31 Ocak 2021 Pazar

 CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ

(1.YAZI)

Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.


Bu cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükseler de Kur'an açısından baktığımızda aslında hanif İslam dini ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.


Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar.

 

Yani onlar,  dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.

Onların dinlerinde vahiy'den başka her  şey mevcuttur.

Dinlerine Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.


Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin "İslam dini" olarak nitelenmesi cehaletten başka bir şey değildir ?


İslam dininin tek kaynağı, otoritesi ve sahibi Allah'tır.

Rahmân ve Rahim olan Allah,  saf ve hanif dininde hiç bir ortak  kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur. 


"(Ey Nebi ! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a özel kılarak kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."

(Zümer-2,3)


"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin  Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini"  olarak adlandırılamayacaklarını deklare etmek içindir.


 İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm kurucusu,  helal ve haram koyucusu  yoktur.

"...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"

(Kehf-26)


"Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.


Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"

(Yusuf-40)


 İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin  nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne  olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse  ortaya koyamaz.

 

İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin  ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin  nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde örnek alacağımız  İhlas holdingin kurucusu 


"Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır.


 Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini daha iyi  göreceğiz. 


Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan  cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını  Fetö  çok acı  bir şekilde bize  göstermiştir.


 Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle  akılda bulunan bazı şüphe ve  istifhamlar yok olacaktır.

 

Yani cemaat ve tarikat liderlerinin     nasıl Kur'an ahlakından ve İslam onurundan mahrum  olduklarını göreceğiz. 


 Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak  milleti nasıl soyduklarını göreceğiz.


Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi  insanlara  "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.


Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları  "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.


Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük  yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.


 Aslında bu kitab-ı  okuduğumuzda Allah'ın izniyle az da olsa Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne vakıf olduğumuzdan yani Kur'an'ın bize  vermiş olduğu ilim ve anlayışla cemaat ve tarikatların  inanç ve  karakterleri tuhafımıza  gitmeyecektir.


Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran  birinin cemaat ve tarikatların  inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç  olmuştur.


Şimdi Kur'an cehaletinin insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.

Ancak sizin takılacağınız kişi "Enver Ören"  ve "cemaati" olmasın.


Esas ibret alacağımız gerçek, mezhep ve fırkaların  nasıl büyük  bir bela ve  felaket olduğunu görmek olmalıdır. 


 Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve  mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye  düştüklerini anlayacağız.


Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve  ictihadlarını  savunan  siyasal islamcıların, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmekten başka bir şey değildir. 


Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın hüküm  ve  hakimiyeti sağlanabilir mi?

"Allah hakimler hâkimi değil mi?

(Tin-8)


 "Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait değil mi?

(Âli İmran-180)

 "Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ın  değil mi?

(Âli İmran-189)


İnsanların amelleri  inançlarına  göre değer kazanır.

İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.


Yani imanı sağlam olmayandan  güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.

Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabından:


 İHLAS FİNANS KURUMUNUN SEYRİ  ve  SERÜVENİ.

 İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.


Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış  sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi 

talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın  içinde kullanıldığı belgelendi. 


Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı  tamı tamına 750 milyon dolardır.

 Bu kadar büyük bir para nereye saçıldı ? sorusuna gelince...

 Bir kısmı yurt dışına gitti.

 

MESELA: ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce  dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.


Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje   fiyaskoyla sonuçlandı.

Araziler ne oldu bilmiyorum.

Keza yine ABD'de  bazı emlak yatırımlarının  yapıldığını dinlemiştim.

 

İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya  alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu.

 

Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT  harcamalarıydı.

Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse  onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çoğu geri dönmedi.

Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.


Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan  havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın  aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını  bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e  hediye edildi.


Keza Gülben Ergen TGRT'de  kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.


Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler  yapılırken,  Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar  rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar.


 Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın  TGRT'den  kazandığı paralar sayesinde  olduğunu TGRT'deki  karşılaşmamızda söylemişti.

Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı  ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi.


 Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile  karnını doyuruyordu. 


Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı ve

konuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış  çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki  bunun bir örneği,

tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı.  


Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.

Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü  almaksızın Holding odasında bir gün  Avşar'la iş konuşur,  ertesi gün Türkan Şoray'a  dizi teklifleri yapardı.

Dahası hangi sanatçının  ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.


Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince  yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.


Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimiz

Ahsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı.


"Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim.

 O daha mühim!"

 

Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile  ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora  düşünce,  adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören  3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile


"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı.


 Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı.

 

Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt  Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti  teklif edildi ki bu tekliften  son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı  telefonayla dönüldü.


 TGRT o dönem işi  o kadar abarttı ki İFPAŞ diye  bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.

Amacı İslam ülkelerine  evliya filmlerini  satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü  ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı.


 İhlas Finans'ın savrulan  paraları  elbette TGRT ile sınırlı değildi.

(S. 15, 16, 17)

 VAHYE BAĞLI RİSÂLET İLE KİTABA BAĞLI RİSÂLET

(5.YAZI)


Kitab'a resüllük yapanlar sadece vahye tabi olurlar.


Eğer sadece vahye tabi olmazlarsa uydurmacılar tarafından kitabın mealinde yapılacak ihanetleri keşfetme imkânına sahip olamazlar.


Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul ederlerse, yüce Allah onları böyle değerli bir misyondan ve faziletli bir muvaffakiyetten mahrum edecektir.


Daha önce ifade ettiğimiz gibi Nübüvvet'e (Allah'a Allah'tan vahiy almaya) bağlı Resullük  görevi verilmeden Allah Nebi'lere muhakkak ilim ve hikmet vermiş yani onları Risâlete  hazırlamıştır.


Bu da bize şunu öğretir.

 İlimsiz ve hikmetsiz resul olmaz.

 İlim vahiy;  hikmet ise vahyin bağlam ve bütünlüğü vahyin kendi içinde bulunan çözümü yani vahyin maksadı olmuş oluyor.


İnsanlar neden Nebi ve Resul olan Muhammed (Aleyhisselam) a sorular sorarlardı da, sorularının cevaplarını indirilen vahiy'de aramazlardı.


Veya neden hazır vahiy var iken, sorma ihtiyacı duyuyorlardı?


Bir çok yerde geçen "sana soruyorlar" âyetlerini  bir düşünelim.


Peki, Allah'ın Resul'ü Muhammed (Aleyhisselam) onlara kendi akıl ve  ictihadından cevap vermiş midir?


Yoksa her seferinde indirilen vahiy'den mi cevap vermiştir. 


Onların sordukları bütün sorulara karşı, De ki: buyrularak Allah kendi emir ve yasaklarını insanlara 

Resul'ün dili ile aktarmıştır.


İnsanlar tarafından gelen soruların hiçbir tanesine Resul kendi  heva ve hevesinden cevap vermemiştir.


İşte Resulullâh (a.s) ın  indirilen vahiy ile verdiği cevaba  itaat farzdır.


Çünkü Resul olmadan vahiy, din, iman, İslam olmaz.

 

Resul Allah tarafından indirilen vahiy dışında hiçbir şey söylemez.

"O (Resülün bildirdikleri kendine ) vahyedilenden başka bir şey değildir"

(Necm-4)


"...Resül size ne veriyorsa onu alın, size neyi yasaklıyorsa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah'ın azabı çetindir"

(Haşr-7)


"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."


(Nisa-80)


Dolayısıyla yüce Allah iki kapak arasında bir kitap indirmemiştir.


Vahiy Resulullah'ın kalbine inmiştir.

 Kur'an'da bulunan bütün "kitap" kavramları "vahiy" anlamında kullanılmıştır.


İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır. 

(Zuhruf-43,44)


Fakat herkes her konuda ilgili âyetleri bilmeyebilir.

Bundan daha doğal ve daha tabii bir şey yoktur.


İnsanların farkına varmadıkları âyetlerle ilgili onların sorunlarını kim çözecek?


Sorusunun cevabı kitapta var, fakat onlar bunu görmekten aciz ise, sorun kimin tarafından çözülmelidir?


İşte tam bu noktada insan faktörü yani  insan ile kitap arasında bulunan muhteşem fark ortaya çıkmaktadır. 


Kitap ile insanlar arasında aracılık yapıp hikmetten nasiplenmiş, kitabın elçileri sorunu çözecek  merci olarak gösterilmiştir.


Yani insanlar aralarındaki dini meselelerde  öncelikle Allah'a dolayısıyla onun kitabına gitmek zorundadırlar.


Eğer ihtilaf ettikleri meseleleri direk olarak kitap çözmez ise o zaman kitabın resüllerine giderek  meselelerini çözerler.

Çünkü kitap sözün gücüne sahip olduğu için içinde bulunan konular derli toplu değillerdir. 


O konuların bağlantıları kitabın içinde ufaklı çoklu olarak bir çok yere dağılmışlardır.


Onları oradan bulup çıkarmak herkese nasip olmuyor. 


İşte bundan dolayı kitaba resul olanlar sadece vahye tâbi olacak,  âyetlerin ince bağlantılarını bulacak, insanlara okuyacak ve indirilen mesajlarla  onların sorunlarını  çözeceklerdir.


"Onlar hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı"

"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu resül'e  veya aralarında bulunan emir  sahibi kimselere götürmeleri,  onların arasından (Kur'an'da )istinbat eden, onun içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.  Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz"

( Nisa-82, 83)


Bu âyette güven ve korkuya  dair haber gelince meseleyi,  kitab-a  değil,  resule ve emir sahiplerine götürmeleri istenmiştir.

Şayet Nebi- Resül yoksa yani vahiy alan Resul yoksa,  bu âyetteki resül'e  götürmekten maksat ne olabilir?


Çünkü Resül, kıyamet gününe kadar sürecek bir evrenselliğe sahip bulunuyor. 


Sorunlar kiyamet gününe kadar devam edecekse bu âyette sözü edilen sorunların çözümünü yapacak "resül" kimdir?


Bu kitaba resüllük  yapan ilim ve hikmetle donanmış isimsiz vahiy kahramanları ve işten  anlayan söz sahibi kişiler (ulul emir) dir.

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(9. YAZI) 

Kur'an'ı okuyan kişi onun, imanla, ahlaki direktiflerle ilgili bilgiler verdiğini, uyarılarda bulunduğunu, müjdeler verdiğini, onda tehditler  olduğunu görür. 


Ancak, aynı konu farklı şekillerde birçok yerde tekrar edilir ve görünürde hiç ilgisi olmayan bir konu diğerini takip eder.

 

Bazen görünür hiçbir  sebep yokken bir konunun ortasından başka bir konu devreye girer. 


Konuya yazılı kültür- sözlü kültür açısından yaklaşmanın yanı sıra "yazı dili" ve "konuşma dili" açısından da yaklaşılabilir.


Kur'an'ın yazı dilinin özelliklerini mi yoksa konuşma dilinin  özelliklerini mi  içerisinde barındırdığının tespit edilmesi vahyin daha iyi anlaşılması için önemlidir.


 O halde yazı dili ile  konuşma dilinin  özelliklerini ortaya koymaya çalışalım.  


Yazı dili (metin) anlatacağı şeyi  başından sonuna kadar okuyucu için tasarlanan bir yazıyı gerektirir. 


Yazar, yazı dilinin sınırları ve imkânları çerçevesinde yüzyüze bulunmadığı okuyucuya  yazı aracılığıyla hitap etmektedir.

 

Bu nedenle yazarın  hitap ettiği topluluk her zaman hayalidir.


Konuşma dili (söz) ise bir konuşan bir de kendisine konuşulan muhatap ve bir konuşma ortamı gerektirir. 


Konuşan kişi konuşurken belli başlı eylemleri yerine getirmeyi amaçlar ve bu amaca bağlı olarak söylediği söz, sorma, bildirme, açıklama,  betimleme, buyurma, duyurma, dikkat çekme, hayret ettirme vb. fiili,  canlı ve dinamik  bir eyleme dönüşür. 


Sözün sahibinin amacı salt bilgi verme olabileceği gibi muhatabını sinirlendirme,yönlendirme, teşvik etme, inandırma, eğitme, sevindirme, teselli etme, korkutma, haber verme gibi birçok faaliyeti ve fonksiyonu içinde barındırır.

 

Metin, yazarın amacının gerçekleşip gerçekleşmediğini görmediği sadece bir bilgi ortamıdır.

 

Dolayısıyla metinde tekrar yapılmaz.


Ama konuşma, metnin tam tersine konuşmacıya ilmi, hitabeti, güzel ahlakı, kabiliyeti ve etkileme gücüne göre bir çok imkanı tanır.

 

Bu durumda konuşmacı duruma göre sözünü tekrar edebilir ve istediği şekilde  formüle edebilir. 

Yazı dili daha ölçülü ve çok kurallıdır.

 

Konuşma dili ise yazı diline oranla daha hızlı, etkili, özgür bir değişim ve gelişim içindedir.

 

Bu değişmede kısa anlatım,  çeşitli vurgulama biçimleri, duygusal ve mimik hareketler gibi ruhsal nedenlerin  yanında hitabetten ileri gelen etkenlerin ve vücut dilinin payı da çok  önemlidir. 


Bir konuşmacının  konuşma esnasında muhataplarına maksadını dile getirme biçimiyle bir makale veya roman yazarının maksadını dile  getirme biçimi birbirinden farklı teknikler kullanmayı gerektirir. 


Bir makale veya roman yazarı metnini düzgün cümlelerle,  noktalama işaretlerine dikkat ederek belli bir plan dahilinde ve bir bütünlük arzedecek şekilde ortaya koyar. 


 Oysa konuşmacı  konuşma esnasında konudan konuya geçebilir ve tekrar yapabilir.

 

Zira insan düşüncesinin sürekliliğe ihtiyacı vardır.

 Yani belli bir konunun insan zihninin dışında seyreden bir süreklilik çizgisi vardır.

Okumakta olduğumuz metnin bağlamını dikkatsizlik sonucu kaçırır,  karıştırır veya unutursak metnin  başına dönüp konuşmayı tekrarlayabiliriz. 

 

Fakat konuşma esnasında söz ağızdan çıkarken yokluğa karışır ve geriye dönmek mümkün olmaz.

 

Bu nedenle tekrarlar dinleyicinin dikkatini çekmek ve unutabilecek şeyleri hatırlatmak için gereklidir.

 

Bu açıdan bakıldığında, Kur'an'ı Mübin'in, yazı dilinin özelliklerinden daha çok  konuşma dilinin özelliklerini yansıttığını rahatlıkla  söyleyebiliriz. 


Yani Kur'an, sanıldığı gibi asla kitap formatına sahip değildir. 

İşte bundan dolayı Allah Resulü kalbine indirilen vahyi hiçbir zaman bir metin (kitap) haline getirmeyi düşünmediği gibi, vasiyet de etmemiştir. 


Kur'an'ın  23 yıllık bir zaman zarfında inmesi devamlı muhataplarıyla (Mümin- kafir- müşrik- Hristiyan- Yahudi- münafık)

 diyalog halinde olması ve onlara cevap vermesi, sorulan soruları  bizzat kendisi yanıtlaması,  içerisinde bol tekrarların bulunması, dağınık konuları içinde barındırması gibi hususlar onun kurgulanmış bir metin- kitap olmasından ziyade bir "konuşma" ve "canlı- dinamik- söz- hitap- dâvet  olduğunu göstermektedir.

 

Daha doğrusu Kur'an'ı Mübin tamamen,  yazar ve okuyucudan oluşan yazı dilinin özellikleri değil, konuşan ve muhataptan oluşan konuşma dilinin özelliklerini yansıtmaktadır.


Bu özelliklere sahip bulunan Allah kelâmının  kitap haline getirilmesi, insanların  onu anlama ve yaşama  alanından uzaklaştırmış, akıl, gönül, zihin, idrak ve fikirlerden tecrit edip  iki kapak arasına sıkıştırmış,  duvara çakmış, işlevsiz bir kutsiyet, iş görmez ölü bir metin, kapına ve yazı stiline tapınılacak bir kitap haline getirmiştir.


Hicri 3. asırda toplanmaya ve derlenmeye  başlanan hadis mecmuaları bile içtihatlar vasıtasıyla insanların dini hayatları ve fikirleri üzerinde Kur'an'dan çok daha etkili olmuş ve insanların hayatlarını bu rivayetler şekillendirmiştir.

 

Günümüzde bile bu uydurma rivayet dini bütün ağırlığıyla Kur'an'ın önünde etkinliğini  devam ettirmektedir.


Bundan ötürü yazı kültürüne sahip olmayan Allah Resulü'nün  arkadaşlarının Kur'an'ı iki kapak arasına almaları son derece şaşırtıcı bir gelişme olmuştur.

30 Ocak 2021 Cumartesi

 İNFAK'IN  ÖNEMİ:

(1.YAZI) 


Kur'an'a baktığımızda iman ve İslam, şirk ve küfürden sonra kapsamı en geniş olan emrin infak olduğunu görüyoruz.


Ahirette ihlas ve takvadan sonra yani dini Allah'a özel kılma yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka bütün kaynakları reddettikten sonra dünya hayatında insanın en önemli ameli ve ahiretteki en büyük şefaat edicisi infak olacaktır. 


"Ey iman edenler!  Kendisinde artık alışveriş dostluk ve şefaat bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda infak edin.  Gerçeği inkâr edenler elbette zalimlerin ta kendileridir" 

(Bakara-254)


Bilinen bir gerçektir ki toplumda herkes zengin değildir.

 Ya da tüm biyeyler ihtiyaçlarını mükemmel bir şekilde karşılayamazlar. 


Yani insanlar mutlaka birbirlerine ihtiyaç duyarlar.


Fakir olanlar maddi desteğe, engelli  olanlar sağlam kimselere, hastalar  bakıma, bilmeyen kimseler bilenlerin araştırmasına, gençler tecrübeli ve deneyimli olan büyüklerinin akıl ve öğüdüne, çocuklar anne ve babalarının velayetine,  hizmet bekleyenler sanatkarların mesleğine, toplum yetenekli ve kabiliyetli  insanların faaliyetlerine her zaman ihtiyaç duyarlar.


 Bu açıdan bakıldığı zaman toplumda herkes bir şekilde ihtiyaç sahibidir.


Bazıları ise,  hayatın sağlıklı akışı ve  imtihan gereği bir çok konuda geniş  imkanlara sahiptir. 

 

Bu imkanlar maddi olabileceği gibi,  manevi de olabilir.

Aklı başında olan her mümin infak'ın şuur ve bilinciyle hareket etmek zorundadır. 


Aslında bu kendi ihtiyaçlarını  karşılamak gibi bir şeydir. 


Zira kendisi başkasına yardım eder ve insanların ihtiyaçlarını karşılarsa,  yüce Allah da ona yardım eder ve en zor durumda onun ihtiyacını karşılar. 


Şu âyetlerdeki misallerde büyük bir ibret vardır. 


Cömerliğin bereketi: 

"Allah'ın rızasını kazanmak ve  nefislerinde ki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir.

Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti  düşer de yine ürün verir. Allah yaptıklarınızı görmektedir"

(Bakara-265)


Cimriliğin kötü manzarası: 

"Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden bir miktar bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık  gelip çatsın,  bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin. 


( Elbette bunu kimse arzu etmez) İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar"

(Bakara-266)


"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden  size çıkardıklarımızdan infak edin. Size verirse gözünüzü yummadan alamayacağımız kötü malı,  hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır" 

( Bakara-267)


"Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve cimriliği emreder.  Allah ise  katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder.  Allah her şeyi ihata eden ve herşeyi bilendir"

(Bakara-268)


"Yaptığınız her infakı ve adadığınız  her adağı muhakkak Allah bilir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur"

(Bakara-270)


 "Eğer sadakaları (zekat ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, İşte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah yapmakta olduklarınızı bilir"

(Bakara-271)


Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra infak edenler var ya, onların mükafatları Allah katındadır.  Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir"

(Bakara-274)


İnfak sadece maldan harcama olmadığına göre herkes tarafından her zaman yapılabilecek üstün bir ahlaktır. 


Şu âyette infakın her türlüsüne işaret edildiği söylenebilir.

"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak etmedikçe iyiliğe (dünya ve âhiret mutluluğuna) ulaşamazsınız" (

(Âli İmran- 92)


Kur'an iman ile infak arasında sağlam bir bağ kuruyor.

Belki de gerçek bir imandan sonra en faziletli amel Allah yolunda infak etmektir. 


En doğrusunu Allah bilir. 

Şu fâni dünya hayatında bir kişi, şirk belasından korunur, tevhid bilincine  sahip olur ve Allah yolunda infak ederse cennete girer.

 VEFAT EDENLER ADINA HAYIR YAPILIR MI?  

 Allah'ın kitabına baktığımızda ölüler adına hiçbir hayrın yapılmayacağını görürüz.

 

 Dolayısıyla ölüler adına hacca gidilmeyeceği gibi, onlar adına kurban kesilmez, Kur'an okunmaz, sadaka verilmez hatta dua bile edilmez. 


Bir kişi yapmış olduğu bütün hayırları sadece kendisi için yapmış olur.

 

Cünkü Kur'an'ı Mübin'de yüce Allah  şöyle buyuruyor.


"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur ve çalışması (emeği- çabası) da ileride görülecektir"

 

Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir"

 (Necm- 39, 40, 41)


 "Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir"

(Müddessir-38) 

 

 "...Her kişi sadece  kazandığına karşılık bir rehindir"

(Tur- 21) 


"O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlara asla zulmedilmez"

(Nahl-111)


 Bu konuda onlarca ayet vardır.


 Ölülere dua edileceğine delil olarak gösterilen âyet şudur.


"Bunların arkasından gelenler şöyle derler. Rabbimiz!

Bizi ve bizden önce geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!

Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli çok merhametlisin"

 (Haşr- 10)


 Yanlış meal verilen bu âyetin doğrusu şöyle olacaktır.

"Bunların arkasından gelenler (muhacirlerden sonra iman eden ensar) şöyle derler.


"Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla..." yani iman etmede bizi geçmiş, bizden önce kendilerine iman nasip olmuş kardeşlerimizi bağışla" anlamına gelmektedir.

 " Âyet, bizden önce ölmüş kardeşlerimizi" değildir.


 Zaten âyetin içindeki cümle buna açık bir delildir.

"kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma"

 

Peki neden ölüler adına hayır yapılmaz, hatta dua bile edilmez.

 Aslında kabir hayatı ve ölüm  diye bir şey olmadığı içindir.


Onun için yüce Allah "Her nefis ölümü tadacaktır"

(Ankebut- 57) buyuruyor.


Yani nefis "ölümü sadece tadıyor" sonra kıyamet gününe kadar uyku moduna geçiyor.

 

Vefat eden bir kimse kabirde(aslında kabir diye bir şeyde yoktur) uyku halindedir.


Adem (a.s) döneminde ölenler ile  kıyametin son anında ölenler arasında zaman açısından hiç bir fark yoktur.


Kur'an'ın "kabir" kelimesini kullanması bizim anlama  kabiliyetimize uygun olduğundan dolayıdır.

 

Bir insan kabirde yüz bin sene  kalsa kendisine sanki bir saat (an) kalmış gibi geçecektir. 


Ashabı Kehf kıssası buna güzel bir örnektir.

 

Bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatından çok uzundur.


 Ölümün hemen ardından kıyamet kopacaktır. 


"Nihayet sur'a üfürülecek.

Bir de bakarsın ki onlar cesetlerden  kalkıp koşarak Rablerine giderler.( İşte o zaman) Eyvah, eyvah!

Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?

Bu, Rahman'ın vadettiği gündür.

 Elçiler gerçekten doğru söylemişler! derler.  

Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurunuzda hazır bulunurlar.

O gün hiçbir kimseye en ufak bir haksızlığa uğramaz.

 Siz orada sadece yaptıklarınızın  karşılığını alırsınız"

( Yasin- 51, 52, 53, 54 )


"Sonra, muhakkak ki siz bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet tekrar diriltileceksiniz"

 (Mü'minün-15, 16)


Yukarıdaki iki âyete dikkatli bir şekilde baktığımızda"ölümün hemen ardından kıyametin  kopacağını" görebiliriz. 


İbrahim (a.s) ın anne ve babası için, 

"Ey Rabbimiz!  Hesaba kalkılacağı  gün beni, ana babamı ve müminleri bağışla"

( İbrahim- 41)

diye dua etmesi Nübüvvetinin başlangıç safhasında idi. 


Daha sonra babasına dua ve istiğfar etmekten vazgeçiyor. 


Konu ile ilgili âyet şudur. 


"İbrahim'in babası için istiğfar dilemesi,  sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim ahu vahı çok olan ve  yumuşak huylu biri idi"

(Tevbe-114)


Kur'an'ın hiçbir âyetinde "ölülere dua ve istiğfar edileceğine dair" bir delil   bulunmaz. 

 

Zaman bu dünya hayatında yaşayanlar için söz konusudur.

 

Vefat edenler açısından zaman mefhumu diye bir şeyden söz edilemez.

 

 Dolayısıyla Kur'an'ın dilinde ve ilminde kabir hayatı ve ölülere dua diye bir şey yoktur.

 

Birçok Allah Elçisinin oğlu Elçi olduğu halde ana babasına dua ederken "ölmüş anne babama" dememiştir.


Gerçekten çok ilginç,

Neden Kur'an'ın hiçbir âyetinde ölüler adına hayır yapılacağına ve dua edileceğine dair bir tane ayet geçmez?

 

BU KONUDA ÖRNEK DUALAR 

"...Ey Rabbim! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru"

(Bakara-201)


"...Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim velimsin. Beni müslüman olarak vefat ettir ve beni salihler arasına kat!"

(Yusuf-101)


"Ey Rabb'imiz! Gerçek şu ki biz, "Rabb'inize iman edin" diye imana çağıran bir davetçiyi (Resul'ü Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik.  Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört. 


Ey Rabb'imiz! Bizi iyilerle beraber vefat ettir. 

 

Ey Rabb'imiz! Bize, elçilerin Resüllerin vasıtasıyla vadettiklerini  de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden dönmezsin"

(Âli İmran-193,194)


"Rabbim bana hikmet ver ve beni salihler arasına kat. Bana, benden sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle. Beni Naim cennetinin vârislerinden kıl. İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a kalbi selim (her türlü şirk'ten arınmış temiz kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)"

(Şuara-83,84,85,86,87 88,89)

 

  Meleklerin Duası 

"... Ey Rabb'imiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru.


Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vadettiğin adn  cennetlerine koy. 

 Şüphesiz aziz ve hakim olan sensin!


 Bir de onları, her türlü kötülükten  koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu  rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kuruluştur"

(Mümin-7,8)


"... Ey Rabb'imiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla;  ayaklarımızı yolunda sabit kıl;  kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer et. 


Allah da onlara dünya nimetini ve daha da önemlisi ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel ahlak sahiplerini sever" 

(Âli İmran-147,148)

29 Ocak 2021 Cuma

 VAHYE BAĞLI RİSÂLET İLE KİTABA BAĞLI RİSÂLET 

(4.YAZI)

Şimdi bu bağlamda "Resul'e itaat etme" ayetlerini nasıl anlamak gerekir.


"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur...."

( Nisa- 80)


"De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinlerki Allah kâfirleri sevmez"

( Âli İmran- 32)


İkinci âyette "Allah'a ve Resul'e itaat ediniz" denilmiş ve "Eğer yüz çevirirseniz Allah kafirleri sevmez"

 denilerek vahyin kaynağına atıf yapılmıştır


Bu âyette "Allah'a itaat"  "kitab-a itaat" ise, Resul'e itaat neye itaat olacaktır? 

 

CEVAP

Resul'e itaat etmek de Allah'a itaattir.

Allah kendi sözlerini bizzat kitap yok iken, veya insanların büyük çoğunluğunun kitaba  ulaşmaları mümkün değilken, vahyi yani Allah'ın emir ve yasaklarının  ancak Resullerin kalplerine yani onların  aracılığıyla haber aldıkları için yüce  Allah, Resul'e itaat etmemizin kendisine itaat olduğunu bildirerek Resul'ün sözünü Allah'ın sözü olduğunu belirtmiştir.


"Onu Ruhu'l-Emin uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir"

(Şuara-193,194,195)


"O (Kur'an), şüphesiz değerli bir Resulün sözüdür"

(Tekvir-19)

 

Bundan dolayı "Resul'e itaat" kesinlikle  "Allah'a itaattir"

Aslında Allah tarafından indirilen vahiy sözün gücüne dayanan bir  özelliğe sahiptir yani vahiy kitap değil, hitaptır. 


Vahyin kendisine "kitap" demesi (Bakara-2) bağlam ve bütünlüğü, koruma altında bulunması,  kendi içinde bulunan bir çözümü  ve sistemi olduğundan dolayıdır.


Yoksa Kur'an asla iki kapak arasında bulunan bir kitap değildir.


İşte Kur'an'ın bildiğimiz anlamda bir kitap olmadığını gösteren âyetler.


"Bu Kur'an, kendilerine ilim (hikmet- tevhid) verilenlerin göğüslerinde yer alan apaçık âyetlerdir..."

(Ankebut-49)


"...İndimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"

(Müminün-62)


Halbuki yüce Allah'ın indinde iki kapak arasında maddi şeylere yazılmış bir kitap bulunmamaktadır.


"Hakikatte o (yalanladıkları) levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur'an'dır"

(Buruc-21,22)


Şimdi elimizde Allah'tan olduğuna inandığımız bir kitap var iken, artık "Resul'e itaat etme" ile ilgili âyetleri nasıl anlamak gerekir?


Zaten elimizde kitap var, ayrıca Resul'e ne gerek var?  gibi sorulara nasıl bir  cevap vermek gerekir?

Bir insanın Allah'a itaati,  tabii ki Allah'ın kitabına yani sözlerine itaat demektir.


O'nun sözleri; ya yazılı bir kitapta ya da Resullerin ( O'nun elçilerinin) dilinden ilahi sözler (âyetler)dir.


Kitab-ı bilmeyenler kitab-ın resüllerinin vahiy'den  aktardıklarına iman ederler.


Çünkü bugün bile yani içinde bulunduğumuz teknoloji ve dijital çağda bile insanların büyük  çoğunluğu Kur'an'ı kitaptan değil, kitab'ın elçilerinden dinleyerek ikna olur ve bu şekilde dinlerini öğrenirler.


 Dolayısıyla ister beşer resül'e itaat, ister kitab-a itaat olsun ikisi de sonuç olarak Allah'a itaat etmek sayılır. 

İnsanlar dini bir meselede kendi aralarında çelişkiye düştükleri zaman onun çözümünü mutlaka Allah'a ve onun Resul'üne götürmek zorundadır.


Bu ilâhi bir emirdir.


Eğer Allah'a gitmek kitab-a gitmek ise, resuller  de kitabın âyetlerini okuyorsa ikisi de aynı şey değil mi?


Burada çok önemli bir fark devreye giriyor. 


Ahlak ve karakteri, edep ve tavırları, konuşma ve mimik hareketleri bulunan canlı ve heyecanlı  insan faktörü:


Yani Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü, ilim ve hikmetini hayata aktaracak bir dile ve mücadeleye  ihtiyaç vardır. 


Çünkü herkes vahyin bağlam ve bütünlüğünü vahyin sistemini,  kendi içinde bulunan çözümünü kavrayamaz.


Sadece son vahiy olan Kur'an değil, yüce Allah'ın  elçilere göndermiş olduğu bütün vahiy'lerde  sözün gücü geçerlidir.


Kur'an dolusu binlerce kütüphane, bilgisayar, sadece Kur'an'dan konuşan, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen biri kadar etkili değillerdir.


Satır ve yazı ölü, kitap yani metin  cansız, hareketsiz bir özelliğe sahiptir.

Hiçbir zaman ölü olan yani yazı, yani kitap, onu dile getiren canlı, heyecanlı, dinamik, mucadele yüklü bir ruh, bir elçi, bir sözcü kadar etkili olmazlar. 

İşte bu yüzden Allah'ın Resulleri ile kitabın resulleri değerlidir.


Sadece Kur'an'dan konuşan, sadece Kur'an'a dayanan ve sadece Kur'an'ı  anlatan bir kişi güzel ahlak ve hitabetiyle dünya dolusu kitaptan daha etkilidir.


Vahiy, onu dile getiren, onu açıklayan ve tebliğ  edenlere ihtiyaç duyar kendi elçilerini de ortaya çıkarmaya çalışır.

 

Yani vahyi anlatan, onun sözcülüğünü yapan, onun için mucadele eden elçiler  olmadığı zaman, hakkın batıla karışması son derece  kolaylaşır.


İşte o zaman Kur'an'da bulunan  kavramların içi boşaltılır, vahyin bağlam ve bütünlüğü bozulur, Kur'an'ın manası tahrif edilir.  


Bütün bunların önünde tek engel Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen, onun mücadelesini yapan ve sadece vahye tabi olan muvahhidler ile kitab-ın resulleridir.

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(8. YAZI),

Bilindiği gibi Kur'an 23 yıllık bir zaman diliminde yeryüzünün belli bir bölgesinde yaşayan okuma-yazma oranının az olduğu bir topluma inmiştir. 


Yani bu toplumda hakim olan kültür sözlü kültür idi. 


Bu nedenle Kur'an'ın böyle bir kültür içerisinde nazil olması aşağıda açıklanacağı üzere onun dilini ve uslubunu etkilemiş, söylem biçimine yön vermiştir.


Kur'an, amacına ulaşmak için, muhatap aldığı Arap toplumuyla sağlıklı bir iletişime  girmesi de  bunu gerekli kılmıştır.


Kur'an, önceden kurgulanmış, bir hamlede telif edilmiş bir metin değildir. 


O, yirmi üç yılda değişik olay ve gelişmeler üzerine bu gelişmelere bağlı olarak vahyedilen, birbirinden bağımsız pasajları içeren ilâhi bir hitaptır.

 

Dolayısıyla Kur'an'da kronolojik, sistematik ve konularına göre bir düzenleme bulunmamaktadır. 


Aslında yazılı kültürün alışık olduğu giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan bir metin yapısını sözlü kültürlerde görmek mümkün değildir. 


Mesala, sözlü kültürün şaheserleri olan şiir ve destanlarda şairler ve ozanlar zaman sınırına uymaz.

 

Şair veya ozan önce  bir durumu anlattıktan sonra başa dönüp bu defa ayrıntılarıyla olayı anlatabilir.


Bir çizgide doruğa çıkıp inişe geçen bir olay örgüsü sözlü kültüre yabancı bulunmaktadır. 


Sözlü kültür daha kısa anlatımları bile yazılı kültür okurlarının alışık olduğu giriş- gelişme- sonuç biçiminde düzenlemez.

 

Zaten insan yaşamı da doruğa çıkıp inişe geçen çizgisel olay örgülerinden oluşmaz.

 

Bu sebeple sözlü kültür anlatımları da insan yaşamının özelliğine göre şekillenir. 


Yani o an için insanları ilgilendiren konu ne ise, o konudan başlanarak söylemek istenen şeyler belirli bir çizgide takip edilmeden anlatılmaya çalışılır. 


Kur'an, kendisi ile muhatap olanlara "sözlü bir  bildirim" olarak ulaşmış "konuşma" tarzında mesaj  ileten bir "okuyuş"tur. 


Nitekim Kur'an'ın sözlük anlamı da "ezberden okuma"dır. 

Ayrıca Kur'an,  kendisini "en güzel söz"

( Zümer- 23) olarak ortaya koyar. 

 

Bu nedenle Kur'an yazılı metne ait dil kullanımı, kelime ve ibare seçimi, cümle yapısı, anlatım üslubu ve her özelliğiyle metin (kitap)  kurgusuna sahip değildir.


Dolayısıyla Kur'an'ı incelemeye  başlamadan önce okuyucu onun diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir kitap olduğunu aklından çıkarmamalıdır.


Normal kitapların aksine, Kur'an edebi  bir sıraya göre tertip edilmiş,  belirli konular hakkında bilgi, fikir ve tartışmaları ele almamaktadır. 

 

Bu nedenle Kuran'a yabancı olan kişi, onunla ilk karşılaştığında bölümler ve kısımlara ayrılmamış veya farklı konuların farklı bir şekilde ele alınmamış ve hayatın farklı yönleriyle ilgili emirlerin düzenli bir şekilde verilmemiş olduğunu görünce şaşkınlığa düşebilir. 


Buna mukabil daha önce hiç karşılaşmadığı ve onun kitap anlayışına hiç uymayan bir şeyle karşılaşır.

26 Ocak 2021 Salı

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(7.YAZI) 

Kur'an'ın Allah'ın kelamı olmakla birlikte, onun insanlara tebliğ edilmesi bir beşer lisanı olan Arap dilinin belağat ve kurallarıyla  gerçekleşmiştir.  


Çünkü Yüce Allah Kur'an'ı Mübin'de "(Allah'ın emirlerini) onlara açıklasın (tebyin etsin- açıklasın- ulaştırsın-tebliğ etsin-okusun) diye her Resulü kendi kavminin lisanı ile gönderdik..."

(İbrahim-4)

 buyurmaktadır.

 

Dolayısıyla emir ve yasaklarının daha kolay anlaşılması ve iletişimin daha sağlıklı gerçekleşmesi için yüce Allah, insana onun  konuştuğu dille hitap etmiştir.


Ancak sorun burada bitmemektedir.


İnsana Allah tarafından gönderilen bir kitap- hitap yani ilâhi bir kelam ve hadis olan Kur'an'ın  kendisine ait yapısını ve kimliğinin özelliğini kavramadan ve bu konudaki problemli konuları açıklığa kavuştırmadan yani Kur'an'ın bir kitap olarak özelliğini, üslubunu bilmeden, Arapça mahiyetine, indirildiği kültür zeminine ve dilsel özelliklerine akıl yormadan ve vahiy'de yer alan kavramların anlam  çerçevesini tam olarak belirlemeden gerçekleştirilen anlama faaliyetleri birçok eksikliği beraberinde getirecektir. 

 

Nitekim günümüzde insanlar Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamadan, hikmet gibi en önemli kavramın hangi anlama geldiğini bilmeden, bağlam ve bütünlükten uzak, tek başlarına meal okumaya yönlendirilmekte ve bu sayede Kur'an'ın  kendisine özel, hikmetli bir kitap olma özelliğini kavramayan birçok kişi Kur'an'dan istifade edecekleri yerde, kendi zihinlerinde cevaplandırılması zor olan bir çok problemle karşılaşmakta, hatta hayal kırıklığına uğramaktadır.


Dolayısıyla Kuran'ı okuma ve eksiksiz olarak  anlamaya çalışma öncesi yukarıda belirtilen  problemlerin ortaya konmasında ve açıklığa  kavuşturulmasında büyük  yarar vardır.


Mesajda esas olan onun anlaşılır olmasıdır. 


Anlaşılmayan bir mesajın iletilmesi veya gönderilmesi anlamsızdır ve amacından yoksundur.

 

Dolayısıyla Rahmân ve Rahim olan Allah emir ve yasaklarını insanların anlayışlarına uygun olarak göndermiş; kitabını insanlar için anlaşılır bir düzeyde olmasını göz önünde bulundurmuştur.


"Andolsun biz Kuran'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?"

 (Kamer- 17, 22,32. 40, )


Ancak vahye karşı gelen müşrikler dahil ilk muhataplar açısından  genelde anlaşılır bir "söz" olan Kur'an'ın, daha sonraki insanlar için neden anlaşılması zor olan bir metin haline  gelmiştir? 


Bu sorun üzerinde ciddiyetle durulması gerekli olan çok önemli bir konudur.


Bu bağlamda Kuran'ın bir kitap olarak ne olduğunun yani nasıl bir kitap olduğunu veya Kur'an aslında kitap olup olmadığı ortaya konmasında hayati yararlar mevcuttur.  


Kur'an bizim anladığımız şekilde bir kitap değildir.  


Zira Kur'an'da bulunan konuların bir çok sürede tekrar edilmesi ve dağınık bir şekilde yer alması gibi hususlar ilk bakışta Kur'an'ın bir kitap olarak eksikliği ve kusuru olarak görülebilir.


Aslında bu gibi özellikler bir kitabın karakteri ve yapısı ile uyuşmayan unsurlardır.


Ancak Kur'an, yazının benimsenmediği, hatta nefret edildiği, bundan dolayı yazılı hiçbir kaynağın bulunmadığı yani yazılı kültürün olmadığı, söz ve hitabetin egemen olduğu ve sözün gücünün hayat alanlarını belirlediği bir ortam içerisinde nazil olmuştur.


Bu  bakımdan yazılı dilin egemen olduğu giriş- gelişme- sonuç sistemini Kur'an'da bulmak mümkün değildir.


Yaşanılan olaylar üzerine indirilen mesajın bu anlamda önceden kurgulanmış, başı ve sonu belli olan bir metin olma özelliği bulunmamaktadır. 


Son Nebi'ye indirilen vahiy, olay örgülerinin çizgisel bir düzlemde işlenmediği, kaotik konu anlatım yapısının bulunduğu, bir çok tekrarla, etkileyici hitapların yapıldığı, sözlü kültür içerisinde ve konuşma dili çerçevesinde iletilmiştir.


 Dolayısıyla yazılı kültür içerisinde yaşayan insanlar açısından Kur'an'ın bu yapısı bir problem oluşturmaktadır ve bu durum, sorunun sözlü kültür- yazılı kültür veya yazı dili- konuşma dili çerçevesinde ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

25 Ocak 2021 Pazartesi

 TEVBE 103. ÂYET HANGİ ANLAMA   GELMEKTEDİR? 


Söz konusu âyetin anlamı şudur. 

"Onların mallarından sadaka al; bununla onları (işledikleri  günahtan) temizlersin, onları aratıp yüceltirsin. Ve onlar için salat et. Çünkü senin salât'ın onlar için bir sekinedir. Allah işitendir her şeyi  bilendir"

(Tevbe-103)


Yukarıdaki âyette bulunan "salli" kelimesine Diyanet, Elmalılı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ali Bulaç, Muhammed Esed, Suat Yıldırım, Celal Yıldırım, Süleyman Ataş ve Diyanet vakıf meali tarafından "dua et" anlamı verilmiştir. 


Halbuki bu âyette bulunan "salli" kelimesinin dua etme ile hiç bir ilgisi yoktur. 

Söz konusu âyetin hangi anlama geldiğini ortaya koymadan önce üzerinde bulunan iki âyeti görmek  zorundayız. 


"Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münâfıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilemezsin. 


Onları biz biliriz. Onlara iki kez azab edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. 


Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amele karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbelerini  kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan merhamet edendir"

(Tevbe-101,102)


Tevbe 103. âyette söz konusu edilenler, münafıklıkta maharet kazanmayan, yaptıkları günahlardan  pişman olan ve tevbe etmeye meyilli bulunanlardır.

 Yani bunlar İslam ile nifak arasında  bulunan bir kesimdir.


 Yüce Allah, Nebi (a.s) a  pişmanlıklarının pekişmesi, imanlarının sağlam olması ve münafıklıktan iyice arınmaları için ilk önce onların mallarından sadaka almasını emrediyor. 

 Daha sonra fiil ve sözleriyle  onlara yardım etmesini ve destek olmasını tavsiye ediyor.

Yani Allah ve Resul'ü  tarafından  kendilerine değer verildiğini anlayacaklar. 


Nebi (a.s) söz ve fiilleriyle onlara yardım edecek ve destek olacak ki, nifak hastalığından kurtulup ihlas ve takva sahibi birer Müslüman olsunlar. 


Dolayısıyla âyette bulunan "salli  aleyhim"  "onlara destek ol, yardım et, onlara ağırlık ve değer ver" anlamına gelmektedir.

 ÇELİŞKİ GİBİ GÖRÜNÜYOR AMA DEĞİL 

 Bağlam ve bütünlüğünü anlamayan   özellikle nebi ile resülün arasında bulunan farkları bilmeyen, Kur'an'da var olan bir çok konuda çelişki olduğunu zanneder. 


Fakat Kur'an'ın hikmetine yani kendi bağlam ve bütünlüğüne başvurulduğu zaman çelişki olarak görülen bir çok konu çözüme kavuşuyor. 


Bunlardan biri de, nebi ve resul bağlamında kullanılan "istiğfar" kavramıdır. 

Yüce Allah, Mübin Kitabında şöyle buyuruyor. 


(Ey Nebi!) Onlar için ister istiğfar dile, ister istiğfar dileme; onlar için yetmiş kez istiğfar dilesen de Allah onları asla mağfiret (af) etmeyecektir.  


Bu, onların Allah ve Resulü'nü inkar etmelerinden dolayıdır. Allah fasıklar topluluğunu (Kur'an'dan bağımsız olarak) hidayete erdirmez"

 (Tevbe-80)

 

Yukarıdaki âyette "...ister istiğfar dile, ister istiğfar dileme; onlar için yetmiş kez istiğfar dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir..." buyrulurken, konu ile ilgili diğer  âyetlerde yüce Allah şöyle buyuruyor. 

 

"Biz her Resul'ü Allah'ın izniyle (kudret ve ilmiyle) ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. 


Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman (bir Resül olarak) sana gelseler de Allah'tan istiğfar dileseler ( tevbe etseler) Resul de onlar için istiğfar dileseydi  (affedildiklerini bildiren vahiy indirmekle) Allah'ı ziyadesiyle tevbeleri kabul edici ve merhamet edici olarak bulurlardı"

(Nisa-64)

Konu ile ilgili diğer bir âyet şöyledir. 


"Onlara: Gelin, Allah'ın Resul'ü sizin istiğfar dilesin, denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün"

(Munafikun-5)

 

Tevbe 80. âyette bulunan "istiğfar" ın kabul edilmemesi Nebi'nin onların gıyabında yani onların tevbe etmelerinden  bağımsız olarak af dilemesidir.


Oysa kendileri pişmanlık duyarak, tevbe ve istiğfar dilemeden, yüce Allah tarafından bağışlanmaları  mümkün değildir. 


Daha sonra zaten yüce Allah  Nebi (a.s) ı  onlara dua ve istiğfar etmekten engellemiştir. 

"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar Müşrikler için istiğfar  dilemek ne Nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz"

(Tevbe-113)


Aynı şekilde İbrahim (a.s) da  Nübüvvet makamında belli bir zaman babasının bağışlanması için istiğfar dilemiştir. 

"İbrahim'in  babası için istiğfar  dilemesi sadece ona verdiği sözden dolayı idi.  Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.  Şüphesiz ki İbrahim ahu vah eden halim biriydi"

 (Tevbe-114)


 Nisa- 64 ile Munafikun-5. âyetlerinde geçen istiğfarın kabul edilmesi ise, tamamen Resul, yani vahiy'le af ve mağfiret edilmeleriyle  ilgili bir durumdur. 


Dolayısıyla onlar yaptıkları büyük günahtan sonra Allah'tan bağışlanma dileyecek, sonra Resul'e gelerek bağışlanmaları için istiğfar  dileyeceklerdir.


Bu durumda yüce Allah da vahiy indirerek onları af ve mağfiret edecektir. 


Bunun Kur'an'da çok örnekleri vardır. Mesela:

"Andolsun ki Allah, müminlerden bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra Nebi'yi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. 


Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O,  onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.


Ve seferden geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü,  genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. 


Nihayet Allah'tan (onun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hallerine dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti. 


Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek  merhamet edendir.  Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun"

( Tevbe- 117, 118, 119)


Nebi ile Resül'ün arasında bulunan farklar bilinmeden bu çelişkiyi çözmenin mümkün olmadığı ortaya çıkıyor. 


Resül, vahye eşit bir konuma sahip olduğu için onun da gönlünü alarak   razı etmeleri gerekir. 

Çünkü vahiy yerine Tağut'a giderek onun da hakkına tecavüz etmişlerdir. 


"Onlardan razı olmanız için için size gelip Allah adına yemin ederler. Eğer gerçek mümin iseler Allah ve Resulü'nü razı etmeleri daha doğrudur"

(Tevbe-62 

 

 Âyette "...Allah ve Resul..." kavramları geçtiği halde, "en yurduhu" "onu razı etmeleri"  denmesi ilginç olmuştur. 

 

Aslında "en yurduhume" "ikisini razı etmeleri" olması gerekirdi. 

  

Fakat Resulü, Allah'ı temsil makamında bulunduğu için bu şekil almıştır. 

Eğer âyette Resül kavramı kullanılmasaydı kesinlikle böyle gelmeyecekti.

24 Ocak 2021 Pazar

 NEBİ İLE RESUL'ÜN ARASINDA BULUNAN FARKLARIN BİLİNMESİNİN ÖNEMİ: 

(6.YAZI) 


20-)EMANET 

Kur'an'da emanet kavramı yani "emin olma" vasfı Resul için kullanılan bir kavramdır.


"Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için "emin" bir nasihatçıyım"

 (Âraf- 68)


"Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben, size gönderilmiş emin bir "Resulüm"

(Şuara- 106,107)


"Kardeşleri Hud onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş emin  bir "Resulüm"

( Şuara- 124,125)


"Kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş emin bir Resulüm"

( Şuara -142,143)


"Kardeşleri Lut onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş emin bir "Resulüm"

( Şuara -161, 162)


"Şuayb onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size gönderilmiş emin bir "Resulüm"

(Şuara-177,178)


Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi, "emin" sıfatı hiçbir âyette Nebi ve Muhammed için kullanılmamıştır. 


Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin iddia ettikleri gibi,  "emanet" yani emin olma Muhammed'in veya Nebi'nin değil, Resül'ün özelliklerindendir. 


Hatta Kur'an'a baktığımızda Nebi'nin kendi hataları  için istiğfar dilemesi istenirken, Resul'e  başkaları için istiğfar etme görevi verilmiştir. 


Nebi Allah'a karşı hata ettiğinden dolayı günahlarına karşı istiğfar etmesi istenir.


(Ey Nebi! ) Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. "vesteğfir lizenbike" "Günahlarının  bağışlanması için istiğfar et" Akşam sabah Rabbini hamd ile tesbih et" (Mü'min-55)

 

"Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur. (Ey Nebi! ) "vesteğfir lizenbike ve lil mü'minine vel mü'minét" "Hem kendinin hem de Mümin erkeklerin ve Mümin kadınların günahlarının bağışlanması için istifar dile" (Muhammed- 19 )


Âetlerde her ne kadar Nebi kavramı   geçmiyorsa da istiğfar etmenin Nebi ile ilgili bir fiil olduğunu Nebi ile Resül'ün arasında bulunan farklardan biliyoruz. 

Mesela: 

"Andolsun ki Allah, müminlerden bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz  tuttuktan sonra Nebi'yi ve güçlük  zamanında ona uyan muhacirlerle ensar affetti.

 Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O,  onlara karşı çok şefkatli pek merhametlidir"

(Tevbe-117)


Resul'e gelecek olursak.

Görevi sadece kendisine indirilen  vahyi tebliğ olan ve görevinde ihanet yapması mümkün olmayan  Resul için istiğfar dilemek söz konusu değildir.


Fakat Resul Allah'a karşı samimi bir şekilde tevbe edenlerin bağışlanmaları için yani kendilerinin  affedildiklerini ortaya koyan vahiy gelmesi için istiğfar eder.


Resülün istiğfar dilemesi, tamamen vahiy'le affedildiklerini göstermek içindir. 


"Biz her Resul'ü Allah'ın izniyle (iradesiyle) ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar  kendilerine zulmettikleri zaman (Tağut'a değil de)  sana (vahye)  gelmiş olsalardı. 


 Allah'tan bağışlanma  dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi (vahiy indirerek af edilmeleri için) Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı)

( Nisa- 64)

 

"Onlara: Gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin denildiği zaman,  başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak  uzaklaştıklarını görürsün"

(Munâfikun-5)


Yani Resül'ün istiğfar etmesi, vahiy yoluyla onların affedilmelerini sağlamak içindir. 

Bu konunun üzerinde neden fazla duruyoruz? 


Çünkü tasavvuf ehli Nisa-64.âyetini istismar ederek, "Resül'ün istiğfar etmesinden" şeyhin rabıta ve hatmesine  yol açıyorlar. 


22-) SIDK: 

Sıdk kavramının, yani mutlak doğruluğun,  Kur'an'da, Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanıldığını görüyoruz. 


Allah için kullandığı âyetler. 

"De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise hakka yönelmiş olarak  İbrahim'in dinine tâbi olunuz. O, hiç bir zaman müşriklerden olmadı"

(Âli İmran- 95)


"... söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır"

( Nisa- 87)


"... söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah'tan daha doğru olabilir"

( Nisa- 122)

 

Vahiy için kullandığı âyetler.

 "Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten uzak olanlar bunlardır"

( Zümer- 33)


"... Bu Kur'an uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden her şeyi açıklayan  bir kitaptır;  iman eden toplum için bir rahmet ve hidayettir"

( Yusuf -111)

 

Resul için kullandığı âyetler. 

(İşte o zaman) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu Rahman'ın vâdettiğidir.  Resuller gerçekten doğru söylemişler! derler"

(Yasin, 52) 


"Mecnun bir şair için biz ilahlarımızı  bırakacak mıyız?" derlerdi. Hayır o Resul gerçeği getirdi ve elçileri doğruladı"

( Saffat- 37, 38)


23-) İSTİ'SAM:

Kur'an'da "İsti'sam" "sığınma, himayesine girme, korunma"  kavramı da Allah ve vahiy bağlamında kullanılmıştır. 


Ancak Şia ve Ehli Sünnet âlimleri "i'tisam" kavramını bozarak ona  "sımsıkı sarılma" olarak meal vermişlerdir. 


Halbuki "İsti'sam" "Her türlü olumsuz inanç ve fikirden korunmak amacıyla vahye sığınma, kötülüklere karşı sığınılacak yer, sağlam yer" anlamına gelmektedir. 


Allah bağlamında kullanıldığı yerler. 


"Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Resulü de aranızda iken nasıl inkara saparsınız? "Ve men ye'tasim billéhi" "Her kim Allah'a sığınırsa" kesinlikle doğru yola iletilmiştir"

(Âli İmran-101)


Yukarıdaki âyette bulunan "vemen ye'tasim billéhi" "kim Allah'a sığınırsa" dan maksat, Allah'ın kitabı  Kur'an'dır. 


Bu gerçek Âli İmran süresinin 103. âyetinde dile getirilmektedir. 

"Va'tasimu bihablillâhi cemian velé teferraku" "Allah'ın himayesine sığının sakın fırka fırka olmayın"

Diğer bir âyet şöyledir. 


"Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.  Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın"


Ancak tevbe edip hallerinı düzeltenler, "ve'tasamu billéhi" "Allah'a sığınanlar" ve dinlerini yalnız Allah'a özel kılanlar başkadır. İşte bunlar gerçekten müminlerle beraberdirler  ve Allah müminlere yakında büyük bir mükafat hazırlamıştır"

(Nisa- 146) 


"Vahiy" bağlamında kullanıldığı âyetler. 


"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a)  sımsıkı yapışın; fırka fırka olmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idinizde O, gönüllerinizi birleştirilmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. 

Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. işte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız"

( Âli İmran,  103)


"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. "Vallâhu ye'simuke minennési"  "Allah seni insanlardan koruyacaktır" Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmez"

(Mâide-67) 


Yani onlara vahiy'den bağımsız olarak hidayet vermez. 

Hidayet bulmanın ve hidayete ulaşmanın tek yolu Kur'an'dır. 


Kur'an'da Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan kavramlardan veya Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan çıkan gerçek şudur.


Din ve hüküm olarak Allah ve Resulü'nden başka hiç kimseye mutlak itaat yoktur.

 Resul'ün vefatından sonra itaat sadece onun  dilinde hayat bulan ve ondan miras kalan Allah'ın âyetlerine  olacaktır.


Zaten vahiy ile Resul'ün misyonu arasında bir fark yoktur.


Hangi çağda yaşarsa yaşasın vahye itaat eden aynı zamanda Resul'e itaat etmiş olur.


Nebi (a.s) a  bile mutlak itaat emredilmemiştir. 

Çünkü Nebi(a.s) söz ver fiillerinde hata edebilir. 

 Hata eden kimseye mutlak itaat caiz olmaz.


Din ve hüküm olarak sadece vahye ve  onu dile getiren Resul'e itaat ve  ittiba edilecektir.


Vahiy ve Resul'den başka hiç kimseye uyulmaz. 

Beşer Resul on dört asır önce  vefat ettiğine  ve ona tâbi olunamayacağına göre, tâbi olunacak tek bir rehber kalıyor o da Allah tarafından indirilen kitap Resul yani vahiy'dir. 


Ancak vahye tâbi olan  sırat-ı müstakime ulaşır. Allah ve Resulü'nden başka hiç kimse haram kılamaz. 

 Kur'an'da bir şey haram kılınmamışsa yiyebilecek kimseler için sağlık açısından zararlı değilse o şey helaldir. 


Yüce Allah göndermiş olduğu  kitabın âyetlerini tafsil,  tasrif, tefsir ve tebyin edip  detaylı bir şekilde ortaya koymuştur. 

 

Resul (a.s) âyetlerin manasını açma, onları tefsir etme yani detaylandırma  yetkisi verilmemiştir. 


 Resul için kullanılan "tebyin"  "açıklama" (Nahl-44) "onu duyurma ve ilan etme" yani gizlememe anlamında kullanılmıştır.

Bunu da en güzel bir şekilde ortaya koyan Âli İmran 187.âyetidir. 

 Allah elçileri sadece Allah tarafından kendilerine indirilen vahyi tebliğ ederler. 


Allah Resullerinin vahyi tebliğ etmekten başka  görevleri yoktur.  


Ancak onlar vahyi  en güzel bir şekilde yaşayarak Allah'ın ahlakına sahip olduklarını ortaya koyan örnek şahsiyetlerdir.

 

Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen âyetleri okur eksiltme ve çoğaltma yapmadan insanlara ulaştırırlar. 


Yüce Allah, Resuller göndermeden dünya hayatında ve ahirete hiç kimseye azap etmez.


Ancak burada  ister istemez  şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor. 


Hayatta olduğu sürece insanlar Beşer Resul'den, beşer Resul vefat ettikten sonra ise sadece  dilinde hayat bulan kitap'tan sorumlu  tutulmuşlardır. 


Yoksa beşer Resul ölümlü olduğu için ona bütün insanların ulaşması ve onunla  muhatap olmaları mümkün değildir. 


 İşte bundan dolayı son vahiy olan Kur'an kıyamet gününe kadar devam edecek kitap Resul kimliğine ve özelliğine sahiptir. 


Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilmeyen, Allah tarafından gelmeyen hak olamaz dolayısıyla  ona uyma zorunluluğu yoktur.

 

Kıyamet gününe kadar din ve hüküm olan sadece Allah'tan indirilen vahiy'dir. 


Din Allah'tan indirilendir. 

Dinin Allah'a özel kılınması gerekir.

 Resulullah (a.s) daha  hayatta iken din  Allah tarafından tamamlanmıştır. 


Bunun aksi inanç ve fikirler  Kur'an'a dolayısıyla  Allah'a karşı isyan ve  şirk olacaktır. 

Bakara 89. âyet ile 101. âyet vahiy ile Resul'ün arasında bir farkın olmadığını açık olarak ortaya koyuyor. 


Yani beşer Resul ile  kitab Resul aynı hakikati temsil ediyorlar.


Şimdi bu iki âyete dikkatli bir  şekilde göz  atalım. 


işte 89 âyetin metni "Velemmé céehum kitébun min indilléhi musaddikun limé maahum..."

"Kendilerine Allah katından yanlarında bulunanı tasdik eden bir kitap gelip de..."

 

101. âyet "Velemmé céehum Resulün min indilléhi musaddikun limé maahum..." "Kendilerine Allah katından yanlarında bulunanı tasdik eden bir Resul gelip de..."

 

Görüldüğü gibi âyetin başında bulunan metin aynı olmakla beraber, sadece kitap ve Resul kavramları yer değiştirmiştir.

24-) MÜBİN: 

Aynı şekilde "Mübin" kavramı da hem vahiy hemde Resul bağlamında kullanılmıştır. 

Vahiy için kullanıldığı âyetler. 


"Tâ. Sin. Bunlar Kur'an'ın ve  Mübin kitabın âyetleridir"

(Neml- 1)

"Mübin olan kitab-a andolsun ki..."

(Duhan- 2)


Resul için kullanıldığı âyetler. 

"Nerede onlarda öğüt almak ?  Oysa kendilerine gerçeği açıklayan "Mübin" bir Resul gelmişti"

(Duhan- 13)

(Ey Resul! ) De ki: Ben MÜBİN bir uyarıcıyım"

(Hicr-89)

"Doğrusu bunları da atalarını da kendilerine Hak ve onu açıklayan Mübin bir Resul gelinceye kadar onları geçindirdim"

(Zuhruf, 29) 


 Yani vahiy ile Rasul aynı şeydir. 

 Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahyi  anlatır ve onu tebliğ ederler. 


Nebi'lerin özel hayatlarında  konuştukları şeyler din ve hüküm değildir. 


 Dolayısıyla Nebi'nin sözleri hiçbir zaman ümmeti bağlamaz. 


 Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan daha bir çok kavram mevcuttur.

Mesela:

Ültimatom: 

 "Allah ve Resulü'nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere  bir ihtar bir (ültimatom!)"

(Tevbe- 1)

 

Meydan okuma:

"Allah'a ve Resul'üne meydan okuyanlar işte onlar aşağıların en  aşağısındadırlar"

(Mücadele-20)

 

Galip olma, galip gelme:

"Allah: Elbette ben ve Resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir"

( Mücadele- 21)


 Enfal ve ganimetler:

 "Sana cihattan gelen ganimetler hakkında soruyorlar. 

De ki: 

Cihad'ın bahşettiği bütün gelirler Allah'a ve Resulüne aittir. Şu halde Allah'a karşı sorumluluk bilincinde  olun ve aranızdaki ilişkiyi düzgün tutun! 


Birde Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer gerçekten hakkıyla iman etmiş  olduysanız" 

(Enfal- 1)


 "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara  aittir"

(Enfal-41)


23-) KERİM: 

Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan kavramlardan biri de "Kerim" kavramıdır. 

 Allah bağlamında kullanıldığı âyetler.


"Ey insan! seni Kerim olan Rabbine karşı aldatan nedir?

( İnfitar-6)

" ...Şükreden ancak kendisi şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, benim rabbim gani ve Kerim olandır"

(Neml- 40)


Vahiy bağlamında kullanıldığı ayetler.

"Şüphesiz bu Kerim bir Kuran'dır"


( Vakıa- 77)

"Resul bağlamında kullanıldığı âyetler.


"Andolsun, kendilerinden önce biz, Firavun'un kavmini de  imtihan etmiştik. 

Onlara: Allah'ın kulları! 

Bana gelin! Çünkü ben size gönderilmiş güvenilir bir Resulüm diye davette bulunan "Kerim" bir Resul gelmişti"

 (Duhan- 17, 18)


"Şüphesiz Kur'an Kerim bir Resulün sözüdür" (Hakka, 40)


24-) SIRAT-I MÜSTAKİM: 

Sırat-ı müstakim Allah ile vahiy bağlamında kullanılan bir kavramdır. 

 Allah için kullandığı ayet.


"Ben benimde Rabb'im  sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım,  çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, boyunu O'nun elinde olmasın. 


"...Şüphesiz Rabbim sırat-ı müstakim üzerindedir"

 (Hud, 56) 


Yüce Allah'ın sırat-ı müstakim üzerinde olduğunu beyan etmesi,  bütün fiillerinin bir hikmete bağlı olması, ancak hakkı söylemesi, keyfi hiçbir şey yapmaması,  yaptığı her işte maslahat, rahmet ve adaletin bulunduğunu ifade eder.


Rahmân ve Rahim olan Allah'ın yarattığı her şeyde ince bir ayar ve hassas bir denge gözetmesi anlamına geliyor. 


Dolayısıyla Yüce Allah fiil ve sözlerinde yani Resullere göndermiş olduğu vahiy'lerde hep hak, hidayet, rahmet  ve sırat-ı müstakim üzerindedir. 


Kullarına asla haksızlık etmez her türlü zulümden uzaktır. 

Göklerde, yerde ve bütün eşyada O'nun rahmeti tecelli eder.

 

Yüce Allah yarattığı her şeye aynı zamanda hayatını sürdürebilecek hidayetini de  vermiştir.


Akıl ve fikir sahibi  insana Resuller vasıtasıyla vahiy, akıl ve tefekkürden yoksun olan varlıklara da içgüdüsel bir yetenek vermiştir. 

 

Kur'an'da sırat-ı müstakim tamlamasına baktığımızda bazen sırat yerine "hüden" "hidayet" kavramı da gelmektedir.


Demek oluyor ki, Allah'ın yarattığı her şeye aynı zamanda bir hidayet, bir yol ve bir yön tayin  etmiştir.


"...Sen Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten  hidayet olan mustakim bir yol üzerindesin"

 (Hac, 67)


Dolayısıyla Allah elçilerinin davet ettikleri dinin bir diğer adı da sırat-ı müstakim'dir.


"Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise sadece ona ona kulluk edin. İşte bu sırat-ı müstakim'dir"

(Meryem-36)


"Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur'an'ın) hakikaten Rabbin  tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar,  bu sayede kalpleri huzur ve itminana kavuşsun.


 Şüphesiz ki Allah, iman edenleri kesinlikle sırat-ı müstakime yöneltir"

( Hac-54)


"Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Resulü de aranızda iken nasıl inkara saparsınız? Her kim Allah'a sığınırsa kesinlikle sırat-ı müstakime  iletilmiştir"

(Âli İmran-101) 


Yukarıdaki ayette bulunan sisteme dikkat etmek gerekiyor. 


"Allah'ın âyetleri, Allah Resulü, Allah'a sığınma ve sırat-ı müstakim" 


"Rabbimiz! ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Biz sırat-ı müstakime hidayet eyle"

( Fatiha- 5 ,6)


Son vahyin sisteminde Nebi'nin ailesi,  haysiyet ve şerefi koruma altında olmakla beraber sözleri Resul gibi bağlayıcı değildir. İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır. 


Tek doğru yol, hidayet, rahmet, hak, nur, adalet, sırat-ı müstakim olan sadece Allah tarafından indirilen Kur'an'dır. 

Dolayısıyla kiyamet gününe kadar  dâvet, uyarı ve ikaz sadece Kur'an ile olacaktır.

23 Ocak 2021 Cumartesi

 BİZ KİMİZ? YOLUMUZ NE?  

 Kur'an ve tevhid, akıl ve tefekkür, sorgulama ve özgürlük, vicdan ve merhamet düşmanlarının düşmanıyız. 


 Biz vahiy ehli muvahhidler, Allah'ın kitabına ihanet ederek milletin başına uydurma kutsallar musallat eden Kur'an cahili  muhaddis ve müctehidlerin düşmanıyız.


Allah'ın dosdoğru hidayet yolu var iken karanlık  mezhepleri ihdas eden çürümüş beyinlerin düşmanıyız.


Ümmeti Kur'an'ın aydınlığından uzaklaştırarak geçmişin karanlıklarına mahkum eden yobaz kafaların düşmanıyız.


Aklını kiraya verip düşüncesizce ataların batıl yollarını taklit eden, fosillere mahkum olan gericilerin düşmanıyız.


1400 yıldan beri ümmeti  Emevi Abbasi kaynaklarındaki rivayetlere esir ederek perişan ve derbeder hâle getiren şeytan evlıyasının düşmanıyız. 


(Ey kavmim !) "Eğer benim aranızda durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah'a dayanıp güvenirim.  


Siz de Allah'a şirk koştuğunuz ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. 

Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra vereceğiniz hükmü bana uygulayın ve  bana mühlet de vermeyin.

 Eğer yüz  çeviriyorsanız,  zaten ben sizden bir ücret istemedim. 

Benim mükafatım Allah'tan başkasına ait değildir ve bana sadece Allah'a teslim olanlardan  olmam emrolundu"

(Yunus-71,72)

 diyen şükredici kul, Nebi ve Resül Nuh (a.s) ın şia'sındanız. 


(Ey müşrikler!) 

Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkar ediyoruz.

Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir..." (Mümtehine-4) diyen rehberimiz İbrahim (a.s) ve yoldaşlarının mezhebindeyiz.


(Ey müşrikler!)

Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk koşmaktan korkmazken, biz sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! 


Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır" 

(En'am-81) diyerek kahramanca haykıran tevhid önderimiz İbrahim (a.s) ın milletindeniz. 


"İman edip imanlarına herhangi bir  zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır"

(En'am, 82)

 

(Ey kavmim! ) Bana ne oluyor! (Biliyor musunuz! ) Ben sizi kurtuluşa davet ediyorum. 

Siz beni ateşe davet ediyorsunuz. 


Siz beni Allah'ı inkar etmeye ve hiç tanımadığım şeyleri ona ortak koşmaya davet ediyorsunuz.

 Ben ise sizi Aziz ve bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum.


 Gerçek şu ki,  sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete  değer bir tarafı yoktur.   Dönüşümüz Allah'adır, hayatını (şirk yolunda) israf edenler ateş ehlinin  kendileridir. 


Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız.

 Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görendir"

(Mü'min-41,42 43,44) diyen kahraman mü'minin izindeyiz. 


Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılınlarla bizim  hiç bir ilişkimiz olamaz..."

(En'am- 159)


(Ey müşrikler!) Allah'ı şâhid tutuyoruz; sizde şâhid olun ki biz sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağız" diyen Hud (a.s) ın  yoldaşıyız.

(Hud-54)


"Ey Firavun seni mahvolmuş olarak görüyorum diyen karizmatik lider, Nebi ve Resul Musa (a. s) ın dinindeniz. 


(Ey Firavun!) Seni, bize gelen apaçık   mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. 

Öyleyse bize istediğini yap (ne ceza verirsen ver) Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü  geçirebilirsin. 


Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Hayırlı ve bâki olan Allah'tır" 

(Tâhâ-72,73) diyen fedakarlık ve ihlas abidesi sihirbazların imanındayız. 


"Ey Rabbim! Katında bana bir yer ver ve beni Firavun ve amelinden koru..." (Tahrim-11)  diyen Firavun hanımının imanının hayranıyız. 


"Ey zindan arkadaşlarım! 

Çeşitli Rabler edinmek mi daha hayırlı, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?" 

"Allah'ı bırakıp da (yöresinde, berisinde  yanında) taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında (hidayette olduklarına dair) herhangi bir delil indirmemiştir. 


Hüküm sadece Allah'a aittir. 


O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte ümmetleri ayağa kaldıracak dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"

(Yusuf- 39,40 )


"...Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Sen dünyada da ahirette de benim dostumsun. 

Beni sadece kendine teslim olmuş olarak vefat ettir ve salih kullar arasına kat" (Yusuf-101)  diyen muhlis Nebi Yusuf'un dinindeniz. 


(Ey müşrikler! ) "...Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başka bir ilah kabul etmiyoruz.  Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.

 Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka ilahlar edindiler. Hiç olmazsa bu ilahlar konusunda açık bir delil getirseler.


 (Ne mümkün!) Öyleyse Allah hakkında yalan iftira edenden  daha zalim kim vardır?" 

(Kehf-14,15)


"...Ey İsrailoğulları! Rabbim ve  Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz.  Biliniz ki kim Allah'a şirk koşarsa Muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar;  artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur" (Mâide-72) diyen Meryem oğlu İsa Mesih'in dinindeniz. 


(Ey müşrikler! ) Siz ve Allah'tan başka (onun yöresinde, berisinde)  kulluk ettikleriniz cehennem odunusunuz.." 

(Enbiya-98) diyen son Nebi ve Resül olan Muhammed (a.s) ın yolundayız. 


"Bizim yolumuz bir aydınlık üzerinde kurulan, sadece Allah'a davet olan ve müşriklerden uzak bulunan bir yoldur"

(Yusuf-108 


 İlâh ve Rab konumuna soktuğunuz müctehid ve mezhep imamlarınızdan, Allah Resulü adına iftira ettiğiniz hadislerinizden, oyun ve eğlence edindiğiniz dininizden doğu ile batı kadar uzağız.


"Şehrin diğer ucundan koşarak gelen ve Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz. 

Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tabi olun, çünkü onlar hidayette olan  kimselerdir.

 Bana (bize)  ne oluyor ki, sadece beni yaratana ibadet etmeyecek mişim! 


Halbuki, hepiniz ona döndürüleceksiniz.

 O'ndan başka (evliya-muhaddis-müctehid)  ilahlar mı edineyim?

 O çok merhametli Allah, eğer bana bir zarar dilerse (evliya ve ) ilahların şefaati bana hiçbir bir fayda vermez,  beni kurtaramazlar. 


İşte o zaman ben apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben Rabbinize inandım beni dinleyin"

(Yasin-20/25)

 diyen fedai muvahhidin yolundayız. 


Sizin ictihadlarınızdan, âlimlerinizden, cemaat liderlerinizden, tarikat ve tasavvuf önderlerinizden göklerle yer kadar uzağız.


Sizin türbelerinizden, mevlidinizden, ümmi milleti aldatma ve uyutma aracı olarak kullandığınız kandil! gecelerinizden zulüm ve küfür kadar uzağız.

Allah'ın âyetleriyle alay ederek icra ettiğiniz Kur'an! ziyafetlerinizden ebediyen uzağız.


Sizin vahyin ortaya koyduğu Allah  Resul'ünün ve Kur'an'ın anlaşılmasına  karşı olduğunuz derecenin sonsuz katı kadar evliya ve ilâhlarınızdan uzağız.


Tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya, baştan sona kadar uydurma ve şirk  dininizden,  alışkanlık haline getirdiğiniz bütün uygulamalarınızdan ve geleneklerinizden cennet ve cehennem arası kadar uzağız.


"Ey Resul! Onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani o babasına ve kavmine: Neye tapıyorsunuz? demişti.

"Putlara tapıyoruz ve  onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler.


 İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda  onlar sizi işitiyorlar mı?

Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?


(Şöyle cevap verdiler:) Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk. İbrahim dedi ki:  İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığınızı biraz olsun düşündünüz mü?


 İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostumdur.

 Beni yaratan ve  bana doğru yolu gösteren odur.

 

Beni yediren içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. 


 Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur.

 

Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni İyiler arasına kat.

 

Bana, benden sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle! Beni naim cennetinin varislerinden kıl. İnsanların dirilecekleri gün, beni mahcup etme"

(Şuara- 69--87)


22 Ocak 2021 Cuma

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(6.YAZI) 

Kur'an'ı kendi bağlam ve bütünlüğü içinde anlaşılmasının vazgeçilmezlerinden biri belki de en önemlisi Kur'an'a temiz bir zihinle önyargısız yaklaşmaktır. 


 Mezhebi yaklaşımlarla insanlar,   daha önceden kabullendikleri batıl  sonuçlardan başka hiçbir başarı elde edemezler, olumlu hiçbir sonuca ulaşamazlar.


İnsanların inanç ve fikirlerini batıl sarmalamış ise, kendisine şerik kabul etmeyen Kur'an'ın anlaşılması imkansız olacaktır.


Bu bakımdan kendisinin Allah katından tek gerçek olarak takdim eden Kur'an'ın 

"De ki:  Kesin delil, ancak Allah'ındır..."

( Enam- 149)

 anlaşılması ve yorumlanmasında vazgeçilmez en temel ilkelerden biri, önyargıdan uzak durma ilkesidir. 

 

Yani Kur'an'dan azami istifade etmek isteyen, Nebi adına iftira edilen bütün rivayetler başta olmak üzere, kimin eseri olursa olsun, isterse büyük olarak tabir edilen muhaddis ve mezhep imamlarından geldiği iddia edilsin, isterse zamanın âlimi, kutbu olarak inanılan  şahsiyetlerin fikirleri ve  eserleri olsun, din ve hüküm olarak  Kur'an'dan başka hiçbir kitaba iman etmemek Kur'an'ın anlaşılması için şarttır.


Aksi takdirde tek doğruya ulaştırdığı iddiasında olan Allah'ın kelâmını, (İsra-9) insanların peşin hükümle yorumlamaları onun indiriliş gayesinin gözardı edilmesi demektir ki buda, Kur'an'ın tek hidayet ve rehber kaynak olma özelliğini hükümsüz kılacaktır. 


Kur'an, kendi ifadesiyle, yukarıda da  açıklamaya çalıştığımız gibi, bağlam ve bütünlüğü içerisinde her türlü çelişkiden uzak bir kitaptır. 

(Nisa-82) 


Bu sebeple onun maksadını anlamanın en önemli yolu, hiç şüphe edilmesin, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları idrak ederek, bağlam ve bütünlük içinde, mezhep ve fırka taassubundan uzak kalarak,  önyargısız, temiz bir zihin ve saf bir inançla, hiç bir şeyin tesirinde kalmadan, iyi niyetle ona güvenip  yaklaşılmasından geçmektedir.


Kur'an, gönül eğlendirme ve müzik,  oyun ve eğlence, sihir ve tılsım, ebced ve formül kitabı değil, güven  ve güzel ahlak, edep ve ibret, sevgi ve saygı,  tezekkür ve tedebbür, taakkul ve tefekkür ile kendine yaklaşılması gereken, canlı ve dinamik nesiller inşa etmeyi hedefleyen, tevhidi ve güzel ahlakı önceleyen, adalet ve merhameti  hayata hakim kılmak isteyen ilahi bir ruhtur.


Kur'an kısaca, tevhid, adalet, insan hakları, ibret, merhamet ve güzel ahlak kitabıdır.


Dolayısıyla bugün Kur'an'ın  anlaşılmamasının en  büyük nedenlerinden birisi rivayetlerin ve ictihadların hayatımızdaki etkinliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. 

 

Biz Kuran'ı bir bütün olarak ele aldığımızda, onu ön yargılardan arınmış bir bakış açısıyla incelediğimizde, özellikle Şia ve Ehl-i Sünnet arasında derin fikir ayrılıklarına ve çatışmalara yol açan ihtilafların önemli ölçüde azaltılabileceğini ve Kur'an'ın ifade ettiği o çelişkisizlik niteliğine ulaşma yolunda büyük ilerlemeler kaydedileceği inancını taşıdığımızı söylüyoruz. 

(Âli İmran-103/106)


Kur'an muayyen konularda fikrini açıklarken muhataplarına, kendisine özel muhteşem bir üslupla hitap eder.


O, bazen insani duyguları coşturan, gönüllerin derinliğine tercüman olan,  eşsiz bir edebi parçanın,  ruhlarda icra ettiği etkiyle  kıyaslanmayacak bir şekilde karşımıza çıkarken, bazen akla ve muhakemeye hitap eden ilmi bir eserden daha üstün bir ifade tarzı  ortaya koyar. 

 

Bu ilâhî kelâmı indiren,  yarattığı varlığın bütün özelliklerini bildiği içindir ki, insanı bütün duyguları ile muhatap alır.


Onun zaaflarını, duygularını, kusurlarını ve aklını birlikte mütalaa eder. 


Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'ın nazım ve belağat, icaz ve güzel okuma yani tecvid ile ilgili özelliklerini, ifadelerinde bulunan edebi sanatları ele alırken o kadar ileri gitmişlerdir ki,  bu konuda Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, içinde bulunan yüzlerce kavramın hangi anlama geldiğini  tamamen ihmal etmişlerdir. 


Kur'an  hiç şüphesiz Allah tarafından  elimizdeki şekilde gelmiştir. 


Yapısının güzelliklerini, ender özelliklerini, insicamını, edebi ve belağatini ele almanın gereksiz olduğunu söyleyemiyoruz.


Fakat Allah'ın mesajı asıl maksadını   gerçekleştirmemişse en azından enerjimizi en önemli olanların  yerine daha aşağı derecede bulunan  konularda harcadığımızı itiraf etmemizde bir mahzur olmasa gerektir.

21 Ocak 2021 Perşembe

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(5.YAZI) 

Kur'an öyle ilginç bir yapıya sahiptir ki, bazen çok ince mana bağlarını yakalayabilmek için onu  baştan sona kadar düzenli bir şekilde gözden geçirmek gerekir.


Kur'an'ı bir problemi çözer gibi sevgi ve  merakla okumak ve üzerinde tefekkür etmek gerekir. 


Bundan dolayı Kur'an'ın metnini okumanın değil, manasını araştırmanın ibadet olduğuna inananlardanım.  


Dolayısıyla Kur'an, herhangi bir kitap gibi okunmamalı, Allah'ın kelamı ve mesajı olarak okunmalıdır. 


Kur'an, âdeta şu görünen varlık âlemi gibi, dengeleri, fikirleri, ibretlik manzaraları, haberleri, hazineleri olan tükenmez bir kaynaktır.


Yüce Allah, göklerde ve yerde var ettiği ince ayar ve  hassas denge gibi ona da belli ölçüler ve kanunlar koymuştur. 


Bu kanunlar, göklerde ve yerde olan maddeleri araştırırken olduğu gibi,  ancak araştırma ve inceleme, geliştirme ve düşünme sonucu tesbit edilmektedir. 


İşte bu yüzden Hakim ve Alim olan Allah şöyle buyuruyor.

 

"Onlar Kur'an'ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"

(Muhammed-24)


Herhalde Kur'an'ı dinamik kılan da  onun bu muhteşem özelliğidir.


Aslında Kur'an ve insan karşılıklı olarak birbirlerine hayat verirler. 


İnsan Kur'an'ı yaşayarak ona canlılık kazandırır, mana ve hareket alanını genişletir.

Onunla hayata merhamet, canlılık, özgürlük ve duygu katar.


 Kur'an da insanın önünü açar, yolunu aydınlatır, eşyaya ve olaylara geniş bakış açısı kazandırarak hayatın  gerçek mahiyetini öğretir. 


"Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indirmeye devam ediyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca husranlarını arttırır"

(İsra-82)


"Bu Kuran, insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum içinde hidayet  ve rahmettir"

( Casiye- 20)


Genel olarak İslam tarihinde Kur'an'ın kendi bağlam ve  bütünlüğü içinde anlaşılmadığı hususu bir hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır.


Çünkü elimizdeki veriler, onun kendi  içinde anlaşılmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 


Günümüzdeki cehalet ve  ihtilafların bir çoğu Kur'an'ın kendi bağlam ve  bütünlüğü içinde anlaşılmadığından ileri gelmektedir.


İşte bu noktada Kur'an'ın kendi bütünlüğü içinde anlaşılmaması hangi sebeplere dayanıyordu? 


Yani Kur'an'ın kendi sistemi içinde anlaşılmasına engel faktörler nelerdir? gibi sorular gündeme gelmektedir. 


Uydurma rivayetlerden sonra Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünün  anlaşılmasını imkansız kılan en önemli faktör Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.

20 Ocak 2021 Çarşamba

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(4.YAZI) 

Kur'an'ın kendi iç yapısı ve sistemi içinde tutarlı oluşu bir yana o, aynı zamanda inanç ve muamalatla ilgili ihtilafları çözümleyici olarak karşımıza çıkmaktadır.


"Eğer (dini) bir hususta ihtilafa düşerseniz, onun çözümünü Allah'a ve Resul'üne havale ediniz..."

(Nisa-59)


(Ey Nebi !) Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak olarak indirdik; hainlerden yana olma"

( Nisa- 105)


"Ayrılığa düştüğünüz herhangi (dini)  bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbim'dir. O'na dayanır  ve O'na yönelirim

(Şura-10)

 gibi ayetler,  Kur'an'ın din bakımından ihtilafları çözümleyici özelliğini bildirmektedir.


 Kur'an'ı Mübin'in dini  ihtilafları çözümleyici oluşu, onun kendi içinde tutarlı ve çelişkiden uzak olduğunu gerektirir. 


Çünkü bağlam ve bütünlüğü açısından  çelişkili özellik arz eden bir kitabın, ihtilafları çözümleyiciliği şöyle dursun aksine her türlü ihtilafa ve çatışmaya sebep olacaktır.   


 Kur'an'ı Mübin'de ilk bakışta çelişkili gibi görünen ifadelerle karşılaşılabilir.


Fakat onu kendi bağlam ve bütünlüğü içinde ele aldığımızda hiç de sanıldığı gibi olmadığı anlaşılacaktır.


Kur'an'ın tek bir söz gibi, bir bütün olduğu gerçeği öteden beri bilinen bir husus olmakla birlikte asrımızda, özellikle son yıllarda üzerinde daha çok durulan  bir konu haline gelmiştir. 


 Kur'an ehli muvahhidler beklentilerinin her geçen gün hızla değiştiğinin farkına vararak, Kur'an'ın hayata, eşyaya, tabiata, beşere  ve kainata bakışını daha net, anlaşılır ve daha bütüncül bir yaklaşımla insanlığa  sunma gayreti içine girdiler.


 Kur'an'ın göz ardı edilmemesi gereken bazı önemli  özelliklerine   işaret etmeye çalıştık. 


Şimdi, aklı kullanmanın ve Kur'an üzerinde tefekkür etmenin önemine  de temas etmek yerinde olacaktır. 


Kur'an'ın konularına göre tertip edilmiş düzenli bir kitap olmadığı göz önüne alınırsa onun kendi bütünlüğü içinde anlaşılması aklı kullanmaya  ve muhakeme yapmaya önemli ölçüde ihtiyaç gösteriyor. 


Aklı kullanmanın bu konudaki fonksiyonu, Kur'an'ın parçaları arasında esasen mevcut olan irtibatları tespit etmek ve bu parçalardaki açıklayıcı unsurları bir  cerrah hassasiyetle  bulup çıkarmaktır. 


İç bağlantılar,  bazen açık iken çoğu zaman fevkalede yoğun bir konsantrasyon, zihni bir çaba ve sabır gerektirecek ölçüde kapalı olabilmektedir.


O halde Kur'an'da bulunan konuların bağlantılarını ortaya çıkarmak için yılların uzmanlaşmış bir sanatkarın  göstermiş olduğu çabayı göstermek icap edecektir. 


 Kur'an, hemen bir anda yani aklı kullanmadan ve üzerinde tefekkür etmeden meallerden okunarak asgari bir çalışma ile  anlaşılacak bir kitap değildir. 


Bazı konuları vardır ki, insan onlara uzun bir zaman çalışarak, çabalayarak, yoğunlaşarak, tefekkür ederek, sabır göstererek, istişare ederek ve Allah'tan yardım dileyerek ulaşabilir. 


Bunun en büyük sebebi Allah Resulü'nden sonra uydurulan binlerce rivayetle ve bu rivayetlerin üzerine bina edilen dinle  Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünün yani anlamının  buharlaştırılmış olmasıdır. 


Yani Kur'an,  Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri tarafından meali tahrif edilmiş bir kitaptır. 


 Eğer Şii ve Sünni âlimler beyhude emeklerle ilk başta, uydurma rivayetler ve bu rivayetlere bağlı  kavramların üzerinde değilde,  Kur'an'da bulunan kavramların  üzerinde çalışma yapmış olsalardı, karşımıza böyle bir zorluk çıkmayacaktı.


Nasıl ki insan kainat kitabının üzerinde araştırma yaparak maddi ilerleme kaydediyorsa, aynı şekilde inanç ve ahlakta terakki etmesi için de  yoğun bir şekilde Kur'an'ın üzerinde inceleme ve araştırma  yapması gerekir. 


 Onun değerli madenlerini  ortaya çıkarmak kolay değildir.

 

Onun madenlerini ortaya çıkarabilmek için ona yoğunlaşmak lazımdır.

 

Hatta şunu rahatlıkla söylemek mümkündür. 


Kur'an'a aklını kullanarak yaklaşanlar sözde ilim adamlarından ve müfessirlerden daha isabetli fikirlere sahip olacaklardır. 


Kur'an, üslubu gereği,  kendisini açıklarken araştıracılarını hazırcı bir yaklaşıma götürmez.  

Üzerinde derin derin düşünmelerini ister,  hemen kendini göstermez.

Okuyucu ve araştırıcıyı kendine çeker.


 Eğer okuyucu merak ederse, güzel ahlaklı olur  ve sabırlı  davranırsa Kur'an gide gide onu daha fazla kendi içine ve güzelliklerine çekmeye çalışır. 


Araştırmacı Kur'an'daki inanç, güzel ahlak, elçi kıssaları, fikir, tarih, ve harikulade anlatımların içine çekildikçe artık onların  içinden çıkmak istemeyecektir. 


Bu şekilde Kur'an, üzerinde tefekkür eden meraklısına bilinmezliğe dair  kapı ve  pencerelerini sonuna kadar açacaktır.  


Kur'an tam olarak meraklısının akıl ve fikrine yerleşip ahlakı ile uyum sağlayınca dışarıdan gelebilecek menfi inanç, fikir ve hurafeleri hemen  anında sahibine bildirecektir.


Çünkü Kur'an'ın temiz özelliği ve yapısı şirk,  hurafe ve yalanlarla  yaşamaya ve bir arada barınmaya müsait değildir.

18 Ocak 2021 Pazartesi

 VAHYE BAĞLI RİSÂLET İLE KİTABA BAĞLI RİSÂLET 

(3.YAZI)

İnsanların kendilerini resul ilan etmelerinin tarikat küfür ve  şirkinden öte hiç bir anlamı ve değeri yoktur.


Hatta "Kur'an!, Kur'an!" deyip, Kur'an'ı tek kaynak kabul ettiklerini söyleyenlerin böyle bir inanca sahip olmaları tarikat şirkinden daha alçakça bir ahlaktır. 


İnsanların Kur'an ahlakına sahip olup  olmadıklarını yani Kur'an'ı hakkıyla temsil edip etmediklerini sadece Allah bilir. 


İnsanların gözünde çok faziletli, pek mübarek ve "evliya!" olarak bilinen biri, Allah'ın indinde hayvanlardan daha aşağı dereceye sahip olmadığın kim bilebilir. 


Aşağıdaki âyetler Nebi- Resul haricinde yani Allah'tan vahiy almaya bağlı olmaksızın, kitaba bağlı resüllerin insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığını gösterir.


"Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve  onlardan sonrakilerinin  haberleri size gelmedi mi?

 "ONLARI ALLAH'TAN BAŞKASI BİLMEZ. 

Resulleri kendilerine âyetler getirdi de onlar ellerini resullerin ağızlarına bastılar ve dediler ki:

Biz, size gönderileni (hikmet- Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü) inkâr ettik ve bizi kendisine  çağırdığınız (vahiy-tevhid)  şeye karşı derin bir kuşku içerisindeyiz"

"(vahiy) elçileri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?


Halbuki O,  sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi ( atalarınızın yolundan hak dine) çağırıyor.

 

Onlar dediler ki:

 Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz.

Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. 


Öyleyse bize apaçık bir delil getirin"

"Elçileri onlara dediler ki: 

Evet biz sizin gibi beşerden başkası değiliz.


FAKAT ALLAH (vahyin bağlam ve bütünlük)  NİMETİNİ KULLARINDAN DİLEYEN (ahlâken hakkeden) KİMSEYE  LÜTFEDER.


Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur.  Müminler ancak Allah'a dayansınlar"


"Hem, bize (vahiy ve tevhid)  yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?

Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül ve sebat etsinler"


"Kafirler elçilerine dediler ki: 

"Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!" 

Rableri de  onlara: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz diye vahyetti"

(İbrahim-9,10,11,12,13)


Yukarıdaki âyetlerde geçen "Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri" ve "Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez" ile  "Fakat Allah nimetini kullarından dileyen (ahlâken hakkeden) kimseye  lütfeder"

cümleleri önemlidir.


1-) Nebi- olan Resullerden  sonra sadece vahyi aktaran ve sadece vahyi rehber edinen resuller olmuştur.


2-) Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Âhirette mükafatlarını alacaklardır. Önemli olan da budur.


3-) Vahyi tebliğ edenler, kendilerini reddedenlere   ve karşı gelenlere söyleyecekleri tek  şey âyette geçtiği gibi

"Fakat Allah (vahyin bağlam bütünlük, vahyin ilim) nimetini  kullarından dileyen  (ahlâken hakkeden)  kimseye lütfeder" 

Âyetlerde bulunan


"Müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler" (İbrahim-11) ile "Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler"

(İbrahim-12)

cümleleri de, vahyi anlatanların her türlü kibir ve gururdan uzak kalmalarının yolunu göstermektedir.

Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyenler için sadece  Allah'a dayanıp O'na güvenmek mertebelerin en büyüğüdür.


Nübüvvet kurumu ile ilgili özel âyetler ve hükümler nazil olmuştur.

"Nebi, müminlere kendi canlarından daha evlâdır. Eşleri onların analarıdır..."

(Ahzab-6)


"Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça,  zamanını gözetmeksizin Nebi'nin evlerine girmeyin.


Ancak davet edilğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.


Nebi'nin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasında isteyin. 

Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.


Sizin Allah'ın Resulünü üzmeniz  ve kendisinden sonra onun hanımlarına nikahlamanız olcak bir şey değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır"

( Ahzap- 53)


Yukarıdaki âyetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki âyetlerde Resul değil Nebi lafzı kullanılmıştır.

Sadece eziyet ibaresinde Resul kavramı kullanılarak Resulü üzmenin ciddiyetine gönderme yapılmıştır.


Nebi; Nübüvvet makamından dolayı müminlere  kendi canlarından daha öncelikli bir konuma sahiptir ve Nebi'nin eşleri de Nebi'den sonra müminler tarafından nikah edilmezler.

Bu nikah edilmemeleri cümlesi; zaten bir inşa değil, haber cümlesidir.


Tıpkı "Nebi'nin hanımları onların (müminlerin) anneleridir" derken, gerçek anneleri olmadıkları  gibi, onlar, ümmetin anneleri olarak kabul edilmiş ve bunları müminlerin  nikahlamadıkları  ifade edilmiştir.


Yani âyetin manası "Müminler Nebi'den sonra onu hanımlarını nikahlamasınlar değil, nikahlamazlar" şeklinde anlaşılmalıdır.


Bu ise Allah'ın vahye bağlı Nübüvvet makam ve mertebesine verdiği değerin müminlerin yanındaki karşılığıdır.


Nübüvvet kurumu kapandığı için bu kuruma ait hükümler de kapanmıştır.


Âyetleri güncelleme adına Allah'ın kitabına  işkence etmenin bir anlamı yoktur.

Nebi'nin hanımlarıyla evlenmeme emrinin güncellenmesi, kendisinden sonra Nebi'nin  haysiyet ve şerefinin korunması Nübüvvet makam ve mertebesinin korunması, vahye bağlı  Risalet'in  namusuna bir iftira ve lekenin sürülmemesi içindir. 


Dolayısıyla dinin sahibi olan Allah, Nübüvvet müessesesini kapattım diyorsa (Ahzab-40) artık hiç kimse hakiki manada ne vahiy alabilir ne de bu kuruma özel  âyetleri kendisi için  güncelleyebilir.


Buna bağlı olarak da kendisini Allah'ın resulü olarak ilan edemez.

Şunu belirtmek gerekir ki, hem Nübüvvet'in ve hem de kitabın resulü  kendi hevasından bir aktarım gerçekleştirmez.

 

Aksi halde Allah'ın cezalandırması ile karşılaşır (Hakka-43, 44)

Eğer birileri; Allah adına O'nun sözünden başka şeyleri insanlara söylüyorlarsa  Allah'a karşı korkunç bir  iftira etmiş ve büyük bir yalan uydurmuş olurlar.


Yukarıdaki kitabın resullüğüne delil olarak aktardığımız âyetlerde de  resullerin sadece Allah'ın ayetlerini insanlara okudukları anlatılmaktadır.

( Kasas- 47; Tâhâ-134 )

Özellikle Kasas- 47 de ifade edildiği gibi tüm resuller sadece  Allah'ın âyetlerini okuyarak tebliğ etmekle mükelleftirler.


 İnsanlarda resullerin anlattıkları âyetlere tâbi olarak hakiki anlamda Müslüman olurlar.

Çünkü insanlar sadece Allah tarafından indirilen  vahiyden sorumludurlar.

(Zuhruf-43,44)