değildir.
(30.YAZI )
Allah rızası için şimdi şu uydurmaya bir dikkat edin.
Said Nursi kitabında diyor ki:
"Hem Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın abda ismindeki devesi vefatı nebeviden (Nebi'nin vefatından) sonra kederinden ne yedi ne içti ta öldü"
"Hem o deve Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ile mühim bir kıssayı konuştuğunu Ebu İshak İsferani gibi bazı mühim İmamlar haber vermişler"
( Mektubat- 19. Mektup Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa-154)
Cevap : Herhalde Salih (a.s) ın devesinin başına gelen felaketi ve semud kavminin helak oluşunu konuştular!
Başka ne konuşacaklar?
Böyle bir ahmaklık ve cehalet olacak bir şey değildir.
Allah Resul'ü (a.s) oturmuş deve ile sohbet etmiş, daha neler neler.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, Kur'an'ın aklını ve ahlakını, Kur'an'ın sistemini ve hikmetini bize İhsan eden Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
Said Nursi diyor ki:
"Ulema-i zahir ve batının tabiin zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali (r.a) ın mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan Basri haber veriyor ki:
Bir adam Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın yanına gelerek, ağlayıp sızladı.
Dedi: "Benim küçük bir kızım vardı.
Şu yakın derede öldü oraya attım" Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ona acıdı, ona dedi.
"Gel oraya gideceğiz"
Gittiler, Resul Ekrem ( a.s.m) o ölmüş kızı çağırdı. "Ya Fulane! " dedi.
Birden o ölmüş kız, "Buyurun, emredin" dedi.
Resul'ü Ekrem Ferman etti:
"Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?
O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum"
(Sayfa-155)
Buyurun size uydurmanın en şahanesi.
Said Nursi diyor ki:
"İmam-ı beyhakî ve imamı İbni adiy gibi bazı mühim İmamlar Hz. Enes'ten haber veriyorlar ki, Enes Demiş :
Bir İhtiyare kadının bir tek oğlu vardı, birden vefat etti, o saliha kadın çok müteessir oldu, dedi "Yarabbi senin rızan için Resul'ü Ekrem( a.s.m) ın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim.
Benim hayatımda istirahatımı temin edecek tek bir evladımı, o Resul'ün hürmetine bağışla"
Enes Der: o ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi"
( Sayfa-155)
Risâle-i Nur Külliyatında bulunan uydurma, hurafe ve yalanların sonu yoktur.
Said Nursi diyor ki: Başta İmam beyhaki gibi raviler, Abdullah ibni Ubeydullah El- Ensari'den haber veriyorlar ki:
Abdullah Demiş:
"Sabit İbni kays İbni Şemması yemame harbinde şehit düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit, ben hazırdım, kabre konulurken, birden Ondan bir ses geldi.
"Muhammed Allah'ın Resulü'dür Ebu Bekir Sıddık'tır. Ömer Şehittir.
Osman ise İyilik sever ve merhametlidir" dedi.
Sonra açtık baktık ölü, cansız"
Mektubat- 19.Mektup,Mücizât-ı-Ahmediye-
(Sayfa-156)
Cevap:: Bu uydurma bir Emevi yalanıdır.
Çünkü Hz Ali'yi ortak etmemişler. İşin şakası bir yana, akıllı bir insan basit bir eşyayı satın alırken kontrol eder, bozukluğu, yırtığı var mıdır diye, Din ve ilim gibi önemli bir mirası almak isteyen onu kontrol etmez mi?
Özellikle Kur'an gibi bir ölçü ve mihenk taşı varken, Keşke Said Nursi kaynağı Kuran'ı Mübin de bulunmayan konulara bu kadar ciddiyetle girmeseydi.
Çünkü kaynağı Kur'an'da bulunmayan bütün konular diğer inançlardan islam alemine intikal etmiş hikaye ve efsanelerdir.
Said Nursi bu hurafelere ve yalanlara nasıl inandı, onları eserine nasıl aldı bunu Anlamak mümkün değildir.
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(1.YAZI)
Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.
Bu cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükseler de Kur'an açısından baktığımızda aslında hanif İslam dini ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar.
Yani onlar, dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.
Onların dinlerinde vahiy'den başka her şey mevcuttur.
Dinlerine Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.
Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin "İslam dini" olarak nitelenmesi cehaletten başka bir şey değildir ?
İslam dininin tek kaynağı, otoritesi ve sahibi Allah'tır.
Rahmân ve Rahim olan Allah, saf ve hanif dininde hiç bir ortak kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur.
"(Ey Nebi ! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a özel kılarak kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."
(Zümer-2,3)
"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini" olarak adlandırılamayacaklarını deklare etmek içindir.
İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm kurucusu, helal ve haram koyucusu yoktur.
"...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"
(Kehf-26)
"Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.
Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
(Yusuf-40)
İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse ortaya koyamaz.
İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde örnek alacağımız İhlas holdingin kurucusu
"Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır.
Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini müşahede ediyoruz edeceğiz.
Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını Fetö çok acı bir şekilde bize göstermiştir.
Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle akılda bulunan bazı şüphe ve istifhamlar yok olacaktır.
Yani cemaat ve tarikat liderlerinin nasıl Kur'an ahlakından ve İslam onurundan mahrum olduklarını göreceğiz.
Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak milleti nasıl soyduklarını göreceğiz.
Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi insanlara "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.
Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.
Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.
Aslında bu kitab-ı okuduğumuzda Allah'ın izniyle az da olsa Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne vakıf olduğumuzdan yani Kur'an'ın bize vermiş olduğu İlim ve anlayışla cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri tuhafımıza gitmeyecektir.
Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran birinin cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç olmuştur.
Şimdi Kur'an cehaletinin insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.
Ancak sizin takılacağınız kişi "Enver Ören" ve "cemaati" olmasın.
Esas ibret alacağımız gerçek, mezhep ve fırkaların nasıl büyük bir bela ve felaket olduğunu görmek olmalıdır.
Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye düştüklerini anlayacağız.
Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve ictihadlarını savunan siyasal islamcıların, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmekten başka bir şey değildir.
Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın hüküm ve hakimiyeti sağlanabilir mi?
"Allah hakimler hâkimi değil mi?
(Tin-8)
"Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait değil mi?
(Âli İmran-180)
"Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ın değil mi?
(Âli İmran-189)
(1.YAZI)
Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.
Bu cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükseler de Kur'an açısından baktığımızda aslında hanif İslam dini ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar.
Yani onlar, dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.
Onların dinlerinde vahiy'den başka her şey mevcuttur.
Dinlerine Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.
Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin "İslam dini" olarak nitelenmesi cehaletten başka bir şey değildir ?
İslam dininin tek kaynağı, otoritesi ve sahibi Allah'tır.
Rahmân ve Rahim olan Allah, saf ve hanif dininde hiç bir ortak kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur.
"(Ey Nebi ! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a özel kılarak kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."
(Zümer-2,3)
"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini" olarak adlandırılamayacaklarını deklare etmek içindir.
İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm kurucusu, helal ve haram koyucusu yoktur.
"...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"
(Kehf-26)
"Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.
Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
(Yusuf-40)
İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse ortaya koyamaz.
İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde örnek alacağımız İhlas holdingin kurucusu
"Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır.
Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini müşahede ediyoruz edeceğiz.
Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını Fetö çok acı bir şekilde bize göstermiştir.
Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle akılda bulunan bazı şüphe ve istifhamlar yok olacaktır.
Yani cemaat ve tarikat liderlerinin nasıl Kur'an ahlakından ve İslam onurundan mahrum olduklarını göreceğiz.
Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak milleti nasıl soyduklarını göreceğiz.
Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi insanlara "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.
Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.
Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.
Aslında bu kitab-ı okuduğumuzda Allah'ın izniyle az da olsa Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne vakıf olduğumuzdan yani Kur'an'ın bize vermiş olduğu İlim ve anlayışla cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri tuhafımıza gitmeyecektir.
Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran birinin cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç olmuştur.
Şimdi Kur'an cehaletinin insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.
Ancak sizin takılacağınız kişi "Enver Ören" ve "cemaati" olmasın.
Esas ibret alacağımız gerçek, mezhep ve fırkaların nasıl büyük bir bela ve felaket olduğunu görmek olmalıdır.
Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye düştüklerini anlayacağız.
Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve ictihadlarını savunan siyasal islamcıların, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmekten başka bir şey değildir.
Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın hüküm ve hakimiyeti sağlanabilir mi?
"Allah hakimler hâkimi değil mi?
(Tin-8)
"Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait değil mi?
(Âli İmran-180)
"Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ın değil mi?
(Âli İmran-189)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK , HURAFE VE YALANLAR
(29 .YAZI)
Said Nursi Mücizât-ı Ahmediyesinde diyor ki:
"Bir tarikte, rüesa-i Kureyş'ten (Kureyş'in ileri gelenlerinden) Ebu Sufyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylanı takip edip Haremi Şerife (Mescid-i Haram'a) girdi.
Kurt dönmüş, sonra taaccub etmişler, kurt konuşmuş, Risâlet-i Ahmediyeyi (Muhammed ( a.s) ın elçiliğini) haber vermiş, Ebu Sufyan, Safvan'a demiş ki,
"Bu kıssayı kimseye söylemeyelim, korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak edecektir"
Said Nursi şöyle devam ediyor.
"El hasıl, Kurt kıssası kat'i ve manevi mutevatir gibi kanaat verir"
(sayfa- 153)
İşte size yine Matrak bir rivayet daha,
Said Nursi diyor ki:
"Beş altı tarikte, (yani rivayet çok sağlam demek istiyor) mühim sahabelerden nakledilen Cemel hadisesidir ki :
"Ezcümle, Ebu Hureyre ve Salebe bin Malik ve Cabir bin Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni ebi Evfa gibi müteaddit(sayısız) tarikler ve o tariklerin başında sahabeler, muttafikan haber veriyorlar ki:
"Deve gelmiş Resul'ü Ekrem (a.s.m ) a tahiyye'i ikram nevinden secde edip konuşmuş, ve bir kaç tarikte ( kaynakta ) haber veriliyor ki,
o deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu.
Resül'ü Ekrem ( a.s.m) girdi, deve geldi, ikramen secde etti, yanına ıhtı.
Resül'ü Ekrem (a.s.m) yular taktı. Deve, Resul'ü Ekrem (a.s.m)a dedi. "Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar, simdi de beni kesmek istiyorlar, onun için kızdım"
Deve sahibine söyledi "Böyle midir? "Evet "dediler"
Risâle-i Nur külliyatından, Mektubat- On Dokuzuncu Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 154 ) Cevap :
Bu uydurma rivayet için ancak "Yok deve" diyebiliriz.
Allah'ın şeriatında sahibi deveyi kesebilir.
Bu Allah'ın ona verdiği bir ruhsat ve haktır.
Bunları uydururken hiç olmazsa bu gibi basit şeyleri göz önünde bulundurmanız gerekmez miydi? Fakat bu rivayetleri yazarken bir şey daha öğrenmiş bulunuyoruz ki, oda bu rivayetleri uyduranların ne kadar rezil bir akla ve kepaze bir zihne ve ahmakça bir anlayışa sahip olduklarıdır.
Normal bir akla ve mantığa sahip olan bunları uydururken, cahil ve ümm insanlar için kabul edecekleri bir forma sokar.
Said Nursi bu çocuk masallarını eserine nasıl almış? binlerce, milyonlarca entelektüel insan bunları sorgulamadan nasıl inanmış?
İnsan hayretler içerisinde kalıyor.
Ayrıca bu kişiye "Bediuzzaman" yani "zamanların en büyük alimi, dehası" unvanı verilmiş ve neredeyse hatasız ve masum kabul edilmiştir.
(29 .YAZI)
Said Nursi Mücizât-ı Ahmediyesinde diyor ki:
"Bir tarikte, rüesa-i Kureyş'ten (Kureyş'in ileri gelenlerinden) Ebu Sufyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylanı takip edip Haremi Şerife (Mescid-i Haram'a) girdi.
Kurt dönmüş, sonra taaccub etmişler, kurt konuşmuş, Risâlet-i Ahmediyeyi (Muhammed ( a.s) ın elçiliğini) haber vermiş, Ebu Sufyan, Safvan'a demiş ki,
"Bu kıssayı kimseye söylemeyelim, korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak edecektir"
Said Nursi şöyle devam ediyor.
"El hasıl, Kurt kıssası kat'i ve manevi mutevatir gibi kanaat verir"
(sayfa- 153)
İşte size yine Matrak bir rivayet daha,
Said Nursi diyor ki:
"Beş altı tarikte, (yani rivayet çok sağlam demek istiyor) mühim sahabelerden nakledilen Cemel hadisesidir ki :
"Ezcümle, Ebu Hureyre ve Salebe bin Malik ve Cabir bin Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni ebi Evfa gibi müteaddit(sayısız) tarikler ve o tariklerin başında sahabeler, muttafikan haber veriyorlar ki:
"Deve gelmiş Resul'ü Ekrem (a.s.m ) a tahiyye'i ikram nevinden secde edip konuşmuş, ve bir kaç tarikte ( kaynakta ) haber veriliyor ki,
o deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu.
Resül'ü Ekrem ( a.s.m) girdi, deve geldi, ikramen secde etti, yanına ıhtı.
Resül'ü Ekrem (a.s.m) yular taktı. Deve, Resul'ü Ekrem (a.s.m)a dedi. "Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar, simdi de beni kesmek istiyorlar, onun için kızdım"
Deve sahibine söyledi "Böyle midir? "Evet "dediler"
Risâle-i Nur külliyatından, Mektubat- On Dokuzuncu Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 154 ) Cevap :
Bu uydurma rivayet için ancak "Yok deve" diyebiliriz.
Allah'ın şeriatında sahibi deveyi kesebilir.
Bu Allah'ın ona verdiği bir ruhsat ve haktır.
Bunları uydururken hiç olmazsa bu gibi basit şeyleri göz önünde bulundurmanız gerekmez miydi? Fakat bu rivayetleri yazarken bir şey daha öğrenmiş bulunuyoruz ki, oda bu rivayetleri uyduranların ne kadar rezil bir akla ve kepaze bir zihne ve ahmakça bir anlayışa sahip olduklarıdır.
Normal bir akla ve mantığa sahip olan bunları uydururken, cahil ve ümm insanlar için kabul edecekleri bir forma sokar.
Said Nursi bu çocuk masallarını eserine nasıl almış? binlerce, milyonlarca entelektüel insan bunları sorgulamadan nasıl inanmış?
İnsan hayretler içerisinde kalıyor.
Ayrıca bu kişiye "Bediuzzaman" yani "zamanların en büyük alimi, dehası" unvanı verilmiş ve neredeyse hatasız ve masum kabul edilmiştir.
UYDURMA DİN AFYONDUR
(9.YAZI)
Din düşmanları afyon din ile, aksiyon ve mucadele dininin arasını ayıramamışlardır.
Din düşmanları bütün dinlere karşı gelmekle büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir.
Yani onların hatası bütün dinlere yönelik eşit bir yargıya sahip olmalarıdır.
Evet hakim din her zaman afyon din olmuştur.
Fakat onun karşısında mutlaka İslam'ı temsil eden hakikat avcıları da olmuştur.
Bir tarafta afyon din temsilcileri olan zalimler, hürriyetin, eşitliğin, adaletin ve milletin düşmanları ile medeniyete ve akla karşı olanlar yer alırken, diğer tarafta, karşı tarafın alçaklığını deşifre etmek ve onların yapmış olduğu tahribatı ıslah etmek için ortaya çıkan vahiy cephesi yer almaktadır.
Dolayısıyla aydınların ve din düşmanlarının afyon din hakkındaki fikirlerini doğru kabul etmekle beraber, vahiy dini hakkında da aynı kanıya sahip olmalarını bir haksızlık ve cehalet, bir başarısızlık ve düşüncesizlik olduğunu söyleyebiliriz.
Kendilerini üst tabakanın, imtiyazlı sınıfın, üstün ırkın ve doğru inancın sahibi ve varisi olarak kabul eden Yahudilik, Hıristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik dinleri hakkında doğru yargılarını, ya da din adına ortaya çıkan Halife ve Sultanlarla ilgili doğru fikirlerini, vahiy dinine mal etmek, veya onu da bunlar gibi görmek, onu bunlara karıştırmak büyük bir yanılgıdır.
Yani afyon dini olan şirk dini ile adalet ve merhametin dinini aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık ve insafsızlık olacaktır.
İnsanlık tarihi boyunca başkaları gelsin emeğini talan etsin diye açın perişanlığını devamlı kılmak için kurulan, sadece fakirliği ve köleliği üreten bir din ile İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Muhammed'i yetiştiren din hakkında nasıl aynı şeyi düşünürsünüz?
Evet Roma'nın, Bizans'ın, Emevilerin ve Abbasilerin, Osmanlı'nın, Cumhuriyet Diyanet'inin, Padişah ve Sultanların egemen dini afyondur.
Bunların dini ile Nebi ve Elçilerin hanif dinini nasıl eşit olarak değerlendirirsiniz.
Mezheplerin beşeri dini ile Allah'ın saf dini arasında göklerle yer arası kadar fark vardır.
Durum böyle olurken, İslam dini yani İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'in dinini şirk dinleri ile aynı yere yerleştirmek, aynı ayarda değerlendirmek büyük bir haksızlık değil midir?
Adalet ve merhamete, hidayet ve hürriyete dayalı olan bir dini, açlık ve kaos, anarşi ve terör, kin ve nefret, düşmanlık ve perişanlık,
cehalet ve korkunun müsebbibi olan ve haklı olarak mahkum ettiğiniz bir din ile haksız bir şekilde, aynı ölçüler içinde koymanız,
aynı görmeniz, birbirine eşitlemeniz, birbirine karıştırmanız akılsızlık değil midir?
(9.YAZI)
Din düşmanları afyon din ile, aksiyon ve mucadele dininin arasını ayıramamışlardır.
Din düşmanları bütün dinlere karşı gelmekle büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir.
Yani onların hatası bütün dinlere yönelik eşit bir yargıya sahip olmalarıdır.
Evet hakim din her zaman afyon din olmuştur.
Fakat onun karşısında mutlaka İslam'ı temsil eden hakikat avcıları da olmuştur.
Bir tarafta afyon din temsilcileri olan zalimler, hürriyetin, eşitliğin, adaletin ve milletin düşmanları ile medeniyete ve akla karşı olanlar yer alırken, diğer tarafta, karşı tarafın alçaklığını deşifre etmek ve onların yapmış olduğu tahribatı ıslah etmek için ortaya çıkan vahiy cephesi yer almaktadır.
Dolayısıyla aydınların ve din düşmanlarının afyon din hakkındaki fikirlerini doğru kabul etmekle beraber, vahiy dini hakkında da aynı kanıya sahip olmalarını bir haksızlık ve cehalet, bir başarısızlık ve düşüncesizlik olduğunu söyleyebiliriz.
Kendilerini üst tabakanın, imtiyazlı sınıfın, üstün ırkın ve doğru inancın sahibi ve varisi olarak kabul eden Yahudilik, Hıristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik dinleri hakkında doğru yargılarını, ya da din adına ortaya çıkan Halife ve Sultanlarla ilgili doğru fikirlerini, vahiy dinine mal etmek, veya onu da bunlar gibi görmek, onu bunlara karıştırmak büyük bir yanılgıdır.
Yani afyon dini olan şirk dini ile adalet ve merhametin dinini aynı kefeye koymak büyük bir haksızlık ve insafsızlık olacaktır.
İnsanlık tarihi boyunca başkaları gelsin emeğini talan etsin diye açın perişanlığını devamlı kılmak için kurulan, sadece fakirliği ve köleliği üreten bir din ile İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve Muhammed'i yetiştiren din hakkında nasıl aynı şeyi düşünürsünüz?
Evet Roma'nın, Bizans'ın, Emevilerin ve Abbasilerin, Osmanlı'nın, Cumhuriyet Diyanet'inin, Padişah ve Sultanların egemen dini afyondur.
Bunların dini ile Nebi ve Elçilerin hanif dinini nasıl eşit olarak değerlendirirsiniz.
Mezheplerin beşeri dini ile Allah'ın saf dini arasında göklerle yer arası kadar fark vardır.
Durum böyle olurken, İslam dini yani İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'in dinini şirk dinleri ile aynı yere yerleştirmek, aynı ayarda değerlendirmek büyük bir haksızlık değil midir?
Adalet ve merhamete, hidayet ve hürriyete dayalı olan bir dini, açlık ve kaos, anarşi ve terör, kin ve nefret, düşmanlık ve perişanlık,
cehalet ve korkunun müsebbibi olan ve haklı olarak mahkum ettiğiniz bir din ile haksız bir şekilde, aynı ölçüler içinde koymanız,
aynı görmeniz, birbirine eşitlemeniz, birbirine karıştırmanız akılsızlık değil midir?
RİSÂLE-İ NURDA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(28. YAZI)
Ey aklını ve zihnini Risalei Nur Külliyatına kayıtsız şartsız teslim eden arkadaş ?
Kur'an, sadece öldükten sonra dirilmeyi ve Allah'ın kainattaki mucizelerini anlatmaz.
Kur'an'da toprak ve çamur, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak, ölüm ile hayat, göklerle yer, kadınla erkek, yağmur ile bulutlar, insanlarla cinler, iman ile küfür, ihlas ile şirk, hak ile batıl, sevgi ve merhamet, yüce Allah'ın her türlü nimeti, tevhid ve güzel ahlak, adalet ve dürüstlük, ehliyet ve liyakat, bilim ve teknoloji, hidayet ve hürriyet, şifa ve psikoloji kısaca her türlü ders ve ibret mevcuttur.
Kur'an'da evlere nasıl ve nereden girileceği ve kiminle oturup yemek yenileceği vardır.
İnsanın dünya hayatında ve ahirette kurtuluşana vesile olacak her şey vardır.
Kur'an'da Allah elçilerinin sabır ve güzel ahlakları, despot zalimlerin cinayet ve katliamları vardır.
Yani Kur'an, hiç bir kaynağa ihtiyaç bırakmaz.
Kur'an insanlar için bir yol haritası, bir hayat kitabıdır.
Kur'an'ın dörtte biri başta son Nebi olmak üzere İbrahim, Musa, İsa ve bir çok Nebi ile Resul'ün tevhid mucadelesini anlatır.
Kur'an son derece bereketli bir kitaptır.
"İşte bu kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(En'am- 155)
"Geniş kapsamlı, tek müracaat edilecek kaynaktır.
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? derler.
De ki : Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir millet için onda rahmet ve ibret vardır"
(Ankebut- 50,51)
Kur'an,her türlü kötülükten kurtarıcı tek hidayet kaynağıdır.
"Ey Resul ! İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir verdik. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir.
Bu kimseler o günah yükünün altında ebedi kalırlar. Onlar için kıyamet gününde bu, çok kötü bir yüktür"
(Taha-99, 100,101)
Tâbi olunacak tek kitaptır.
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
(En'am- 153)
Gönüller için bir şifa kaynağı, rahmet ve hidayet olarak olarak indirilmiştir.
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
(Yunus- 57)
Allah'ın kesin delil olarak gönderdiği bir kitaptır.
Allah'ın elçileri dahil vahiy ehl-i muvahhidler kıyamet gününe kadar sadece bu kur'an ile uyarı görevini yapmak zorundadırlar.
"De ki, hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki : Allah'tan başka ilah olmadığına dair, benimle sizin aranızda Allah şahittir . Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için bana vahyolundu....."
(En'am. 19 )
Dolayısıyla Nebi (a.s)bile yalnız Kur'ana tabi olmakla emrolunmuştur.
"Ey Nebi! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır"
(Ahzab-1,2)
"Rabbinden sana vahyedilene uy. Ondan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
(En'am- 106)
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl, şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu bu kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. ileride ondan sorumlu tutulacaksınız"
(Zuhruf- 43,44 )
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye-6)
Daha Allah Resulü hayatta iken din Allah tarafından tamamlanmıştır.
(Mâide-3; En'am-115)
Allah Resulü sadece indirilen vahiy ile insanları uyarmıştır.
(Enbiya-45; Kaf-45)
Hakkı söyleyen ve hidayete ulaştıran Allah'tır.
(Ahzab-4)
Tüm insanlar için tâbi olunacak tek kaynak Kur'an'dır.
(Âraf-3; Zümer-54,55)
Yani din ve hüküm olarak kur'an'dan başka bir rehberimiz bulunmamaktadır.
Yüce Allah, yanlış yapmamız için bu Kur'an'ı kendi bağlam ve bütünlüğü içinde çözüme kavuşturmuştur.
(Hud-1,2; Nisa-176)
Allah'ın kitabına güvenip dayanmaktan başka bir yolumuz yoktur.
Fakat bütün bu âyetleri anlamak için Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamak gerekir.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları kavramadan bu âyetlerin ne demek istediğini anlamanız mümkün değildir.
(28. YAZI)
Ey aklını ve zihnini Risalei Nur Külliyatına kayıtsız şartsız teslim eden arkadaş ?
Kur'an, sadece öldükten sonra dirilmeyi ve Allah'ın kainattaki mucizelerini anlatmaz.
Kur'an'da toprak ve çamur, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak, ölüm ile hayat, göklerle yer, kadınla erkek, yağmur ile bulutlar, insanlarla cinler, iman ile küfür, ihlas ile şirk, hak ile batıl, sevgi ve merhamet, yüce Allah'ın her türlü nimeti, tevhid ve güzel ahlak, adalet ve dürüstlük, ehliyet ve liyakat, bilim ve teknoloji, hidayet ve hürriyet, şifa ve psikoloji kısaca her türlü ders ve ibret mevcuttur.
Kur'an'da evlere nasıl ve nereden girileceği ve kiminle oturup yemek yenileceği vardır.
İnsanın dünya hayatında ve ahirette kurtuluşana vesile olacak her şey vardır.
Kur'an'da Allah elçilerinin sabır ve güzel ahlakları, despot zalimlerin cinayet ve katliamları vardır.
Yani Kur'an, hiç bir kaynağa ihtiyaç bırakmaz.
Kur'an insanlar için bir yol haritası, bir hayat kitabıdır.
Kur'an'ın dörtte biri başta son Nebi olmak üzere İbrahim, Musa, İsa ve bir çok Nebi ile Resul'ün tevhid mucadelesini anlatır.
Kur'an son derece bereketli bir kitaptır.
"İşte bu kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(En'am- 155)
"Geniş kapsamlı, tek müracaat edilecek kaynaktır.
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? derler.
De ki : Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir millet için onda rahmet ve ibret vardır"
(Ankebut- 50,51)
Kur'an,her türlü kötülükten kurtarıcı tek hidayet kaynağıdır.
"Ey Resul ! İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir verdik. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir.
Bu kimseler o günah yükünün altında ebedi kalırlar. Onlar için kıyamet gününde bu, çok kötü bir yüktür"
(Taha-99, 100,101)
Tâbi olunacak tek kitaptır.
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
(En'am- 153)
Gönüller için bir şifa kaynağı, rahmet ve hidayet olarak olarak indirilmiştir.
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
(Yunus- 57)
Allah'ın kesin delil olarak gönderdiği bir kitaptır.
Allah'ın elçileri dahil vahiy ehl-i muvahhidler kıyamet gününe kadar sadece bu kur'an ile uyarı görevini yapmak zorundadırlar.
"De ki, hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki : Allah'tan başka ilah olmadığına dair, benimle sizin aranızda Allah şahittir . Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için bana vahyolundu....."
(En'am. 19 )
Dolayısıyla Nebi (a.s)bile yalnız Kur'ana tabi olmakla emrolunmuştur.
"Ey Nebi! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır"
(Ahzab-1,2)
"Rabbinden sana vahyedilene uy. Ondan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
(En'am- 106)
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl, şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu bu kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. ileride ondan sorumlu tutulacaksınız"
(Zuhruf- 43,44 )
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye-6)
Daha Allah Resulü hayatta iken din Allah tarafından tamamlanmıştır.
(Mâide-3; En'am-115)
Allah Resulü sadece indirilen vahiy ile insanları uyarmıştır.
(Enbiya-45; Kaf-45)
Hakkı söyleyen ve hidayete ulaştıran Allah'tır.
(Ahzab-4)
Tüm insanlar için tâbi olunacak tek kaynak Kur'an'dır.
(Âraf-3; Zümer-54,55)
Yani din ve hüküm olarak kur'an'dan başka bir rehberimiz bulunmamaktadır.
Yüce Allah, yanlış yapmamız için bu Kur'an'ı kendi bağlam ve bütünlüğü içinde çözüme kavuşturmuştur.
(Hud-1,2; Nisa-176)
Allah'ın kitabına güvenip dayanmaktan başka bir yolumuz yoktur.
Fakat bütün bu âyetleri anlamak için Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamak gerekir.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları kavramadan bu âyetlerin ne demek istediğini anlamanız mümkün değildir.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, UYDURMA VE YALANLAR
(27. YAZI )
Risâle-i Nur'un kendisine Allah tarafından yazdırıldığına iman eden Said Nursi, eserinde sünnetullaha son derece aykırı bir hikayeye yer verir.
ALLAH RESULÜNÜN KURT İLE KONUŞMASI, KURDUN KEÇİLERE ÇOBAN OLMASI :
Said Nursi diyor ki: "Ebu Saidi-l Hudri ve Selameti ibn-i Akva ve İbni Ebi Vakkas ve Ebu Hureyre ve bir vak'a sahibi Çoban (uhban)gibi müteaddit (sayısız) tariklerle ( yollarla) haber veriyorlar ki, bir kurt keçilerden birini tutmuş Çoban, keçiyi kurdun elinden kurtarmış.
Zi'b (kurt) demiş, Allah'tan korkmadan, benim rızkımı elimden aldın.
Çoban demiş "acayip" Zip konuşur mu?
Zi'b ona demiş "acayip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi cennete davet ediyor peygamberdir.
Onu tanımıyorsun"
Said Nursi burada diyor ki:
Bütün tarikler (hadisin geldiği yollar, kaynaklar) kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber kuvvetli bir tarik olan Ebu Hureyre ihbarında diyor ki,
Çoban kurda demiş, ben gideceğim Fakat kim benim keçilerime bakacak Zi'b( kurt)demiş, ben bakacağım.
Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş.
Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ı görmüş iman etmiş dönüp gitmiş Zi'bi (kurd'u) çoban bulmuş zaiyat yok. Bir keçi ona kesmiş.
Çünkü ona üstadlık etmiş.
( Risâle-i i Nur Külliyatından Mektubat- On dokuzuncu mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Yeni Asya Yayınları, Sayfa-153)
Cevap :
Güler misin ağlar mısın ?
Ben bu rivayete çok güldüm, bir rivayet ancak bu kadar ahmakça olur.
Biz şimdi bu rivayetin hangi akılsızlığına cevap verelim, bütün dava Davut ve oğlu Süleyman (aleyhimesselâm) )kuşlarla konuşurlardı.
Neden Resulullah (a.s) zamanında da hayvanlar konuşmasın.
Allah Resulü için hangi akıl bunları uydurmuştur?
Said Nursi bunları eserlerine alırken hiç düşünmedi mi?
Kurdun konuşamayacağı ile ilgili sünnetullaha ne oldu?
Talebeleri bunları yazarken karşı çıkma cesaretini neden göstermediler?
Önümüzde bir sürü anlaşılmaz sorular var ki, bunların altından kalkmak mümkün değildir.
Risâle-i Nur Külliyatını Kur'anın en önemli tefsiri olarak görenlere ne demeli?
İslam'ın aklında, Kur'an'ın hikmetinde, insanın mantığında hiçbir zaman kurt kuzulara çoban olur mu?
Bir de "çoban kurda bir keçi kesmiş" diye eklemesinler mi?
Yahu uydurmacı arkadaşlar! Keçiyi kesmesine gerek yok ki verirdi, o da onu götürür afiyetle yerdi.
Yoksa keçiyi kesmeseydi kurda haram mı olurdu?
İyi ki çoban ile beraber oturup yediler diye eklememişler. Gerçekten bu rivayete çok güldüm. Yüce Allah, aklımızı ve fikrimizi bizlere kaybettirmesin, akılsızlığın sınırı ancak bu kadar aşılır.
Bu uydurmacılara göre, Kur'an'ın ne söylediği önemli değildir.
Değil mi ki, Allah'ın Resulünü yüceltiyorsun, ne söylersen söyle, ne iftira edersen et, ne yalan uydurursan uydur.
Bu hurafeleri uyduranların Kur'an'ın zerresinden haberleri olmadığına inanıyorum.
Fakat günümüzde bu hurafeleri hiç durmadan, sürekli olarak okuyan ve onlara Kur'an'dan daha fazla değer veren Risâle-i Nur şakirtlerine ne demeli?
(27. YAZI )
Risâle-i Nur'un kendisine Allah tarafından yazdırıldığına iman eden Said Nursi, eserinde sünnetullaha son derece aykırı bir hikayeye yer verir.
ALLAH RESULÜNÜN KURT İLE KONUŞMASI, KURDUN KEÇİLERE ÇOBAN OLMASI :
Said Nursi diyor ki: "Ebu Saidi-l Hudri ve Selameti ibn-i Akva ve İbni Ebi Vakkas ve Ebu Hureyre ve bir vak'a sahibi Çoban (uhban)gibi müteaddit (sayısız) tariklerle ( yollarla) haber veriyorlar ki, bir kurt keçilerden birini tutmuş Çoban, keçiyi kurdun elinden kurtarmış.
Zi'b (kurt) demiş, Allah'tan korkmadan, benim rızkımı elimden aldın.
Çoban demiş "acayip" Zip konuşur mu?
Zi'b ona demiş "acayip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi cennete davet ediyor peygamberdir.
Onu tanımıyorsun"
Said Nursi burada diyor ki:
Bütün tarikler (hadisin geldiği yollar, kaynaklar) kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber kuvvetli bir tarik olan Ebu Hureyre ihbarında diyor ki,
Çoban kurda demiş, ben gideceğim Fakat kim benim keçilerime bakacak Zi'b( kurt)demiş, ben bakacağım.
Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş.
Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ı görmüş iman etmiş dönüp gitmiş Zi'bi (kurd'u) çoban bulmuş zaiyat yok. Bir keçi ona kesmiş.
Çünkü ona üstadlık etmiş.
( Risâle-i i Nur Külliyatından Mektubat- On dokuzuncu mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Yeni Asya Yayınları, Sayfa-153)
Cevap :
Güler misin ağlar mısın ?
Ben bu rivayete çok güldüm, bir rivayet ancak bu kadar ahmakça olur.
Biz şimdi bu rivayetin hangi akılsızlığına cevap verelim, bütün dava Davut ve oğlu Süleyman (aleyhimesselâm) )kuşlarla konuşurlardı.
Neden Resulullah (a.s) zamanında da hayvanlar konuşmasın.
Allah Resulü için hangi akıl bunları uydurmuştur?
Said Nursi bunları eserlerine alırken hiç düşünmedi mi?
Kurdun konuşamayacağı ile ilgili sünnetullaha ne oldu?
Talebeleri bunları yazarken karşı çıkma cesaretini neden göstermediler?
Önümüzde bir sürü anlaşılmaz sorular var ki, bunların altından kalkmak mümkün değildir.
Risâle-i Nur Külliyatını Kur'anın en önemli tefsiri olarak görenlere ne demeli?
İslam'ın aklında, Kur'an'ın hikmetinde, insanın mantığında hiçbir zaman kurt kuzulara çoban olur mu?
Bir de "çoban kurda bir keçi kesmiş" diye eklemesinler mi?
Yahu uydurmacı arkadaşlar! Keçiyi kesmesine gerek yok ki verirdi, o da onu götürür afiyetle yerdi.
Yoksa keçiyi kesmeseydi kurda haram mı olurdu?
İyi ki çoban ile beraber oturup yediler diye eklememişler. Gerçekten bu rivayete çok güldüm. Yüce Allah, aklımızı ve fikrimizi bizlere kaybettirmesin, akılsızlığın sınırı ancak bu kadar aşılır.
Bu uydurmacılara göre, Kur'an'ın ne söylediği önemli değildir.
Değil mi ki, Allah'ın Resulünü yüceltiyorsun, ne söylersen söyle, ne iftira edersen et, ne yalan uydurursan uydur.
Bu hurafeleri uyduranların Kur'an'ın zerresinden haberleri olmadığına inanıyorum.
Fakat günümüzde bu hurafeleri hiç durmadan, sürekli olarak okuyan ve onlara Kur'an'dan daha fazla değer veren Risâle-i Nur şakirtlerine ne demeli?
TÜRKİYE GAZETESİ
(3.YAZI)
Kur'an'sızlık bataklığına mahkum olan gelenekçi mezhepçiler şöyle derler.
"Kur'an'ı Kerim'i tercüme etmek imkânsızdır"
(a.g.y)
"Kur'an'dan ve hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Din dört mezhep imamının bize bıraktığı fıkıh kitaplarından öğrenilir"
(a.g.y)
"Kur'an tercümesi denilen kitaplardan kur'an-ı Kerim'in manası anlaşılmaz. Kur'an tercümesi okuyan kimse, murad'ı İlahi'yi( Allah'ın ne istediğini) öğrenemez"
( Türkiye Gazetesi 31.10.1990)
"Kur'an'ı Kerim tercümesini okuyan, amele ve ibadete ait bilgileri öğrenemediği gibi, itikada ait bilgileri ise öğrenmesi hiç mümkün olmaz"
(a.g.y)
Bu ahmaklara göre itikat başta olmak üzere amele ve ibadetlere dair bütün bilgiler ilmihal kitaplarından öğrenilmelidir.
Aslında bundan daha büyük bir ahmaklık ve cehalet yoktur.
Çünkü tevhid dendiğinde yani itikadi meseleler tamamen Kur'an ile alakalı bir şeydir.
İtikat, iman, din, islam, tevhid gibi kavramların öğrenileceği yegane kaynak Allah'ın kitabı Kur'an'dır ve bu konularla alakalı yüzlerce ayet mevcuttur.
İtikadi konularda Kur'an hiçbir esere ihtiyaç bırakmamıştır.
Din: iman ve itikad, İslam ve tevhit olarak yüce Allah tarafından son indirilen vahiy'le kemale ermiştir. (Maide, 3)
Bu Kur'ansız cahillere göre
"Bir kimse, Kur'an'ı Kerim'den anladığına uyarsa, İslam'a uymuş olmaz. Kur'an'ı Kerim'de her hüküm var ise de, bunları ancak "Peygamber Efendimiz" doğru olarak anlamıştır"
(Türkiye Gazetesi, 25 Mayıs 1990)
Gelenekçi mezhep tapıcılarının fikirlerini aktarmaya devam ediyoruz.
"Kur'an'ı Kerim'de bir ayetin hükmünü öğrenmek için Kur'an tercümelerine (Kur'an meali) denilen kitaplara bakmak çok yanlış olur"
( Türkiye Gazetesi, 27.11.1990)
Yani bu cahillere göre,,
"Dinimizin bir hükmünü öğrenmek için Kur'an tercümelerine bakmak çok yanlıştır"
(a.g.y)
"Hiç kimseye Kur'an tercümelerini tavsiye etmiyorum" (a.g.y)
"Kur'an tercümelerinden, günümüzde tefsir (yorum) diye yazılan kitaplardan ve hadis kitaplarından dinimizi öğrenmemiz asla mümkün olmaz, üstelik sapıtırız"
(Türkiye Gazetesi, 8 Kasım 1990- 13 Aralık 1990- 25 Aralık 1990)
"Doğru bile olsa, kur'an-ı Kerim'e kendi aklına ve bilgisine göre mana vermek caiz değildir"
(a.g.y)
"Kur'an tercümesi okumak, fayda yerine zarar verir" (a.g.y)
"Kur'an'ı Kerimi kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa da, hata etmiştir" (a.g.y)
Bütün bu fikirler, okuyucularını din yönünden aydınlatmayı amaç edindiğini söyleyen Türkiye gazetesinin, "din bilgileri" vermeye ayrılmış sayfasında "Bir Bilen" başlığı altında okuyucularından gelen sorulara verilen cevaplardır"
İşte Emevilerden beri günümüze kadar bu uydurma rivayetlerle ümmetin aklı ve zihni ifsad edildi.
Bu hastalıklı anlayışlardan dolayı İnsanları sadece Kur'an'a yönlendiren Kur'an ehli muvahhidleri yalan dinlerinin en büyük düşmanı olarak görürler.
Bunların hakimiyetinde Kur'an ve tevhid özgürlüğünden söz etmek imkânsızdır. Dolayısıyla demokrasi ve laiklik bunların karanlık dünyalarından bir kurtuluş ve ehveni şer olarak görülmelidir.
(Son)
(3.YAZI)
Kur'an'sızlık bataklığına mahkum olan gelenekçi mezhepçiler şöyle derler.
"Kur'an'ı Kerim'i tercüme etmek imkânsızdır"
(a.g.y)
"Kur'an'dan ve hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Din dört mezhep imamının bize bıraktığı fıkıh kitaplarından öğrenilir"
(a.g.y)
"Kur'an tercümesi denilen kitaplardan kur'an-ı Kerim'in manası anlaşılmaz. Kur'an tercümesi okuyan kimse, murad'ı İlahi'yi( Allah'ın ne istediğini) öğrenemez"
( Türkiye Gazetesi 31.10.1990)
"Kur'an'ı Kerim tercümesini okuyan, amele ve ibadete ait bilgileri öğrenemediği gibi, itikada ait bilgileri ise öğrenmesi hiç mümkün olmaz"
(a.g.y)
Bu ahmaklara göre itikat başta olmak üzere amele ve ibadetlere dair bütün bilgiler ilmihal kitaplarından öğrenilmelidir.
Aslında bundan daha büyük bir ahmaklık ve cehalet yoktur.
Çünkü tevhid dendiğinde yani itikadi meseleler tamamen Kur'an ile alakalı bir şeydir.
İtikat, iman, din, islam, tevhid gibi kavramların öğrenileceği yegane kaynak Allah'ın kitabı Kur'an'dır ve bu konularla alakalı yüzlerce ayet mevcuttur.
İtikadi konularda Kur'an hiçbir esere ihtiyaç bırakmamıştır.
Din: iman ve itikad, İslam ve tevhit olarak yüce Allah tarafından son indirilen vahiy'le kemale ermiştir. (Maide, 3)
Bu Kur'ansız cahillere göre
"Bir kimse, Kur'an'ı Kerim'den anladığına uyarsa, İslam'a uymuş olmaz. Kur'an'ı Kerim'de her hüküm var ise de, bunları ancak "Peygamber Efendimiz" doğru olarak anlamıştır"
(Türkiye Gazetesi, 25 Mayıs 1990)
Gelenekçi mezhep tapıcılarının fikirlerini aktarmaya devam ediyoruz.
"Kur'an'ı Kerim'de bir ayetin hükmünü öğrenmek için Kur'an tercümelerine (Kur'an meali) denilen kitaplara bakmak çok yanlış olur"
( Türkiye Gazetesi, 27.11.1990)
Yani bu cahillere göre,,
"Dinimizin bir hükmünü öğrenmek için Kur'an tercümelerine bakmak çok yanlıştır"
(a.g.y)
"Hiç kimseye Kur'an tercümelerini tavsiye etmiyorum" (a.g.y)
"Kur'an tercümelerinden, günümüzde tefsir (yorum) diye yazılan kitaplardan ve hadis kitaplarından dinimizi öğrenmemiz asla mümkün olmaz, üstelik sapıtırız"
(Türkiye Gazetesi, 8 Kasım 1990- 13 Aralık 1990- 25 Aralık 1990)
"Doğru bile olsa, kur'an-ı Kerim'e kendi aklına ve bilgisine göre mana vermek caiz değildir"
(a.g.y)
"Kur'an tercümesi okumak, fayda yerine zarar verir" (a.g.y)
"Kur'an'ı Kerimi kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa da, hata etmiştir" (a.g.y)
Bütün bu fikirler, okuyucularını din yönünden aydınlatmayı amaç edindiğini söyleyen Türkiye gazetesinin, "din bilgileri" vermeye ayrılmış sayfasında "Bir Bilen" başlığı altında okuyucularından gelen sorulara verilen cevaplardır"
İşte Emevilerden beri günümüze kadar bu uydurma rivayetlerle ümmetin aklı ve zihni ifsad edildi.
Bu hastalıklı anlayışlardan dolayı İnsanları sadece Kur'an'a yönlendiren Kur'an ehli muvahhidleri yalan dinlerinin en büyük düşmanı olarak görürler.
Bunların hakimiyetinde Kur'an ve tevhid özgürlüğünden söz etmek imkânsızdır. Dolayısıyla demokrasi ve laiklik bunların karanlık dünyalarından bir kurtuluş ve ehveni şer olarak görülmelidir.
(Son)
ALLAH'A GİDEN YOL MÂBETLERDEN GEÇMEZ.
Aslında insan, yüce Allah'ın ahlakını taşıyabilecek bir formatta yaratılmıştır.
Yani insanın fıtratında hiçbir sorun yoktur.
İnsanın fıtratına yerleştirilen ve evrensel ahlakın şiddetle benimsediği adalet, eşitlik, haklıdan taraf olmak, merhamet, cömertlik gibi duygular bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Dünyada bunca sorun yaşanıyorsa, bakmak ve korumak ile yükümlü olduğumuz insan tabiatını ve doğal dengeyi göz ardı ettiğimizden dolayıdır.
"İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattıracak; belki de tuttukları (kötü yoldan geri) dönerler"
(Rum-41)
İnsanlar arasında sağlıklı bir iletişim için sevgi, eşitlik ve merhamet ortamının gelişmesi gerekiyor.
Bu sorumluluk yüce Allah tarafından tamamen insana yüklenmiş bir görevdir.
İnsanın manevi dünyasını imar eden vahyin terk edilmesi sonucunda insanın yüreğinde büyük bir kuraklık baş göstermiştir.
Ve bu kuraklık yüzünden insanlar birbirini dışlıyor.
Aslında temiz fıtrata sahip olan bir insanın huzur duyacağı refah ve zenginlik değil, başka bir insanın sevgi ve merhamet dolu olan yüreğidir.
Onun için kanunların verdiği haklar önemli olmakla beraber, asıl olan kişinin yüreğinde insanlara yer vermesidir.
Hangi dinden ve inançtan olursa olsun ümmi insanlara karşı yüreklerde merhamet ve sevgi yer ederse, dünya malı olarak kendilerine ait olan her şey diğerlerinin sayılır.
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiye (huzur-refah-mutluluk) eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu bilir"
(Âli İmran-92)
Fakat ümmi insanlara karşı yürekte sevgi ve merhamet yoksa, hiç bir şey insanı huzur ve mutluluğa götürmeyecektir.
Özlemini çektiğimiz adalet, eşitlik, merhamet ve sevgi gibi güzellikler neden yoktur?
Bu iki tür insandan kaynaklanmaktadır.
Birisi: Hidayeti sapıklığa, dini dünyaya satan aşağılık din adamlarından, diğeri iktidar ve hakimiyeti her şeyin üstünde gören gururlu ve kibirli siyaset adamları yüzündendir.
Din adamları insanlara doğruları söylemiyorlar, siyasiler de devletin imkan ve kabiliyetini yandaşlardan yana kullanıyorlar.
Böylece adalet ve barış, güven ve istikrar, hak ve istikamet ortamı yok oluyor.
Aslında Allah'ın ahlakında barış var, sevgi var, adalet var, merhamet ve eşitlik vardır.
"Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor. "Allah'ındır" O, merhamet etmeyi kendi zatına gerekli kıldı..."
(En'am-12)
Rahmân ve Rahim olan Allah kendine ait olan bu ahlaki güzelliklerinin tohumlarını insanın fıtratına yani yüreğine yerleştirmiştir.
Fakat ihtiras ve cehaletine yenik düşen insan Allah'ın yüreğine koyduğu merhamet, sevgi, barış, eşitlik ve adalet tohumlarını sulamayı bilemedi.
Din adamları, camilerde, kiliselerde, havralarda insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleme görevini üstlendiler.
Dünya hâlâ güzelleşmemişse böyle din adamları ve böyle devlet adamları yüzündendir.
Görevini hakkıyla yapan, doğruları anlatan, dünyayı güzelleştiren, sevgi ve merhamet tohumları eken insanlara ihtiyaç vardır.
"Sizden önceki toplumlarda insanları kötülüklerden alıkoyması gereken bir grubun olması gerekmez miydi? Onlardan pek azı müstesna kimse bu görevi yapmadı. Zulmeden (büyük çoğunluk) kendilerine verilen zevk ve saltanatın peşine düştüler..."
(Hud-116)
Onun için aklını kullanan, sağlam iradeli, özgür düşünceli insanlara ihtiyaç vardır.
Ama sadece aklı kullanma, sağlam irade, özgür düşünce mutlu olmak için yeterli değildir.
Onlarla birlikte sevgi dolu bir yürek de olmalıdır.
Yoksa kaos ve kargaşa, zulüm ve istibdat olacaktır.
Devleti idare eden siyasetçi sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse adaletsiz olur.
Din anlatan bir din adamı sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse merhametsiz olur.
Bu yüzden insanlara karşı yüreği merhamet ve sevgi ile dolu olmayan insan, Allah'a karşı sevgi besleyemez.
Kur'an'ın penceresinden baktığımızda, Allah'a giden yol camilerin, kiliselerin,havraların içinden, namazdan, oruçtan, geçmiyor.
Vahiy'siz ve İbrahim'siz hac ve Umre'den Allah'a ulaşmak mümkün değildir.
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace ve Kâfi'nin hurafelerinden Allah'a giden bir yol yoktur.
Mekke ve Medine'den de, Kudüs ve Vatikan'dan da Allah'a giden bir yol yoktur.
Allah'a giden yol, tevhid ve infaktan, sevgi ve merhametten, fakir ve gariban insanların yüreğinden geçiyor.
insanların acılarına ve ızdıraplarına ortak olmak, insanların gözyaşlarını silmekten,eşitlikten ve paylaşmaktan geçiyor.
Bunu yapamıyorsak bizim din anlatmamızın bir önemi yoktur. İmanımızın da Allah indinde bir değeri olmaz.
Aslında insan, yüce Allah'ın ahlakını taşıyabilecek bir formatta yaratılmıştır.
Yani insanın fıtratında hiçbir sorun yoktur.
İnsanın fıtratına yerleştirilen ve evrensel ahlakın şiddetle benimsediği adalet, eşitlik, haklıdan taraf olmak, merhamet, cömertlik gibi duygular bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Dünyada bunca sorun yaşanıyorsa, bakmak ve korumak ile yükümlü olduğumuz insan tabiatını ve doğal dengeyi göz ardı ettiğimizden dolayıdır.
"İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattıracak; belki de tuttukları (kötü yoldan geri) dönerler"
(Rum-41)
İnsanlar arasında sağlıklı bir iletişim için sevgi, eşitlik ve merhamet ortamının gelişmesi gerekiyor.
Bu sorumluluk yüce Allah tarafından tamamen insana yüklenmiş bir görevdir.
İnsanın manevi dünyasını imar eden vahyin terk edilmesi sonucunda insanın yüreğinde büyük bir kuraklık baş göstermiştir.
Ve bu kuraklık yüzünden insanlar birbirini dışlıyor.
Aslında temiz fıtrata sahip olan bir insanın huzur duyacağı refah ve zenginlik değil, başka bir insanın sevgi ve merhamet dolu olan yüreğidir.
Onun için kanunların verdiği haklar önemli olmakla beraber, asıl olan kişinin yüreğinde insanlara yer vermesidir.
Hangi dinden ve inançtan olursa olsun ümmi insanlara karşı yüreklerde merhamet ve sevgi yer ederse, dünya malı olarak kendilerine ait olan her şey diğerlerinin sayılır.
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiye (huzur-refah-mutluluk) eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu bilir"
(Âli İmran-92)
Fakat ümmi insanlara karşı yürekte sevgi ve merhamet yoksa, hiç bir şey insanı huzur ve mutluluğa götürmeyecektir.
Özlemini çektiğimiz adalet, eşitlik, merhamet ve sevgi gibi güzellikler neden yoktur?
Bu iki tür insandan kaynaklanmaktadır.
Birisi: Hidayeti sapıklığa, dini dünyaya satan aşağılık din adamlarından, diğeri iktidar ve hakimiyeti her şeyin üstünde gören gururlu ve kibirli siyaset adamları yüzündendir.
Din adamları insanlara doğruları söylemiyorlar, siyasiler de devletin imkan ve kabiliyetini yandaşlardan yana kullanıyorlar.
Böylece adalet ve barış, güven ve istikrar, hak ve istikamet ortamı yok oluyor.
Aslında Allah'ın ahlakında barış var, sevgi var, adalet var, merhamet ve eşitlik vardır.
"Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor. "Allah'ındır" O, merhamet etmeyi kendi zatına gerekli kıldı..."
(En'am-12)
Rahmân ve Rahim olan Allah kendine ait olan bu ahlaki güzelliklerinin tohumlarını insanın fıtratına yani yüreğine yerleştirmiştir.
Fakat ihtiras ve cehaletine yenik düşen insan Allah'ın yüreğine koyduğu merhamet, sevgi, barış, eşitlik ve adalet tohumlarını sulamayı bilemedi.
Din adamları, camilerde, kiliselerde, havralarda insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleme görevini üstlendiler.
Dünya hâlâ güzelleşmemişse böyle din adamları ve böyle devlet adamları yüzündendir.
Görevini hakkıyla yapan, doğruları anlatan, dünyayı güzelleştiren, sevgi ve merhamet tohumları eken insanlara ihtiyaç vardır.
"Sizden önceki toplumlarda insanları kötülüklerden alıkoyması gereken bir grubun olması gerekmez miydi? Onlardan pek azı müstesna kimse bu görevi yapmadı. Zulmeden (büyük çoğunluk) kendilerine verilen zevk ve saltanatın peşine düştüler..."
(Hud-116)
Onun için aklını kullanan, sağlam iradeli, özgür düşünceli insanlara ihtiyaç vardır.
Ama sadece aklı kullanma, sağlam irade, özgür düşünce mutlu olmak için yeterli değildir.
Onlarla birlikte sevgi dolu bir yürek de olmalıdır.
Yoksa kaos ve kargaşa, zulüm ve istibdat olacaktır.
Devleti idare eden siyasetçi sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse adaletsiz olur.
Din anlatan bir din adamı sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse merhametsiz olur.
Bu yüzden insanlara karşı yüreği merhamet ve sevgi ile dolu olmayan insan, Allah'a karşı sevgi besleyemez.
Kur'an'ın penceresinden baktığımızda, Allah'a giden yol camilerin, kiliselerin,havraların içinden, namazdan, oruçtan, geçmiyor.
Vahiy'siz ve İbrahim'siz hac ve Umre'den Allah'a ulaşmak mümkün değildir.
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace ve Kâfi'nin hurafelerinden Allah'a giden bir yol yoktur.
Mekke ve Medine'den de, Kudüs ve Vatikan'dan da Allah'a giden bir yol yoktur.
Allah'a giden yol, tevhid ve infaktan, sevgi ve merhametten, fakir ve gariban insanların yüreğinden geçiyor.
insanların acılarına ve ızdıraplarına ortak olmak, insanların gözyaşlarını silmekten,eşitlikten ve paylaşmaktan geçiyor.
Bunu yapamıyorsak bizim din anlatmamızın bir önemi yoktur. İmanımızın da Allah indinde bir değeri olmaz.
TÜRKİYE GAZETESİ
(2.YAZI)
Din ve hüküm olarak sadece Allah'tan indirilen vahiy insanları bağlar.
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Nesai, Malik Bin Enes, Ahmet Bin Hanbel, Muhammed Bin İdris'in uydurmalarından Allah bu ümmeti sorumlu tutmaz.
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver.
(Kaf, 45)
"De ki: Ben sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bu çağırıyor duymazlar"
(Enbiya, 45)
Dolayısıyla "Kuran'ı anlayarak okuyun" diyenleri "sapık" diye değerlendirmek ve "Kur'an'ı evinizde bulundurun ancak sakın anlamaya çalışmayın!" demek Kur'an'a göre kafirlerin bir özelliğidir.
"Kafirler: bu Kur'an'ı sakın dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki sesini bastırırsınıız, dediler"
( Fussilet- 26)
Aslında Kur'an'a karşı gelen Mekke müşrikleri ile günümüz Kur'an karşıtlarının arasında bir fark yoktur.
Hatta günümüzdeki Kur'an karşıtı müşrikler kadim müşriklerden daha sapık bir yol üzerindedirler.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar, beşer ve insan sistemi, Kur'an'ın geniş ilmi ve mükemmel ahlakı günümüz dünyadasında daha mükemmel olarak kendini gösteriyor.
Yani toplumun huzur ve refahı her zamankinden daha çok Kur'an ahlakına muhtaç bulunmaktadır.
Müslüman toplum için "Kuran'ı anlayarak okumayın!" diyenlerden daha büyük ve daha aşağılık bir düşman yoktur.
Günümüz Türkiyesi'nde günlük satışı en yüksek olan bu gerici gazete bakın millete neleri öğütlüyor.
"Anlamadan Kur'an okunmaz" diyerek herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek, büyük sapıklıktır"
( Türkiye Gazetesi, 30. 01.1990)
"Kur'an hiçbir dile, hatta Arapça'ya bile tercüme edilemez"
( Türkiye gazetesi, 14. 01. 1990)
" Kur'an'ın manası terümesinden anlaşılmaz"(a.g.y)
"Hangi tercüme olursa olsun hiçbir tercümeden dil öğrenilemez" (a.g.y)
Kuran'ı anlamak için Arapça bilmek yerine bağlam ve bütünlüğüne, üzerinde araştırma yapmaya ve aklı kullanmaya bağlanması Allah'ın büyük bir mucizesidir.
Mezhepçi gelenekçilerin temsilcisi olan Türkiye Gazetesi yazarlarının neler söylediklerine bir bakalım ve Kur'an'ı Mübin ile karşılaştırmaya çalışalım.
"Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline en uygun tercümeyi bile vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası vermekten kötüdür"
"Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkamayacağı için ölür, imanlı ise cennete gider. Fakat tercüme ile din öğrenmeye kalkışan kimse, imanını kaybedebilir ve ebedi cehenneme düşebilir"
Batıl Ehli Sünnet ve Şia dininin âlimleri! Kur'an'ın en basit meselelerini bile anlamaktan acizdirler.
Bu meselelerin en önemlisi Kur'an'ın âlimlere değil, İnsanlar hitap ettiği ve insanları muhatap aldığıdır.
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı indirdik, hainlerden taraf olma"
( Nisa, 105)
"Yerine göre müjdeleyici ve sakındırıcı olarak elçiler gönderdik ki insanların elçilerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah İzzet ve hikmet sahibidir"
(Nisa, 165)
"Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik"
(Nisa, 174)
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
( Yunus, 57)
"Bu Kur'an bütün insanlara bir açıklamadır, takva sahipleri içinde bir hidayet ve bir öğüttür"
( Âli İmran, 138)
"Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler"
(İsra, 89)
"İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz, fakat onları ancak alimler düşünüp anlayabilir" (Ankebut, 43)
( Ey Elçi!) Şüphesiz bu kitabı sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim hidayeti seçerse kendi lehinedir, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin"
( Zümer, 41)
"Bu (Kur'an) insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir"
(Casiye, 20)
",,,,,,seni insanlara elçi gönderdik, şahit olarak Allah yeter"
( Nisa, 79)
Elçilerin tek bir görevleri vardır Allah'tan indirilen vahyi insanlara ulaştırmak, gerisi insanların tercihlerine kalmış bir şeydir.
Kur'an'la tanıştıktan sonra kişi dilerse Kur'an'ın hidayetini dilerse sapıklığı seçer.
Sonucun Allah elçileri ile hiçbir alakası yoktur. Esas muhatap insanlardır.
Bu yüzden direkt olarak Allah insanlari muhatap alıyor.
MESELA,
"De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık Kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim.(Sadece tebliğ etmekle yükümlüyüm)"
( Resulüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O Hakimlerin en hayırlısıdır"
(Yunus, 108,109)
(2.YAZI)
Din ve hüküm olarak sadece Allah'tan indirilen vahiy insanları bağlar.
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Nesai, Malik Bin Enes, Ahmet Bin Hanbel, Muhammed Bin İdris'in uydurmalarından Allah bu ümmeti sorumlu tutmaz.
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.
Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver.
(Kaf, 45)
"De ki: Ben sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bu çağırıyor duymazlar"
(Enbiya, 45)
Dolayısıyla "Kuran'ı anlayarak okuyun" diyenleri "sapık" diye değerlendirmek ve "Kur'an'ı evinizde bulundurun ancak sakın anlamaya çalışmayın!" demek Kur'an'a göre kafirlerin bir özelliğidir.
"Kafirler: bu Kur'an'ı sakın dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki sesini bastırırsınıız, dediler"
( Fussilet- 26)
Aslında Kur'an'a karşı gelen Mekke müşrikleri ile günümüz Kur'an karşıtlarının arasında bir fark yoktur.
Hatta günümüzdeki Kur'an karşıtı müşrikler kadim müşriklerden daha sapık bir yol üzerindedirler.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar, beşer ve insan sistemi, Kur'an'ın geniş ilmi ve mükemmel ahlakı günümüz dünyadasında daha mükemmel olarak kendini gösteriyor.
Yani toplumun huzur ve refahı her zamankinden daha çok Kur'an ahlakına muhtaç bulunmaktadır.
Müslüman toplum için "Kuran'ı anlayarak okumayın!" diyenlerden daha büyük ve daha aşağılık bir düşman yoktur.
Günümüz Türkiyesi'nde günlük satışı en yüksek olan bu gerici gazete bakın millete neleri öğütlüyor.
"Anlamadan Kur'an okunmaz" diyerek herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek, büyük sapıklıktır"
( Türkiye Gazetesi, 30. 01.1990)
"Kur'an hiçbir dile, hatta Arapça'ya bile tercüme edilemez"
( Türkiye gazetesi, 14. 01. 1990)
" Kur'an'ın manası terümesinden anlaşılmaz"(a.g.y)
"Hangi tercüme olursa olsun hiçbir tercümeden dil öğrenilemez" (a.g.y)
Kuran'ı anlamak için Arapça bilmek yerine bağlam ve bütünlüğüne, üzerinde araştırma yapmaya ve aklı kullanmaya bağlanması Allah'ın büyük bir mucizesidir.
Mezhepçi gelenekçilerin temsilcisi olan Türkiye Gazetesi yazarlarının neler söylediklerine bir bakalım ve Kur'an'ı Mübin ile karşılaştırmaya çalışalım.
"Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline en uygun tercümeyi bile vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası vermekten kötüdür"
"Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkamayacağı için ölür, imanlı ise cennete gider. Fakat tercüme ile din öğrenmeye kalkışan kimse, imanını kaybedebilir ve ebedi cehenneme düşebilir"
Batıl Ehli Sünnet ve Şia dininin âlimleri! Kur'an'ın en basit meselelerini bile anlamaktan acizdirler.
Bu meselelerin en önemlisi Kur'an'ın âlimlere değil, İnsanlar hitap ettiği ve insanları muhatap aldığıdır.
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı indirdik, hainlerden taraf olma"
( Nisa, 105)
"Yerine göre müjdeleyici ve sakındırıcı olarak elçiler gönderdik ki insanların elçilerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah İzzet ve hikmet sahibidir"
(Nisa, 165)
"Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik"
(Nisa, 174)
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
( Yunus, 57)
"Bu Kur'an bütün insanlara bir açıklamadır, takva sahipleri içinde bir hidayet ve bir öğüttür"
( Âli İmran, 138)
"Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler"
(İsra, 89)
"İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz, fakat onları ancak alimler düşünüp anlayabilir" (Ankebut, 43)
( Ey Elçi!) Şüphesiz bu kitabı sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim hidayeti seçerse kendi lehinedir, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin"
( Zümer, 41)
"Bu (Kur'an) insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir"
(Casiye, 20)
",,,,,,seni insanlara elçi gönderdik, şahit olarak Allah yeter"
( Nisa, 79)
Elçilerin tek bir görevleri vardır Allah'tan indirilen vahyi insanlara ulaştırmak, gerisi insanların tercihlerine kalmış bir şeydir.
Kur'an'la tanıştıktan sonra kişi dilerse Kur'an'ın hidayetini dilerse sapıklığı seçer.
Sonucun Allah elçileri ile hiçbir alakası yoktur. Esas muhatap insanlardır.
Bu yüzden direkt olarak Allah insanlari muhatap alıyor.
MESELA,
"De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık Kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim.(Sadece tebliğ etmekle yükümlüyüm)"
( Resulüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O Hakimlerin en hayırlısıdır"
(Yunus, 108,109)
TÜRKİYE GAZETESİ
(1.YAZI)
Arapça diline yabancı olan biri Kur'an'ı hangi ölçüde kendi anadiline çevirebilirse, araştırma ve kabiliyeti kudretinde Allah'ın kitabını anlayabilir.
Bir yanda "Kur'an'ın meali Kur'an yerine konulamaz, çünkü Kur'an'ın anlamını vermez" diyen günümüz Emevi- Abbasi dininin cahilleri, öte yanda
"Kur'an'ın manasını anlamadan okumanın bile Kur'an okumak yerine geçeceğini" söyleyen hurafeci muhaddis ve müctehidler marifetiyle Kur'an'ı anlamadan okumak ümmi halka dayatılmış ve Allah'ın kitabı "anlaşılmaz" diyerek, ümmi halka onu "yüceltmek" benimsetilmiştir.
Bu Kur'an cahilleri mezhepçiler "Kur'an'ın mealini okumak, Kur'an'ı okumak yerine geçmez, çünkü Türkçe çevirisi,
Arapça olan Kur'an'ın anlamını bütünüyle veremez, ancak, Kur'an'ın Arapça'sını, metnini anlamını hiç bilmeksizin yalnızca dil ile seslendirmek,
Kur'an okumak yerine geçer" Kur'an'ın anlamını bilmeksizin dinlemek bile, Kur'an'ı dinlemek yerine geçer"
demişlerdir.
Halbuki Kur'an'ı anlayarak ve üzerinde düşünerek okumakla alakalı onlarca ayet vardır.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"( Muhammed, 24)
"Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Ondan öğüt alan yok mu?"
(Kamer- 17, 22, 32, 40)
"Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik.
Kötülüklerden korusunlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik"
( Zümer, 27-28)
Aslında Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesinin sebebi Allah Resulü'nün bir Arap olmasından dolayıdır.
( Allah'ın emirlerini) onlara açıklasın diye her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.
Artık Allah dileyen kişiyi saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü o güç ve hikmet sahibidir"
( İbrahim-4)
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne bağlı olarak yukarıdaki âyette geçen "tebyin" kavramı "Resul'ün vahyi açıklaması, onu duyurması, okuması, tebliğ etmesi ve ilan etmesi anlamına gelmektedir.
Tefsir etme anlamında değildir.
Çünkü gerçek anlamda Kur'an'ı sadece Allah tebyin ve tefsir eder.
"Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, onun karşılığında sana doğrusunu ve daha açığını getirmiş olmayalım"
( Furkan, 33)
",,,,,Ayrıca bu kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet menba'ı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik"
(Nahl, 89)
Kur'an, Allah tarafından kolaylaştırılmış bir kitaptır.
(Ey Elçi!) Biz Kur'an'ı, sadece, onunla Allah'tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle indirip okutarak kolaylaştırdık"
(Meryem-97)
"Biz onu (Kur'an'ı) öğüt alınsın diye senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık"
(Duhan-58)
Kur'an, hangi dile çevrilirse çevrilsin bağlam ve bütünlüğüne bağlı kalındıktan sonra önyargısız yani tek rehber ve hidayet menba'ı olarak kabul edildikten sonra çok kolay anlaşılacak bir kitaptır.
Hatta Arapça'dan başka dillere mensup olan Milletler Araplardan çok daha kolay Kur'an'ı anlayabilirler.
Çünkü Arapların Kur'an'a karşı korkunç derecede bir önyargıları vardır.
Araplar Kur'an'a değil, rivayetlere karşı kendilerini sorumlu olarak görürler.
Dünyada Kur'an'ı en son anlayacak millet Araplar olacaktır.
Araplar Buhari ve Müslim'e olan imanlarından dolayı hiçbir zaman Kur'an'ı gerçek anlamda yani bağlam ve bütünlüğü içinde anlayamazlar.
Günlük satışı kimi dönemlerde bir milyon üzerine çıkan en çok satış yapan Emevi- Abbasi ehli sünnet dininin en fanatik taraftarı olan Türkiye Gazetesi bilindiği üzere kendisini "dindar" bir yayın organı olarak tanıtmakta ve ummi halkın pek çoğu bu gazeteyi para verip almaktadır.
Aralarında Osman Ünlü ve Prof. Ramazan Ayvalı gibi Kur'an cahili yazarların bulunduğu gazetenin "din" bilgisi köşesinden bazı örnekler vermek istiyorum.
"Herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek büyük sapıklıktır"
( 30.11. 1991 "Bir Bilen" köşesi)
"Mushaf'ı (Kur'an'ı) hiç okumayıp sırf hayır ve bereket için evinde saklamak caiz ve sevaptır"
(a.g.y)
"Anlamadan Kur'an okunmamalıdır diyenler, büyük sapıktır"
(a.g.y)
Aslında bu görüşler sadece Türkiye gazetesinin dinci yazarlarıyla sınırlı bir inanç değildir.
Diyanet İşleri Başkanlığından Cübbeli Ahmet'e, F Gülen cemaatinden tarikat şeyhlerine kadar bütün Ehl-i Sünnet âlimlerinin! inancı hep bu minvaldedir.
Nihat Hatipoğlu, Mustafa Karataş, Ömer Döngeloğlu, İhsan Şenocak, Ebubekir Sifil, Alparslan Kuytul, Vehbi Güler, Necmettin Nursaçan, Cevat Akşit, Yusuf Kavaklı, Nurettin Yıldız, Ahmet Şimşirgil gibi ekran vaizlerinin hepsi Kur'an'ı dinde tek kaynak kabul edenleri sapık olarak görürler.
Halbuki "Kur'an'ı anlayarak okuyun" diyenleri "sapık" diye nitelendirmekle, gerçekte "Allah'a ve Resülüne büyük "sapık demiş" olduklarının farkına varamayacak kadar Kur'an'a uzak en ileri derecede bir sapıklığa mahkum olmuşlardır.
Çünkü onlarca âyette yüce Allah Kur'an ile beraber başka bir hidayet'in olamayacağını vurgulamaktadır.
"Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma" (Kasas-87)
" Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu Kur'an, sana ve ümmetine bir öğüttür ileride ondan sorumlu tutulacaksınız"
( Zuhruf- 43, 44)
(1.YAZI)
Arapça diline yabancı olan biri Kur'an'ı hangi ölçüde kendi anadiline çevirebilirse, araştırma ve kabiliyeti kudretinde Allah'ın kitabını anlayabilir.
Bir yanda "Kur'an'ın meali Kur'an yerine konulamaz, çünkü Kur'an'ın anlamını vermez" diyen günümüz Emevi- Abbasi dininin cahilleri, öte yanda
"Kur'an'ın manasını anlamadan okumanın bile Kur'an okumak yerine geçeceğini" söyleyen hurafeci muhaddis ve müctehidler marifetiyle Kur'an'ı anlamadan okumak ümmi halka dayatılmış ve Allah'ın kitabı "anlaşılmaz" diyerek, ümmi halka onu "yüceltmek" benimsetilmiştir.
Bu Kur'an cahilleri mezhepçiler "Kur'an'ın mealini okumak, Kur'an'ı okumak yerine geçmez, çünkü Türkçe çevirisi,
Arapça olan Kur'an'ın anlamını bütünüyle veremez, ancak, Kur'an'ın Arapça'sını, metnini anlamını hiç bilmeksizin yalnızca dil ile seslendirmek,
Kur'an okumak yerine geçer" Kur'an'ın anlamını bilmeksizin dinlemek bile, Kur'an'ı dinlemek yerine geçer"
demişlerdir.
Halbuki Kur'an'ı anlayarak ve üzerinde düşünerek okumakla alakalı onlarca ayet vardır.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"( Muhammed, 24)
"Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Ondan öğüt alan yok mu?"
(Kamer- 17, 22, 32, 40)
"Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik.
Kötülüklerden korusunlar diye pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik"
( Zümer, 27-28)
Aslında Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesinin sebebi Allah Resulü'nün bir Arap olmasından dolayıdır.
( Allah'ın emirlerini) onlara açıklasın diye her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.
Artık Allah dileyen kişiyi saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü o güç ve hikmet sahibidir"
( İbrahim-4)
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne bağlı olarak yukarıdaki âyette geçen "tebyin" kavramı "Resul'ün vahyi açıklaması, onu duyurması, okuması, tebliğ etmesi ve ilan etmesi anlamına gelmektedir.
Tefsir etme anlamında değildir.
Çünkü gerçek anlamda Kur'an'ı sadece Allah tebyin ve tefsir eder.
"Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, onun karşılığında sana doğrusunu ve daha açığını getirmiş olmayalım"
( Furkan, 33)
",,,,,Ayrıca bu kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet menba'ı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik"
(Nahl, 89)
Kur'an, Allah tarafından kolaylaştırılmış bir kitaptır.
(Ey Elçi!) Biz Kur'an'ı, sadece, onunla Allah'tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle indirip okutarak kolaylaştırdık"
(Meryem-97)
"Biz onu (Kur'an'ı) öğüt alınsın diye senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık"
(Duhan-58)
Kur'an, hangi dile çevrilirse çevrilsin bağlam ve bütünlüğüne bağlı kalındıktan sonra önyargısız yani tek rehber ve hidayet menba'ı olarak kabul edildikten sonra çok kolay anlaşılacak bir kitaptır.
Hatta Arapça'dan başka dillere mensup olan Milletler Araplardan çok daha kolay Kur'an'ı anlayabilirler.
Çünkü Arapların Kur'an'a karşı korkunç derecede bir önyargıları vardır.
Araplar Kur'an'a değil, rivayetlere karşı kendilerini sorumlu olarak görürler.
Dünyada Kur'an'ı en son anlayacak millet Araplar olacaktır.
Araplar Buhari ve Müslim'e olan imanlarından dolayı hiçbir zaman Kur'an'ı gerçek anlamda yani bağlam ve bütünlüğü içinde anlayamazlar.
Günlük satışı kimi dönemlerde bir milyon üzerine çıkan en çok satış yapan Emevi- Abbasi ehli sünnet dininin en fanatik taraftarı olan Türkiye Gazetesi bilindiği üzere kendisini "dindar" bir yayın organı olarak tanıtmakta ve ummi halkın pek çoğu bu gazeteyi para verip almaktadır.
Aralarında Osman Ünlü ve Prof. Ramazan Ayvalı gibi Kur'an cahili yazarların bulunduğu gazetenin "din" bilgisi köşesinden bazı örnekler vermek istiyorum.
"Herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek büyük sapıklıktır"
( 30.11. 1991 "Bir Bilen" köşesi)
"Mushaf'ı (Kur'an'ı) hiç okumayıp sırf hayır ve bereket için evinde saklamak caiz ve sevaptır"
(a.g.y)
"Anlamadan Kur'an okunmamalıdır diyenler, büyük sapıktır"
(a.g.y)
Aslında bu görüşler sadece Türkiye gazetesinin dinci yazarlarıyla sınırlı bir inanç değildir.
Diyanet İşleri Başkanlığından Cübbeli Ahmet'e, F Gülen cemaatinden tarikat şeyhlerine kadar bütün Ehl-i Sünnet âlimlerinin! inancı hep bu minvaldedir.
Nihat Hatipoğlu, Mustafa Karataş, Ömer Döngeloğlu, İhsan Şenocak, Ebubekir Sifil, Alparslan Kuytul, Vehbi Güler, Necmettin Nursaçan, Cevat Akşit, Yusuf Kavaklı, Nurettin Yıldız, Ahmet Şimşirgil gibi ekran vaizlerinin hepsi Kur'an'ı dinde tek kaynak kabul edenleri sapık olarak görürler.
Halbuki "Kur'an'ı anlayarak okuyun" diyenleri "sapık" diye nitelendirmekle, gerçekte "Allah'a ve Resülüne büyük "sapık demiş" olduklarının farkına varamayacak kadar Kur'an'a uzak en ileri derecede bir sapıklığa mahkum olmuşlardır.
Çünkü onlarca âyette yüce Allah Kur'an ile beraber başka bir hidayet'in olamayacağını vurgulamaktadır.
"Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma" (Kasas-87)
" Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu Kur'an, sana ve ümmetine bir öğüttür ileride ondan sorumlu tutulacaksınız"
( Zuhruf- 43, 44)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR ( 26.YAZI )
Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediyesinde Said Nursi aynen şöyle diyor:
"Ümmul mü'minin Ümmü Seleme'nin kızı ve Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın üvey kızı Zeyneb'e küçükken, Resul'ü Ekrem (a.s.m) onun yüzüne abdest suyu atıp taltif etmiş, o suyun temasından sonra, Zeyneb'in hüsun ve cemali (güzellik ve boyu) acib süret almış, bediul -cemal (benzersiz) olmuş"
(Sayfa- 151)
Said Nursi uydurma ve yalanlara devam ediyor:
"Katade bin Selman'ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş, Katade'nin yüzü ayna gibi parlamaya başlamış"
(Sayfa- 151, Yeni Asya Yayınları ) Cevap :
Ey uydurukçu akılsızlar ! İşte şimdi ayıp ettiniz.
Bari "güneş ve ay gibi parladı" deseydiniz de, Resulullah'ı daha çok yüceltmiş olurdunuz.
Uydurmada "Zeyneb'in hüsün ve cemali acib süret almış bediul Cemal olmuş" yerine "ahlak ve huy bakımından çok terbiyeli ve güzel ahlak sahibi olmuş deseydiniz ya" Fakat yalancıların akılları ve zihniyetleri sadece ahlaksızlığa, cinsiyete ve bel altına çalıştığı için, tatmin edilmemiş duyguları ve cibilliyetleri ortaya çıkıyor. Uydurmacı ahmaklar, güzelliği sadece vücut ve yüz güzelliği olarak algılamaktadır.
Dini rant olarak kullanıp, Allah ile aldatan para tapıcılarının türban reklamında manken kızları kullandıkları gibi.
Bütün bu uydurmalarla alakalı bakın Said Nursi ne diyor:
"İşte şu cüz'iyatlar gibi daha bir çok misaller var, onların çoğunu eimme-i hadis (hadis alimleri, hadis İmamları ) nakletmişler.
Bu cüz'iyatin her birini haberi vahid farzetsek dahi, yine mecmu-u, manevi bir tevatür hükmünde, mutlak bir mucize-i Ahmediye (a.s) ı gösterir"
(Age sayfa- 151 )
Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediyesinde Said Nursi aynen şöyle diyor:
"Ümmul mü'minin Ümmü Seleme'nin kızı ve Resul'ü Ekrem ( a.s.m) ın üvey kızı Zeyneb'e küçükken, Resul'ü Ekrem (a.s.m) onun yüzüne abdest suyu atıp taltif etmiş, o suyun temasından sonra, Zeyneb'in hüsun ve cemali (güzellik ve boyu) acib süret almış, bediul -cemal (benzersiz) olmuş"
(Sayfa- 151)
Said Nursi uydurma ve yalanlara devam ediyor:
"Katade bin Selman'ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş, Katade'nin yüzü ayna gibi parlamaya başlamış"
(Sayfa- 151, Yeni Asya Yayınları ) Cevap :
Ey uydurukçu akılsızlar ! İşte şimdi ayıp ettiniz.
Bari "güneş ve ay gibi parladı" deseydiniz de, Resulullah'ı daha çok yüceltmiş olurdunuz.
Uydurmada "Zeyneb'in hüsün ve cemali acib süret almış bediul Cemal olmuş" yerine "ahlak ve huy bakımından çok terbiyeli ve güzel ahlak sahibi olmuş deseydiniz ya" Fakat yalancıların akılları ve zihniyetleri sadece ahlaksızlığa, cinsiyete ve bel altına çalıştığı için, tatmin edilmemiş duyguları ve cibilliyetleri ortaya çıkıyor. Uydurmacı ahmaklar, güzelliği sadece vücut ve yüz güzelliği olarak algılamaktadır.
Dini rant olarak kullanıp, Allah ile aldatan para tapıcılarının türban reklamında manken kızları kullandıkları gibi.
Bütün bu uydurmalarla alakalı bakın Said Nursi ne diyor:
"İşte şu cüz'iyatlar gibi daha bir çok misaller var, onların çoğunu eimme-i hadis (hadis alimleri, hadis İmamları ) nakletmişler.
Bu cüz'iyatin her birini haberi vahid farzetsek dahi, yine mecmu-u, manevi bir tevatür hükmünde, mutlak bir mucize-i Ahmediye (a.s) ı gösterir"
(Age sayfa- 151 )
RİSÂLE-İ NURDA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(25. YAZI )
Said Nursi Mücizât-ı Ahmediyesinde diyor ki:
"Aiz İbni Amr'ın Gazvei Huneyn'de yüzü yaralanmış, Resul'ü Ekrem (a.s.m) eliyle yüzündeki kanı silmiş, Resul'ü Ekrem (a.s.m) ın elinin temas ettiği yer parlak bir nuraniyet vermiş ki,
Muhaddisler: "doru atın alnındaki beyaz gibi "tabir etmişler, temas yeri öyle parlıyordu"
(Sayfa-151 )
Cevap :
Said Nursi ve uydurmacı muhaddislere göre Allah'ın Resul'ü beşer değildi.
İlahi kudret gücünü istediği zaman kullanabilen olağanüstü özelliklere sahip biri idi.
Yani Hristiyanların İsa (a.s) ı yüceltip rab ve ilah yaptıkları gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri de Nebi ( a.s) ı bu gibi rivayetlerle yeryüzünde tasarruf etmeye gücü yeten kudretli bir ilâh yapmışlardır.
Allah Resulü'nün Kur'an tarafından kayıt altına alınan hayatı ve ahlaki güzellikleri önemlidir.
Allah Resulü'nden asırlar sonra pak dilinden uydurulan rivayetler insanların zihinlerine bu derece hakim olmamalıydı.
Şia ve Ehli Sünnet, Yüce Allah'ın göklerde ve yerde bulunan sonsuz mucizelerini görmezlikten gelerek, Allah'ın yarattığı muhteşem sisteme sırt çevirerek kör olurken, Allah Resulü'nün olmayan mucizelerinin peşine düşmüş, aralıksız olarak bu iftira ve yalanlarla ümmi insanların akıl ve tefekkür dünyalarını tahrip etmişlerdir.
Özellikle Said Nursi'nin, Risâle-i Nur Külliyatında bulunan bu hurafe ve yalanlar hakkında "Allah tarafından yazdırıldı" iddiası hayatında yaptığı en büyük hata olmuştur.
Veya uzmanların bildiği psikolojik bir sorunu vardı.
(25. YAZI )
Said Nursi Mücizât-ı Ahmediyesinde diyor ki:
"Aiz İbni Amr'ın Gazvei Huneyn'de yüzü yaralanmış, Resul'ü Ekrem (a.s.m) eliyle yüzündeki kanı silmiş, Resul'ü Ekrem (a.s.m) ın elinin temas ettiği yer parlak bir nuraniyet vermiş ki,
Muhaddisler: "doru atın alnındaki beyaz gibi "tabir etmişler, temas yeri öyle parlıyordu"
(Sayfa-151 )
Cevap :
Said Nursi ve uydurmacı muhaddislere göre Allah'ın Resul'ü beşer değildi.
İlahi kudret gücünü istediği zaman kullanabilen olağanüstü özelliklere sahip biri idi.
Yani Hristiyanların İsa (a.s) ı yüceltip rab ve ilah yaptıkları gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri de Nebi ( a.s) ı bu gibi rivayetlerle yeryüzünde tasarruf etmeye gücü yeten kudretli bir ilâh yapmışlardır.
Allah Resulü'nün Kur'an tarafından kayıt altına alınan hayatı ve ahlaki güzellikleri önemlidir.
Allah Resulü'nden asırlar sonra pak dilinden uydurulan rivayetler insanların zihinlerine bu derece hakim olmamalıydı.
Şia ve Ehli Sünnet, Yüce Allah'ın göklerde ve yerde bulunan sonsuz mucizelerini görmezlikten gelerek, Allah'ın yarattığı muhteşem sisteme sırt çevirerek kör olurken, Allah Resulü'nün olmayan mucizelerinin peşine düşmüş, aralıksız olarak bu iftira ve yalanlarla ümmi insanların akıl ve tefekkür dünyalarını tahrip etmişlerdir.
Özellikle Said Nursi'nin, Risâle-i Nur Külliyatında bulunan bu hurafe ve yalanlar hakkında "Allah tarafından yazdırıldı" iddiası hayatında yaptığı en büyük hata olmuştur.
Veya uzmanların bildiği psikolojik bir sorunu vardı.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK , HURAFE VE YALANLAR
(24.YAZI)
RİSÂLEİ NUR KÜLLİYATI VE TALEBELERİ :
Dünya değişim ve dönüşüm sürecinde hızla yol alırken değişmeyen tek şey insanların akıl ve ilimle bağlantılı evrensel manevi ve ahlaki ihtiyaçları ile tek kesin delil olan Allah'ın yüce kitabı Kur'anı Mubin'dir.
"Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. O işitendir, her şeyi apaçık bilendir"
( En'am- 115)
Bundan dolayı, eğer Risâle-i Nur talebeleri, Risâleleri bırakıp, ilme ve akla, tefekkür ve sorgulamaya, Kur'anın bağlam ve bütünlüğü olan hikmete kesin dönüş yapmayacak olurlarsa, inandıklarının aksine, üzerlerinde müspet etkiden çok daha fazla tahribat ve yıkıma sebep olacaktır.
Özellikle Risâle-i Nur'un içinde bulunan uydurma rivayetlerle birlikte, Risâle-i Nur Külliyatının Allah tarafından Said Nursi'ye ilham edildiği ve yazdırıldığı iftirasına inanmak bir zihin kaybı, bir cinnet ve akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
Şunu önemle açıklamak isteriz ki, eğer bu akıl almaz uydurmalar, son Nebi olan Muhammed (a.s) ın Nübüvvet makam ve mertebesine, Risâlet misyonuna bir hakaret ve leke olmasaydı,
cemaatin tv'lerinde ve radyolarda milyonlarca insana ısrarla ulaştırılmamış olsaydı, günümüz insanlarını en çok etkileyen eser olmasaydı,
muellifinin de neredeyse hata etmez bir şahsiyet haline getirilmeseydi,
Kur'an'ın tam bir tefsiri olarak görülmeseydi, bu uydurmalara cevap vermek abes ile iştigal etmek olurdu.
Yani bizim Risâle-i Nur Külliyatında bulunan Ehli Sünnet ve Şia'nın hurafelerine cevap vermeye iten ana sebep, Kur'an'ın ve Resulullahın doğru anlaşılması, Kur'an ve Resul'ün aklını ve ahlakını her türlü lekeden temizleme gayretinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla esas gayemiz, insanlar akıllarını kullansınlar, doğruları öğrensinler, hakikate önem versinler,
ilmin değerini bilsinler.
Din ve hüküm olarak ümmet sadece Allah'ın kitabına iman ve itimat etsin.
Başkalarının akıl ve mantık kabul etmez hurafe ve yalanlarına teslim olmasın.
Said Nursi'nin Risâle-i Nur Külliyatına aldığı yalan rivayetleri ele almaya devam ediyoruz.
Diyor ki: "Resul'ü Ekrem (a.s.m) Ömer İbni sa'd'ın başına elini sürmüş, dua etmiş, o dua'nın bereketiyle, bütün başı beyaz, yalnız Resulü Ekrem (a.s.m) ın elini koyduğu yer simsiyah olarak kalmış"
( Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 151)
Cevap :
Saçların beyazlaşıp ağarması Allah'ın değişmez bir yasası, hücre ve genetik kodlarla alakalı bir şeydir. Ey akılsız hurafeciler! Siyah saçların beyazından daha faziletli ve üstün olduğu nerede yazılmış, kim söylemiş.
Halbuki beyaz saçlar insanı daha olgun gösterir, günahlardan sakındırır, insanın ibret almasını sağlar, ölüme, mezara, dolayısıyla Allah'a doğru yol aldığını hatırlatır. Yani uydurmanın da bir mantığı olmalı değil mi?
Şu uydurmaya lütfen dikkat edin, Said Nursi diyor ki: "Abdurrahman İbni zeyd ibnil Hattab, hem küçük (bücür) hem çirkindi, Resul'ü Ekrem(a.s.m) eliyle başını meshedip dua etmiş, o duanın bereketiyle, kametçe (boyca ) en bala (güzel)kamet ve süretçe en güzel bir sürete girmiş"
(Mektubat-19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 151)
Cevap :
Allah size akıl fikir versin. Hiç dua ve başın meshedilmesiyle boy uzar süret güzelleşir mi?
Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor.
"ALLAH size şekil verip de şeklinizi güzel yapandır "(Mu'min- 64 )
Başka bir ayette "yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir" ( Müminün-14 )
Diğer bir ayette "Andolsun ki biz insanı en güzel bir şekilde yarattık" (Tin- 4)
Bu rivayetleri uyduranlar ve eserine alanlar Allah'ın kudret eline şirk karıştırmış olmuyorlar mı?
Yani (Haşa) Allah'ın çirkin bir işini Resulullah düzeltiyor öyle mi?
Veya özürlü birine çirkin demek ne kadar İslami bir ahlak anlayışına uygun düşüyor?
Hiç aklınızı başınıza almaz mısınız?
(24.YAZI)
RİSÂLEİ NUR KÜLLİYATI VE TALEBELERİ :
Dünya değişim ve dönüşüm sürecinde hızla yol alırken değişmeyen tek şey insanların akıl ve ilimle bağlantılı evrensel manevi ve ahlaki ihtiyaçları ile tek kesin delil olan Allah'ın yüce kitabı Kur'anı Mubin'dir.
"Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. O işitendir, her şeyi apaçık bilendir"
( En'am- 115)
Bundan dolayı, eğer Risâle-i Nur talebeleri, Risâleleri bırakıp, ilme ve akla, tefekkür ve sorgulamaya, Kur'anın bağlam ve bütünlüğü olan hikmete kesin dönüş yapmayacak olurlarsa, inandıklarının aksine, üzerlerinde müspet etkiden çok daha fazla tahribat ve yıkıma sebep olacaktır.
Özellikle Risâle-i Nur'un içinde bulunan uydurma rivayetlerle birlikte, Risâle-i Nur Külliyatının Allah tarafından Said Nursi'ye ilham edildiği ve yazdırıldığı iftirasına inanmak bir zihin kaybı, bir cinnet ve akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
Şunu önemle açıklamak isteriz ki, eğer bu akıl almaz uydurmalar, son Nebi olan Muhammed (a.s) ın Nübüvvet makam ve mertebesine, Risâlet misyonuna bir hakaret ve leke olmasaydı,
cemaatin tv'lerinde ve radyolarda milyonlarca insana ısrarla ulaştırılmamış olsaydı, günümüz insanlarını en çok etkileyen eser olmasaydı,
muellifinin de neredeyse hata etmez bir şahsiyet haline getirilmeseydi,
Kur'an'ın tam bir tefsiri olarak görülmeseydi, bu uydurmalara cevap vermek abes ile iştigal etmek olurdu.
Yani bizim Risâle-i Nur Külliyatında bulunan Ehli Sünnet ve Şia'nın hurafelerine cevap vermeye iten ana sebep, Kur'an'ın ve Resulullahın doğru anlaşılması, Kur'an ve Resul'ün aklını ve ahlakını her türlü lekeden temizleme gayretinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla esas gayemiz, insanlar akıllarını kullansınlar, doğruları öğrensinler, hakikate önem versinler,
ilmin değerini bilsinler.
Din ve hüküm olarak ümmet sadece Allah'ın kitabına iman ve itimat etsin.
Başkalarının akıl ve mantık kabul etmez hurafe ve yalanlarına teslim olmasın.
Said Nursi'nin Risâle-i Nur Külliyatına aldığı yalan rivayetleri ele almaya devam ediyoruz.
Diyor ki: "Resul'ü Ekrem (a.s.m) Ömer İbni sa'd'ın başına elini sürmüş, dua etmiş, o dua'nın bereketiyle, bütün başı beyaz, yalnız Resulü Ekrem (a.s.m) ın elini koyduğu yer simsiyah olarak kalmış"
( Mektubat- 19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 151)
Cevap :
Saçların beyazlaşıp ağarması Allah'ın değişmez bir yasası, hücre ve genetik kodlarla alakalı bir şeydir. Ey akılsız hurafeciler! Siyah saçların beyazından daha faziletli ve üstün olduğu nerede yazılmış, kim söylemiş.
Halbuki beyaz saçlar insanı daha olgun gösterir, günahlardan sakındırır, insanın ibret almasını sağlar, ölüme, mezara, dolayısıyla Allah'a doğru yol aldığını hatırlatır. Yani uydurmanın da bir mantığı olmalı değil mi?
Şu uydurmaya lütfen dikkat edin, Said Nursi diyor ki: "Abdurrahman İbni zeyd ibnil Hattab, hem küçük (bücür) hem çirkindi, Resul'ü Ekrem(a.s.m) eliyle başını meshedip dua etmiş, o duanın bereketiyle, kametçe (boyca ) en bala (güzel)kamet ve süretçe en güzel bir sürete girmiş"
(Mektubat-19. Mektup, Mücizât-ı Ahmediye, Sayfa- 151)
Cevap :
Allah size akıl fikir versin. Hiç dua ve başın meshedilmesiyle boy uzar süret güzelleşir mi?
Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor.
"ALLAH size şekil verip de şeklinizi güzel yapandır "(Mu'min- 64 )
Başka bir ayette "yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir" ( Müminün-14 )
Diğer bir ayette "Andolsun ki biz insanı en güzel bir şekilde yarattık" (Tin- 4)
Bu rivayetleri uyduranlar ve eserine alanlar Allah'ın kudret eline şirk karıştırmış olmuyorlar mı?
Yani (Haşa) Allah'ın çirkin bir işini Resulullah düzeltiyor öyle mi?
Veya özürlü birine çirkin demek ne kadar İslami bir ahlak anlayışına uygun düşüyor?
Hiç aklınızı başınıza almaz mısınız?
KUR'AN'A AYKIRI GELENEKLERİN ZARARLARI
(4.YAZI)
Yüce Allah'ın yanında nefret ile karşılanan fiilleri insanlar neden bu kadar kolay bir şekilde inanç ve ahlak haline getirmişlerdir?
Kur'an ehli muvahhidlerin şiddetle karşı geldikleri gelenekler insanlarda nasıl inanç ve gelenek olmuş?
Çünkü her şey alışkanlıkla biçimlenir.
Kötü alışkanlıklar yok edilmezse zamanla toplum nezdinde bir tabiat olarak kök salar, milletin dini hayatını sarmalar, ümmet bu hurafelere alışınca artık onları kolay kolay terkedemez.
Bundan sonra nereye giderse gitsin bu hurafeleri ve uydurmaları yanında taşımaya mahkum olacaktır.
İnsan beşikte öğrendiğini mezara kadar götürmeye azmedecektir.
İşte Allah tarafından gönderilen tüm Elçilerin görevi insanların üzerinde bulunan bu esaret zincirlerini atmaktır olmuştur.
"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Nebi'ye uyanlar var ya, işte o elçi onlara iyiliği emreder,
onları kötülüklerden meneder, onlara temiz şeyleri helal,
habis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir.
O elçiye inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur 'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler bunlardır"
(Âraf, 157)
Dolayısıyla gelenekleri ve alışkanlıkları söküp atmak kolay bir iş değildir.
Yani gelenekleri terketmek inanılmayacak kadar zor bir iştir.
ARKADAŞLAR!
Bir kaç kuşaktan beri itibar görüyorlar diye geleneklerin doğru olduğuna sakın inanmayın.
İnsan ilk önce doğruyu öğrenmesi gerekir.
Doğruyu bilirse gelecek olan yanlışı bilir. Fakat sürekli yanlış olan şeylerle büyümüşse doğruya zor ulaşır.
Elçilerin dâvetinin kabul edilmemesini Kur'an şu şekilde haber vermektedir.
",,,,Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik"
(Mü'minün, 24)
Güzel bir söz vardır.
"Gelenekler ve hurafeler aklını kullananların baş belası, cahil ahmakların putudur"
Dolayısıyla gelenekler ve hurafeler önce örümcek teli gibidir, zamanla kopmaz bir halat haline gelirler.
Kur'an ayetlerinden sonra en çok sevdiğim söz şudur.
"Yalnız yaşayanlardan değil, ölülerden de çekeceğimiz var"
Kur'an ehli muvahhidler yaşayan cahillerden daha çok, yüzyıllar önce ölüp giden Kur'an bilmez âlimlerden ızdırap duyarlar.
Akıllı insanları esas yoran hayatta olan ümmi insanlar değil, cahil âlimlerin bıraktıkları batıl ve karanlık mirastır.
Eğer sözde müçtehitler, âlimler, müfessirler, muhaddisler olmasaydı insanların Kur'an'a karşı ikna edilmesi bu kadar zor olmayacaktı.
SONUÇ :
Şia ve Ehli Sünnet'in mezheplerinde bulunan Kur'an ve akıl dışı inanç ve ameller,
hurafe ve cehalet, uydurma ve iftiralarla geçen bir ömür sanki cehennemin mutfağında geçmiş gibi oldu.
Yani anlayacağınız, Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dini ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia mezhebinin kaynaklarındaki hurafe ve uydurma rivayetler kitapta durduğu gibi durmuyor.
Bir vahşet, cehalet, taklitçilik, bozukluk, çürüme, ırkçılık ve yozlaşma meydana getiriyor.
(4.YAZI)
Yüce Allah'ın yanında nefret ile karşılanan fiilleri insanlar neden bu kadar kolay bir şekilde inanç ve ahlak haline getirmişlerdir?
Kur'an ehli muvahhidlerin şiddetle karşı geldikleri gelenekler insanlarda nasıl inanç ve gelenek olmuş?
Çünkü her şey alışkanlıkla biçimlenir.
Kötü alışkanlıklar yok edilmezse zamanla toplum nezdinde bir tabiat olarak kök salar, milletin dini hayatını sarmalar, ümmet bu hurafelere alışınca artık onları kolay kolay terkedemez.
Bundan sonra nereye giderse gitsin bu hurafeleri ve uydurmaları yanında taşımaya mahkum olacaktır.
İnsan beşikte öğrendiğini mezara kadar götürmeye azmedecektir.
İşte Allah tarafından gönderilen tüm Elçilerin görevi insanların üzerinde bulunan bu esaret zincirlerini atmaktır olmuştur.
"Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Nebi'ye uyanlar var ya, işte o elçi onlara iyiliği emreder,
onları kötülüklerden meneder, onlara temiz şeyleri helal,
habis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir.
O elçiye inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur 'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler bunlardır"
(Âraf, 157)
Dolayısıyla gelenekleri ve alışkanlıkları söküp atmak kolay bir iş değildir.
Yani gelenekleri terketmek inanılmayacak kadar zor bir iştir.
ARKADAŞLAR!
Bir kaç kuşaktan beri itibar görüyorlar diye geleneklerin doğru olduğuna sakın inanmayın.
İnsan ilk önce doğruyu öğrenmesi gerekir.
Doğruyu bilirse gelecek olan yanlışı bilir. Fakat sürekli yanlış olan şeylerle büyümüşse doğruya zor ulaşır.
Elçilerin dâvetinin kabul edilmemesini Kur'an şu şekilde haber vermektedir.
",,,,Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik"
(Mü'minün, 24)
Güzel bir söz vardır.
"Gelenekler ve hurafeler aklını kullananların baş belası, cahil ahmakların putudur"
Dolayısıyla gelenekler ve hurafeler önce örümcek teli gibidir, zamanla kopmaz bir halat haline gelirler.
Kur'an ayetlerinden sonra en çok sevdiğim söz şudur.
"Yalnız yaşayanlardan değil, ölülerden de çekeceğimiz var"
Kur'an ehli muvahhidler yaşayan cahillerden daha çok, yüzyıllar önce ölüp giden Kur'an bilmez âlimlerden ızdırap duyarlar.
Akıllı insanları esas yoran hayatta olan ümmi insanlar değil, cahil âlimlerin bıraktıkları batıl ve karanlık mirastır.
Eğer sözde müçtehitler, âlimler, müfessirler, muhaddisler olmasaydı insanların Kur'an'a karşı ikna edilmesi bu kadar zor olmayacaktı.
SONUÇ :
Şia ve Ehli Sünnet'in mezheplerinde bulunan Kur'an ve akıl dışı inanç ve ameller,
hurafe ve cehalet, uydurma ve iftiralarla geçen bir ömür sanki cehennemin mutfağında geçmiş gibi oldu.
Yani anlayacağınız, Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dini ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia mezhebinin kaynaklarındaki hurafe ve uydurma rivayetler kitapta durduğu gibi durmuyor.
Bir vahşet, cehalet, taklitçilik, bozukluk, çürüme, ırkçılık ve yozlaşma meydana getiriyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)