30 Ağustos 2020 Pazar

 RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR

 (78. YAZI )

RİSÂLE'İ NURDA İTİKÂDİ SAPMALAR  (10) 

Şakirtleri  Said Nursi'ye öylesine iman etmişlerdir ki, sarf ettikleri sözler arasındaki ilişkinin

 (Nebi ve Ashab-ı) ilişkisi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Şimdi şu cümlelere dikkatinizi çekmek istiyorum. 

"... demek göç ve sefer muhakkak mı üstadım"

"Demek Hz. imam-ı Ali'yi ağlatıp,  Ömer'i şaşırtan, Ehli Beyti inletip, Medine- i Münevvere'yi karartan o hal-i pür- melalin bir numunesi, (Allah Resulünün ayrılığının bir  benzeri)  âkıbet bizim bu garip başlarımıza da mı çöküyor.

Pek vakitsiz, pek erken değil mi üstadım..."

 (Siracinnur-  252, Hasan Feyzi'nin Mersiyesi)                               

 Said Nursi'nin tabiileri, kıyamette bağımsız bir ümmet olarak kendisi ile beraber diriltilecekkerine iman ediyorlar. 

 "...Bu hadis-i şerif, umumi ve lafzi  beyanıyla bütün ulema-i islâmiyeyi gösterdiği halde, riyazi (Matematiksel)vechesiyle de,1294' te besmele-i  hayatına başlayan,

1344'te neşriyatı ilmiyesinin en faal  devresini yaşayan, 1394' te nüfuzu ilmiyesinin  en şamil devresine ulaşacak olan bir zât-ı harikuladeyi  göstermektedir.

Ve onun (Said Nursi'nin) etbaıyla (Tabileriyle- ona tâbi olanlarla )  beraber kıyamette bir ümmeti müstakile (müstakil bir ümmet) olarak ba's(dirilecekleri ) buyurulacağını  bildirmektedir"

 (Tılsımlar Mecmuası- 179, Maide tul Kur'an kısmı Sani Dâlâlet ve işarât)

Said Nursi'nin talebeleri bunlarla da yetinmezler.

 "...Böyle bir  emri hak (ölüm) vuku bulduğunda, seni nerede defnedeceğiz.

Konya'da Hz. Mevlana da mı? Civarı Hz. Eyüp te mi?

Yoksa Cennetül Mualla (Mekke'deki kabristan) veya Cennetül Baki de mi? (Medine'de meşhur sahabi kabristanı) 

"Bunu bize açıkça bildir"

"Hayır üstadım, gel biz seni Risale'i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim.

Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim.

Yahut bu ciheti, "Allah'ın ruhunu  kabzettiği her peygamber, ruhunu teslim ettiği yerde defnedilir" Hadis Âlisine  havale ederek,  vasiyetnamenizde onun için mi beyan ve tasrih buyurmadınız"

 (Siracü-Nur-  253, Hasan Feyzi'nin Mersiyesi)

 Özellikle yukarıda bulunan son cümle, talebeleri tarafından Said Nursi'nin sanki  bir Nebi olduğu ima ediliyor.

 KUR'AN'SIZ DİN 

(16.YAZI)

Kitab'ın adı: Sorularla İslam

Kitab-ı yayınlayan: Diyanet İşleri Başkanlığı

Yayın tarihi: 2018--4.Baskı

YAZARLAR

Prof. Dr M. Şevki Aydın

Prof. Dr. Bünyamin Erul

Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Prof. Dr. Yavuz Ünal

Prof. Dr. İlyas Üzüm

Prof. Dr. Ahmet Yaman

Doç. Dr. Halil Altuntaş

Dr. Muhlis Akar

Dr. Seyit Ali Topal

Tashih: Ramazan Özalpdemir

Din işleri yüksek kurulu kararı: 20. 02. 2014/05

 Kur'an'ın çok ilginç bir ahlak ve karakteri vardır.

 Kur'an-ı Mübin canlı bir organizma gibi, din ve hüküm olarak kendisini yegane  kaynak olarak  kabul etmeyenlere karşı  kapı ve pencerelerini kapatır.

"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp  da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! 

Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. 

Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"

(Kehf, 57)

 Kur'an, şirk ve hurafelerin  bulunduğu bir zihin ve gönüle  yerleşmez.

 Kur'an şirk ve küfrün  yanında nasıl mekan tutup yerleşsin.

 Kur'an ile şirk, Allah'ın hanif dini ile Emevi- Abbasi iftiraları bir arada olamazlar.

Kur'an'ın ifadesiyle "Körle  gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak, ölülerle diriler bir olmazlar"

(Fatır-19,20,21,22)

Sonsuz ilim ve kudrete sahip olan yüce  Allah ile sonsuz acziyete sahip olan bir beşer nasıl eşit olarak kabul edilecek? 

Vahiy, Allah'ın kelamı, Emevi- Abbasi Ehli Sünnet uydurmaları ise  Nebi  adına ortaya çıkarılmış İslam'a ve Allah Resulü'ne iftiradan  başka bir şey değildir.

İşte sırtını bu hurafelere  dayayan,  aklını ve zihnini  bu yalanlara kiralayan Diyanet İşleri Bakanlığı  şu uydurmanın Nebi tarafından söylendiğine iman ediyor.

"Tubé limen raâni ve limen raâ men raâni"

"Ne mutlu beni görene ve beni göreni görene"

(a.g.e -s.53)

 Kur'an'ın ilminden ve hikmetinden doğu ile batı kadar uzak olan Diyanet bu rivayetin bir Emevi uydurması olduğunu anlayamayacak kadar cehaletin bataklığında boğulmaktadır.

 Emeviler insanlara korkunç zulüm ve işkence çektirdiler.

Mesela, Emevi ordusu Bizans askerleri ile beraber  Allah Resulü'nün Medinesini talan ederek sahabenin kızlarına  ve kadınlarına  tecavüz ettiler.

 (HARRE  OLAYI)

Ehl-i Sünnet dininin ataları olan Emeviler, Allah Resulü'nün çocuklarını acımasızca  katlettiler.

( KERBELA VAKASI)

Fakat bu zulüm ve katliamlarını örtmek ve  insanları kendilerini eleştirmekten engellemek için Emevi beslemesi muhaddisler, sahabe ve Emevi asrının faziletine dair yüzlerce hatta binlerce hadis  uydurdular. 

 Halbuki Kuran'a baktığımızda Allah Resulü'nün Medinesinde yaşayan Ebubekir ve Ömer  ile günümüzde yaşayan bir Kur'an ehli Muvahhid arasında hiçbir farkın olmadığını rahatlıkla görebiliriz.

 Üstünlük Allah Resulü'nün zamanda yaşamada değil, tevhid, takva ve güzel ahlak ile alakalı bir durumdur.

 Kur'an'da Allah Resulü'nün arkadaşlarının olumsuz hareketlerini anlatan yüzlerce ayet vardır.

 Diyanet onları öven iki ayeti görüyor.

 (Tevbe- 100; Fetih- 18)

 Fakat onları eleştiren yüzlerce âyetten haberi bile olmuyor. 

 Allah Resulü'nün arkadaşlarının nasıl bir ahlaka sahip olduklarını anlatan âyetlerden bir kaçı şöyledir.

ASHAB SAVAŞTAN KAÇIYOR.

 "...Nihayet, öyle bir an geldi ki, Allah istediğiniz  galibiyeti size gösterdikten sonra zaafa düştünüz. Nebi'nin emri  konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi  olduğunuz..."

(Âli İmran-152)

"O zaman Resul arkanızdan sizi çağırdığı halde siz, arkanıza dönüp bakmadan savaş alanından  kaçıyordunuz..."

(Âli İmran- 153; Tevbe- 25)

RESULULLAH KONUŞMA YAPARKEN ASHAB  OYUN VE EĞLENCEYE KOŞUYORLAR

"Onlar (Ashab) bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta yalnız bırakırlar..."

(Cuma- 11 )

ASHAB,  ALLAH'IN DÜŞMANLARINI DOST EDİNİYOR.

"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin, bunu yaparak Allah'a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

( Nisa-144)

 "Ey iman edenler! Eğer benim yolunda savaşmak ve rızamı  kazanmak için (hicret yoluna) çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli  muhabbet besleyerek onları (müşrikler) dost edinmeyin.

Oysa onlar size gelen gerçeği inkar etmişlerdir. Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı Resulü de sizi de  yurdunuzdan çıkardılar.

 Ben (azimüşşan)  sizin saklı tuttuğumuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim.

 Sizden kim bunu yaparsa (Allah'ın düşmanları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur"

(Mümtehine-1)

ASHAB, NEBİ (AS) IN  HANIMINA ZİNA İFTİRASINDA BULUNUYOR.

 "(Nebi'nin hanımına) bu ağır iftirayı uyduranlar  şüphesiz sizin içinizden bir gruptur..."

(Nur- 11)

"Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin kendi vicdanları ile iyi  niyette bulunup da "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?

(Nur-12)

"İftiracıların da bu konuda dört şâhit  getirmeleri gerekmez miydi?  Madem ki şahitler getiremediler, öyleyse onlar Allah indinde yalancıların ta kendileridir"

( Nur- 13)

 "Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz.

 Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suç idi. Onu duyduğunuzda:

"Bunu konuşup yaymamız  bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir  iftiradır" demeli değil miydiniz?"

(Nur- 15,16)

 Ehl-i Sünnet'in alimlerinin iddia ettikleri gibi Allah Resulü'nün döneminde Medine'de "Asrı Saadet" devri değil, fitne kazanları kaynıyordu.

 Medine'de yaşayan Allah Resulü'nün arkadaşlarına Kur'an şöyle seslenir.

 "Ey iman edenler! Zandan çok sakının.Çünkü zannın bir kısmı günahtır.

Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin.

 Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz değil mi?  O halde Allah'tan korkun.

 Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir"

(Hucurat-12)

ASHAB, ALLAH RESULÜ'NE KARŞI SAYGISIZLIK YAPIYORLAR

"Ey iman edenler! Allah'ın ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir bilendir.

 Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin.

Birbirinize bağırdığınız gibi Nebi'ye yüksek sesle bağırmayın.  Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşuna gidiverir"

(Hucurat-1, 2)

ASHAB, ALLAH VE RESULÜ'NE  İHANET EDİYOR 

"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'üne ihanet etmeyin, sonra bile bile kendi emanetlerinize  hainlik etmiş olursunuz"

(Enfal- 27)

 Allah Resulü'nün döneminde yaşamak ihlas ve takva açısından bir üstünlük değeri taşımaz.

 Fkat atalarının uydurma Dinine bağlı olan Diyanet  bu gerçekleri nereden bilsin?

 Kur'an'dan yan çizen ve Emevi  Dinine bağlı olan Diyanet bu hakkı  anlayamaz. 

 Diyanet İşleri Başkanlığı Allah'ın kitabından dolayısıyla onun  hikmet ve ahlakından uzak tutulmuştur.

 "...De ki: O (Kur'an), insanlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır.

 (Ona)  inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. 

Sanki onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar)

(Fussilet-44)

29 Ağustos 2020 Cumartesi

 CÜBBELİ  AHMET

Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler.

Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azap vardır.

( Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp da  bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara denilir ki:

"İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yapmakta olduğunuz şeylerin azabını tadın"

(Tevbe-34,35)

"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, " Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir değer ile  değiştirdiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü olmuştur"

(Âli İmran-187)

 Cübbeli Ahmet merdiven altında gayri resmi  çalışan kurnaz bir pazarcı.

 Piyasanın ihtiyacına göre anında cevap veren bir din tüccarı.

Ancak onun elinde diğer tüccarlarda bulunmayan önemli bir malzeme var :

 Din.

 Onu ve benzerlerini köşeye sıkıştırmak, mahcup etmek, özür diletmek zorunda bırakmak mümkün değil.

Uydurma din her sıkıştırmadan kurtulmanın yolu ve ilkesizliğin en sağlam kılıfı.

Rivayet dini, istisnasız her rezilliğin izahını yapabilecekleri, islam dışı eylemlerini  bir anda sevaba dönüştürecek sihirli bir değnek.

Yani gayri meşru her şeyi yapabilmek için beşeri üretim olan ve patent hakkını ellerinde tuttukları bir dine ihtiyaç vardı.

 Öyle de oldu.

Emevilerle başlayan süreçte mezhep ruhbanlığının ortaya çıkmasıyla dinin  ticarileşmesi arasında bir birini doğuran bir ilişki bulunuyor.

 Kur'an'ın metnini değiştiremiyorlar ama onda olmayan ticari metaya dönüştürdükleri bir çok malzeme ortaya çıkardılar.

 Cübbeli'nin akademik versiyonları  Nihat Hatipoğlu, Mustafa Karataş, Ramazan Ayvalı bunu Ehli Sünnet için yapıyor.

Amaç farklı araç aynı.

Tüccar ve Cübbeli kelimeleri yan yana durduğunda herkesin aklına onun pazarladığı  din geliyor.

Cübbeli Ahmet kelimenin tam anlamıyla din alıp satan bir dinci, kurduğu şirket Cübbeli Ahmet ürünleri (CAH) satıyor.

 Kabir azabından koruyan kefen, yangın başta olmak üzere her türlü hastalığı,  kaza- belayı uzaklaştıran "peygamber" nalını, "peygamber" sakalı yıkanmış içme suyu gibi liste uzayıp gidiyor.

 Su için paketleme tesisi bile açtığını kayıtlara geçirip kefen ve nalını  pazarlama taktiklerinden bahsedelim.

Kefene Allah'ın isimlerini yazıyor ama pahalı hammadde kullanıyor, anlayacağınız malzemeden çalmıyor.

Pazarlama esnasında diyor ki:

"Diğer kefenler imamların elinde kalıyor yani dayanma gücü çok zayıf, kumaş çürük"

Ama Cübbeli'nin kefen dokuması çok sağlam, ceylan derisi ya da Kâbe örtüsüne  yazılması lazım.

 Benim var ama herkese Kâbe örtüsü bulmak mümkün değil.

 Ceylan derisine yazdık, hakiki misk ve safranla  yazılması gerekiyor.

 Onlar da ne kadar pahalı biliyor musunuz? Cübbeli Ahmet,  stok maliyetine satılmayan ürüne de katlanmak istemiyor.

"Peygamber" nalınları  için ön ödeme ve sipariş şartı koşuyor.

Eee gemin batmasın, evin yanmasın! istiyorsan  maliyetine katlanacaksın.

 Din ve iman tüccarı Cübbeli, en büyük vurgununu  Fadıl Akgündüz (Jet Fadıl) la  ortaklığından vuracaktı.

 Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı.

Beklendiği gibi Fadıl yine battı.

Kendisini savunurken söylediklerinden anladığımıza göre iki  daire karşılığında Jet Fadıl'ın vurgununa eyvallah demiş.

Diyor ki :  "Fadıl  Bey'in otelinden yer alın  demedim.

 Sadece fetva soranlara caizdir dedim.

 Sen enayilik ettiysen bende enayilik ettim, benim de birkaç dairem gitti"

 demesi sizi yanıltmasın, temel atma töreninin şeref konuğu ve kutsayıcısı olarak başrolde bulunuyordu.

Bu arada Fadıl Akgündüz'ün tutuksuz yargılandığı dolandırıcılık davasında mağdur avukatları başka bir iddiayı ortaya attı.

 Avukat, Jet Fadıl'ın Marmaris'teki oteli'nde tatil yaptırdığı Cübbeliyi gizlice kaydettiği  ve görüntülerle şantaj yaptığını öne sürdü.

Mahkeme yargılamanın konusu olmadığı için CD yi  işleme koymadı.

 Fuhuş iddiaları Cübbeli Ahmet'in başını  sıklıkla ağrıtıyor.

 Bu yüzden tutuklandı ve yargılandı.

 Bir zamanlar internete düşen görüntülerin komplo olduğunu öne sürse de mahkemede Özbek bir kadınla nikahlandığını ve kamera görüntülerinin internete düşürüdüğünü itiraf etti. 

Görüntülerin kendisine ait olduğunu ve bunu inkar etmediğini belirten Cübbeli, cemaatine  madde madde ben değilim diye açıkladı.

 Ancak mahkemede "ben ilk günden beri inkar etmedim" dedi.

 Görüntülerdeki kadını nikahlayıp sonra boşadığını yazan Emine Şenlikoğlu da doğruluyor ve ekliyordu:

 Savcıya dedim ki,  ne olur, Allah aşkına serbest bırakın o alışkındır böyle sık sık nikah yapmaya  ama kesinlikle kadın satışına bulaşmaz"

Acarkent'teki yüzme havuzlu villasını savunurken "yüzmem lazım ama harama bakmamak için denize umumi  havuzlara gidemiyorum.

 Erkek havuzları bile haram" diyor.

 Malta'da bikinili kadınlarla birlikte yüzerken yakalanınca "Avret yerleri açık olarak denize girmek yasaktır. Ben haşemalıyım. Bunda ne mahzur var" diyerek çark ediyor.

Konfor yaşantısını "Allah nimetini kulunun üzerinde görmek ister" uydurma hadisiyle  savunuyor.

Aslında Cübbeli Ahmet isterse lüks ve konfor içinde yaşayabilir.

Ameli günahları onunla Allah arasında, karışma hakkımız yoktur.

Esas sorun, din ticareti yapmasında, Allah  ile insanları aldatmasında,  Allah Resulü'ne uydurma rivayetler yoluyla hakaret etmesinde, Allah'ın dinini,  her türlü günahı, suçu örtbas  edebileceği bir örtü olarak kullanmasında.

 KUR'AN'SIZ DİN 

(15.YAZI)

Diyanet'in din anlayışı tamamen Emevi- Abbasi  Ehl-i Sünnet dininin kaynaklarındaki rivayetlere ve bu rivayetlerden çıkarılan içtihatlara dayanır.

Diyanet'in din anlayışı mezheplere dayanır. 

Anlama açısından Allah'ın kitabına itibar edilmez.  

 Diyanet'in ( Ankara) Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Kur'an'ın kendi içinde bulunan çözümünden ve bir sistem üzerine indiğinden  haberi yoktur.

Aslında Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları abesle iştigaldır.

 Diyanet, insanları ölülerin inanç ve fikirlerine mahkum ettiği için bin yıl geçse de Kur'an'ın ruhunu, ahlakını ve  hikmetini anlaması mümkün değildir.

 Dolayısıyla daha Allah Resulü  hayatta iken dinin Allah tarafından tamamlandığını

(Mâide-3; En'am- 115)

diyanet nereden bilsin?

Allah Resulü'nün İnsanları sadece vahiyle uyardığını (Kaf- 45; En'am- 19, 51;  Enbiya- 45)  ve sadece Allah tarafından indirilen vahye tabi olduğunu

( Ahkaf- 9; Yunus-109; En'am- 106) 

diyanet hiçbir zaman anlayamaz.

Allah elçilerinin sadece kendilerine indirilen  vahyi  tebliğ ettiklerini (Nahl-35; Râd- 40; Mâide- 99, 117; Âraf- 61, 62, 67, 68 )

 insanların sadece Kur'an'dan sorumlu olduklarını

(Zuhruf- 43, 44)

 Din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli bir kitap olduğunu

( Ankebut-50, 51)

 din ve hüküm olarak Kur'an'dan  başla kaynak olmadığını,

(Yusuf- 40; Kehf-26, Şura- 10) 

 Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini(Casiye- 6; Mürselat- 50)

 Resule karşı gelmenin cehennemlik bir sapıklık olduğunu,   (Ahzab- 36)

Buna karşılık, Nebiye karşı gelmenin günah bile olmadığını

(Ahzab- 37; Mucadele-1)

 Allah'ın ayetlerinin gizlenmesinin küfür ve lânetlik  bir fiil olduğu

(Bakara- 159, 174)

cahil Diyanet'in idrakinde değildir.

 Hakkın  sadece Allah'tan indirilen vahiy'de bulunduğunu;

(Bakara-147; Yunus- 94)

Hidayet'in sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile mümkün olduğunu

 (Yunus-32, 35, 108; Sebe- 50 )

Diyanet İşleri Başkanlığı,  Din ve hüküm  olarak Kur'an'ın yanında başka kaynak kabul etmenin şirk olduğunun

  (Kasas- 87)

 bilincine sahip değildir.

 Diyanet, cehalet ve taklit olan  Ehli Sünnet dininin pençesinde ölümüne kıvranmaktadır.

Şimdi bu iddialarımızı sağlam bir zemine oturtalım. 

 Diyanet İşleri Başkanlığı'na şöyle bir soru yöneltiliyor.

"İtikadi hükümlerin referans sistemleri nelerdir?

 Örnekler vererek açıklar mısınız?

 DİYANET'İN CEVABI:

"İtikatla ilgili meselelerde kur'an-ı Kerim ve Hz.Peygamber (s.a.v) den  rivayet edilen mütevatir haberler delil olarak kabul edilir.

 Tevatür yoluyla nakledilen rivayetler kesin bilgi ifade eder, ahad yolla gelen rivayetleri zan  ifade eder.

 Zan, şüphe taşıdığından ve şüphe ile de itikat   oluşturulamayacağından, ahad  haber akaitte müstakil olarak delil  kabul edilmez.

Ama o konuda Kur'an'da bir nas  varsa,  onun açıklanmasında yararlanılabilir.

 Dolayısıyla itikadi ve ameli yükümlülüğün temeli akıl değil, nakildir.

 Bu konularda akıl nakli destekler.

 Kelam alimlerinin bu yaklaşımına rağmen, Ehl-i hadisten olan Hanbelilerden  Kadı Ebu Ya'la  gibi bazı alimler ve Zahiriler muttasıl bir senetle  Hz. Peygamber'e ulaşan haber-i vahidleri  hem İtikatta ve hemde  amelde delil sayarlar"

( Bkz, İbni Hazm, el- ihkam, 1/87; Sahih Ahad Hadisin  itikatta delil olması, s, 210)

( Sorularla İslam,  DİYANET İşleri Başkanlığı yayınları, s, 33, 4. Baskı, Ankara, 2018  )

YAZARLAR

Prof. Dr. Şevki Aydın

 Prof. Dr. Bünyamin Erul

 Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

 Prof Dr. Ramazan Altıntaş

 Prof. Dr. Yavuz Ünal

 Prof. Dr. İlyas Üzüm

 Prof. Dr. Ahmet Yaman

 Doçent Dr. Halil Altuntaş

 Dr. Hüseyin Kayapınar

 Dr. Muhlis Akar

 Dr. Seyit Ali Topal.

Tashih  Ramazan Özalpdemir

27 Ağustos 2020 Perşembe

 MEHDİ ZUHUR ETMEYECEK, İSA ( A.S) İNMEYECEKTİR. 

İslam dininden başka neredeyse bütün dinlerde ve inançlarda bir kurtarıcı (mehdi) beklentisi mevcuttur. 

Fakat Kur'an dini olan İslam, aklın ve ilmin kabul etmediği bu gibi hurafe ve efsaneleri kabul etmez. 

Bu konuyu âyetlerin ışığı altında aydınlığa çıkarmak mümkündür. 

Allah Resulü'nden sonra hangi şartla olursa olsun asla Nebi ve Nübüvvet'e bağlı Resul gelmeyecektir. 

Bu aynı zamanda itikadi bir konudur.

 Yani İsa (a.s) ın ineceğini söylemek ve buna inanmak Kur'an'ın hidayetine karşı bir imansızlığın göstergesidir. 

Kur'an'ın yüzlerce âyetine göre ümmetin kurtuluşu, tevhid, infak, güzel ahlak ve salih amellere bağlanmıştır. 

Nebi ve Resul dahi olsa kurtuluş şahsiyetlere bağlanmamıştır. 

(Âli İmran-144)

İslam dininin bu konudaki yasası şudur. 

"...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onların durumunu değiştirmez"

(Ra'd-11)

"Oysa bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmeyecektir..."

(Enfal-53)

Kur'an'a göre İsa (a.s) vefat etmiştir. 

(Âli İmran-55; Mâide-116,117)

Ve Kur'an'da "vefat kelimesi" "mevt" gibi değil,  "tam bir ölüm" anlamına gelmektedir. 

Çünkü "mevt" "ölüm"  kelimesi, "kalbin ölümü" gibi mecaz  anlamlara da gelmektedir. 

Mehdi inancı ise,  Mecüsi'likten Şia'ya, Şia'dan Ehl-i Sünnet'e intikal eden dünyanın en garip uydurmalardan biridir. 

İsa (a.s) ın ineceğine, Mehdi'nin zuhur edeceğine inanan biri Kur'an'ın ilminden,  aklından ve hikmetinden hiçbir şey anlamamıştır. 

Bir Müslüman bu derece ahmak ve  Kur'an'ın ahlakından uzak bir inanca sahip olamaz. 

Müslüman, ilim, akıl, tefekkür, güzel ahlak, erdem,  feraset ve basiret sahibidir. 

İsa (a.s) ın nüzülüne yani âhiretin sonunda geleceğine delil olarak gösterilen iki âyetin  çözümü şu şekildedir. 

Birinci âyet "Ehl-i kitaptan her biri (kendi) ölümünden önce ona (İsa'ya) muhakkak  iman edecektir. Kiyamet günü de, onlara şahit olacaktır"

(Nisa-159)

İkinci âyet "Şüphe yok ki o (İsa) kıyametin kopacağının bilgisidir. Veya diğer bir kıraate göre "alametidir" Ondan (kıyametin kopacağından - öldükten sonra dirilmeden) şüphe etmeyin ve bana uyun. Çünkü bu dosdoğru yoldur"

(Zuhruf-61)

Birinci âyet yanlış anlaşılmaya müsait olan bir âyettir. 

Bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde alınmadığı zaman sorun yaşanacaktır. 

 Fakat diğer halkalarla birleştirildiği zaman problem çözüme kavuşacaktır.

 Âyeti anlaşılmaz hale getiren ve son derece zorlarsan en büyük sebep, hadis kaynaklarında bulunan Kur'an aklından ve hikmetinden uzak uydurma rivayetlerdir. 

Allah'ın kelâmı olan Kur'an,  rivayetlere iman edenlere ilminden ve ahlakından hiçbir şey nasip etmez.  

Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamazlar.

 Din ve hüküm olarak başka kaynağa iman edenlere Kur'an, hikmet  hazinesinden hiçbir bağışta bulunmaz. 

 Çünkü rivayetler,  Kur'an'a karşı gönülleri ve basiretleri  köreltir, hadis batağına saplanan Kur'an'a ulaşamaz. 

Birinci  âyette söylenmek istenen şey şudur. 

 İsa (a.s) a  "Allah" diyen( Maide- 17, 72)

 "Allah üçtür" (Baba, oğul ve ruhu'l-kudüstür ) diyen ve onu "rab olarak edinen" ( Tevbe- 31)  her Hristiyan âlim  ile  İsa'yı Allah'ın bir Resulü olarak kabul etmeyen her Yahudi ilim adamı kendi ruhunu teslim etmeden yani ölmeden önce İsa (a.s) ın  gerçek kimliğini görecek,

 İsa'nın ilâh ve rab olmadığı, Yahudi olan herkese de (Hâşâ)  onun zina eseri olmadığı, Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu gördükten sonra ölecek fakat iş işten geçmiş olacaktır.

 Yoksa Yüce Allah, insanların imanları üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip değildir.

 Çünkü Rahmân ve Rahim olan  Allah hiçbir Resul için "insanlar muhakkak ona iman edecektir" dememiştir. 

Kur'an'da buna aykırı çok âyet vardır.

 İnsanlar elçileri daima yalanlamışlardır.

 "İşte böylece, onlardan öncekilere her ne zaman bir Resul geldiğinde hemen;  o,  bir sihirbazdır veya delidir, dediler"

(Tur- 55)

"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri:  Biz size gönderilmiş olan şeyi (dini)  inkar ediyoruz, demişlerdir"

(Sebe-34 )

Allah tarafından gönderilen bütün elçiler yalanlanmışlardır.

 İnsanlar canlarını  teslim etmeden bazı gerçekleri göreckleri ile alakalı âyetler mevcuttur. 

Mesela:  Firavun, İsrailoğulları'nı yakalamak için onları takip ederken denizde boğulma ile karşı karşıya kalınca iman etmişti.

 (Yunus- 90)

 Fakat kendisini ölüm yakaladığı için imanı kendisine fayda vermemişti. 

 İşte âyette "Ehl-i kitaptan her biri (kendi) ölümünden önce (İsa'ya ) muhakkak iman edecektir" pasajı, Firavun'un imanına benzemektedir.

Yani âyette geçen "mevtihi" kelimesindeki  "hi" zamiri,  İsa'ya değil, her  Yahudi ve Hristiyan ruhbana  gitmektedir. 

  Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü bu manayı açık olarak göstermektedir.

 Firavun  ölüm anında bütün gerçekleri  müşahede etti ve sonunun nereye varacağını gördü.

 Halbuki daha önce Mısır'da iken "Ben sizin en yüce rabbinizim"

(Nazihat- 24) diyordu.

Bu konuda diğer bir âyet şöyledir. 

"Nihayet onlardan (müşriklerden)  birine ölüm gelip çattığında:  "Rabbim! der, beni geri gönder tâ ki boşa geçirdim dünyada iyi iş yapayım"

 Hayır!  bu onun ağzından çıkan boş (bir laftan) ibarettir..."

( Müminun- 99, 100)

Gelelim İsa (a.s) ın nüzülüne delil olarak gösterilen ikinci âyete. 

"Şüphe yok ki o (İsa) kıyametin (kopacağının) bilgisidir"

( Zuhruf- 61)

 Bu âyet manası en açık ve kolay olan âyetlerindendir.

 Fakat hakkın ta kendisi olan bir mesajın  manası buharlaştırılıp, manasına uydurma rivayetler bulaşınca anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. 

Kur'an'ın meali kadar tahrif olmuş bir kitab yoktur.

İkinci âyetin anlamı ve vermek istediği mesaj şudur. 

"Ey İsrailoğulları ve insanlık âlemi! 

Şunu kesin olarak bilin ki, Allah gibi sonsuz kudrete  ve ilme  sahip bir zatın İsa'yı babasız olarak dünyaya getirmesi, kıyametin hak ve öldükten sonra dirilmenin  mümkün olduğuna bir işaret, bir delil, bir ilim ve  bir alamettir, sakın bundan şüphe etmeyin" demek istenmiştir.

 İsa ( a.s) babasız doğması, ahiretin var olacağını yani öldükten sonra dirilmeyi gösteren bir nevruz çiçeğidir.

 İsa Mesih'in babasız olarak dünyayı şereflendirmesi ilkbaharı gösteren bir  nevruz çiçeği gibi, öldükten sonra dirilmeyi gösteren bir kudret,  bir işaret, bir alamet, bir delil ve  bir çiçektir. 

 Bu âyeti başka türlü anlamak birçok soruna yol açacaktır.

 Kadim  tarihlerde elçilerin kavimlerine öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna  inandırmak için Allah tarafından  bu çeşit mucizeler gösterilirdi.

Ashab-ı Kehf  bunlara güzel bir örnektir.

 Allah Resulü (a.s) geldikten sonra kıyametin kopması ve diriliş ile alakalı örnekler artık aklı ve ilmi delillerle ortaya konmaktadır.

 Bununla alakalı onlarca âyet vardır. 

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak:  Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O,  ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir"

(Rum-50)

"İnsan der ki "Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak çıkarılacak mıyım? İnsan düşünmezmi ki,  daha önce o hiçbir şey değilken biz  kendisini yarattık"

( Meryem- 66, 67)

 Mehdilik inancı ve hurafesi İslam tarihinde birçok fitnelere ve kanlı  çatışmalara sebep olmuş daha çok siyasi mahiyet taşıyan en büyük bir yalan ve Allah Resulü  adına yapılmış ahmakça bir iftiradır.

 Mehdi inancı ile alakalı hadis kaynaklarında geçen rivayetlerin istisnasız hepsi yalan ve uydurmadır. 

 Bu rivayetler Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne,  İslam'ın evrensel özgürlük anlayışına, dinin ruhuna, Allah Resulü'nün hikmet, ahlak ve aklına aykırı bir inanç ve ilimsiz bir mahiyet taşımaktadır. 

Mehdi'nin  insanları hidayete ermesini sağlayacak olağanüstü bir güce sahip olması elçilerin bile tâbi olduğu ilahi yasaları kaldıran bir inançtır.

 İşte o yasayı açık olarak ortaya koyan bir ayeti kerime

"Andolsun ki senden önce elçiler yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmallarına ve eziyet  edilmelerine  karşılık sabrettiler, sonunda yardımımız  onlara yetişti. Allah'ın kanunlarını değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki elçilerin haberlerinden bazısı sana da geldi"

( Enam- 34)

 Mutlak olarak Allah'tan başka hidayete erdirici  kimse yoktur.

Resulleri bile hidayete erdiren  onlara gelen vahiy'dir.

(Sebe-50; Şuara-78; Zuhruf-27)

 HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR?

 (22. YAZI )

 Allah Resulü'nün hadis yazımına izin vermediğini, kendi sözlerinin yazımını yasakladığını hadisçiler bile kabul ederler. 

Ehli Sünnet mezhep âlimlerinin  iddialarına göre ise,  hadislerden de aynı Kur'an gibi dini hükümler çıkartılmalıdır. 

Yani hadislerde Kur'an gibi dinin kaynağıdır.

Peki dinin kaynaklarından biri de hadis ise,  Allah resulü nasıl olur da hadis yazımını yasaklar, insanların dini eksik öğrenmelerini, kendi sözlerine yalan katılmasını, sözlerinin bir kısmının unutulmasını göze alır.

 Kur'an'da kalemle yazı yazmaya dikkat çekilir, vasiyetin ve borcun yazılması emredilir. 

Eğer hadisler dinin kaynağı ise, vasiyetler ve borçlar bile yazılırken, Allah Resulü'nün dinin kaynağının yazılmasını engellemesi hiç mümkün olur muydu ? 

Eğer Resulullah dinin bir kaynağının kayda geçmiş olmasını engellemişse dinin tam ve eksiksiz bir şekilde öğrenilmesini de engellemiş olmaz mı? 

Demek oluyor ki eğer hadisler dinin kaynağı olsaydı, bunu en iyi bilen Resulullah olurdu. 

Onları yazdırır ve şu anda olduğu gibi hadislerin içine onbinlerce yalan karışmasını önlemiş olurdu.

Zaten hadislerin piyasaya çıkış tarihi Allah'ın Resulü'ne iftira olduklarını gösteriyor. 

Görüldüğü gibi Allah Resulü hadis yazdırmamakla kalmamış, şirk olduğunu bildiği için bunu yasaklamıştır. 

Basiret ve feraset sahibi hikmetin Resulü insanların hurafelere meyledici, Resulleri ilahlaştırıcı, mezheplere ve şialara bölünmeye müsait karakterlerini bildiğinden küfür ve şirke yol açacak hadis yazımı yasaklamıştır. 

Hem de hadis yazımını yasakladığını hiç kimse inkar edememektedir. 

Daha önce söylediğimiz gibi hadis tarihi bu gerçeği açık ve net olarak ortaya koyuyor.

Bugün gelinen nokta Resulullah'ın ilim, hikmet ve basiretini bir kez daha takdir etmemize sebep olmaktadır. 

 Hadisleri  dikkatli bir şekilde ele alacak olursak piramit biçiminde olduklarını görürüz.

 Piramitin tepesi Allah Resulü'nün dönemi olup aşağıya inildikçe piramitin eni artmaktadır.

 Piramitin temeline vardığımızda Resulullah'ın yaşadığı çağdan korkunç bir şekilde geniş olduğunu fark ederiz. 

Yani Resulullah (a.s) ın yaşadığı zaman diliminden uzaklaştıkça hadisler olağanüstü  bir şekilde artmışlardır. 

Halbuki makul olan tam tersi olması gerekirdi. 

Çünkü Resulullah'ın yanında olanlar hadisleri en çok bilenlerdi. 

Demek oluyor ki, Resulullah'ın arkadaşlarının dahi Kur'an'dan, onun tek kaynak olduğundan başka hiçbir amaç ve çabaları olmamıştır. Esasen sahabelerin hadislerle alakalı çalışma içine girmemeleri Kur'ani bir şuurdan  kaynaklanıyordu. 

Onlar dinde vahyin tek kaynak olduğunu, vahiy haricinde olan sözlerin şirk ve küfür olduğunu  çok iyi biliyorlardı. 

Ehl-i Sünnet hadis bilginlerinin iddiasına göre iki milyon hadis vardır. 

En sahih!! hadis kitabının derleyicisi olarak gösterilen Muhammed  Buhari'nin kitabındaki hadisleri 600 bin hadis arasından, Müslim'in ise 300 bin hadis arasından seçtikleri söylenir. 

Ebu Davud'un kitabındaki hadisleri 500.000 hadisten, mezhep kurucusu olan Malik'in muvattası 100.000 hadisten, Ahmed  bin  Hanbel ise musnedini 750.000 hadisin arasından seçtiği söylenmektedir. 

 Allah Resulü'nün 23 Yıllık elçilik yaptığını esas alır ve Miladi takvime göre hesaplarsak yaklaşık yirmi üç çarpı 365 eşittir 8395 gün elçilik yapmış olur. 

Mekke dönemini hariç tutalım. Çünkü Mekke dönemi sadece Kur'an tebliğiyle geçirilmiş bir zaman dilimidir. 

Kaldı 10 yıl,  geceleri çıkaralım, gazveleri savaşları bir tarafa bırakalım, daha önce anlatmaya çalıştık. 

Allah Resulü utangaç, mahçup, haya sahibi ve başkasının işine karışmayı sevmeyen bir tabiata sahip bulunuyordu. 

 Bir de Şia'daki hadis kaynaklarında bulunan hadisleri ele alalım. 

Bizim Buhari şerifimiz! varsa, onların Kafi'i şerifleri var. 

Bizim Allah'ın kılıcı Halid Bin Velid'imiz varsa, onların Allah'ın aslanı  Ali leri var.

Bizim iki şeyhimiz varsa onların da iki şeyhleri var( meşhur iki hadis kaynağı) Ehl-i Sünnet uydurdu, Şia  uydurdu, Şia uydurdu Ehl-i Sünnet  cevap verdi. 

Ehli Sünnet ve Şia arasındaki hadis uydurma yarışı aynen çocukların sidik yarışına benzer.

 Herhangi bir kişiye bir yıl önce en çok beraber vakit geçirdiği kişinin, babasının, çocuğunun karısının veya kocasının sözlerini ve yaptıklarını yazmasını söyleyelim.

 Aradan sadece bir yıl geçmesine rağmen yazılan sözleri gördüğümüzde Allah Resûlü'nün vefatından 200 yıl, 300 yıl, 400 yıl hatta 500 yıl sonra, gün başına 100 adet rivayet edilen hadislerin, toplam sayısından bile bunların içinden ne kadar çok yalan olduğunu anlayabiliriz.

25 Ağustos 2020 Salı

 KUR'AN'SIZ DİN 

(14. YAZI) 

Aslında ümmi halkın ataların şirk dinini taklit etmesi çok kötü bir yoldur. 

 Fakat Diyanet'in körü körüne ataların şirk dinini taklit etmesi bundan daha kötü bir ahlak ve sapıkça bir yoldur.

 Çünkü vahiy'den uzak olanlar ümmeti ileri bir seviyeye taşıyamazlar. 

Geri dönerek ileriye doğru yol almak mümkün değildir. 

 Kur'an, yüzlerce âyette olumsuz hareketlerinden dolayı sahabileri eleştirirken, Diyanet'in bu âyetlerden hiçbirini görmeyip şu Emevi uydurmasına  iman etmesi gerçekten çok ilginçtir.

Diyanete göre Allah Resulü (a.s) şöyle buyurmuştur.

"Ashabıma hakaret etmeyin, nefsimi elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak dağıtsa  (bunun sevabı )sahabelerden birinin bir avuçluk hurma sadakasına erişmez, hatta yarısına bile erişemez"

( Müslim- Fedâilus Sahâbe, (Sahabenin Fazileti)  221, Ebu Davud, Sünne, Tirmizi, Menâkib)

 Başka bir iftira ve uydurma şöyledir:

"En hayırlı nesil benim asrımın neslidir"

 Aslında Kur'an yüzlerce âyette Allah Resulü'nün arkadaşlarını eleştirmesi ve  onların menfi hareketlerini göz önüne sermesinin bir çok hikmeti vardır. 

Yoksa  onların bazı olumsuz hareketlerini örtetebilir, onları ebedi bir ibret olacak şekilde kitabında yer vermeyebilirdi. 

 Bunun hikmeti, insanların alimlerini, din büyüklerini ilâh ve Rab konumuna sokmamaları, onları yüceltmemeleri  ve onları  mâsum  görmemeleri içindir.

Eğer ümmi insanlar, Allah Resulü'nün arkadaşlarını uydurma dinin rivayetlerinden değil de, Kur'an'dan öğrenmiş olsalardı fetö diye bir bela ve musibetin doğması mümkün olmayacaktı.

Muhammed (a.s) bile, "Nebi makam ve mertebesinde müşrik ve cehennemlik olan akrabalarına dua ve istiğfarda bulunarak Allah'a karşı hata etmiştir"

(Tevbe- 113)

Yani Nebi bile  Allah'a karşı hata eder, hata etmeyen ve sadece masum olan Resul'dür. 

Çünkü Resul'ün görevi vahyi tebliğ etmektir ve bu görevde asla ihânet etmez. 

Nebi: Vahiy alan, 

Resul: Aldığı vahyi tebliğ eden yani içine bir şey katmadan ve eksiltmeden muhatap kitleye ulaştıran kişidir. 

Aslında Allah Resulü Musa (a.s) ile Allah Resulü Muhammed (a.s)  arasında bir fark olmadığı gibi, Musa (a.s) ın kavmi olan İsrailoğulları ile Muhammed (a.s) ın arkadaşları arasında fazilet açısından hiçbir fark ve  üstünlük yoktur.

Yıllarca tebliğ ve İrşad faaliyetinden sonra Allah'ın âyetleriyle sihirbazları mağlup edip,  Firavun'un zulmünden onları  kurtararak, denizi kupkuru bir yol açtıktan sonra karşıya geçirir  geçirmez İsrailoğulları,  Musa (a.s) a puta tapmak istediklerini söylemişlerdi.

(Âraf-138 )

Ashab, Allah Resulü'nün vefatından hemen  sonra dünya malı, makam, mevki ve devlet için bir çok savaşta  birbirlerini acımasızca  katletmişlerdir.

Bu savaşlar Allah rızası ve zulmün ortadan kalkması için değil, siyasi amaçlı idi.

"Allah rızası ve din için savaştılar" iddiası  tamamen Emevi-Abbasi muhaddis ve müctehidlerinin  yalanıdır.

Dolayısıyla ashab-ın üstün bir nesil olduğu ile alakalı bütün rivayetler Kur'an cehaletinden kaynaklanan   iftıralardır.

Kur'an, Allah Resulü'nün arkadaşlarına İbrahim (a.s) ı  ve tevhid akidesinde ona tâbi olan muvahhidleri örnek olarak gösteriyor.

"İbrahim de onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki:

 "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkar ediyoruz.

Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir,,,"

(Mümtehine, 4)

 Bütün bu âyetlere rağmen, Ehl-i Sünnet'in Kur'an cahili muhaddis ve müctehidleri Nebi'nin pak dilinden yalan ve iftira uydurmaktan çekinmemişlerdir.

Mesela, şu uydurmaya dikkat eder misiniz!

 "Kim eshabıma hakaret ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun"

(Tebarâni- el-Mu'cemu-Kebir- 12, 142)

Halbuki ashab "Allah'a din öğretmeye kalkmışlardır"

(Hucurat- 16)

ASHAB "Zorla (mahalle baskısı ile ) İslam'ı kabul ettikleri halde Allah Resulü'ne minnet etmişlerdir"

(Hucurat- 17)

"Allah Resulü'ne eziyet etmişlerdir"

(Ahzab- 69)

"Savaşa gitmekten çekinmişlerdir"

(Tevbe- 38, 39, 40)

"Savaştan kaçmışlardır"

(Tevbe- 25)

Bunlar gibi yüzlerce âyete rağmen,  Emevi-Abbasi-Osmanlı Suudi Arabistan Ehli Sünnet dinine  ve diyanet işleri başkanlığına göre "Sahabenin tümü güvenilir ve fıkıh ilminde onların görüşleri kaynak olarak değerlendirilmelidir" 

(Sorularla İslam- s 57)

 RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR 

(77. YAZI )

RİSÂLE'İ NUR'DA İTİKÂDİ SAPMALAR (9)

Said Nursi'nin veda haccı! 

Talebeleri rahatsızlanan Said Nurs'iye  şu şekilde bir mektup yazıyorlar.  

"...Şimdi biz hacce't-ül veda'sız böyle bir ölüme nasıl inanalım.

Son sözlerini Hind'den, Yemenden,

Irak'tan ve Afgan'dan ve dünyanın her yerinden o mahalli mübarek ve mukaddeste  toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara ve bütün hicranlı  gönüllere  söyle,  bize "ela hel belleğtu'l"

(Allah Resulü'nün veda haccında müslümanları şahit tutarak  dikkat edin risaleti tebliğ  ettim mi? Rivayetine gönderme ) tekrarlayıp"felyubelliguş şâhidu -minkumul-ğaibe "

 (hazır olanlar, hazır olmayanlara duyursun) derken, âlemi gayb ve ervaha  İşte oradan pervaz et..." ( Allah'a yüksel) 

(Siracinnur- 254)             

 CEVAP :

Maalesef  Said Nursi,

bu ahmakça ifadelerden hiçbir rahatsızlık duymaz bu cümlelerdeki Allah Resulünü taklit ve Nübüvvet ihsasını  reddetmez, bilakis şöyle der.

 "Hasan Feyzi'nin Denizli hapsinin  ve civarının has  talebelerini temsil ederek, onların namına üstadı'nın  vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir.

Vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış, lahikaya geçirilsin"

(Siracunnur - 249  Hasan Feyzi'nin Mersiyesinin Önünde )

Said Nursi diyor ki: 

 "Evet Risale'i Nur'un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki  netice-i muhakkakası  her şeyin fevkindedir,  başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor"    

BİRİNCİ NETİCESİ: Sadakat ve kanaatla Risale'i Nur dairesine giren imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli Senetler Var..."

( Tarihçe-i Hayat- 312 Kastamonu Hayatı)                           

 "...Bu müjdeyi Kur'aniyenin binden bir vechi bize teması bin hazineden ziyade kıymettardır.        

Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüyayı sadıkadır. Şöyle ki: İsparta'da başımıza gelen bu hadise'den bir ay evvel bir zata rüyada (ona) deniliyor ki,

 "RESAIL-İN-NUR ŞAKİRTLERİ, İMAN İLE KABRE GİRECEKLER, İMANSIZ VEFAT ETMEZLER"

 "Biz o vakit o rüyaya  çok sevindik.

Demek o müjde bir müjde-i Kur'aniyenin bir müjdecisi imiş"

( Sikke-i Tasdiki Gaybi 102- Birinci Şua)

Cevap: 

İnsanın kendi yazdığından başka kaderi bulunmamasına rağmen, 

Said Nursi ve talebeleri rüyalarla cennete gireceklerine iman eden Kur'an cahilleridir. 

İşte fetö gibi terör örgütleri bu yalan ve hurafe inançlardan dolayı gayri meşru olan her şeyi mubah görmüşlerdir. 

Hatta masum kanı dökmeyi bile sevap saymışlardır. 

Ve devlet kurumu olan diyanet İşleri Bakanlığı insan kaynaklarımızı batıl yolda israf eden bu hurafe ve uydurma eserleri basıp dağıtımını yapmaktadır.

24 Ağustos 2020 Pazartesi

 KUR'AN'I ANLAMAK İÇİN  ARAPÇA BİLMEK  GEREKLİ MİDİR? 

 Yüce Allah,  Kur'an'ın anlaşılmasını  Arapça bilmeye değil, aklı kullanmaya, üzerinde tezekkür, tedebbür, tefekkuh ve tefekkür etmeye bağlamıştır. 

Dünyaya bakın Kur'an'ın en büyük cahili ve düşmanı olanlar, Kur'an'a karşı mesafeli olanlar, ona itibar etmeyenler  en iyi Arapça bilen  kesimdir 

MESELA, 

Ben görev gereği bir kaç defa Suudi Arabistan'da bulundum,

oranın ilim adamlarıyla günlerce yapmış olduğumuz sohbetlerde

 "Kabir azabının olmadığını, İsa (a.s)ın vefat ettiğini ve nüzul etmeyeceğini, Mehdi'nin zuhur etmeyeceğini, Mehdi diye bir şeyin olmadığını, Allah Resulü'nün mucize göstermesinin mümkün olmadığını, ahirette Allah'ın şefaatinden başka hiçbir merhamet ve şefaatının olmayacağını, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde anlaşılır olduğunu" onlara bir türlü  kabul ettiremedim. 

Hatta Suriyeli bir vatandaşa, "bırak kabir azabını kabir hayatı diye bir şey yoktur" dediğimde, hayretler içerisinde kalarak "ben elli yaşındayım daha senin gibi "kabir azabı yoktur diyen birine ilk defa rastlıyorum"dedi. 

Halbuki yukarıda saydığım meseleler Kur'an'da en az iki bin ayetle apaçık bir şekilde ortaya konulmuştur. 

Dolayısıyla Kur'an'ı anlamanın Arapçayla bir alakası yoktur.

Kur'an'ın Arapça indiği ile ilgili âyetler bulunmasına rağmen, Kur'an'ı Arapçaya vakıf olanlar anlar diye bir âyet bulunmaz. 

Dolayısıyla Rahman ve Rahim olan  Allah adaleti, rahmeti, hidayeti  ve bereketi gereği Kur'an'ı Arapça bilmeye değil, 

 onlarca ayette ortaya koyduğu gibi onu anlamayı bağlam ve bütünlüğüne,

 içinde kurulu olan sistemine sahip olmaya, üzerinde derin derin düşünmeye, aklı kullanmaya, 

iyi niyete, güzel ahlaka,  Kur'an'a güvenmeye, infak yapmaya  ve ona iman etmeye bağlamıştır. 

Önemine binaen tekrar ediyorum. Şu dünya hayatında en iyi Arapça bilenler, Kur'an'ı hiç anlamayan cahillerdir.

Eğer Kur'an'ı anlamak için Arapça bilmek şart olsaydı, Arapçaya gerçekten vakıf olan Mekke müşrikleri muhteşem bir edebiyat ve belağat harikası olan bu kelamı itiraz etmeden  hemen  kabul ederlerdi. 

Kur'an'ı anlamak için ön yargı olmayacak, yani Allah'ın kitabının yanında din ve hüküm olarak  başka kaynağa iman edilmeyecektir. 

Kur'an'ı anlamak için Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace, Mâlik gibileri  şerik olmayacak.

 Kur'an'ı anlamak için Said Nursi'nin Risale'i Nur'u, Celaleddin-i Rumi'nin Mesnevisi, Erzurumlu İbrahim Hakkının Marifetnamesi, Hüseyin Hilmi Işık'ın  Saadeti Ebediyesi, Muhyiddin-i Arabi'nın Fususul Hikemi   olmayacak. 

Yani onu anlamak için  Allah'ın kitabına şirk koşulmayacak.

Kur'an'ı anlamak için ona iman etmek gerekir. 

Tarikat ve cemaatlerin en iyi bildikleri şey Arapça olmasına rağmen Kur'an'ın zerresinden haberleri yoktur.

Medreselerde çok yönlü Arapça dersleri bulunmasına rağmen, saçma sapan,  beşeri ve uydurma  rivayetlere Kur'an'dan daha çok değer verilir. 

Kur'an'a iman ve onu merak etme bakımından onu anlamaya çalışanların Arapça bilmeyenlerden oluştuğunu hayretler içinde  görüyoruz.

 Devamlı Arapça Arapça deyip  duranlar, yüzyıllardan beri hangi Arapça eseri te'lif edip insanların hizmetine sundular ? 

Tarihçileri çıkıp söylesin, on asır  Arapça eğitimi verip tek bir te'lif Arapça eser ortaya koymamak ne demek?

 Cemaat ve tarikatlar batıl inanç ve  hurafe bilgilerle insanları Kur'an'dan ve ilimden koparıp atalete ve cehalete sevk ediyorlar.

Tek gerçek budur. 

 Bu cemaat ve tarikatlar dün de bugün de çakalın leşe baktığı gibi halkın malına hırsla yaklaşıp milleti sömürüyorlar.

Cemaat ve tarikatların karakteri hiçbir şey üretmeden, çalışmadan, meslek sahibi olmadan sadece kalabalığına dayanarak ve devlet adamlarını tehdit ederek yüzyıllardan beri devletten ev, yurt, kasaba, köy, külliye, medrese, Kur'an kursu, kopartıp vakıf gelirleri ile geleni- gideni ağırlayıp sadece müritler çoğaltmak peşinde koşuyorlar. 

Yüzyıllardan beri inanç  ve karakterlerinde iyiye ve güzele doğru hiçbir gelişme olmamıştır.

 Kur'an ve ilimden uzak tutulan bu miskin kitleler halen devletin arazilerinde ve  kurumlarında aynı anlayışla iskan edilmekte vakıflar kurmakta  hiçbir iş yapmayan kuru kalabalıklar  sadece oy  getirsinler diye en üst düzeyde bir hayat  yaşatılmaktadır.

 Yüzyıllardan beri bu çürümüş zihniyet bir adım ileri gitmez, kendini biraz olsun yenilemez az da olsa  değişmez mi?

 HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR? 

(21. YAZI )

Allah'ın elçileri yeni bir din ortaya koymak için değil, tahrif olmuş tevhid dinini indirilen vahiy'le ıslah etmek için gönderilmişlerdir. 

Elçiler devlet kurmak, devletin kurumlarını ele geçirmek, güç elde etmek, güçlü olmak için değil, sadece ve sadece hanif islam dinini  onarmak, güzel ahlakı yerleştirmek, insanların onurlu bir hayat geçirmelerini sağlamak için gönderilmışlerdir.

İnsanlık tarihinde tüm vahiy ehli muvahhidlerin görevi de sadece  bu olmuştur. 

Kur'an'ın anlattığı din, insanların daha rahat yaşayabileceği, daha rahat uygulayabileceği, binlerce hurafe ve zorlamalardan arınmış daha çok sevgi ve tolerans dolu bir hayattır. 

Allah Resulü'nün görevi zaten böyle bir hayatı  ortaya koymak içindir. 

"... İşte o elçi onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkor, onlara temiz şeyleri helal, kötü şeyleri haram kılar, ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir..."

(Araf- 157)  

Dolayısıyla bize düşen görev, kendi şahsi görüşlerini ve geleneklerini dine fatura edenlere karşı Kur'an'ın ilmiyle son vermektir.

Yani Allah ve Resülü'ne iftira olan atalar dinine karşı Kur'an ile mücadele etmektir. 

 Böylece insanla çelişik hale getirilen din insanla barışık, fıtri bir hale gelecektir. 

 Çözüm yolu dinde reform değil, Kur'an'a  uygunluğu ve dönüşü hayata geçirmektir.

Uydurulan sahte kutsalları ve Kur'an dışındaki tartışılmazları reddetmektir. 

Türkiye açısından olaya bakıldığında Sünni ağırlıkta olan Diyanet İşleri Bakanlığı'nın  Kur'an'ın önderliğinde yeniden düzenlenmesi veya tümden  kaldırılması gerekir. 

Ne yazıktır ki toplumda oluşan  sorunlara evrensel hüküm kaynağı olan Kur'an'a dayanarak değil de, uydurulmuş Sünni fıkhına, mezheplerin dinine dayanarak cevap veren diyanete göre hurafe deyince akla türbelere bez bağlamak, yada türbelerde mum yakmak gibi son derece basit  şeyler geliyor. 

Dini konularda görüş sorulduğunda  uydurma kaynaklara gönderme yapan Diyanet'in Kur'an'a dönüş yapması imkansızdır. 

Diyanet'in içinde yıllarca görev yapmış  birisi olarak, Diyanet'in bunu başarmasının mümkün olmadığına birkaç madde ile değinmek isterim.

1-) İlmi seviyesinin çok düşük olması 

2-) Özgür düşüncenin ve fikir hürriyetinin olmaması 

3-) Gelenekçi tepkilerden korku 4- )Kur'an'ın kendi bütünlüğü içinde bilinmemesi 

5-) Makam ve mevkiye Kur'an'dan  daha çok değer verilmesi. 

6) İktidarı meydana getiren halkın çoğunluğunun gelenekçi ve muhafazakar olması 

7-) Kur'an'a gereken değerin verilmemesi. 

8-) En önemlisi Nebi ile Resul kavramlarının hangi anlama geldiğinin bilinmemesi. 

Bu gibi sebeplerden dolayı  Diyanet'in bu millete doğruları söylemesi ve hatasını itiraf etmesi mümkün değildir.  

Soma maden faciasında hayatını kaybeden 301 madencinin ruhları için hatimler indirilmiş, Yasin süresini okumak da Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmeze düşmüştür. 

Yani anlayacağınız Diyanet  Başkanı Mehmet Görmez ölülere Kur'an okunamayacağını bilmiyor, veya bile bile hakkı gizliyor. 

 Diyanet'in binlerce Kur'an kursundan bir tane  Kur'an alimi yetişmemiştir. 

Diyanet'in "Kuran'daki İslam" adlı bir eseri yoktur. 

Buna karşılık çok lüks basılmış her cildi 660 sahifeden oluşan tam yedi ciltlik bir "Hadislerle İslam" eseri mevcuttur. 

Tam bir cehalet abidesi olan bu eserin birinci cildinde,

"En Sevgiliye iltica" bölümünde şu ibareler mevcuttur. 

Ümmetin alimleri mübarek siretini, sünnetini ve hadislerini sonraki nesillere aktarmak için hayatlarını vakfetti, müsnedler, sünenler, camiler, mucemler ve musannefler, senin hadislerini bir araya getirdi. Siyerler ve megaziler, senin örnek hayatını bize tarif etti. 

Delail Şemail ve hilyeler, senin vasıflarını bize anlattı. 

Naatlar, kasideler, mevlütler sana olan Aşkımızı sevgimizi dile getirdi. Nice telif ve tasnifler hep seni anlatmak için imla edildi. 

Sana gül terennumunde besteler yapıldı.

 İlahiler söylendi, divanlar dolduruldu. 

Mesnevilere senin adınla başlandı. Hattatlar en güzel tablolarına senin adını nakşetti. 

Neye baksak senden bir iz bulduk, ey Nebi!

 Ne yöne dönersek seni gördük ey Nebi!"

( C.1- Sayfa, 24 ) 

 Daha bunun gibi daha birçok hurafe  sıralanmış gidiyor. 

Bu eserin bilim kurulu başta Profesör Mehmet görmez olmak üzere 5 Prof, editörler 6 Prof, 8 Prof son okuma heyeti, Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan geçmiş ve beş baskı yapmış. 

Basım tarihi Ankara 2103 

Yani anlayacağınız kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkür adına Diyanetten hayırlı bir hizmet ve aklı başında bir çalışma beklemeyin. 

Peki bütün bu Prof lar Kur'an'ın Allah Resulünü  en güzel şekilde anlattığını bilmiyorlar mı ki, Kur'an'dan başka bütün uydurma eserleri dile getirmiş sadece Allah'ın kitabını es geçmişlerdir. 

Son vahyin sahibinin diğer Elçilerden daha  üstün olduğuna dâir Kur'an'dan bir delil getirilebilir mi? 

Bu Kur an cahilliğinin bir özrü bulunabilirmi?

"Resulüm! Biz seni ancak insanlara rahmet olarak gönderdik" 

(Enbiya- 107 ) âyetinde bulunan "âlemlerden" maksadın insanlar olduğunu, Diyanet Kurumu'nun gelenekçi sünni cahilleri nereden bilsin? 

Allah'ın tüm Resulleri  gönderildiği kavimlere vahiy sayesinde  rahmettirler.

 RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN UYDURMA, HURAFE VE YALANLAR (75.YAZI )

RİSALE'İ NUR'DA İTİKÂDİ SAPMALAR (7)

 Allah Resulü'nün amcası Ebu Tâlip hakkındaki soruya Said Nursi'nin cevabı: 

Diyorsunuz ki: 

Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında essah  nedir?  

El Cevap: Ehli Teşeyyu (Şia Ehl-i ) imanına kail, (Ebu Talib'in  iman ettiğine inanır  ) Ehl-i Sünnetin ekserisi, (çoğunluğu )imanına kail değiller. (İman ettiğine inanmaz) 

Fakat benim kalbime gelen şudur ki: Ebu Talip, Resuli Ekrem (a.s) ın risaletini (Resul oluşunu) değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. 

O'nun- o gayet ciddi- o şahsi  şefkati ve muhabbet-i, elbette zayi-e  gitmeyecektir.  (Ebu Talib'in sevgisini boşa çıkarmayacaktır) 

Evet, ciddi bir surette Cenab-ı Hakkın habibi  Ekremini (şerefli sevgilisini)  sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in,  inkâra ve inada  değil, belki hicap ve  asabiyeti kavmiye gibi hissiyata  binaen, makul bir iman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de,  yine cehennemin içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına  mükafeten halkedebilir.(yaratabilir)

Kışta bazı yerde baharı halk ettiği gibi ve zindanda- uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı  saraya çevirdiği gibi, hususi (özel)  cehennemi, hususi bir cennete çevirebilir" 

(Mektubat -366, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale olan..."    CEVAP : 

Said Nursi, bu cevabında manevi  hocası  Muhyiddin'i  Arabiyi  taklit etmiştir.  

Cehennem azabı konusunda Muhyiddin'i Arabi ilginç inanç ve fikirlere sahiptir. 

Mesela : " Allah'ın Rahman sıfatının gereği olarak cehennem ehline orada kalmaları şartıyla nimet bağışında bulunacağını;  bu nimet onların cehennemde sürekli bir uykuya daldırılmaları ve rüyalarında hoşlarına gelecek şeyleri görmelerini sağlayacağını" söylemiştir.

"Kaldıkları yer cehennem olmasına rağmen gördükleri onları mutlu edecektir"

 Buna şu misali getirir. 

"Hasta olan ve son derece rahatsız edici yatakta uyuyan bir kimsenin yüzünden mutlu belirtileri müşahede  edilirse onun rüya gördüğü kanaatine varılır.

 Halbuki haline ve yatağına bakıldığında azap içinde olması gerekir"

(İbnü'l Arabi, el-Fütuhâtu'l-Mekkiyye-327-329)

TDV İslam Ansiklopedisi c. 20 s. 493)

 TAKLİDİ İMAN 

(2.YAZI) 

 Aslında akılsız ve ilimsiz hak din  olmaz. 

Vahiy dininin özelliği budur. 

İşte bu yüzden aklı kullanma, tefekkür, tedebbür tezekkür, tefekküh ve türevleri ile ilgili yüzlerce âyet vardır.  

Allah akılsız ve ilimsiz dine hiç bir değer vermez. 

Yani din, insanın akıl ve yeteneği, emek ve araştırması ile doğru kaynaktan elde edilmesi gereken bir değerdir. 

İlimsiz ve akılsız din şeytanların ve tağutların dinidir. 

 Atalar dini olan Şiilik ve Sünnilik  ilim ve akılla elde edilen bir inanç sistemi değildir. 

 Şia ve Ehl-i Sünnet ilim adamları, yüzyıllardır atalarından intikal eden, mutlak doğru olarak kabul ettikleri rivayet ve ictihatlara göre bir din yaşarlar.   

Ama hidayet, insana doğduğu milletin diniyle değil, Allah'ın indirdiği mesajla gelir.

Yani din,  bir kültür ve gelenek, alışkanlık ve taklit, coğrafi ve yerel bir gerçeklik değil, aklı kullanma  ve ilimle, emek ve tefekkürle olması gerekir. 

Dolayısıyla din araştırma sonucunda insanın kendi  kazanımı  olmak zorundadır. 

 Eğer siz doğduğunuz milletin dinini   sorgulamadan kabul ediyorsanız bu din size ait değildir.

Din ortak bir kamu malı değil, özgür beyinlerin mahsulu ve vahyin ürünüdür. 

Sizin araştırma ve kazanımınız olmadığı için bu dinin makul olma yanı da yoktur. 

Biraz garip değil mi?

Şii  ve Sünni ilim sahipleri dini  sorgulamadan kabul ediyor; Yahudi ve Hristiyan ilim sahipleri de dini  sorgulamadan kabul ediyor; Şiiler  ve Sünniler kurtuluyor, Yahudiler ve Hristiyanlar cehenneme girip azap çekiyor. 

Arkadaş!

 Biraz aklını kullan, atalarının sana sunduğu din, hak ve hidayet, diğer toplumun içinde hayata gözlerini açmış olanın dini batıl ve sapıklık olmaz. 

İkisinin arasında hiçbir fark yoktur. 

 O  da sorgulamadı sen de ..."

O Mekke'de, sen Meksika'da olsaydın, aynı şey senin içinde söz konusu olacaktı.

Her milletin kendine göre bir inancı vardır.

 Şans eseri olarak aynı yol ve  formata sahip olan bu inançlardan biri tümden geçerli ve hak olacak, diğerleri batıl ve  geçersiz sayılacak öyle mi? 

 Eğer böyle ise inancı makbul  toplum içinde doğan kul, hiç sorgulamadan, gayret etmeden rastgele iman ettiği din onu cennete götürecek..."

Bu Allah'ın adaletine sığar mı? 

Böyle hüküm olur mu?  

Kimin nerede yaratılacağını takdir  eden Allah,  başka yerde şirk ve küfür içinde yarattığı kuluna "Niye sorgulamadın? diyecek, ama o kulunu burada dünyaya gönderseydi sorgulama zahmetine girmesine gerek kalmadan cennete koyup, cemalini!! gösterecek! 

Böyle bir adalet islam dininde değil, ancak sizin zulüm dolu karanlık dininizde olur. 

Madem ki bütün toplumlar bir inanca sahiptir.

Hem madem inançsız bir topluma rastlamak mümkün değildir. 

Hem madem kimin nerede hayata gözlerini açacağını sadece Allah takdir ediyor ve o mutlak bir adalete sahiptir. 

Öyleyse vahiy'den uzak olan bütün toplumların inancı aynı değere sahip olmalıdır. 

Çünkü dinleri birbirinden ayıran tek şey tevhid, onları birbirine eşitleyen tek şey şirktir. 

Adı ne olursa olsun bir dinde vahiy tek kaynak değilse o din kesinlikle şirk olacaktır. 

Yani bir dinde beşerin söz söyleme hakkı varsa o din islam dini değil, evliya ve ilâhların şirk dinidir. 

İçinde doğduğu ataların  dinine tâbi olanların tümü için Allah'ın hükmü şu şekildedir. 

"Onlara (müşriklere) Allah'ın indirdiğine tâbi olun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya ataları bir şey anlamamış doğruyu da bulamamış idiyseler? (Bakara- 170)

"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin" denildiği  vakit,  "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ya ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi? 

( Maide- 104)

Bu gerçek sadece Mekke'li müşrikler ya da diğer milletler için geçerli değildir. 

 Doğru inanç ve doğru hareket tarzı şöyledir. 

 Eğer "ataların dini" geçerli değilse, yani "sorgulamadığın din" geçerli olmuyorsa içinde bulunduğun toplumun sana sunduğu dini sorgulayacak bir akla ve kabiliyete  sahipsen, işte o zaman "Ben Müslüman olmayan herhangi bir ümmet içinde doğmuş olsaydım gene de müslüman olurdum" deme hakkın vardır. 

Doğuştan hiç kimse hidayet ve dalaletin içinde doğmaz, hidayet ve dalaletin kazanımı vahiy ile karşılaştıktan sonra elde edilir.   Toplumların kendilerini Hristiyan, Yahudi, Şii, Sünni ya da Müslüman! diye isimlendiriyor olmalarının hiç bir önemi yoktur. 

Bunların hiçbiri Allah tarafından indirilen hanif ve saf islam dini üzerinde değildir.

 Ne zaman kişi aklını kullanarak, vahyin ışığında, içinde bulunduğu 

atalar dinini sorgulamaya başlar, işte o zaman kendi imani  tercihini yapmaya başlamıştır. 

Din anlatma makamında olan hiç kimse atalarının dinine uyarak kendini kurtaramaz.

Hiç  kimse nerede, hangi toplumda, hangi dinden bir ailede doğarsa doğsun, hidayeti elde etme ve cennete girme  konusunda diğerlerine göre en küçük bir ayrıcalığa sahip değildir. 

Bunun aksini düşünmek ve o şekilde iman etmek kulları arasında mutlak âdil olan yüce Allah'ı  birilerine karşı kayırıcı ve şefaatçi  diğerleri içinde "mutlak âdil" olmamakla itham ve iftira etmektedirler ?

 Dünyanın her yerinde cennete ve cehenneme gidecek yollar eşit kılınmıştır. 

Rahman ve Rahim olan Allah kişiyi nerede yaratmış olursa olsun  herkesi eşit bir konumda imtihana tâbi tutmuştur. 

Bunu böyle bilmek ve bu şekilde iman etmek saf ve hanif dine tâbi olmanın  gereğidir. 

Hiç kimse içinde bulunduğu atalar  dininin dayatması olan inancı  aşmadan Allah'ın saf ve temiz dinine ulaşamaz.

Toplumların tamamının dini "ataların dini" olmanın ötesinde hiçbir değer ve hiç bir anlam ifade etmez.

Dolayısıyla Kur'an'a göre Yahudilik ve Hristiyanlık,  Şiilik ve  Sünnilik arasında inanç bakımından bir fark yoktur. 

Çünkü aynen Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinleri ve imanları taklide dayanıyor. 

Yahudilik, Hristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik Allah tarafından elçilere indirilen  İslam dini ile hiç bir bağlantıları yoktur.  

İşte bundan dolayı din ve imanları taklit olduğundan, ibadetlerinin ve mâbedlerinin de bir değeri olmayacaktır. 

Burada bilinmesi gereken önemli bir mesele ortaya çıkıyor. 

Uydurma dine mensup olan ümmiler, din âlimleri tarafından aldatılıp hidayet ve rahmet olan hanif islam dininden engelleniyorlar. 

Yani Kur'an'ı bilen biri, batıl ve şirk olan dinin ümmilerine kin gütmez ve aldatılan bu  kesime düşman olmaz. 

Yani aklı başında olan biri bu ümmilere sabır ve merhametle yaklaşır. 

Ancak bu ümmilerin herhangi bir cemaat ve tarikatla bağlantıları olmayacaktır. 

Bunlar Allah'ın kitabından uzaklaştırılmış ve rivayetlerle aldatılmışlardır. 

Kur'an, uydurma dinin ilim adamlarını vahyi gizledikleri için hedefe koymuştur. 

(Bakara-159; 174; Âli İmran-187)

 Kur'an, iki dinin (Yahudilik-Hristiyanlık) ruhbanlarını direk, iki dinin (Şiilik-Sünnilik) ruhbanlarını da dolaylı olarak kınar  

Bu dinin ümmilerini ilme, hikmete, aklı kullanmaya ve tefekkür etmeye davet etmeliyiz. 

İlim adamlarını ise Kur'an'da var olduğu gibi (Cuma-5; Âraf- 175, 176) en sert ve acımasız bir şekilde eleştiriye tâbi tutmalıyız.

 YAHUDİLİK, HRİSTİYANLIK, ŞİİLİK, SÜNNİLİK ve İSLAM 

"İnsanları sadece Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve ben "müslümanlardanım,  diyenden daha güzel sözlü kim vardır"

 (Fussilet-33) 

Aslında Allah tarafından vahiy yoluyla elçilere indirilen tek bir din vardır.

 Kur'an'ın ifadesi ile o din"İslam" dır.

(Âli İmran- 19, 85; Şura-13; Hac-78)

 İslam dini sadece Allah'a yani indirilen vahye teslim olmayı gerektirir.

İslam dininde beşeri kaynaklara yer yoktur.

Yüce Allah'ın Kur'an'daki emri şöyle tecelli etmiştir. 

"Ey iman edenler!  Allah'tan O'na yaraşır şekilde sorumluluk bilincine sahip olarak ve ancak Allah'a teslim olarak Müslümanlar (müslimun) olarak ölün"

(Âli İmran-102)

Dinde en önemli esas sadece  Allah'ın hükmüne yani vahye teslim olmak ve Müslüman olarak vefat etmektir. 

 Çünkü dinde ihlas, yani din Allah'a özgü kılınmadıkça ne hasenâtın  ne de sâlihâtın hiç bir anlamı yoktur. 

İşte bu yüzden Yüce Allah şöyle buyuruyor.

"İbrahim'in (hanif İslam) dininden kendini bilmez ahmaklardan başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz (azimuşşân) onu dünyada seçkin kıldık, şüphesiz o âhirette de salihlerdendir. Çünkü Rabbi ona:  sadece Allah'a teslim olarak müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. 

Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da;  Oğullarım: Allah sizin için bu dini (İslam'ı) seçti. O halde sadece Allah'a teslim olarak "müslimun" ölünüz" dediler.

( Bakara- 130, 131, 132)

 Kur'an'a baktığımızda inanç ve  ahlak açısından Yahudilik, Şiilik,  Hristiyanlık ve Sünniliğin  arasında önemli bir farkın  olmadığını görürüz. 

 Hatta küfür ve şirk, fazilet ve ahlak  bakımından  Şiiler ve Sünniler Kur'an'a Yahudi ve Hristiyanlardan daha uzaktırlar. 

Uydurma rivayet ve mezheplerinden sonra Şiilerin ve Sünnilerin  Kur'an'ın coğrafyasına ayak basmaları artık  mümkün değildir. 

 Şimdi Kur'an'da var olan Yahudi,  Hristiyan, Şii ve Sünni benzerliğine  bir bakalım.

"Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç kimse cennete giremeyecek" dediler. 

( Bakara- 111)

Yani Yahudi âlimlerine göre cennete sadece Yahudiler, Hristiyan âlimlere  göre de cennete sadece Hristiyanlar  gireceklerdir. 

Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarına  baktığımızda aynı inanç ve sözlerle ilgili yüzlerce uydurma hadis buluruz.

 Ehli Sünnet'e göre dört mezhepten   başka doğru yolda ve hak olan mezhep yoktur.

 Dolayısıyla diğerleri batıl bir yol  oldukları için silme cehenneme gireceklerdir. 

Şia'nın inancı da bundan farklı değildir.

Onların kaynaklarına göre Allah Resulü'nün yolunda olan ve mirasına sahip çıkanlar Şia'dan başkası değildir. 

 Ehl-i beyt medresesine bağlı olmayanların hepsi cehenneme gireceklerdir.

 Başka ne dediler.

 "Hepsi de kitabı (vahyi)  okumakta oldukları halde Yahudiler: Hrristiyanlar hidayet üzerinde değillerdir( onların dini bir şeye  yaramaz, batıldır) dediler. Hristiyanlar da: :Yahudiler hidayet üzerinde değillerdir" (onların dini bir şeye yaramaz, batıldır) dediler" (Bakara- 113)

 Yahudileri  ve Hristiyanları bir tarafa  bırakalım.

Şia ve Ehl-i Sünnet mezheplerine baktığımızda  birbirlerinin dini ile ilgili aynı şeyleri  söylediklerini görüyoruz.

Zaten birbirlerini rivayetlerine inanmamaları ve birbirlerinin  mezheplerine  iltifat etmemeleri, araştırmamaları, öğrenmek istememeri de bu gerçeği ortaya koymaktadır. 

Yani Yahudilik, Hıristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik dinleri arasında bir fark yoktur. 

Ancak şöyle bir fark vardır.

Şia ve Ehl-i Sünnet'in kaynakları yüzleri ve binleri aştığı için yolları  daha batıl ve daha yoğun bir şirk içindedir.  

Yahudilik, Hristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik hakkında Allah'ın hükmü şöyle tecelli etmiştir.

"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de  Hristiyanlar da (Şiiler de Sünniler de) asla senden razı olmayacaklardır. (Ey Nebi! De ki: Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir.  (Kur'an'dır) Sana gelen ilimden (Kur'an'dan) sonra onların hevalarına uyacak olursan (Ey Nebi! ) andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)

"İbrahim ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o Allah'ı bir tane hanif (saf)  bir müslüman idi. O müşriklerden olmadı"

(Âli İmran-67)

 Yukarıdaki âyetin güncellenmesi aynen şu şekildedir.

"Muhammed ne Şii, ne de Sünni idi; fakat o Allah'ı  bir tanıyan hanif(saf) bir müslüman idi. O müşriklerden  olmadı"

 Yani sadece Allah'ın indirdiği vahye tâbi oldu, onu tebliğ etti ve onu yaşadı o hiçbir zaman beşeri kaynaklara teslim olmadı, beşeri kaynakların  hidayet edici olduğuna iman etmedi.

 (Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hristiyan olun ki, hidayeti bulasınız,  dediler. De ki: Hayır! Biz, hanif (saf müslüman olan) İbrahim'in dinine uyarız. O, asla müşriklerden olmadı"

"Biz, Allah'a ve  bize indirilene,  İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlara indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri 

 tarafından diğer nebilere verilenlere onlardan hiçbir arasında fark gözetmeksizin inandık ve sadece Allah'a teslim olduk" deyin.  Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık için düşmüş olurlar.  Onlara karşı Allah sana yeter. O  işitendir, bilendir"

 Allah'ın verdiği renk ile boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir. Biz ancak O'na kulluk ederiz" (deyin)

(Bakara- 136, 137, 138)

Demek oluyor ki, dinin hak ve hidayet olması için Allah tarafından vahiy alan Nebi ve Resellerin üzerine indirilmesi gerekiyor. 

Hatta  taş ve mermerden inşa edilmiş antika  bir yapıya sentetik bir boya vurulamayacağı gibi, Allah tarafından indirilen orijinal ve organik dine dahi en ufak beşeri bir söz ve inanç vurulamaz.  

Sonuç olarak: 

"Yahudiler ve Hristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: Öyleyse  günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor! Doğrusu siz de O'nun yarattığı beşerlerdensiniz. O dileyeni  bağışlar ve dileyeni azap eder. Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak onadır"

 (Maide- 18)

Yahudiler ve Hristiyanlar böyle söylüyordu ama tarihlerinde de çekmedikleri zillet ve ıstırap da kalmadı. 

Düşmanları tarafından kendilerine her türlü zulüm ve katliam uygulandı. 

Aynen Yahudi ve Hristiyanlar gibi Şiiler ve Sünniler de Allah katında kendilerinin makbul kullar olduklarını iddia ediyorlar ama düşmanları tarafından kendilerine her türlü zulüm, katliam, sürgün ve işkence yapılıyor. 

 Ey Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri! Madem Allah katında makbul bir konuma sahipsiniz, neden cehennemin mutfağında yaşamaya mahkum olmuşsunuz.

 KUR'AN'SIZ DİN 

(13.YAZI)

Diyanet İşleri Başkanlığına soruluyor. 

 Ashab'ı kiramın, Hz Peygamber (sav) in  abdest suyu,  saçları ve hırkası ile teberrük ettikleri doğru mudur?

 Cevap:

 "....Asrı saadette! sahabenin Hz. Peygamber (s.a.v)e  olan teveccühlerinde  zaman zaman aşırıya gittiklerini ifade eden örnekler bulmak mümkündür.

 İlk bakışta bu durumu sahabenin saygıdaki itidal hassasiyetiyle çeliştiği düşünebilir.

 Örneğin, bazı  sahabiler Hz. Peygamber(s.a.v) in abdest aldığı suya dokunmaktan ya da o suyu yüzlerine  sürmekten manevi bir haz duyarken,  bazıları da hırkası ve saçının bir teli gibi ona ait bir unsuru muhafaza ederek onun manevi hatırasını canlı tutmanın gayreti içerisine girmişlerdir"

( Sorularla İslam- sayfa, 58)

 Aslında Diyanet'in din anlayışı ile fetö'nün veya cübbeli Ahmed'in din anlayışı arasında bir fark yoktur.

Onun için Türkiye Cumhuriyeti Devleti  fetö tipi terör örgütleri ile mücadelede başarılı olamaz.

 Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti fetö'ye karşı hukuken bu savaşı kazansa da din ve algı olarak kaybetmeye mahkumdur.

 Çünkü  Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din anlayışı ile  fetö'nün din anlayışı arasında bir fark bulunmamaktadır.

Anlayacağınız bu millet fetö'nün uydurma dini ile  Diyanet'in Ehl-i Sünnet dini arasında sıkışıp kalmış bir durumdadır.

Uydurma dinin ilahiyatçıları da Kur'an'a karşı sırt dönerek kendi bataklıklarında boğulup  gitmektedirler.

Diyanet'in  uydurma Ehli Sünnet  rivayetlerini aktarmaya devam edelim.

Diyanet İşleri Bakanlığı şöyle devam ediyor.

"Yine Enes bin Malik'in annesi Ümmü Süleym, Allah Resulü'nün evlerinde asılı duran tulumdan su içtiğini görünce onun mübarek ağzının dokunduğu yeri kesip saklamıştır"

(Sorularla İslam- s, 59)

 Halbuki Allah Resulü  kendisine indirilen vahiy dışında bizim gibi bir beşer olduğu ile alakalı bir çok ayet vardır.

"De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.

(Şu var ki) bana ilahınızın sadece bir tek ilah olduğu vahiyediliyor.

Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa ameli salih işlesin  ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"

( Kehf- 110)

"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilahınız bir tek ilah olduğu vahiyediliyor. Artık O'na yönelin o'ndan mağfiret dileyin müşriklerin vay haline"

(Fussilet- 6)

Dolayısıyla elçilik misyonu dışında Allah Resulü'nün hiçbir azası veya elbisesi kutsal değildir.

 Yani onu özel kılan şey kendisine indirilen vahiy'den başka bir şey değildir.

 Allah Resulü Muhammed (a.s) diğer elçiler gibi  değerini sadece kendisine indirilen vahiy'den almaktadır.

 Muhammed (a.s) ın  elbisesi ile diğer insanların elbisesi arasında bir fark olmadığı gibi, onun  saçının ve sakalının da diğer insanların saç ve sakalından hiç bir üstünlüğü yoktur.

Fakat  Kur'an, ilim, aklı kullanma, tefekkür ve sorgulama düşmanı Diyanet ve  cemaatler bu gerçekleri nereden bilsinler?

Diyanet İşleri Başkanlığı, cemaat ve tarikatlar  atalarından kendilerine intikal eden  taklidi bir imana sahiptirler.

Atalardan intikal eden taklidi imana Allah değer vermez.

Taklidi iman değerli olmayınca, ona bağlı olan ibadetler de Allah'ın indinde geçerli olmazlar.

 Dolayısıyla Diyanet'in  yürüttüğü dini hizmetlerin  Allah katında hiçbir değeri yoktur. 

 Yani Diyanet'in yaptırdığı Hac, Umre, Kur'an kursları, yurt ve cami  gibi faaliyetlerin  hepsi israf ve servet kaybıdır. 

Sorularla İslam adlı eserinde diyanet  diyor ki:

"Aynı şekilde Mescid-i Haram'ın ikinci müezzini Ebu Mahzura,  Allah'ın elçisi başını okşayıp kendisini Mekke'ye müezzin tayin ettikten  sonra ölünceye kadar perçemindeki saçları sırf onun (s.a.v)  elleri değdi diye tıraş etmemiştir"

( Ahmet Bin Hanbel- Müsned 3. 408 )

(a.g.e- s. 59)

Aynı şekilde "Rasulullah (s.a.v) in eli  dokunmuştur" diye hocası Enes Bin Malik'e "ver elini öpeyim" diyen Basra'lı  büyük muhaddis Sâbit b. Eslem el-Bunânin'nin de aynı manevi haz peşinde olduğunu tahmin etmek güç değildir.

 (Sorularla İslam- s,59)

 Diyanet İşleri Başkanlığı o kadar Kur'an ve siyer cahili bir kurum ki,  bu söyledikleri uydurma  rivayetlerle "ashabın, Kur'an'ı ve Allah Resulü'nü  anlamadığını" göstermeye çalışmaktadır.

 Halbuki sahabi Allah Resulü'nün  eşyalarını ve beşeri özelliklerini asla kutsallaştırma yoluna gitmemiş böyle şeylere hiçbir zaman değer vermemiştir.

 Bakınız Kur'an cahili Diyanet İşleri Başkanlığı  ne diyor?

"Hadis siyer ve megazi kitaplarında bu sevgi ve saygının tezahürü olarak Hz. Peygamber (s.a.v) in zâtı ve eşyası ile teberrük  etmeye dair birçok örnek olay anlatılır"

(Teberrük: Maddi ve manevi bereket arzulama anlamına gelir)

 Kaynaklarımızda yer alan rivayetlerden öğrendiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v)in abdest suyu, hırkası  ve saçının teli ile teberrükte  bulunma meselesi ashabın çoğunluğu ile alakalı olmayan,  azınlıkta kalan bazı sahabilerin şahsi tavırları olarak telakki  edilmelidir"

 (a.g.e-s 59)

Ey diyanet! Bu yalan ve iftiraların  hesabının sorulacağı gün mutlaka gelecektir.

19 Ağustos 2020 Çarşamba

 HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR? 

(21. YAZI )

Allah'ın elçileri yeni bir din ortaya koymak için değil, tahrif olmuş tevhid dinini indirilen vahiy'le ıslah etmek için gönderilmişlerdir. 

Elçiler devlet kurmak, devletin kurumlarını ele geçirmek, güç elde etmek, güçlü olmak için değil, sadece ve sadece hanif islam dinini  onarmak, güzel ahlakı yerleştirmek, insanların onurlu bir hayat geçirmelerini sağlamak için gönderilmışlerdir.

İnsanlık tarihinde tüm vahiy ehli muvahhidlerin görevi de sadece  bu olmuştur. 

Kur'an'ın anlattığı din, insanların daha rahat yaşayabileceği, daha rahat uygulayabileceği, binlerce hurafe ve zorlamalardan arınmış daha çok sevgi ve tolerans dolu bir hayattır. 

Allah Resulü'nün görevi zaten böyle bir hayatı  ortaya koymak içindir. 

"... İşte o elçi onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkor, onlara temiz şeyleri helal, kötü şeyleri haram kılar, ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir..."

(Araf- 157)  

Dolayısıyla bize düşen görev, kendi şahsi görüşlerini ve geleneklerini dine fatura edenlere karşı Kur'an'ın ilmiyle son vermektir.

Yani Allah ve Resülü'ne iftira olan atalar dinine karşı Kur'an ile mücadele etmektir. 

 Böylece insanla çelişik hale getirilen din insanla barışık, fıtri bir hale gelecektir. 

 Çözüm yolu dinde reform değil, Kur'an'a  uygunluğu ve dönüşü hayata geçirmektir.

Uydurulan sahte kutsalları ve Kur'an dışındaki tartışılmazları reddetmektir. 

Türkiye açısından olaya bakıldığında Sünni ağırlıkta olan Diyanet İşleri Bakanlığı'nın  Kur'an'ın önderliğinde yeniden düzenlenmesi veya tümden  kaldırılması gerekir. 

Ne yazıktır ki toplumda oluşan  sorunlara evrensel hüküm kaynağı olan Kur'an'a dayanarak değil de, uydurulmuş Sünni fıkhına, mezheplerin dinine dayanarak cevap veren diyanete göre hurafe deyince akla türbelere bez bağlamak, yada türbelerde mum yakmak gibi son derece basit  şeyler geliyor. 

Dini konularda görüş sorulduğunda  uydurma kaynaklara gönderme yapan Diyanet'in Kur'an'a dönüş yapması imkansızdır. 

Diyanet'in içinde yıllarca görev yapmış  birisi olarak, Diyanet'in bunu başarmasının mümkün olmadığına birkaç madde ile değinmek isterim.

1-) İlmi seviyesinin çok düşük olması 

2-) Özgür düşüncenin ve fikir hürriyetinin olmaması 

3-) Gelenekçi tepkilerden korku 4- )Kur'an'ın kendi bütünlüğü içinde bilinmemesi 

5-) Makam ve mevkiye Kur'an'dan  daha çok değer verilmesi. 

6) İktidarı meydana getiren halkın çoğunluğunun gelenekçi ve muhafazakar olması 

7-) Kur'an'a gereken değerin verilmemesi. 

8-) En önemlisi Nebi ile Resul kavramlarının hangi anlama geldiğinin bilinmemesi. 

Bu gibi sebeplerden dolayı  Diyanet'in bu millete doğruları söylemesi ve hatasını itiraf etmesi mümkün değildir.  

Soma maden faciasında hayatını kaybeden 301 madencinin ruhları için hatimler indirilmiş, Yasin süresini okumak da Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmeze düşmüştür. 

Yani anlayacağınız Diyanet  Başkanı Mehmet Görmez ölülere Kur'an okunamayacağını bilmiyor, veya bile bile hakkı gizliyor. 

 Diyanet'in binlerce Kur'an kursundan bir tane  Kur'an alimi yetişmemiştir. 

Diyanet'in "Kuran'daki İslam" adlı bir eseri yoktur. 

Buna karşılık çok lüks basılmış her cildi 660 sahifeden oluşan tam yedi ciltlik bir "Hadislerle İslam" eseri mevcuttur. 

Tam bir cehalet abidesi olan bu eserin birinci cildinde,

"En Sevgiliye iltica" bölümünde şu ibareler mevcuttur. 

Ümmetin alimleri mübarek siretini, sünnetini ve hadislerini sonraki nesillere aktarmak için hayatlarını vakfetti, müsnedler, sünenler, camiler, mucemler ve musannefler, senin hadislerini bir araya getirdi. Siyerler ve megaziler, senin örnek hayatını bize tarif etti. 

Delail Şemail ve hilyeler, senin vasıflarını bize anlattı. 

Naatlar, kasideler, mevlütler sana olan Aşkımızı sevgimizi dile getirdi. Nice telif ve tasnifler hep seni anlatmak için imla edildi. 

Sana gül terennumunde besteler yapıldı.

 İlahiler söylendi, divanlar dolduruldu. 

Mesnevilere senin adınla başlandı. Hattatlar en güzel tablolarına senin adını nakşetti. 

Neye baksak senden bir iz bulduk, ey Nebi!

 Ne yöne dönersek seni gördük ey Nebi!"

( C.1- Sayfa, 24 ) 

 Daha bunun gibi daha birçok hurafe  sıralanmış gidiyor. 

Bu eserin bilim kurulu başta Profesör Mehmet görmez olmak üzere 5 Prof, editörler 6 Prof, 8 Prof son okuma heyeti, Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan geçmiş ve beş baskı yapmış. 

Basım tarihi Ankara 2103 

Yani anlayacağınız kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkür adına Diyanetten hayırlı bir hizmet ve aklı başında bir çalışma beklemeyin. 

Peki bütün bu Prof lar Kur'an'ın Allah Resulünü  en güzel şekilde anlattığını bilmiyorlar mı ki, Kur'an'dan başka bütün uydurma eserleri dile getirmiş sadece Allah'ın kitabını es geçmişlerdir. 

Son vahyin sahibinin diğer Elçilerden daha  üstün olduğuna dâir Kur'an'dan bir delil getirilebilir mi? 

Bu Kur an cahilliğinin bir özrü bulunabilirmi?

"Resulüm! Biz seni ancak insanlara rahmet olarak gönderdik" 

(Enbiya- 107 ) âyetinde bulunan "âlemlerden" maksadın insanlar olduğunu, Diyanet Kurumu'nun gelenekçi sünni cahilleri nereden bilsin? 

Allah'ın tüm Resulleri  gönderildiği kavimlere vahiy sayesinde  rahmettirler.

 KUR'AN'SIZ DİN 

(13.YAZI)

Diyanet İşleri Başkanlığına soruluyor. 

 Ashab'ı kiramın, Hz Peygamber (sav) in  abdest suyu,  saçları ve hırkası ile teberrük ettikleri doğru mudur?

 Cevap:

 "....Asrı saadette! sahabenin Hz. Peygamber (s.a.v)e  olan teveccühlerinde  zaman zaman aşırıya gittiklerini ifade eden örnekler bulmak mümkündür.

 İlk bakışta bu durumu sahabenin saygıdaki itidal hassasiyetiyle çeliştiği düşünebilir.

 Örneğin, bazı  sahabiler Hz. Peygamber(s.a.v) in abdest aldığı suya dokunmaktan ya da o suyu yüzlerine  sürmekten manevi bir haz duyarken,  bazıları da hırkası ve saçının bir teli gibi ona ait bir unsuru muhafaza ederek onun manevi hatırasını canlı tutmanın gayreti içerisine girmişlerdir"

( Sorularla İslam- sayfa, 58)

 Aslında Diyanet'in din anlayışı ile fetö'nün veya cübbeli Ahmed'in din anlayışı arasında bir fark yoktur.

Onun için Türkiye Cumhuriyeti Devleti  fetö tipi terör örgütleri ile mücadelede başarılı olamaz.

 Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti fetö'ye karşı hukuken bu savaşı kazansa da din ve algı olarak kaybetmeye mahkumdur.

 Çünkü  Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din anlayışı ile  fetö'nün din anlayışı arasında bir fark bulunmamaktadır.

Anlayacağınız bu millet fetö'nün uydurma dini ile  Diyanet'in Ehl-i Sünnet dini arasında sıkışıp kalmış bir durumdadır.

Uydurma dinin ilahiyatçıları da Kur'an'a karşı sırt dönerek kendi bataklıklarında boğulup  gitmektedirler.

Diyanet'in  uydurma Ehli Sünnet  rivayetlerini aktarmaya devam edelim.

Diyanet İşleri Bakanlığı şöyle devam ediyor.

"Yine Enes bin Malik'in annesi Ümmü Süleym, Allah Resulü'nün evlerinde asılı duran tulumdan su içtiğini görünce onun mübarek ağzının dokunduğu yeri kesip saklamıştır"

(Sorularla İslam- s, 59)

 Halbuki Allah Resulü  kendisine indirilen vahiy dışında bizim gibi bir beşer olduğu ile alakalı bir çok ayet vardır.

"De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.

(Şu var ki) bana ilahınızın sadece bir tek ilah olduğu vahiyediliyor.

Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa ameli salih işlesin  ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"

( Kehf- 110)

"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilahınız bir tek ilah olduğu vahiyediliyor. Artık O'na yönelin o'ndan mağfiret dileyin müşriklerin vay haline"

(Fussilet- 6)

Dolayısıyla elçilik misyonu dışında Allah Resulü'nün hiçbir azası veya elbisesi kutsal değildir.

 Yani onu özel kılan şey kendisine indirilen vahiy'den başka bir şey değildir.

 Allah Resulü Muhammed (a.s) diğer elçiler gibi  değerini sadece kendisine indirilen vahiy'den almaktadır.

 Muhammed (a.s) ın  elbisesi ile diğer insanların elbisesi arasında bir fark olmadığı gibi, onun  saçının ve sakalının da diğer insanların saç ve sakalından hiç bir üstünlüğü yoktur.

Fakat  Kur'an, ilim, aklı kullanma, tefekkür ve sorgulama düşmanı Diyanet ve  cemaatler bu gerçekleri nereden bilsinler?

Diyanet İşleri Başkanlığı, cemaat ve tarikatlar  atalarından kendilerine intikal eden  taklidi bir imana sahiptirler.

Atalardan intikal eden taklidi imana Allah değer vermez.

Taklidi iman değerli olmayınca, ona bağlı olan ibadetler de Allah'ın indinde geçerli olmazlar.

 Dolayısıyla Diyanet'in  yürüttüğü dini hizmetlerin  Allah katında hiçbir değeri yoktur. 

 Yani Diyanet'in yaptırdığı Hac, Umre, Kur'an kursları, yurt ve cami  gibi faaliyetlerin  hepsi israf ve servet kaybıdır. 

Sorularla İslam adlı eserinde diyanet  diyor ki:

"Aynı şekilde Mescid-i Haram'ın ikinci müezzini Ebu Mahzura,  Allah'ın elçisi başını okşayıp kendisini Mekke'ye müezzin tayin ettikten  sonra ölünceye kadar perçemindeki saçları sırf onun (s.a.v)  elleri değdi diye tıraş etmemiştir"

( Ahmet Bin Hanbel- Müsned 3. 408 )

(a.g.e- s. 59)

Aynı şekilde "Rasulullah (s.a.v) in eli  dokunmuştur" diye hocası Enes Bin Malik'e "ver elini öpeyim" diyen Basra'lı  büyük muhaddis Sâbit b. Eslem el-Bunânin'nin de aynı manevi haz peşinde olduğunu tahmin etmek güç değildir.

 (Sorularla İslam- s,59)

 Diyanet İşleri Başkanlığı o kadar Kur'an ve siyer cahili bir kurum ki,  bu söyledikleri uydurma  rivayetlerle "ashabın, Kur'an'ı ve Allah Resulü'nü  anlamadığını" göstermeye çalışmaktadır.

 Halbuki sahabi Allah Resulü'nün  eşyalarını ve beşeri özelliklerini asla kutsallaştırma yoluna gitmemiş böyle şeylere hiçbir zaman değer vermemiştir.

 Bakınız Kur'an cahili Diyanet İşleri Başkanlığı  ne diyor?

"Hadis siyer ve megazi kitaplarında bu sevgi ve saygının tezahürü olarak Hz. Peygamber (s.a.v) in zâtı ve eşyası ile teberrük  etmeye dair birçok örnek olay anlatılır"

(Teberrük: Maddi ve manevi bereket arzulama anlamına gelir)

 Kaynaklarımızda yer alan rivayetlerden öğrendiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v)in abdest suyu, hırkası  ve saçının teli ile teberrükte  bulunma meselesi ashabın çoğunluğu ile alakalı olmayan,  azınlıkta kalan bazı sahabilerin şahsi tavırları olarak telakki  edilmelidir"

 (a.g.e-s 59)

Ey diyanet! Bu yalan ve iftiraların  hesabının sorulacağı gün mutlaka gelecektir.

17 Ağustos 2020 Pazartesi

 "HASENÂT" İLE "SÂLİHÂT" KAVRAMLARININ ARASINDA BULUNAN FARKLAR:

Şia ve Ehl'i Sünnet muhaddis ve müctehidleri rivayet ve icihadları ile Kur'an'da var olan bir çok kavramın anlamını tahrif etmişlerdir. 

"Nebi, Resul, ihlas, tekzib, ümmet, millet, cehalet, küfür, İslam kavramları örnek olarak gösterilebilir. 

Kur’an’da aşağı yukarı 1600 kadar kavram bulunur.

 “hasenat” ve “salihât” da,  Kur'an'da bir çok yerde yer alan önemli iki kavramdır. 

"Hasenât" ile "Sâlihât" arasında önemli farklar vardır. 

Arapça'da "Hasenât" 'hasen' in "güzel'in çoğuludur. 

Yani "iyilikler" ve "güzellikler" demektir. 

"Hasenât"ın zıttı "seyyiât’tır. 

Arapça'da "Seyyiât" 'seyyi'inin "kötü" nün çoğuludur.  

Yani “kötülükler” ve "çirkinlikler"  demektir.

Kur'an'da geçen "sâlihât" sözcüğü  “sâlih ameller, dışa doğru yani başkalarına karşı yapılacak ıslah edici iyilikler, güzellikler” demektir. 

"Sâlihât" kavramının türetildiği "sulh" kökü, “başkaları arasında güven ve  barışı sağlamak” anlamına gelmektedir. 

 Yani insanın kendi dışında kalan canlı ve cansız varlıklara yönelik bir iyilik ve barış hareketini yani bir iyileştirme faaliyetlerini ifade etmektedir. 

"Islâh, “düzeltme, iyileştirme, imar etme, onarma, güzelleştirme” demektir. 

Bu da insanın kendi dışında kalan varlıklara yaptığı iyilikler  ve hayırlı hizmetler anlamına geliyor. 

 "Sâlih amel"  (el-‘amelu’s-sâlih) olarak Kur’an’da altı yerde tek başına, elli altı âyette ise iman ile birlikte geçer 

"Hasenât" kavramı ise, sonuçları itibariyle "kişinin kendisine yönelik olarak yaptığı iyilikler ve güzellikler" demektir. 

"Sâlihât" başkalarını da kuşatan ıslah ve imar  hareketi olurken, "hasenât" ise, sonucu sadece onu işleyene dönük iyiliklerdir. 

"Sâlihât" şahsıyla birlikte başkalarını da iyi etmek için çalışmak, "hasenât" ise "insanın kendisini imar etmesi, iyileştirmesi ve güzelleştirmesi" anlamına gelmektedir. 

"Sâlihât, göklerde ve yerde olan bütün yaratılmışlar için bir ıslah etme faaliyetidir. 

Islah çalışması,  insanın  kendisine iyilik talebinden daha öncelikli bir değere sahiptir. 

Bundan dolayı "hasenât'a "on sevap" verilirken, (En'am-160) "salihât'a "sınırsız bir sevap" öngörülmüştür. (Tin-6) 

Çünkü "ıslah" çalışması evrensel, hak talebi ise tarihsel ve  bireysel bir  özelliğe sahiptir. 

"Sâlihât’ı hasenât’tan ayıran en önemli özellik, insanın kendi ölümünden sonra “geriye neyin kalacağı” sorusudur.

 Kur’an’da insanın kendi ölümünden sonra geriye "hasenât"ının  kalacağını söyleyen bir âyete rastlanmaz. 

Fakat geriye "sâlihât"ının  kalacağını söyleyen âyetler mevcuttur. 

“Mal ve çocuklar dünya hayatının geçici süsüdürler. Baki kalacak olan "sâlihât, Rabbinin katında sevapça ve umutlanma açısından daha hayırlıdır” 

(Kehf-46).

“Baki kalacak olan "sâlihât"tır. Bu, Rabbinin katında sevapça daha hayırlı ve kazanç bakımından daha üstündür.”

 (Meryem- 76)

Dolayısıyla insan "hasenât"tan daha önemli olan "salihât'a yönelmesi yani sadece kendini değil, tüm varlıkların iyiliği için çalışması Allah'ın indinde en makbul olan bir ameldir. 

Onlarca âyette "Hasenât"ın değil de, "sâlihât"ın iman ile birlikte geçmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. 

Sanki "sâlihât" olmadan, sadece "hasenât" ile  imanın sahih  olmayacağı vurgulanıyor.  

Yani insan Allah katında iyi ve hayırlı bir kul olmak istiyorsa "hasenât" tan daha fazla "sâlihât" yapmaya öncelik vermelidir.  

"Sâlihât" yani "ameli sâlih"ten neyi anlamalıyız? 

Toplumu taklit ve  cehalete sürükleyen, toplumu fakir kılan, ümmeti huzursuz eden, güvenliğini tehdit eden, ahlaki erozyona sürükleyen her türlü batıl inanç ve fikirlere karşı mücadele etme önemi bir "salihat"tır. 

İşsizliği azaltmak için yatırım yapma, açları doyurma, 

çıplağı giydirme, borç içinde olanlara infak yapma, hasta ve zor durumda olanlara yardımcı olma, 

meşru olan hizmet kurumlarına destek çıkma,  

hastalıklarla mücadele için uzman yetiştirme, sağlık merkezleri kurma, 

aşı ve ilaç geliştirme, hayatı kolaylaştırma, sanayileşme ve insanlığa faydalı ürünler üretme için bilim ve teknoloji geliştirme,  ekolojik dengeyi korumak için çaba gösterme, 

geri dönüşüm tesisleri kurup tasarrufa katkıda bulunma, israfı önleme, 

suç unsurları ile mücadele etme, aklaki çürüme ile mücadele etme, kamuya ait yer ve mekanları temiz tutma, çevreyi ve doğal dengeyi koruma, 

 insanların akletme ve sağlıklı düşünme becerilerini işletmesine katkıda bulunma, adaletle hükmetme, 

istişare ile hareket ederek şeffaf ve dürüst bir yönetim anlayışı ile hareket etme, çocukları sağlıklı bir şekilde yetiştirip terbiye etme, aile kurumunu ve gençliği kurtarıcı etkinlikler yapma , eğitim kurumları açmak,  toplumun sorunlarının çözümü için Allah tarafından indirilen vahye uygun projeler geliştirme birer "sâlihât" tır.

Şia ve Ehl'i Sünnet âlimleri "sâlihât" ve "hasenât" ın anlamını bilmediklerinden dolayı bir kaç vakıf haricinde dinlerini  "hasenât"ın üzerine bina ederek, "sâlihât"ı terk etmişlerdir. 

Sonuç olarak "sâlihât" yapma, bir mü'minin en vazgeçilmez ahlakı olmalıdır.

15 Ağustos 2020 Cumartesi

 İNCE AYAR HASSAS DENGE 

Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor. 

"Onlar hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı"

(Nisa- 82)

 Allah'ın varlığını ve birliğini iki şey ispat eder.

1-) Göklerde ve yeryüzünde var olan ince ayar ve hassas denge.

 2-) Allah tarafından elçilere indirilen  vahiy.  

Göklerde ve yeryüzünde bulunan görsel âyetlere baktığımızda ince bir ayarın ve hassas bir dengenin  olduğunu görürüz. 

"Onlar göklerin ve yerin hükümranlığına,  Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze iman edecekler"

"Âraf-185)

 Mesela: Modern bilim gezegenlerin, yıldızların hacimlerini, kütlelerini, aralarındaki uzaklıkları ve karşılıklı çekim güçlerini belirlemiştir. 

 Bu sayede bilginler henüz görmedikleri yıldızların yerlerini  doğru olarak tespit edebilmişlerdir.  Çünkü evrene egemen olan uyum prensibi söz konusu yıldız'ın  bilginlerın hesabına göre saptanan  yerde olması gerekiyor. 

 Sonradan o yıldız'ın gerçekten hesap yolu ile  saptadıkları yerde olduğunu görmüşlerdir.

 Bu uyumluluk prensibi bilim adamlarının gözledikleri yıldızların  hareketlerine  ilişkin belli veriler açıklamakta ve sonra da onların varsayımlarının  doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. 

 Bu varsayımların doğruluklarının  meydana çıkması gök cisimlerinin  uzay boşluğuna son derece ölçülü ve planlanmış oranlara dayalı  olarak üstün bir akıl ile dağılmış olduklarını gösterir.  

Bu oranların zaman içinde ne değişmeleri ve ne de bozulmaları söz konusudur. 

Çünkü Allah tarafından göklerde ve yerde sürekli hareket halinde, akan bir nehir gibi yepyeni bir yaşam döngüsü meydana  getiriliyor. 

"Göklerde ve yerde bulunan her şey O'ndan ister (sürekli bir ihtiyaç ve yenilenme peşindedir) O her an yaratma halindedir"

(Rahman-29)

"Biz, her şeyi belli bir ölçüye (kader)  göre yarattık"

(Kamer-49)

 Modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer kürede  hâkim olan uyumu, yüce Allah'ın planı uyarınca bu gezegeni belirli bir "hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasında ahengi de keşfetmiştir.  

Öyle ki, bu şartlar arasındaki  oranlardan herhangi birinin bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer ya da daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz.

 Şu yer yüzünün hacmini, kütlesini, güneşten uzaklığını, güneşin ısı derecesini, dünya ekseni arasındaki açısal değerini, dünyanın kendi çevresindeki ve güneş etrafındaki dönüş hızını, ay'ın dünya'dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, dünya üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını, yağmurun kimyasal özelliğini ve canlı varlıklarla olan uyumunu, göklerde ve yerde olan her şeyin insanın fizyolojik ve psikolojik durumu ile uyumunu  bir arada düşünelim.

 Bunlara burada sayılamayacak  binlerce olguyu da ekleyelim.

 Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır.

 Eğer bu oranlardan bir teki  bile bozulsa bütün dengeler alt- olur ve  bu dengesizlik, yeryüzünde süren "hayat" olayının  sona ermesini kaçınılmaz kılar. 

Yine modern bilim,  hayatı düzenleyen çok sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar  arasında ve bu şartların kendileri arasında var olan uyumu  keşfetmiştir.

 Öyle ki, bu bilgiler, ademoğluna  yukarıdaki kısa âyetin(Kamer-49) vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkanı sağlamıştır.

Bu bulgulardan öğrendiğmize göre gerek doğal ortamda ve gerekse canlıların yapısında hayatı ve var olmayı sağlayan faktörler ile ölüme ve yok olmaya yol açan faktörler arasında sürekli korunan ince bir ayar ve hassas bir denge var edilmiştir. 

 Bu ince ayar ve hassas denge hayatın doğuşunu, varlığını ve devamını sağlayacak oranda korunur. 

 Fakat canlılık olayının  herhangi bir zaman dilimindeki canlıların çoğalma ve beslenme şartlarının  sınırlarını aşacak derecede yayılmasına da meydan verilmez,  yani canlılığın yayılması belli bir  sınırda durdurulur.

İşte aynen bunun gibi Kur'an'da var olan kavramlar arasında da  bir uyum ve denge yani belli bir ölçü mevcuttur. 

 Kur'an'da bulunan aşağı yukarı 1600 kavramın da mükemmel bir ayar ve muhteşem bir düzen neticesinde üstün bir akıl tarafından  yerleştirildiğini görüyoruz. 

 Mesela: Kur'an'da var olan Allah'ın  isim ve sıfatları başta olmak üzere Nebi, Resul, itaat, ittiba, küfür, tekzip, istihza  (alaya alma) şikak, tebyin, tasrif, tafsil, tefsir, mübin,İslam, din, ütü-l kiteb, ehli kitab,  ümmet, millet, aziz, kerim, hak, hakem, salihat, hasenat, cehalet  gibi yüzlerce kavram  muhteşem bir sistem dahilinde âyetlere yarleştirilmiştir.

Mesela: "tebyin" (açıklama-duyurma-ilan etme-gizlememe) kavramı Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılırken, tasrif, (sindire sindire etraflıca ortaya koyma)  tafsil, ( detaylandırma, insan anlayış ve kavrayışına  göre çözme)  tefsir, (iyice açığa çıkarma) kavramları sadece Allah bağlamında kullanmıştır.

 Mesela: "ümmet" kavramı, aynı zamanda ve coğrafyada yaşayan aynı kültür ve geleneğe  sahip olan insanlar(vatandaşlar) ve hayvanlar için kullanılırken,  "millet" kavramı insanlık tarihinde ister şirk, ister islam olsun aynı inancı paylaşan insanlar için kullanılmıştır. 

Ve bu gerçeği bugün kasıtlı olarak manası bozulan ama metni korunan Kur'an sayesinde öğreniyoruz. 

Kur'an'da bulunan yüzlerce kavram 1400 yıl önce  nasıl böyle mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş, nasıl kusursuz bir  sistem uygulanmıştır.

 Bunun arkasında ilahi bir güç, üstün bir akıl, sonsuz bir ilim ve irade olmazsa, bu sistemin kurulması ve bu uyumun sağlanması mümkün olur muydu?

 Mesela: "Nebi" yani "nübüvvet" kavramı, vahiy alan kişinin tüm hayatını kapsarken, "Resul" kavramı, Allah tarafından indirilen vahyin  muhataplara ulaştırılmasını ifade ediyor.

 İşte bu yüzden "itaat, isyan, küfür,  şikak, tekzib, kitab-ı okuma, aziz, rahmet, hidayet,  kerim, davet, icabet, nur, tebliğ, helal ve haram kılma, resul gönderilmeden azap etmeme,  hakem  gibi birçok kavram tarihsel olan Nebi bağlamında değil,  evrensel olan Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır.

 Eğer bu mana sisteminin arkasında sonsuz bir kudret ve sonsuz bir ilim olmasaydı böyle bir düzenin ve  dengenin kurulması asla mümkün olmayacaktı. 

Şia ve Ehl-i Sünnet Kur'an'da var olan kavramların manalarını bozdukları halde bugün gerçek manalarına ulaşıyorsak, 

1-) Kur'an metninin korunduğunu. 

2-) Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kur'an'ın manasını tahrif ettiklerini ve Kur'an'ı anlamadıklarını, ictihadlarının Kur'an'a dayanmadığını yani mezheplerinin batıl olduğunu. 

3-) Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyenlerin ve üzerinde araştırma yapanların onu anlayacağını gösteriyor.