KUR'AN'A İHANET TARİHİ
(2.YAZI)
Şiilik ve Sünniliğin oluşmasında referans çerçevesi olan "tedvin devri" yani hadislerin toplanıp kitaplaştırılması siyasi, dini ve ilmi sahalarda kırılmaların gerçekleştiği bir dönemdir.
Bu dönemde Allah'ın indirdiği vahiy, akıl ve ilim, iftira ve hurafelerin enkazı altında kalmıştır.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların bilinmemesi islam dininin kaynağı konusunda büyük bir çelişkiye düşülmüş ve dinin kaynakları çoğaltılarak kavram kargaşası ile iman edenlerin zihni inanç krizine sürüklenerek allak bullak edilmiştir.
Yani hadislerin her alanda hayata hakim kılınması neticesinde İslam dini Emevi ırkçılığının kurbanı olmuştur.
Allah'ın kitabı Arapların şirk dinine büyük bir darbe vurmuş fakat Emevi zihniyetini değiştirememiştir.
Çünkü medeniyetin oluşması ve zihin değişikliği için uzun bir zamanın geçmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla sadece Kur'an'dan hareket ederek yeniden hanif bir inanç ve sağlam bir zihin inşa edilmesi zorunluluk halini almıştır.
İman edenleri, din düşmanlarının İslam'a verdiği zarar değil, Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin kendi dinlerine verdikleri zarar ilgilendirmektedir.
Her inanç, düşmanlarının saldırılarından değil, en çok bağlılarının cehalet ve beceriksizliğinden zarar görmektedir.
Müslüman milletin huzur ve mutluluk ekseninde gelişmesi ancak dini anlayışların Kur'an'a göre ayarlanması ve yaşadıkları çağın anlayışına göre yenilenmesi ile mümkün olabilir.
Tarihsel süreçte geleneksel mezhebi inanç ve anlayışlar hanif İslam'a dönüşmedikçe gelişmeye değil, çürümeye ve yok oluşa şahit olacağız.
Kur'an'ın herhangi bir âyetinden çıkardığımız doğru bilgi, o âyetin uygulanmasından daha önemlidir.
Çünkü inanç ve ameller sağlam bilgi üzerine inşa edilmeleri şarttır.
Sağlam ve sahih bilgi üzerine inşa edilmeyen inanç ve fiiller insanlara ızdırap ve acıdan başka bir şey kazandırmazlar.
Ayrıca doğru ve erdemli bilgi, asırları aşar, uygulama ve yaşama ise tarihsel kalmaya mahkumdur.
Dolayısıyla insanların sahip oldukları kaynaklar sağlam ve sahih bilgiye dayanmak zorundadır.
Bilgi, çağları aşarak her zaman kendisine manevra alanı bulur.
On dört asırdan beri insanların başına musallat olan cehalet ve taklit, yalan ve iftiralar, kaos ve kargaşa, terör ve anarşi bu hakikatın en büyük kanıtıdır.
Evet Kur'an bilgisinin insanlara doğru olarak ulaştırılması onu yaşamaktan daha önemli bir görevdir.
Allah Resulü dinin ortağı değil, Kur'an'ın mübelliğidir.
Yüce Allah'ın en önemli emri, Rahmân tarafından indirilen ve Resul'ün dilinde hayat bulan vahye tabi olmaktır.
Nebi'nin hadislerinin! ve uygulamalarının! Kur'an'ın bazı âyetlerini "nesh ettiği" yolundaki inançları, dinin temeline çirkin bir saldırı olarak değerlendirmek gerekir.
Kur'an'ın yorumlanmasını Ehl-i Sünnet ve Şia'nın oluşturduğu zihin yapısının hakimiyetinden kurtarmak ve onu zaman ve zemine göre güncellemek gerekir.
Bu görev, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen muvahhidlerin sorumluluğundadır.
Muvahhid, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen, aklını kullanabilme cesaretine sahip olan bireye denir.
Muvahhid, "rüşde" ermiş, Allah'a karşı sorumluluk ve yükümlülüklerini, kendi aklı ve Kur'an bilgisi doğrultusunda bizzat kendisinin belirlediği kimsedir.
Bu nedenle muvahhid, Allah'tan başka hiç kimsenin hakimiyetini kabul etmeyen kişidir.
"Hakimiyet" kelimesi yönetimini hiçbir engele veya denetlemeye bağlı olmaksızın devam ettiren, bağımlı olmayan, hükümran, hakim, sözünü geçiren, üstünlük kazanan, buyruğunu yürütme, hükümranlık" anlamına gelmektedir.
(Türkçe Sözlük- 1, 434; 1- 597- 98 Kamus-i Türki, 1- 313; 1- 462)
"Hakimiyet" kelimesinin aslı h-k-m (hakeme) fiilidir.
Bu fiilden türetilmiş pek çok kavram Arapçada yer almaktadır.
"Hüküm, hükmi, hikmet, hâkim, hükümet, muhkem gibi.
Kur'an'ı Mübin "hakeme" fiiline ve türevlerine birçok âyette yer vermektedir.
Terim olarak "hakimiyet" "bir devletin milli sınırlar içinde ve dış ilişkilerinde beynelmilel hukuktan doğan kısıtlamalar dışında tam bağımsızlığı, yani özgürlük ve hükümranlığı demektir.
Karar alma sürecinde ve bu kararı uygulama aşamasında en üstün otorite olma anlamına "hakimiyet" kavramı, devlet, bağımsızlık ve demokrasi gibi kavramları da yakından ilgilendirmektedir.
(Naim- Toward an islamic Reformation s.81- Ana Britanica- 6, 29)
"Devlet, topluca yaşama durumunda bulunan insanların bir düzen içinde kendi vatandaşlarını koruma ve ortak amaçlarına hizmet etmek için örgütlenmelerinden doğmuştur"
( Ertürk, Diktacı Tutum s. 173)
Başka bir ifadeyle devlet, belirli sınırlar içinde yaşayan insan topluluklarının hakimiyet ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenmedir.
( Türkçe Sözlük 1- 366; Ana Britanica 7-202-203)
Son vahyin indirilmesinden sonra hüküm ve hakimiyet tartışmasını ilk başlatanlar hariciler olmuştur.
Muaviye'ye karşı Ali'nin tarafında savaşırken
"hakem" olayı sebebiyle meşru halifenin yanından ayrılarak farklı bir grup oluşturan hariciler "Hüküm Allah'ındır, insanlar hakem tayin edemez" iddiasında bulunmuştur.
Hariciler bu görüşlerini yanlış yorumladıkları âyetlere bağlamışlardır.
Halbuki Kur'an'a baktığımızda "hüküm" ve "hakimiyet" denildiği zaman hanif İslam dininden başka din edinmemek anlamında kullanılmıştır.
Yani "din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmadığını" ortaya koymak istenmiştir.
Kur'an'ın "hakimiyet" kavramını kullanması siyasal anlamda yani devleti yönetme ve insanların üzerinde hüküm kurma anlamında değildir.
Yüce Allah'ın indirmiş olduğu vahiden başka bir kaynağın rehber olmaması, indirilen vahye beşeri inanç ve fikirlerin ortak yapılmaması, hak olana batılın karışmaması, din ile insanların aldatılması,
vahyin eksik muhataplarına ulaştırılmaması, Allah kelâmının gizlenmeden beyan edilmesi, Kur'an'a karşı sınır ve engel konulmaması, Kur'an dışında beşerin helal-haram, farz, vacip, sünnet, mekruh, mubah gibi kavramların dayatılmaması ile ilgilidir.
Kur'an'ın indiği coğrafyada özellikle Mekke'de nasıl bir evliya ve ılâhlar hegemonyasının olduğunu unutmayalım.
Dolayısıyla Kur'an'da geçen bütün "hüküm" kavramları siyasal anlamda değil, vahyin din olarak tek kaynak kabul edilmesi ile alakalı kullanılmıştır.
Bunun en büyük delili "hüküm" kavramının geçtiği âyetlerde devlet adamlarının değil, insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleyen din adamlarının muhatap alınmasıdır.
Haricilerin, halifeye karşı isyanlarını meşru göstermek için ileri sürdükleri ve Kur'an'daki hüküm âyetlerine dayandırdıkları "Hakimiyet Allah'ındır" ya da "hüküm vermek Allah'a mahsustur" görüşü iman edenlerin siyasi düşüncesini derinden etkilemiş ve harici mezhebine karşı olan Şia ve Ehli Sünnet âlimleri bile bu yanlış inancı benimsemişlerdir.
Halbuki Kur'an'da var olan "hüküm ancak Allah'a aittir" ifadesi atalardan intikal eden inanç ve kaidelere iman eden din adamları hedef alınarak söylenmiştir.
( Yusuf- 40; Maide- 44, 45,47, 48, 49, 50)
Mekke ve Medine'de kurulmuş bir hukuk ve adalet sistemi ve mahkeme binası bulunmuyordu.
Mekke ve Medine'de evliya ve ilahların dini yani şirk'in inanç ve hakimiyeti ile Yahudi ve Hristiyanların hurafe ve uydurmaları hayata hakimdi.
Yani "Hüküm Allah'ındır" sözü, "Allah tarafından indirilen vahiy dışında hiçbir dini kaynak hüküm ortaya koyamaz, vahiy haricinde hiçbir kaynaktan hüküm çıkarılamaz" demektir Dolayısıyla "hüküm Ancak Allah'a aittir" sözünü işittiğimiz zaman aklımıza devlet ve siyaset değil, hadisler, mezhepler, fırkalar, cemaatler, tarikatlar, içtihatlar gelecektir.
Yoksa belli başlı ilkeler ve emirler dışında Allah, idarecilere ve hukukçulara siyasal anlamda çok geniş bir yer ayırmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder