1 Ocak 2021 Cuma

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(11. YAZI)

Kur'an'ın yanına sünnet adı altında uydurma rivayetlerin de dini delil olarak konulması yani hanif İslam'a karşı Şiilik ve Sünnilik inancı  asırlardan beri aralıksız ve katı bir şekilde hakimiyetini  devam ettirmektedir.

 Emevi ve Abbasi devletleriyle başlayan süreçte ilim sahibi olmadan iman sahibi olmanın yüceltilmesi ve aklın  itibarsızlaştırılması iman eden ümmi insanlara  çok pahalıya mal olmuştur.

İşin başlangıcında rivayetçiler sadece  hadisçilerden oluşmakta iken siyasetin yönlendirmesi ile  bu kervana fıkıhçılar da  katılmıştır.

Uydurma dinin tarihine baktığımızda rivayeçilerin dört sınıfa ayrıldığını görüyoruz.

1-) Allah Resulü'nden direk olarak  rivayet eden hadisçiler.

Bunlar, Resülüllâhın  ölümünden sonra Ebubekir ve Ömer devrinde hadis rivayetinden yasaklandıkları halde daha sonra rivayete başladılar.

2-) Kadim Hint ve İran dinlerine  bağlı  tasavvufçular ise direk olarak yüce Allah'tan rivayet  etmeye başladılar.

3-) Hicri üçüncü asırda Kur'an cahili mukallitler imamlarından rivayete başladılar.

 4-) Dördüncü asırda kelamcılar mezhep imamlarından rivayette bulundular.

Bütün bu Kur'an cahillerinin ortak özelliği:

Din akılla değil, nakille olur.

Tabi "nakil" derken kasdettikleri Allah'tan indirilen vahiy değil, uydurma rivayet ve imamların ictihatlarıdır.

 Yani onlara göre Kur'an'ı imamlardan başka hiç kimse anlamaz.

Bu Kur'an, ilim, hikmet ve akıl düşmanlarına göre imamların içtihatları din ve hüküm olarak  kıyamete kadar geçerlidir.

Dolayısıyla mezhep imamlarının ictihadlarını ve ilimlerini öğrenmekle dinde her şey çözülmüş olacaktır.

Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimlerine  göre Kur'an'dan bağımsız olarak Nebi (a.s) da Allah ile beraber şeriat ve hüküm koyucudur.

Yani uydurma dinin mensuplarına göre hadisler Kur'an'a eşittir ve hatta Kur'an'ın anlaşılması hadislere bağlıdır.

Ehl-i Sünnet dininin meşhur âlimi Evzâi şöyle demiştir.

"Essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a egemendir"

Bu küfür ve şirk olan sözün günümüzdeki karşılığı şu şekildedir.

"Hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından daha çok Kur'an hadislere ihtiyaç duyar"

Emevi-Abbasi Devletleri döneminden günümüze kadar islam adı altında uydurma rivayet dinini hayata hakim kılan ve acımasızca uygulayan bu Kur'an cahilleridir.

İşte bundan dolayı ümmi insanların  Kur'an'ı anlamak için akıllarını kullanmalarına izin ve  hidayet bulmalarına yol verilmemiştir.

Nebi ile Resul arasında bulunan farkları anlamayan,  zihin bunalıklığı içinde kalmaya mahkumdur.

Mesala, Nisa süresi'nin 59. ve Ahzab suresi'nin 36. ve benzer âyetleri delil olarak gösteren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri,

Allah Resulü'nden sonra onun Sünnet'ine (hadislere)  uymanın farz  olduğunu yani Sünnet'e uymanın Kur'an'a uymak gibi gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Elmalılı Hamdi Yazır da Nur süresi'nin 52. âyetinin tefsirinde Resul'e itaatin "Allah  Resul'ünün Sünnet'ine ittiba" olduğunu ileri sürmüştür.

(Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak dini Kur'an dili 5. cilt, 3533)

 Aslında Muhammed ( a.s) ın Kur'an'dan bağımsız olarak ikinci bir otorite olduğunu ortaya koyan bu şirk anlayış, Şia ve Ehl-i Sünnet  âlimleri arasında genel kabul görmüştür.

Özellikle mezhep önderi Şafi'i, fıkıh usulunu, "Hadislere dayanarak din ve hüküm olarak" koyan şahsiyettir.

Şafi'i, şeriatın kaynaklarını, dört temele oturtmuştur.

"Kitap, (Kur'an) Sünnet (hadisler), icma ve kıyas.

Halbuki dinin tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an'dır.

Kur'an'dan başka kaynağın olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.

Daha Resul (a.s) hayatta iken indirilen vahiy ile din Allah tarafından tamamlanmıştır.

(Mâide-3; En'am-115)

 Dolayısıyla Allah Resulü'nden sonra  özellikle Emevi ve Abbasilerle başlayan süreçte Şia ve Ehl-i Sünnet'in oluşturduğu hadis ve sünnet algısı islam milletini  tam bir cehalet, ihtilaf, taklit,  kaos ve kargaşa ortamına sokmuştur. 

Şia ve Ehl-i Sünnet'in hadis ve sünnet konusundaki yanılgılarının temelinde Nebi ile Resul'ün arasındaki bulunan farkları anlamamaları dolayısıyla Allah ve Resulü'nü  ayrı ayrı otorite olarak kabul etmeleri yatmaktadır.

Rahmân ve Rahim olan Allah'ın emirlerini bize Resulü  bildirmektedir.

Yani vahiy Resulün dilinde hayat bulmaktadır. "Resul'e itaat, Allah'a itaattir"

(Nisa-80)

Ehl-i Sünnet'in önderlerinden olan Şafi'i, Nebi (a.s) ın " Allah'a itaat ile birlikte zikredilen Resul'e itaatin" Nebi'nin kendi düşünce ve tedbiri ile verdiği kararları  kapsayıp kapsamadığı sorununu hiç araştırma konusu yapmamıştır.

 Eğer "Resul'e itaat" emri onun kendi düşüncesi ile vermiş olduğu kararları da kapsıyor olsaydı, Kur'an'a aykırı düşen bazı kararlarının ardından yüce Allah, Nebi'yi tenkit etmez,  ona bu kararlardan dönmesini emretmezdi.

(Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67,68)

 Bu çerçevede örnek olarak "Nebi ( a.s) ın Bedir esirleri konusundaki kararı ile müşrik akrabalarına dua ve istiğfarını"  vermek mümkündür.

Dolayısıyla Allah ile Resulü'nün arasını ayırmanın lânetlik bir günah olduğunu Kur'an ortaya koymaktadır.

(Nisa-150)

İnsanların Resulü  devreden çıkararak Allah'tan emir almaları mümkün değildir.

Resul olmazsa vahiy, din, iman ve İslam diye bir olmazdı.

Muhammed ( a.s) ın Resullük görevi, yalnız  Allah'ın inzal ettiği vahyi açık olarak tebliğ etmekse,

(Âli İmran-20; Mâide- 67, 99; Nahl-35, 82; Râd-40)

Resul'e itaat da doğal olarak Allah'ın indirdiği  mesaja itaat olacaktır.

 Yani Resul (a.s)  hiçbir zaman Kur'an'dan bağımsız bir misyona sahip  veya ikinci bir otorite asla değildir.

 Yüce Allah Resulü'ne vekalet vermemiştir.

(Hud-12; Zümer-62)

Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez.

(Kehf -26; Yusuf-40)

 Din adına neyin hak neyin batıl, neyin İslam neyin şirk olduğuna karar verecek tek merci kur'an'dır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder