31 Ocak 2022 Pazartesi

SALÂT ve TEVBE (18.YAZI) Tüm bu sürecin ardından gelen farkındalığınız ve hakla aydınlanmanız sizi ister istemez daha derin bir kendini sorgulamaya itecektir. Eskiden aklınızı nasıl bu kadar kullanamaz halde olduğunuza, gafletinizle yanlış yapıp ettiklerinize ve ne kadar da büyük bir cehalet içinde hayatınızı yaşadığınıza pişman olacaksınız. Şu dünya hayatında herkes kendini bir dine bağlı görüyor. Yüce Allah’a iman etmediklerini söyleyenler bile neticede bir ideoloji içindedir. Bizim coğrafyada Allah vergisi olarak zaten herkes “Müslüman!” Ancak Kur'ani gerçek böyle işlemiyor. Eğer bir insan Kur'an'ın ilim ve hidayetine göre tevbe etmemişse gerçek anlamda onun bir dini yok demektir. Yani "her çocuk Müslüman doğar" sözü, Nebi'ye iftiradan başka bir şey değildir. Bir çocuğun farkındalık içinde bir dininin olması Kur'an tarafından onay almaz. Kur'an'ın hidayetiyle farkındalığa ulaşmamış bir yetişkinini de dini bulunmamaktadır.Bu manada vahiy'le ciddi bir dönüşüm geçirmeyen kimsenin Allah’ın dinini fark edebildiğini söylemek imkansızdır. Yani ciddi olarak Kur'an'la tanışmayan gerçek anlamda ne mümin ve müslüman, ne de kafir ve müşrik olmaz. Tevbe şöyle bir şey: İlk başta verdiğim benzetmeye dönersek; Kur'an'dan öğrendiklerimiz bizi o kadar değiştirdi ki, artık o eski çevrimdışı zamanlarımızdan ötürü pişmanlıklar duyuyor, bir özür e-postasını bağlandığımız ana bilgisayara gönderiyor ve kendimizi düzeltmeye başlıyoruz. "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder" (Bakara- 159)"Ancak tevbe edip yani (kendilerini) ıslah edenler, yani (gizlediklerini) beyan edenler(e gelince); onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul edenim, merhametli olanım"(Bakara-160) Bu gerçeği beyan başkalarına yapılan bir beyan değil, Allah’a yapılan bir itiraftır.Yoksa bir şeyhin elinden tevbe almak ya da kilisede rahibin günah çıkartması gibi değildir. Özür dilemeniz veya itiraf etmeniz gereken birisi varsa gidip özür dilersiniz bu ayrı bir konu, ama tevbe Allah’a yapılacak, ona bağlantınızı ayakta tutacak bir şeydir. Salât'ı ikâme etmek yani vahiy'le arınmaktır.Tevbe, salât'ı ikame etmenin (bağlantıyı ayakta tutmanın) en güzel araçlarından biridir. "... Eğer tevbe eder yani salât'ı ikame eder yani zekat'a (arınmaya) gelirlerse artık yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah Ğafur'dur, Rahim'dir"(Tevbe-5) "Eğer tevbe eder yani salât'ı ikame eder yani zekat'a (arınmaya) gelirlerse artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle tafsil ediyoruz" (Tevbe- 11)Salâtı ikame edeceğimiz (bağlantımızı ayakta tutacağımız) tüm yaşamımız boyunca da düştüğümüz hatalardan duyacağımız derin pişmanlıklar süregelen tevbelerdir. "Kim işlediği zulümden sonra tevbe eder yani kendini ıslah ederse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, Ğafur'dur, Rahim'dir" (Mâide-39) "Ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: Sizlere selam olsun. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki; içinizden kim cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder yani (kendini) ıslah ederse şüphesiz O, Ğafur'dur, Rahim'dir"(En'am-54) "Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe eden yani kendilerini ıslah edenler yani Allah'a sığınıp dinlerini yalnız ona özel kılanlar başkadır. İşte bunlar gerçekten müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere yakında azim bir mükafat verecektir" (Nisa-146)"... O halde Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun yani salât'ı ikame edin yani zekat'a (arınmaya) gelin. Allah'a güzel bir borç verin. Kendiniz için önceden ne hayır takdim ederseniz Allah katında onu bulursunuz; hem de daha hayırlı yani mükafatça daha muazzam olmak üzere. Allah'a istiğfar edin, Şüphesiz Allah Gafur'dur, Rahim'dir" (Müzzemmil-20)

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(124. YAZI)Yunus Süresi Mekke'de İnmiştir, 109 Âyettir. 1-) Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir. 2-) İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler? 3-) Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. Onun izni olmadan (dünya hayatında) hiç kimse şefaatçı olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla tezekkür etmiyor musunuz? 4-) Allah’ın gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip yani salih ameller işleyenlere adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir ve kâfirlere gelince, küfürlerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır. 5-) Güneşi ışıklı, ayı da bir nur kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak hakka (bir amaca yönelik olarak) yaratmıştır. O, bilen bir kavim için âyetleri böyle tafsil ediyor. 6-) Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, sakınan bir kavim için elbette nice âyetler vardır! 7,8-) Bizimle karşılaşacaklarını ummayanlar yani dünya hayatına razı olup yani onunla mutmain olanlar yani âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir! 9-) İman edip yani salih ameller işleyenlere gelince, imanları sebebiyle Rableri onları hidayet eder.(Aynı zamanda) altından nehirler akan naim cennetlerinin içinde (onları ağırlar.) 10-) Onların oradaki duaları: "Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!" (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. 11-) Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı ummayanları biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız. 12-) İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece müsriflere yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi. 13-) Andolsun ki sizden önce, nice memleketleri helak ettik yani Resülleri kendilerine beyyinât getirmişlerdi yani onlar iman edecek değillerdi. İşte biz mücrim kavimleri böyle cezalandırırız. 14-) Sonra da, nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yerde halefleri kıldık (Onların yerine sizi getirdik). 15-) Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, sadece bana vahyedilene tâbi olurum. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette azim günün azabından korkarım. 16-) De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım yani Allah onu size bildirmezdi. Ben bundan önce içinizde bir ömür geçirdim. Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz? 17-) Allah’a karşı yalan yere iftira edenden veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?Andolsun ki mücrimler iflah olmazlar! 18-) Onlar Allah’ı bırakıp (yanında-ötesinde) kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyecek şeylere ibadet ediyorlar yani bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar. De ki: "Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk koştuklarından uzak ve yücedir." KUR'AN'DA ŞEFAAT SİSTEMİNİN ÇÖZÜMÜBağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Allah'ın rahmet ve inayetiyle şefaat sisteminin Kur'an'da var olan çözümü şu şekilde ortaya çıkmaktadır. Ahiret gününde insanların dünyada işledikleri amellerin karşılığından başka hiçbir şey yoktur.Kur'an'da anlam bakımından bazı kavramlar dünyaya ait iken, bazı kavramlarda âhirete yönelik olarak geçmektedir. Yani "şefaat" kavramı hiçbir âyette âhirete yönelik, ahiretle bağlantılı olarak kullanılmamıştır. Dolayısıyla âhirette ne Allah'ın, ne de başka kimsenin şefaatinden söz edilemez. Kısacası âhirette şefaat yoktur. "Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve "şefaat bulunmayan" gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda infak edin. Gerçekten kafirler zalimlerin ta kendileridir" (Bakara-254)Yukarıdaki âyet, âhirette hiç kimse tarafından şefaatin olmadığını gayet açık olarak ortaya koymuştur. Yani şefaat yok ki, birisi etsin ve birilerine edilsin. "Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödeme de bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden durumunu düzeltmesi istenmez (mazeret kabul edilmez) onlara asla yardım da yapılmaz" (Bakara-48,123) Bu konu Kur'an'da o derece kesin olarak ortaya konmuş ki, buna karşı gelen, bunu kabul etmeyen, buna alternatif anlamlar ileri sürenler büyük hata ederler, eğer ilim adamı sıfatları mevcut ise hata ve sorumlulukları daha da artar. Ahiret gününde insanın kendi amelinden başka hiçbir şeyin olmadığını gösteren âyetler."Ceza günü nedir bilir misin? Nedir acaba o ceza günü? O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün emir (hesap işi) Allah'a kalmıştır"(İnfitar, 17, 18, 19)"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları (o güne iman edenleri) onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için dununda (yanında- ötesinde,-berisinde) başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır, belki sakınırlar"(En'am, 51)Âyette geçen "dünihi" kelimesindeki "hi" zamiri Allah'a da gidebilir, Kur'an'a gidebilir.Ama bir gerçek var ki, "âhirette şefaat yoktur" Kur'an'da şefaat, tamamen dünya hayatı bağlamında kullanılmış bir kavramdır. Bu konuyla alakalı âyetler şunlardır."Allah, ondan başka ilah yoktur, O, hayydır, kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.Göklerde ve yerdeklerin hepsi onundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat (yardım) edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir,..."(Bakara, 255)"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah'tır. O'nun izni olmadan(dünyada) hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır. O halde ona kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz"(Yunus- 3)"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimiz, diyorlar. De ki: " Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir "(Yunus-18)Şefaat ile alakalı âyetlerin iniş sebebi şudur.Müşrikler evliya ve ilahlarının dünya hayatında kendilerine savaşta ve barışta yardım ettiklerini iddia ettiklerinden şefaat ile alakalı âyetler nazil olmuştur.Çünkü Müşrikler öldükten sonra dirilmeye ve ahiret hayatına iman etmiyorlardı ki, âhirette şefaatten söz edilsin. Yukarıdaki âyette geçen "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" cümlesi bu gerçeği ortaya koymaktadır.Mekke müşrikleri dünya hayatında ilahlarının ve efendilerinin kendilerine yardım edeceğine iman ediyorlardı. Ve bu inanca çok değer veriyorlardı.İşte yukarıda geçen âyetler dünya hayatında manevi olarak sadece Allah ve izin verdiği meleklerin yardım edeceğini açıklamaktadır.ÂHİRETTE İNSANIN KENDİ AMELİNDEN BAŞKA GEÇERLİ HİÇBİR ŞEY YOKTUR ."Her nefis kazandığına karşılık bir rehinedir"(Müddessir- 38)"Bilsin ki insan için kendi amelinden başka hiçbir şey yoktur"(Necm- 39)"... Onlara: İşte size cennet, yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız diye seslenilir"(Â'raf- 43)"Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar. O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız"(Yasin- 53, 54)Ahirette insanlar tevhid, güzel ahlak ve salih amellere göre hesap vereceklerdir. Aslında Kur'an'da insanın kendi amelinden başka şefaatçilerin olacağını zerre kadar gösteren, ima eden en ufak bir emare ve alamet mevcut değildir. Fakat Ehli Sünnet ve Şia'nın uydurma rivayetleri ile tarikatlardaki hulul inancının tesiri ve baskısı sayesinde böyle batıl bir inanç doğmuş ve gelişmiştir. MESELA: "De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz"( Zümer- 44)âyetinde, şefaatin ölümden önce dünya hayatında olduğu, bunun da manasının Allah'ın vahiy indirmesi, insanlara yardım etmesi ve desteklemesi, iyiliğe ve hayra yönlendirmesi anlamlarına gelmektedir.Diğer bir ayette "Göklerde nice melek vardır ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında hiçbir işe yaramaz"( Necmi- 26)Bu âyette yüce Allah göklerden bahsetmekte ve şunu buyurmaktadır."Benim iznim ve rızam dışında dünya hayatında melekler dahil hiç kimse bir başkasına yardım edemez ve destekte bulunamaz Yani Kur'an'da geçen bütün şefaat kavramları dünya hayatındaki yardım ile ilgilidir. Tekrar ederim, Mekke müşrikleri ölümden sonra dirilmeye iman etmiyorlardı. YANLIŞ MEAL VERİLEN ÂYETLER. Ahiret gününde şefaat ile alakalı yanlış meal verilen ayetlerin bir kaçı şöyledir.YANLIŞ: "Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez"(Sebe-23)Doğrusu şöyledir: "Allah'ın huzurunda kendisinin izin verdiği kimselerden başkasına şefaat (yardım) ulaşmaz, fayda vermez" Yani dünya hayatında Allah'ın şefaatini hak edemez, liyakat kazanamaz.Veya, ey müşrikler dünya hayatında kendilerine kulluk yaptığınız evliya ve İlahlarınızın Allah katında hiç bir değerleri yoktur ki, Allah ile sizin aranızda aracı olsunlar da dünyada size yardım etsinler, böyle bir şey söz konusu olamaz.İlk manada: Allah'ım bazı kişilere şefaat etme yetkisi vereceği anlaşılırken,doğrusunda ise, dünya hayatında Allah'ın şefaatinden yararlanabilen muttaki ve muvahhid müminler olduğu açıkça anlaşılmaktadır, yani dünya hayatında müslümanlarla müşrikler arasında gerçekleşecek bir savaşta yüce Allah melekleri vasıtasyla müminlere şefaat edecek ve onları zafere ulaştıracaktır. YANLIŞ MEAL: "O gün Rahman olan Allah'ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olmayacaklardır"(Elmalı, Meryem süresi, 87)DOĞRUSU:"O (dünyadaki hesaplaşma- savaş-mucadele) gününde Rahman olan Allah'ın nezdinde söz ve izin alandan başkaları şefaate( Allah'ın yardımına) sahip olamazlar" Eğer gelenekçilerin şefaat anlayışına iman edecek olursak kurtuluşun tevhid, güzel ahlak ve ameli sâlih'te olduğunu açıklayan yüzlerce ayet anlamsız hale gelecektir.YANLIŞ MEAL:"O gün, Rahman'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez"(Tâhâ, 109, Elmalı, Diyanet meali)DOĞRUSU ŞÖYLEDİR:"O (dünyadaki hesaplaşma- karşılaşma- mucadele -savaş) gününde, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasına (Allah'ın şefaati) fayda vermez "Yukardaki âyetlerin bulunduğu âyetler topluluğna bakıldığında şefaat ile ilgili âyetlerin tamamen dünya hayatını anlattığı ve dünya hayatında yapılacak bir savaşın galibinin Allah'ın yardımı sayesinde müminlerin galibiyetiyle sonuçlanacağını ortaya kıymaktadır. Müşriklerle müminler hiç bir zaman âhiretteki şefaati konuşmamış ve hiçbir zaman tartışma konusu yapmamışlardır. Ama dünya hayatında galibiyet ve zaferin kimin yanında olacağını ve zamanı ve günü geldiğinde Allah'ın kime yardım edeceğini ve kimi zafere kavuşturacağını her gün konuşup tartışıyorlardı."Ancak iman edip salih ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarınıda kendilerini savunanlar başkadır. Zalimler nasıl bir inkilab ile devrileceklerini yakında bileceklerdir"Şuara224 "O taptıkları ilahlar mı daha hayırlı yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir ilah mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz"(Neml- 62)Bu mesele ile ilgili yüzlerce âyet vardır. SONUÇ OLARAK:Allah işine hiç kimseyi ortak etmez. Dünya hayatında ellerinde maddi ve manevi imkan bulunan kimseler taraftarlarına, akrabalarına, dostlarına şefaat ederler.Fakat kıyamet günü hiç kimse başkasına şefaatçi olamaz, yani dünyadaki şefaacilerin şefaati bitmiştir.Âhirette hiç kimsenin şefaati yoktur.Daha doğrusu âhirette şefaat yoktur. Bu hakikatı şu âyet apaçık olarak ortaya koymaktadır."Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez"(Müddessir-48)

30 Ocak 2022 Pazar

SALÂT ve İMAN(17.YAZI) Aslında "Müslim" kavramı Kur'an'ı Mübin'de "sadece Allah'a dolayısıyla onun hükümlerine indirdiği kitab-a teslim olan kişi" anlamında kullanılmıştır."İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan saf, dosdoğru bir Müslim idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran- 67) "Müslim, selim, silm, Müslüman, selam, İslam kavramlarının bütün türevleri "saf inanç, şirksiz iman, hanif yani orijinal din" anlamlarında kullanılmıştır. Kur'an'ın neresinde böyle bir kavram ile karşılaşırsak "şirksiz iman, temiz inanç, hanif İslam, saf ve halis din" aklımıza gelmesi gerekiyor.Kur'an'da iman ile şirk bir arada anıldığı halde, İslam ile şirk hiçbir âyette bir arada anılmamıştır. Kur'an'a göre "insanların çoğunun Allah'a imanları şirkle beraberdir" (Yusuf- 106)Tarihin bütün müşrikleri Allah'a iman ederlerdi, hem de dinlerinde samimi bir imana sahip bulunuyorlardı.Yani dinlerinin muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, mallarını infak ediyor (Enfal-36) her türlü fedakarlığı gösteriyorlardı.Fakat şirk ile İslam birbirine düşman, birbirine son derece aykırı iki zıt inanç ve ayrı din konumundadırlar.İşte bundan dolayı yüce Allah, mezheplerin söyledikleri gibi "iman" üzerine değil, kullarının İslam üzerine yani "Müslüman" olarak can vermelerini istemektedir."Ey iman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin ve ancak Müslümanlar olarak can verin"(Âli İmran- 102)Allah'ın Resulleri de "iman" üzerine değil, İslam ve Müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmişlerdir. Yusuf (a.s) ın Allah'a yakarışı şöyledir."... Ey göklerin ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dostumsun. Beni Müslim olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarına ulaştır"(Yusuf- 101) "Çünkü Rabbi ona Müslim ol, (eslim) demiş o da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da, : Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslam-Tevhid) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak can verin, dediler"( Bakara- 132, 133) İslam kavramı "saf inanç, hanif din, pak sistem" anlamına geldiği için Kur'an'da mü'minlerin özellikleri sayılırken, Müslümanların özelliklerine yer verilmez.Mesela: "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar salat'ı ikame eden ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infak eden kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir"(Enfal- 2, 3, 4)"Müminler ancak Allah ve Resulü'ne iman eden, sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır"( Hücurat- 15) Kur'an'a göre bir insanın gerçek mü'min olması için "iman ettim" demesi yeterli olmamaktadır.Gerçek olarak iman etmenin birçok şartı mevcuttur. İşte bundan dolayı bir çok âyette genellikle "iman edip ve ameli salih işleyenler..." buyrulmaktadır.Âyetlerde bulunan "ve" yani anlamına gelmektedir. İman ile beraber şirk illetinin olabileceği veya sırf iman etmenin yeterli olmadığını Kur'an bizlere haber vermektedir."İnsanlar sınanmadan, sadece "iman ettik" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"( Ankebut- 2) Bu konuda yanlış anlaşılmaya müsait bir âyet bulunmaktadır. "Araplar "iman ettik" dediler. De ki: Siz gerçek olarak iman etmediniz, ama (dürüst olun ve doğru konuşun, İslam'ın ve Müslümanların gücü karşısında ister istemez) "gelip teslim olduk, boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir" (Hücurat- 14) Yukarıdaki âyette bulunan "eslemné- "Müslüman olduk, Allah'a teslim olduk" anlamlarında değil, güç karşısında Müslümanlara ve menfaate boyun eğmek" anlamında kullanılmıştır.Çünkü iman kalbe iyice yerleşmeyince iman ve İslam yani Allah'a teslim olma tahakkuk etmiyor.İslam her türlü endişe, korku, şirk, şüpheden uzak tam bir emniyet içerisinde olma anlamına gelmektedir. Bu âyette Yüce Allah "iman ettik" diyen bedevilerin kalplerini bildiği için onların gerçekten iman etmediklerini İslam'ın ve Müslümanların zaferi karşısında mahalle ve akraba baskısı veya devletin maddi imkanlarından faydalanma amacıyla ister istemez boyun eğdiklerini bildiriyor.Dolayısıyla Mümin, iman etmeden önce aslında kime ve neye iman ettiğini dönüp bakmalı. Yüce Allah ile nasıl bir bağlantısı var? Takvası, kötülüklerden korunma refleksi var mı? Din diye ona öğrettikleri şeyde, hak ile batılı ayırt etme isteği ve kabiliyeti var mı? Allah'ı birlemenin ve şirk koşmamanın ne olduğunu anladı mı? Mezhebe göre değil, gerçek manada rükû ederek yani eğilip de âyetlerde ne deniyor diye baktı mı? Okumadığı kitaba mı iman ettiğini söyledi? Yok eğer okuduysa okuduğu ilâhi mi şeytâni mi diye doğruladı mı?İmanına zulüm karıştırdı mı, karıştırmad mı? Farkındalıkla dünyaya bakıp da içi mutluluk, huzur ve heyecanla hiç doldu mu? İşte tüm bu sürecin bir benzerini yaşamadan edilen imandan da iman ettim denilen şeyden de emin olunabilinir mi? "Onlar gayba iman edip, salât'ı ikame ederler yani kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Ve onlar hem sana indirdiğimize hem de senden önce indirdiklerimize ve ahirete de kesin olarak iman ederler.(Bakara-3, 4)Aslında iman etmenin dilimize inanmak olarak tercüme edilmesi problemlidir. Kitapta övülen inanmak değil iman etmektir. O kitap inanmaya değil iman etmeye, yani emin olmaya çağırır. Kuru kuruya inananlar değil, bilenler emin olanlardır. İman etmek emin olmaktır. Onlar sadece cenneti değil, Allah’tan razı olmayı ve O’nun da kendilerinden razı olmasını hedefleyen Müslümanlardır. Onlar en büyük saadet ve selametin bu olduğunu bilenler ve hücrelerine kadar hissedenlerdir.O kitap yalana, taklide, hayale, masala, rivayete değil, bilinçli olarak gerçeği araştırmaya ve o gerçeğe teslimiyete çağırır. Yüce Allah'a teslim olanlar, yağmurun nasıl yağdığını bilim yoluyla araştırıp öğrenen, niçin yağdığı üzerine ise kendi beyniyle düşünenlerdir. Kur'an bir furkan yani ayırt edici bir kitaptır. O kitap, Kur'an’ı elinde sallayarak “Buna inananlar bana kul olsunlar” diyenleri ya da öyle demeye getirenleri şiddetle kınayan bir kitaptır. Zerrelerine kadar munafıkları deşifre eden bir kitaptır. Bir sözü diğer sözünü tutmayanların çelişkilerini ortaya saçan bir kitaptır. Yalancıların maskelerini indiren bir kitaptır.Salât'ı ikame ettiğimiz (bağlantımızı koparmadığımız) sürece hem bilgimiz hem de gönül huzurumuz artacaktır. "Sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu bilen kişi, o (kalbi) kör olan gibi olur mu? Ancak temiz akıl sahipleri tezekkür ederler"(Râd-19)"Onlar, salâtı ikame eder yani zekât'a (arınmaya) gelir yani onlar ahiretten emindirler. Ahirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara amellerini süslemişizdir "(Neml-3, 4) Dolayısıyla onlar bocalamaktadır. “Yakinen inanmak” şeklinde zaman zaman duyduğumuz kavram; işte o “emin olarak iman etmeyi” kast eder. Okuduğumuzda bunu (emin olarak iman etmeyi) gösteren birçok bağlamı sözcüğün farklı mealleriyle de olsa kitap (Kur'an) içinde bulabiliyoruz. "Bunlar hakim olan kitabın âyetleridir. Güzel ahlak sahipleri için hidayet ve rahmettir. Onlar salât'ı ikame eder yani zekât'a (arınmaya) yani ahirete de kesin biçimde iman ederler"(Lokman-2, 3, 4) Evet, doğrulayıp yani secde edip emin bir hale geldiysek; artık salât'ı ikame etmenin içinde bulunan başka bir bağlantı aracını görüyoruz.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(123.YAZITevbe Süresi 115-) Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra yani (vahiy'le) sakınacakları şeyleri kendilerine açıklamadan, onların (iradelerine ipotek koyarak, zorla) saptıracak değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. HİDAYET "Ey ehl-i kitap! Resülümüz (Kur'an) kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (hatanızı) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur yani apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla selâmet yollarına götürür yani onları iradesiyle (yasası gereği) karanlıklardan aydınlığa çıkarır yani sırat'ı müstakime hidayet eder.(Mâide-15,16)Hidayet etmek, doğru yolu göstermek demektir. Yoksa birisini zorla elinden tutup, sen bu tarafa geleceksin, buna iman edeceksin demek değildir. Onun için Yüce Allah'ın yapmış olduğu şey, vahiy indirerek hidayeti göstermek ve kitapla rehberlik etmektir. İşte bundan dolayı Yüce Allah ne buyuruyor. "...Sadece Allah hakkı söyler ve yalnız O doğru yola hidayet eder. (Ahzab- 4)"İşte böylece biz onu (Kur'an'ı) açık seçik âyetler halinde indirdik. Gerçek şu ki, Allah dileyeni hidayete iletir"Görüldüğü gibi, hidayet, vahiy'le doğru yolun gösterilmesidir, vahiy'le rehberlik etmektir. Yüce Allah, sadece vahiy'le hidayeti gösterir, insanın iradesine zorla müdahale etmez. Ehl-i Sünnet ve Şia din adamları kader ve cebir inancı gereği hidayeti gösterme ile insanın iradesine zorla mudahaleyi karıştırıyorlar. Yani vahyi devre dışı bırakarak, yüce Allah'ı insan iradesine zorla mudahale edeciğine iman ediyor ve ilgili âyetlere bu şekilde meâl veriyorlar. Kur'an'a gitmedikleri için yüce Allah'ın insan iradesi üzerinde hiçbir müdahalesinin olmayacağını anlayamıyorlar. Yüce Allah vahiy ile hidayeti gösteriyor ama doğruya ve yanlışa gidip gitmeme tamamen insanın iradesinde olan bir şeydir.Zaten dünya bu yüzden bir imtihan alanıdır. Talebeleri imtihan etme esnasında gözlemcilerin sessiz olmaları, müdahale etmemeleri, konuya duyarsız olduklarından değil, imtihanın özelliğinden kaynaklanan bir haldir. Yüce Allah'ın müdahale ettiği bir hususta insanın sorumluluğu olamaz. İlkeyi öyle koymak gerekir. Dolayısıyla Kur'an'ın ilkesi budur. Eğer bir alanda, bir yerde Allah'ın mudahalesi varsa, öyle düşünülüyorsa orada insanın sorumluluğu olamaz. O zaman sorumluluğu izah edemeyiz. İnsan kendisinin hidayette olup olmadığını bilmesinin tek yolu yüce Allah tarafından indirilen vahiy'dir. Çünkü Kur'an'ın bütün referansları ilmidir, akla hitap eder. Kendimizi düzeltmenin tek yolu vahye yani Kur'an'ın hidayet ve rahmetine sığınmaktır. Kur'an'dan başka hidayet rehberi edinmemektir.Dinde özgürlük hayatidir. Onun için özgürlük dediğimiz şey, dine girerken de dinin içindeyken de olmak zorundadır. Özgürlüğün olmadığı yerde din yoktur.Özgürlüğün olmadığı yerde din adına faşizm vardır. Yüce Allah yarattığı insana verdiği fıtrat gereği özgür kılmıştır. İnsanın özgürlüğüne müdahale ettiğiniz zaman fıtratını bozarsınız. Fıtratı bozulan insan güzel ahlak sahibi ve âdil olamaz. Yüce Allah'ın emirleri topluma değil, bireyleredir. Topluma dolaylı yoldan müdahale olur. Doğrudan müdahale bireyleredir. Yani Kur'an'ın getirdiği dünya görüşü kaliteli bireylerden oluşan toplum modelleri öngörür. Bu yüzden Kur'an'ın amacı bireyi güzel ahlak sahibi kılmaktır. Birey doğru olmayınca toplum da doğru olmayacaktır. Zaten iman da bireysel bir olgudur tüzel iman diye bir şey yoktur. 116-) Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir veli ne de bir yardımcı vardır. 117-) Andolsun ki Allah, bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Nebi'yi ve o zor saatte ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı Rauf'tur, Rahim'dir. 118-) Ve seferden geri kalan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yer, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb (tevbeyi kabul eden), Rahim olandır. 119-) Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun. 120-) Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara (seferde) Allah’ın Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa uğramaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarıya nâil olmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah güzel ahlak sahiplerinin mükâfatını zayi etmez. 121-) Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her infakı, geçtikleri her vâdiyi mutlaka onların lehine yazılacaktır. 122-) Müminlerin hepsinin toptan çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir fırka dinde (dinî ilimlerde) bilgi edinmek ve kavimlerine döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. (Âyet sefere veya savaşa çıkmakla ilgili değildir. Obalaradan, köylerden ve şehirlerden toplu bir şekilde kalabalık cemaatler halinde Resülüllah'a yapılan ziyaretler hakkındadır. Yani bir yerleşim yerinden az sayıda insan gidip görüşecek ve Allah Resülünden öğrendiklerini gelip halkına aktaracaktır. Resülüllah (a.s) ın gelecek kalabalıkların hepsini ağırlayıp onların tümüyle ilgilenmesi mümkün değildi. İşte âyet bu ziyaretlere bir düzen getiriyor. Eğer âyette söz konusu olan sefer çıkmak ve savaş yapmak olsaydı, toptan gitmeleri gerekirdi. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor. "...Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi sizde onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir"(Tevbe-36)123-) Ey iman edenler! Kâfirlerden size tehdit oluşturanlara karşı savaşın yani (kendinizi savunmada) sizde (aşılmaz) bir güç bulsunlar ve bilin ki, Allah muttakilerle beraberdir. 124-) Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: "Bu sizin hanginizin imanını artırdı?" İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. 125-) Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da (nifak hastalığı) kirlerinin üzerine kiri ziyadeleştirir yani onlar artık kâfir olarak ölürler. 126-) Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) fitne edildiklerini (sınamadan geçirildiklerini) görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de tezekkür ediyorlar. 127-) Bir sûre indirildiği zaman, (kaş göz işaretiyle alay eder) birbirlerine bakar (ve): (Çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra da (yüz çevirerek) giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (imandan) çevirmiştir. 128-) Andolsun size kendi nefsinizden (içinizden) aziz bir Resül gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok haris, müminlere karşı Rauf'tur, Rahim'dir. (Kur'anda "aziz" izmi, yüce Allah, vahiy (Fussilet-41) ve Resül (Tevbe-128) bağlamında geçmektedir.Ayrıca "Rauf" ve "Rahim" isimleri de, yüce Allah (Bakara-143; Tevbe-117) ve Resül (Tevbe-128) bağlamında geçmektedir. 129-) Ey Nebi! Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na tevekkül ederim yani O azim Arş’ın sahibidir.(Son âyetle birlikte Tevbe süresinden anladığımız ve ibret aldığımız ders şudur. Allah Resülünün yaşamış olduğu Medine dönemi "asrı saadet" değil, munafıkların, kalplerinde hastalık olanların ve iki yüzlü kafirlerin güçlü ve tehlikeli oldukları bir asırdır. Eğer öyle olmasaydı, haklarında bu kadar âyet inmezdi. Yani geleneksel dinin yani hadis dininin yani mezhepler dininin adamları yalan söylüyorlar, yüce Allah'ın kitabı ve son mesajı olan Kur'an'dan konuşmuyorlar.) (Tevbe Süresi Son)

29 Ocak 2022 Cumartesi

SALÂT ve TASDİK(16.YAZI) Tasdik, "aynen öyledir, gönülden inanıyor ve onaylıyorum yani doğrulamak"demektir. Kur'an'da "tasdik" Allah, vahiy ve Resül bağlamında kullanılan bir kavramdır.Tasdik, sadaka ile aynı kökten gelmektedir. Şimdi âyetlere geçelim. "Fakat o, ne tasdik etti (felé saddeka) ne de destekledi (velé sallé).(Kiyâme-31) "Ve lâkin yalanladı (velékin kezzebe) ve yüz çevirdi (ve tevellâ).(Kiyâme-32) Bu iki âyette parantez içlerinde gösterdiğimiz iki farklı kelimenin metinleri yani orijinal arapçaları görünüyör. Âyette “saddeka” kelimesi “kezzebe”nin zıt anlamı iken “sallâ” kelimesinin de “tevellâ”nın zıt anlamı durumunda olduğu hemen fark ediliyor. Yine çokça tartışılan “sallé” yani destekleme konusunu “salâvat” bölümünde konuşacağımız ayrı bir başlık olduğu için şimdilik onu geçelim ve biz “saddeka” olarak geçen kelimenin diğer âyetlerle de “onaylama, tasdik, doğrulama” anlamındaki yakın formlarını da görelim. Aşağıdaki âyetlerde de tasdikin ayrı bir tanımı vardır. "(Süleyman) “Göreceğiz, sadıklardan mısın, yoksa yalancılardan mı oldun?” dedi(Neml-27) "Ve kardeşim Harun; lisan bakımından o benden daha fasih (anlaşılır) konuşmaktadır, onu da benimle birlikte bir yardımcı olarak gönder, beni tasdik etsin. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum" dedi. (Kasas-34) Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah gerçekten sâdıkları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir"(Ankebüt-3)"Ey iman edenler! Resülle gizli bir şey konuşacağınız zaman, bu gizli konuşmanızdan önce sadaka takdim edin (onu doğrulayın sadık olduğunuzu gösterin). Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bulamazsanız, bu durumda şüphesiz Allah Ğafur'dur, Rahim'dir Gizli konuşmanızdan önce sadaka takdim etmekten çekindiniz değil mi? Yani yapamadığınızda Allah tevbenizi kabul etti. Şu halde salât'ı ikame edin yani zekât'a (arınmaya) gelin yani Allah'a yani O'nun elçisine itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır"(Mucadele-12, 13) Bir düşünelim. Nebinin çağdaşısınız. Onun Allah'tan aldığı vahyi ilettiği haberini aldınız. Bazı sözleri kulağınıza geldi, akıl ve mantığınıza uygun buldunuz. Ama doğru olup olmadığına emin olamadınız. Madem onunla çağdaş ve aynı coğrafyada yaşamak gibi bir fırsat var elinizde neden yanına gitmeyesiniz! Eğer doğru söylüyorsa bu muhteşem fırsattan yararlanmak ve hakkın yanında yer almak ve aklınızı karıştıran birçok sorunun cevabını bulmak ümidiyle, eğer yalansa bu kötülükten zarar görmemek ve insanları bu yalan ve iftiralara karşı uyarmak niyetiyle yola çıktınız. Nitekim yanına gidip onunla konuşmak istediniz. Ama oraya vardığınızda, Resül ile özel konuşmanın bedeli olarak önce sadaka vermenizin gerekli olduğunu söylediler!” Yukarıdaki âyet, bütün meallerde aynen yukarıda söz ettiğimiz gibi verilmiştir. Hani Resüller tebliğ görevlerinde ücret istemezlerdi! Hani bizden ücret istemeyenlere tâbi olacaktık!(Yasin-21) O halde (doğrulama anlamı yoksa) bu âyetin mealinde bir problem var demektir. Mucadele süresinin ilk âyetinden itibaren okumaya başladığımızda göreceğiz ki konu zaten tasdik edilmiş ya da tasdik edilmemiş bir sözün gizlice iletilmesiyle ilgilidir. "Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle mucadele eden yani Allah’a şikâyette bulunan (kadın)ın sözünü işitti. Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir" (Mucadele-1) Kur'an’ın bağlam ve bütünlüğünü bilmeyenler, “Bu kadın Nebi ile dedikodu mu yapıyor ? Kur'an’da bunlar anlatılır mı? diye sorabilirler Bunlar asla dedikodu değildir.?Çünkü kadın iddiasını doğrulamış ve haklı olarak derdine bir çözüm aramak için Resülüllahın huzurunda bulunuyor. Peki, kadının şikayetçi olduğu şey nedir? "Sizden kadınlarına “zıhar”da bulunanlar (bilsinler ki, kadınları) onların anneleri değildir. Anneleri, yalnızca kendilerini doğuranlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan söylemektedirler. Gerçekten Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. (Mucadele-2) Anlıyoruz ki zıhar denilen şey, bir erkeğin hanımını annesi gibi gördüğünü iddia etmesidir. Âyetlerin devamından anlıyoruz ki bu zıhar denilen hurafe bir kocanın karısını boşama bahanesiyle kullandığı kötü bir gelenek, kadınları kocalarına karşı korunmasızlığa ve yalnızlığa iten batıl bir inanç. Daha sonra gelen âyetlerde bu batıl inancın ve kötü geleneğin İslam dinine yakışmadığı, ancak bunu yapanların bazı yaptırımlarla geri dönebilecekleri ifade ediliyor. Aslında verilmek istenen mesaj şudur. “Erkek egemen toplumlarda kadınlar üzerinden din kisvesine sokularak uydurulan bir takım inançlar ve kötü gelenekler nasıl ortaya çıkmış ve din zannedilen bu gelenekler din adamları tarafından nasıl suistimal edilerek kadınları ezmiş ve onları mağdur ettiğidir. Siz de dönün kendi toplumunuza bakın, dininizi sorgulayın ki, sizin din diye bildiğiniz şeyler gerçekte Allah’ın diniyle uyumlu mu değil mi ortaya çıkarın?” “Bir kadın Allah Resülü ile dedikodu yapıyor ve yüce Allah da buna bir şey demeyip bizi de dedikoduya ortak ediyor?” diyenlere cevap aramak durumunda değiliz ama bu tip Kur'an karşıtı iddialar bizim imanımızı test ediyor olmalıdır. O an cevap vermemeyi tercih edebilirsiniz ama sorulardan hiçbir zaman kaçmayın. Bunu sabır ve denenme, daha doğrusu öğrenme ve tekâmül etme fırsatı olarak kullanmalısınız. Daha iyisini öğrenmek isteyenler en aykırı sorulardan korkmamalı, bunları kendilerini geliştirici bir fırsat olarak görmelidirler.Ben şahsen Kur'an'dan sonra öğrendiklerimin büyük bir bölümü arkadaşlarla yaptığım tartışmaların sunucudur. Bir basamağı görmezden gelenler ona takılır ve yuvarlanıp düşerler. O basamak daha yukarı çıkmak için lazımdır ki tam da orada karşına çıkmıştır. İşte yedinci âyete geldiğimizde en başta kafamızı kurcalayan o konuyu biz unutsak da bakın yüce Allah unutmuyor. Sorun neydi? “Dedikodu mu okuyoruz?” Hayır dedikodu okumuyoruz ama dedikodunun nasıl kötü bir ahlak olduğunu Allah bize hatırlatıyor. Bunu da Allah Resülü üzerinden dillendiriyor. Yedinci âyette, bilip bilmedikleri konularda başkaları hakkında dedikodu yapanlara “üç kişi olsalar dördüncülerinin Allah olduğu, beş kişi olsalar altıncılarının Allah olduğu” hatırlatılıyor. Böylece şunu anlıyoruz ki Allah Resülü ile görüşen o kadın ve Resül iki kişi olduklarında üçüncüleri Allah’tı. Bunun farkında olan kimse hiç bir zaman olumsuz bir şey yapmaz. Daha önce de dile getirdik: Uydurma dinin Kur'an cahilleri tarafından bize din diye öğrettikleri “Bir kadın ve bir erkek yalnız kaldıklarında üçüncüleri şeytandır” rivayeti bu âyetle çöpe atılıyor. Erkekle kadın yalnız olduklarında üçüncülerinin şeytan olduğunu düşünen mi yoksa Allah olduğunu düşünen mi kendisini günahtan ve dedikodudan arındırır? Kötü niyetli kişi şeytanı umursamaz, ama Allah’ı umursaması kuvvetle muhtemeldir. Niyetini bozanın hatırlaması gereken, şeytan değil Allah’tır. Allah’la bağlantısını ayakta tutandır, koruyandır.Bu gibi durumlarda Allah'ın hatırlanması ile ilgili onlarca âyet varken, şeytanın hatırlanması ile ilgili hiç bir şey yoktur. Buda Kur'an ile rivayetlerin arasında ne kadar uzak bir mesafenin olduğunu açık olarak gösteriyor. Dikkat edin dedikodu veya “gizli fısıldaşma” gibi konular bu sürede hiç gündemden düşmüyor. Her sürenin bir ana konusu olduğu gibi bu sürenin ana konusu da dedikodu oluyor. Dokuzuncu ve onuncu âyetlerde dedikodu ve çekiştirmenin şeytan işi olduğu, uzak durulmasının gerektiği çeşitli üsluplarla anlatılmaya devam ediliyor. Onbirinci âyete geldiğimizde ise manzara biraz daha net bir hale geliyor. Allah Resülünün sadece âyetlerle konuştuğu, insanların onun olduğu yerde toplandığı, onun tebliğ ettiği Kur'an'ı dinledikleri, soru sordukları, sorunlarına cevap aradıkları bir meclis tasviri yapılıyor. Bu çerçevede oluşan bir cemaat ve bu cemaatin bir disiplin ve düzene girmesi gerektiğini öğretiyor. Günümüze bile bir medeniyet dersi verme niteliğinde olan yani toplantı ve meclislerde sonradan gelenlere yer açılması, orayı neredeyse işgal eder hale gelmemeleri, işleri bitince kalkmaları öneriliyor.Kur'an'da var olan gerçeklerin muhteşemliğini fark eden insanlar büyük bir hevese kapılıyor ve daha fazla öğrenme merakı ile bir kelimeyi bile kaçırmama telaş ve heyecanına düşüyorlar.Daha çok dinleme ya da konuşup ifade etme hevesi olanlarla dolu bir okuma, öğrenme ortamında yeni gelenlerin gerçekleri öğrenmeye daha çok ihtiyacı olduğunu unutan insanlar çıkabilir. Bir konferansı dinlemek için bugün bile ön sıralardan yer kapmak ve o kişinin her konferansını kaçırmamak için özel gayret gösteren insanları hatırlayın. Veya bir ses sanatçınının konseri, bir politikacının konuşması, bir cemaat ve tarikat toplantısı, bir sinema filminin galası gibi faaliyetlerde de benzer bir durum vardır. İşte salât'ı ikamenin içindeki “salât” budur. Bunu ileride daha anlaşılır bir tarzda ele alacağız. Konudan daha fazla uzaklaşmayıp bu bölümün konusu olan âyete dönelim… "Ey iman edenler! Resül'e gizli bir şey konuşacağınız zaman, gizli konuşmanızdan önce sadaka takdim edin (yani doğru olduğunuzu ortaya koyun, ispat edin). Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bulamazsanız, bu durumda şüphesiz Allah Ğafur'dur, Rahim'dir.(Mucadele-12) Çoğu meallerin aksine bu âyetin kelimeleri arasında miskin yok, birilerine (bildiğimiz manada) sadaka vermeyi bulamıyoruz. O halde ne demek isteniyor? Birinci âyetteki kadını hatırlayalım. Hani Resül (a.s) a söylediği şeyin zan mı gerçek mi olduğunu bilemediğimiz. Ya da “Selam vererek” yanına gelen ama sonraki sözlerinin gerçeklerle ilgisiz olanları hatırlayalım. Ya da herhangi bir kişiyi düşünelim, bir iddiası var, ya da gizlice bir şeyi Resül'e söyleyecek, ama halen iddiasından emin olamıyor. Bu kişinin ne yapması lazım? Yukarıdaki âyetin mealine göre bir yoksula sadaka vermesi mi gerekiyor! Peki, sadaka vermesi sorunu çözer mi? Yani konuşulacak gizli konuyu konuşulur hale getirecek olan sadaka vermek değil, konuşulacak konunun gerçekten doğru olup olmadığından emin olmasıdır. İddiasının doğru olmasıdır. İnanç ve niyetinde sadık olmasıdır. Yoksa taraflar şüphe üzerinde bir konuşma yapmış olurlar ve bu da dedikodu mahiyetine girme ihtimali çok yüksektir. Dolayısıyla burada Allah Resülünün boş yere meşgul edilmesi ve dedikoduya alet edilmesi de söz konusu olacaktır. Çünkü her gün bir çok kişi Allah Resülüne gelerek sorunlarını dile getiriyordu. Sürede tamamen bu konu işleniyor. Hucurat süresini de hatırladığımızda Medine ve çevresi için bu konunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyoruz. On üçüncü âyete baktığımızda konu netleşiyor. "Gizli konuşmanızdan önce sadaka takdim etmekten (onu doğrulamaktan) çekindiniz değil mi? Yani yapamadığınızda Allah tevbenizi kabul etti. Şu halde salât'ı ikame edin yani zekât'a (arınmaya) gelin yani Allah'a yani O'nun elçisine itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır"(Mucadele-13) Resül ile özel ve gizlice konuşmadan önce (bağış yapmaktan değil) o konuşacağı şeyin doğrulamaktan ürkmek söz konusudur. Ama Allah bu yaptığından pişman olanları bağışlayacağını söyler. Sürenin diğer âyetleri de aynı konuda ikiyüzlülüğü ve sonuçlarını çeşitli yönleriyle ifade edilmesiyle devam ediyor. Aslında konudan biraz uzaklaştık. Tekrar salât'ı ikameye dönelim. Neticede âyetlerde doğrulamanın salât'ı ikameyle (bağlantıyı ayakta tutmayla) olan bağını görmüş olduk: Allah’la bağlantısını ayakta tutan kişi kendisine hatırlatılan hakkı doğrular, yalana ve sahteye yönelmez.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ (122.YAZI) 113-) Cahim ashabı müşrik oldukları kendilerine belli olduktan sonra en yakın akrabaları dahi olsalar, onlara istiğfar etmek ne Nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz. NEBİ VE RESULÜ'N ÖZELLİKLERİNEBİ KİMDİR?Nebi: Allah'ın kendisine, kendisi ile alakalı vahiy indirdiği kişidir.Yüce Allah Resullük (elçilik) misyonu ile görevlendiriceği kişiyi ilk önce onun iç dünyasını düzenleme ve imarı, mükemmel bir ahlak ve sağlam bir inanç kazandırması açısından elçiliğe hazırlık olarak, Resul olacak kişiyi vahiy indirerek her türlü iyilik ve faziletlerle donatması demektir.Nasıl ki devlet, atayacağı memurlardan görev başlangıcında söz alıyor ve yemin ettiriyorsa, aynen onun gibi Allah Nebi'lerden de elçilik vazifesini hakkıyla yerine getirmeleri için bir söz ve misak almıştır. "Hani biz Nebi'lerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Evet biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık"(Ahzab- 7)Nebiler'den alınan sözün ne olduğunu şu âyetten öğreniyoruz."Hani Allah Nebi'lerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir "Resul" (tebliğ edecek vahiy) geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış, kabul ettiniz ve bu sözümü yüklediniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah! O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"(Âli İmran-81)Âyette bulunan "Resul'"den maksat kendisine risalet (elçilik) yüklenen Nebi'nin evrensel mesajla insanlara gönderilmesidir.Yani artık Nebi Allah'ın mesajını insanlara duyurmak görevini yüklenmiştir. Dolayısıyla "Nübüvvet" elçilik görevi için bir nevi olgunluk ve yeterlilik derecesinin verilmesi anlamına gelmektedir. "Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü (olgunluk derecesini, belgesini) vermiştik. Biz onu iyi tanırdık"(Enbiya- 51) Nübüvvet makam ve mertebesi ile alakalı bu anlattıklarım son "Nebi" ve "Resul" olan Muhammed (a.s)dan önceki "Nebiler"le alakalı bir durumdur. Son Nebi ve Nübüvvet'e bağlı son Resul olan Muhammed (a.s) ın gelmesi yani son vahyin indirilmesiyle Nebi ve Resul arasında bulunan farklar çok açık olarak ortaya çıkmıştır. Yani Allah Resulü'nden önce gelen Nebiler ve Resuller arasında bulunan farkları anlamak biraz zor olmakla beraber son Nebi'nin gelmesiyle bu mesele kesin olarak çözüme kavuşmuştur. Fakat Kur'an'da Nebi ile Resul arasında bulunan farklar mükemmel bir sistem dahilinde çok net olarak ortaya koymuştur. NEBİ: Kendisine vahiy indirildiği andan itibaren her ana, yirmi dört saat, gece gündüz, her zaman vefat edinciye kadar Nübüvvet makam ve mertebesine sahiptir. Özel hayatında Nübüvvet makam ve mertebesi ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta âhirette bile Nübüvvet makam ve mertebesiyle birlikte anılır."Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"(Nisa-69)Kendisine çağdaş olan yani aynı zaman ve zeminde yaşayan müminler Nebi'ye saygısızlık yapamazlar, hanımları müminlerin anneleridi oldukları için onlarla nikah kıyıp evlenemezler.Nübüvvet tarihsel bir makam ve mertebe iken, Risâlet ise, evrensel bir misyondur.Nebi'nin söz ve fiilleri özel hayat ile ilgili olduğu için müminler için bağlayıcı nitelikte değildir.Nebi'nin söz ve davranışlarının Resül gibi bağlayıcı olmamasının sebebi, özel hayatında söz ve fiilleri ile Allah'a karşı hata yaptığından ileri gelmektedir. Mesela:"Yukarıdaki âyette Nebi (a.s) müşrik akrabalarına istiğfar ediyor! Mesela: Nebi, Allah'ın helal kıldığını kendisine haram kılıyor.(Tahrim-1) Zaten Kur'an, Nebi'nin söz ve fiillerinin Resul gibi bağlayıcı olmadığını apaçık olarak gösteriyor. "Ey Nebi! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ma'ruf olan işte sana isyan etmemek hususunda sana biad etmeye geldikleri zaman, biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile..."(Mümtehine-12) Âyette geçen "ma'ruf olan işte sana isyan etmemek" cümlesi çok önemlidir. Çünkü yüce Allah, Kur'an'da Resül'e itaat etme konusunda hiçbir kayıt koymamıştır. Yani Resu'le kayıtsız şartsız iman etmek Allah'ın kesin emirleri arasında yer alır. Dolayısıyla Resül'e isyan eden cehenneme girer. "Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve haddini aşarsa Allah onu, devamlı olarak kalacağı bir ateşe sokar ve onu için alçaltıcı bir azap vardır"(Nisa-14) Fakat Nebi'ye karşı gelenler günahkar olmazlar. Ahzab süresi 36 ile 37. âyetleri bu hakikatı en güzel bir şekilde gösteriyor. "Allah ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûl'üne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur"(Ahzab- 36)(Ey Nebi!)"Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, (onu boşama) Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kesiklerinde o kadınlarla evlenmek isterlerse müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir"(Ahzab-37)Ahzab 36. âyette "Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" buyrulduğu halde, 37. âyette Zeyd, Nebi'nin sözünü dinlemiyor, Nebi "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" dediği halde, eşini boşuyor. Mesela:Bir kadın Nebi (a.s) ın yanına gelerek onunla mücadeleye varacak boyutta bir tartışma içine giriyor ve bu tartışmada Yüce Allah kadını haklı çıkarıyor.(Mucadele-1) Fakat Resul ile tartışmak kesinlikle küfürdür. Çünkü Resuller Allah'tan gelen vahyi insanlara bildiren kişilerdir."Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resule karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir"(Nisa- 115)Yüce Allah tarafından bir sisteme bağlı olarak yüzlerce âyette yer alan Nebi ve Resul ibareleri yerine hiçbir zaman "peygamber" kelimesini kullanmamak gerekir. Çünkü "peygamber" kelimesi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları yok eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, vahyin sistemini tahrif eden, onlarca kavramı anlamsız kılan çok tehlikeli bir kelimedir.Hangi âyette Nebi geçiyorsa Nebi, Resul geçiyorsa Resul kavramını kullanmak Kur'an'ın anlaşılmasında hayati bir öneme sahiptir. RESUL KİMDİR?Nebi 23 sene, 24 saat, gece gündüz, bütün özel hallerinde Nebi'lik makam ve mertebesine sahip iken, Resul Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur. Yani "vahiy" ile "Resul" arasında hiçbir fark yoktur. Resul'lerin görevlerinin sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek olduğu ile alakalı yüzlerce ayet vardır."(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum,,,"(Âraf-61, 62)"Hud da: Bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum..."(Ahkaf-23 )"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"( Enbiya- 45)"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"( Kaf- 45) Resuller değerlerini tamamen vahiy'den alırlar. Resulleri Allah'tan yani Kur'an'dan ayırmak küfür olarak görülmüştür.(Nisa-150) "Beşer Resul" hayatta olduğu sürece konuşan Kur'an'dır.Resul olmadan İslam, din, iman, hidayet, rahmet, kitap ve hikmet olmazdı. Resul o derece büyük bir değere sahiptir.Yüce Allah'ın, mesajını insanlara ulaştırmada elçilik misyonundan daha ideal bir yol ve yöntem bulunmamaktadır. İman edenler ona müracaat etmek zorundadırlar.Aslında Resul ile vahiy aynı hakikatı temsil ediyorlar.Kur'an'ı tek kaynak kabul edenler ile Nebi (a.s) ın arkadaşları arasında hiçbir fark yoktur.Bugün Kur'an'dan yüz çevirenler, o gün Allah Resulü'nden yüz çevirenlerle aynı inanç ve ahlaka sahiptir. "Beşer Resul" vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil eder.Resuller vahiy'den başka hiçbir miras bırakmazlar.Resullerin bütün bağlantıları Allah tarafından kendilerine indirilen vahiy'dir.Vahiy sisteminde bazen "Beşer Resul" bazen de "kitap Resul" ön plana çıkmaktadır. "Beşer Resul" ahlakı, edebi, örnekliği, mimik hareketleri ve tavırlarıyla insanları vahiy'den daha fazla etkileme gücüne sahiptir.Vahiy, beşer Resul kadar insanları etki altına alamaz.Yani beşer Resul olan Muhammed (a.s), kendi döneminde yaşayan insanların müslüman olmalarında vahiy'den daha fazla bir etkiye sahip olmuştur. Vahyi tebliğ etmede bu özellikler beşer Resul'ün üstünlüklerini ortaya koyar. Ancak "Beşer Resul'" hayatı, yaşadığı coğrafya ile sınırlı olup, bir fâni olarak ölüme mahkumdur. Fakat "kitap Resul'e" hiç kimse bir sınırlama koyamaz, o bütün sınırları ve coğrafyaları aşarak her yere ve bütün zamanlara gidebilir. Kur'an'da onlarca kavram sadece "Allah vahiy ve Resul" bağlamında kullanılmıştır. Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.( Nisa-80 )Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder. Mesela:Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebi"ye itaat etmekle" ilgili bir emir bulunmaz.İlgili âyetlerin hepsinde Allah ile beraber itaat edilmesi gereken kişi Resul'dür. Aynen bunun gibi "ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, helal ve haram kılma,istihza, küfür, ona karşı gelindiğinde savaş açılma, tekzib, tasdik,hak, nur, inzar, tebliğ, kerim, mübin, emanet, sıdk, dâvet gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır. Resul'ün dilinde hayat bulan vahiy'den başka hiçbir söz din ve hüküm olarak insanları bağlamaz.Yani din hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur. İşte bundan dolayı "Allah ve Resulüne itaat edin" "Allah'ın ve Resul'ünün davetine icabet edin" "Elçilere tâbi olun, ayetlerimi ve Resullerimi yalanladılar. Rabbimiz! iman ettik ve Resul'e tabi olduk" Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin, Ah keşke Allah'a ve Resul'e itaat etseydik, Allah'a ve Resule davet edildikleri zaman, Keşke Resul ile birlikte bir yol edinseydim, Kim Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ederek evinden çıkarsa, Allah'ın elçilerini inkar ettiler, müjdeleyici ve uyarıcı elçiler gönderdik,elçi göndermeden azap etmeyiz, Andolsun Resul size rabbinizden hakkı getirdi, Kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse,Allah Resulü'ne eziyet edenlere acı bir azap vardır" gibi yüzlerce âyette hep Resül kavramı kullanılmıştır.Kur'an'da geçen bütün "Nebiyyin, Enbiya" "Nebi'ler" kavramı Resulleri de kapsamaktadır.Çünkü Nübüvvet kişi ile elçilik arasında ikinci bir aşamadır. Kişi Nebi olduktan sonra elçilik makamına ulaşır. Nebi olunmadan elçi olunmaz. Dolayısıyla her Resul aynı zamanda Nübüvvet aşamasından geçmiş sayılır. Fakat her nebi Resullük makam ve mertebesine ulaşma imkânına kavuşmadan vefat edebilir. Nübüvvet ve Risalet makamının birbirinden ayrı bir misyona sahip olduğunu Hac süre 52. âyetinde görüyoruz.Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebiyallah" "Allah'ın Nebisi" geçmez.Fakat onlarca yerde "Resulüllah" geçer.Sadece bir yerde "Enbiya Allah'i" kelimesi geçmektedir.(istisnalar kaideyi bozmaz)Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları araştırırken ilginç bir ayrıntıya daha rastladık.Kur'an'ın yüzlerce âyetinde "Resûlihi" (Allah'ın) Rasulü" "Rüsülihi" (Allah'ın) Rasulleri, elçileri" "Rüsüli" "Resullerim, elçilerim" "Resüli" "Resulüm, Elçim" geçtiği halde, bir âyette bile "Nebiyyihi" (Allah'ın Nebisi, Onun Nebisi) geçmez.Tekil olarak bütün Nebi kelimeleri Kur'an'da Allah lafzı ile bağlantısız yalın bir şekilde ve zamirsiz olarak geçer.Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları doğru değildir.Bütün bu farklardan sonra Nebi veya Resül kavramı yerine "peygamber" kelimesini kitabında veya konuşmalarında kullanacak olursa bu kişinin kitab'ı okunmaya, konuşmaları dinlenilmeye değer bulunmaması gerekir.Çünkü"peygamber" kelimesini kullanan Kur'an'da dolayısıyla İslam'da hata yapmaya mahkum olacaktır. Kim olursa olsun "Peygamber" kelimesini kullanarak konuşan bir kimse emin olun dinlenilmeye değer bir inanç ve fikir ortaya koymayacaktır.Rivayet ve içtihadlardan sonra dinde en önemli tahrif hareketi "peygamber" kelimesidir.Bu konuda şu âyetler gerçekten çok önemlidir."Şimdi (ey müminler!) onların size iman edeceklerini mi umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah'ın kelamını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onun kelimelerini "tahrif ederler" (Bakara- 75)"Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden tahrif ederler, (değiştirirler) dillerini eğerek bükerek..." (Nisa- 46)"Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini karşılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler) Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever"( Maide -13)"Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "iman ettik" diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanların hali seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen bazı kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler..." (Maide -41)114-) İbrahim’in babası için istiğfar dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan teberri etti. Şüphesiz ki İbrahim çok duygulu yani halim biri idi.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(121.YAZI) Tevbe Süresi 104-) Allah’ın, kullarının tevbelerini kabul edeceğini, sadakaları (güzellikle) alacağını yani Allah’ın Tevvab (tevbeleri kabul eden), Rahim olduğunu hâla bilmezler mi? 105-) De ki: İstediğiniz ameli yapın! Amelinizi Allah da Resûlü de müminler de görecektir yani görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir. 106-) Sefere katılmayanlardan diğer bir gurup da Allah’ın emrine kalmışlardı. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder yani Allah çok bilendir, hikmet sahibidir. 107-) Ve münafıklar arasında bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkın) üstünü örtmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı gözetlemek için bir mescid edinenler ve: (Bununla) güzellikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. 108-) Orada ebediyen durma! İlk günden takvâ üzerine te'sis edilen mescidin içinde durman elbette daha haktır.(layıktır) Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever. 109-) Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine te'sis eden kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını yıkılacak bir uçurumun kenarına te'sis edip, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler kavmini (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete iletmez. 110-) Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.FAKİR VE MİSKİNLER Mİ, CAMİ VE MESCİTLER Mİ? Emeviler döneminden itibaren yavaş yavaş Allah'ın kitab'ı terk edilip onun yerine uydurma rivayetler ve bu rivayetlerin öncülüğünde içtihatlar ve mezhepler hayata hakim kılınmaya başlanınca Kur'an'ın değer verdiği en önemli şey olan, tevhid akidesi, Allah'a şirk koşmama, Allah'ın apaçık âyetlerini gizlememe, hakka batılı karıştırmama, Allah ile Elçilerini birbirinden ayırmama, Allah yani Resulü'ne itaat etme, sadece Kur'an'a ittibâ etme,adaletli olma, insan hakları, Allah yolunda infak, emri bil maruf nehyi anil münker ve güzel ahlak gibi çok önemli değerler yok kabul edilip, bu önemli değerler yerine tahrif edilen ve ne olduğu belli olmayan namaz gibi ritüel ve uygulamalar, dinin en önemli şartı olarak ümmete dayatılınca özellikle de uydurma bir rivayetle namaz dinin direği olarak benimsenince artık öyle bir ahlaksız ve vahşi bir din meydana geldi ki, her şey namaz ritüeli etrafında şekillenmeye başladı. Buna bağlı olarak ümmi halkı etkileme ve psikolojik baskı ile halkın gözlerini haktan kaydırma maksadıyla son derece ihtişamlı ve süslü mescitler yapılmaya başlandı.Aslında âyetlere baktığımızda, Kur'an'ın anlaşılması, insan hakları,güzel ahlak, Allah yolunda mucadele-cihad ve İnfak etmenin yanında, camilerin imar edilmesi çok az yer alır. Kur'an İslamında esas olan, Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından uzak, kuru ve ruhsuz muhabbetler inşa etmek değil;Ana babaya güzellik etmek, fakirleri ve kimsesizleri korumak kollamak,yetimleri barındırmak,özgürlüğü için çalışanlara yardım yapmak, borçlulara destek olmak,yakın akraba ve komşuları gözetmek yani onlara infakın yapılması emredilmiştir. Dolayısıyla Kur'an İslamında esas olan; itikatta tevhid, amelde ise İnfak etmektir. Bu önemli iki meziyet ve fazilet kimde bulunursa, Allah'ın merhamet ve mağfiretiyle cennete girer.Dolayısıyla uydurma dinin dayattığı ritüel ve âyinler yerine, Kur'an İslam'ında önem verilen erdemlere ve ibadetlere ağırlık vermek gerekir.Türkiye'deki bütün cami ve mescitler, bir tane fakir ve miskinin gözyaşına eşit değildir.Şu da bir gerçektir ki, namaz ibadeti ile alakalı hadis kitaplarında geçen bütün rivayetler yalandır. Kur'an ehli muvahhidlere tavsiyem, cami ve mescitlere yapacağınız infaklarınızı akrabalarınıza, dostlarınıza, komşularınıza, ihtiyaç sahiplerine fakir ve miskin öğrencilere yapın. Kur'an'da ne varsa gerçektir, Kur'an'da olmayan her şey yalandır, hurafedir, iftiradır.(Ey Müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescidi Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz?Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez"(Tevbe- 19)Cami ve mescidler insanları Kur'an'a götürmüyorsa, yüce Allah'ın indinde hiç bir değerleri yoktur.) 111-) Allah müminlerden, nefislerini ve mallarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öldürülürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefalı kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin yani İşte bu, (gerçekten) azim bir başarıdır. 112-) (Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler,(Allah yolunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, mârufu emreden yani münkerden nehyedenler yani Allah’ın sınırlarını muhafaza edenlerdir yani müminleri müjdele!

27 Ocak 2022 Perşembe

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(120. YAZI)Tevbe Süresi 91-) Allah ve Resûlü için (insanlara) nasihat verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara bir zorluk yoktur. Zira güzel ahlak sahipleri aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur yani Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 92-) Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, infak edecek bir şey bulamadıklarından dolayı hüzünden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur). 93-) Yol (sorumluluk) ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalanlarla (kadın- çocuk- ihtiyar) beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler. 94-) Seferden onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: (Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. 95-) Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları kınamaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar bozukturlar. Kazanmakta olduklarına karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir. 96-) Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz. 97-) Bedevîler, kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha şiddetli, hem de Allah’ın Resûlüne indirdiği sınırları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. 98-) Bedevîlerden öylesi vardır ki (Allah yolunda) infak edeceğini angarya sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. (Bekledikleri) o kötü belâ kendi başlarına gelmiştir. Allah pek iyi işiten, çok iyi bilendir. 99-) Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, (hayır için) infak edeceğini Allah katında yakınlığa yani Resülün salâvatlarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (infak ettikleri mal, Allah katında) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. (Âyette bulunan "salâvétir resül" "Resülün salâvatları" Resül (a.s) ın tilâvet ettiği âyetler yani vahiy için mallarını infak edecekler ve bu sayede yüce Allah'a yakın olmanın saadet ve selametine sahip olacaklardır. İşte bu yüzden âyette Resül kavramı kullanılmıştır. Bu ahlak beşer olan Resül (a.s) vefat ettikten sonra da devam eder. Müminler Kur'an mesajının bütün insanlara ulaşması için mallarını infak etmek zorundadırlar. Sadece Resül kitap olan Kur'an yolunda, tarikat, cemaat, diyanet ve camilere infak etmeyecekler.) 100-) İslâm dinine girme hususunda öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden nehirler akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu azim başarı budur. 101-) Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. (Ey Nebi!) Sen onları bilmezsin, onları ancak bir biliriz. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar azim bir azaba döndürüleceklerdir. 102-) Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, salih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 103-) Onların mallarından sadaka al; onları (nifaktan) temizlersin yani bununla onları arıtırsın yani onlara salât et. Çünkü senin salâtın onlar için sükûnettir. Allah işitendir, bilendir. YUKARIDAKİ ÂYETİ NASIL ANLAMAK GEREKİR? Yukarıdaki âyette bulunan "salli" kelimesine Diyanet, Elmalılı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ali Bulaç, Muhammed Esed, Suat Yıldırım, Celal Yıldırım, Süleyman Ataş ve Diyanet vakıf meali tarafından "dua et" anlamı verilmiştir. Halbuki bu âyette bulunan "salli" kelimesinin dua etme ile hiç bir ilgisi yoktur. Söz konusu âyetin hangi anlama geldiğini ortaya koymadan önce üzerinde bulunan iki âyete bir daha bakalım."Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münâfıklıkta maharet kazanmışlardır.(Ey Nebi!) Sen onları bilemezsin. Onları biz biliriz. Onlara iki kez azab edeceğiz, sonra da onlar azim bir azaba dödürüleceklerdir. Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, salih bir ameli diğer kötü bir amele karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. (Tevbe-101,102)Tevbe 103. âyette söz konusu edilenler, münafıklıkta maharet kazanmayan, yaptıkları günahlardan pişman olan ve tevbe etmeye meyilli bulunanlardır.Yani bunlar İslam ile nifak arasında bir ahlaka sahip bulunan iki yol arasında kalan bir gruptur. Yüce Allah, Resül (a.s) a pişmanlıklarının pekişmesi, imanlarının sağlam olması ve münafıklıktan iyice arınmaları için ilk önce onların mallarından sadaka almasını emrediyor. Daha sonra konu ile ilgili Kur'an'dan âyetlerle onlara yardım etmesini ve vahiy'le destek olmasını tavsiye ediyor. Çünkü öğüt için en büyük destek Kur'an'dır. (Ankebüt-45)Yani Allah ve Resul'ü tarafından kendilerine değer verildiğini anlasınlar. Resül (a.s) âyetlerle onlara yardım edecek ve destek olacak ki, nifak hastalığından kurtulup ihlas ve takva sahibi birer Müslüman olsunlar. Dolayısıyla âyette bulunan "salli aleyhim" "onlara destek ol, yardım et, onlara değer ver" anlamına gelmektedir.

SALÂT ve SECDE (3)(15.YAZI) "İşte onlar Allah'ın (vahiy'le) nimetlendirdiği Nebilerden, Âdem’in zürriyetinden, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in zürriyetinden hidayete ulaştırdığımız yani seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman’ın âyetleri okunduğu zaman (vahye) kapaklanarak yani ağlayarak secde ederlerdi. Ancak onlardan sonra gelen nesiller salât'ı kaybettiler yani şehvetlerine uydular. O halde yakında gayya (kendi hatalarıyla düştükleri karşılık) ile karşılaşacaklar. Ancak tevbe edip iman eden yani salih ameller yapanlar müstesna. İşte onlar cennete girecekler ve hiç bir şeyle zulme uğratılmayacaklar" (Meryem- 58, 59, 60) İşte Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarının kaybettikleri gerçek salât budur. Vahiy ile bağlantılarını kopardılar. Esas kaybedilen namazın nasıl kılınacağı ya da yerlere nasıl kapanılacağı, hangi hareketlerin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı değildi. Kaybedilen şey aydınlanmadan doğan bu tabii ve orijinal bağlantıdır. “Onlar yere şöyle kapaklanmışlar, biz de aynı hareketleri yapalım” diyerek yapılan sanal ve taklide dönüşen şey ne salâttır ne de tesbih.İbrahim (a.s) ın hanesinde yapılan da buydu. Henüz kaybedilmemiş olan organik bağlılıktı. "Hani biz İbrahim'e evin yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle demiştik:) Bana hiç bir şeyi şirk koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secdeye edenler için evimi tertemiz tut"(Hac-26) Yüce Allah’ın bizden istediği şey yere kapaklanmak ya da insanların önünde gösterişli "salih insan, takvalı mümin" pozlar vermek değil, vahyin nuruyla aydınlanıp onun güzel ahlakına sahip olmaktır. "Onlara: Rahman’a secde edin denildiği zaman; Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecekmişiz, derler ve (bu) onların nefretini arttırır"(Furkan-60) İşte secde; Rabbimizin kılavuzluğunu artık sadece okumuyor aynı zamanda onun bildirdiği gerçekleri teker teker içselleştiriyor olmaktır. Sevinç ve farkındalık içinde anlıyor olmaya başlamaktan ötürü o kadar mutlu ve huzurlu olmak ki; her âyetin altındaki beğeni tuşlarına defalarca basmak gibi. "Bizim âyetlerimize iman edenler, kendilerine hatırlatıldığı zaman (vahye) kapaklanarak secde edenler, Rablerini hamd ile tesbih edenler yani büyüklük taslamayanlardır" Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla (çağırırlar) dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" (Secde-15, 16) Eğer secde salt bir ritüel olsaydı yukarıdaki “hatırlatma” ifadesi boşa çıkardı. Mesele sadece namazda secde etmek değil, yüce Allah’ın âyetleri hatırlatıldığında tereddütsüz kabul etmek, zerre kadar şüphe içinde olmadan ikna olmaktır. İşte o secde için yerlere kapaklanmaya gerek yoktur.Akıl ve irfan, zihin ve gönül secde edecek.Furkan'ın farkında ol, vahyi içselleştir, tevhid için sevinç duy, hakkı fark et, ondan sonra kapaklanacaksan istediğin yere kapaklan. Geceleri nefsin yatağından uzaklaşıyor mu, dön kendine bir bak! Allah’ın âyetleri ve onun yarattığı bilimin gerçekleriyle ne kadar ilgi ve meşguliyet halindesin dön bir daha düşün. Cehalet ve kibir nerede bir kontrol et. "Kendilerine Kur'an okunduğunda secde etmiyorlar"(İnşikak-21)Âyet asla yere kapanıp secde etmekle ilgili değildir. Âyet vahyi işittiği halde ona teslim olmayan müşrik mezhepçilerle ilgilidir. "Hayır; ona itaat etme,(Allah'a) secde et yani yakınlaş"(Alak-19)Demek ki secde yüce Allah'a yani vahye yakın olmaktır. Dünyada Kur'an'a sizden daha uzak kimse var mı? "On sekiz yaşında bir kız, Belçika'da yaşıyor.-Türk müsün? dedim.-Daha karar vermedim, dedi.-Müslüman mısın?dedim.-Ona karar vermek daha zor, dedi.Merakım iyice kabarmıştı...-Konuştuklarınızdan hiçbir şey anlayamadım, dedim.-Ben de bir şey anlayamıyorum. Hayatım bir kördüğüm. Nasıl çözeceğimi bilemiyorum.-Neden ama?..-Babam Fransız, annem Türk... İkisini de seviyorum... Babam Hristiyan bir Fransız olmamı istiyor. Annemse, Müslüman bir Türk olmamı...Bu iki istek arasında sıkışıp kaldım... -Bilemiyorum ne yapacağımı?Sis perdesi biraz aralanmıştı.Biraz daha açmak için sorulara devam ettim.-Kendini kalben Hristiyanlığa mı daha yakın hissediyorsun, Müslümanlığa mı?..-İslam'a daha sıcak bakıyorum, ama Müslümanlara baktığımda birden soğuyorum. Babam annemin Türkiye'deki akrabalarını Brüksel'e getirip oturum aldı, iş buldu... Bir iki yıl çalıştılar o kadar... Şimdi hepsi 'somaca basıyorlar' yani işsizlik parası alıyorlar.Hepsi de sapa sağlam... Babamın akrabaları Hristiyan... Kiliseye gitmiyorlar ama iş ahlakları var... Herkes işinde dürüstçe çalışıyor... Annemin akrabaları hem namaz kılıyor, yeri gelirse hırsızlık bile yapıyorlar... Türkiye'ye gidiyoruz her taraf cami dolu, camiler de namaz kılan insan dolu... Ama herkes hile yapıyor, sizi kandırmaya çalışıyor... Belçika'da kiliseler bomboş ama Hristiyanların hepsi ahlaklı... İşte bu yüzden olmak istediğim halde Müslüman olamıyorum...Afallamıştım. Umutsuz bir hamle yaptım.-Ama şey... Yani... Müslümanlara bakarak karar vermek...Ani bir çıkışla sözümü kesti...- Çok dinledim bu masalları, hem de pek çok... Kusura bakmayın lütfen... Bir din anlayışı güzel ahlak üretemiyorsa ben o dini yani Müslümanlığı kabul edemem...Brüksel'deki Müslümanları geçtim; Türkiye'de herkes devleti soyuyor, vergi kaçırıyor, haram yiyor... Her şeyi yapıyorlar...Ondan sonra"Döndüm Kabe'ye Allahü Ekber". Jimnastik bu ya, namaz değil jimnastik...Bu sözler ceviz büyüklüğündeki dolu taneleri gibi başıma çarpıyordu...-O zaman siz Hristiyanlıkta kesin kararlısınız? diye sordum.-Annem "Müslüman ol" diyor ama bu ihtimal çok zayıf... Brüksel'de en çok Ezan seslerini seviyorum, çan sesleri beynimi tırmalıyor... Haaa annemin hatırına belki Türküm diyebilirim...Maria Elif'in yaşadığı Müslüman işkencesinin vebali kimlerin omuzunda acaba?"(Gerçek yaşanmış bir hikâye)

26 Ocak 2022 Çarşamba

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİTevbe Süresi (119. YAZI)73-) Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et yani onlara karşı sert ol. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! 74-)(Ey Nebi!) O sözleri söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve teslimiyetlerinden (boyun eğdikten) sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi faziletinden onları zenginleştirdiği için intikam almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne bir veli ne de bir yardımcı vardır.(Âyette "Allah ve Resülü" kavramları geçtiği halde "faziletinden" buyrulması önemlidir. Allah ve Resül kavramlarının geçtiği yerlerde böyle bir sistem mevcuttur. Bu âyette geçen Resül kavramı da, kitap Resül bağlamında kullanılmıştır. Çünkü kim Kur'an'a gerçekten sarılırsa ebediyen huzur ve mutluluğa, maddi manevi zenginliğe ulaşır.) 75-) Onlardan kimi de, eğer Allah faziletinden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz yani elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah’a ahd ediyor. (söz veriyor) 76-) Fakat Allah faziletinden onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip yani (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek ahitlerinden döndüler. 77-) Nihayet, (Allah’a) olan vaadlerinde hilaf ettiklerinden yani yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu. 78-)(Münafıklar), Allah’ın, onların sırlarını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları (gizli şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hâla bilmiyorlar mı? 79-) Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onları maskara etmek isteyenler var ya, işte Allah onları maskara etmiştir yani onlar için elem verici bir azap vardır.80-) (Ey Nebi!) Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme; onlar için yetmiş kez istiğfar etsen de Allah onları asla mağfiret etmeyecektir. Bu, onların Allah yani Resûlüne kâfir olmalarından ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu (vahiy haricinde) hidayete erdirmez. (Nebi (a.s) munafıklardan habersiz olarak onlara istiğfar ediyordu. Mağfiret edilmemeleri bundan kaynaklanıyordu. Kur'an'a göre munafıkların mağfirete ulaşmaları için sistem şöyle işleyecekti. 1-) Munafıklar Resül yani vahiy yerine tağut'a tâbi oldukları günahtan pişman olup, gönülden samimi bir şekilde tevbe edip Resül'e geleceklerdi.(Tevbe-60/64)2-) Nebi değil, Resül onların mağfiret edilmeleri için yüce Allah'a onlar için istiğfar edecekti. 3-) Mağfiret edilmeleri yani bağışlandıklarını haber veren vahiy indirilecekti. (Nisa-65; Munafikun-5,6)Dolayısıyla Nebi (a.s) ın bu konuda yapabileceği bir şey yoktu. Önların işleri Resül ile bitiyordu. Çünkü âyetin şöyle bir evrenselliği de mevcuttur. Kim bir günah işler sonra vahye gelir yani Resül olan Kur'an'a sığınır ve bağışlanma talep ederse yüce Allah onu affeder. İşte onun için nifak sorunlarını tarihsel olan Nebi (a.s) ile değil, evrensel olan Resül (a.s) ile son vereceklerdi.) 81-) Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi kerih (çirkin) gördüler yani "bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke anlasalardı! 82-) Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! 83-) Eğer Allah seni onlardan bir tâifenin yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine’ye döner de başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde oturmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun! 84-) Onlardan ölmüş olan hiçbirine ebediyen salât etme yani onun kabri başında durma! Çünkü onlar, Allah'a yani Resûlüne kâfir oldular yani fâsık olarak öldüler. (Cenaze namazı diye bir şey yoktur. Bu âyette geçen ve Nebi (a.s) ın yapmaması gereken salât, munâfık olanların cenazesine katılmak, onun kabri başında durmak, onu uğurlamaktır. Onlara salât yapıldığı zaman onlara bir meşruiyet alanı açılacak, nifak ile mucadeleye büyük bir darbe vuracaktı. İman edenler cenazeyi defnetmeleri yani onu dışarda bırkmamaları gerekiyor. Fakat Nebi (a.s) ın cenazede bulunması müminlere örnek olma açısından kabul edilecek bir şey değildir. Kafir ve munafıkların cenazesine katılmak Nübüvvet makam ve mertebesine yakışmaz.) 85-) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bununla ancak dünyada onlara azap etmek ve onların kâfir olarak nefislerinin çıkmasını istiyor. 86-) "Allah’a iman edin yani Resûlü ile beraber cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler.87-) Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar. 88-) Fakat Resül ve onunla beraber iman edenler, mallarıyla, nefisleriyle cihad ettiler. İşte hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerlerdir.. 89-) Allah, onlara içinde kalacakları ve zemininden nehirler akan cennetler hazırlamıştır. İşte azim başarı budur. 90-) Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a yani Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azap isabet edecektir.

SALAT ve SECDE (2) (14.YAZI) Kur'an'da ritüel var mı?Ritüel: Önceden belirlenmiş kural ve kâidelere göre icra edilen dini ayin, merasim demektir. Bu tanıma göre Kur'an'da ritüel yoktur. Çünkü Kur'an, “görüntü ve şekillere değer vermez” yani din istismarına sebep olacak hareketlere onay vermez. O, hayat alanında tevhid ve güzel ahlakı, insan hakları ve merhameti, adalet ve infakı yani Kur'an’ın emir ve öğütlerine göre hareket etmeyi ister. Ancak ritüele en yakın uygulama bazı âyetlerde nulunan “tazarrulu dua”dır. Bu önemli yakarışı da herkes kendi durum ve ihtiyacına göre bilinçli bir zihinle yapacağından ve gerçekten ilâhi kapıya iltica olduğundan yani taklit olmadığından tam ritüel sayılmaz. Üstelik herkesin hem kendi özel sorunlarının hemde tüm ümmetin sorunlarının düzelmesi için konuştuğu dil ile yapılan bu yalvarma ve yakarış sözleri birbirinden çok farklı olacaktır. Belli bir vakti de yoktur. İnsan ihtiyaç duyduğu her anda yapabildiği yüce Allah'a sığınma ve ondan yardım dilemedir. Kur'an'a bakın, onlarca âyette, Nebi ve Resüllerin hayatlarında sadece bu ahlakı ve yalnız bu yakarış şeklini bulacaksınız. Tazarru: Alçala alçala yalvarma yani rükû anlayışına bağlı olarak “vahye kapanmayı”yı bildiren, yüce Rabbimizin sonsuz nimetlerinin şuuruna varma anlamına gelmektedir.Yani gittikçe eğilerek zilletini sadece Rabbimize göstermek. Bu anlam; sadece “tazarru” ifadesinin geçtiği âyetlerde vardır. "Harr-harra- harru" ifedesi geçtiği âyetlerde şu şekilde bir anlam kazanıyor. "Onun (güzel ahlak ve edebinin önünde) secde (kabul) ediciler olarak (Nübüvvet makamına) derin bir saygıyla kapandılar"(Yusuf-100)Kur'an kendilerine okunduğu zaman secde (kayıtsız şartsız kabul) ediciler olarak (işittikleri vahye) çenelerini kapatarak (büyük bir saygıyla) kapanırlar" (tutunurlar onu içselleştirirler" (İsra-107)Ve ağlayarak çene üstü (deyim:çenelerini kapatarak) kapanırlar" (âyetler karşısında) susarlar"İsra-109)(Eski bir Arap atasözünde; çene üstü kapanmak: “Çeneni kapat” deyimi gibi “susmak” anlamındadır.) Kur'an'ın okunuşu onların saygı ve duygularını (bilinçlerini) artırır. "Onlar ecde ediciler olarak vahye kapanırlardı (tutunurlardı) içselleştirirlerdi" (Meryem-58)"Bizim ayetlerimize ancak o kimseler iman ederler ki, âyetlerimizle kendilerine öğüt verildiğinde büyüklük taslamadan secde eden (teslim olan) kimseler olarak vahye kapanırlar yani Rablerini hamd ile tesbih ederler"(Secde-15)Görüldüğü gibi Arap deyimlerini aynısıyla çevirdiğimizde gelenekten gelen cümle buharlaşıyor, havada kalıyor. Ama “anlatılmak istenen nedir?” şeklinde baktığımızda konuyla bağlantılı anlam belirginleşip, her zaman ve zeminin şartlarına uygun mükemmel bir uyum meydana geliyor. Burada imanın püf noktası devreye giriyor. İnsanlarla Kur'an arasına girip, onu anlamaktan uzaklaştıran Şiiliği ve Sünniliği çok iyi tesbit etmemiz ve onlardan uzaklaşmamız gerekmektedir.Çünkü onlar vahyin yerine şeytanlara tâbi olmuşlardır.Bunlar şeytanları evliya edindikleri halde kendilerini hidayette zannediyorlar.İşte bunun için dinde tek kaynağımız Kur'an olmalıdır.Şu nokta hayati bir öneme sahiptir. Kur'an her zaman ve zeminde yani bütün kültür ve coğrafyalarda mutlaka hayatla uyumlu evrensel mesajlar içerir, insanlara zorlanacakları ritüellere mahkum etmez. Yani her devirdeki ve her dindeki insanlara hitap eden Kur'an'ı Arapça değil, evrensel bir akılla anlamak durumundayız.Dolayısıyla son vahiy olan Kur'an tüm insanlara gönderilmiş, evrensel bir mesajdır. Bu evrensel mesaja iman etmek isteyen, onun mükemmel ahlak ve muhteşem ilkelerini anlayanlara nasıl namaz kıldıracaksınız? Yani sizin üzerinde hassasiyetle durduğunuz ve hakkında yüzlerce hadis uydurduğunuz bir ritüel ile insanları Kur'an'dan ve İslam'dan uzaklaştırdığınızın farkında değil misiniz? Dünyada hangi dine ve kültüre sahip olursa olsun hiç kimse bu ritüeli yapmaz, yapamaz. Sizin gençlerinizin yapmadığı bir şeyi gayri müslimler nasıl yapacaktır?

25 Ocak 2022 Salı

SALAT ve SECDE (13.YAZI) Secde kelimesine ilk olarak Bakara süresinin başlarında Âdem (a.s) için meleklerin secde etmesinde rastlıyoruz. Ve meleklere “Âdem için secde edin” dedik. İblis hariç secde ettiler. O ise diretti yani kibirlendi yani kâfirlerden oldu"(Bakara-34) Yüce Allah şâhittir ki, bizim amacımız, tahrif edilmiş yani Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları tarafından anlamı bozulmuş olan salât’ın gerçek anlamını bulmaktan başka bir şey değildir. Yani ilâhi mesajın ne dediğini anlamaya çalışıyoruz. “Meleklerin Âdem'e secdesi” konulu âyetlerde geçen "secde" kelimesi, bir fiili, hareketi ve ritüeli değil, bir emrin gereğini kayıtsız şartsız kabul etmeyi simgelemektedir. Fakat bunu alnı yere koyma, yere kapanma şeklinde algılayanlar bile o âyetlerde namazla ilgili bir durum olmadığının farkındadırlar. Şimdi âyetlerle konuyu daha da açmaya çalışalım. "Ey Meryem! Rabbine gönülden bağlan yani secde et yani rükû edenlerle birlikte rükû et.Ayette “gönülden bağlan” şeklinde çevirisi yapılmış ve emir kipinde olan"uknuti" kelimesi, dilimize de geçmiş ve çok aşina olduğumuz bir fiil olan" ikna, kanaat" gibi kelimelerle aynı yapıya sahiptir. Söylenen şey: İkna ol, boyun bük, kabul et. Demek ki secde dediğimiz şey "ikna olduktan" sonra yapılıyor veya ikna olmayla ilgili bir sürecin sonucu oluyor.O zaman ikna olmayı sağlayan etken nedir? "Şüphesiz Rabbinin katında olanlar, O'na kulluk etmekten büyüklenmezler; O'nu tesbih ederler ve yalnız O'na secde ederler" (Âraf-206) İkna olmayı sağlayan unsurlardan birisi tesbihtir. Tesbihin ne olduğuyla ilgili de bir sözümüz mevcuttur. Ama kısaca değinmek gerekirse "tesbih" Allah’ı farkındalıkla anma, vahyi çözümleme, verilen görevi tam olarak yerine getirme ve gerçekler üzerinde aydınlanma ameliyesidir. Yeri gelmişken, yukarıdaki âyette geçen “yalnız O'na secde ederler” cümlesini unutmayalım. Çünkü bu haber gerek yaratılış sürecinde Âdem için yapılan secdeyi ve gerekse aşağıda okuyacağımız âyetteki secdeyi doğru anlamak için bir mantık sınırı vermektedir. Yaratılışta Âdem’e secde edilmemiştir. Âdem için Allah’ın emrine ikna olunmuş, kanaat getirilmiştir. Bu şartlarda âşağıdaki âyette anne-baba ve kardeşleri tarafından secde edilen Yusuf (a.s) mıdır? Bu mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı Kur'an çelişkili bir kitap olurdu.Halbuki Kur'an'ın çelişkiden uzak ve hatadan masum olduğu ilâhi bir hükümdür. (Nisa-82) "Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Ey Babacığım! Bu daha önceki rüyamın te'vilidir. Doğrusu Rabbim onu hak kıldı"(Yusuf-100) Âyete dikkat edilirse, Yusuf (a.s) risâlet ahlakıyla anne ve babasını makamına çıkartıp oturtuyor. Ve tüm başına gelen hadiselerin sonunda yüce Allah’ın inayet ve yardımıyla âdil bir yönetici olduğunu görüyorlar, O’nun Nübüvvet ve Risâlet ahlakına sahip olduğuna bir kez daha ikna oluyorlar. "Göklerde ve yerde kim varsa isteyerek veya istemeyerek gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde eder" (Râd-15) "Allah'ın herhangi bir şeyden yarattığına bakmıyorlar mı? Onun gölgeleri sağdan ve soldan alçalarak Allah'a secde eder vaziyette döner" (Nahl-48) "Göklerde ve yerde hareket halinde olan ne varsa yani melekler Allah'a secde ederler ve büyüklük taslamazlar"(Nahl-49) "Salât'ı ikâme" bağlamında kibirlenmek, büyüklük taslamak yere kapanmaya diretmek değil, doğruyu ve gerçeği kabullenmeye diretmek demektir. Rükûda da secdede de aynı durum vardır. Ama secde, rükûya göre daha kesin ve derinlikli bir kabullenmedir. Gönülden doğan, ihlas ve furkanla gerçekleşen bir ikna oluş durumudur. Aşağıdaki âyetler bu kayıtsız şartsız kabul edişi çok güzel açıklıyor. "Biz onu, Kur'an olarak, insanlara bir süreç içinde kıraat edesin diye onu kısımlara böldük yani onu peyderpey indirdik. De ki: İster ona iman edin ister iman etmeyin; o önceden kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman "vahye" kapanarak secde ederlerdi. Ve derler ki: Rabbimiz yücedir. Rabbimizin vâdettiği neyse o mutlaka yerine gelir. Ağlayarak yüzüstü kapanmakta ve hûşûları artmaktadır"(İsra-106/109) Bu âyetlerde görmek isteyene açık seçik biçimde söylenen gerçek şudur: Size peyderpey okunup duyurulmakta olan Kur'an daha önce farkına varamadığınız doğrularla ve gerçeklerle doludur. Siz bu kitab'a iman etseniz de iman etmeseniz de bilin ki daha öncekilere bunlar açıklandığı zaman gerçeğin ne olduğunu öyle bir kesinlik ve açık zihinle fark ederlerdi ki, bu aydınlanmanın verdiği huzur ve heyecanla birlikte bu ikna oluşlarını zihnen kabullenerek vahye tutunarak ona kapanarak yani sevinçlerini ağlayarak gösterirlerdi. Yukarıdaki âyetlerde "secde" ile beraber geçen “harr-harru” sözcüğüne meallerde “yere kapanmak, yere kapandılar” gibi bir mânâ veriliyor. Aslında âyette “yer” kelimesi geçmemektedir. "Yere kapanmayı" gösteren ve işaret eden bir şeyde yoktur. En doğrusunu Allah bilir, âyetlere dikkat edildiğinde, aslında anlatılana yani (vahye) kapanma, ona kayıtsız şartsız teslim olma gibi bir mânâya işaret ediliyordu.“harr” yani boğazdan gelen, boğazı yırtan, boğazı biraz zorlayarak çıkan "ha" ile başlayan sözcük olarak, "çöktü, kaydı, yıkıldı, aktı, yüksekten düştü" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ilgili âyetlerde kastedilen şey tevazu göstermek, inanç ve zihin açısından tam bir teslimiyette bulunmaktır" Meallerin büyük çoğunluğu genellikle birbirinden kopya olduğu için hepsinde “yere kapanmak” anlamına çevrilen "harr-harra, harru" sözcüğünün gerçek manası: “Yüksekten özgürce düştü, kendini bıraktı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla âyetlerde; Meyvenin yetiştiği daldan kopup özgürce düşmesi gibi, geçmişin batıl inançlarından vahiy ve tevhid özgürlüğüne, akıl ve zihin mahkumiyetinden ayrılıp özgürce yol gösteren vahye kapanmak ve tutunmak anlamında ifade edilmektedir.Yani "harr-harra, harru" her zaman ve her durumda yapılabilen bir fiil olmalıdır. Yoksa insan her an ve her mekanda "yere kapanıp, alnını yere koyamaz" fakat inanç, akıl, fikir ve kabullenme açısından insan her zaman "harr" yapabilir. Böylece "harr-harra" sözcüğü âyetlerde: "Yüce Allah tarafından yere indirilen vahye duyguyla kapanmak, tutunmak, sığınmak, yapışmak, ona karşı içi tevazuyla dolmak, teslim olmak, özgürce bağlanmak" anlamlarına gelmektedir. Aslında insan gerçeği gördükten sonra tereddüde düşmeden hemen bir anda eski inanç ve fikirlerinden uzaklaşması gerekiyor. Dolayısıyla daha önceki yazılarımda "harr-harra" sözcüğüne verdiğim "yere kapanma, alnı yere koyma" anlamlarından dolayı özür diliyerek vazgeçiyorum. Eski dinin kötü kalıntılarından bir anda kurtulup uzaklaşmak kolay olmuyor. Tekrar etmekte fayda görüyoruz. Demek oluyor ki, "harr-harra" ifadeleri “duydukları andan itibaren hemen vahye kapanırlar, onu kayıtsız şartsız teslim olurlar, saygı gösterirler!” demektir. "Duygulanıp âyetlere kapanma, onları içselleştirme" demektir.Kur'an'da geçen "takva, (sorumluluk bilinci, sakınma, korunma) hikmet,(Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü) ihlas,(dini Allah'a özel kılma) ihsan (güzellik, güzel ahlak) salât, (vahyin insanlara ulaştırılması, toplumun vahiy'le ayağa kaldırılması) ibadet, (sadece Allah'a kul olma) rukü (vahye boyun eğme) secde (kayıtsız şartsız kabullenme) gibi bütün kavramlar süreklilik ifade eden, hayatın her anını ve alanını kapsayan, her zaman ve her mekanda yapılabilecek emirlerdir. Bütün bu emirler için tayin edilmiş zamanlar ve özel mekanlar edinmeye ihtiyaç yoktur. Sadece bunların içinde bulunan ve toplu bir şekilde yapılacak "salât" için mescitlerin bulunması gereklidir, şarttır. Dolayısıyla kavramları konu içindeki gerçek anlamlarından çıkarıp, kast edilen anlamlarından uzaklaştırıp hareketsel bir anlam yüklemek, vahyin ifadesini saptıracağından Kur'an'a büyük bir zulüm olacaktır.Kendi inancını ve algılarını Kur'an'a sokmak yani hak olana batılı karıştırmak olacaktır.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(118. YAZI)Tevbe Süresi 61-) Yine o münafıklardan: O (Nebi, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek Nebi'ye eziyet edenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah’a iman eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah’ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır. (Nebi (a.s) kendi döneminde olan müminlere rahmet iken, Resül insanlar için bir rahmettir.(Enbiya-107) Bunun iki sebebi vardır. 1-) Nebi tarihseldir, Resül evrenseldir. 2-) Beşer Resül olan Muhammed (a.s) vefat ettikten sonra kitap Resül olan Kur'an kiyamet gününe kadar misyonuna devam edecektir. İşte Nebi ve Resülün arasında bulunan farklardan bir tanesi de budur.) 62-) Rızanızı almak için size (gelip) Allah’a yemin ederler. Eğer mümin iseler Allah'ı yani Resûlünü razı etmeleri hakka daha uygun olurdu. (Âyette Allah ve Resül kavramları bulunduğu halde, "en yurduhu" "onu razı etmeleri hakka daha uygun olurdu" denilmesi "yani" ibaresini koyma zorunluluğunu meydana getirdi. Bu sistem Resül için geçerli olan bir sistemdir. Nebi için böyle bir şey yoktur.) 63-) Hâla bilmediler mi ki, kim Allah'a yani Resûlüne isyan ederse elbette onun için, içinde kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu azim bir rüsvaylıktır.(Yukarıdaki âyette geçen Resül kavramı kitap Resül için kullanılmıştır. Çünkü beşer Resül olan Muhammed (a.s) vefat etmiştir. Fakat kitap Resül kiyamet gününe kadar bâki kalacaktır. Hemde yeryüzünün bütün coğrafyalarına giderek ışık saçmaya devam edecektir. Beşer Resül olan Muhammed (a.s) kitap Resülün gittiği zaman ve coğrafyalara gitme imkanına sahip olamazdı. Çünkü onun hayatı ve imkanları son derece sınırlı idi.) 64-) Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. 65-) Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile yani O’nun âyetleriyle yani O’nun Resülü ile mi alay ediyordunuz? (Âyette geçen "Allah ile yani O'nun âyetleriyle yani O'nun Resülü ile mi alay ediyorsunuz?" cümlesi, önemlidir. Yüce Allah Nebi'ye vahiy indirir, risâlet misyonu ile vahyi Resül tebliğ eder. İşte bundan dolayı ilgili tüm âyetlerde tebliğ kavramı Nebi bağlamında değil, Resül bağlamında kullanılmıştır. Yani vahiy Resülün dilinde hayat bulur. Dolayısıyla vahiy ile Resül arasında bir fark yoktur. İkisi de aynı değere sahiptir. Resül vahiy kadar değerlidir. Resul (a.s) ı Ehl-i Sünnet ve Şia'nın rivayetlerine eşitlemek, Allah Resülünü aşağılamak ve Risâlet misyonuna hakaret etmektir. Yüce Allah'a iftiradan sonra en büyük iftira budur. ) 66-) Boşuna özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir tâifeyi affetsek bile, bir tâifeyi de mücrim (günahkar) olduklarından dolayı azap edeceğiz. 67-) Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar münkeri emreder, mâruftan nehyeder ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir. 68-) Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. 69-)(Ey münafıklar!) Siz de sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar husrana uğrayanların kendileridir. 70-) Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen ashabının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Resülleri onlara beyyinatla (âyetlerle) gelmişlerdi. Yani Allah onlara zulmedecek değildi lâkin onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler. 71-) Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar mârufu emreder, münkerden nehyederler yani salât'ı ikâme ederler yani zekât'a (arınmaya) gelirler yani Allah'a yani Resûl'üne (Kur'an'a) itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir. (Âyette bulunan Resül, kitap Resül ile ilgilidir. Çünkü ebedi ve evrensel misyona sahip olan beşer Resül değil, kitap Resül'dür. Ölümlü olan bir Resül'e müminlerin itaat etmesi mümkün değildir. Ayrıca itaat kavramı işitilen sesle ilgili bir durumdur. Allah Resülü Muhammed (a.s) hayatta olduğu sürece risalet misyonuna yani tebliğ ettiği vahye yani okuduğu Kur'an'a itaat etmek gerekli iken, vefat ettikten sonra artık kiyamet gününe kadar sadece kitap Resül'e itaat edilecektir.) 72-) Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından nehirler akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte azim kurtuluş da budur

24 Ocak 2022 Pazartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(117.YAZI) 60-) Sadakalar Allah’tan bir farz olarak ancak, fakirlere, miskinlere, üzerinde çalışan amelelere, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) boynu büküklere, borçlulara, Allah yolunda olana, yol evlatlarına mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. FAKİR ve MİSKİN Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda "fakir" ve "miskin'in" tanımı şu şekilde ortaya çıkıyor. Musa (a.s) Mısır'dan Medyen'e gittiği zaman şöyle dua etti. "... Sonra gölgeye çekildi ve" Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra fakirim" dedi. (Kasas-24)Âyetten anladığımıza göre fakir, yurdundan uzakta olan, hiçbir şeyi olmayan, yabancı ve garip kimselere denir.Miskin'in hangi anlama geldiğini Kehf süresi 79.âyetinde görüyoruz."Gemi var ya, o denizde çalışan miskinlerindi..." Bu âyette, miskinin işi olmasına karşın, geliri giderini karşılamayan, eve bağlı olan, yatalak, kronik bir hastalığa mübtela olan anlamına gelmektedir. Yani miskin, yeri-yurdu belli olan kişiye denir.İşte bundan dolayı Kur'an'da yemek yedirme, fidye ve kefaretler fakir bağlamında değil, miskin bağlamında kullanılmıştır.(Bakara-184; Mâide-89, 95; Mucadele-4; Hakka-34; İnsan-8; Mâun-3)Çünkü yemek yedirme, fidye ve keffaret verme durumu meydana geldiği zaman miskine hemen ulaşma imkanı vardır. Fakat fakire bir anda ulaşma imkanı yoktur.Fakir, beklemediği anda insanın karşısına çıkan kişidir. Dolayısıyla fakir ve miskin yerine kullanılan "muhtaç" ve "yoksul" ifadeleri inşa edilen ilâhi sistemi bozuyor. İNFAK ve SADAKAİnfak, "gece gündüz, yani "her zaman" (Bakara-274) "küçük büyük" (Tevbe-121) her türlü hayrı kapsarken, sadaka ise, özel durumlarda (Tevbe-103; Mücadele-12) verilmesi gereken bir hayırdır. Dolayısıyla infak etmenin yeri ve zamanı yok iken, sadakaların yeri ve zamanı geldiğinde yapılan mâli bir ibadettir. İnfak, hem mü'minlerin Allah rızası için yaptıkları bir hayır, hem munafıkların (Tevbe-54) hem kafirlerin kendi din ve davaları için yaptıkları bir harcama iken, (Enfal-36) sadaka sadece müminlerin yaptığı bir hayırdır. İnfak kavramı, yüce Allah bağlamında da kullanılmaktadır.Yani Allah da infak eder.(Mâide-64)İnfak ibadetinde bire karşı, yedi yüz kat ile karşılık sevap varken, (Bakara-261) sadakalarda ise kat kat (Bakara-276) sevap vardır. İnfak gizli yapılması gereken bir hayır iken, (Bakara-270) sadakalar durum ve ortama uygun gizli olarak da, açık bir şekilde de verilebilir.(Bakara-271)Dolayısıyla infak, az veye çok herkesin kendi gücüne göre yapması gereken bir hayır iken, (Tevbe-121) sadaka ise, yeri ve zamanı belli olan hayır anlamına gelmektedir. İnfak, beş sınıf insana verilmesi gerekirken, sadakalar ise, sekiz sınıfa verilmesi emredilmiştir.Dolayısıyla anne, baba, kardeş ve akrabalara zekat verilmez diye bir şey yoktur.PEKİ İNFAK VE SADAKA KİMLERE VERİLECEKTİR? "İnfak" ve"sadakalar" için, ne verileceği, ne kadar verileceği ve kimlere verileceği ile ilgili her şey mevcuttur.İNFAK "Sana (Allah yolunda) ne (kime) infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Maldan infak ettiğiniz şey, ana- baba, yakınlar, yetimler, fakirler ve yol çocukları için olmalıdır. Şüphesiz Allah yaptığınız her şeyi bilir"(Bakara-215)SADAKALAR "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak, fakirlere, miskinlere, üzerinde çalışanlara, gönülleri İslam'a ısındırılacak olanlara, özgürlükleri için mücadele edenlere, borçlulara, Allah yolunda olanlara, yol çocuklarına mahsustur. Allah herşeyi bilen, hikmet sahibi olandır"(Tevbe-60)İnfak : "...Gece gündüz..." (Bakara-274) "... küçük büyük..." (Tevbe-121) "..kazanılan mallardan..." (Bakara-267 ) "...topraktan çıkartılan rızıklardan ..." (Bakara-267) bir hayır olduğu için mal, ilim, güzel ahlak, akıl, zeka, güç gibi, maddi ve manevi her şeyden yapılan bir yükümlülüktür.Sadaka: Belirli zamanlarda ve özel durumlarda, insanın samimiyet ve sadakatini ortaya koyan mâli bir ibadettir. (Tevbe-103; Mücadele-12)Zekat; Başta tevbe ve pişmanlık olmak üzere, güzel ahlak ve sağlam bir iman ve Allah'a teslimiyetle her türlü şirk, küfür, nifak, cimrilik, kibir gibi, maddi ve manevi kirlerden arınmak demektir. Zekat: Mal, inanç, ahlak ve düşünce yani insanın nefsiyle ilgili bir temizlenme ve arınmadır.(Tevbe-103; Tâhâ-76; Fâtır-18; Necm-32; Âlâ-14; Leyl-18; Naziat-18)Zekâtın verilen bir şey değil, arındıran bir şey olduğunu şu iki âyet ortaya koyuyor."Ve seyücennebuhel etkâ- ellezi yü'ti méléhû yetezekké" "Arınmak için malını hayra veren takva sahipleri ondan (ateşten) kurtulur"

RÜKU VE SALÂT(12.YAZI) Rükû, kibirlenmeden tevhid akidesine boyun eğen her kulun yapacağı ilk şeydir. İlk rüku için süreç genellikle şöyle işliyor: Allah’ın vahyini işittiniz veya kitabının içindeki bilgilerin çok önemli olduğunu öyle ya da böyle duydunuz. İşte kitabın sayfalarını açma ve okuma isteğinize göre yapacağınız basit ama önemli bir iştir rükû. Kimilerine âyetler okunduğu zaman eğilip de “ne söyleniyor acaba burada” diye işitmeye, duymaya bile yanaşmıyorlar. Çoğunlukla hemen reddediyorlar ya da duymazdan geliyorlar. Kulaktan duyma bir dini anlayışla ya da din ataları tarafından beslendikleri hurafelerle zaten bildiklerini zannettikleri için hakka karşı kibirleniyor ve vahiy'den yüz çeviriyorlar. "Onlara rükû edin denildiği zaman, rükû etmezler"(Mürselât-48) Emin olun sadece siz de değil, sizin gibi aynı kitab'ı açıp okumak, ondan emin olmak, üzerinde düşünüp çözümlemek isteyen birçok kişi var. Furkanıyla birlikte tevhidi fark edenler diğer rükû edenlere katılıyorlar. "Salâtı ikame edin ve zekât'a (arınmaya) gelin, rükû edenlerle birlikte rükû edin"(Bakara-43) Rükû ediş tek seferle kalacak bir iş değil. Eğilip o kitab'a bakmaya ve anlamaya, bildiğinizin üstüne ve üstüne koymak için çalışmaya, didinmeye, hikmet çıkarmaya ve hayatınıza tatbik etmeye tüm salât ve hayatınız boyunca devam ediyorsunuz.İslam yani vahye teslim olma, iman yani vahye güvenme yani vahiy'den emin olma, ihsan yani güzel ahlak, ihlas yani dini Allah'a özel kılma, furkan yani hak ile batılı ayırma gücü ve ilmi, takva yani sorumluluk bilincine sahip olma, Kur'an ile yetinme, ibadet yani yüce Allah'ın kitabından başka bir kaynağa yönelmeme sadece Kur'an'da var olanları yaşama yani kulluğu Allah'a özel kılma gibi emir ve erdemler, insanının hayatında sürekli olarak yaşanan ve her an var olan dinin en önemli ilkeleridir. "Ey Meryem! Rabbine gönülden bağlan yani secde et yani rükû edenlerle birlikte rükû et" (Âli İmran-43) Rükû edenlerle rükû ediş, ileride “salâtı ikame” etmenin içinde “salât” olarak adlandırılan aracında net bir biçimde ortaya çıkacak. Bazen bir kavramın alt kavramına da aynı isim verilebilir. Örneğin “icraat” kelimesi birçok konuyu kapsar. Ama icraat kapsamında yapılan “yol yapmak” gibi belirli alt bir konu da “icraat” olarak adlandırılabilir. Salât konusuna gelince bunu; yani salât'ı ikame etmenin içindeki salâtı konuşacağız. "Sizin veliniz ancak Allah yani O'nun Resülü ve rükû ediciler olarak salât'ı ikame eden ve zekât'a gelen müminlerdir.(Mâide-55) Rükûnun ritüel tarafına şimdilik girmiyorum. Ama merak etmeyin onu da çok konuşacağız. Rükû etmeyen birisi salât'ı ikame edemez. Basit bir bel büküp eğilmekten bahsetmiyoruz. Allah’la bağlantımızı ayakta tutarak onun gösterdiği yolda gitmeye boyun eğiyoruz. "Ey iman edenler! Rükû edin yani secde edin yani kulluğunuzu (sadece) Rabbinize yapın yani hayır işleyin. Umulur ki felaha erersiniz. Allah’ın için (O'nun yolunda) hakkıyla cihat edin. O sizi seçti ve din konusunda size bir zorluk kılmadı. Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O bundan daha önce de, bunda da sizi Müslümanlar (teslim olanlar) olarak isimlendirdi. Resül sizin üzerinize şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahitler olasınız diye. O halde salât'ı ikame edin yani zekât'a yani Allah'a sığının. Sizin Mevla’nız (sahibiniz) O'dur. Ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı"(Hac-77, 78)

23 Ocak 2022 Pazar

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(116.YAZI) Tevbe Süresi 41-) Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.42-) Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana tâbi olup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, "Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık" diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalancı olduklarını biliyor. 43-) Allah seni affetti. Fakat sâdık olanlar sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? 44-) Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla nefisleriyle savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah muttakileri (çok iyi) bilir. 45-) Ancak Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde mütereddid olanlar senden izin isterler. 46-) Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hesap (hazırlık) yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını kerih (çirkin) gördü ve onları geri koydu yani onlara "Oturanlarla (kadın, ihtiyar ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi. 47-) Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka aranızda fitne çıkarmayı arayacaklardı. İçinizde, onları dinleyenler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir. 48-) Andolsun onlar önceden de fitne aramış ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri zâhir oldu.(açığa çıktı) 49-) Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri kuşatacaktır. 50-) Eğer sana bir güzellik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer sana bir musibet isabet ederse, "İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve sevinç içinde dönüp giderler. 51-) De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler. (Âyette geçen "Allah'ın yazgısından" maksat, yüce Allah'ın göklere ve yere yüklemiş olduğu "sünnetullah'tır" Veya göndermiş olduğu vahiy'dir. Yani ey munafıklar! Bunlar haricinde sizin temennileriniz ve isteklerinizle bizim başımıza bir şey gelmez.) 52-) De ki: Siz bizim için ancak iki güzellikten birini gözlemektesiniz. Biz de, Allah’ın, ya kendi indinden veya bizim elimizle size bir azap isabet etmesini gözetliyoruz. Haydi gözetleyin; şüphesiz biz de sizinle beraber gözetlemekteyiz.. 53-) De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasık bir kavim oldunuz. 54-) Onların infaklarının kabul edilmesine mâni olan, onların Allah ve Resûlüne kâfir olmaları, salât'a ancak üşenerek gelmeleri yani kerhen (zorla- istemeyerek) infak etmelerinden başka bir şey değildir. 55-)(Ey Nebi)! Onların malları ve evladları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onlara azap etmeyi ve nefislerinin kâfir olarak çıkmasını????? istiyor. 56-) Onlar (münafıklar) mutlaka sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar (kılıçlarınızdan korkan) ödlek bir kavimdir. 57-) Eğer iltica edecek bir yer yahut mağaralar veya (girebilecekleri) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi. 58-) Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen sinirlenirler. 59-) Eğer onlar Allah yani Resûlünün kendilerine verdiğine razı olup, "Allah bize yeter, yakında bize Allah da faziletinden verecek, Resûlü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz" deselerdi (daha iyi olurdu).

SALÂT ve FURKAN(11.YAZI) Furkan deyince çoğunlukla akla gelen ilk şey kitap ya da Kur'an oluyor. Ama oraya daha çok mesafe var. Çünkü furkan sadece kitap değil onu hikmetle okutacak olan bağlantının adıdır. Takvadan sonra salât'ı ikame etmenin ikinci aracıdır. Kitab'a giden yolda farkındalık oluşturan önemli bir basirettir. Furkan, sadece Nebi ve Resüllere verilmiş bir nimet değildir. Takvaya ulaşabilen her ihlaslı mümin furkan hikmetini elde eder. "Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı takvalı olursanız sizi bir furkan sahibi kılar, kötülüklerinizi örter ve sizi mağfiret eder. Allah azim fazilet sahibidir" (Enfal-29) Çünkü ihlaslı ve takva sahibi olan bir insan artık gerçekleri öğrenmek ve hakkı batıldan ayırt etmek isteğiyle dolacaktır. Yüce Allah da bu iyi niyet ve güzel ahlakın elbette karşılığını verecek sonsuz bir merhamete sahiptir. Hepimizin hayal ve yüreği kir pas içindedir. Çokları bilmese de insanı kirlerinden arındıran tek şey vahiy'dir yani Allah’tır. Bu kirlerin en habis olanları da aklımızı fikrimizi ve mantığımızı çevrelemiş ve kabuk sarmış halde bizi basit ve âdi heveslere sürükleyen beşeri kaynaklardır. Furkan'ın temizlemeye başladığı en önemli yer arı duru imanımız ve aklımız olacaktır. Sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu bilen kişi, o âmâ olan gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler"(Râd-19) Tarih boyunca hemen her dönem olduğu gibi günümüzde de insanların Allah’la kurmaları gereken bağlantılarını kendilerine yönelten, Allah’ın korumasına girecekleri takvalarını kendilerine bağlayarak ancak böylece korunabilecekleri hipnozunu oluşturan ve kendilerinin asla kitab'ı okuyup anlayamayacaklarını onlara öğütleyen, furkan'ın ancak ahbarların ve ruhbanların elinde olabileceğini zihinlere işleyen zalimler bugün de vardır. Gelecekte de var olacaklar. Çünkü tâbi oldukları şeytan kıyamet gününe kadar mühlet almış durumdadır. "Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin" (Bakara-42) Onlar hakkı batılla, tevhidi şirkle, nimeti küfürle, orijinal ve organik olanı sahtesiyle değiştirirler. (İbrahim-28)Aynen Allah’a olması gereken bağlantıyı ve Allah’a olması gereken takva ve ihlası kendilerine çevirdikleri gibi. Onlar doğru olanı yalanla değiştirirler. Size bugüne kadar sizin de furkan sahibi olabileceğinizi söyleyen bir Şii ve Sünni çıkmış mıdır? Ama bakın Kur'an bize bunu da söylüyor. Bir mümin, Allah’ın bu sözünün üstüne aksi olan hangi söze inanabilir! Fakat maalesef inanan milyonlarca insan var! Çünkü iman ve akılları kirletilmiş durumda. Soru sormak aklı başında insanın işidir. Biliyor da olsa bilmiyor da olsa aklı başında insanın işidir. Cahil; bilmeyen değil, aklını kullanma iradesini göstermeyendir. Furkanın bize kazandırdığı belki de ilk şey soru sormak, sorgulamak ve aklımızı kemiren sorularımızdan kaçmamaktır. Bilmediğini öğrenmek ve emin olmak istemek bir takva (korunma) işidir. Bunu iman bölümünde konuşacağız. Her şeyden önce bize Furkan lazım. Kur'an’ı değil, önce Furkan’ı fark edeceğiz. Elbette Kur'an dosdoğru bir kitaptır, sırat'ı müstakimdir. Ama eğer Furkan olmasaydı, okuduğumuz Kur'an’ın dosdoğru olduğunu anlamamız mümkün değildi. Önce merak ettik. Önce sorguladık. Önce “Bu din diye inandıklarımızdan hangisi doğru” dedik. Eğer öncesinde “Allah şöyle demiş ya da dememiş olabilir mi?” diye sormasaydık Kur'an’daki cevapları alamayacaktık. Eğer öncesinde “Doğruyu yanlışı ayırt edebilme yeteneğimize” kavuşmasaydık Kur'an’ı okusak da anlayamayacaktık. Önce istedik… Önce bir şeyler oldu bize… Sarsıldık… Bir çeşit taş düştü başımıza… Daha fazla önemser olduk… Ok yaydan çıkmıştı. İster istemez okuduk kitab'ı… Ve gördük ki mikroskop altında görünmez olan ruhsal genlerimizde doğru diye ne varsa, Kur'an da bize onları birer birer tezekkür ettiriyor. Ve görünmez bir el, hayatta bize onları birer birer bir benzeriyle yaşatıyor. Kendi hayatımızda bir benzeriyle Nuh oluyoruz, Musa oluyoruz, Muhammed oluyoruz, Meryem oluyoruz. Etrafımıza bir bakıyoruz… Bir benzeriyle Hamanlar görüyoruz, Samiriler görüyoruz, Karunlar ve Bel'amlar görüyoruz, Ebu Cehil ve Velid ibni Muğireler görüyorüz. Eğer Furkan olmasaydı, Kur'an’da bunları göremezdik. Eğer Kur'an bir su ise, yağmur ise, Furkan onun müjdeci rüzgârı gibidir. Furkan (doğruyu yanlıştan ayıran anlayış) Kur'an’ı okutan gözlüktür. Salâtı ikame etmek, yani bağlantımızı ayakta tutmak için önce takva sahibi olduk, böylece furkan'ı fark ettik. Eğer furkan'ın diriltici gücü olmasaydı, salât ile namazın arasındaki farkı fark etmek mümkün olmayacaktı.

22 Ocak 2022 Cumartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(115.YAZI) Tevbe Süresi 34-) Ey iman edenler! (Biliniz ki), ahbardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!(Kur'an'da hangi âyette "Yahudiler" "Hristiyanlar" "Ehl-i kitap" "ahbâr" ruhban" rabbaniyyun" kavramları geçiyorsa, aklınıza "Ehl-i Sünnet" "Şia" yani "Şii" ve "Sünni" din adamları gelecektir. Yoksa âyetler güncellenmemiş olacaktır. Dolayısıyla onları okumanın bir anlamı kalmayacaktır.) 35-) Bu paralar cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların (din adamlarının) alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" 36-) Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir. 37-) Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez. 38-) Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhirete bedel dünya hayatına razı mı oluyorsunuz? Fakat dünya hayatının metaı (geçimliliği) ahiretin yanında pek azdır. 39-) Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir. 40-) Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Mahzün olma çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah Aziz'dir, Hakim'dir. NEBİ (a.s) IN ARKADAŞLARI (ASHAB) GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİ MİYDİ ?Said İbnu'l- Müseyyeb, Ömer (r.a)tan naklediyor. Demiş ki: Ben Resulullah (a.s) ı dinledim, buyurmuştu ki:"Ben Rabbim'den, ashabımın benden sonra düşeceği ihtilaf hakkında sordum.Bunun üzerine Rabbim bana şöyle vahyetti: "Ey Muhammed! Senin ashabın benim indimde, gökteki yıldızlar gibidir. Bazıları diğerlerinden üstündür.Her biri için bir nur vardır. Öyleyse kim onların ihtilaf ettikleri meselelerden birini alırsa, o kimse benim nazarımda hidayet üzerindedir" Ömer der ki: Resulullah (a.s) devamla ilave etti. "Ashabi kennucumi bieyyihim'uktedeytüm ihdeteytüm""Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet buluyorsunuz" (Rezin tahric etmiştir. Hadisin birinci kısmını cemi'us-Sağir'de Suyuti Suyuti kaydeder (Feyzu'l Kadir 4,76)İlinci kısmı da İbn-u Abdilberr, Cami'ul ilm'de kaydetmiştir 2,99 )Hiç şüphesiz ki, sahabelerin içinde güzel ahlak ve takva sahibi, kahraman (Ahzab-23) Allah'ın razı olduğu (Tevbe-100; Fetih-18) ihtiyaç halinde olsa bile kardeşini kendi nefsine tercih eden (Haşr-9) kimseler olduğu gibi, ashabın olumsuz ahlak ve hareketlerini anlatan yüzlerce âyetin de var olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları şu şekilde özetlenebilir.1-) Allaha ve Resulüne ihanet etmeleri..." ( Enfal- 27)2-) "Savaştan kaçmaları..., (Al-i İmran-152, 153, Tevbe- 24, 25 )3-) "Allahın düşmanı olan müşrikleri dost edinmeleri..." (Mumtehine- 1,2)4-) "Nebi (a.s) ın eşine zina iftirasında bulunmaları..." (Nur- 11/ 21 Tam 10 âyet )5-) "Nebi (a.s) a saygısızlık yapmaları..." ( Hucurat- 1,2; Ahzab- 53,69; Tevbe- 58,61 )6-) "Allah yolunda savaşa çıkın denildiğinde yere çakılıp kalmaları..."( Tevbe-39,39,40; 7-) "Allah'a din öğretmeye kalkmaları..."(Hucurat-16)8-) Zorla, boyun bükerek, güç karşısında gelip teslim oldukları halde Allah Resulüne minnet etmeleri..."(Hucurat-17)Bütün bunlardan başka Kur'an'da münafıklarla alakalı müstakil bir sürenin bulunması, yüzlerce âyette münafıkların anlatılması, İsrail oğullarının Nebilerine karşı saygısızca tavırlarının Resulullah'ın arkadaşlarına örnek olarak aktarılması ve "Ey iman edenler! Siz de Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın (Allah'ın Resulü'ne eziyet etmeyin) (Ahzab-69) âyeti gösteriyor ki, sahabelerin büyük çoğunluğunun Kur'an'ın ahlakını temsil etmekten uzak kaldıklarını açıkça ortaya koymaktadır.Ayrıca "Ey iman edenler! İle başlayan âyetlerin hepsinin Medine'de nazil olmaları ve bir sorunla yüklü bulunmaları da, "gökteki yıldızlar" iftira ve cehaletini ortaya koymaktadır. Yani Kur'an'a göre, Nebi (a.s) ın arkadaşları ile günümüz müslümanları arasında güzel ahlak, takva ve ihlas haricinde bir farkın bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, şu âyetin ilk muhatapları onlardır. "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun (sorumluluk bilincine sahip olan) Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir"(Hucurat-12)Mesela : Allah Resulü vefat eder etmez birbirleriyle savaşmaları, bu savaşlarda binlerce müslümanın hayatını kaybetmesi bu hakikatı gözler önüne seriyor. Ali ile Muaviye arasında Siffin'de yapılan savaşta 70 bin, Ali ile Nebi (a.s) ın hanımı Aişe arasında Basra'da Cemel olayında 15 bin, yine Ali ile Hariciler arasında Nehravanda yapılan savaşta binlerce müslüman hayatını kaybetmiştir. Peki bütün bu gerçeklere rağmen neden Ehli Sünnet dininin âlimleri, Allah Resulü'nün arkadaşlarının (Ashabın) hepsini gökteki yıldızlar gibi gösterip ümmi insanları aldatıyor? Bunun nedeni şudur : Ehli Sünnet ve Şia arasındaki siyasi çatışmalarda, Şia muhaddis ve müctehidleri, Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma, Ehli Beyt ve 12 İmam hakkında onları yücelten, Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Aişe, Hafsa ve sahabelerin dördü dışında ( Mikdat bin Esved, Ammar bin Yasir, Selmanı Farisi, Ebu Zer el Gıfari )Allah Resulü'nün arkadaşlarının dinden çıkıp kafir olduklarını konu edinen binlerce hadis uydurmaya başlayınca, buna mukabil Emevi beslemesi Ehli Sünnet'in muhaddisleri de, Şia'dan aşağı kalmamak için sahabeleri yücelten ve onları cennetlik yapan hadis külliyatları meydana getirmişlerdir.Ehli Sünnet rivayetlerinde Muaviye, Yezid, Haccac ve Emevilerin zulüm dolu saltanatlarının vahşetini örtbas etmek de vardır.İşte Ehli Sünnet ve Şia'ya bağlı mukallitlerin Kur'an'dan habersiz bulunmalarının en büyük sebebi bu uydurma rivayetler ve uydurma din olmuştur. Uydurma dinin evliya ve ilahlarına yani muhaddis ve müctehidlere kulluk eden ilim adamları, Kur'an'a itibar edip onu anlatmadıkları için, ümmi toplum ashabın olumsuz yönlerini anlatan yüzlerce âyetten haberleri olmamıştır. Bir düşünün, insanların büyük çoğunluğu, yüzlerce âyetten haberleri olmazken, yalan ve iftira olduğu belli olan bir rivayeti duymayan kalmamıştır. Eğer insanlar sahabelerin olumsuz yönlerini anlatan yüzlerce âyetten haberler olsaydı, belki de din adamlarını yüceltmeyecek, mezhep liderlerini ve din adamlarını birer rab ve ilah yapmayacaklardı. Halbuki Kur'an Mekke müşriklerine seslenirken Allah Resulü (a.s) için "sahibüküm" "arkadaşınız" (Sebe-46; Necm-2; Tekvir-22) kelimesini kullanmaktadır.Emevi saltanatı döneminde doğan, Abbasi idaresi döneminde kayda geçirilen ve Osmanlı döneminde en katı bir sadakatle yaşanan ırkçı Emevi Ehli Sünnet rivayetlerinin Allah'a, Resulüne, dine, ilme, akla ve güzel ahlaka hakaret içerdiğinden ümmetin haberi yoktur. Dolayısıyla Emevi ve Abbasiler döneminde uydurulan, aynen Şiilik gibi rivayetler üzerine kurulu olan Ehl-i Sünnet dini ümmeti aldatmayı temel prensip edinmiştir.Ehli Sünnet dini yalanları ve iftiraları kendisine kaynak kabul eden bir sistem olarak şekillenmiştir.Bu yüzden ne Ehli Sünnet ne de Şia âlimleri, hiçbir zaman Kur'an'ın rahmet iklimine ayak basamayacak İslam'ın evrensel ahlakına sahip olamayacaklardır. Sonuç olarak: Ehli Sünnet ve Şia âlimleri, inançta, fikir ve hürriyette bize öyle kötü bir miras bıraktılar ki, sadece yaşayan cahillerinden değil, cesetleri toz olmuş alimlerinden de çekeceğimiz var.Ehli Sünnet ve Şia'nın rivayet bataklığından kendini kurtaramayan Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamaz.Çünkü Kur'an kendisine karşı yüz çevirmelerinden ötürü Ehli Sünnet ve Şia âlimlerine kapılarını kapatmıştır.İşte bütün bu gerçeklerden sonra Ehl-i Sünnet dininin Kur'an cahilleri her ne kadar öfkelenseler de, Mehmet Akif'in Çanakkale şehitleri için söylediği "Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" cümlesi, kafadan sallama ve rastgele söylenecek bir cümle değildir. Özellikle Fetö'nün 15 Temmuz işgal hareketini ve ümmetin kahramanlığını gördükten sonra Mehmet Akif'i daha iyi anladım.

SÂLAT ve ZİKİR (10.YAZI) Kitap'tan sana vahyedileni tilâvet et yani salât'ı ikame et. Çünkü salât, fuhşiyattan (cimrilikten) ve münkerden alıkoyar, Allah'ın zikri (olan Kur'an ile) hatırlatmak en büyük(öğüt) tür. Allah yaptıklarınızı bilir" (Ankebüt-45) Yüce Allah, Nebi(a.s) a bile “sana vahyedileni tilâvet” buyururken, Nebi (a.s) ın bize Kur'an'da olmayan helaller, haramlar, farzlar, vacipler ve sünnetler bildireceğine nasıl inanalım? O vahiy'den bağlantısız asla hareket etmemiştir. Biz de bağlantımızı ikâme etmek zorunda değil miyiz? Namaz konusuna ileride ayrıca değineceğiz ama kötülüklerden alıkoyan namaz mıdır yoksa Allah’la bağlantımızı (her zaman ve zeminde) kesintisiz muhafaza etmek midir? Ehl-i Sünnet din adamları ümmi insanları iftira rivayetlerle uyarır ve şöyle derler: "Bir kadınla bir erkek yalnız kaldıklarında üçüncüleri şeytandır! Amaçları, yalnız kalırlarsa bir yanlış ya da kötülük yapmalarının önüne geçmektir. Eğer uyarılan kişi şehvetine kapılan biriyse şeytanın birlikteliğiyle uyarmak onu bu kötülükten vazgeçirir mi? Peki, ona “Bir kadınla bir erkek yalnız kaldıklarında üçüncüleri Allah'tır” denilmiş olsaydı, Kur'an'ın ilmine ve İslâm'ın ahlakına daha uygun olmaz mıydı? İnsanlar kötülükten vazgeçeceklerse hangi uyarı daha temiz ve daha nezihtir? "Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir" (Mucadele-7)Namaz da kötülüklerden vazgeçirebilir ama sadece cami'de ve namaz kıldığınız beş on dakika için... Ya sonra? Şimdi Ankebüt süresi 45. âyete bir daha bakalım. “Salât fuhşiyattan (cimrilikten) ve münkerden alıkoyar, Allah’ın zikri (olan Kur'an ile)(öğüt) en büyüktür” Demek ki salâtımızı (bağlantımızı) ayakta tutarsak Allah’ı her an hatırlamış ve hiçbir zaman unutmamış oluruz. Kötülüklerden en büyük engelleyici budur. Yani salâtımızın bize sağladığı yüce Allah ile her zaman ve zeminde beraberlik bilincidir. Son vahiy'de, zikir ve salât'ı ikâme ilişkisini ortaya koyan bir çok âyet mevcuttur. Bu âyetlerin her biri ilk bölümlerde bahsettiğimiz salât'ı ikâme araçlarının birbirine bağlantıları hakkında ipuçları veriyor. Aşağıdaki âyetleri inceleyelim. "Bunlar hâkim olan kitabın âyetleridir. Güzel ahlak sahipleri için hidayet ve rahmettir. Onlar salât'ı ikâme eder, zekât'a gelirler ve ahirete de kesin yakinleri vardır" (Lokman-2, 3, 4) Yukarıdaki âyetlerde salâtla birlikte iman, hidayet, rahmet, kitap, ıslah ve zekât (arınma) araçlarını sanırım sizde fark ettiniz. "Ey iman edenler! Allah'ı çokça zikredin yani O'nu sabah ve akşam tesbih edin.(Ahzab- 41, 42) Yine yukarıdaki âyetlerde salât'ın vakit ve tesbih araçlarının zikirle bağlantısı görünüyor. Aşağıdaki âyette ise salâtla birlikte kitap ve infak aracı fark ediliyor. "Bilin ki Allah'ın kitabını tilâvet edenler yani salât'ı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak edenler kesintisi olmayan bir ticareti (kazancı) umabilirler"(Fâtır-29) Bu araçlardan tesbih, vakit, zekât ve (arınma) infak gibi etki alanlarında sorular ve tartışmalar üretilen ve henüz bu okumakta olduğumuz kitapta üzerinde konuşmadıklarımızın salât'ı ikamedeki yerlerini ilgili bölümlerde konuşacağız

21 Ocak 2022 Cuma

SALÂT ve ZİKİR (9.YAZI) Kur'an, insanları düşünmeye, aydınlanmaya ve erdemli nesiller olmaya hidayet ederken, onu insanların elinden alıp “biz size öğretiriz” diyen Şii ve Sünni din adamları insanlık tarihinde eşi çok az görülmüş bir taklit ve cehaletin önderleri oldular. Artık kıyamet günü hesapları görülecektir. Fakat iman ve huzur, adalet ve merhamet olarak en sonunda galip gelecek olan Allah ve onunla bağlantısını sağlıklı biçimde tutan yani salât'ı ayakta tutabilenler olacaktır. "Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler yani göklerin ve yerin yaratılışı konusunda tefekkür ederler. Ve derler ki: Rabbimiz, sen bunu amaçsız olarak yaratmadın. Sen subhansın, bizi ateş azabından koru.(Âli İmran-191) Ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler, yüce Allah ile yani vahiy'le bağlantılarını (salâtlarını) kaybetmeyenler ve gerçeği bulma çabası içinde olanlardır. Tefekkür edenler onlardır. Âyetteki “ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarlarken” ifadeleri insanın her anının ve halinin tasviridir. Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarının kaç tanesini göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünüp konuşurken gördünüz?Nötron yıldızlarından, kara deliklerden, süpernovalardan, andromeda galaksisinden, solucan deliklerinden, manyetik koruma kuşağından veya arkeolojiden, sismik hareketlerden ve suyun kaldırma kuvvetinden bahseden kaç tane din adamı biliyorsunuz? Oysa son vahyin onlarca âyetinde, insanlara "ibret nazarı ile bakın ve her halinizle bunları düşünün ve aydınlanın" mesajları vardır. Salât'ın nasıl ve nerelerde kaybedildiğini görebiliyor musunuz? "İşte onların elleri arasındakini (önceki kitab'ı) doğrulayan bu kitap, ana kent ile civarındakileri uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahirete iman edenler ona iman eder ve salâtlarını muhafaza ederler (korurlar).(En'am-92) Arap toplumuna indirilen Arapça Kur'an ulaşabildiği ölçüde çevresini de aydınlatmaya hazır ifadeler içerirken, ulaştığı coğrafyanın ümmi halkına halen Arapça okunmasının daha sevap olduğunun dayatılması ne kadar büyük bir talihsizlik olmuştur. Oysa bizim durumumuz gerçeğe ulaştıran bir kitap duymuş ve kendi toplumunu uyarma durumunda olanlar gibidir. Filanca toplumun örfü, geleneği ve çevre koşullarına göre yaşadıkları kendi dil ve kültürleri bizim için din değilken; bunların din diye ön plana çıkardığı, hatırlatıcı ve uyarıcı olan kitabın masajının hiç önemsenmediği bir din yaşıyor bu coğrafya. Çünkü muhafaza edilen şey; vahiy mekezli salât dediğimiz Allah’la bağlantı değil, yozlaşmış ve Nebi (a.s) ın adı kullanılarak kendi dininden başkalarını ötekileştiren Emevi-Abbasi Arap kültürü bağlantısıdır. Kitap ortada dururken; Arap bile olmayanların Araplık asimilasyonu din zannedilerek, sadece dini algı değil, insanların kendi mâruf genleri de bozularak köleleştirilmiş durumdadırlar. Ne Allah’a bağlantının muhafazası kalmış ne de kendi doğal kültürünün! Kitaba sarılmak yerine Nebi (a.s) adına uydurulan rivayetlerle oluşturulan dünyanın en batıl dininin tek doğru yol zannedildiği berbat bir şirki yaşıyoruz. "Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve salât'ı ikame edenler. Biz müslihlerin (ıslah edicilerin-ıslah olanların) mükafatını zayi etmeyiz" (Âraf-170) Oysa elimizde olan kitabın değerini bilmemiz için yüzlerce örnek var. "Dağı bir gölge gibi üzerlerine yükselttiğimizde onu üzerlerine düşecek zannettiler. Size verdiklerimizi kuvvetle alın ve onda olanı zikredin ki takva sahibi olasınız"(Âraf-171) Ümmi halkın “Üç kulhü bi elham”ı Arapça ezberleyip de, hayatı boyunca ezberindeki bu âyetlerde ne söylendiğini anlamamak büyük bir talihsizliktir! Çünkü kuvvetle alınanın Kur'an değil, Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarından öğrenilen beşeri yani tamamen zan bilgiler. Aslında bilgi bile değil, saçma sapan hurafeler.Fakat yüzyıllardan beri âlim olarak bilinenlerin dillerinde ve eserlerinde gelmeleri doğru zannedilmelerine yol açmıştır. Oysa Kur'an bir çok âyette, çoğunluğun içinden az bir grubun hidayetinden bahseder.Sadece Nebi ve Resüller hidayete ulaşmaz, iman edenler de Allah tarafından indirilen vahiy sayesinde hidayete ulaşır. Ve tabi ki hidayete erenler elçi de olsa, salt iman eden de olsa salâtı ikame etmek isteyenler (bağlantısını sağlamak isteyenler) arasından olur. "Ben seni seçtim. Bundan böyle (sadece) vahyedileni dinle. Muhakkak ki ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk et ve zikrim (vahiy) için salât'ı ikame et. Eğer salât'ı ikame eden bir elçi ise, elbette bu bağlantının ucunu insanlara uzatmak da bu bağlantıya doğal olarak dâhil ve vahye destek olarak algılanmalıdır. Önemli olan uzatan insanın eli değil hatırlatıcının içindekilerdir. Zikrin içinde zikredilen şeylerdir. Unutulmaması gereken zikirdir, Nebi ve Resül (a.s) ın ne giydiği ne içtiği değil.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(114. YAZI)Tevbe Süresi 31-)(Yahudiler) Allah’ı bırakıp (yanında-ötesinde-berisinde) ahbarlarını (din adamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek bir ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden uzaktır. 32-) Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlayacaktır. 33-) O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini (önceki) dine daha açık kılmak için Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderendir."LİYUZHİRAHÛ ALED-DİNİ KÜLLİHİ" HANGİ ANLAMA GELİYOR?Altı Prof'un kaleme aldığı Diyanet Vakfı mealinde söz konusu âyetlere şöyle bir mana verilmiştir. "Allah'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır"(Tevbe- 32) O Allah, Müşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resulü'nü hidayet ve hak din ile gönderendir" (Tevbe- 33) "Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır" (Saf-8) "Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için "peygamberini" hidayet ve hak ile gönderen odur"(Saf-9 )"Bütün dinlerden üstün kurmak üzere "peygamberini" hidayet ve hak din ile gönderen odur. Şahit olarak Allah yeter"( Fetih- 28)Âyetlerde belirleyici olan ve âyetlere hatalı bir yön çizen "liyuzhirahu" yani "zahara" fiilidir. "Zahara" fiili hangi anlama gelmektedir ? "Zaharaş-Şey'ü" sözü aslında bir nesnenin görünürdeki, dış tarafında olup gizli olmadığını" ifade etmektedir. Yani "göz ve basiret, gözlem ve araştırma isteyenler için çok açık, âşikâr hale gelen, açığa çıkan her türlü şeyle" ile ilgili kullanılan bir kelimedir.(Rağıb, müfredat, zahara kelimesi)"De ki: Rabbim ancak açık (zahara) ve gizli kötülükleri haram kılmıştır,,,"(Araf-33)"Karada ve denizde fesat arttı, yayıldı, açık hale (zahara) geldi..." (Rum- 41) "Allah'ın, göklerde ve yerdeki nice varlık ve imkanları sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık (zâhireten) ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi..."( Lokman-20) Allah tarafından vahiy vasıtasıyla tüm Resüllere indirilen tevhid dini olan İslam diğer bütün şirk dinlerine karşı zaten üstündür.İslam dininin şirk dinlerinden üstünlüğü tartışılmaz bir gerçektir. Fakat insanlık tarihinde inanç, ahlak, yaşantı, hayat tarzı ve amel olarak hiçbir zaman tevhid dini olan İslam şirk dinlerine karşı hakimiyette bir üstünlük sağlamamıştır. Tam aksine Kur'an'ın yüzlerce âyetine baktığımızda tevhid ehlinin her zaman ve zeminde azınlıkta oldukları ve özellikle tevhid ehlinin öncüleri olan Nebi ve Resüller eziyet ve işkencelere maruz kaldıklarını görüyoruz. Yani şirk dinine mensup olan zalimler son vahiy'den öncede sonrada yaşantı ve fikir bakımından her zaman ve zeminde hüküm ve hakimiyeti ellerinde bulundurmuşlardır. O halde Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda söz konusu âyetlerde geçen "liyuzhirahu aled dinî küllihi" "dinin tamamından, hepsinden açığa çıkarmak" hangi anlama geliyor. Âyetlerde geçen "liyuzhirahu" fiiline "açık olarak ortaya koymak" mealinin verilmesi, Kur'an'ın sistemine son derece uygun düşmektedir. Çünkü Kur'an, İslam dininin yani tevhid inancının üzerinde o derece durmuş, o kadar açık misaller ve detaylı anlatımlar ortaya koymuş ki,artık dinin Allah'a özel kılınması (İhlas) konusunda hiç kimsenin söyleyecek bir sözü ve Allah'a karşı ileri sürebileceği bir mazereti kalmamıştır. Hatta Kur'an için "tevhid ve güzel ahlak kitabıdır" denilmiş olsa, doğru söylenmiş olur. Cinler Kur'an'ı ilk duydukları zaman tevhid inancının mükemmelliğini ve şirk'in ne kadar çirkin olduğunu anında anlamışlardır. Dolayısıyla âyetlerde geçen "liyuzhirahu" "üstün kılmak için" değil, "açık olarak ortaya koymak için" meali verilmelidir.Zaten Tevbe süresi 32. âyet ile Saf süresi 8.âyet, bu anlama destekvermektedir.Söz konusu âyetlerde geçen "liyuzhirahu" "üstün kılmak" anlamında değil, "açık olarak bütün yönleriyle ortaya koymak" anlamında kullanılmıştır.Bu açıklamadan sonra âyetlerin ortak meali şu şekilde ortaya çıkıyor."O Allah ki, Resülünü hidâyet ve hâk din ile gönderendir. (daha önceki Resüllere indirdiği İslam) dinini daha açık ortaya koymak için, kâfirlerin-müşriklerin hoşuma gitmese de"(Tevbe-32,33; Saf- 8,9; Fetih-28)Tekrar ederek söylüyoruz.Tevhid dini insanlık tarihinde yaşayış ve amelde, inanç ve ahlakta, fikir ve erdemde diğer şirk dinlere karşı hiçbir zaman bir üstünlük sağlamamıştır.Âyetlerde anlatılmak istenen şey, dinin açık olarak ortaya konması ve tamamlanmasıdır.Muvahhidler her zaman ve zeminde yok denecek bir azınlığa ve etkisiz bir konuma sahip olmuşlardır.Hatta Allah elçilerinin yaşadıkları zamanda da böyledir.

20 Ocak 2022 Perşembe

SALAT ve ZİKİR (8.YAZI) Zikir, insanın fıtrat mayasında var olanı ona hatırlatan şeydir. Bütün Nebilere indirilen vahiy'lerin ortak adı zikirdir.Kur'an, son zikir yani son hatırlatma ebedi öğüttür. Zikir sözlük anlamı itibarıyla anma ve hatırlama demektir. Zikir, vahiy'dir, tezekkür ise, akıl ve zihinle vahiy'den üretim yapma faaliyetidir. Mezkûr, anılan, hatırlanan.Müzakere, karşılıklı zikretme, fikir alışverişi, görüşme, sorgulama, tartışma.Müzekkere ihtar pusulası, not, hatırlatma.Tezkere, andıç, not, hatırlanacak şey gibi. İşte vahiy de en büyük ve en önemli bir hatırlatıcıdır. Tevhid, güzel ahlak, infak, merhamet, hidayet, Nebi ve Resül kıssalarıyla en emin ve en doğru hatırlatıcıdır.Esas olan misaller değil, misallerin verdiği öğütlerdir. İşte o zikrin adı Kur'an'dır. Teşbihe göre hatırlarsak; siz daha çevrimdışı iken bile ilâhi hafızanızda zaten kayıtlıydı ama farkında değildiniz. İşte o kitabın içeriği artık karşınızda. "İçinde şüphe (tutarsızlık, tereddüt) bulunmayan şu kitap takva sahipleri için bir hidayettir.(Bakara-2) Okudukça hurafelerden arınacağınız, anladıkça ufkunuzun açılacağı tam bir çevrimiçi hidayet, yol ve yöntem gösterici. Hem dili çok kolay hemde üzerinde ciddi bir tefekkür etme gerektiriyor. Ona inandığını iddia eden milyonlarca iman eden var. Ama ilim ve hikmetinin farkında olan çok az insan var. Siz salâtı ikame etmeye başladığınız (vahiy'le bağlantıyı ayakta tuttuğunuz) ve takva sahibi olduğunuz (korunma alanına girdiğiniz) ve furkan denilen (doğruyu yanlıştan ayıran) gözlükle baktığınız ve merak edip anlamak için eğildiğiniz (rükû ettiğiniz) için artık onun farkında oluyorsunuz. O, sokaktaki ümmi insanlar için değil sizin için tutarlı bir hidayet rehberi oluyor. Salâtı ikame etme (bağlantısını ayakta tutma) isteyenler için vahiy rehberdir. "Andolsun, Allah İsrailoğullarından misak almıştı. Onlardan on iki nakib (temsilci) görevlendirdik. Ve Allah onlara dedi ki: Muhakkak ben sizinle beraberim. Salâtı ikame eder, zekât'a gelir (arınır), Resüllerime iman eder, onlara güç verirseniz yani Allah'a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim kafir olursa, bilsin ki düz yoldan sapmıştır.(Mâide-12) Kur'an’da İsrailoğulları üzerinden öğüt olarak sahabileri ve iman edenleri düşündürecek onlarca misaller verilmiştir. Özellikle şu âyetler kitap üzerinden değinilen salâtı ikame kapsamında konumuz açısından önemli bir bölümdür. "Misaklarını bozmaları nedeniyle onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar kelimeyi gerçek anlamlarından tahrif ederler ve kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. Onlardan çok azı hariç sürekli ihanet görürsün. Yine de onları affet yani hoşgörülü ol. Şüphesiz Allah güzel ahlak sahiplerini sever.(Mâide-13) Görülüyor ki kelimeyi anlamından saptıranlar Allah’ın varlığına inanmayan dinsiz ateistler değil, tam aksine kitap ehli olanlar hemde onların ileri gelen din adamları. Aslında saptırılan kelime Tevrat’la ilgilidir. Çünkü kendilerine hatırlatılan (zikir) ve kendilerine hisse çıkarmaları gerekenler o kitabın içerisinde olanlardır. Bu âyetlerden biz de dersimizi alıyoruz. Çünkü son vahiy tarihinde Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları da aynı şeyi Kur'an’ın başına getirmişlerdir. İşte Nebi (a.s) dan hemen sonra salât da ritüele indirgenerek aynen Nebi ve Resül, ihlas ve ihsan kavramları gibi anlamı saptırılan ve hatta tamamen kaybedilen bir kavram olmuştur. "Ve “biz nasarayız (Hıristiyanlarız)” diyenlerden de misak almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan (vahiy'den) pay almayı unuttular. Böylece biz de kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Allah yapmakta oldukları şeyi onlara haber verecektir.(Mâide-14) Yukarıdaki âyet Hristiyan din adamlarının da geçmişte aynı şeyi yaptıklarını haber veriyor. Onlar da kitaplarından almaları gereken hisseleri zamanla kaybettiler. Kilisenin aziz diyerek yücelttikleri Hıristiyan ruhbanlar, İsa (a.s) ı ilâhlaştırırken İncil'e eklemeler yaparak manasını yamulttular ve vahyin anlaşılmasının önüne türlü türlü engeller koydular. "Ey Ehl-i Kitap! Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size beyan eden ve birçoğunu affeden Resülümüz (Kur'an) geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.Rızasına tâbi olanı Allah onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle (yasası gereği) karanlıklardan aydınlığa çıkarır müstakim bir yola iletir" (Mâide-15, 16) İşte geçmiş yüzyıllar içerisinde onlar gibi Şii ve Sünni din adamları da birçok yöntemle son vahyin kavramlarını gerçek anlamından saptırdılar. Sadece ritüele indirgenen salât da bundan en ağır nasibi alanlardan oldu. Rivayet ve bunlar üzerine inşa edilen ictihadlarla bağlantılarını kaybeden din adamları artık kitaplarını gerçek anlamda okumaz oldular. Okuyan az bir kısmı ise, kendi dilinde anlama gayret ve çabaları çeşitli iftira ve yaftalarla itibarsızlaştırılarak toplum dışına itildiler. Her şeye rağmen kendi dilinde okumak isteyenlere ise rivayet ve ictihadlar yoluyla geleneksel anlamlar dayatıldı. Oysa o kitabın içinde aydınlanmak isteyenler için bir çok hikmetler vardı.Yüce Allah'a hamdolsun ki, her şeye rağmen salâtı ikame etmeye (vahiy'le bağlantıyı kurmaya) çalışanlar için onlarca burhan ve hüccet, yüzlerce âyet var.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(113. YAZI)Tevbe Süresi 1-) Allah yani Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır! 2-) Ey müşrikler! Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz yani Allah kâfirleri rezil edecektir. 3-) Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah yani Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah yani Resûl'ü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Nebi!) kâfirlere elem verici bir azabı müjdele! 4-) Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah muttakileri sever. 5-) Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder yani salât'ı ikâme eder yani (vahiy'le) zekât'a (arınmaya) gelirlerse artık yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 6-) Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (hoşgörü), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır. 7-) Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında müşriklerin Allah yani Resûlü yanında nasıl (muteber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz Allah muttakileri sever. 8-) Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu fasıktırlar. 9-) Allah’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür! 10-) Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırgandırlar. 11-) Fakat tevbe eder yani salât'ı ikâme eder yani zekât'a gelirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle tafsil ediyoruz. 12-) Eğer ahitlerinden sonra yeminlerini bozarlar ve dininiz hakkında ileri geri konuşurlarsa, küfrün imamlarına (önderlerine) karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. Umulur ki son verirler. 13-) (Ey müminler!) Verdikleri sözü bozan, Resül'ü (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. 14-) Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın yani onları alçaltsın; onlara karşı size yardım etsin yani mümin kavmin göğüslerine (gönüllerine) şifa versin. 15-) Yani onların (müminlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dileyenin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.(Âyette bulunan "ve yetünüllâhu alé men yeşéu" cümlesine, "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder" gibi bir meâl vermek doğru değildir. Çünkü yüce Allah şirk ve küfür dahil günahlardan tevbe eden herkesin tevbesini kabul eder. Yani istediğini kabul eder, istediğini kabul etmez diye bir şey yoktur. Dolayısıyla âyette bulunan "men yeşéu" ifadesi, yüce Allah için değildir."Kim dilerse, dileyen kişi" anlamına gelmektedir.) 16-) Yoksa siz, Allahın, sizden, cihad edip, Allah'tan, Resülünden ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan terkedileceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 17-) Müşrikler, kendi kâfirliklerine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah’ın mescidlerini imar etmeye layık değildirler. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir yani onlar ateşte kalıcıdırlar. 18-) Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden yani salât'ı ikâme eden, zekât'a gelen ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte hidayete ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. 19-) (Ey müşrikler!) Siz hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı imar etmeyi, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki bunlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler kavmini (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete erdirmez.20-) İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, derece bakımından Allah katında daha muazzam bir seviyededirler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. 21-) Rableri onlara, kendinden bir rahmet ve rıza ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. 22-) Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında azim bir mükâfat vardır. 23-) Ey iman edenler! Eğer imanın üzerinde küfre karşı bir sevgileri varsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. 24-) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, razı olduğunuz meskenler size Allah’tan O'nun Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Yukarıdaki âyetin mesaj ve misyonu ebedi olduğu için yani hitap ettiği kitle kiyamet gününe kadar gelecek bütün müminler olduğundan, âyette bulunan Resül kavramı beşer Resül olan Muhammed (a.s) değil, kitap Resül olan Kur'an'dır. Çünkü beşer Resül vefat etmiştir. Fakat kitap Resül kiyamet gününe kadar baki kalacaktır.) 25-) Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yer bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz. 26-) Sonra Allah, Resûl’ü ve müminler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. 27-) Sonra Allah, bunun ardından yine dileyenin tevbesini kabul eder. Zira Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 28-) Ey iman edenler! Müşrikler necistir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.(Aslında Yahudi ve Hristiyanların Mescid-i Haram'a ziyaret, gezi ve araştırma niyetiyle girmelerinin hiçbir sakıncası yoktur. Yasaklama tamamen Mekke müşrikleriyle ilgili bir durumdur. Yani ibadet gayesiyle oraya girmesinler demektir. Dolayısıyla âyette "bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" denilmiştir. Fakat Ehl-i Sünnet aklı bunu anlamaktan âcizdir.) 29-) Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah yani Resûlünün (Kur'an'ın) haram kıldığını haram kılmayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. (Kur'an'da helal ve haram kılma Allah ve vahiy bağlamında kullanılmıştır. Âyette geçen Resül, beşer Resül'den öte ebedi bir misyona sahip olan kitap Resül'dür. Çünkü kitap Resül bütün zamanları ve coğrafyaları aşacak bir özelliğe sahiptir. Hiç kimse maddi olarak kitap Resül'e bir engel çıkaramaz, bir sınırlama koyamaz. Kitap Resül'e engel çıkaran ve sınırlama koyan din adamlarıdır.) 30-) Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!

19 Ocak 2022 Çarşamba

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(112.YAZI) Enfal Süresi 65-) Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı (dayanıklı) yirmi kişi bulunursa, iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. 66-) Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zaaf olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı (dayanıklı) yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. 67-) Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir Nebi'ye esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya şatafatını (yaşantısını) istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah Aziz'dir, Hakim'dir. (Âyet savaş esnasında alınan esirlerle ilgili değildir. Çünkü esirler öldürülmezler. İman edenler, savaş başlamadan önce müşriklerin zenginliklerini düşünerek savaş esnasında onları öldüreceklerine esir alarak para karşılığında serbest bırakma hatasını işlediler. Yoksa âyet, "savaştan sonra aldığınız esirleri öldürmeniz gerekirdi" demiyor.) 68-) Allah tarafından önceden verilmiş bir kitap (yazgı) olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka azim bir azap dokunurdu. 69-) Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin. Ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 70-) Ey Nebi! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını (Kur'an hidayetini) size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. 71-) Eğer sana hainlik etmek isterlerse (üzülme, çünkü) daha önce Allah’a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 72-) İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velileridir. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların velâyetinde hiçbir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir. 73-) Kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (cihad ve infakı) yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur. 74-) İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve kerim bir rızık vardır. 75-) Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmağa) daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.(Enfal Süresi Sonu)

SALÂT ve TAKVA (7.YAZI) "Onlar (fasıklar) Allah'ın ahdini kesin olarak bağladıktan sonra bozarlar, Allah'ın onunla birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yerde fesat çıkarırlar. Onlar husranda olanlardır" (Bakara-27)Bu âyetle fasık müşrikler üzerinden bize bir mesaj veriliyor ve çok önemli bir bağlantıyı koparmamamız gerektiğine işaret ediliyor. Eğer bunu yapmazsak bozguncu olacağımız ve husrana uğrayacağımız ortaya konuyor. Fesatçılığın zıddı ıslah ediciliktir. Görünen o ki, bu bağlantının bir ucu açık olarak Yüce Allah'ın kudret elinde iken, diğer ucu ıslah etmekle ilgili olduğu için kendimizle ve çevremizle ilişkilendirilmelidir. Bu "bağlantı" konusunu Kur'an'ın içinde farklı bir yerde de görüyoruz. Bu defa iman edenler üzerinden "salat'ı ikame etme" bağlamında ifade ediliyor olması anlamlıdır."Sana rabbinden indirilenin hak olduğunu bilen, (kalbi) kör olan gibi midir? Ancak temiz akıl sahipleri tezekkür eder. Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri sözü bozmazlar. Ve onlar Allah'ın onunla birleştirilmesini emrettiği şeyi birleştirirler. Rablerine huşu duyar, kötü hesaptan korkarlar. Ve onlar Rablerinin rızasını isteyerek sabrederler yani salât'ı ikâme ederler kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli-aleni olarak infak ederler ve kötülüğü güzellikle giderirler. Bu diyarın sonucu işte onlar içindir" (Râd-19/25)Fasıkların kopardığı fakat iman edenlerin birleştirmeleri gereken bu bağlantı her ne ise içinde "tefekkür, furkan, huşu, sabır, takva, ihsan" gibi kavramlar mevcuttur. Peki, Kur'an'ın içinde iman edenler için tavsiye edilen bağlanılabilir bir şeyin ifade edildiği başka bir emir var mıdır."Hep birlikte Allah'ın himayesine (Kur'an'a) sığının fırka fırka olmayın. Allah'ın size olan (vahiy) nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve onun (tevhid) nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz yani siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. işte Allah size âyetlerini böyle beyan ediyor ki hidayet bulasınız" (Ali İmran- 103)Bu âyette sadece" habl" "himaye" değil, diğer ifadeler de çok anlamlıdır. Çünkü ileride salâtla ilgili diğer bölümlerde birçok âyeti okuduğumuzda göreceğiz ki buradaki ifadeler bir bir anlam kazanacak iman ve zihnimize hakim olacaktır.Peki Âli İmran 103. âyette dikkat çekilen ifadeler nelerdir?Birincisi: Bir araya gelmiş müminlerden söz etmesi.İkincisi: Allah'ın nimetiyle (ki imet kavramı en çok vahiy için kullanılır) sabahlamaları.Üçüncüsü: Kalplerin ısınıp dayanışma ve kardeşlik içine girmesi.Tüm bunlar üzerinde duracağımız salât bağlamında çok önemli kavramlardır.Onlar ( fasıklar) Allah'ın ahdini kesin olarak bağladıktan sonra bozarlar, Allah'ın onunla birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yerde fesat çıkarırlar. Onlar husranda olanlardır"(Bakara-27)Rad süresindeki yukarıdaki âyetlerin ardından iman edenlerin ödüllendirileceği belirtilip hemen sonra müşriklerin cezalandırılacağı söylenirken yine kesilen bağlantı aynı bağlam içinde tekrarlanıyor. Allah'ın ahdini, onu kesin olarak söz verdikten sonra bozanlar yani Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte lanet onlar içindir ve diyarın kötü olanı da onlar içindir. (Râd-25) İşte bu seri yazılarımızda âyetlerde geçen bağlantının adına salât diyecek, “salât'ı ikame et” ifadesini de “yüce Allah yani vahiy'le bağlantını ayakta tut” olarak ele alacağız. Eğer Allah (vahiy) ile bağlantıyı kesersen irtibatsız kalacak, korunamayacak, bir sorunla karşılaştığında çözüm bulamayacaksın. Salât'ı ikame etmek “çevrimiçi” olmaktır. Peki, bu çevrimiçi oluşun içinde neler yapacağız. İşte onlar da salât'ı ikame bahçesinin içinde ne varsa onlar olacaktır. "Takva, furkan, tevhid, rükû, zikir, sıdk, secde, iman, tevbe, şükür, tesbih, hûşû, vakit, salât, zekât, infak, kıyam, dua, salâvat, kıble, ıslahat, cihad, sabır, istiane, şiar ve tevekkül. Salât'ı ikâme kavramı çerçevesinde tüm âyetleri, delilleriyle birlikte ortaya koymaya çalışacağız. Kur'an bize ilk olarak takvayı tavsiye ediyor. Oradan başlayalım. Bakalım takva ile salât'ı ikame arasında nasıl bir sistem var. Takva sözlük anlamı itibarıyla; korunmak, sakınmak gibi bir manada duruyor. Bakara süresi ikinci âyette "İçinde şüphe (tereddüt) olmayan şu kitap takva sahipleri için hidayettir. Bakara süresinin en başında Kur'an’ın “takva sahiplerine” hitap ediyor olması, esasen içeriğinin de o kitabı rehber edinenleri ilgilendirdiğini gösterir. Bu kapsamda hemen ardından gelen âyette “salât'ı ikame etmekten” söz etmesi de “salât'ı ikame edecek” esas kişilerin sokaktaki “ümmi ve saf insanlar” değil, o kitab'ı gerçek anlamda tek hidayet kaynağı edinenler olduğunun delilidir. Bu da salât'ı ikame etmekle Kur'an’ın anlaşılmasının yakın ilişkisinin çok açık bir kanıtıdır. O halde biz de hakkın ne olduğunu anlamak için Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarından bize gelen yani uydurma dinin kaynaklarına bağlanmış gidenlerin anlayışına değil, Kur'an’ın bağlam ve bütünlüğüne bakarak hakkı anlamalıyız. Bu durumda; duyup bildiğimizi Kur'an'da aramak yerine, vahiy'de bize ne söylendiğini anlamaya odaklanmalıyız. Korunmak isteyenin bir koruyucuya, sakınmak isteyenin bir hamiye ihtiyacı vardır. İşte takvayı sağlayan o koruyucu, takva için bağlanılan o hami, bütün kudret ve engin merhamete sahip olan yüce Allah’tır. O’na yani kitabına sığınırsak, yani takva bağlantımızı Allah’a (sadece vahye) yaparsak, O’nun birleştirmemizi istediği bağlantının (salât'ın) bir ucunu tutunabileceğimiz en sağlam yere bağlamış oluruz. "De ki Allah'ı bırakıp da (yöresinde- yanında- berisinde) bize fayda veya zarar veremeyecek olan şeylere mi kulluk edelim. Allah bizi hidayete ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise:" Bize gel" diye hidayete çağırdıkları şaşkın kimse gibi gerisin geri küfre mi döndürüleceğiz? De ki: Allah'ın hidayeti hidayetin ta kendisidir. Bize âlemlerin (insanların) Rabbine teslim olmamız emredilmiştir yani salat'ı ikâme edin ve (Allah'tan) korkun" (diye de emredildik) O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah'tır" (Enam- 71,72) Çevrimiçi kalarak (salât'ı ikame ederek) Allah’la bağlantınızı ayakta tuttuğunuzda O’nun sağlayacağı tüm olanaklarından faydalanacak ve O’nun koruma kalkanlarının içinde olacaksınız. Takva, furkan, tevhid, rükû, zikir, sıdk, secde, iman, tevbe, şükür, tesbih, hûşû, vakit, salât, zekât, infak, kıyam, dua, salâvat, kıble, ıslahat, cihad, sabır, istiane, şiar ve tevekkül. İşte irtibatımızı kestiğimiz anda yukarıda salât kavramının içinde bulunan takva, kitap, furkan ve diğer sayılan hiçbir aracı uygun biçimde kullanamayız. Çünkü bu araçların hemen hepsi çevrim içindeyseniz sağlıklı çalışır. Mesela: Elinizde zaten kitap yani bir kullanma kılavuzu (Kur'an) var. Benzetimle devam edelim… Çevrimdışı (offline) iseniz onun karakterleri okunamaz haldedir. Gördükleriniz sadece karmakarışık harfler, rakamlar ve sembollerdir. Bir şeyler yazılı olduğunu görür, uzaktan seslenilir gibi duyar ama ne anlama geldiklerini bir türlü anlayamazsınız. Başkaları size anlatsa da yanılma ihtimalleri vardır ve daha da kötüsü sizi kandırma ihtimalleri yüksektir. Çünkü aslında kitap; çevrimiçi olduğunuzda okuyabileceğiniz biçimde ve size özel (göğsünüzde) şifrelenmiştir. O yüzden birleştirilmesi istenen şeyi (Allah’ın himayesini) birleştirmeli (salât'ı ikame etmeli), asla bağlantınızı koparmamalısınız. Yoksa korunmasız kalacak, sonraki aşamada okuyup anlamanız gereken bilgi ve hikmetlere asla ulaşamayacak ve kötü niyetlilerin imanınızı ve aklınızı işgal edecek saldırılarına açık hale geleceksiniz. Önce bağlantı sahibi olmamız, belki de daha doğru bir deyimle “bağlanmak istememiz” ve bağlandıktan sonra bir daha da bu bağlantıyı koparmamamız gerekiyor. Biz bağlanmayı istemedikten sonra irademize ipotek koyarak Allah zorla bizi bir yere bağlamaz. Çünkü sınamaya tâbi olan biziz. Demek ki salât'ı ikame etmenin içindeki ilk şey takva sahibi olmak imiş. Korunmasız kalmamak imiş. Allah (Kur'an) ile sürekli olarak aynı çevrimin içine girmek gerekiyormuş. Peki, girince ne olacak? İşte onun da adı furkan oluyormuş.İster ibadet olsun, ister takva, isterse ihsan ve ihlas olsun, isterse salât olsun, bunların hepsi sürekli olarak yüce Allah ile ilişkilerimizi sağlam bir zeminde tutan ve bizi Müslüman yapan değerlerdir. Fakat en önemlisi, bütün bu değerlerin anlam kazanması Kur'an ile bağımızın güçlü olmasına gelip dayanıyor. Kur'an ile güçlü bir dayanışma içine girmeyenlerin iman ve amellerinin yüce Allah indinde hiç bir değeri olmayacaktır. Dolayısıyla din adamları, namaz! kılmaktan, hac ve umre yapmaktan hatta imanlarından daha çok Allah (Kur'an) ile bağlantılarını gözden geçirmek zorundadırlar. Dinde her şey gelip şuur ve akıl dairesinde Kur'an'ın ilim ve hikmetinin bilinmesine dayanıyor. Kur'an bilinmedikten sonra diğer şeylere kafa yormanın bir anlamı yoktur. Çünkü İslam, iman, takva, ihlas, ihsan, salât gibi en değerli erdemler Kur'an'ın bilinmesiyle yani ilim ve hikmeti ile değer kazanırlar. Dinde Kur'an tek kaynak değilse, bunların hiç bir değeri yoktur. Daha doğrusu Kur'an yoksa, bunlar otomatikman yok hükmündedirler. Sadra şifa olan bu erdemlerin kiymet kazanması Kur'an sayesindedir. Demek dinde her şey gelip Kur'an'ın bilinmesine dayanıyor. Din adamları Kur'an'ı bilmiyor ve ona itibar etmiyorlarsa din ve imanlarının hiç bir değeri yoktur. Kur'an'ın deyimiyle "kitap yüklü eşekler" (Cuma-5) derecesindedirler. "Kitap yüklü eşeklerin" iman ve amellerinden söz etmenin bir manası var mı?

18 Ocak 2022 Salı

KURANI MÜBİNİN MEÂLİ(111.YAZI) 54-) Evet bunların durumu, Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zalimler idiler. 55-) Allah indinde, canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. 56-) Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir. 57-) Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin ceza ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt.58-) Antlaşma yaptığın bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez. 59-) Kafir olanlar bizi (azabımızı) aşacaklarını sanmasınlar. Çünkü onlar (bizi) âciz bırakamazlar. 60-) Onlara karşı gücünüz yettiği kadar güç ve cihad için atlar hazırlayın ki, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne infak ederseniz, size eksiksiz ödenir yani size asla zulüm yapılmaz. 61-) Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir. 62-) Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle güçlendirendir. 63-) Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir.(Ey Nebi!) Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah (vahiy sayesinde) onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, Aziz'dir, Hakim'dir. 64-) Ey Nebi! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter. (Aslında "ittibâ" yani tâbi olma kavramı, Nebi bağlamında değil, vahiy ve Resül bağlamında kullanılan bir kavramdır. Kur'an'da sadece bu âyette Nebi bağlamında gelmiştir. Bunun sebebi savaşla ilgili olduğundandır. Yani âyetin tarihsel ve bölgesel bir özelliği vardır. Dolayısıyla müminler ordu komutanı göreviyle savaşla ilgili olarak Nebi (a.s) ın emir ve direktiflerine ittibâ etmek zorundadırlar. NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL EDER. Kur'an'da yüzlerce âyette Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar ortaya konduğu halde birçok arkadaş Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmeden veya Nebi ile Resul'ün hangi anlama geldiğini idrak etmeden veya gurur ve kibrine yenilerek Nebi ile Resul'ün arasında bir farkın olmadığını, her iki kavramın aynı şeyler olduklarını ve aynı manaya geldiklerini söylemektedir. Halbuki Nebi ile Resul ayrı kavramlarla geçtiği için aynı manalara gelmeleri mümkün değildir. Biz de Nebi ile Resul'ün arasında bulunan bazı önemli farklara Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü yani sisteminden yararlanarak ortaya koymaya çalıştık.Son zamanlarda Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklara baktığımızda Nebi'nin tarihselliği, Resul'ün ise evrenselliği temsil ettiğini gördük.Tabii ki biz "Nebi'nin tarihselliği" derken Kur'an'da anlatılan son Nebi'nin hayatını ve güzel ahlakını devre dışı bırakıyor değiliz. Nebi'nin Kur'an'da anlatılan hayat ve hatıralarından ibretler ve dersler çıkaracağız.Çünkü Kur'an'ı Mübin bir amaca yönelik olarak indirilmiştir ve Kur'an'da amaçsız bir âyet bulunmamaktadır. Yani Kur'an Musa(a.s)ın çocukluğunu ve kimden süt emip emmediğini anlatıyorsa, dar bir alan ve özel bir hayatı temsil eden son vahyin muhatabının inanç, güzel ahlak, söz ve hareketlerini veya üstün meziyetlerini anlatmamasını düşünmek doğru değildir. Nebi (a.s) Kur'an'da anlatılan hayat ve hatıralarından elbette ibret ve ders çıkarırız. Fakat üzerine din ve hüküm inşa edemeyiz. Dolayısıyla Nebi kavramının kullanıldığı âyetlerin uygulanma alanı bulmaları imkansızdır. Çünkü toplum sürekli olarak gelişmekte ve sorunlar çoğalmaktadır. Yani toplumun gelişimine paralel olarak kanun ve kaidelerin değişmesi ve güncellenmesi gerekiyor. Resul sözcüğünün beraber kullanıldığı kavramlara baktığımızda geniş bir hayat, evrensel bir mesaj, ve ebedi bir davet görüyoruz. Yani şunu demek istiyoruz. Nebi Medine ve çevresi ile hayatı kayıt altına alınmıştır.Nübüvvet makam ve mertebesi Medine'de son bulmuştur. Nebi'nin hayatı dar bir alan ve sınırlı bir coğrafya ile kalarak vefat etmiştir. Fakat "Beşer Resul" bütün ilişkisi vahiy olduğu için kendisinden sonra "Kitap Resul" ile misyonunu devam ettirmesi şarttır. Yani "Resul" kavramı evrensel bir özellik ve ebedi bir misyonu temsil etmektedir. Bu Nebi ile Resul'ün arasında bulunan en önemli farklardan biri olarak kabul edilmelidir. Başta itaat kavramı olmak üzere "isyan, küfür, hakem olma, üsve-i hasene (güzel örnek) mübin (apaçık) kerim, aziz, helal ve haram kılma, tebliğ, nehiy ( yasaklama) âyetleri tilavet etme (vahyi okuma ve duyurma) gönderilmeden azap etmeme, şikak, dâvet, icâbet gibi birçok kavram ölümlü olan Nebi ( a.s) bağlamında değil, ölümsüz olan Resul (a.s) bağlamında kullanılmıştır. Nebi'nin dar bir alan ve belli bir coğrafya ile sınırlı olduğunu gösteren âyetler. "Ey iman edenler! Sesinizi Nebi'nin sesinin üzerine yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi ona (Nebi'ye) yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir"(Hucurat-2) Yukarıdaki âyette Nebi'nin sesinden söz edilmektedir. Pek tabiidir ki, Nebi'nin sesi tarihsel olmaya mahkumdur. Fakat ona karşı da saygısızlık yapılamaz. Bu ayetten sonra gelen âyetin meali şöyledir. "Allah'ın Resulünün huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır"( Hucurat- 3) Çok ilginç, ikinci âyette "savtin nebiyyi" (Nebi'nin sesi) buyurduğu halde 3.âyette "inde Resulilléhi" (Allah Resulü'nün indinde) buyurmuştur. Yani Resulü'n tebliği, daveti, vahyi okuması ve duyurması vardır, ama sesi yoktur.Çünkü onun sesi vahiy'den başka bir şey değildir. Resulün görevi sadece vahyi tebliğ etmek olduğu için onun sesi değil, okuduğu ve duyurduğu vahiy vardır. Nübüvvet makam ve mertebesi tarihsel ve özel hayat ile ilgili olduğu için "Nebi'nin sesi" buyrumuştur. Yani Hucurat süresi 2.âyatte Nebi'nin yanında dünyevi bir şey konuşulduğu esnada arkadaşlarının yüksek sesle konuşup ona saygısızlık yaptıklarını anlıyoruz. Nebi ile Resul'ün arasında bulunan en önemli farklardan biri de Nebi özel hayatı temsil ettiğinden dolayı söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hataları olmuştur. (Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67,68)Fakat görevi sadece vahyi tebliğ etmek (Mâide-99) olduğu için yani vahyi duyurmada ihanet etmesi mümkün olmadığı için (Hakka-44) dolayısıyla Resul masum olduğu için ona itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir. (Nisa-80)Nebi'nin tarihsel olduğuna ikinci bir örnek: "Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça zamanını gözetmeksizin Nebi'nin evlerine girmeyin..."(Ahzab- 52) Nebi'nin evleri kelimesi "büyüten nebiyyi" aynen Nebi ( a.s) ın kendisi gibi ölümlü ve tarihsel kalmaya mahkumdur. Şimdi Resul kavramının nasıl bir evrenselliğe ve genel bir davete sahip olduğunu gösteren âyetlere bir göz atalım."O gün, zalim kimse pişmanlıktan ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o Resul ile birlikte bir yol tutsaydım" (Furkan- 27) Zulüm kıyamet saatine kadar sürecekse, Resul'ün dahi misyonu yani tebliğ ve yol göstericiliği kıyamet gününe kadar sürmesi gerekir. Yani "beşer" olan "Resul" hayatta olduğu sürece risâlet misyonu ile konuşan Kur'an'dır. "Beşer Resul" vefat ettikten sonra yine Resul misyonu ile onu bir şeyin temsil etmesi gerekir. O da Allah'ın kitabından başka bir şey olamaz. Dolayısıyla evrensel mesaj taşıyan bütün kelimeler "Resul" kavramı ile gelmektedir. Mesela: "Şu muhakkak ki, Allah kafirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklar, kendilerini koruyacak ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır"Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Resul'e itaat etseydik derler"(Ahzab-64,65,66) Yukarıdaki âyette kafirler "keşke Allah'a itaat etseydik, Nebi'ye de itaat etseydik değil, Resul'e itaat etseydik" diyecekler, buyuruyor. Çünkü küfür aynen kitap Resul gibi kıyamet gününe kadar devam edecektir.Özel hayatı temsil ettiğinden dolayı son Nebi olan Muhammed ( a.s) Medine'de vefat etmiştir. Fakat Resul dâvet ve yol göstericiliği yani hidayeti ile kıyamet saatine kadar devam edecektir. Mesela: "Kim Allah ve Resulü'ne doğru hicret ederek evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse artık onun mükafatın Allah'a kalmıştır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir"( Nisa- 101)Nebi tarihsel yani ölümlü olduğu için ona hicret edilmez. Fakat Resul misyonu itibariyle evrensel olduğu için kıyamet gününe kadar tebliği ve beyanı devam edecektir. Dolayısıyla kiyamet gününe kadar Resule hicret etmek devam edecektir. Kitap Resule hicret edenler aynı zamanda beşer Resule hicret etmiş olurlar. Vahyin belağ olduğu ile ilgili (İbrahim-52) beyan olduğu ile ilgili (Âli İmran-138) âyetlerine bakılabilir. Mesela: "İman etmelerinden sonra, Resul'ün hak olduğuna şahit olmalarından sonra ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra hakkın üstünü örten kafir bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder..." (Âli İmran- 86) Aynı şekilde küfür kıyamet gününe kadar sürecekse Resul da kıyamet gününe kadar misyonunu devam ettirmesi gerekiyor. Çünkü Resul ile muhatap olmadan küfür, dalâlet, nifak ve şirk olmayacağı gibi, hidayet, iman, islam, takva ve ihlas'ın olması mümkün değildir. Bütün bu dini kavramlar ve fiiller ancak Resul ile karşılaştıktan yani onunla muhatap olup, onu red veya kabul ettikten sonra bir anlam kazanırlar. Yani "beşer Resul" veya "kitab Resul" olan vahiy'le muhatap olmayan, onu bilmeyen insanlara kafir, münafık, fasık ve müşrik denmeyeceği gibi, mümin, Müslüman, muttaki, muhsin ve muhlis de denemez" "Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir Resulü memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir" (Kasas -59)"...Biz, bir Resul göndermeden kimseye azap edecek değiliz"(İsra-15)MESELA: Neden "Resul size neyi verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının..."(Haşr-7) buyrulduğu halde, "Nebi size neyi verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının" denmemiştir. Çünkü Nebi tarihsel ve ölümlü, Resul evrensel, davet ve tebliği sonsuz olduğu yani kiyamet gününe kadar süreceği içindir.Her ne kadar Nebi'nin tarihselliğini kabul etmesek de, onunla ilgili olan âyetler tarihsel kalmaya mahkumdur. Yani Nebi ve onunla ilgili âyetler zamana mağlup olacaklardır.Nebi'ye Kur'an'a intiba etmesi emredilirken, (Ahzab 1,2) Resul'e tebliğ etmesi emredilmiştir. (Maide-67)

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (6.YAZI) En önemli öğüt olan salât insanı her türlü kötülükten engeller. Namaz için böyle birşey söylemek mümkün değildir. Namaz, Şia ve Ehl-i Sünnet toplumlarına hiç bir faydası olmamıştır. Salâtta insan, her an Allah’ın manevi huzurundadır. Namazda huzur diye bir şeyden söz edilemez. En önemlisi, iman ve ilim, akıl ve fikir olarak namazın, iman edenlere hiçbir faydası olmamıştır. Olsaydı, birbirlerinin çarşı ve pazarlarını, medrese ve mabedlerini bombalamazlardı. Sakın "Namaz günümüze kadar uygulanarak gelen bir ibadettir" demeyin. Çünkü Şii ve Sünni din adamları Kur'an'da bulunan bütün kavramları bozmuşlardır. Tevhid ve vahiy nimeti şirk ve küfür olarak yer değiştirmiştir. Salât, ilim ve şuurla, zihin ve akılla yapılan bir eylem iken, Namaz, ezberlenmiş kuru tekrarlardan başka hiçbir şey değildir. Salat, gece gündüz, yirmi dört saat sürekli olan bir faaliyet iken, namaz sınırlı vakitlerde yapılan psikolojik bir baskı ve bir alışkanlıktır. Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri “salât" kavramını tahrif edip "namaz” anlamı verince, ümmet, vahyi öğrenmek, öğretmek ve uygulamaktan uzaklaştı.Artık Kur'an'ı öğrenme, anlama ve hayata aktarma olarak değil, onu Arapça seslendirme ibadet ve sevap sayıldı. Yüce Allah'a yemin olsun ki, Şia ve Ehl-i Sünnet'in ümmileri içinde Kur'an'ın manasının olduğunu bilmeyen milyonlarca insan mevcuttur. İnsanlara din ve iman anlatanların büyük çoğunluğu Kur'an'ın en kolay kavramları olan ihlas ve ibadeti bilmekten âcizdirler. Devasa mabedleri, minare ve mermerleri, mimâri sanat ve süslemeleri ile yüz yıllardan beri namaz bu ümmet için en büyük israf kurumu olmuştur.Halbuki bu kadar zenginlik ve maddi imkanlar tamamen riya ve gösteriş olan mâbedleri inşa etme yerine fakir ve miskinlere harcansaydı, toplum olarak bambaşka bir konumda olabilirdik. Namaz, yüce Allah'ın dinini amacından saptırdı. İman edenler olarak yapmamız gereken şey, imkân bulduğumuzda, zamanınız müsaitse sabah-akşam özellikle geceleri Kur'an'ı anlayarak okumaya çalışmak, üzerinde düşünmek, kavramlarını çözmeye uğraşmak, hikmetine yoğunlaşmak olmalıdır. İşte bu bireysel salât-ı ikame etmedir.Çünkü dinde her şey gelip Kur'an'ı bilmeye dayanıyor. Kur'an bilinirse, her şey bilinir. Kur'an bilinmezse din adına anlatılan her ahmaklık iman ve İslam zannedilir. Dolayısıyla dünyada bu ahmak dinden daha tehlikeli bir silah icad edilmemiş ve icad edilemez. Zira yüz yıllarca insan kaynaklarımızı yani çocuklarımızın ve gençlerimizin beyinlerini iğdiş edecektir. Kur'an'ın hiçbir âyetinde salât “dua” anlamına gelmez.Çünkü “dua” kavramı, Arapça bir sözcük olarak yüzlerce âyette yer almaktadır. Salat, dua anlamına gelseydi, yüce Allah salât demez dua derdi. “Salât=duadır” diyenlere karşı sorumuz:İbrahim süresi 40; İsra süresi 110. âyette, salât kavramı kullanıldıktan sonra neden tekrar “dua” kelimesi kullanılmıştır?Demek ki farklı anlamlara geliyorlar.Mealciler bazı yerlerde salât kavramına namaz anlamını veremedikleri için namaza en yakın olan "dua" anlamını vermektedirler. Bazı yerlerde “Rahmet” bazı yerlerde de “ibadet” anlamı vermekten kaçınmamaktadırlar. Üstelik aynı salât'a kimi dua anlamı verirken, kimi de ibadet anlamı ya da farklı anlamlar verebilmektedir. Kendi içlerinde bir sürü çelişki içine girmektedirler. Bu çelişkiler, onların rivayetlerin etkisinde kalarak salât'a yanlış anlam verdiklerinin de büyük bir delilidir. Bir çok konuda olduğu gibi, bu konuda da şaşkın olmalarının sebebi, anlatılan konuyla hayatın gerçekleri arasında bağ kurmayıp, eskiden beri gelen, taklide dayalı bilgiyi ezberlemiş olmalarındandır. Dua; Allah'tan istemektir. Salât ise, zikri (vahyi) toplum içinde ikâme etme eylemidir.(Tâhâ-14; Ankebüt-45) 6236 âyetten meydana gelen son vahiy, “Allah'a ibadet edin, Allah'a dua edin, Rabbinize dua edin, Rabbinize ibadet edin!” dediği halde hiç bir âyette “Allah’a salât edin!” dememiştir. Çünkü salâtın anlam ve misyonu çok farklıdır. Zaten salât hakkıyla yapıldığı zaman direkt olarak ibadet ve dua yapılmış olacaktır. Salât toplumsal kalkınma ve sosyal düzen ile ilgili bir durumdur. Allah’ın zatına salât edilmez. Allah için topluma salât edilir. Rabbimiz “salâtı ikame edin” derken, dua’yı ayağa kaldırın değil, vahyin ilim ve hikmetiyle, Kur'an'ın eğitim ve ahlakıyla toplumu ayağa kaldırın buyuruyor. Namaz, büyük bir heyecanla yüce Allah'ın emirlerini yapmaya hazırlanan bir kişinin, kendine dayatılan "mutlaka hergün beş vakit namazını kılacaksın" dayatmasını, yerine getirmediği için diğer emir ve önerileri de yapmaktan vazgeçen, psikolojisi bozulanın gönlüne saplanan bir hançer haline gelmiştir. Aslında yüce Allah'ın Kur'anda insanlara gerçek anlamda ibadetin ne olduğunu bildirdiği, tüm Nebi ve Resul'lerin de yerine getirerek uyduğu şeyin içi boş ve anlamsız bir ritüel olmadığını, ihlas ve ihsana dayalı bir yakarışla yapılan dua eylemi olduğunu, şu âyetler açık olarak ortaya koyuyor."Rabb'inize tederruân (Allah'ın yüceliği karşısında küçülerek, acizliğinizin ve fakirliğinizin şuurunda olarak, tevâzu üstüne tevâzu göstererek ve istekte bulunarak) yani hufyeten (gizlice) dua edin. Kuşkusuz O, haddi aşanları sevmez.(Âraf-55)"Ve (Allah tarafından) ıslah edildikten sonra, yerde fesad çıkarmayın yani O'na endişe ve ümit ile dua edin. Kuşkusuz Allah'ın rahmeti güzel ahlak sahiplerine yakındır.(Âraf-56)Dolayısıyla âyetlerde anlatılan dua eylemi bir ritüeli içermiyor. Yani bilinen namaz değildir. Dua'nın bir vakti, süresi, sayı sınırı yoktur. Dua eylemi insanın o andaki inanç, ahlak, ihtiyac ve psikolojik durumu ile ilgili kendi ve Rabbi arasında bulunan, son derece önemli bir yardım talep etme ve bir iletişim aracıdır. Hiç kimsenin buna mudahale etmeye hakkı yoktur. İhlas ile ve gönülden gelerek, Allah'a kulluk bilinciyle, acziyetimizi bildirerek, tevâzu ile yüce Allah ile iletişim kurmak, yalnız O'ndan isteyerek ve yalnız O'na kul olduğumuzu ifade eden bir iman ve güzel ahlakla yakarmamız, Allah'ın bizden gerçek anlamda istediği bir ibadettir. Kişi dilerse kendi dilinde, tevhide gönülden bağlı ve her türlü şirk unsurundan arınmış bir şekilde, ihlas ve takvaya bağlı bir imanla yalvarıp yakararak, boyun bükerek acziyetini itiraf edecek ve isterse yerlere yüzükoyun yatarak, gönülden gelen duygularla, gözyaşı dökerek, tüm içtenliği ve tam bir teslimiyet içinde Allah'a yalvaracaktır. Kur'anda yüce Allah'a ihlasla ibadet etme, yani dini O'na özel kılarak Rabbimiz ile iletişim kurmamız gerektiği şu âyetlerle de desteklenmektedir. "Kullarım, sana, beni sorarlarsa (bilsinler ki) ben, yakınım. Bana dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da benim dâvetime icabet etsinler ve (sadece) bana iman etsinler ki rüşd yoluna kavuşmuş olsunlar. (Bakara-186)Rabb'iniz dedi ki: “Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibadet etmekten kibirlenenler alçaklanmış olarak cehenneme gireceklerdir" (Mü'min-60)(Ey Resül!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz (vahyi) yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacaktır" (Furkan-77)Aslında insanın fıtrat mayasında bulunan Allah'tan istekte bulunma, Allah ile iletişim kurma iştiyak ve ihtiyacı, O'nun huzurunda kendini arzederek varlığı karşısında ne kadar yetersiz, âciz, miskin olduğunu ifade etme, boyun bükerek yalnız O'ndan isteme, samimi bir yakarışla, gönülden bir bağlılıkla gözyaşı dökerek, rızasını isteyip yerlere kapanarak yapılan ve tüm Nebi, Resül ve müminlerin yaptıkları şekliyle icra edilen dua eylemini, Sünni ve Şii din adamları, uydurma rivayetler ve içtihatlar yoluyla mistik bir tapınma ritüeline yani "Namaza" dönüştürerek, türlü ayrıntı ve takıntı derecesinde teferruatlara boğarak, kendi süfli amaçları uğruna özellikle Kur'anî kavramların en önemlilerinden biri olan, kendine özgü geniş bir anlam ve öneme sahip olan salât'ın üzerini örtmek yani ümmi halkı Kur'andan uzaklaştırmak için kullanmış ve zamanla bu namaz Kur'andan habersiz toplum tarafından dinin olmazsa olmazı ve dinin tek direği olarak kabul edilmiştir. Peki eğer Allah'a ancak belirli bir ritüel ile dua ve niyazda bulunmak, yani bugün bilinen anlamda namaz denilen ritüeli yerine getirmek din adına gerekli ve Allah'ın emri ise neden Kur'anda bunun nasıl yapılacağı, tarifi, hareketleri, okunacak dua ve âyetlerin ne olduğu, vakitleri gibi net ve açık bir şekilde yüce Allah tarafından birkaç ayette basitçe bildirilmemiştır. Halbuki yüce Allah şöyle buyuruyor. "... Ayrıca bu kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik" (Nahl- 89)

17 Ocak 2022 Pazartesi

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (5.YAZI) Kur'an'da bulunan salât kavramının kökü olan s-l-v’ın, klasik Arapça lügatlerinde birçok anlamı bulunmaktadır.Bu anlamları incelemeden önce geleneksel çevirilerdeki salat’ın Kur’an'ın bağlam ve bütünlüğü açısından tutarlı olup olmadığını araştıracağız.Bir çok âyette "salât" kelimesini “namaz” olarak tercüme etmek tevhid açısından uygun düşmüyor. Müfessir ve meâlciler bunu fark ederek bazı cümlelerin anlam bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla ya her zaman namaz olarak çevirdikleri kelimenin anlamını değiştirmek zorunda kalmışlar ya da değiştirmeyerek âyetleri tevhid akidesine aykırı bir biçimde bırakmışlar.Mesela: "İşte Rablerindan salâvatlar ve rahmet hep onlarındır ve hidayet bulanlar da onlardır" (Bakara-157)Yüce Allah'ın salâvât'ı hangi anlama geliyor? Mesela: "Haram aylar çıktığında artık müşrikleri, kendilerini bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, onları hapsedin, onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tövbe eder," namazı kılar" (ekâmus salâte), zekât verirlerse, artık yollarını serbest bırakın. Allah Ğafur'dur, Rahim'dir.Yüce Allah müşriklerin bağışlanmaları için namaz kılmalarının gerektiğini mi söylüyor? Yani Namaz kılmazlarsa müşrikler öldürülecekler mi? Peki, “namaz” kılıp da şirk koşmaya, putlara tapmaya devam ederlerse ne olacak? Böyle bir meal islam'ın tevhid ilkesine uygun düşer mi? "Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tespih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salâtını (salâtehu), ve tesbihini bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilmektedir.(Nur-41)Kuşların namaz kıldıklarını söyleyebilir misiniz?Mesela: "Onların mallarından sadaka al, bununla onları (nifaktan) temizlersin. Onların üzerine salât et (ve salli aleyhim), çünkü senin salât'ın (inne salâteke sekenun lehum) onlar için bir sükûnettir. Allah işitendir, bilendir.Nebi (a.s) ın namazı müminlere nasıl sükûnet olacaktır?"Onların (müşriklerin) beytullah indindeki salâtları (saletuhum) ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey müşrikler!) küfrünüzden ötürü şimdi azabı tadın!(Enfal-35)Müşrikler ıslık çalarak ve el çırparak nasıl “namaz” kılıyorlardı? "Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (salatlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak kılın. Emniyete kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah’ın öğrettiği şekilde O’nu zikredin.Âyetin inmiş olduğu Medine'yi düşündüğümüzde yürüyerek, at ve devenin üzerinde “namaz” kılınabilir mi?"Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona hayır verildiğinde ise cimri kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Salât'ı ikâme edenler ki, onlar salâtlarında devamlıdırlar. Mallarında, isteyene ve (istemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar; din gününü tasdik edenler; Rablerinin azabından korkanlar, ki Rablerinin azabına karşı emin olunamaz. Irzlarını koruyanlar ancak eşlerine ve himayeleri altında olanlar müstesna; çünkü onlar kınanamaz; bundan öteye geçmek isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir. Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler. Şahitliklerini ikâme edenler. Salâtlarını muhafaza edenler. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar" (Meâric-19/35)Âyetlere dikkat edilirse, genel olarak insanların özelliklerinden bahsediliyor iman edenlerin değil. Halbuki insanların büyük çoğunluğu" namaz" kılmamaktadır."Salat ederken bir kulu engelleyeni gördün mü? Ne dersin o (salât'ı yapan) hidayet üzerinde ise, yada o takvayı emrediyorsa!(Alak-9/12)Ehl-i Sünnet'in kaynaklarına göre Alak süresi Nebi (a.s) a ilk vahyedilen süredir.Sürede birinin salat yaparken engellendiğinden bahsetmektedir. Bir kimse evinde namaz kılsa onu kim engelleyebilir? Hatta nerede olursa olsun hiç kimse bir başkasını namaz kılmaktan engellemez, engelleyemez.İsterse havra ve kilise de olsa ona kimse karışmaz. (Ey Nebi!) Sana vahyedilen kitabı oku ve salât'ı ikâme et. Muhakkak ki, salât, hayasızlıktan ve kötülükten nehyeder. Allah’ın zikri elbette (öğütlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.(Ankebüt-45)İletişim, diyalog ve öğüt olmadan yani sözün gücü bulunmadan kötülükleri engellemenin imkanı var mıdır? Daha bu âyetler gibi onlarca âyet vardır ki, bu âyetlerde bulunan" salât" kavramlarına namaz kılma anlamını veremeyiz. Mesala: Allah ve melekleri müminlere nasıl namaz kılacaklar? (Ahzab-43) veya Allah ve melekleri Nebi'ye nasıl namaz kılacaklar?(Ahzab-56)Kur’an’ın indirildiği yirmi üç yıl boyunca insanlar Nebi (a.s) a birçok konuda soru sormuşlar ve yüce Allah bütün bu sorulara vahiy'le cevap vermiştir. Çok ilginçtir, Ehli Sünnet ve Şia'nın dinlerini üzerine inşa ettikleri namaz ve yüzlerce teferruatı ile ilgili Nebi (a.s) a hiç kimse tek bir soru sormuş değildir.Yahu Arkadaşlar! Farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, haramları, mekruhları, mendüpları, müfsitleri ile birlikte yüzlerce kural ve kaidesi olan, dinin üzerine bina edildiği namazın hiç bir teferruatından neden Kur'an söz etmez.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ (110.YAZI) Enfal Süresi 51-) İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir. 52-) Bunların gidişatı tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. (Onlar da) Allah’ın âyetlerine kâfir oldular da Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Allah (büyük) kuvvet sahibi, cezası çetin olandır. 53-) Bu da, bir kavim kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve erdemleri) değiştirinceye kadar Allah’ın onlara in'am ettiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir. SÜNNETULLÂH Kur'an'ı Mübin Müslümanların bakışlarını yüce Allah'ın gökyüzündeki kanunlarına çevirmekle aslında Rahmân ve Rahim olan Allah'ın kanunlarına göre cereyan eden usul ve kaidelere çevirmektedir. "iman edenler" bu hayatta ömür süren ilk insanlar değillerdir. Göklerde ve yerde, halklara, ümmetlere, devletlere ve fertlere hükmeden kanunlar cereyan etmekte ve hiç bir zaman bu kanunlarda bir sapma meydana gelmemektedir. Allah'ın göklerde ve yerde hâkim olan kanunları yani sonsuz ilim ve kudreti ölçüsüz ve tahmine dayalı yürümemektedir. Yani hüküm ve hikmet sahibi olan Allah istediğini yapmaya gücü yettiği halde hiç bir zaman keyfi bir iş yapmamaktadır.Allah abes bir şey yapmaktan uzaktır. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık"(Duhan-38)Dolayısıyla İslam toplumu o kanunları Kur'an'dan okuyup hedef ve amaçlarını kavradığı zaman, olayların arkasında bulunan esas hikmet ve hayırları ortaya çıkarmaya muvaffak olacaktır. Oayların tâbi olduğu kanun ve mükemmel düzenin sebatı veya o kusursuz düzenin arkasında gizli olan hikmet'in varlığıyla müminlerin gönülleri huzur ve sükünet bulacak, Allah elçilerine indirilen hanif dinin istikametini görecek ve sırf atalarından gelen taklidi imanla müslüman olduklarına İtimat etmeyeceklerdir. Hayata hükmeden kanunlar aynıdır. Geçen zamanda meydana gelen, her zaman meydana gelecektir. Yüce Allah'ın, hayat çarkını üzerinde icra ettiği ve çarkın hareketini üzerinde yürüttüğü yegane şey ilâhi kanunlardır. Beşer hayatında sebepsiz ve kendiliğinden meydana gelen hiçbir şey yoktur. Ancak bu hayatta, herşey, değişmeyen, geride kalmayan, yaratılanlardan hiçbirine taraf tutmayan ve beşerin heva ve heveslerine göre yön değiştirmeyen sadece yüce Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine yani kanunlarına boyun eğmektedir. "Ben benimde Rabb'im sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, boyunu O'nun elinde olmasın. Şüphesiz Rabbim sırat-ı müstakim üzerindedir"(Hud-56)İman edenlerin, Allah'ın kitabında onlar için apaçık olarak ortaya konulan Rablerinin sünnetini idrâk etmeleri hayati bir öneme sahiptir. İşte o zaman bekledikleri izzete kavuşma ve İslam davasını yerleştirip koruma gücüne sahip olma hedefine ulaşsınlar.Davayı yerleştirmek ve koruma gücüne sahip olmaya rastgele ulaşılamaz.Sebepsiz olarak yüce Allah'tan yardım inmez ve göz kapatılıp rastgele zafer aramakla elde edilmez. Bilakis O'nun göklere ve yere yani eşyaya yüklediği kanunları vardır. Yüce Allah'ın bu kanunları son vahyin mesajlarında kayıt altına alınarak hükme bağlanmıştır. Ta ki, iman edenler tefekkür etsinler ve basiretli bir şekilde onları akıl ile yaşayarak genel bir ahlak haline getirsinler.Fertler ve milletler göklerde ve yerde bulunan kanunları ve ilahi sünnetleri ile teamülün şartlarından ilki şudur.Bu kanunları anlamamızdan ziyade doğru ve kapsamlı bir şekilde özelliklerini, Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetini diye tabir ettiğimiz ilahi kanun çevresinde nasıl çalışacağımızı ve vahyin ışığında ondan sosyal kanunlar ve medeni dengeleri nasıl çıkaracağımızı öğrenmeliyiz.Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine karşı çarpışma olmaz. Hiç kimsenin Allah'ın kanunlarına karşı başarılı olma şansı yoktur. Çünkü onlar her zaman galip gelirler. Aslında kendine "İslam toplumu" diyenlerin mağlup olmalarının en büyük sebebi Allah'ın hem yazılı ve hemde kevni yasalarına karşı savaş açmaları olmuştur. Göklerde ve yerde hüküm süren şu İlâhi sünnetin, İslam medeniyetinin adalet ve merhametle yeryüzüne yerleşmesi ile olan irtibatı son derece açıktır.Çünkü yeryüzünde gerçek islam medeniyetini kurmak, İslam ümmetinin içinde bulunduğu bu şartlar altında mümkün olmadığı gibi kendine zillet ve gericilik hayatını seçen ve başına gelenleri değiştirmek ve yaşadığı rivayetlerin esaretinden kurtulma girişiminde bulunmayan bir ümmet için gerçekleşmesi de mümkün olmamaktadır.Dolayısıyla değişim gerekmektedir.İslam geldiği ilk günde, Arap yarımadasının mevcut durumu ve yeryüzünün siyasi, dini ve içtimai durumu gibi büyük hadiseler onun karşısında durdu.İnançlar, düşünceler, değerler, gelenekler, ölçüler, kanunlar, nizamlar, çıkarlar, ırkçılık onun karşısında dikildi.İlk geldiği günde İslam ile insanların arasındaki mesafe Arap Yarımadası'nda ve bütün dünyada gayet korkunçtu.Onları taşıyıp götürmek istediği yer çok ama çok uzaktı.Tarihin bazı devirleri, ayrı ayrı çıkarlar ve değişik güçler müşriklerin mevcut durumunu destekliyordu. Bütün bunlar, akide, düşünce, değer, ölçü, âdet, gelenek, ahlak ve şuur gibi şeyleri değiştirmekle yetinmeyen, belki beşeriyetin liderliğini, tağutların ve cahiliyenin elinden alıp İslam'a yani Rahmân ve Rahim olan Allah'a iade etmek istediği gibi şeytani inançları, tâğuti düzenleri, yasaları değiştirmek isteyen bu ilâhi dinin karşısında set gibi durdular.Kuşku yok ki bir kere meydana gelen ikinci bir kere daha meydana gelir.Meydana gelen olaylar, olağanüstü mucizelere göre değil göklerde ve yerde câri olan Allah'ın kanuna göre meydana geldi.O yapı, birikimi tüketmek, toplanmak ve doğru olan yöne başını koymak isteyen için azık olan fitrat ( yaratılış) birikimi üzerine kurulmuştur. Resul (aleyhisselam ) yüce Allah'ın ortaya koyduğu metotla başını çektiği değişiklik, insanları Allah tarafından inen vahiy'le eğitmeye başladı.Zira insanları karanlıklardan aydınlığa, cehaletten ilme, gericilikten ilericiliğe taşıması gerekiyordu. Allah Resulü (a.s) Kur'an'ın metoduyla insanların inanç, fikir, düşünce, şuur ve ahlak yapısını değiştirmekle başladı ve Allah'ın izniyle bunu başardı da. Dolayısıyla insanların iç dünyası değişti. Etrafında bulunan şeyler değişti. Medine değişti, Mekke değişti. Kur'an metodu, Mekke devrinde akide yönüne önem vermekteydi.Vahiy, İslam akidesini çeşitli şekillerde ve değişik usluplarla sunuyordu.Dolayısıyla tevhid insanların gönüllerine hakim oldu ve onlarda büyük bir değişim meydana getirdi.Rahmân ve Rahim olan Allah o büyük değişimi anlatırken şöyle buyurmaktadır."Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kafirlere yaptıkları böyle câzip gösterilmiştir"(En'am-122) Gerçekten bu, kalemlerin vasfında aciz kaldığı harika bir tasvirdir. Kur'an uslubu her zaman böyledir.Akıl sahipleri ondan doya doya hidayet ve rahmet teneffüs etmekte, her türlü güzel ahlak ve öğüdü ondan çıkarmakta ve ölümden hayata, karanlıklardan aydınlığa, değer ve şerefini anlatmakta aciz kalmaktadır.Ölüm ile hayat, karanlık ile aydınlık hiçbir olur mu?Mesafe korkunç! Nakil büyük...Büyüklüğünü ve miktarını, insanları acze sokan Kur'an'ın o beyanı ışığında onların hallerinde feraset sahibi olan kimselerin dışında hiç kimseyi idrak etmez.Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, dini O'na özel kılarak kulluk etmeleri, O'nun tek olduğuna hakkıyla iman etmeleri, yani O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır."(Ey Nebi!) Şüphesiz sana da senden önceki Resullere de şöyle vahyolunmuştur ki : Andolsun, Allah'a şirk koşarsan amellerin boşa gider ve husranda kalanlardan olursun. Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol"( Zümer- 65, 66) Yüce Allah kendine kulluğun nasıl yapılacağını en ince ayrıntısına varıncaya kadar Kur'an'da bildirmiştir.Kur'an ehli muvahhidler, yüce Allah'a ait sıfatların ve güzel isimlerinin şuuru üzerine terbiye görürler, sadece vahyin ve sünnetullahın ortaya koyduğu ilkelere göre hareket ederler.Dolayısıyla muvahhidler, din ve hüküm olarak Allah'tan ve onun kanunlarından başka başvurulacak hiç bir gücün önünde boyun eğmezler.Muvahhidler din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa itibar etmezler.Muvahhidlerin Allah'ın rızasından başka hiçbir amaçları bulunmamaktadır.Hanif Müslümanlar Allah'ın yardım ve rahmetinin onlar üzerinde olduğunun şuuruna varmışlardır.Muvahhidler Allah'ın isim ve sıfatları gereği olan gaybı bilmek, azâmet, kibriya, mutlak egemenlik, mutlak itaat ve buna benzer hiçbir şeyde onunla, ilahi sünnetle niza eden veya ortak olan birinin olduğuna inanmak gibi şeylerden uzak oldular.Kuşkusuz fertlere yönelik olgun ve doğru risalet terbiyesi üzerinde İslam'ın bina edildiği esas, tevhid olmuştur.Kısacası, bütün Resuller sadece Allah'a kulluk etmek ve tağutlardan sakınmak için uluhiyet tevhidine davet etmişlerdir.(Nahl- 36) İbrahim'in hanif dinine bağlı olan muvahhidler uluhiyet ve rububiyet tevhidine, Allah'ın isim ve sıfatlarına aykırı olan bütün inançlardan kendilerini uzak tuttular. Allah'ın emirleri ve yasaları dışında hiçbir şeyi hakem kabul etmediler. Allah ve Resullerinden başka hiç kimseye itaat etmediler. Allah'ı sevdikleri gibi hiç kimseyi sevmediler. Allah'tan başkasından korkmadılar.Allah'tan başkasına tevekkül etmediler.Allah'tan başkasına sığınmadılar.İstek ve mağfireti, rahmet ve yardımı Allah'tan başka hiç kimseden beklemideler. Çünkü muvahhidler bilirler ki, Allah'ın kitabından başka tam bir hidayet ve istikamet rehberi bulunmamaktadır.Eğer akide (tevhid) İslam sarayı'nın komuta merkezini teşkil ediyorsa, kanunlar onun ana bölümlerini, yollarını ve giriş çıkışlarını oluşturmaktadır.Ahlaka gelince, tamamlanmış saraya zerafet, güzellik ve parlaklık katmakta ve ilahi boya ile onu boyamaktadır. Eğer akide (inanç) İslam çınarının kökünü ve gövdesine teşkil ediyorsa, şeriat da onun dallarını temsil etmektedir.Ahlak da onun olgunlaşmış meyvelerini, koyu serin gölgesini ve güzel manzarasını oluşturmaktadır.Yüce Allah her işte ve her halükarda sebeplere sarılma zorluluğunu hatırlatmaktadır. "...Bir toplum kendilerinde olan özellikleri (değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunan kötü durumu) değiştirmez" (Ra'd- 11)"Bu da, bir millet kendilerinde bulunan (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır"(Enfal-53) Allah Resulü bütün insanlardan daha fazla sünnetullahın bilincinde idi. Çünkü Allah Resulü vahiy sayesinde İslam medeniyetinin binasını tesis ettikten sonra da var gücüyle ilahi sünnete sarılıyor sünnetullahın nimetlerinden hiç bir şeyin israf edilmesine müsaade etmiyordu. Resul (a.s) dünya işlerinde olsun, âhiret işlerinde olsun eşit bir şekilde insanları daima Kur'an'ın rehberliğinde yani vahyin içinde var olan sünnetullaha uymaya yönlendiriyordu.Çünkü Yüce Allah göklerde ve yerde, eşyada ve insan hayatında değişmesi mümkün olmayan kanunları vardır.Rahman ve rahim olan Allah'ın, her şeyi yapabilecek güce sahip olağanüstü kanunları olmasına ve hiçbir şeyin onu acze sokmayacak olmasına rağmen yine de Allah, geçerli olan sünneti dünya hayatında sabit olmasına ve harikulade olan sünnetin diğer sünnetin istisnası olduğuna hükmetmiştir. Müslümanların, bugün dünya liderliği kervanından geri kalmaları, Allah'tan onlara inen bir zillet ve zulüm değildir.Belki bu, mesajlarını unutan, onun değerini düşüren, bilim alanlarında olsun, amel ve yaşantı alanında olsun, hayal ve hevadan korkunç bir rivayet yığınını risalet yani vahiy madenine ve aslına karıştan, ilahi sünnetleri ihmal eden, iktidar sahibi olmanın hayal ve temennilerle mümkün olabileceğini zannedenlere uygulanan ilahi bir adalet ve Rabbani bir sünnettir."Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez"(Âli İmran-192)"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber Allah rahmeti gereği ) bir çoğunu affediyor"( Şura-30)Birisi çıkıp şöyle sorabilir: Bu zillet ve gericilik azabı, isyan edip günah işleyen müminlere geliyorsa, temel'den Allah'ın mesajlarını ve elçisini kabul etmeyen sömürücü emperyalist kafirlerin durumu ne olacak?Hem de maddi alanlarda yeryüzünde onlara büyük imkanlar, zenginlik, refah ve bolluk verilmiştir. Aslında kafirler Allah'a çok daha yakın oldukları veya Allah'ı daha fazla razı ettikleri için bu refah ve zenginliğe ulaşmış değillerdir.Yüce Allah şu dünya hayatında iktidarı, imkanı ve güç sahibi olmayı değişmez Rabbani sünnetlere ve değişmeyen kanunlara bağlamıştır. Her kim ki, çalışır, araştırır, aklını kullanır, gayret gösterir bu hayatın kanunlarına boyun eğerse, çalışması, verimi, gayreti ve koşuşturması kadarıyla bir yere ulaşacaktır. O Allah'ın bu hayatta irade ettiği değişmez kanunudur. O, Rahman ve Rahim olan Allah'ın meşieti ve iradesidir.

16 Ocak 2022 Pazar

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (4.YAZI) Şia ve Ehl-i Sünnet'in hadis rivayetleri Nebi (a.s) dan en az sekiz nesil kuşaktan kuşağa geçtiğini bilirsek salât'ın ve ona bağlı bulunduğu kavramların nasıl saptırıldığını daha iyi anlarız. Hadis denildiği zaman aklımıza Yahudilik ve kadim İran'ın dinleri gelmesi gerekiyor. Medine'de bulunan Yahudi âlimlerinin mişnaları Arap toplumunun inançlarını sarmış bir vaziyetteydi. Araplârla birlikte yaşıyor inanç ve katılaşmış gelenekleriyle Arapları etkileri altına alıyorlardı.Kur'an'ın yüzlerce âyette İsraioğullarının hatalarını, Musa (a.s) a yapmış oldukları eziyet ve psikolojik işkenceleri iman edenlere ve Medine'deki Yahudi kabilelere hatırlatmasınının gerçek sebebi budur. Nebi (a.s) ve ilk nesil Müslümanlar vefat ettikten sonra etkileri daha da arttı. O kadar etkiliydiler ki, çocukların sünnet edilmesi bile Yahudilerden Araplara geçmiş bir gelenekti. Kur'an her ne kadar uydurma hadislere işaret ediyor olsa da (Lokman-6) esas hadis istilası Nebi (a.s)dan asırlar sonraki çağlara dayanır. Çünkü yaşadığı çağ ile vefat ettikten sonra çağ arasında büyük bir fark vardır.Çünkü kendisine indirilen Kur'an hadislerin topluma sirayet edecekleri en küçük delikleri bile tıkıyordu. Bu konudaki yüzlerce âyet bizim için en büyük delildir. İşte namaz ritüeli Nebi (a.s) dan Yahudi âlimlerinin ve kadim İran din adamlarının bir icadı olarak gelişmiştir. Özellikle İran'ın alınması, Müslümanlar açısından tam bir yıkım olmuştur. Muhaddis Buhari başta olmak üzere Kur'an cahili muhaddisler kadim İran ve çevresinde ne kadar yalan varsa hepsini ümmi insanların pazarlarına taşıdılar. Sonraki çağlarda bu rivayetler, kurumsallaşarak onlarca fırka ve mezhep meydan getirdiler. İşte bu rivayetlerin doğurduğu namaz ritüelini "allah'u ekber" (en büyük Allah'tır, Allah en büyüktür) gibi, şirki kabul eden ifadelerle sağlamlaştırdılar. Yüzlerce rivayetle eksiklerini giderdiler, boşluklarını doldurdular. Artık bundan sonra din eşittir namaz olmuştu. Şirk, tevhid, takva, ihlas, ihsan, hidayet, sırat'ı müstakim, infak, adalet, insan hakları, dinde Kur'an'ın tek kaynak olduğu gibi, hayati erdem ve değerler buharlaşarak yok olup gittiler. Hadislerin meydana getirdiği yepyeni bir şirk dinimiz doğuyordu. Daha doğrusu yeni bir Yahudilik ve Hristiyanlık doğuyordu. Şiilik ve Sünnilik denildiğinde bütün gelenek ve kültürlerin karışımı bir din akla gelmesi gerekiyor. İçlerinde sadece Kur'an'dan bir şey bulunmuyor. Kur'an'a göre salât fiili, yüce Allah'ın, meleklerinin ve müminlerini ortaklaşa yapabildikleri bir eylem olması gerekiyor. Allah'ın Nebi'ye ve müminlere salât'ı,(Bakara-157; Ahzab-43,56)Meleklerin Nebi'ye ve müminlere salât'ları,(Ahzab-43,56) Müminlerin Nebi'ye salâtları (Ahzab-56)Nebi'nin müminlere salât'ı (Tevbe-99,103)Peki yukarıdaki âyetler bağlamında, rivayetlerde salâtla ilgili neden tek bir rivayet bulunmamaktadır.Çünkü Kur'an cahili muhaddis ve müctehidler salât'ın hangi anlama geldiğini bilmiyorlardı. Yüce Allah'a yemin ediyorum. Eğer muhaddis ve müctehidler salât'ın hangi anlama geldiğini bilmiş olsalardı, Muhammed'e salâvat çekme, Muhammed'e salâvat okuma diye bir ibadet olmayacaktı. Zira Muhammed'e salâvat çekme, Muhammed'e salâvat okuma kadar ahmakça bir şey yoktur. Namaz, Urduca ve Farsça'da “dua, yakarış, munacat” anlamına gelmektedir. Kur’an inmeden önce İran'daki Zerdüştler tarafından kılınan "namaz" günümüz Müslümanlarının kıldıkları “namaz” ile çok büyük benzerlikler gösteriyordu. Aşağıdaki alıntı bir Mecüsi Zerdüşt sitesinden namazın nasıl kılınacağını anlatıyor. Dikkat ederseniz bu ritüele başlamadan önce aynı şu anda Emevi Ehl-i Sünnet dini ve Şia'nın uyguladığı gibi bir çeşit abdest alındığını göreceksiniz. “Zerdüşt namazına başlamadan önce kişi; ellerini, ayaklarını ve yüzünü yıkar, başa takke veya başörtüsü giyip, güneşe doğru dönerek Ashem, Yatha, Kemna Mazda için dua eder"İşin ilginç tarafı, namaz günde tam beş vakittir! Güneşin doğuşundan öğlen 12:40‘a kadar olan namaza Havan Geh, öğlen 12:40 ile 15:40 arasındakine Rapithavan Geh, 15:40 ile günbatımına kadar ki namaza Ujiren Geh, gün batımından 24:40’a kadar süresi olan namaza Aiwisuthrem Geh denirken 24:40’dan güneşin doğuşuna kadar kılınması gereken namaza ise Ushahin Geh denir“Muhaddis Buhari ve diğer hadis çöpçülerinin hepsinin zerdüştlüğün hakim olduğu kadim İran asıllı olduklarını unutmayalım.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(109. YAZI)Enfal Süresi 31. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: "(Evet) işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleyebiliriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir." 32-) Hani o kâfirler bir zaman da: Ey Allah’ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir haksa üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi.(Kur'an'da "Hak" kavramı Allah, vahiy ve Resül bağlamında kullanılan bir kavramdır. Hak, Nebi bağlamında geçmez. Allah için geçtiği âyet (Yunus-32) vahiy için geçtiği âyet (Yunus-108) Resül hakkında geçtiği âyet (Âli İmran-86) 33-) Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir. 34-) Mescid-i Haram'dan (müminleri) engellerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Onlar O'nun (Allah'ın) velileri olamazlar. O'nun velileri muttakilerden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez. 35-) Onların beytin indindeki salâtları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Küfrünüzden ötürü şimdi azabı tadın! 36-) Şüphesiz ki kafirler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için infak ediyorlar. Daha da infak edecekler. Ama sonunda bu, onlara hasret olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Küfredenler cehenneme toplanacaklardır. 37-) (Bu toplanma) Allah’ın habis olanı temizden ayıklaması (mümini kâfirden ayırması) ve bütün habislerin bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak (çöplük gibi) cehenneme atması içindir. İşte onlar husrana uğrayanların kendileridir. 38-) Kafirlere, (şirk ve küfürden) vazgeçerlerse, geçmiş günahlarının mağfiret olunacağını söyle. Yok geri dönerlerse kendilerinden öncekilerin sünneti gözlerinin önündedir! 39-) Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (şirk ve küfre) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. (Âyette bulunan fitne, din ve inançla ilgili insanlar üzerinde baskı kurma anlamına gelmektedir. Âyet savaş ortamında nazil olmuştur. Yoksa dinle ilgili İslam'da tam bir özgürlük mevcuttur. Dinde zorlama yoktur,(Bakara-256) 40-) Eğer imandan yüz çevirirlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! 41-) Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resûlüne, akrabalara, yetimlere, miskinlere ve yol evlâdına aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. 42-) Hatırlayın ki, (Bedir savaşında) siz vâdinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz, onlar da uzak kenarında (Mekke tarafında) idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer (savaş için) sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir. 43-) Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, göğüslerde olanın özünü bilir. 44-) Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döner. 45-) Ey iman edenler! Herhangi bir ordu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz. 46-) Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da rüzgarınız gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 47-) Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve (insanları) Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar (kâfirler) gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. 48-) Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin komşunuzum, demişti. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden beriyim, ben sizin göremediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkuyorum; Allah’ın azabı şiddetlidir, dedi. 49-) O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için), «Bunları, dinleri aldatmış» diyorlardı. Halbuki kim Allah’a tevekkül ederse, bilsin ki Allah Aziz'dir, Hakim'dir. 50-) Melekler yüzlerine ve sırtlarına vurarak ve "Tadın yakıcı azabı" (diyerek) o kafirleri vefat ettirdiklerinde bir görseydin!ÖLÜM ANINDA MELEKLER AZAP EDER Mİ? Kur'an'ı Mübin'in bağlam ve bütünlüğünü bilmeyen veya uydurma dinin rivayet ve ictihadlarına mahkum olan birinin çok zor anlayacağı iki âyet'i kerime vardır.Aslında Kur'an'a göre kabir sorgusu ve azabı olmadığı gibi kabir hayatı diye bir şey de yoktur. Buna bağlı olarak vefata yakın olan bir kişinin, herhangi bir hastalığı sebebiyle maddi olarak duyduğu acı ve ızdırap dışında yüce Allah tarafından veya melekler vasıtasıyla azap edilmesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an'ın onlarca âyetine göre sadece dünya hayatında sağlıklıyken cezalandırma, kıyamet saatinden sonra da ateş azabı ve cehennem azabı vardır. "Onlara(müşrik ve kafirlere) dünya hayatında azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir" Râd- 34)"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok alçaltıcıdır. Onlara yardım da edilmez" (Fussilet- 16)Cimriliklerinden dolayı bahçe sahiplerinin nasıl cezalandırıldıkları anlatıldıktan sonra şöyle buyrulmuştur. "İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi" (Kalem- 33)Şia ve Ehli Sünnet din adamlarının Kur'an'ın manasında yaptıkları tahribat nedeniyle bağlam ve bütünlüğü dağıtılmış iki âyetin anlamı zor olmuştur. 1. Âyet "Melekler onları vefat ettirirken, onların yüzlerine ve sırtlarına vurduklarında nasıl olacak"( Muhammed-27) 2. Âyet "Bir görsen, melekler o kafirleri vefat ettirirken onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak "tadın yakıcı azabı" derler"( Enfal- 50)Din adamlarının söylediği gibi melekler insanları vefat ettirirken azap ederler mi?Yüce Allah hesaptan önce yani sorguya çekmeden, muhakeme etmeden, savunma almadan, hiçbir zaman azap etmez. Karakolda azap ve işkence olmaz. Ölüm anında aciz olan bir insana Allah azap etmez. Peki bu iki ayeti nasıl anlamak gerekir? Söz konusu âyetleri iki bölüme ayırmak gerekir. Birinci bölüm, "meleklerin, kafirleri vefat ettirmeleri"İkinci bölüm, "kafirlerin azap edilmeleri" Yani Âyetlerin Kur'an'daki sisteme göre manaları şöyledir.Âyetleri metinleri ile yani Arapçası ile birlikte görelim. "Velev terâ iz yeteveffellezine keferul meléiketü" "melekler onları vefat ettirirken onları bir görsen" Âyetin bu cümlesi meleklerin kafirlerin canlarını aldıkları anı haber veriyor. "Yedribune vucuhehum ve edbérâhum ve zuku azâbel harik" "yakıcı azabı tadın diyerek yüzlerine ve sırtlarına vuracaklardır" (Enfal-50)Buda cehennem azabıdır. Yani ölüm ile cehennem azabı arasında o kadar kısa bir mesafe var ki, kişi öldükten hemen sonra, binlerce sene kabirde kalsa bile kendisine bir saat gibi gelecektir. Bu ister kafir olsun ister mümin olsun hiç farketmez. İşte şu âyet aynı gerçeği gösteriyor. "Onlar, meleklerin, "Size selam olsun. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık cennete girin" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir" (Nahl-32)Kişinin vefatından hemen sonra ya cennet nimetleri veya cehennem ateşi vardır. Ashab-ı Kehf buna en güzel delildir.Üç yüz sene mağara uykusu bir günden az gibi geçmiştir. Adem(a.s) zamanında ölen ile kıyamet saatinde ölen arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de kabirde aynı zamana mahkum olurlar. Yasin- 51, 52, 53; Nahl- 26-27; Müminün-- 14, 15, 16. Âyetleri dünya hayatından direkt olarak mahşere çıkılacağını gösteren en güzel örneklerdir.Yani dünya hayatı ile kıyamet arasında bir mesafe ve zaman kaybı söz konusu değildir. Zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir. Yat ve kalk, işte o kadar. Ancak şu da Kur'an'ın bir gerçeğidir. insanlar vefatları anında nereye gideceklerini görürler.( Yunus-- 90, 91; Müminün-- 99, 100; Mümin-- 84, 85; Nisa-- 159

15 Ocak 2022 Cumartesi

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (3.YAZI) Bütün beşeri dinler kendi inançlarını ispat etmek için bir takım ritüeller yapmaktadırlar. Ama İslâm, insanları şirksiz saf imana yönlendirmek için; hayatın her alanında mümini salih ameller ve güzel ahlak ile imtihan eder, yani sonuçta kişinin sadece ameline ve güzel ahlakına bakar. Yüce Allah, insanın akıl ve fıtratına yani vahye uygun olan ahlak ve amellerine değer verir. Bunu yüzlerce âyette görmek mümkündür.Kur'an, “secde” alnı yere koymayı değil, insanın hayatına yön verecek âyetleri kabul edip onlara kayıtsız şartsız iman ve itaat etme anlamında kullanmıştır. Yüce Allah af dileyeni de af edeni de sever, adaletli davrananı da. Kur'an akla hitap eder. İmanın akılla donatılmasını ister. Aklı olmayanı imandan sorumlu tutmamıştır. “Namaz kılmakla imanımı güçlendiriyorum, imanımı namaz kılmakla gösteriyorum” inancı cehaletten başka hiçbir şey değildir. Çünkü İslam'ın ve imanın, ibadet ve ihlasın, adalet ve merhametin, akıl ve ilmin, güzel ahlak ve adaletin tek göstergesi Kur'an'dır. Her şey Kur'an'ın bilinmesine gelip dayanıyor. Kur'an bilinirse, Kur'an'a değer verilirse, Kur'an'ın kavramları doğru bir şekilde çözülürse, dinde tek kaynak olarak Kur'an kabul edilirse, diğer bütün ibadetler yüce Allah indinde değerli hale gelir.Yoksa Kur'an'sız yaşanılan dinin Allah indinde hiç bir değeri bulunmamaktadır. Yani vahiy yerine beşeri rivayetleri dinin tek kaynağı olarak kabuk edeceksiniz, şirk mezhebinin içinde bir ömür geçireceksiniz, Kur'an ne emrediyor umurunuzda olmayacak, muhaddis ve müctehidleri Allah'ın yerine koyacaksınız, insanlık için erdemli hiçbir faaliyetiniz olmayacak, sonra da “namaz kılmakla imanımızı kurtarıyoruz!” diyeceksiniz. Kur'an'sız iman sahte paraya benzer, görünüşte vardır ama yüce Allah'ın indinde hiç bir değeri yoktur. Kur'an'ın bir çok âyetinde yüce Allah'a iman ettikten sonra salih ameller yapanların dünya hayatında ve âhirette kurtuluşa ereceklerini bildiriyor. “Salih ameller yapmak” "Namaz kılmak mıdır" yoksa Kur'an'ın ilim ve hikmetiyle, güzel ahlak ve merhametiyle toplumu şuurlandırma ve bilinçlendirme midir? Oruç tutmak, hac ve umre yapmak, dua etmek gibi şeyler sâlihatın içinde değil, hasenâtın içinde yer alan faaliyetlerdir. Hasenât, insanın kendisi için yaptığı şeyler demektir. Salih ameller ise; İnsanın kendisinden başkaları için yaptığı hayırlar yani ıslah faaliyetleri demektir. Tüm Resüllerin gönderiliş amaçları ıslahattır. Namaz ritüeli, yalnızca şekillere ve şuursuzca okumalara kulluğu öngören müstakil bir din haline dönüşmüştür. Bundan dolayı namaz ritüeli, hayatın tüm alanlarını kapsayan ibadet, ihlas, ihsan, İslam, salih amel, takva gibi Kur'ani erdemlere giden yolu tıkayarak, ümmeti beşeri yani batıl yollara kanalize etmiştir."VEYL DAMGASI ALAN SALÂT HANGİSİDİR?Bu salât müşriklerin salatıdır. "Dini yalanlayanı gördün mü?İşte o, yetimi itip kakandır. Yoksulu doyurmağa da teşvik etmez. Artık o musallinlere veyl olsun! Ki onlar, salât’larından gaflet içindedirler. Onlar ki, gösteriş yaparlar! Ve mâun’a da engel olurlar.”(Mâun Süresi-1,7)Uydurma, beşeri, şirk, batıl din mensupları da salât için bir araya geliyor, sohbet ediyor, konuşuyor, kitap okuyor, bilgileniyor, fikren ve zihnen besleniyorlar. Yani aslında salâtlarını yerine getiriyor lar, Kur'an'a göre onlar musallindirler.Fakat cehalet ve kibirlerinden dolayı büyük bir olayın ve önemli bir hakkın farkında değiller.Salâtın merkezinde Kur'an'ın ilmi ve hikmeti yoksa o salat müminlerin değil, müşriklerin salâtıdır. Salâtınızda din atalarınızın ve efendilerinizin şirk kitaplarını okuyarak gerçek salât'ı yani Kur'an'ın mümini ve müslümanı olamazsınız. Yoksa Allah, hem salât'ı ikâme edin, hem de o musallinlere veyl olsun der mi?Devasa mabedleri, minare ve halıları, mermer ve avizeleriyle, gösteriş ve şaşasıyla fakir ve miskinlerin görülmesini engelleyen en önemli şey namazdır. Cami inşa etmekle direk olarak cennete girmek varken, fakir ve miskini kim ne yapsın? Aslında yüce Allah, Kur'an'da insanlara gerçek anlamda ibadetin ne olduğunu bildirdiği ve tüm Resüllerin de yerine getirerek tâbi oldukları şeyin içi boş ve anlamsız bir ritüel olmadığını, içten ve samimi bir yakarışla yapılan dua eylemi olduğunu, şu âyetlerde haber veriyor. "Rabb'inize tederruân (Allah'ın yüceliği karşısında küçülerek, fakirliğinizin ve âcizliğinizin farkında olarak) yani hufyeten/açıkça ve gizlice dua edin, yalvarın, yakarın. Kuşkusuz O, haddi aşanları sevmez.Ve (Allah tarafından) ıslah edildikten sonra, yerde fesat yapmayın. O'na endişe ve ümit ile dua edin. Kuşkusuz Allah'ın rahmeti güzel ahlak sahiplerine yakındır.(Â'raf-55,56)Burada anlatılan dua eylemi bir ritüeli içermiyor. Yani bilinen namaz değildir. Bu eylemin bir vakti, süresi, sayısı sınırı yoktur. İsteyen bu dua eylemini kendi istediği bedensel hareketleri katarak da yapabilir. Kimse buna karışamaz. Bu kul ile yüce Allah arasında özel bir meseledir. İnsanın kendi durum ve ihtiyaçları ile ilgili bir durumdur. Bunu Nebi, Resül ve iman edenlerin hayatında Kur'an'ın penceresinden sık sık görüyoruz. İster kavimleri, ister ailevi olsun Nebi ve Resüller zor bir durumla karşı karşıya kaldıkları zaman hemen yüce Allah'a iltica ederek O'ndan yardım istiyorlardı. Bununla ilgili onlarca âyet vardır. İhlas ve takva ile içten gelerek, kulluk bilinciyle, fakir ve miskinliğimizi bildirerek, tevâzu ile Rabbimizle iletişim kurmak, yalnız O'ndan isteyerek ve yalnız O'na kul olduğumuzu ifade ederek, infak, tevhid ve güzel ahlakla yakarmamız, yüce Allah'ın iman edenlerden gerçek anlamda razı olduğu ve istediği bir eylem olacaktır. Mümin dilerse, kendi dilinde, ihlas ve takva ile gönülden bağlı ve her türlü şirk unsurundan arınmış, saf bir imanla yalvarıp yakaracak, boyun bükerek günahlarını itiraf edecek, isterse alnını yüzü koyun yere koyacak, gönülden gelen duygularla, gözyaşı dökerek, tüm benliğiyle sadece Allah'a teslimiyet içinde yalvaracaktır. Kur'anda Allah'a bu şekilde içten ve samimi bir yakarışla, yani dua eylemini yaparak Rabbimiz ile iletişim kurmamız gerektiği şu âyetlerle de ortaya konmaktadır. "Kullarım, sana, beni sorarlarsa bilsinler ki ben, yakınım. Bana dua edenin, duasına karşılık veririm. O halde onlar da benim dâvetime icabet etsinler ve bana gerçek anlamda iman etsinler ki rüşde- irşada erişmiş olsunlar. (Bakara-186)"Rabb'iniz dedi ki: “Bana dua edin ki size icabet edeyim. Bana ibadet etmeye kibirlenenler, alçaklanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü'min-60)" De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Andolsun siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacaktır. (Furkan-77)Aslında insanın fıtratında bulunan Allah'tan istekte bulunma, Allah ile buluşma, O'nun huzurunda kendini arzederek Allah'ın varlığı karşısında ne kadar yetersiz, küçük, günahkar, muhtaç, aciz ve fakir olduğunu ifade etmek, boyun bükerek yalnız O'ndan istemek, içten ve samimi bir yakarışla, gönülden bir bağlılıkla gözyaşı dökerek, rızasını isteyip yerlere kapanarak yapılan ve tüm Nebi ve Resüller tarafından icra edilen dua eylemini, maalesef Ehl-i Sünnet ve Şia'nın din adamları, uydurma rivayetler ve içtihadlar yoluyla mistik bir tapınma ritüeline yani "Namaza" dönüştürerek, yüzlerce ayrıntı ve teferruatlara boğarak, kendi özel amaçları için ve özellikle Kur'anî kavramların en önemlilerinden biri olan, kendine özgü geniş bir anlam ve öneme sahip olan salât'ın üzerini örtmek, insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak için kullanmış ve zamanla bu Namaz ritüeli Kur'andan hebersiz toplum tarafından dinin olmazsa olmazı ve dinin direği olarak ümmi halka kabul ettirilmiştir. Şu sorunun cevabı var mıdır?Yüce Allah'a ancak belirli bir ritüel ile dua ve niyazda bulunmak, yani bugün bilinen anlamda namaz denilen ritüeli yerine getirmek din adına bu kadar gerekli ve Allah'ın en önemli emri ise, neden Kur'an'da bunun nasıl kılınacağı, tarifi, hareketleri, okunacak dua ve âyetlerin ne olduğu, vakitleri v.b. net ve açık bir şekilde yüce Allah tarafından birkaç ayette bildirilmemiştir. Yani namazınızın Musa (a.s) ın sadece annesinin sütünü emdiğini haber veren âyetten daha önemli değil midir? Veya namazınız insanların kiminle oturup yemek yiyeceklerini haber veren âyetten daha önemli değil midir?Veya namazınız, İsrailoğullarının sarı ineği kadar bir değere sahip değil midir? Daha bu örnekler gibi onlarca örnek vermek mümkündür. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) ile birlikte Beyt'in temellerini yükseltirken; "Ey Rabbimiz! Sana ibadet etme usul ve şekillerini bize göster" dememiş miydi? (Bakara/127-128)İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail (a.s) yüce Allah'tan bu şekilde bir istekte bulunup ibadet etme şeklini ve tarifini göstermesini istedikleri halde onlara niye bir cevap verilmemiştir? Yani şöyle ibadet edin, bunu şöyle yapın, ya da örneğin salâtı şu şekilde, şu vakitte, şu rek'at sayısında, elleri bağlayıp, son oturuşta selam vererek bitirin şeklinde hiç bir açıklama yapılmamıştır. Çünkü yüce Allah, insanlara Kur'an'da nasıl ibadet edeceklerinin şekilsel yönünü ve boyutunu değil, ilkesel yönünü ve boyutunu anlatmış ve bizi bu temel ilkelerden sorumlu tutmuştur, Çünkü yüce Allah şekle değer vermez, inanca, zihne, takvaya, ihlasa, fikre, güzel ahlaka, salih amellere yani fiil ve eyleme değer verir.Çünkü şekil, her zaman insanları mahalle baskısına ve gösteriş yapmaya mecbur bırakır. Dolayısıyla Kur'anda geçmeyen ve nasıl yapılacağı anlatılmayan Namaz, Allah’ın emri olarak görülmemesi gerekiyor. Aslında Allah'ın emri olan, âyetlerde ayrıntısı, ruhu, anlamı ve içeriği Allah tarafından bildirilen ve tüm Nebi ve Resüllerin hayatında gördüğümüz dua eylemidir.Çünkü duada belli bir amaç, ilahi bir destek, önemli bir şuur ve büyük bir ihtiyaç mevcuttur. Biz vahiy ehli muvahhidler olarak, Şiâ ve Ehl-i Sünnet din adamlarının uydurma rivayetlerle ve beşeri ictihadlarla şekilsel bir ibadete dönüştürdükleri, ayrıntılı ve takıntı derecesindeki teferruatların içinde boğdukları, öncesinde abdest adı verdikleri ritüelin şart olduğu, insanlara şuur ve bilinç açısından hiçbir şey kazandırmadığı, sadece alışılmış ve ezberlenmiş bir görevi yerine getirmek için yaptıkları, gönülden gelen samimi duygularla değil, sadece sevap kazanma amacıyla icra ettikleri, gizli olmayan, ezan sesiyle beraber çoğu zaman gösteriş içeren, içi boş, yapayım da aradan çıksın diye bir anlayışla yerine getirilen ve adına Namaz denilen ritüeli değil, sadece Allah'a temiz bir imanla yaklaşmak ve yalnız O'ndan istemek için gönülden gelen bir yakarışla, ezberlenmiş ve bilinçsizce yapılan hareketler yerine bilinçli bir iman ile ne dediğini bilerek, önceden belirlenmiş vakitlerde değil, içinden gelen, her an yapılabilen, belli bir sayıda değil, istenildiği kadar, belli bir yöne değil, Allah'ın her yerde olduğu bilinciyle her yöne ve her zaman yapılabilen, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için samimi bir yakarışla ve gizli olarak, Allah'a içten boyun eğip acziyet gösterip küçülerek, yalvara yakara, gönülden bağlanarak, gözyaşı dökerek, yerlere kapanarak yapılan, yüce Allah ile kalpten gelen bir diyalog kurarak, sevap kazanmak için değil sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapılan dua eylemini yerine getirip, beşeri kurallara göre değil, tevhid esaslı hanif İslam'a yani Allah'ın Kur'anda gösterdiği şekilde Allah'a yaklaşmak için dua edelim. Bir Nurcu yurdunda gördüğü baskıya dayanamayarak video çekip ardından yurdun beşinci katından atlayıp intihar eden tıp öğrencisi Enes Kara'nın ne dediğine bir bakalım, namaz neymiş? "Şu an cemaat yurdunda kalıyorum. Hiç kalmak istemememe ve bunu aileme defalarca söylemiş olmama rağmen, beni burada kalmaya zorladılar... Lise ve ortaokulda yine böyle medreselere sıkça geliyordum bazı tatillerde yatılı kalıyordum. O zamanlar da istemiyordum ama ailem zorluyordu ve haftada bir iki gün geliyordum ya da yılda bir iki hafta yatılı kalıyordum. Çok da zor değildi. Bir de en fazla üniversiteye kadar gelirim zaten diye düşünüyordum. Burada vakit namazları zorunlu. Cemaat şeklinde kılıyoruz namazdan sonra ders var. Otuz dakika sürüyor yaklaşık her vakit. Günlük bir saat burada olan kitaplardan okumamız zorunlu. Haftanın üç günü cemaat dersine katılmak zorunlu. Yemekleri yine öğrenciler yapıyor, haftanın bir günü temizliği yine biz yapıyoruz. Sabah namazıyla uyanıyorum, okula gidiyorum geliyorum, akşam namazı, yemek, okuma, yatsı namazı, cemaat dersi sonra saat on oluyor.Zaten ertesi gün tekrar 6.30 gibi namaza uyanıyorum. Pazartesi günleri böyle, diğer günler de cemaat dersi yok. Bir tek sekizde serbest oluyorum. Hafta sonu da benzer. Yine üç saat gibi bir şey kalıyor ve kalan zamanda adam akıllı ders de çalışamıyorum. Çünkü psikolojik olarak yorgun oluyorum. Bu iki sorunu ayrı ayrı düşününce aslında katlanılamayacak şeyler değil ama bunları birleştirince tüm yaşama sevincimi alıyor, özgür hissetmiyorum kendimi yirmi dört saatten kendime ayırabildiğim 3 saat falan"

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(108. YAZI)Enfal Süresi 1-) Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah'a yani Resül'e aittir. O halde siz müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızı ıslah edin, Allah'a yani Resûl'üne (Kur'an'a) itaat edin. (Ganimetlerin Allah ve Resül'e ait olması, Kur'an'ın gösterdiği şekilde taksim edilmesi ile ilgili bir durumdur. Bu yüzden evrensel olan Resül kavramı kullanılmıştır. Kur'an'da Resül kavramının kullanıldığı âyetler evrenseldir. Aynı şekilde itaat kavramı da sadece Allah ve Resül bağlamında kullanılan bir kelimedir. Yani Muhammed'e ve Nebi'ye itaat emredilmemiştir.) 2-) Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimselerdir.(Kur'an'da iman ile İslam arasında bazı, farklar vardır. Gerçek imanın onlarca şartı varken, İslam'ın şartı yoktur. Çünkü İslam saf iman demektir. İman ile şirk bir arada olabildiği halde, İslam ile şirk bir arada olmaz. Yüce Allah müslüman olarak huzuruna çıkılmasını istemiş, (Âli İmran-102) Allah Resülleri Müslüman olarak vefat etmeyi arzu etmiş(Yusuf-101) ve çocuklarına da bunu vasiyet etmişlerdir.(Bakara-132)3-) Onlar (müminler) salât'ı ikâme eden yani kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak eden kimselerdir. ("Rızık" ve "infak" kelimelerini, sadece maddi varlıklarla ilgili değil, manevi varlıklarla da ilgili olduğunu bilmek gerekir. Yani ilim, tevhid, vahiy, İslam, güzel ahlak nimetlerinden infak yapmak gerekiyor. En önemli infakın manevi nimetlerden yapılan infak olduğunu unutmayalım.) 4-) İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler yani mağfiret ve kerim bir rızık vardır. 5-) Onların bu hali, müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir. 6-) Hak onlara açıkça belli olduktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (savaş hususunda) seninle mucadele ediyorlardı. 7-) Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu. 8-) Bütün bunlar, mücrimler istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi. 9-) Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek (yardım talebinize) icâbet ediyordu. (İstiğâse: Zor durumda kalanların istedikleri bir yardım türüdür. "İmdat" dilemek gibi, genellikle yağmursuzluk ve kıtlık gibi felaketlerden kurtulmak için kullanılan bir kelimedir. İşte bundan dolayı tarikatçıların şeyhlerine "gavs" yani "manevi olarak yardım etmeye gücü yeten" demeleri şirk ve küfürdür.) 10-) Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz mutmain olsun diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir. (Nasr-nüsret: Zor durumda kalındığında, hem Allah'tan hemde insanlardan istenen, maddi ve manevi bir yardım türüdür.) 11-) O zaman katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. 12-) Hani Rabbin meleklere: «Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere sebat verin; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; boyunlarına vurun! Parmaklarının hepsine vurun! diye vahyediyordu. 13-) Bu söylenenler, onların Allah’a ve Resûl'üne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir. (Şikak, Allah ve Resül bağlamında kullanılan bir kavramdır. Şikak, Nebi bağlamında geçmez. Çünkü Nebi tarihseldir. Resül ise, evrensel ve ebedi bir misyona sahiptir. Beşer Resül vefat ettikten sonra kiyamet gününe kadar onun yerine kitap Resül aynı misyonu icra etmeye devam eder.) 14-) İşte size bu yenilgi, onu tadın! Kâfirlere bir de ateşin azabı vardır. 15-) Ey iman edenler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyin. (Korkup kaçmayın). 16-) Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’tan gelen bir gazaba uğramış olur. Onun barınağı cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! 17-) Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. 18-) Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar. 19-) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi. Ve eğer vazgeçerseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Ordunuz çok olsa da, sizden hiçbir şeyi uzaklaştıramaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir. 20-) Ey iman edenler! Allah’a yani Resûlüne itaat edin, işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin. (Âyette "Allah'a" ve "Resül'üne" geçtiği halde, "O'ndan yüz çevirmeyin" buyurması, Arapça dil kurallarına göre doğru değildir. Doğrusu "onlardan yüz çevirmeyin" olması gerekirdi.Nebi kavramlarının geçtiği âyetlerde böyle bir şey yoktur. Fakat kavram Resül olunca saatin çarkları gibi mekanizma aksamadan işliyor. İşte bundan dolayı "Allah ve Resül kalıp ifadelerinde bulunan "ve" ibaresine "yani" anlamı vermek zorunlu hale geliyor. Çünkü "yani" kelimesi, Arapça olduğu halde Kur'an'da geçmeyen bir kelimedir. Bunun sebebi son vahyin indiği coğrafyada insanlar bu kelimeyi kullanmiyorlardı. Dolayısıyla Resül'e itaat, Allah'a itaat (Nisa-80) Resül'e isyan, Allah'a isyan olarak kabul edilmiştir.(Ahzab-36 ) 21-) İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. 22-) Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir. 23-) Allah onlarda bir hayır bilseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi. (İnsanlar ciddi anlamda vahye yani Resül'e muhatap olmadan sorumlu olmazlar. Bununla ilgili yüzlerce âyet vardır.) 24-) Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere dâvet ettiğinde, Allah'a yani Resûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız. (Yukarıdaki âyette de aynı sistem işlemektedir. "Allah'a ve "Resülüne" buyurduğu halde, "davet ettiğinde" olarak gelmiştir. Halbuki "davet ettiklerinde" olması gerekirdi. Fakat Resül kavramı geçtiği için kurulu sistem Arapça kurallarına baskın çıkıyor.) 25-) Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir. 26-) Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde müstaz'af (ezilen) az (bir toplum) idiniz; insanların sizi (bir yem gibi) kapıp götürmelerinden korkuyordunuz da şükredesiniz diye Allah sizi (Medine'de) korudu; yardımıyla sizi güçlendirdi ve size temizinden rızıklar verdi. 27-) Ey iman edenler! Allah’a yani Resül'e ihanet etmeyin; (sonra) bile bile emanetlerinize ihanet etmiş olursunuz. (Allah ve Resül bağlamında kullanılan kavramlardan bir tanesi de "ihanet" kavramıdır. "ihanet" evrensel ve ebedi bir kavram olduğu için Resül bağlamında kullanılmıştır. Yani vahye ihanet kiyamet gününe kadar sürecektir. "İhanet" Nebi bağlamında kullanılmaz. Aynı şekilde "ihanetin" zıddı olan "emanet" de Resül bağlamında kullanılan bir kavramdır. Yani emin olan Nebi değil, Resül'dür. Çünkü Nebiler Allah'a karşı hataları olmuştur (Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67) ve Allah'a karşı hata eden mutlak manada emin olamaz. "İtaat" ve zıddı olan "isyan" kavramı da Nebi değil, Resül bağlamında geçer.) 28-) Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir. Ve büyük mükâfat Allah’ın indindedir. (Malların ve çocukların insan için fitne olması, gelecek endişesi ile onu infaktan alıkoyması anlamına gelmektedir. Yani sakın böyle bir inanca ve korkuya kendinizi kaptırmayın demektir.(Munafikun-9,10) 29-) Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size (iyi ile kötüyü ayırdedecek) bir furkan kılar, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük fazilet sahibidir. 30-) Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

14 Ocak 2022 Cuma

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ 107.YAZI) Âraf Süresi 181-) Yarattıklarımızdan, daima (vahiy'le) hakka hidayet eden ve adaleti hak (vahiy) ile yerine getiren bir ümmet bulunur. 182-) Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke götüreceğiz. (Âyetleri yalanlama, dil ile değil, inanç,ahlak karakter ve tavırla yapılan bir şeydir. Yani ataların diniyle vahiy'den yüz çevirme ve hakka karşı gelme anlamına gelmektedir.) 183-) Onlara mühlet veririm; (ama) benim tuzağım metindir. 184-) Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında (Muhammed’de) herhangi bir cinnet yoktur? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır. 185-) Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur’an’dan sonra hangi söze iman edecekler?(Bu âyette, Allah'ın kudret ve vahdaniyetine, dinde vahyin tek kaynak olduğuna önemli üç delil sunulmuştur. 1-) Göklerin ve yerin ince ayar ve hassas dengesine. 2-) Göklerde ve yerde yaratılan milyonlarca çeşit. 3-) Her canlının önünde duran ve hiç kimsenin kurtulmasının mümkün olmadığı en önemli gerçek olan ölüm yolculuğu.) 186-) Kim Allah'tan (vahiy'den) saparsa, artık onun için hidayet gösteren olmaz. Ve onları tuğyanları içinde şaşkın olarak bırakır. 187-) Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin indindedir. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın indindedir; ama insanların çoğu bilmezler. 188-) De ki: "Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir menfaat veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." 189-) Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O’dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: Andolsun bize sâlih verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler. 190-) Fakat (Allah) onlara sâlih verince, kendilerine verdiği hakkında Allah’a şirk koştular. Allah ise onların şirk koştuğu şeyden yücedir. 191-) Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah’a) şirk mi koşuyorlar? 192-) Halbuki (evliya ve ilâhlar) ne onlar yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları olur. 193-) Onları hidayete dâvet etseniz size tâbi olmazlar; onları dâvet etseniz de, sessiz dursanız da sizin için birdir. 194-)(Ey müşrikler!) Allah’ın dununda dua ettikleriniz sizler gibi kullardır. (Onların ilâh oldukları hakkında iddianızda) sâdık iseniz, onları dâvet edin de size icâbet etsinler! (Dinin şemsiyesine sığınarak bir "evliya ve ilâhlar dinî" kurup kutsala hürmet adı altında açık şirke giddilmesi, Kur'an'ın dikkat çektiği en büyük ve en önemli tehlikedir. Kur'an bize gösterdi ki, şirkin failleri her zaman din adamları olmuştur. Kur'an, yüzlerce âyetinde doğrudan ve açık olarak bu din adamlarından yakınmaktadır.Yüce Allah bilmektedir ki, elçiler mirası evliya ve ilâhlar hegemonyasıyla içinden çürütülmüş ve faturası Allah'a kesilen din, her zaman ve zeminde şeytana hizmet eden bir yıkım kurumuna dönüşmüştür. İşte, İslam dünyasının asırlardan beri husrandan husrana ve akıl almaz katliamlara sürüklenmesinin gerçek sebebi burada yatıyor.Şirk, hulul inancı ve batınilik tevhid dininin yozlaştırıldığı anda ortaya çıkan dinin adıdır. Tevhid dininde, yani ilahi dinin herhangi bir ilkesinde vücut bulan bir yozlaşma o dini tartışmasız biçimde şirke bulaştırır. Yozlaşan tevhid dininin yeni kimliği kesinlikle şirk olacaktır. Elçilerden hemen sonra her zaman dinin akibeti bu olmuştur. Olmasaydı ardarda elçiler gönderilmezdi. Bundan dolayı insanların din adına Kur'an'dan başka gidecek bir yeri, başvuracak sağlam bir kaynağı yoktur. Kur'an'dan nasip yoksa varılacak sonuç ya şirk veya tümden Allah'ın inkar edilmesi olacaktır. Şu mesele gerçekten çok önemlidir. Şirk Kur'an'ın gösterdiği şekliyle tanınmadıkça İslam'ı ve tevhidi Kur'anın gösterdigi şekliyle anlamak mümkün olmaz. Müslüman dünya gerçekten Kur'an'ın ortaya koyduğu şekliyle şirki tanımıyor. Tanıma yönündeki tüm gayretleri bilinçli ve şuurlu şaytâni bir iradeyle sonuçsuz bırakılıyor. Çünkü şirk ve hulul inancının mahiyeti halk tarafından anlaşıldıkça Müslüman dünyaya İslam adı altında yaşatılan dinin gerçek İslam olmadığı ortaya çıkacaktır. Böyle bir gerçek dünyadaki bütün çıkar dengelerini sarsacaktır. Kelime-i tevhid formülü, hiçbir ilah yok sadece Allah var, şeklinde tezahür eder. Dikkat edilirse formülde öncelikle sahte ilahlar yok ediliyor, onun ardından hak ilah olan alemlerin rabbi öne çıkarılıyor. Yani "olması gereken" gösterilmeden önce" olmaması gereken" tanıtılıyor. Bu o kadar önemli ki, şirk olmadığı zaman tevhid'in hâkimiyetinden söz edilebilir. Yani hem İman hem de şirkin bir insanda bulunma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Bundan ötürü yüce Allah Şöyle buyurur."İmana ulaşan ve imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya. İşte onlar emniyette ve hidayette olanlardır"( Enam- 82)Kur'anda bir çok âyette zulüm şirk anlamında kullanılmıştır. Yoksa insan bilerek veya bilmeyerek cahillikle, ailesine, akrabasına, çevresine, tabiata haksızlık ve zulüm edebilir. Kelime-i tevhidle formüllendirilen zıtlıkla kutuplardan herhangi birini gereğince tanımadığımızda ötekini gereğince tanımamız mümkün değildir. Bu da insanı, o kutupla ilgili tüm tespit, inanç ve eylemlerinde yanlış yapmaya mahkum eder. İslam dünyasının tevhid akidesine gerektiği gibi değer vermemesinin sebebi şirkin gerçek mahiyetini, tahrip gücünü ve yıkım özelliğini bilmediğindendir. Tevhide değer verilmeyince İslam dininin güzellikleri insanın hayatına yansımıyor.Dolayısıyla İslam'dan beklenen bereket, barış, nimet, huzur, mutluluk, merhamet uzaklarda kalıyor. Dünyayı şirke ve hululiyyet inancına karşı uyaran, akli ve ilmi verilerle donatan tek kaynak Allah'ın kelâmı Kur'an'dır. Fakat maalesef Kur'an'ın iman eden çocuklarının sirki anlayamaz hale getirilmeleri insanlığın maruz kaldığı en büyük talihsizlik olmuştur. İslam dünyası şirkin ve huliliyyet inancının pençesinde can çekişmektedir. Yüzyıllardan beri belini doğrultamamasının gerçek sebebi budur. Yoksa yüce Allah hiçbir toplumu ufak tefek eksiklikleri yüzünden perişan etmez.Perişanlık ve hüsran sadece şirkin sonucudur. Sirk insanın emek ve üretimini yok eden en büyük beladır. İslamı anlamak için Kur'an'ı dikkatli okumak ve elçiler tarihini iyi incelemek gerekir. Kur'an hakkıyla okunursa( Bakara- 121) görülür ki, elçilerin mücadelesi dinsizliğe karşı değil, sahte din ve ilahlara karşı olmuştur.Bir kere elçilerin ve Kur'an'ın en büyük düşmanı şirktir ve şirk, dinsizlik değil, tarihin en zorlu ve inatçı dinidir.) 195-) Onların yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var veya görecekleri gözleri mi var yahut işitecekleri kulakları mı var? De ki: "Şeriklerinizi dâvet edin, sonra bana (istediğiniz) tuzağı kurun ve bana göz açtırmayın 196-) Şüphesiz ki, benim velim kitab’ı indiren Allah’tır yani O (sadece) salihleri veli edinendir. 197-) Allah’ın dununda dua ettikleriniz ne size yardıma güçleri yeter ne de kendi nefislerine yardım edebilirler. 198-) Onları hidayete dâvet etseniz işitmezler yani onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler. 199-)(Ey Nebi!) Sen af yolunu tut, mârufu emret ve cahillerden yüz çevir. 200-) Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. 201-) Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (vahyi) tezekkür edip hemen basiret sahibi olurlar. 202-) (Şeytanların) kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar. 203-) Onlara bir âyet getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydin ya! derler.(Ey Nebi!) De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene tâbi olurum. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir. (Kur'an'ın dilinde Nebi vahye tâbi olurken, (Ahzab-1,2) Resül, vahyi tebliğ etmekle sorumludur (Mâide-67) 204-) Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin. 205-) Kendi nefsinde, alçalarak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini zikret yani sakın gafillerden olma. 206-) Kuşkusuz Rabbin indinde olanlar ibadetlerinde O'na karşı kibirlenmezler, O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.

13 Ocak 2022 Perşembe

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(106. YAZI)Âraf Süresi 170-) Kitab'a sımsıkı sarılıp yani salat'ı ikâme edenler var ya, işte biz böyle muslihlerin (ıslah edicilerin) ecrini zayi etmeyiz.171-) Bir zamanlar dağı israiloğulları'nın üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek zannettiler. "Size verdiğimizi (kitab'ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı zikredin ki takvaya ulaşasınız" dedik172-) Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi nefislerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler. 173-) Yahut "Daha önce (din) atalarımız Allah’a şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?" dememeniz için (böyle yaptık). 174-) Belki (şirkten) dönerler diye âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde tafsil ediyoruz. 175-) Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytan'ın kendisine tâbi yaptığı ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. 176-) Dileseydik (iradesine ipotek koysaydık) elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevasına tâbi oldu. Onun misali tıpkı köpeğin misali gibidir: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki tefekkür ederler. 177-) Âyetlerimizi yalanlayan yani kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür! 178-) Allah (vahiy'le) kime hidayet ederse, mühtedi olan işte odur. Kim de (vahiy'en) saparsa, işte asıl husrana uğrayanlar onlardır.(Kur'an'da var olan en önemli ve açık gerçek şudur. Yüce Allah vahiy'den bağımsız olarak hiç kimseyi hidayete ve sapkınlığa yönlendirmez. Hidayet ve sapkınlık tamamen vahiy ile ilgili bir durumdur. Yoksa büyük bir adaletsizlik olurdu. Yani Nebilere vahiy göndermenin ve Resüllerin vahyi tebliğ etmelerinin hiç bir anlamı kalmazdı. Dolayısıyla bu gibi âyetlerle karşılaştığımız zaman aklımıza vahiy'den başka hiç bir şey gelmemesi gerekiyor.) 179-) Gerçek şu ki, cinden ve insten çoğattığımızın birçoğu cehennemlik olmuşlardır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir. 180-) En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında ilhâda sapanları bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.İLHAD NE DEMEKTİR? Çukur anlamındaki "lahd" kökünden gelen ilhad sözlükte "haktan ayrılmak ve batıla sapmak" demektir. Dini literatürde ise "ilhad" "hakikatten sapmak, âyetlerin manalarını kendi mezhep ve meşrebi istikametinde yorumlamak" gibi anlamlara gelmektedir. İslam'ın ilk yıllarında Kur'an'a aykırı düşen davranışlara "İlhad" denirken, günümüzde ortaya çıkan bu tür hareketlere kelam ve felsefe açısından "ateizm" yani "dinsizlik" denmektedir. Kur'an'da "ilhad" kelimesi türevleri ile birlikte altı yerde geçmektedir."Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp batıla sapanlar (âyetlerimizi saptıranlar) bize gizli kalmaz. O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir"( Fussilet- 40)İslam dininden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunmak anlamında Kur'an'i bir terim olan "ilhad" İslam dışı sapık, inkârcı görüş ve yönelişleri ifade eden geniş bir kapsama sahiptir. İLHADİ TEFSİRDoğruyu yansıtmayan, âyetleri gerçek amacından saptıran, hakkı kabul etmeyip onu örtbas eden Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin veya tasavvuf ehlinin Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü yani İslam'ın temel ilkelerini esas almadan gerçekleri ters yüz eden, hakka batılı karıştırıp dinde ihtilaf ve kargaşa yaratan bir tarzda âyetleri yorumlamaları ilhâdi tefsir konumuna giriyor. İlhâdi tefsirde Kur'an'ın ilim, hikmet ve ahlakı yoktur. İlhâdi tefsirde esas amaç Kur'an'ın yetersizliğini ortaya koyarak insanları Kur'an'a gitmekten engellemek, şirk dinine ve batıl mezhebine alan açmaya çalışmaktır. İLHÂDİ TEFSİRE ÖRNEKLER 1-) "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah hakkın üstünü örten kâfirleri (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete ulaştırmaz. (Maide- 67)Şia muhaddis ve müctehidleri bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır. Onlara göre bu âyet veda haccından sonra Medine'ye dönerken dinlenme molası esnasında Ğadir Hum denilen bir mevkide Resulullah'a nazil oldu.Bu âyet Allah Resulüne vefatından sonra onun vekili olarak Ali'yi yerine vâsi, imam, halife ve emiru'l- müminin olarak tayin etmesini emrediyordu. Resulullah (a.s) da bu ilâhi emre uyarak kadın-erkek herkesi davet edip Ali'ye biat etmelerini sağlamıştır. Halbuki Şia âlimleri tarafından Ali'nin imamet ve hilafetine delil olarak gösterilen Mâide süresi 67. âyeti, 65, 66, 68 âyetlerinin bağlam ve bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde şöyle bir mana çıkmaktadır. "Ey Resul! Daha önceki vahiy sahiplerinin yani Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin yaptıkları gibi vahyi tebliğ etmede sakın bir zaaf ve gevşeklik göstermeyesin" Yani Mâide 67. âyet, 65. 66 ve 68. âyetler olmadan tam olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla âyeti bağlam ve bütünlüğünden koparmak büyük bir ilhâda ve yanlış bir inanca sebep olmuştur. Şia'nın hadis kaynaklarında Ğadir Hum günü ile ilgili binlerce hadis mevcuttur. Yani onlara göre Ali'nin imâmeti İslam dininin esasıdır. Fakat Allah Resulü'nden sonra bu biat emrinin gereğini yerine getirmeyerek, Sakife'de Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönerek zalim ve kafir olmuşlardır. Şia muhaddis ve müctehiderinin tekfir etmediği sahabeler. "Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir, Ebu Zer el Gifari"Şia'da Ğadir Hum günü en büyük bayram olarak kutlanır. Bu kutlamalar günlerce devam eder.Ğadir Hum bayramıyla!! ilgili rivayetler okunur, dersler verilir, konuşmalar yapılır. Bu bayramın dinde ne kadar mübarek ve faziletli bir gün olduğu anlatılır.İlhad'ın, mezhepçilerin, Allah'ın âyetlerini batıl yollarına ve şirk dinlerine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve örnek vermiştik. 2-) "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının..."Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmedikleri, Kur'an'da var olan kavramlardan haberleri olmadığı için bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır. Onlar "...Resul size ne verdiyse onu alın..." cümlesi ile " asırlar sonra onun adına iftira edilen hadislerin din ve hüküm olduklarını" iddia etmişlerdir.Halbuki Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda "Resulü'n bize vahiy'den başka hiçbir şey vermeyeceğini" görüyoruz."De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum..."(Enbiya-45)"... (Ey Nebi! ) Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"( Kaf-45)"Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun..."(Mâide-67)"Arkadaşınız (Nebi-Resul ) sapmadı ve batıla inanmadı; o (Resül) kendi kafasına göre de konuşmaz. Onun bildirdikleri vahiy'den başka bir şey değildir. Çünkü ona güç ve kuvvet sahibi (olan Allah) öğretti"(Necm-2,3,4,5)"...Ben size, bana gönderileni (vahyi) duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir toplum olduğunuzu görüyorum"(Ahkaf-23)"(Nuh) De ki: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resulüm. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size (vahiy'le) öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy'le) biliyorum"(Âraf-61,62)Buna benzer onlarca âyet vardır. Dolayısıyla söz konusu Haşr 7. âyette bulunan "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da sakının..." cümlesi Muhammed (a.s) "Resul" misyonu ile bize ne bildirmiş ise Allah'tan bir din ve hüküm olarak alınmasının önemini anlatıyor. 3-) "Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan kerim bir kur'an'dır"(Vakıa-77,78)Şia 77. âyette şöyle bir ilhad'a yani sapmaya gitmiştir. Onlara göre "Ahzap süresinde "...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"33. âyeti ile "Ehl-i Beyt (12 imam) Allah tarafından her türlü günahtan masum kılınmışlardır" Dolayısıyla Vakıa süresinde "Temiz olmayanlar ona dokunamaz" 77.âyeti "temiz kılınan ehl-i beyt (on iki imam) dan başka hiç kimse Kur'an'ı gerçek olarak anlayamacağını ortaya koymaktadır. Şia âlimlerine göre Kur'an'ın manası on birinci imam olan Hasan el Askeri'nin oğlu olan on ikinci imam Mehdi-i Muntazır tarafından ortaya çıkarılacak ve o zaman Kur'an'ın gerçek manası anlaşılacaktır.Onlara göre "Mehdi'nin zuhuruna kadar Kur'an İtilaf ve kaostan başka hiçbir şey üretmeyecektir" Vakıa süresi 77. âyette Ehl-i Sünnet mezhep imamları şöyle bir ilhâda gitmişlerdir. Onlara göre "Ona (Kur'an'a) temiz olmayanlar dokunamaz" "hayız ve nifas, cünüp ve abdestsiz olarak hiç kimse Kur'an'a dokunamaz" demektir. Ve bu Kur'ansız ictihadlar çağları aşıp günümüze kadar hatta kiyamet gününe kadar gidecektir. Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne göre âyetin gerçek manası şudur. Mekke müşriklerinin "Kur'an'ı Resül (a.s) a şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde Kur'an'ın Allah tarafından Muhammed (a.s) indirildiğinde temiz olmayan şeytanların ona dokunamayacağını (Şuara-210,211) ortaya koymaktadır. Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir. İftira etmeyin, yalan söylemeyin" demek istenmiştir. Dolayısıyla bu âyette bulunan "lé yemessühü" "dokunamaz" "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" "mümkün değil, dokunamaz" demektir. Yani "Ondan bir şey çıkaramaz, ona bir şey ekleyemez, onda tasarruf sahibi olamaz" demektir. Yoksa her dine ve kültüre mensup olanlar, hayız ve nifas halinde olan kadınlar, abdestsiz ve cünüp olanların Kur'an'a dokunmalarının hiçbir sakıncası yoktur."Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde olan kadınlar Kur'an'a dokunamaz" ictihadı, koyu karanlık bir cehaletin eseridir. Size bir şey söyleyeyim mi, bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı hayız ve nifas, cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmayı önemli bir sevap ve fazilet olarak kabul edebilirsiniz. Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden ve onları muhatap alan bir kitap değil, bütün insanların ortak değeridir.Ahzab süresi 33. âyetin bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Nebi (a.s) hanımları hakkında nazil olduğunu görüyoruz. Yani âyetin on iki imam ile hiçbir alakası yoktur. Daha doğrusu dinde on iki imam diye bir şey yoktur. 4-) "Allah ve melekleri Nebi'ye salât (destek olur, yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât (destek olun, yardım) edin ve tam bir teslimiyetle (sadece Allah'a) teslim olun"( Ahzap- 56Bu âyet, Allah ve Meleklerinin Nebi'ye yardım ettiklerini (Muhammed'e değil) ve destek olduklarını anlatırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri "Allah ve meleklerinin Nebi'ye yardım ve desteğini..." "Muhammed'e salavat çekme" şeklinde tahrif ederek ilhâda sapmış ve büyük bir cehalete imza atmışlardır. Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât (destek olur, yardım) ediyorlar"(Ahzap- 43)5 Prof ve 1 doçent tarafından kaleme alınan Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan meal'de bu âyete şöyle bir mana verilmiştir. "Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin"( Ahzab- 56) Nebi'ye yardım ve destek olma nerede? Muhammed'e salavat getirme nerede?Allah ve melekleri Muhammed'e nasıl salavat getirirler? Diyanet'in imamları gibi halka olarak mı? (Hâşâ) Böyle bir cehalet olacak bir şey değildir. Dolayısıyla Kur'an'da Muhammed'e salavat getirme diye bir şey yoktur. Hurafe ve yalanın, iftira ve cehaletin en büyüğünün Muhammed'e salavat getirmenin olduğunu söyleyebilirim. Şia ve Ehli Sünnet dininde Muhammed'e salavat getirme ve kabir azabı kadar absürt bir şey yoktur. 5-) "Onlar sabah akşam o ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini ateşin en çetinine sokun denilecek"(Mümin- 46) Kabir hayatı ve kabir azabının olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet olmasına rağmen, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti kabir azabına delil getirerek ilhâda sapmışlardır. Halbuki bu âyet Hud süresi 98 ve 99 ile Kasas 41 ve 42.âyetler ışığındaki manası şöyledir. "Onları (Firavun ve ordusu, ailesi) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kiyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kiyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"( Kasas- 41,42)"Firavun, kiyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir. Onlar (Firavun ve ordusu, ailesi) burada da, kıyamet gününde de lânete uğtatıldılar. (onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır"(Hud- 98, 99)Yani Mümin süresi 46. âyetinde Firavun ve ailesi için söylenen "sabah- akşam ateşe arz olunurlar" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah- akşam uyarması, gönüllerinde olan işkence ve ızdıraptır.6-) "...İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve tezekkür etsinler diye sana da bu zikri indirdik"(Nahl- 44)Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyet'e şöyle bir mana vererek ilhada sapmışlardır. "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman (tefsir etmen ve detaylandırman) için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu zikri indirdik"Yani bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" kelimesine "tefsir etme ve detaylandırma" anlamını vermişlerdir. Halbuki Kur'an'ın Allah tarafından tasrif, tefsir, tafsil ve tebyin yani açıklandığında dair yüzlerce âyet vardır. Dolayısıyla bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" tefsir ve detaylandırma değil, okuma, duyurma, ilan etme, tebliğ etme yani gizlemeden açıklama demektir. Bu manayı anlamak için Âli İmran 187. âyet yeterli olacaktır. "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, " Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir değer ile değiştirdiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü olmuştur"Âyette bulunan "letübeyyinunnehu linnési velé tektümünehü" "...Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz..."cümlesi, "beyan etmenin onu gizlememek" olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla vahiy Allah tarafından çok açık ve detaylandırılmış olarak gelmiştir. (Hud, 2) 7 -) "...Bugün size dininizi mükemmelleştirdim, üzerinize(tevhid) nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak sadece İslam'a razı oldum..."( Mâide-3) Şia âlimleri bu âyette şöyle bir ilhada saplanmıştır. Onlara göre bu âyet Maide 67. âyet nazil olup Ali'nin imametini ilan ettikten sonra nazil olmuştur. Yani Şia âlimlerine göre "Mâide süresinin 67. âyeti nazil olup Allah Resulü Ğadir Hum'da Ali'nin imametini ilan edip bütün Müslümanlardan biat aldıktan sonra Mâide 3. âyet dinin tamamlandığını duyurmak için inmiştir. Dolayısıyla Ali'nin halife ve imam tayin edilmesi yalnız Allah Resulü'nün bir tasarrufu değil, Allah'ın vahiy indirerek tayin etmesi ile olmuştur. Şia'ya göre Allah Resulü'nden sonra Ali'nin İmam, halife ve emiru'l mü'minin olduğuna inanmayan kimse kafir olur.Yani Şia'ya göre bu olay itikadi ve imani bir meseledir.

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (2.YAZI) Peki insanların akıl ve iradelerini kilitleyen namaz ritüli nasıl meydana çıktı?Namaz ritüeli, duadan gelişerek zamanla kurumsal bir ibadet halini aldı. Bu da yüce Allah tarafından gönderilen tüm vahiy'lerde mevcuttu. En eski vahiy olan Tevrat, dua’nın bazı yönlerini bildiriyordu. Son vahyin tarihinde görünüşte Müslüman olan İran, Yahudi ve Hristiyan ruhbanları tarafından dua ve munacatlar renk değiştirdi. Arkasından Şii ve Sünni din adamları insanları etkileri altına alan dua’nın üstüne bir takım kural ve kaideler ekleyerek yepyeni bir ibadetin doğmasına sebep oldular. Hüseyin Atay hocanın dediği gibi, "namazı milletin başına ebedi olarak bela ettiler" Devasa mâbed ve mefruşatıyla namaz ibadeti en önemli aldatma, istismar, israf ve rant kapısı haline geldi. En önemlisi namaz, salat'ın misyonunun kaybolmasına sebep oldu.Sanal ve sahtesini gerçeğin yerine koyduğunuzda artık zamanla gerçek olanı kimse hatırlamayacaktır. Şöyle bir söz vardır. "Avam nazarında galât-ı meşhur, lügat-ı fasıhtan evlâdır"Yani "Ümmi insanların yanında meşhur hurafeler, gerçklerden daha önemli bir konuma sahiptir" Aslında son vahiy bu gibi uygulamaları her zaman dışlamış ve ashab-ı bu gibi ritüellerden uzak durmalarını emretmiştir. Bunun yerine tevhid, ihlas yani dini Allah'a özel kılma, takva yani Kur'an'da var olan emir ve yasaklarla yetinme, infak, salih ameller, adalet, merhamet, güzel ahlak ve aklı kullanma gibi ilkelere ağırlık verildi. Nihayetinde vahyin son temsilcisi olan Muhammed (a.s) ve arkadaşları vefat etti. İslam dini öyle gelişti ki, Kur'an ilim ve hikmetinin bu gelişmeye paralel olarak insanlara ulaştırılması mümkün değildi.Okuma-yazma oranı çok düşük, toplumda yazının değil, sözün gücü hakimdi. Cahil insanlar gerçeklere değil, hoşlarına giden hurafe ve yalanlara değer veriyorlardı. Aynen günümüzde olduğu gibi, yüzlerce hatta binlerce hurafe ve yalana karşı az sayıdaki muvahhid mümin, Kur'an’ın sesini duyurmada yetersiz kalıyorlardı. Fakat kim ne derse desin, İslam dini vahiy sayesinde orijinal ve organik özellikleri ile bütün zamanları aşarak günümüze ulaştığı gibi, kıyamete kadar da aklın ışığında varlığını devam ettirecektir. İslam zamanlar üstü olduğu için, hiç kimse ona ilkel ve ibtidai kavimlerin ve kabilelerin uygulamalarını kabul ettiremeyecektir. Çünkü İslam, göklerin ve yerin hakimiyetini elinde tutan şanı yüce Rabbimiz‘in ilim ve hikmetiyle ayakta durmaktadır. Bütün Nebi ve Resüller namaz kılmayı değil, salat-ı ikâmeyi yerine getirmişlerdir. Namaz adındaki ritüel Allahın emri olsaydı, Kur'an tarafından açık olarak ortaya konur ve hiç kimsenin itirazına mahal kalmazdı.Çünkü böyle bir ibadet olsaydı, onu âyetlerde görmemize şiddetle ihtiyaç vardı. Akletme ve tefekkür etmeyi yedi yüz âyette kayıt altına alarak kesin hükme bağlayan yüce Rabbimiz, eğer namaz diye bir şey olsaydı, kanıtlarını mutlaka Kur'an'da bildirirdi. Özellikle İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s) dan sonra vahyin, onlara tâbi olduklarını söyleyenlerin rivayetleriyle nasıl bozulduğunu bildikten sonra. Yani yüce Allah, din alanında iman edenleri Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni din adamlarının insafına bırakmaktan münezzehtir.Esasen dini tam manasıyla mukemmel bir şekilde ortaya koymayan yani müminleri rivayete, mezheplere, geleneğe sevkeden bir kitap, kamil sıfatların sahibi Allah'a ait bir kitap olamaz.Geçmiş toplumlar “Namaz” ritüelini çok iyi bilse de, tüm devirlerin sahibi Rabbimiz bunu, yine de en detaylı bir şekilde Kur'an'da kayıt altına alır ve kesin hükme bağlardı. Kur'an'ın Üç Önemli Ahlakı 1-) Kur'an evrensel olduğu yani tüm zamanların üstünde olduğu için, kiyamet gününe kadar gelecek insanlara aracısız olarak kendinden bir ışık vermek ister. Kur'an'da var olan kaide ve kurallar, verilen öğütler ve hidayeti, indiği toplumun o zamanda gördüklerine ve duyduklarına bırakmamıştır. 2-)Yüce Rabbimiz, Nebilerden sonra gelenlerin rivayet ve ictihadlarla yani mezheplerle nasıl yoldan çıktığını bilen, son vahiy olan Kur'an'da hem itikadi hem ameli olarak ortaya koymayıp durumu rivayetlere, mezheplere yani beşerin akıl ve yeteneğine bırakacak bir hatayı işlemekten ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Savm (oruç) daha önceki toplumlarda olduğu halde Kur'an, yine de en ince detayına kadar onu açıklama gereği duymuş, onu hiç kimsenin bilmesine ve tarifine bırakmamıştır. (Bakara-183-187)Demek ki toplumun bir şeyi önceden bilmesi, Kur'an'ın onu tekrar olarak açıklamasına engel olmuyor. Öyleyse bugün bilinen namaz yüce Allah'ın emri olsaydı, onu da kitabında bir çok yerde açıklaması gerekirdi. Demek ki Allah’ın böyle bir emri yoktur. Fakat rivayetler yoluyla namaz Allahın büyük bir emri olarak görülürse, bütün unsurlarını ancak zorlama yorumlarla yani Kur'an kavramlarının zorlanarak ve “Kur'an'ın namazı açıklamasına gerek yok” denilerek işin içinden delilsiz olarak çıkılır. Şia ve Ehl-i Sünnet dünyasında rivayetlerden doğan, ictihadlarla beslenen, mezhepler yoluyla semirtilen son derece yanlış bir inanç ve algı hakimdir. “Namaz kılıyorsan Müslümansın” Bu inanç ümmi halk üzerinde bir çok istismara ve yolsuzluğa neden olmuştur.Eğer namaz olmasaydı, ihlas holdingin, kombassanın, yimpaşın vurgunları olmayacaktı. Eğer Namaz olmasaydı, fetö devleti ele geçirecek kadar güçlü ve güvenilir olmayacaktı. Namaz bütün günahları bağışlayan ve tüm kötülüklerin üstünü örten bir perde gibidir.Şia ve Ehl-i Sünnet inancında “Namaz kılmanın" iki amacı vardır. 1-) Namaz kılmayı imanın delili sayıp, habire kılmak için uğraşanlar. 2-) Namaz kılmak diye bir dertleri olmayıp, sadece Allahın emri olduğuna iman etmekle sorumluluktan kurtulma derdinde olanlar. Bunların “din” anlayışı, vahyin işaret ettiği değil, Şia ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında var olan uydurma rivayetlerden kaynaklanan psikolojik bir olaydır. Halbuki bir çok âyette hesabın ve azabın şiddetini gördükten sonra insanlar dünyaya şunlar için dönmek isterler. "Onların ateşin karşısında durdurulup" "Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve iman edenlerden olsak!" dediklerini bir görsen!...( Enam- 27)"...Doğrusu Rabbimizin Resülleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim şefaaçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya dünyaya geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başka amel yapalım..."(Âraf- 53)"Kendilerine azabın geleceği, bu yüzden zalimlerin:" Ey Rabb'imiz! Yakın bir müddete kadar bize süre verde senin davetine icâbet edelim yani Rasüllere tâbi olalım" diyecekleri gün hakkında insanları uyar..."(İbrahim-44)"Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, önce yaptığımızın yerine salih ameller işleyelim! diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi?..."(Fatır-37)"O günahkarların, Rableri indinde başlarını öne eğecekleri," Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi dünyaya geri gönder de salih ameller yapalım, artık kesin olarak yakin getirdik" diyecekleri zamanı bir görsen! "(Secde-12)

12 Ocak 2022 Çarşamba

SALÂT, DUA ve NAMAZ!!! (1.YAZI) Namaz konusunda hurafeciler neden bize sert tepki gösteriyorlar, aslında Kur'an'ın emri olduğu için değildir.Dn ataları ona çok değer atfettiklerinden dolayıdır. Yoksa tevhid akidesinden güzel ahlaka, ihlastan takvaya kadar Kur'ani hiç bir ilke onları ilgilendirmemektedir. Eğer Kur'an onları ilgilendirseydi, atalarının uydurma kitaplarını atar sadece Allah tarafından indirilen vahye sığınırlardı. Çünkü yüce Allah'ın kesin emri budur. (Âli İmran-103)İlmihal, tefsir, hadis, fıkıh ve ilmihal kitaplarına baktığımızda namazın farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, mendüpları, haram, mekrüh ve müfsitleri ile ilgili yüzlerce madde vardır. Tâdil-i erkanından sütresine kadar öyle teferruatlar uydurulmuş ki, onları öğrenmek için ömür yetmez. Her asrın din adamları, bu bitmez tükenmez kurallarla ümmi insanları ölü önderlerine yani müctehid âlimlerine kul ettiler. Halbuki din kesinlikle Allah'a özel kılınacak yani din denildiği zaman yüce Allah''ın mesajı olan Kur'an'dan başka bir ilim, hidayet ve kaynak olmayacaktı. (Bakara-120; Râd-37)Namazla ilgili bu kadar kâide ve kural koyanlar bile namaz kılan insanlar değildi. Çünkü günlük meşgale ve sorunlar içinde hiç kimse böyle bir ibadeti gerçekleştiremez. Namazda bulunan hiçbir kuralın Kur'an'da karşılığı yoktur. Aslında Kur'an'ı ölülere okuyanların sahip oldukları dinin hiç bir uygulamasına iman etmemek gerekir. Namaz ibadeti!! Evrensel bir anlamı ve Kur'ani bir karşılığı olmadığı için özgür düşünceye sahip olan insanların akıl ve mantığına aykırı gelir. Namaz ritüeli, Nebi ve Resüllerin değil, Şii ve Sünni din adamlarının ibadetidir. Yüce Allah, ancak ihlasla yapılan amelleri kabul eder yani din Allah'a özel kılınması gerekir yani hanif dinin tek kaynağı Kur'an'dır.Dolayısıyla “Kur'an’ın mümini, özgür bir birey olacaksak, o halde Kur'an dışı akılsız ve mantıksız dedikodulara değil, Kur'an'da var olan orijinal kavramlara teslim olmak zorundayız. Yani "Âdem (a.s) dan beri namaz vardı!” sözü, elinde Kur'ani hiçbir delili olmayanların tekerlemesinden başka bir şey değildir. Bir kaç Rabbani yahudinin ve Süryani Hristiyanın kıldığı namaz, iki bin yıl önce vefat eden Nebilere mâl edilmeyeceği gibi, Sünni ve Şii din adamlarının namazı da Allah Resülüne izâfe edilemez. Nebi (a.s) dan sonra Yahudilik ve Hristiyanlıktan görünüşte İslam'a giriş yapanların tohumunu ektiği namaz, Kur'an cehaletinin zirvede olduğu yıllar yani rivayetler ve ictihadlar çağında en zehirinden meyvesini bol bol vermeye başlamıştır. Yapılan devasa mabedlerle de saf insanlar psikolojik bir baskının altına alınıp kurallar cehennemine mahkum edilmişlerdir. Artık toplumu ayağa kaldırmak için, Kur'an'ın yüzlerce ilkesinin bir önemi kalmamıştır. Özellikle şirk ve tevhid akidesi tamamen yok sayılmış ve onlardan konuşan kimse kalmamıştır. Nebi (a.s) dan asırlar sonra rivayet dedikoducuları tarafından namaz tek başına dinin yerini almıştır.Artık bundan sonra şöyle bir iman ve itikad hayata hakim olmuştur. "Namaz kıldıktan sonra ne yaparsan yap, Allah tarafından bütün günahların bağışlanır" Nebi (a.s) a inen vahiy sayesinde yok edilen bu namaz inancı, kadim dinlerden ve kabilelerden veraset yoluyla Şia ve Ehl-i Sünnet dünyasına daha şatafatlı ve şaşaalı bir şekilde geri döndü. Eğer son Nebi (a.s) önceki tarihlerde Yahudi ve Hristiyanların bugünkü ritüle benzer bir namaz kıldığını iddia ediyorsanız, vahiy olan Tevrat veya İncil âyetlerinden bir delil sunmanız gerekmez miydi? Örneğin orucun, kurbanın ve duanın hem Tevrat’ta hem de İncilde olduğunu görüyoruz. Öğrenim ve dayanışmayı da bu kitaplarda görüyoruz. Fakat bir tane “Namaz kılmak” âyetinin olduğunu göremiyoruz. Yüce Allah, Fatiha süresi 5.âyette "yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" buyururken, Bakara süresi 45.âyette İsrailoğullarına hitâben, "Sabır ve salat ile yardım isteyin..." buyuruyor. Buradan da sabrın ve salat'ın vahiy olduğunu anlıyoruz. Aslında iman, İslam, takva, ihsan, sabır, hüküm, ibadet, salih amel, salat ve ihlas gibi kavramların hepsi dinde tek itaat ve ittiba edilecek vahiy yani Kur'an anlamına gelmektedir. Bir gün Elazığ din görevlileri derneğinde tartışma yaparken, arkadaşlardan biri müdahale ederek dedi ki: "Arkadaşlar! Sizin bu tartışmanızdan hiç birşey anlamıyorum" Arkadaşlar, "neden? deyince. Arkadaş şöyle cevap verdi. "Ali hoca âyet diyor, yüce Allah şöyle buyuruyor, falan âyette şöyle geçiyor, dedikçe, siz, Ebu Hanife, Imam-ı Şâfi, İmam-Gazali, mezhep, hadis, ictihad, müctehid diyorsunuz. Bu eşit bir tartışma alanı değildir. Eğer eşit bir mucadele yapacaksanız, sizinde fikrinizin doğru olduğuna delil olarak Ali hoca'ya âyet getirmeniz" gerekiyor. Dolayısıyla biz Kur'an'ın dinine iman ediyoruz, siz rivayet ve ictihadların dinine iman ediyorsunuz. Bizimle sizin arasında dini hiçbir ilkede bir araya gelip ittifak etmemiz mümkün değildir.

ÇOCUKLARIMIZI CEMAAT VE TARİKATLARDAN UZAK TUTALIM Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet varken, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kur'an'a iltifat etmemelerinin sebebi acaba ne olabilir?Tefekkür etme, öğüt alma ve aklı kullanma ile ilgili yüzlerce âyete rağmen, neden hiçbir Şii ve Sünni âlim, hiçbir tarikat ve cemaat mensubu, Kur'an'a bakma ihtiyacı duymaz? Şia ve Ehli Sünnet dincilerinin Kur'an'dan bu kadar nefret etmelerinin altında hangi kahredici gerçek yatıyor? Aslında kafir ve müşriklerin Kur'an'a kulak asmamalarının onlarca nedeni birçok âyette tekrar tekrar anlatılmaktadır.Benim düşünceme göre, Mezhep cahillerinin Kur'an'ın hayat veren ruhundan mahrum olmalarının en önemli sebeplerden birisi şudur: Zamanın birinde bir arkadaştan yaşamış olduğu bir olayı dinlemiştim. "Sıcak bir günde bir kaç arkadaşıyla birlikte kapalı bir mekanda, ortamın serinletici havasında konuşup sohbet ederlerken, birden kapı açılır.İçeriye giren arkadaşları "İçerisinin çok havasız olduğunu, içeriden hoş olmayan bir kokunun bulunduğunu, oksijensiz ve sağlıksız bir ortamda olduklarını" söyledikten hemen sonra pencereleri açıp içeriyi havalandırır. Pencerelerin açılmasıyla birlikte içeriye temiz havanın girmesi neticesinde güzel ve hoş olmayan bir ortamda oturanlarda bir rahatlama ile daha önce teneffüs ettikleri serin! ve güzel! havanın aslında ne kadar aldatıcı, zararlı ve zehirli olduğunun farkına varırlar.Bu örnek o kadar hayati bir öneme sahiptir ki:Uyanık bir kişi gaflet uykusunda olan bin kişiyi uyandırıp kurtarabilir.Bir mum sönük bin tane mumu yakabilir.Bir kişi koskoca bir memleketi ve ümmeti büyük bir fitne ve yıkımdan uyandırabilir. Elçiler bunun için çok değerlidir. ARKADAŞLAR!Şia ve Ehli Sünnet mezhepleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) cemaat ve tarikatlar kendi inanç ve fikirlerine aykırı düşünen kimseyi içlerine kabul etmediklerinden, ebediyen zehirli inanç ve sağlıksız fikirlerinden kurtulamazlar. Dolayısıyla gelenekçi mezhepçilere teneffüs ettikleri inancın sağlıksız, zehirli ve ölümcül olduğunu birisi mutlaka hatırlatmalıdır."Takva sahiplerine, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat belki (şirkten) korunurlar diye hatırlatmak gerekir"(En'am- 69) Allah elçilerinin en önemli görevi budur.Yani hariçten biri müdahale etmediği zaman aynı havayı teneffüs eden, aynı inanç ve fikirlere sahip olanların uyanmaları, hakkı ve hidayeti bulmaları mümkün değildir.Biri mutlaka uyuyan insanları uyarmalı, sabırla onları ikaz etmeli ve onları ölüm uykusundan uyandırmalıdır.Bu kutsal görevde şu husus asla göz ardı edilmemelidir."Allah elçilerinin yegane ikaz ve uyarı araçları Kur'an olmuştur"(Enbiya, 45; En'am, 51 ; Kaf ,45; Âraf, 61, 62, 67, 68) Kur'an ehli muvahhidler bütün olumsuz şartlara ve hakaretlere rağmen uydurma din mensuplarını Kur'an ile uyarmalıdırlar. Allah'ın indinde bundan daha şerefli bir görev yoktur.Çünkü Nebi'ler, Allah'ın Resülleri ve binlerce vahiy ehli muvahhid bu görev uğrunda hayatlarını vermişlerdir.(Âli İmran- 146)Şia ve Ehli Sünnet mezheblerinin, Diyanet İşleri Başkanlığının ( Ankara) cemaat ve tarikatların topluma en büyük zararları, bünyelerinde özgür irade sahiplerinin sivrilmesine izin vermemeleridir. MESELA:Şia ve Ehli Sünnet dininde hiç kimse muhaddis ve müctehidleri eleştirme hakkına sahip olmadığından aralarında sorgulama ahlak ve kabiliyeti gelişmemiştir.İnanç ve fikirlerinde özgür olmayan toplumlar hiçbir gelişme gösteremezler.Bugün dâhi, Kur'an cahili din adamlarını eleştirenler, mezhep mukallitleri tarafından sapık ve tehlikeli olarak görülüyor.Adalet ve özgürlüğün, tefekkür ve aklı kullanmanın, ilim ve sorgulama erdeminin olmadığı toplumlarda isyankar ruhlu hak avcılarının yaşama şansları olmaz. İşte bu yüzden Şiilik ve Sünniliğin hakim olduğu toplumlarda anarşi, zorbalık, terör, cehalet, kargaşa, fakirlik, sürgün, taklit ve düşman istilaları hiçbir zaman son bulmayacaktır.Dolayısıyla çocuklarımızı ve gençlerimizi fetö gibi özgürlük ve akıl yoksunu, fikir ve sorgulama düşmanı kapalı ve karanlık yapılardan korumak zorundayız. Yoksa dünya hayatları ile beraber ahiret hayatlarını da kendi ellerimizle mahvetmiş olacağız. Çocuklarımız isterse "hacsız" ve "umresiz, abdestsiz ve namazsız" olsunlar, fakat her türlü haksızlığa karşı gelen özgür ve isyankar bir ruh kazansınlar. Gençlerimiz isterse deist ve sosyalist olsunlar, tarikat ve cemaatlere bağlı şahsiyetsiz ve karaktersiz bir ahlaka sahip olmasınlar.Gençlerini fetö tipi cemaat ve tarikatlare düşman olarak yetiştirmeyen toplumlar karanlık ve cehalete, taklit ve bağnazlığa mahkum kalacaklardır. Çocuklarına Kur'an ahlakını ve tevhid özgürlüğünü miras olarak bırakmayanlar, maddi miras olarak bıraktıklarıyla sevinmesinler.Ya Kur'an'ın evrensel özgürlüğü olacak, Kur'an ilmi ve hikmeti başa geçecek, ya da kuzgun leşe konacaktır""Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanif (özgür Müslümanlar olun) Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini akbabalar(ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail) kapışmış, yahut rüzgar onu uzak bir mesafeye (Ege'nin ve Akdeniz'in karanlık sularına ) sürüklenmiş bir nesne gibidir"(Hac-31)Birgün bir tarikat televizyonuna rast geldim.Yedi sekiz yaşlarında, tek tip olarak başlarında sarık, üstlerinde cübbe, ayaklarında mest olan çocuklara gözüm takıldı. Bu çocukları seyrederken içim acı ve ızdırapla doldu.Tabi ki herkes inanç ve fikirlerinde yaşam ve giyinişinde özgür olmalıdır. Devleti'nde bu kurumlara kanun ve kaba kuvvetle müdahale etmesi gibi bir hakkı bulunmamaktadır.Esas beni acı ve ızdıraplara sevkeden şey bu giyim tarzının islami olduğu, Allah Resulü'nün inanç ve ahlakını temsil ettiği ve dolayısıyla sünnet adı altında sevap işleniyor amacı ile yapılmış olmasaydı. Bu hurafe inanç ve giyim tarzıyla büyüyen çocukların fikir ve zihin dünyaları nasıl şekillenecek bir düşünün. 1300 sene öncesinde karanlık ve zalim bir idare ve yalancı ahmakların uydurduğu dinden bugünün teknoloji ve bilim çağında çocuklarımızı bu Kur'an'sız cahillere nasıl yem yapıyoruz onu da bir düşünün. Halbuki geleceğimiz adına bu çocuklardan dünya çapında bir çok ilim dalında üstün beyinler yetişebilirdi. İşte bu yüzden önemli bir gerçeği hiç usanmadan, her zaman, tekrar tekrar hatırlatmak dini ve milli bir görevdir. Dünya tarihinde uydurma dinden daha tehlikeli, acımasız ve ölümcül bir silah icat edilmemiştir. Çünkü uydurma din yüzyıllarca etkisini sürdürebilecek bir güce sahiptir. Kur'an bir çok âyette insanların bu dinden kendilerini kurtarmalarının mümkün olmadığını ortaya koymuştur.Çünkü din ve mezheplerinin hak, bu din ve mezheplere karşı gelenlerin sapık olduklarını iddia etmektedirler. Bu yüzden aklı başında olan bütün Devlet adamlarına, Diyanet İşleri Başkanlığına, ilahiyatçılara, Milli Eğitim Bakanlığına ve eğitimcilere çağrım. Lütfen, İslam dininde böyle bir inancın, bir anlayışın ve bir giyim tarzının olmadığını, Allah Resulü'nü temsil etmediğini insanlara açık olarak anlatın. Anlatın ki, aileler çocuklarını böyle gerici ve hurafeci kurumlara vermesinler. Fetö gibi hurafeci ve acımasız bir örgütten nasıl olur da hiçbir ders almadık.Herkes aklını başına alsın. Çocuklarımızın dünya hayatları ile beraber ahiretlerini de yok ediyoruz. Yazıktır, günahtır. Bu manzara Kur'an'ın mükemmelliğine ve sistemine şahit olan vahiy ehli muvahhidlere çok ağır gelir. Kur'an, İlim, akıl, tefekkür ve sorgulama nimetlerinden uzak ve karanlık bir dünyaya çocuklarınızı teslim etmeyin. Allah'tan korkun. Manevi olarak çocuklarınızı ölüme ve yok olmaya mahkum ediyorsunuz! Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'da şöyle buyurur. "Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır"( Tahrim- 6)Bir Nurcu yurdunda gördüğü baskıya dayanamayarak video çekip ardından yurdun beşinci katından atlayıp intihar eden tıp öğrencisi Enes Kara'nın ne diyordu. "Şu an cemaat yurdunda kalıyorum. Hiç kalmak istemememe ve bunu aileme defalarca söylemiş olmama rağmen, beni burada kalmaya zorladılar... Lise ve ortaokulda yine böyle medreselere sıkça geliyordum bazı tatillerde yatılı kalıyordum. O zamanlar da istemiyordum ama ailem zorluyordu ve haftada bir iki gün geliyordum ya da yılda bir iki hafta yatılı kalıyordum. Çok da zor değildi. Bir de en fazla üniversiteye kadar gelirim zaten diye düşünüyordum. Burada vakit namazları zorunlu. Cemaat şeklinde kılıyoruz namazdan sonra ders var. Otuz dakika sürüyor yaklaşık her vakit. Günlük bir saat burada olan kitaplardan okumamız zorunlu. Haftanın üç günü cemaat dersine katılmak zorunlu. Yemekleri yine öğrenciler yapıyor, haftanın bir günü temizliği yine biz yapıyoruz. Sabah namazıyla uyanıyorum, okula gidiyorum geliyorum, akşam namazı, yemek, okuma, yatsı namazı, cemaat dersi sonra saat on oluyor.Zaten ertesi gün tekrar 6.30 gibi namaza uyanıyorum. Pazartesi günleri böyle, diğer günler de cemaat dersi yok. Bir tek sekizde serbest oluyorum. Hafta sonu da benzer. Yine üç saat gibi bir şey kalıyor ve kalan zamanda adam akıllı ders de çalışamıyorum. Çünkü psikolojik olarak yorgun oluyorum. Bu iki sorunu ayrı ayrı düşününce aslında katlanılamayacak şeyler değil ama bunları birleştirince tüm yaşama sevincimi alıyor, özgür hissetmiyorum kendimi yirmi dört saatten kendime ayırabildiğim 3 saat falan"Namaz ibadet ve rahmet değil, tamamen azap ve eziyete dönüşmüş, cemaat ve tarikatların kutsal kitaplarını okuma tuzağı haline gelmiş bir ritüeldir.

11 Ocak 2022 Salı

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(105. YAZI)Âraf Süresi 151-) Musa da Ey Rabbim, beni ve kardeşimi mağfiret eyle, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin! dedi. 152-) Buzağıyı (ilâh) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir zillet erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız. 153-) Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de iman edenlere gelince, şüphesiz ki o tevbe ve imandan sonra, Rabbin elbette Ğafur'dur, Rahim'dir. 154-) Musa’nın gazabı sakinleşince levhaları aldı. Nushaların içinde Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı. 155-) Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o sarsıntı yakalayınca Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin fitnenden (sınamandan) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de hidayete iletirsin. Sen bizim velimizsin, bizi mağfiret eyle ve bize merhamet et! Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın! 156-) Bize, bu dünyada da güzellik yaz ahirette de. Şüphesiz biz senin (vahyinle) hidayet bulduk. Allah buyurdu ki: Azabım, dilediğime onu isabet ettiririm; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, takva sahiplerine, zekât'a (arınmaya) gelenlere yani âyetlerimize iman edenlere yazacağım. 157-) Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o ümmî, Nebi, Resül'e tâbi olanlar (var ya), işte o (Resül) onlara mârufu emreder, onları münkerden nehyeder, onlara temiz şeyleri helâl, habis olan şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Resül'e iman edip ona güç veren yani ona yardım eden yani onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’an’a) tâbi olanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. (Kur'an'da savaşla ilgili bir âyet hariç tüm ittiba kavramları Resül bağlamında kullanılmıştır. Helal ve haram kılma ise, sadece yüceAllah ve vahyi tebliğ eden Resül ile ilgili bir durumdur.) Kur'an'da helal ve haram kılma Muhammed ve Nebi bağlamında değil, Allah ve Resul bağlamında kullanılmıştır. "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o ümmi Nebi olan Resul'e tâbi olanlar (var ya) işte o Resul onlara mârufu emreder onları kötülükten nehyeder, onlara temiz şeyleri helal, habis şeyleri haram kılar..." (Âraf-157)(....Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymayan...."(Tevbe-29) Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan biri de helal ve haram kılmadır. Aslında helal ve haram kılma sadece Allah'a ait olan bir yetkidir."De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı..."(Âraf-32) "Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak "Bu helaldir şu da haramdır" demeyin, çünkü Allah'a karşı iftira etmiş olursunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan yere iftira edenler kurtuluşa eremezler"( Nahl-116)Fakat indirilen vahiy Resul'ün dininde hayat bulduğu için yani vahiy Resül tarafından insanlara tebliğ edildiği için helal ve haram kılma yetkisinde Resül kavramı kullanılmıştır.Beşer Resül hayatta olduğu sürece risalet misyonuyla helal ve haram kılma yetkisine sahip iken, kendisi vefat ettikten sonra kitap Resül yani Kur'an, onun bıraktığı misyonu kıyamet gününe kadar devam ettirecektir.) 158-) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olan Allah’ın Resülüyüm. Ondan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a yani ümmî-Nebi olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve onun kelimelerine iman eder - iman edin ve O’na tâbi olun ki hidayeti bulasınız. 159-) Musa’nın kavminden hak (vahiy) ile hidayeti bulan ve onun sayesinde âdil davranan bir ümmet vardır. 160-) Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde oniki ümmete ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Musa’ya, "Asanı taşa vur!" diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı. Bütün insanlar içeceği yeri bildi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onların üzerine menn ve selva'yı indirdik. (Onlara dedik ki) "Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yeyin." Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendi nefislerine zulmediyorlardı. 161-) Onlara denildi ki: Şu şehirde yerleşin, ondan (nimetlerinden) dilediğiniz gibi yeyin, "hitta" deyin ve kapıdan secde ile girin ki hatalarınızı bağışlayalım. Güzel ahlak sahiplerine ileride (nimetlerimizi) daha da artıracağız. 162-) Fakat onlardan zalim olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir ricz (azap) gönderdik. 163-) Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar sebt'e saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü sebt gününde , balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, sebt yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, fasık olmalarından dolayı onları belaya uğrattık. 164-) İçlerinden bir ümmet: "Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret olsun, bir de takva sahibi olurlar ümidiyle (öğüt veriyoruz). 165-) Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten nehyedenleri kurtardık, zulmedenleri de fısklarından ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık. 166-) Kendilerine nehyedilen şeylerden vazgeçmeyip daha da ileri gittiklerinde onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik. 167-) Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü azabı yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphesiz Rabbin cezası seri olan ve O, Ğafur'dur, Rahim'dir. 168-) Onları yerde ümmet ümmet dağıttık. Onlardan salihler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları güzelliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik. 169-) Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap’ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap’takini okumamışlar mıydı? Âhiret yurdu takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâla aklınızı kullanmıyor musunuz? MEZHEPLER NEDEN KÖTÜDÜR?Allah tarafından indirilen tevhid sisteminin evrensel bir ahlakı, standart ve üstün kalitede bir yapısı mevcuttur. Tevhid sistemi ve İslam ahlakı ibret olma haricinde hiçbir zaman geriye doğru işlemez, ataların uydurma dinini taklit etmeyi reddeder.(Bakara-170; Mâide-104; Lokman-21; Zuhruf-23,24)Kur'an'ın dini olan İslam, insanların önünü aydınlatan, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle sürekli olarak toplumu ileriye doğru bir hedefe yönlendirmektedir. Yani Kur'an'ın öyle bir ilmi, öyle bir sistemi, öyle bir ahlakı, bağlam ve bütünlüğü, akıl ve mantığı var ki, insanların akıl ve fikirlerini aşacak bir mükemmelliğe sahiptir. İnsanlık tarihinde yapılan bütün icat ve keşifler Kur'an'da var olan ilmi ve fikri kurallara hiçbir zaman aykırı düşmemiştir. Fakat fırka ve cemaatlere, mezhep ve tarikatlara, kurum ve kuruluşlara baktığımızda dini, ahlaki, fikri, ilmi ve ameli standart bir kalite yakalamak mümkün değildir.Bundan dolayı Kur'an, hangi din ve kültür, hangi ilim ve geleneğe, hangi millet ve inanca bağlı olursa olsun insanların bir araya gelip ilmi ve fikri bir mücadelenin içine girmelerine engel koymaz. İndirilen vahiy dini insanların iradeleri üzerinde dini ve ameli hiçbir baskı kurmaz.(Yunus-99; Gaşiye-21, 22) İnsanlar birbirlerinin haklarına tecavüz etmedikleri sürece din bakımından tam bir özgürlük içinde hayat sürebilirler. Fakat mezheplerde ve fırkalarda böyle özgür bir anlayış ve evrensel bir ahlak mevcut değildir. Mezheplerde ve fırkalarda koyu bir taassup, kapkaranlık bir cehalet, statik bir düşünce ve akılsız bir taklit hakimdir.Aynı şeyleri düşünen ve aynı şeylere iman eden mezhep, fırka, şia,cemaat ve tarikatlar, dinlerine aykırı bir inancın neşvü nema bulmasına fırsat vermezler. Bu din mensupları, inanç ve fikirlerine karşı aykırı bir sesin çıkmasına asla tahammül etmezler. İçeriden ve dışardan birinin seslenerek havanın oksijensiz olduğunu ve ortamın kötü koktuğunu söyleyemez. İşte indirilen vahiy ile insanları uyaran (Enbiya-45; Kaf-45) Nebilerin ve Kur'an ehli muvahhidlerin (Hac-72; Mümin-35) önemi burada kendini gösteriyor.Yani mezhep ve fırkalarda batıl din ve şirk pisliğiyle kirlenen zihin ve beyinleri dışarıdan birinin uyarması son derece önemlidir.Çünkü fırka, mezhep ve cemaatlerin içinde bu uyarı ve ikaz vazifesini yapacak özgür düşünceye sahip, aklı başında olan birisini bulmak mümkün değildir.Mezhep taassubuna ve fırka karanlığına mahkum olanlar kiyamet gününe kadar hatta cehennemi görünceye kadar bu kahrolası kör inançtan ve karanlık hayattan kurtulamazlar.(Bakara-165,166,167; Şuara-91/103)Mezhep ve fırka mensupları yanlış ve kötü yolda olduklarının farkında olmazlar.İnanç ve fikirlerinin sapkınca olduğunu asla kabul etmezler. "...Çünkü onlar Allah ile beraber şeytanları evliya edinmişler. Gerçek böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar"(Âraf- 30) "Kim rahmanın zikri olan Kur'an'dan gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar(din adamları) onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar"( Zuhruf-- 36, 37)Dolayısıyla mezhep ve fırkalara bağlı olmayanlar şirk ve benzeri günahlardan daha kolay ve çabuk kurtulurlar. Ehl-i Sünnet ve Şia'da mezhep imamının ve fırka liderinin otoritesinin ve iradesinin aşılmasına müsaade edilmez. Yani mezhep imamları ve fırka liderleri sorgulanamaz birer "İlâh" ve "Rab" konumuna yükseltilmişlerdeir.(Tevbe-31) Böyle olunca toplumda ilim ve fikir, aklı kullanma ve tezekkür, sorgulama ve özgürlük, merhamet ve yenilenme meydana gelmeyecektir.Toplumda, tefekkür ve aklı kullanma, ilmi ve fikri özgürlük olmayınca, sosyal hayatta gelişme, büyüme, refah ve huzur olmayacaktır.İlimde ve fikirde, icatta ve keşifte ilerleme ve gelişme olmayınca, toplum içine kapanacak, düzen bozulacak, toplum durağan ve statik bir hayata mahkum olacaktır.Kendini yenilemeyen mezhep ve fırka mensupları koyu karanlık bir inanç ve taklitçi bir düşünce ile kendi içine kapanacak, bozulmaya, kokuşmaya, çürümeye, nihayetinde psikolojik bunalımlarla boğuşmak zorunda kalacaklardır. İşte bu yüzden Kur'an sürekli olarak "Ey insanlar! Ey iman edenler ! Ey Ademoğulları! diyerek mesajının evrensel olduğunu, ilâhi ve evrensel mesajın dar kalıpların içine hapsedilmesinin doğru olmadığını öğütlemektedir. Tevhid, takva, ihsan, hanif, ihlas ve güzel ahlak olarak İslam dini, Kur'an'da en ince detaylara kadar yer almış en mükemmel bir şekilde tamamlanmıştır. Şirk açısından da Kur'an, bir nokta, bir zerre kadar karanlıkta bir şey bırakmamıştır. Yine hangi dine mensup olursa olsun insanların birbirlerine karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl bir tutum içerisinde olacaklarına kadar sosyal ve bireysel hayat için Kur'an birçok detay vermektedir. İşte burada önümüze çıkan en büyük tehlike ve aşılmaz engel, mezhep taassubu, ataların dini ve toplumu etkisi altına alan baskın geleneklerdir. Çünkü mezhep taassubunu ve fırkacılık karanlığını aşamadığımız zaman Kur'an'a ve evrensel ahlaka ulaşma imkanını baştan kaybediyoruz.Din Allah'ındır, tevhid Allah'ın fıtrat dinidir.Vahiy evrensel, ilâhi bir kalite ve sağlam bir karaktere sahiptir.Allah'ın dini hak, ilâhların dini batıldır.(İsra- 81) Allah'ın dini mutlak hidayet, mezheplerin dini baştan sona kadar sapkınlıktır.(Yunus-32) Allah'ın dini vahdet, mezheplerin dini tefrika ve bölücülüktür" (En'am-159; Rum-30,31,32) Allah'ın dini bütüncül, fırkaların dini paramparçadır.(Âli İmran-103,106; Hac-31)Allah'ın dini orijinal, mezheplerin dini sanal, Allah'ın dini organik, uydurma din hormonlu, Allah'ın dini şifa, uydurma rivayet dini zehirli ve hastalıklıdır. Vahiy dini insanı tüm dünya karşısında özgür bir birey yaparken, uydurma hadis dini bin sene önce çürümüşlere mahkum eder. Uydurulmuş mezhep dini insanı sayısız ilâh ve Rablere kul köle yaparken, tevhid dini insana özgür bir zeka, mükemmel bir saygınlık ve evrensel bir beyin bahşeder. Şeytanların ve tağutların şirk dininde ilmi, akli ve teknolojik bir gelişme olmaz.Uydurma mezhep dinlerinde her mezhep ve fırka diğerini istemez, hiçbir zaman bir araya gelemez, bir birlik kuramazlar. Çünkü birbirlerinden ölümüne nefret ederler. Fakat Kur'an'a iman edenler, yalnızca kendi aralarında değil, fanatik İslam düşmanı haricinde kalan bütün insanlara iyilik yaparlar, onlara kucak açarlar.(Mümtehine--8,9 )Mezhep ve fırka şirkine bulaşanlar dinde olmayan en ufak bir ayrıntıda boğulurken, kendi dinlerine karşı gelen herkesi sapkın ve kafir ilan ederler. Muvahhidler ise Allah'ın indirdiği âyetleri inkar ve alay edenlerle bile ebedi bir ötekileştirme anlayışına sahip olamazlar.(Nisa-140) Vahiy insana kötülüklere karşı koyma ahlakını ve adaletsizliklere isyan etme faziletini kazandırır.Fırka ve mezheplere bağlılık toplumda eşitlik ve adaletin yerleşmesine mani olur.(Fetö'de olduğu gibi)SONUÇ OLARAK: Mezhebi İslam'a, uydurma rivayetleri Kur'an'a, mezhep imamını Allah'a, imanı küfre, sapıklığı hidayete, şirki ihlasa, fırkasını takvaya, körlüğü basiret ve ferasete, cehaleti ilme, yalanı dürüstlüğe, cehennemi cennete karşı tercih eden ahmağın ta kendisidir.Mezhepler ve fırkalar, cemaat ve tarikatlar insanların Kur'an'a ulaşmaları önünde en büyük engel, en aşılmaz bir barikat, en tehlikeli bir bataklıktır. "Hep birlikte Allah'ın himayesi olan Kuran'a sığının, dağılıp parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerimizi birleştirmişti ve O'nun(tevhid-islam) nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki hidayeti bulasınız"(ÂLİ İmran-103)"(Ey Nebi!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat (din-inanç) üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında (indirdiği dinde) değişme yoktur. İşte toplumu ayağa kaldıracak din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.Hepiniz Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, salat-ı ikame edin; müşriklerden olmayın. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan olmayın. Bunlardan her fırka (mezhep-cemaat-tarikat) kendilerinde olan inanç ile sevinip kibirlenmektedir"(Rum-30, 31, 32)

10 Ocak 2022 Pazartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(104. YAZI)Âraf Süresi 123-) Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! 124-) Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!" 125,126-) Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara iman ettiğimiz için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır boşalt ve bizi müslüman olarak vefat ettir, dediler.(Âyet, sihirbazların Musa (a.s) ın gösterdiği mücizeye değil, âyetlere iman ettiklerini açık olarak göstermektedir. Zaten yüce Allah, insanların irade ve akıllarını olağanüstü olaylarla zorla imana yönlendirmez.) 127-) Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Musa’yı ve kavmini, seni ve ilâhlarını bırakıp yerde fesat çıkarsınlar diye mi (serbest) bırakacaksın? (Firavun): "Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını diri bırakacağız. Elbette biz onların üstünde kahredici bir güce sahibiz. dedi. (Kıraat Farklılığı: Âyette bulunan "ve yezereke ve éliheteke" (seni ve ilâhlarını bırakıp) kelimesini, şu şekilde okuyan kıraat âlimleri olmuştur. "ve yezereke ve iléheteke" (seni ve ilâhlığını bırakıp) Kur'an'ın bağlamına baktığımızda bu kıraatın daha doğru olduğunu görüyoruz. Çünkü Firavun kendisinden başka bir ilâh kabul etmiyordu.(Kasas-38) 128-) Musa kavmine dedi ki: "Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yer Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Akibet muttakilerindir" 129-) Onlar da, sen bize (Resül olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize eziyet edildi, dediler. (Musa), "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yere halifeler kılar da (O) nasıl hareket edeceğinize bakıyor" dedi. 130-) Andolsun ki, biz de Firavun ailesini ders alsınlar diye senelerce (kuraklık ve) mahsül kıtlığı ile yakalayıverdik. 131-) Onlara bir güzellik (bolluk) gelince, "Bu bizim hakkımızdır" dediler; eğer kendilerine bir kötülük isabet ederse Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğu sayarlardı. Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah indindendir, fakat onların çoğu bunu bilmezler. 132-) Ve dediler ki: "Bizi sihirlemek için ne âyet getirirsen getir, biz sana iman edecek değiliz." 133-) Biz de tafsil edilmiş âyetler olarak onların üzerine tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de kibirlendiler ve mücrim bir kavim oldular. 134-) (Azap) pisliği üzerlerine çökünce, "Ey Musa! sana verdiği söz (vahiy) hakkı için, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden (azap) pisliğini kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz ve andolsun İsrailoğullarını seninle beraber göndereceğiz" dediler. 135-) Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azap (pisliğini) kaldırınca hemen sözlerinden dönüverdiler. 136-) Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk. 137-) Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (İsrailoğullarını) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği söz en güzel bir şekilde tamamlandı yani Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik. 138-) İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine özel birtakım putlara eğilen bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: Ey Musa! Onların ilâhları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilah kıl! dediler. Musa: Gerçekten siz cahillik yapan bir kavimsiniz, dedi. 139-) Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır, yapmakta oldukları da bâtıl olmuştur. 140-) Musa dedi ki: Allah sizi âlemlerden faziletli( farklı) kılmışken ben size Allah’tan başka bir ilâh mı arayayım? 141-) Hatırlayın ki, size azabın en kötüsünü yapan Firavun’un ailesinden sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı diri bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından azim bir sınama vardır.(Yani Allah'ın sizi kurtarmasında büyük bir hayır ve nimet vardır. Firavun'un zulmünde değil.) 142-) Musa’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk gece ile tamam oldu. Musa, kardeşi Harun’a dedi ki: Kavmimin içinde benim halifem ol, ıslah et, sakın müfsidlerin yoluna tâbi olma. 143-) Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla kelâm edince "Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!" dedi. (Rabbi): "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!" buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın olarak yığıldı kaldı. Ayılınca dedi ki: Sen sübhansın, (seni noksan sıfatlardan tenzih ederim), ben sana tevbe ettim. Ben iman edenlerin ilkiyim. 144-) Allah Ey Musa! dedi, ben mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlara (Resül olarak) seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol. 145-) Öğüt ve ne varsa, her şey için bir tafsil (açıklama) olarak hepsini Musa için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki): Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size, fasıkların yurdunu göstereceğim. 146-) Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün âyetleri görseler de iman etmezler. Rüşd yolunu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. 147-) Halbuki âyetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yapmakta oldukları amellerden başka bir şey için mi cezalandırılırlar! 148-) Tûr’a giden Musa’nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara hidayet yolunu gösteriyor? Onu (ilâh) edindiler ve zalimler oldular. 149-) Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler ki: Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi mağfiret etmezse mutlaka husrana uğrayanlardan olacağız!(Kıraat Farklılığı: "yerhamné" (merhamet etmez) "ve yeğfirlené" (ve mağfiret etmezse) kelimeleri şu şekilde de okunmuşlardır. "terhamné" (merhamet etmezsen) "ve teğfirlené" (ve mağfiret etmezsen) yani noktalamalardan kaynaklanan bir mana değişikliği oluyor. Âyetin meâli şu şekilde değişiyor. Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler ki: Rabbimiz! Bize merhamet etmezsen ve bize mağfiret etmezsen mutlaka hüsrana uğrayanlardan olacağız.) 150-) Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?" dedi. Levhaları attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): "Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zalim kavimle beraber kılma!" dedi

9 Ocak 2022 Pazar

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(103. YAZI)Âraf Süresi 94-) Biz hangi ülkeye bir Resül gönderdiysek, oranın halkını, (Resül'e baş kaldırdıklarından ötürü bize) boyun eğsinler diye mutlaka felaketlerle ve sıkıntılarla yakalamışızdır. 95-) Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine güzellik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: "Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı" dediler. Biz de onları, farkında olmadan ansızın yakalayıverdik. 96-) O (Resüllerin gönderildiği) ülkelerin halkı (vahye) iman etseler ve takva sahibi olsalar, elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de kazandıkları (şirk) yüzünden onları yakalayıverdik. 97-) Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? 98-) Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? 99-) Allah’ın azabından emin mi oldular? Fakat husrana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın tuzağından emin olamaz. 100-) Önceki ehlinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (hakkı) işitmezler. 101-) İşte o ülkeler... Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, Resülleri onlara beyyinelerle gelmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları (hakka) iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. 102-) Onların çoğunda, sözünde durma diye bir (mertlik) bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu fasık bulduk. 103-) Sonra onların ardından Musa’yı âyetlerimizle Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar (âyetlere) zulmettiler ; ama, bak ki, müfsidlerin sonu nasıl oldu! 104-) Musa dedi ki: "Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resülüm. 105-) Allah hakkında haktan başkasını söylememem bir görevdir. Size Rabbinizden açık bir beyyine getirdim; artık İsrailoğullarını benimle bırak!" (Din ve hüküm olarak vahiy'den başka kaynak olmadığı ve Resüllerin vahiy'den başka bir şey ortaya koyamayacaklarını yukarıdaki âyet çok açık bir delildir. Dolayısıyla manevi açıdan ağır bir sorumluluk ve vebal altına girmemek için din anlatanlar hak olan vahiy'den başka birşey anlatmamaları gerekiyor. Bu açıklamadan sonra 105.âyeti Musa (a.s) ın dilinden bir daha okuyalım. (Kıraat Farklılığı: Yukarıdaki âyet şu şekilde de okunmuştur. "hakikun aleyye ellé ekule alallâhi illel hakki" "Allah hakkında haktan başkasını söylememem benim üzerime bir görevdir" Yani bu kıraate göre, alé, aleyye, oluyor. "Haktan başkasını söylememem üzerime bir görevdir") 106-) Firavun dedi ki: Eğer bir âyet getirdiysen ve gerçekten sâdıklardan isen onu getir bakalım. 107-) Bunun üzerine Musa asasını attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi! 108-) Ve elini (cebinden) çıkardı. Birdenbire o da bakanlara bembeyaz görünüverdi. 109,110-) Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok âlim bir sihirbazdır. Sizi yerinizden (yurdunuzdan) çıkarmak istiyor. Ne emrediyor sunuz? 111,112-) Dediler ki: Onu da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar gönder. Bütün âlim sihirbazları sana getirsinler 113-) Sihirbazlar Firavun’a geldi ve: Eğer galip gelen biz olursak, bize kesin bir mükafat var değil mi? dediler. 114-) Firavun: Evet hem de siz mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız, dedi. 115-) Sihirbazlar, Ey Musa! Sen mi atacaksın, yoksa (ilk) atanlar biz mi olalım? dediler. 116-) "Siz atın" dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini sihirlediler, onları korkuttular ve azim bir sihirle geldiler. 117-) Biz de Musa’ya, "Asanı at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. (Âyette mecazi bir anlatım tarzı mevcuttur. Musa (a.s) Firavun'un sihirbazlarını yani din adamlarını vahiy'le mağlup ediyor. Vahiy uydurdukları yalan ve iftiraları yani rivayetler şirkini yerle bir ediyor.(Yunus-82)Yüzlerce âyet şâhittir ki, Resüllerin tek bir görevi vardır. O da indirilen vahyi tebliğ ve onun önderliğinde mucadele etmek.) 118-) Böylece hak ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları şeyler batıl olup gitti. 119-) İşte Firavun ve kavmi, orada mağlup oldular ve küçülerek geri döndüler. 120-) Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. 121,122-)"Musa ve Harun'un Rabbi olan âlemlerin Rabbine iman ettik" dediler.(Sihirbazlar alınlarını yere koyarak secde etmediler. Onların secde etmesi, kayıtsız şartsız yüce Allah'a teslim olmalarıdır. Yani 121 ve 122. âyette söyledikleri şey onların ebedi secdesi oldu.)

8 Ocak 2022 Cumartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(102. YAZI)Âraf Süresi 59-) Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a ibadet edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek azim bir günün azabından korkuyorum. 60-) Kavminden ileri gelenler dediler ki: Biz seni gerçekten apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz!61-) Dedi ki: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapkınlık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resülüm. 62-) Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum. (Kur'an'da tebliğ kavramı, Nebi değil, Resül bağlamında geçmektedir. Her Nebi yüce Allah'tan vahiy alır, vahyi tebliğ etme emrini aldığı zaman risâlet görevi başlar. Onun için hiç bir âyette tebliğ Nebi bağlamında kullanılmamıştır.) 63-) Allah’ın azabından korunup da rahmete nâil olmanız ümidiyle, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir (vahiy) gelmesine şaşırdınız mı?" 64-) Onu yalanladılar, biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler.(Âyette bulunan "Onu yalanladılar..." ile "... âyetlerimizi yalanlayanları..." ifadeleri muhteşem bir sistemi yani hikmeti gösteriyor. O hikmet şudur: Resül ile vahiy aynı şeydir. Resülü yalanlamak, âyetleri yalanlamak yani yüce Allah'ı yalanlamak yani vahye karşı gelmek demektir. Dolayısıyla "tekzib" (yalanlama) kelimesi yüzlerce âyette Allah, vahiy ve Resül bağlamında kullanılmıştır. "Tekzib" (yalanlama) Hiçbir âyette Nebi bağlamında geçmemektedir.) 65-) Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah’a ibadet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâla sakınmayacak mısınız?"(Kur'an'ın dilinde ve dininde "ibadet" belli ritüelleri yapmak değildir. Tüm hayatı sadece Allah'a adamak, dini Allah'a özel kılmak, yalnız vahye iman etmek, hayatın her anında Allah'ı hesaba katmak hiçbir şeyi Allah'sız yapmamak anlamına gelmektedir.) 66-) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz. 67-) "Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir Resülüm. 68-) Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için emin bir nasihatçıyım. (Kur'an'da emanet ve ihanet kavramları Nebi bağlamında değil, Allah, vahiy ve Resül bağlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Nebi ve Resülün arasında bulunan farkları bilmeyenler dinde söz sahibi olamazlar yani dinden konuşmaya hakları yoktur.) 69-) Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaşırdınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi güçlü kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini zikredin ki kurtuluşa eresiniz." 70-) Dediler ki: Sen bize tek Allah’a ibadet etmemiz ve atalarımızın ibadet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer sâdıklardan isen, bizi tehdit ettiğin (azabı) bize getir. 71-) (Hûd) dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir rics ve bir gazap inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir sultan indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı( batıl) isimler hususunda benimle mucadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!" 72-) Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik. 73-) Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden bir beyyine gelmiştir. O da, size bir âyet olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın arzında yesin, (içsin); ona kötülükle dokunmayın; sonra sizi elem verici bir azap yakalar. 74-) Zikredin ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde kasırlar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini zikredin de yerde ifsad ediciler olarak karışıklık çıkarmayın. 75-) Kavminden ileri gelen müstekbirler, içlerinden mustaz'aflara dediler ki: Siz Salih’in, Rabbi tarafından (Resül olarak) gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar da şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse iman edenlerdeniz, dediler. 76-) Müstekbirler dediler ki: "Biz de sizin iman ettiğinize küfredenlerdeniz. 77-) Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: Ey Salih! Eğer sen gerçekten Resüllerden isen bizi tehdit ettiğin azabı bize getir, dediler. 78-) Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökmüş vaziyette kaldılar. 79-) Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size nasihat ettim; fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz. 80-) Lût’u da (Resül olarak gönderdik). Kavmine dedi ki: "Âlemlerde (insanlar içinde) sizden önce hiç kimsenin yapmadığı fuhuşa mı gidiyorsunuz? 81-) Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınların dununda (yanında-berisinde) şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz müsrif bir kavimsiniz. 82-) Kavminin cevabı: Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış! demelerinden başka bir şey olmadı. 83-) Biz de onu ve karısından başka ehlini kurtardık; çünkü karısı geride kalanlardan idi. 84-) Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak ki suçluların sonu nasıl oldu! 85-) Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Andolsun size Rabbinizden beyyine gelmiştir; artık ölçüye ve mizâna vefa gösterin, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yerde ifsad ediciler olmayın. Eğer müminler iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. 86-) Tehdit ederek, iman edenleri Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu yamuk göstererek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, ifsad edicilerin sonu nasıl olmuştur! 87-) Eğer içinizden bir tâife benimle gönderilene iman eder, bir tâife de iman etmezse, Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hakimlerin en hayırlısıdır. 88-) Kavminden ileri gelen müstekbirler dediler ki: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri yurdumuzdan kesinlikle çıkaracağız veya milletimize döneceksiniz" (Şuayb): Biz istemesek de mi? dedi. 89-) Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek yalan yere Allah'a iftira etmiş oluruz. Rabbimiz Allah (iradelerimize ipotek koyarak) dilemiş başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül ederiz. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. 90-) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Eğer Şuayb’e tâbi olursanız o takdirde siz mutlaka husranda kalanlardan olursunuz.91-) Derken o şiddetli sarsıntı onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökmüş vaziyette kaldılar. 92-) Şuayb’ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibiydiler. Asıl husrana uğrayanlar Şuayb’ı yalanlayanlar oldu. 93-) Şuayb, onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: "Ey kavmim! Ben size Rabbimin mesajlarını tebliğ ettim ve size nasihat verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!"

7 Ocak 2022 Cuma

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(101. YAZI)Âraf Süresi 31-) Ey Âdem oğulları! Her mescidin yanında ziynetinizi alın; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. 32-) De ki: Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle tafsil ediyoruz.(Ehl-i Sünnet'in hadis ve fıkıh kitaplarında bulunan, erkeklere ipek giymenin ve altın takmanın haram olduğu ile ilgili bütün helal ve haramların hepsi Allah ve Resül'üne iftiradır. Çünkü yüce Allah'tan başka hiç kimse helal ve haram kılamaz. Resül'ün haram kılması vahiy ile ilgili bir durumdur. İşte bu yüzden helal ve haram kılma sadece Allah ve Resül bağlamında kullanılmıştır yani Nebi bile haram kılamaz.) 33-) De ki: Rabbim ancak açık ve gizli fuhşiyâtı( her türlü ahlaksızlığı), günahı ve haksız yere bağiy (ırkçılık) yapmayı, hakkında hiçbir sultan (delil) indirmediği bir şeyi, Allah’a şirk koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır. (Yukarıdaki âyet, dini konularda indirilen vahiy haricinde hiç bir şeyin hayata hakim olmamasını açık olarak emretmektedir.) 34-) Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir saat (an) geri kalırlar ne de ileri gidebilirler. 35-) Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak Resüller gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendisini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Yukarıdaki âyet, kiyamet gününe kadar insanları sadece Kur'an ile uyaran isimsiz Resüllerin bulunacağını göstermektedir. Çünkü vahiy, yazının yani kitabın gücüne değil, sözün gücüne dayanır. Yani Kur'an'ı anlatan ve hurafelere karşı gelen muvahhidler olmazsa her tarafı şirk pisliği kaplar. Bu pisliğin önünde en büyük engel Kur'an'ı anlatan muvahhidlerdir. Muvahhidler olmazsa kitabın yapabileceği hiçbir şey yoktur.) 36-) Âyetlerimizi yalanlayanlar yani büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlar ateş ashâbıdır. Onlar orada devamlı kalacaklardır. 37-) Allah’a iftira eden ya da O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Onların kitaptan nasipleri kendilerine erişecektir. Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken "Allah’ın dununda (yanında-yöresinde) kulluk ettikleriniz( ilâhlar) nerede?" derler. (Onlar da) "Bizden kaçıp gittiler" derler. Ve kâfir olduklarına dair kendi nefisleri aleyhine şahitlik ederler. 38-) Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleri arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet girdikçe kardeşine lânet edecektir. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver! diyecektir. Allah da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz, diyecektir. 39-) Öncekiler de sonrakilere derler ki: Sizin bize bir faziletiniz yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın! 40-) Bizim âyetlerimizi yalanlayıp yani onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremiyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız! (Bu âyette verilen örnek, "balığın kavağa tırmanması" gibi, işin imkansızlığını ortay koymak için verilmiştir.) 41-) Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız! 42-) İman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemeyiz- işte onlar, cennet ashâbıdır. Orada onlar devamlı kalacaklar. 43-) Cennette onların altlarından nehirler akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: "Bizi (vahiy'le) buna hidayet eden Allah’a hamdolsun! Allah bizi ( vahiy'le) hidayete iletmeseydi kendiliğimizden hidayeti bulacak değildik. Andolsun ki Rabbimizin Resülleri hakkı getirmişler." Onlara: İşte size cennet; yapmış olduğunuz (salih) amellere karşılık ona vâris kılındınız diye nida edilir. (İnsanın hidayeti bulmasında her ne kadar akıl ışık olsa da, vahiy olmadan tam olarak hidayete ulaşmanın imkanı yoktur. Hidayet bulmanın en mükemmel yolu yüce Allah tarafından indirilen vahiy'dir. Rivayetler ve ictihadlar sapkınlıktır.) 44-) Cennet ashâbı cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini hak olarak bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini hak olarak buldunuz mu? diye seslenirler. "Evet!" derler. Ve aralarından bir müezzin, şüphesiz Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir ! diye ilân eder. 45-) Onlar, Allah yolundan alıkoyan yani onu yamuk gösteren zalimlerdir. Onlar ahirete de kâfir idiler. 46-) İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ashâbına: "Sizlere selâm olsun!" diye seslenirler. 47-) Gözleri cehennem ashâbina döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber kılma! derler. 48-) (Yine) A’râf ashâbı simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne gücünüz ne de kibirlik taslamanız size hiçbir yarar sağlamadı. 49-) Allah’ın, kendilerini hiçbir rahmete nail etmeyeceğine dair kasem ettiğiniz kimseler bunlar mı?" (ve cennet ashâbına dönerek): "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz mahzun olacak da değilsiniz" (derler). 50-) Cehennem ashâbı, cennet ashâbına: Suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da üzerimize akıtın! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler. 51-) O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler yani dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimize karşı geldikleri için biz de bugün onları unuturuz. 52-) Gerçekten onlara, iman eden bir toplum için hidayet edici ve rahmet olarak, ilim üzere tafsil ettiğimiz bir kitap getirdik. 53-) Fakat onlar, onun te'vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Te'vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin Resülleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başka ameller yapalım? Onlar cidden kendi nefislerini husrâna soktular ve (Allah'a) iftira ettikleri şeyler (ilâhlar-muhaddisler-müctehidler) de kendilerinden kaybolup gitti. 54-) Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah mübarektir (bütün bereketlerin kaynağıdır.) 55-) Rabbinize boyun bükerek ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. 56-) (Allah tarafından) Islah edilmesinden sonra yerde fesad çıkarmayın. (Azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki güzel ahlak sahiplerine Allah’ın rahmeti çok yakındır. 57-) Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde buna tezekkür edersiniz. 58-) Temiz beledin bitkisi Rabbinin izniyle (yasası gereği güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle tasrif ediyoruz.

5 Ocak 2022 Çarşamba

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(100. YAZI)Âraf Süresi 1-) Elif. Lâm. Mîm. Sâd. 2-) (Bu), kendisiyle insanları uyarman, iman edenlere zikir vermen için sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta göğsünde bir sıkıntı olmasın. 3-) Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) tâbi olun. O’nun dununda (yanında-ötesinde-berisinde) başka evliyaya tâbi olmayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! 4-) Nice ülkeler var ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi. 5-) Azabımız onlara geldiğinde çağırışları, "Biz gerçekten zalimlermişiz" demelerinden başka bir şey olmadı. 6-) Elbette kendilerine Resül gönderilenleri de, gönderilen Resülleri de mutlaka sorguya çekeceğiz! 7-) Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka kıssa edeceğiz. Bizden hiçbir şey gâib olmaz. 8-) O gün mizan haktır. Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 9-) Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize zulmettiklerinden dolayı nefislerini husrâna sokanlardır. 10-) Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size maişet vasıtaları kıldık. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! 11-) Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem’e secde edin! diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. 12-) Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. 13-) Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. 14-) İblis: (İnsanların) tekrar dirilecekleri güne kadar beni gözetle (neler yapacağım) dedi. 15-) Allah: Sen gözetlenenlerdensin, buyurdu. 16-) İblis dedi ki: Öyle ise beni şaşırtmana karşılık, and içerim ki, ben de (onları saptırmak için) senin müstakim yolunun üzerine oturacağım. 17-) "Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi. 18-) Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana tâbi olursa, sizin hepinizden cehenneme dolduracağım! 19-) (Allah buyurdu ki): Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz. 20-) Derken şeytan, birbirine kapalı yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. 21-) Ve onlara: Ben gerçekten size nasihat edenlerdenim, diye kasem etti. 22-) Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında avret yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben sizi o ağaçtan nehyetmedim mi ve şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? diye nidâ etti. 23-) (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen mutlaka husranda kalanlardan oluruz. 24-) Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. 25-) "Orada hayat süreceksiniz, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız" dedi. 26-) Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Belki tezekkür ederler (diye onları indirdi). 27-) Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, iman etmeyenlere velileri kıldık. 28-) Onlar bir ahlaksızlık (şirk) yaptıkları zaman: "Babalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: Allah ahlaksızlığı (şirki) emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? 29-) De ki: Rabbim adaleti ( tevhidi) emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi (sadece) O’na ikâme edin ve dini yalnız Allah’a halis kılarak (yalnız) O’na dua edin. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz. 30-) O, bir gurubu (vahiy'le) hidayete iletti, bir guruba da sapkınlık hak oldu. Çünkü onlar Allah’ın dununda (yanında-yöresinde) şeytanları kendilerine evliya edindiler. Böyle iken kendilerinin hidayette olduklarını sanıyorlar.(İnsan tolulukları inanç haricinde kalan hatalarının çoğunu terkedebilirler. Sadece din ve imanlarının yanlış olduğunu kabul etmezler. Yani cehennemi görünceye kadar şirk dinlerini inatla sürdürmeye çalışırlar. Dini Allah'a özel kılmayan müşriktir ve cehennemde son bulacaktır. Daha doğrusu hadislere ve ictihadlara yani mezheplere dayalı din cehennem azabında son bulacaktır. Çünkü yüce Allah sadece vahiy'le gönderdiği dine razıdır.)

4 Ocak 2022 Salı

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(99. YAZI)En'am Süresi 129-) İşte böylece kazandıkları (günahlardan) ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına veli yaparız. 130-) Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Resüller gelmedi mi? Derler ki: "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz." Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. 131-) Gerçek şu ki: Halkı ğâfilken, Rabbin zulm ile ülkeleri helâk edici değildir. 132-) Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından ğâfil değildir. 133-) Ve Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden inşâ ettiği gibi sizden sonra yerinize dilediği bir kavmi getirir. 134-) Size vadedilen mutlaka gelecektir; siz (Allah'ı) âciz bırakamazsınız. 135-) De ki: Ey kavmim! Size yakışan âmeli yapın! Ben de (bana yakışan) ameli yapacağım! Yurdun sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmazlar. 136-) Allah’ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (ilâhlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar? 137-) Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi süslü gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları (hurafeler) ile başbaşa bırak! 138-) Onlar saçma (hurafelerine göre) dediler ki: "Bu (ilâhlar için ayrılan) hayvanlarla ekinler haramdır. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır." Birtakım hayvanlar da vardır ki, (Allah böyle emrediyor diye) O’na iftira ederek üzerlerine Allah’ın adını anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır. 139-) Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır." Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. 140-) Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve hidayeti bulacak da değillerdir. 141-) Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. 142-) Hayvanlardan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O’dur. Allah’ın size verdiği rızıktan yeyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. 143-) Sekiz eş yarattı: Koyundan iki, keçiden iki... De ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer sâdık iseniz bana ilimle haber verin! 144-) Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı.) De ki: O bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu hidayete iletmez. 145-) De ki: Bana vahyolunanda, ölü veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimsenin yediği şeylerde haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin Ğafur'dur, Rahim'dir. 146-) Ve Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezâdır. Ve biz elbette sâdıkız. (Aslında evrensel olarak haram olanlardan başka Yahudilere haram kılınan özel bir şey yoktur. Bu âyette rivayetlerine cevap verilmektedir. En'am-150, 151,152) 147-) Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O’nun azabı, suçlular topluluğundan uzaklaştırılamaz. 148-) Müşrikler diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık. "Onlardan öncekiler de aynı şekilde (Resülleri) yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize karşı çıkarabileceğiniz bir ilim var mı? Siz zandan başka bir şeye tâbi olmuyor ve siz sadece saçmalıyorsunuz. 149-) De ki: Béliğ huccet, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi (iradelerinize ipotek koysaydı) elbette hepinizi hidayete iletirdi. 150-) De ki: Allah şunu haram etti, diye şehadet edecek şahitlerinizi getirin! Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme; âyetlerimizi yalanlayanların ve ahiret gününe iman etmeyenlerin hevalarına uyma. Onlar, Rablerine denk (ilâhlar) ediniyorlar. 151-) De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın, ana-babaya güzel ahlak ile muamele edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size olan vasiyetidir. Umulur ki aklınızı kullanırsınız. 152-) Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en güzel şekilde yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah’a verdiğiniz ahde vefa gösterin. İşte Allah size, tezekkür edesiniz diye bunları vasiyet etti. 153-) Şüphesiz bu, müstakim olan yolumdur. Buna tâbi olun. (Başka) yollara tâbi olmayın. Zira o yollar sizi O'nun yolundan fırka fırka ederek (parçalar.) İşte takva sahibi olmanız için Allah size bunları vasiyet etti. 154-) Sonra güzel ahlak sahibi olanlara nimetimizi tamamlamak, her şeyi tafsil etmek, hidayete erdirmek ve rahmet etmek maksadıyla Musa’ya da kitab’ı verdik. Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman ederler. 155-) İşte bu (Kur’an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna tâbi olun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin. 156-) "Kitap, yalnız bizden önceki iki tâifeye (hıristiyanlara ve yahudilere) indirildi, biz ise onların derslerinden gerçekten ğâfildik" demeyesiniz diye; 157-) Yahut "Bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok hidayette olurduk" demeyesiniz diye (Kur’an’ı indirdik). İşte size de Rabbinizden bir beyyine, hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız. 158-) Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı âyetlerin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün, önceden iman etmiş ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir menfaat sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!159-) Dinlerini fırka fırka edip şialara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. (Kıraat Farklılığı: Âyette bulunan "ferrâkû dinehum" "dinlerini fırka fırka edenler..." kelimesini, "férâkû dinehum" olarak da okuyan kıraat âlimleri olmuştur. O zaman âyetin meâli şöyle oluyor. "Dinlerini bir kenara atarak fırka fırka olup şialara ayrılanlar var ya,..." Bu okuyuşa göre, tevhid dinini yani Allah'tan indirilen vahiy dinini tamamen bırakarak fırka fırka olmak vardır. Dolayısıyla artık onların yüce Allah'ın dini ile hiç bir bağlantıları kalmamıştır.) 160-) Kim (Allah huzuruna) güzellikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle bir ceza vardır yani onlar zulme uğratılmazlar. 161-) De ki: Şüphesiz Rabbim beni hidayete, sırat'ı müstakime, Allah’ı tek tanıyan (ümmetleri) ayağa kaldıran İbrahim’in hanif milletine iletti. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı. 162-) De ki: Şüphesiz benim salâtım, nüsüküm, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. 163-) O’nun şeriki yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim. 164-) De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O,(dini konularda) ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. 165-) Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, Ğafur'dur, Rahim'dir. (En'am Süresinin Sonu)

3 Ocak 2022 Pazartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(98. YAZI)En'am Süresi 91-) (Yahudiler) Allah’ı hakkıyla takdir etmediler. Çünkü "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. De ki: Öyle ise Musa’nın insanlara bir nûr ve hidayet olarak getirdiği kitab’ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp (işinize geleni) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur’an’da) size öğretilmiştir. (Ey Nebi!) sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıklarında oynayadursunlar! 92-) Bu (Kur’an), Ümmü’l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri (bütün insanları) uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri tasdik edici mübarek bir kitaptır. Âhirete iman edenler buna da iman ederler ve onlar salatlarını muhafaza ederler. 93-) Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah’ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır! O zalimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de ellerini yaymış, onlara: "Haydi nefislerinizi çıkarın! Allah’a karşı hak olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! 94-) Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi fert fert bize geldiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranız açılmış ve (ilâh) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir. (Yüce Allah'ın olmamış olan bir şeyi olmuş gibi anlatmasının sebebi, O'nun ilminde olmuş ile olacak, geçmiş ile gelecek arasında hiçbir fark olmamasından ileri gelmektedir. Çünkü yüce Allah'ın ilmi ezeli ve ebedidir. "Saat yaklaştı ve ay🌙 yarıldı" (Kamer-1) demesinin sebebi de budur. Kiyamet günü olacak bir olayı olmuş gibi söylüyor. Çünkü O'nun ilminde aynı şeydir.) 95-) Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! 96-)(O), sabahları çatlatandır. O, geceyi sükünet (dinlenme) zamanı, güneşi ve ay'ı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, azîz olan (ve her şeyi) en iyi bilen Allah’ın takdiridir. 97-) O, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile hidayet (yol) bulasınız diye sizin için yıldızları (bir işaret) kılandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri (ayrıntılı bir şekilde) tafsil ettik. 98-) O, sizi bir tek nefisten inşa edendir. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlamak isteyen bir kavim için âyetleri (ayrıntılı bir şekilde) tafsil ettik. 99-) O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine (ibretle) bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için âyetler vardır. 100-) (Müşrikler) Cinleri Allah’a şirk kıldılar. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir. 101-) O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O’dur. 102-) İşte Rabbiniz Allah O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na ibadet edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur). 103-) Basiretler O’nu idrak edemez; halbuki O, basiretleri idrak eder. O, her şeyin iç yüzünü en iyi bilen, her şeyden haberdar olandır. 104-) (Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (âyetler) gelmiştir. Artık kim basiret sahibi olursa kendi nefsine, kim de kör olursa kendi aleyhine yani ben üzerinize muhafız değilim. 105-) Böylece biz âyetleri geniş geniş tasrif ediyoruz ki, "Sen ders almışsın" desinler de biz de anlayan toplum için Kur’an’ı iyice beyan edelim. (Demek ki, Kur'an'ı esas tasrif, tafsil, tefsir ve tebyin ederek açıklayan yani en geniş bir şekilde detaylandıran yüce Allah'tır. Nebiler aldıkları vahyi risâlet misyonuyla sadece tebliğ ederler.) 106-) (Ey Nebi!) Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir. (Yüce Allah, Nebi'ye "Sana vahyedilene tâbi ol" (Ahzab-1,2) derken, Resül'e "Rabbinden sana indirileni tebliğ et" (Mâide-67) buyurmuştur 107-) Allah dileseydi,(iradelerine ipotek koysaydı) onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir muhafız kılmadık yani sen onların vekili de değilsin. (Yani sana vahiy gönderen ve insanların iradelerine mutlak bir egemenliğe sahip olan Allah onları zorla iman etmeye zorlamaz iken, senin onları zorlaman asla doğru değildir.) 108-) Allah’ın dununda (yanında, ötesinde, berisinde) ibadet edenlere sövmeyin; sonra onlar da düşmanca, ilimsizce Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir. 109-) Kendilerine bir âyet( mucize) gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah’a and içtiler. De ki: Âyetler (mucizeler) ancak Allah katındandır. Ama âyet (mucize) geldiğinde de inanmayacaklarının farkında değil misiniz? 110-) Yine O’na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız. 111-) Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler. (İnsanlar, yüce Allah'ın verdiği akıl ve mantık, irade ve özgür düşünce ile iman etmedikten sonra, onları imana yönlendirmenin imkanı yoktur. Yani sakın onlar için üzülme.) 112-) Böylece biz, her Nebi'ye insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı söz fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.(Âyette bulunan "zuhrufel kavl" "yaldızlı söz" insanları yüce Allah'ın mesajından engelleyen "hadisler, ictihadlar, din atalarının helalı haram, haram olan şeyleri helal kılan yani şirke götüren sözlerdir. Müntesipleri sanki Allah'tan gelen çok önemli bir emirmiş gibi hiç onu sorgulamadan peşinden koşarlar.) 113-) Âhirete inanmayanların kalpleri ona (yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye (böyle yaparlar). 114-) (De ki): Allah’dan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitab’ı apaçık olarak indiren O’dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’an’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma! ("Hakem" Kur'an'da Allah, vahiy ve Resül bağlamında geçen önemli bir kavramdır. Nisa-65.âyette Resül'ün hakem olduğu haber verilmiştir. Fakat esas hakemin vahyi indiren Allah olduğu ve Allah'tan başka hüküm koyucunun olmadığı ile ilgili bir çok âyet mevcuttur.(En'am 57; Yusuf-40, 67; Şura-10; Kehf-26) 115-) Rabbinin kelimât'ı, sıdk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun kelimâtını değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir. 116-) Yerde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna tâbi olur yani onlar saçma sapan konuşurlar. 117-) Muhakkak ki senin Rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. 118-) Allah’ın âyetlerine iman ediyorsanız, üzerine O’nun adı anılarak kesilenlerden yeyin. 119-) Size ne oluyor ki, üzerine Allah’ın adı anılıp kesilenden yemiyorsunuz! Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu bir çokları ilim (vahiy) olmadan kendi kötü hevalarına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. 120-) Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir. 121-) Üzerine (kasden) Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar velilerine, sizinle mücadele etmeleri için vahyederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de müşrik olursunuz. (Mekke Müşrikleri evliya ve ilâhlarının adlarını anarak kesim yaptıkları için müslümanların bu şekilde kesilen hayvanların etlerinden yemeleri yasak edilmiştir. Yani etler konusunda belirleyici olan alenen işlenen şirk illetidir. Yoksa Yahudi ve Hristiyan, ümmilerin, deli, sarhoş, çocuk ve kadınların kestiklerini yemenin hiçbir sakıncası yoktur.) Yukarıdaki Âyette bulunan "şeyâtin" yani "şeytanlar" kelimesi, mezheplerin din adamlarıdır, "vahyetmeleri" ise, insanları yüce Allah'ın hidayet yolundan engelleyen inanç ve eserleridir. Yoksa gerçek anlamda zihinsel ve sanal şeytanların kendilerine tâbi olanlara vahyetmeleri ve iman edenlere karşı mucadele için, güç ve kabiliyet kazandırmaları mümkün değildir.) 122-) Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. 123-) Böylece biz, her kasabada (Resül'e-vahye) tuzak kurmaları için, günahkârlarını liderler kıldık. (imtihan gereği onlara bu fırsatı verdik) Onlar yalnız kendilerine tuzak kurdular, ama farkında değiller. 124-) Onlara bir âyet geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, risâletini kime vereceğini daha iyi bilir. Mücrimlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık yani şiddetli bir azap isâbet edecektir. 125-) Kim isterse, Allah onu (vahiy'le) hidayete iletir göğsünü İslam'a şerheder (açar). Ve kim de (vahiy'den yüz çevirmekle) sapkınlığını isterse kendi göğsünü; göğe çıkıyormuş gibi daraltır. Allah iman etmeyenleri işte böyle pisliğe (mahkum) kılar. 126-) Bu (vahiy), Rabbinin sırat'ı mustakim yoludur. Biz, tezekkür eden bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak tafsil ediyoruz. 127-) Rableri katında onlara dârus-selâm yurdu vardır.Ve yapmakta oldukları (güzel) amelleri sebebiyle Allah onların velisidir. 128-) Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün, "Ey cinler topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız" der. Onların, insanlardan olan dostları ise: "Ey Rabbimiz! (Biz) birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" derler. Allah da buyurur ki: Allah’ın dilediği hariç, içinde devamlı kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir,(herşeyi) bilendir.

1 Ocak 2022 Cumartesi

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(97. YAZI)En'am Süresi 61-) O, kullarının üstünde yegâne kudret sahibidir. Sizin üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onu vefat ettirirler. Onlar görevde kusur etmezler. 62-) Sonra hak mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur. 63-) De ki: Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na boyun bükerek, alçalarak ve gizli gizli "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız" diye dua edersiniz. 64-) De ki: Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na şirk koşarsınız. 65-) De ki: "Allah’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter." Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl tasrif ediyoruz! 66-) Kur’an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim. 67-) Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz. 68-) Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma. 69. Takvâ sahiplerine, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat belki korunurlar diye hatırlatmak gerekir. 70-) Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne veli vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfürlerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. 71-) De ki: Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar veremeyecek olan şeylere mi dua edelim? Allah bizi hidayete ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: "Bize gel!" diye hidayete çağırdıkları şaşkın kimse gibi gerisin geri (küfre) mi döndürüleceğiz? De ki: Allah’ın hidayeti, şüphesiz ki o hidayetin ta kendisidir. Bize sadece âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir. 72-) Ve salât-ı ikâme edin ve Allah’tan korkun" (diye de emredildik). O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah’tır. 73-) O, gökleri ve yeri hak ile (bir hikmete yönelik olarak) yaratandır. "Ol!" dediği gün (herşey) oluş sürecine girer. O’nun sözü haktır. Ve Sûr’a üflendiği gün de mülk O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. 74-) İbrahim, babası Âzer’e: Birtakım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapkınlık içinde görüyorum, demişti.75-) Böylece biz, yakin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. 76-) Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi. 77-) Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana hidayeti göstermezse elbette yoldan sapan kavimlerden olurum, dedi. 78-) Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) şirk koştuğunuz şeylerden beriyim. 79-) Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. 80-) Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni hidayete iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O’na şirk koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim’in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hâla tezekkür etmeyecek misiniz? 81-) Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na şirk koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki fırkadan hangisi emniyette olmaya daha lâyıktır? 82-) İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve onlar hidayeti bulanlardır. 83-) İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz hüccetlerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini (vahiy'le) yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyle bilendir. 84-) Biz O’na İshak ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik; hepsini de hidayete ilettik. Daha önce de Nuh’u ve O’nun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete iletmiştik; Biz güzel ahlak sahiplerini işte böyle mükâfatlandırırız. 85-) Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayete iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi. 86-) İsmail, Elyesa’, Yunus ve Lût’u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere (insanlara) üstün kıldık. 87-) Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarına da (üstün meziyetler verdik). Onları seçkin kıldık ve hidayete ilettik. 88-) İşte bu, Allah’ın hidayetidir, kullarından dileyeni ona iletir. Eğer onlar da Allah’a şirk koşsalardı yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi. 89-) İşte onlar, kendilerine kitap yani hikmet yani nübüvvet verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar bunlara kâfir olursa şüphesiz yerlerine bunlara kâfir olmayacak bir kavmi vekil kılarız. 90-) İşte onlar Allah’ın (vahiy'le) hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna iktida et. De ki: Ben buna (risâlet görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur’an) âlemler (insanlar) için ancak bir zikirdir.