KUR'AN'A İHANET TARİHİ
(8.YAZI)
Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde iktidarı ele geçirmiştir.
Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.
Yöneticiler, devletin gasp ile geçirildiğini biliyorlardı.
Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde ümmeti, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.
Mesela:
Saçma sapan rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirilmiş en akılsız bir rivayet sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.
Dünyada hadis ilmi kadar düşüncesizce ve ahmakça bir ilim dalı herhalde yoktur.
Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak iken, tâbiin döneminde biraz, tabe-i tâbiin döneminde biraz daha, Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraları binlerce hatta milyonlarca hadis üretilmiş, hadis ilmi ve hadislerle ilgili yüzlerce kavram uydurulmuştur.
Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete getirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı gelmenin, Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.
Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet alimleri Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis üretimi yapıyor ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.
Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu kendi üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde din ve inanç haline getiriyordu.
Bundan sonra Ehl-i Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini itikadını geliştirmişlerdir.
Bu inanç çerçevesinde milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp ediliyordu.
Çünkü yöneticiler, biat'ın verdiği yetkiyle, kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını savunmuşlardır.
Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken, yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir.
Kur'an, iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir.
Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı, yoksa Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır?
Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler.
İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir.
Zaman ve zemine göre isyankarlar tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin kurulması da milletin görevidir.
Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya belli bir süreye kadar otoriteyi geçici olarak devrederler.
Çünkü idareci ile halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur.
Yani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır.
Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır.
Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar.
Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir.
İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların değişmesine imkan yoktur. ( Ra'd- 11; Enfal- 53)
Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil,tüm milletin bireylerini de ilgilendirmektedir.
"Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."
(Enfal-25)
Yukarıdaki âyete göre, toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dinin ve siyasi özgürlüğün millete ait bir hak olduğunu açıkça gösteriyor.
Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalime karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor.
Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin gerekçesini kaderle yani mutlak adil olan Allah'la ilişkilendirilmektedir.
Dolayısıyla her türlü zulüm ve adaletsizliğin faturası Allah'a kesilmektedir.
Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle milletin başına açtıkları beladan kurtuluş, vahiy ehl-i muvahhidlerin öncülüğü olmaksızın mümkün değildir.
Çünkü Şia ve Sünnet âlimleri, sürekli olarak ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar.
Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.
Siyaseten yapılan zulmün Allah kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış âlimlerin uzmanlık alanı olmuştur.
Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin, Allah tarafından indirilen vahye bir kelime bile ilave etmeden ve ondan bir şey eksiltmeden olduğu gibi insanlara beyan etmekten ibaret olduğunu (Ra'd-40; Nahl- 35, 82; Maide- 67, 99; Ahkaf- 23 Ankebut- 18 ; Hakka-44)
yeterli bulmamışlardır.
İşte bundan dolayı Allah Resulü'ne indirilen vahyin Kur'an'dan ibaret olmayacağını inancını geliştirmişlerdir.
Aslında Kur'an'ın manasını etkisizleştirmenin en etkin yolu, yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen Allah kelâmının dışında başka vahiy'lerin de var olabileceğini yaygınlaştırılması olmuştur.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri Hristiyanlıkta var olan vahiy inancını andıracak bir şekilde "vahy-i gayr-i metlüv" "okunmayan vahiy" fikrini üretmişlerdir.
Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine göre hadislerde Kur'an gibi vahiy'dir, fakat salat'ı ikame esnasında sadece Kur'an'dan âyetler okunması gerekir.
Onlara göre Kur'an "vahy-i metlüv" "okunan vahiy" hadislerde "vahy-i gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dir.
Vahiy çeşitliliği meydana getirerek, Kur'an'ın önemini görmezlikten gelme, milleti Şiilik ve Sünnilik dininin kaos ve karanlığına mahkum etmiştir.
Mezheplerin "Vahy-i gayr-i metlüv" yalanı Kur'an'a yapılmış büyük bir iftira ve ağır bir darbe olduğu zamanla daha iyi anlaşılmıştır.
"Vahy-i gayr-i metlüv" fikri din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynakların da var olduğu inancını yerleştirmiştir.
Artık dünyanın en karanlık cehaletinin eserleri olan rivayetler din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanına daha doğrusu Kur'an yerine konmuş oldu.
Halbuki din ve hüküm olarak Kur'an'ın yetersizliğini iddia etmek, Kur'an'ın eksikliğini iddia etmek olur.
Din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak dinde Kur'an dışında kaynak kabul etmek yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen bu ihaneti yaptılar.
Allah'ın kitab'ını hadislerle eşitlemek, mesajın devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri büyük bir ihanetle Kur'an ile milletin arasına hadis ve Sünnet adı altında aşılmaz bir engel, geçilmez bir bataklık yarattılar.
Allah tarafından indirilen hidayet'in yolu hadis adı altında sünnetle kesilmiş Allah'ın karşısına uydurma din vasıtasıyla sanal bir "resul" çıkarılmıştır.
Sadece Resul (a.s) ı değil, tüm elçileri Kur'an'dan kopararak Allah ile araları sonsuza kadar açılmıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri "sünnet" kavramını Kur'an'i bir kavram olmaktan çıkararak ideolojik bir kavrama dönüştürdüler.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın mesajını yok etmek, nurunu söndürmek için sadece "vahy-i gayr-i metlüv" ile iktifa etmemiş, "nasıh-mensuh, tefsir usul-u ve ilmi hadis, hadis usul-u ile esbab-ı nüzul, mücmel-mufassal, rivayet tefsiri ve fıkıh usul-u" gibi birçok sözde ilim dalları geliştirerek vahyin hidayet ve hakikatını sulandırmaya devam ettiler.
Zaman içerisinde sadece vahyin Arapça okunmasına odaklanarak metin ile manasını ayırmış ve ikisi arasında bulunan bağlantıyı koparmışlardır.
Halbuki vahiy insanın kabiliyetine, tarihi deneyimlerine, bulunduğu zaman ve zemine göre hayatı inşa etmektedir.
Aslında İslam bütün elçilere indirilen evrensel dinin ortak adı olmakla birlikte şeriat, milletin vahyin bağlam ve bütünlüğünden anladığını uygulamasıdır.
Tarihte yaşanan ümmetler arasında "hayırda yarış" olması gerektiğinden her ümmetin şeriati diğerlerinden farklı olmuştur.
Yoksa ya hayatı, ya dini rehberliği dondurma durum ortaya çıkacaktır.
İşte Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri hadis ve ictihadlaryla dini hayatı dondurarak İslam dininin gelişimini ve yayılma özelliğini engellemişlerdir.
Yani İslam milletini bin dört yüz yıldan beri aynı inanç ve statik fikirlere mahkum etmişlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder