1 Ocak 2021 Cuma

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(10. YAZI)

Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş  gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik  adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.

Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne  süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak  o da karşı mihneyi başlatmıştır.

Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.

Hadis ehl-i,  Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek  yasaklamıştır.

Mu'tezile'nin  yasaklanması aklı kullanma  ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir.

 "Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"

(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67) 

 Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe gömmüştür.

"Son vahyin tarihinde bir Rönesans olabilecek aklı esas alan bu özgür  hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.

Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.

Sanki Kur'an, insana doğru yolu göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için  gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız  bir kitap durumuna düşürülmüştür.

Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden mukallit bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır"

( Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s. 71)

Dolayısıyla 861 yılından itibaren  İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.

Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan  Allah'ın değil,  uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.

Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.

 Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini çok açık olarak ortaya koymuştur.

Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri  belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.

 Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece  onda aramalarını  istemektedir.

 Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken  mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.

Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir.

  Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.

 Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı  hedef tahtasına oturtmuştur.

 Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların  önüne geçmiştir.

Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara tâbi olma almıştır.

Maalesef  bu Kur'an'sız din ve  zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğunun imanına  hakimdir. 

Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resülün  mirası  olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.

 Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tâbi olduğu şey vahiy'den başka bir şey değildi.

 Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri  yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış,  Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.

Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil,  muhatabı, araştırıcısı  ve belirleyicisidir.

Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.

Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın  değer olduğu,  aklı kullanmaya  ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir.

 Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri  kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almadılar. 

Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır.

 Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma  rivayetler almıştır.

 Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir hakimiyete sahiptir.

İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan  tutarsızlıkların  sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin  anlaşılamayacağı, sünnetin ( hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder