SIR
(2.YAZI)
Sanki ayağı çarıklı, yüzü yanık köylülerden biri değil de, samur kürklü bir şehzade imişiz gibi bizi koltuklayıp Mercedes arabalara bindirerek şehir yerinde inşa ettikleri tekkeye indirdiler.
Bu anlattıklarımda abartı yoktur.
Bana gösterilen ilgi ve alaka şehzadelere bile gösterilmemiştir.
Ağa şaşırmamak elde değil.
Yahu siz bu kadar parayı helalinden nasıl ve ne yoldan kazandınız da bu tekke binasının duvarına döşemesine sıvadınız.
Yerler silme halı.... Ayağın basacak olsan içine gömülecek.
Duvarlar kaplama tahta. Abdest mahalleri mermerin en iyisinden.
Zikre ayrılan odanın bir ucundan öteki ucu neredeyse görünmüyor.
Görmemişlik zor zanaat.
Bir köşede büzülüp kaldım..
Tekke'nin bitişiğinde bizim hane halkı için de böyle müzeyyen bir daire (öyle diyorlar) inşa edilmiş ve hiçbir eksikliği kalmamışcasına içinin eşyası da tamam edilmiş.
Şimdi de tekkeye gelecek misafirler için bir üst kat daha çıkıyorlar...
Ustalar, ameleler, müritler sanki düğünde imiş gibi harıl harıl çalışıyorlar.
Her yanda bir çalım, bir neşe, bir gösteriş, bir hava ki, kimsenin ayağı yer basacak gibi değil. O gece bize ayrılan daireye (artık kusur ise affola böyle diyeceğiz) konduk...
Köyden getirdiğimiz eşyayı odalardan birinin bir köşesine yığdık. Ah o eşya..
Ne kadar zavallı..
Ne kadar mahzun..
Ne kadar yabancı..
Ne kadar garip..
Ve ne kadar yerini yadırgadı.
Ve tahmin olunacağı gibi bir daha tarafımızdan hiç kullanılmadı.
Gerisin geri köye gönderilip ihvan'ın fukarasına dağıtıldı.
İşte o gece..
Yani dairemize konduğumuz gece, bir rüya gördüm.
Rüyamda güya ben Muaviye olmuşum da Şam'da İslam Devleti'nin ilk sarayını yaptırmakta imişim.
Hz. Ebu Zer el- Gifari benimle birlikte inşa edilmekte olan sarayı geziyor.
Derken gezintiyi yarıda kesip, o dik, o sert, o muhkem sesi ile bana dönerek:
Bu sarayı halkın parasıyla yaptırıyorsan,
bil ki bu bir zulümdür..
Yok kendi paran ile yaptırıyorsan bu da bir israftır.. Dedi.
Uyandım ter içinde kalmışım.
Her bir yanımı bir titreme almış.
Vücudunun bütün azaları zangır zangır sallanıyor.
Hatuna seslenip çamaşır değiştirdim
Zavallının hali beni görünce benden beter oldu.
Böylece nasıl zorlu bir imtihana çekildiğimiz ayan beyan ortaya çıktı.
Kim, bir kısmını nakledeyim ki okuyup- dinleyen ibret alsın.
Başta ben olmak üzere hane halkımız da elini sıcak sudan soğuk suya vurmaz oldu.
Her gece bir başka eve, her mevsim bir başka diyara konuk olduk ki, güya ihvan halkası genişlesin diye imiş.
Pek tâbi davete icabet etmek gerektir.
Ve de önümüze getirileni yemek gerektir diye, kuş tüyü kuru üzüm ile beslendiğimizden iyice şişmanlayıp nefes darlığı çekmeye başladım. Bu şehir yerlerinin insanlarında ne kadar çok müşkil, ne kadar çok sual var imiş.
Paramı nasıl değerlendireyim?
Müslümanın sağcısı solcusu olur mu? Gelinimiz, damadımız fazla çocuk sahibi olmak istemezler, bunun dahi türlü türlü yolları icat olunmuştur.
Bütün bunlar tatbik edilirse caiz midir?
İmal ettiğimiz mallardan satamadığımızı zekat olarak versek caiz olur mu?
Kadınlarımız, kızlarımız şöyle mi örtünsünler, böyle mi örtünsünler?
Evvelce söylemiş idim ben böyle şeyleri bilmiyorum.
Benim ilmim azdır diye.
Hatta ilk o gece şeyhime bu sebeple ne kadar yalvardım, ne kadar gözyaşı döktüm.
Ancak zaman geçer ve olacak olur denilmiş. Olanda hayır vardır denilmiş.
Bunaldım.
Demek bunalmamda hayır var idi.
Çünkü iş sonunda döndü dolaştı siyaset kapısına dayandı.
İhvan'ın ileri gelenleri yapılacak seçimlerde filan partiye destek vermek isterler imiş.
Ve çokları da bu partinin liste başlarına çoktan yazılmışlar imış.
Denildi ki bu partinin başkanı da gelsin, hiç olmazsa efendimizin bir kaşık çorbasını içip, elini öpüversin, her neresinden bakılırsa bakılsın bu işte sayısız faideler vardır, hem tekkemizin itibarı artar, hem ihvan'ın işleri daha bir yoluna girer.
O gece bu partinin başkanı birkaç adamı ile birlikte gelip beni ziyaret edecekti.
Şöyle çıkıp bir tekkeyi dolaşıverdim.
Tıpkı Muaviye ile Ebuzer el Gifari'nin sarayı dolaştıkları gibi.
Bir hazırlık, bir hazırlık, dersin cennetten haber gelecek.
Bir boy aynasında kendimi gördüm.
Sarıklı, cübbeli, sakallı, heybetli bir adam.
Lakin artık gün görmekten olacak çehresi iyice beyazlaşmış, yanakları pembeleşmiş.
Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.
Aynada bakarken kendime, nasıl bir fütuhat olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.
Orada ne gördüm, onu burada söyleyemem.
Hal ehli bilir.
Cübbemi sakin sakin çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum.
Tekkeden çıkıverdim.
Arkamdan "efendi sır oldu" demişler.
Kerametlerimi anlata anlata bitiremez olmuşlar. Öyle ki bunlardan bir kısmını kitaplara yazarak ciltleyip satar olmuşlar.
Lakin bütün bunlar fitneyi durduramamış. Herkes birbirine soruyormuş:
"El kimde?
Allah'tan korkmayıp "El bende" diyenler olduğu gibi, bunu kabul etmeyenler de olmuş.
Bizim bir tekkeden birkaç tekke daha olmuş.
(Sır, Mustafa Kutlu, dergah yayınları, 8. Baskı: Şubat: 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder