FETÖ'YÜ ZEHİRLEYEN SAİD NURSİ'DİR
Latif Erdoğan soruyor:
"Son Avcılar kampında Bedir ashab-ı ile alakalı bir hadise olmuş. Bedir ashab-ı ile alakalı başka hadiseler de varsa anlatır mısınız?"
F Gülen anlatmaya başlıyor.
"Hz. Hamza ile alakalı müşahedelerime gelince bunların hepsini hatırlamam imkansız. Hatırlayabildiklerimden bir ikisini kısaca arz edeyim:
İhtilalden (12 Eylül) sonraydı.
Salih Bey, Cevdet ve ben, üçümüz Ankara'dan İstanbul'a geliyoruz. Kartal civarına kadar geldik.
Hava hafif hafif yağıyordu.
Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştı ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi ve rampanın dibine indiğimizde de bujiler su aldı ve araba stop etti.
Bir iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldırıp sağa sola sürüklemeye başladı.
Camı biraz açayım dedim.
İçeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı.
Hemen camı kapattım.
Elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Koca koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun üzerinde saman çöpüne dönmüşlerdi.
Hatta onlardan birkaçı sağımızdan, solumuzdan geçerken, "geçen sene burada bir sürü taksi sürüklendi gitti" diyerek moralimizi de bozdular..."
Cevdet soğukkanlı ve gülüyor.
Salih Bey ise benim adıma endişeli. Arkadaşlara, "dua edin" dedim. Her ikisi de, "Sizi kalas yüklü bir kamyona bindirelim, biz arkadan geliriz" diyorlardı.
Tabii ki kabul etmedim.
Selin ortasında oradan oraya sürüklenip duruyoruz.
Yer yer diğer arabalar bizim üzerimize, biz de onların üzerine gidiyoruz.
Direksiyon hakimiyeti diye bir şey yok ve tabii yapacak da.
Adam üzerimize gelmeyin diye bağırıyor.
Nasıl gitmeyeceksin, sel tutmuş seni oraya sürüklüyor..."
Sonra bakıyorsun, aynı adam senin üzerine geliyor.
"Bir ara baktım ki, büyük bir kalas bize doğru geliyor.
Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara "dua edin" dedim, kendim de "Ya seyyidenâ Hz. Hamza! ya Seyyidenâ Hz. Hamza! diyerek o yüce ruhu imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakka dua ettim.
Üzerimize doğru gelmekte olan kalas yanımızdan geçerek gözden kayboldu.
Ve hayrettir, selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı.
Olayın şahitleri var.
Bu değişikliği ve birden selin hızının azalması fiziki kanunlarla imkansız ki, Cenab-ı Hak, o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu (Hz. Hamza'yı hizmetimize) ve yardımımıza gönderdi .
"Hz.Hamza (r.a) ile alakalı bir başka müşahedem de şudur.
Kaldığım yerin salonunda arkadaşlarla beraber öğle namazını kıldık.
Ben son sünneti kılmak için odama döndüm.
Bir tuhaf ruh haletinde bir garip müşahede; baktım cin diyebileceğim bir yaratık.
Biraz da Tatarlara benziyordu.
Beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı.
Teferruatını unutmuşum.
Ancak çok bunaldığımı hatırlıyorum.
Birden istimdat ile "Ya Hz. Hamza!" dedim.
O sahabi benim gibi aciz bir insanın davetine icabet etti ve âdeta odanın içinde belirdi..."
Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu"
(Fethullah Gülen'in sözü burada bitiyor)
F Gülen, "Hitap Çiçekleri" kitabında da böyle bir tehlike anında "Yâ Hz. Hamza!" diye çağırdığında Hz. Hamza'nın ruhunun orada hazır olduğunu söylüyor.
F Gülen'i bu inanca sürükleyen üstadı Said Nursi'dir.
Aynı konu ile ilgili bakınız Said Nursi ne diyor?
" Hatta seyyid-üş şüheda (şehitlerin efendisi) olan Hz.Hamza (r.a) mükerrer vakıatla (bir çok defa) kendine iltica eden (sığınan) adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok var vakıatla, bu tabaka-ı hayat tenvir ve isbat edilmiş"
(Mektubat altıncı baskı 1991 İstanbul, Birinci mektup. Dördüncü Tabaka-i Hayat- s 6)
Hulusi Üstün'ün aşağıdaki yazısını okumanızı önemle tavsiye ediyorum.
"Ağlayan adam Fethullah"
Batıda derdini anlatırken ağlama krizlerine giren bir adama bilimin gerektirdiği psikolojik teşhis konulur ve tedavisi için yollar aranırken,
hiç kimse onun karşısına oturup anlattıklarından mana çıkarma arayışına girmez.
Gözyaşında bir hikmet aramaz, ona teslim olmaz ve onun gibi olmak istemezken...
Bu coğrafyada ise ağlayan bir ihtiyara yüreğinden şefkat taşan bir hazret olarak bakılır.
Gözyaşının, yasın, matemin kutsandığı topraktır Anadolu… Yazmak yerine ağıt yakılır burada… Okumak yerine dinlenilir, seçmek yerine uyulur…
‘Ağlayan Adam’ böylesi bir yığının içinden çıktı.
Yoksulluk, yoksunluk ve cehalet içinde büyümüş, Freud’un çağında yaşayacak olsa hakkında ciltler dolusu kitap yazılabilecek marazlara sahip, ruhu ve bedeni hasta bir alil/hastalıklı/sakat…
Bin yıl önce bozkırda rastladığı at çobanlarına din anlatan adamın kullandığı metodu kullanarak ‘bana uyun!’ diyerek bu topraklarda semavi bir kıymet taşıyan gözyaşı ile çevresine insanları topluyordu.
Yas tutan bir kadının başına toplanırcasına, merhamet isteyen bir hastanın yardımına koşarcasına insanlar halka oluyordu çevresinde...
Esnaflar ihtiyacı olan finansı vaad ediyor, bürokratlar yardım ediyor, siyasiler önünü açıyor, ondan istifade etmeyi kuranlar alkış tutuyor, gençler gözünün içine bakıyor, kadınlar onu rüyada görüp işaret almak üzere niyaz ediyorlardı.
Adına ‘Hizmet’ diyorlardı. Memleketin dört bir yanından bu memleketin çocuklarını devşiriyor, bu memleketin teberrusuyla, himmetiyle, sadakasıyla finanse ediyor, gerektiğinde hile ile, desise ile bir yerlere getirip ağlayan gassalın emrine veriyorlardı.
Mahkeme onların, okul onların, meclis onların oldu…
Her şey onlarındı ama bir tek aydın yoktu bu sürünün içinde.
Bir tek şair yoktu. Bir tek gerçek sanatkar, bir tek gerçek bilge yoktu.
Erzurum’un bir köyünde muhtemelen tuvaleti olmayan bir dam altında dünyaya gelen ilk mektep görmemiş, kadına değmemiş, şarkı türkü dinlememiş, enstrüman çalmamış, sahilde yürümemiş acizliğine ve yoksunluğuna ağlayan bu hasta ruh milyonlarca mensubu olan bir sürünün kanaat önderi olmuştu artık.
Siyasilere mektup gönderiyor, adına konferanslar tertip ediliyor, Papa’yı ziyaret ediyor, dünyaya nizam vermeye soyunuyordu.
Yazdıklarına şaheser, sayıklamalarına şiir, hezeyanına ufuk diyorlardı.
Şu koca memleketin alimi, bilgini, sanatçısı, siyasetçisi, falcısından biri kalkıp cesurca ‘dur!’ diyemedi. Kollarını makas gibi açıp ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ diyecek hür akıl yoktu hiç birinde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder