KUR'AN'A İHANET TARİHİ
(10. YAZI)
Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.
Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak o da karşı mihneyi başlatmıştır.
Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.
Hadis ehl-i, Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek yasaklamıştır.
Mu'tezile'nin yasaklanması aklı kullanma ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir.
"Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"
(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67)
Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe gömmüştür.
"Son vahyin tarihinde bir Rönesans olabilecek aklı esas alan bu özgür hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.
Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.
Sanki Kur'an, insana doğru yolu göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden mukallit bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır"
( Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s. 71)
Dolayısıyla 861 yılından itibaren İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.
Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan Allah'ın değil, uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.
Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.
Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini çok açık olarak ortaya koymuştur.
Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.
Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece onda aramalarını istemektedir.
Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.
Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir.
Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.
Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı hedef tahtasına oturtmuştur.
Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların önüne geçmiştir.
Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara tâbi olma almıştır.
Maalesef bu Kur'an'sız din ve zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğunun imanına hakimdir.
Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resülün mirası olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.
Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tâbi olduğu şey vahiy'den başka bir şey değildi.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış, Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.
Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil, muhatabı, araştırıcısı ve belirleyicisidir.
Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın değer olduğu, aklı kullanmaya ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir.
Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almadılar.
Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır.
Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma rivayetler almıştır.
Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir hakimiyete sahiptir.
İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan tutarsızlıkların sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin anlaşılamayacağı, sünnetin ( hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder