KUR'AN'A İHANET TARİHİ
(4.YAZI)
Kur'an'a baktığımızda üç çeşit hakimiyetin olduğunu görüyoruz.
1-) Göklerde ve yerde olan Allah'ın mutlak hüküm ve hakimiyeti.
2-) İndirilen vahiy yoluyla kurulan Allah'ın hakimiyeti yani yaşam alanında din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmayacağı ile ilgili hakimiyet.
Kur'an en çok bu iki hakimiyetin üzerinde durur.
"...Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
( Maide -45 )
"...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir"
( Maide- 47)
İkinci şıkta bulunan hakimiyet ile ilgilidir ve devlet adamlarından daha çok ilim adamlarını ilgilendirmektedir.
Yani bu hakimiyette bireysel ve sivil yaşam için Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm ortaya koyan ve kabul edenler hedef alınmaktadır.
Dolayısıyla ilk iki hakimiyetin alanı Allah'a aittir.
3-) Siyasal hakimiyet yani devlet ve halkın idare edilmesi ise, hukuku ve adalet sistemiyle insana aittir.
İnsan bu siyasal hakimiyet ile Allah'a karşı sorumludur.
Bu hakimiyet, siyaset, din, dil, ırk, kültür, gelenek, inanç, mezhep yani toplumun farklı kesimlerinin haklarının adalet sisteminde eşit olarak karşılanması demektir.
Fakat maalesef Şia ve Ehl-i Sünnet devlet ve din adamları siyaseti kişisel kudret ve hakimiyet alanı kurma ve gücü elde etme olarak değerlendirmişlerdir.
Fetö'de bu siyasal anlayış ve inançtan doğmuştur.
Siyasi mücadeleyi bir fazilet ve hayır yarışı olarak Allah'ın emri gibi değerlendirmek sadece kan ve kaos, terör ve anarşi, zulüm ve zillet doğurur.
Siyasetin, islam dininin önemli bir bölümü olduğu yolundaki inanç ilk defa Şii mezhebi tarafından benimsenmiştir.
Şii inanç ve anlayışına göre her türlü günah ve hatalardan korunmuş imamlar hem dini hem de siyasi otoritedir.
Belli başlı siyasi esaslar iman sisteminin de parçasıdır.
(Bill and Williams. Shii İslam and Roman Catholicism. S.91)
Bu inanca göre siyaset, toplumdaki adalet ve hukuku yani insanların haklarını koruma sanatı olmaktan çıkıp kutsal bir inanç ve kimliğe bürünmüştür.
Bu anlayışa sahip olan siyasette, devlet adamlarını ve idarecileri eleştirmek mümkün olmuyor.
Çünkü artık siyaset Allah'ın yüce ve kutsal bir emri olarak mübarek bir zırha bürünmüş oluyor.
Hatta gücü elde eden siyaset ve devlet adamlarının tasarruflarına karşı gelenler hain damgası yemekten kurtulamıyorlar.
Geçmişte Katolik mezhebinin siyaset anlayışı da bundan farklı değildi.
Mesala:
Din ile siyasetin birbirinden ayrılması esasına dayanan "laiklik dinsizliktir" anlayışı Şia ve Ehl-i Sünnetten önce Hristiyanlığın Katolik mezhebinin inancını ortaya koymaktadı.
Aslında laiklik bireysel bir anlayış olmadığı için laik olan kişi hiçbir zaman dininden ve imanından bir şey kaybetmez.
Laiklik siyasi ve sosyal bir düşünce ve anlayıştır.
İman edenler bireysel olarak laik olmayabilirler, fakat kurdukları devletin laik olmasında bir sakınca yoktur.
Aslında Allah'ın sorumluluğu toplum ve cemaat olarak değil de, bireysel olarak yani tek tek insanlara yüklemesinin önemli hikmetleri vardır.
Bu hikmetlerin en önemlilerinden biri, vahiy'le Resullere indirilen hükümlerin hayata hakim olmasının uzun süre almasıdır.
Yani Allah Resulü'nden hemen sonra insanlar vahiy'den yani Allah'ın hükümlerinden yüz çevirdiklerinde kuracakları devletin esasları hangi kaynağa göre oluşacaktır.
Mesela: Bugün halkı Müslüman olan bir ülkede tamamen Kur'an'ın hükümleri esas alınarak yani Allah'ın kitabının hikmet ve ahlaki öğretilerine göre bir yönetim ve islami şeriat sistemi kurmak mümkün olur mu?
Dolayısıyla din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul eden muvahhidlerin sapık, mezhepsiz, vehhabi, reformist, mason, kafir olarak görüldüğü bir toplumda gerçek olarak islami bir yönetimin oluşturulması mümkün değildir.
İşte bunun için Rahmân ve Rahim olan Allah insanları sadece kendi yaptıkları amellerinden sorumlu tutmuştur.
(Necm-39; Yasin-54; Araf-43; Tur-21; Müddessir-38)
Dolayısıyla devletin dindarı ve dinsizi olmaz. Devletin hukuku, adaleti, şefkat ve merhameti yani insan hakları vardır.
Kur'an'ın muhatabı devlet değil, adaleti ve insan haklarını gözeten veya gözetmeyen idareciler ve yöneticilerdir.
Yani Kur'an'ın muhatabı ve Allah'a karşı sorumlu olanlar gerçek kişiler olan bireylerdir.
Bundan dolayı devletin Müslümanı ve kafiri de olmaz.
Aslında "islam devleti" ifadesi de yerinde bir kullanım değildir.
"İslam Devleti" ifadesi hayatın gerçeklerinden uzak ideolojik bir devlet anlayışınını ifade etmektedir.
Zaten ideolojik hareket edenlerin gerçekleri görmeleri ve hakkı kabul etmeleri mümkün değildir.
Aslında laiklikte devletin İdeolojik özelliğinin olmaması gerekir.
Fakat maalesef Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar laiklik bir ideoloji hatta daha da ötesi baskıcı bir din olarak gelmiştir.
Yani devlet İdaresi hurafeci bir ideolojinin pençesinden baskıcı bir ideolojinin pençesine teslim olmuştur.
Kur'an'da var olan hanif islam'a göre hiç kimsenin Allah adına konuşma, hareket etme yetkisi olmadığı gibi dini hakimiyeti ve kutsallığı da yoktur.
Gelenekçi zihniyetin "Osmanlı döneminde din adamlarının devlet idaresinde söz sahibi oldukları" görüşü doğru değildir.
Allah Resulü'nden sonra hanif dini temsil eden ilim adamları hiçbir zaman devlet idaresinde söz sahibi olmamışlardır.
Fakat devlet idarecileri dini değerleri siyasal ihtirasları için kullanmış ve din adamlarından yararlanma yolunu bulmuşlardır.
İşte bu nedenle devlet adamları, Allah tarafından indirilen vahiy islam'ın'ı ilim adamları eliyle sürekli olarak dejenere etmişlerdir.
Bu kötü gelenek maalesef bugün de devam etmektedir.
Eğer vahiy islam'ı milletin irade ve zihnine hakim olsaydı yani halk Kur'an'ın evrensel hürriyetine sahip bulunsaydı böyle bir şey yapmaları mümkün olmayacaktı.
Milletin problemlerine değişik çözüm önerileri sunmak için toplumda çeşitli fikirleri temsil eden siyasi partilerin bulunması hiçbir zaman yadırganmamalıdır.
Öneri ve çözümler şura'dan yani çok sesli yapıdan meydana gelir.
Şia ve Ehl-i Sünnet devlet ve din adamları yanında sosyal özgürlük, demokrasi, bağımsızlık, siyasal değer ve siyasal kurum kavramları yabancı ve hoş karşılanmayan kavramlardır.
Halbuki çok sesli ve özgürlükçü bir toplumu oluşturmak için bu değerler bir gereklilik olarak önümüze çıkıyor.
Milleti kontrol etmeye ve hizaya sokmaya çalışan siyasi yapının yerine, milletin zihin ve aklını harekete geçiren özgürlükçü bir yapıyı nasıl inşa edeceğimizi çok ciddi olarak düşünmek zorundayız.
Geleneksel mezhebi anlayış ve inançlar, sadece hürriyetimiz için değil, bizzat hanif islam için yani dinimiz açısından da büyük bir sorun teşkil etmektedir.
Devlet idaresine şura ve istişarenin hakim olmasını ve tam bir özgürlük ortamının yerleşmesine mani olan unsurları iyi tespit etmemiz gerekir.
Önemli olan despot ve baskıcı bir sistemin yerine daha despot ve daha baskıcı bir anlayışı seçmek değil, dosdoğru bir anlayışı ikame etmektir.
Tarikat ve cemaatlerin, yapıları itibariyle halkın yönetime katılmasını ifade eden hürriyete karşı çıkacakları muhakkaktır.
Geleneksel mezhebi anlayış, bu cemaat ve tarikatların gücünü arkasına alarak demokratik ve özgürlükçü yapının eksikliklerini sürekli olarak dile getirmekte, fakat onun yerine koyacakları bir sistem göstermemektedirler.
Demokratik yapıya karşı çıkmak yeterli değildir. Onun yerine alternatif bir sistem ortaya koymak önemlidir.
Aslında kurulduğundan beri Türkiye Cumhuriyeti'nde laikçi anlayış ve demokrasi arasında da bir ihtilaf ve kavga devam etmektedir.
Yani Türkiye'de demokrasi yalnız geleneksel dinci anlayışlarının değil, laikçilerin ve kemalistlerin baskısı altındadır.
Dolayısıyla siyasal hakimiyetin millete ait olduğunu her düşünce sahibi olan kabul eder ve bu değeri yaşadığı hayata yansıtmaya çalışır.
Bütün bu sorunların çözülmesi geleneksel yani taklitçi din anlayışımızı değiştirmekten geçmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin sağcısı ve solcusu, tarikatçısı ve cemaatçısı, dindarı ve dinsizi aynı baskıcı geleneğin anlayışına sahip bulundukları için zihniyetleri arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder