KUR'AN'A İHANET TARİHİ
(6. YAZI)
Rey ehl-i ile hadis ehl-i arasında en önemli tartışma, dini kurallar hakkında aklın kullanılmasının gerekli olup olmadığı ile ilgili olan tartışmadır.
Rey ehl-i dinin emirleri konusunda, özellikle Kur'an'ı anlamada aklın kullanılmasını önemserken, hadis ehl-i din alanında aklın kullanmasına şiddetle karşı çıkmıştır.
"Ehl-i hadis, Sünni ve Selefi anlayışa göre dini konuda âyetin, hadisin ve sahabe ictihadının dikkate alınması, bunlarda delil bulunmazsa Selef âlimlerinin ictihadlarına tabi olunması gerekir" görüşündedirler.
Aslında Rey ehl-i de aynen Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefiler gibi din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak alıyor değildir.
Rey ehl-i'nin din anlayışı Kur'an ve Sünnet'e dayalı bilginin akıl ve içtihatlarla geliştirilmesi idi.
Bu anlayışın ileri gelen önemli şahsiyeti Ebu Hanife'dir.
Ebu Hanife, dini düşüncede az da olsa aklı kullanmaya değer verdiği için ona karşı büyük bir savaş açılmıştır.
Selefi ve Sünni anlayışa sahip olanlar içinde Ebu Hanife'yi kafir, fasık, sapık ve mürted olarak görmeyen kimse yoktur.
Siyasi iktidarların hadis ehlinden yana tavır almaları neticesinde hicri üçüncü asrın ortalarında rivayetçi inanç sahipleri akla değer veren düşünceyi yok etmiştir.
Bu kahrolası cehalet günümüzde de devam etmektedir.
Hanif din anlayışını hayat sahnesinden silen mezhebi bağnazlık ümmi insanlara tek hidayet olarak gösterilmiştir.
Ehl-i hadis, Selefi inanç ve Sünni anlayış, islam dininin tek kaynağından sapmış, Kur'an'ı tek kaynak durumundan çıkarmış, birçok kaynaktan biri olarak görmüştür.
Ebul Hasan el- Aş'ari, Muhammed bin İdris (Şafii), Ahmed bin Hanbel ve benzeri mezhep imam ve müctehidler, dinin Allah'ın kitabına ve Resulü'nün Sünnetine uymak olduğunu savunmuşlardır.
Ashabul- Hadis' e göre dinde önemli olan Allah Resulü'nün hadisleri ve geçmiş üç neslin (sahabe-tâbiin-tabe'i tâbiin) ictihad ve uygulamalarıdır.
Kur'an'dan kopuk olan Selefi akıl, geleceği planlama ve kurmaya yönelik değil, geçmişin yalan ve iftiralarını gelecek nesillere aktarmaya çalışan tamamen mukallit bir zihin ve inanç şeklidir.
Ehl-i hadis, Şii, Sünni ve Selefi düşünceye göre, islam dini Allah tarafından tamamlanmış değildir.
Bu anlayışa göre din ancak Muhammed (a.s) ın söz ve uygulamaları, sahabe- tâbiin-tebe'i tabiin'nin ictihadlarıyla tamamlanmıştır.
Yani artık geçmişte ortaya çıkan mutlak hidayet!!! ve hakikatin! üzerine hiç kimse bir şey koyamaz,
Artık dinde hiç kimsenin söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.
Bu gerici ve sefil anlayışa göre Kur'an'ı Mübin yedinci yüzyılın Mekke ve Medine'sine nazil olmuştur.
Yani Kur'an'ın tüm insanları muhatap alması söz konusu değildir.
Dolayısıyla gelecek olan insanlar vahyin değil, mezhep imamlarının ve onların içtihatlarının muhatabıdır.
İşte bu bozuk din algısı yüzünden insanların orijinal ve heyecanlı fikir üretmelerinin önüne engel konulmuş, Kur'an'ın sesi susturulmaya çalışılmıştır.
Sonuç olarak :
Sadece vahyin muhatabı olması gereken insanlar, kurtuluşu ve hidayeti atalarının zehirli dininde bulmaya çalışan hastalıklı bir akıl yapısı ile dunya ve ahiretleri karartılmıştır.
Ehl-i Sünnet ve Şia muhaddisleri rivayetler yoluyla Kur'an'la ilgisi bulunmayan yani Kur'an dışından uydurdukları sanal ve hayali bir "Muhammed" hakkında efsaneler geliştirmiştir.
Resul (a.s) adına iftira ettikleri hadislerle Resulün beşeri yönü mitolojik masal kahramanına dönüştürülmüştür.
Çok ilginçtir, Şia, Ehl-i hadis, Ehli Sünnet ve Selefiler, Kur'an cahili olduklarından dolayı Muhammed (a.s) ın beşer olma özelliğini, Elçi olma niteliğinin önüne geçirmişlerdir.
Yani bu ekollerin hepsi Allah Resulü'ne değil, Kur'an'dan koparılmış Muhammed'e itibar ettiler.
Dolayısıyla geleneksel din mensuplarının yanında hadislerle anlatılan Muhammed, Kur'an'da bulunan Allah Resulü'nden daha önemlidir.
Bu anlayışa göre Allah'ın yüzlerce âyette anlattığı Resul Muhammed diye bir kimse yeryüzünde yaşamış değildir.
Buna bağlı olarak gelenekçilerin yanında diğer Allah elçilerinin de itibar gördüklerini söylemek imkansızdır.
Sanki yeryüzünde Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Hafsa, Muaviye, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatima'dan başka hiç kimse yaşamamıştır.
Maalesef bu sakat anlayış günümüzde de devam etmektedir.
Kur'an bilinmediği için insanların Allah'ın Resulleri hakkında sahip oldukları bilgi yok denecek kadar azdır.
Mevlid kandilleri ve kutlu doğum merasimleri de onun beşeri ve biyolojik kişiliğini "Allah'ın Resulü olma" misyonunun önüne alan inanç biçiminin göstergesidir.
Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.
Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,
Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.
Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.
Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.
Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.
Geleneksel islam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına islam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, insanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.
Geleneksel din âlimleri, islam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.
Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir.
Allah Resulü ( a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.
Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir hakarettir.
Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.
Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.
Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)
Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"
(Yusuf-76)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.
Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.
Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.
Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.
Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.
Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.
Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.
Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.
Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.
Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.
Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.
Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur.
Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder