TEFEKKÜR'ÜN ÖNEMİ
(2.YAZI)
Kur'an'a baktığımızda fıkıh ve İslam hukuku ile ilgili açık âyetlerin 150 civarında olduğu ilim ve düşünceyi teşvik eden ayetlerin 750'yi geçmesi gerçekten düşünen insanlar için önemli bir ipucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Medeniyetler ve sanat tefekkür etme ve aklı kullanma sayesinde gelişir.
Zira varlığın esrar ve inceliklerinin keşfedilebilmesinin temelinde bilgi ve birikimin yanı sıra "varlık" üzerinde derinlemesine tefekkürün ayrı bir değeri vardır.
Batıdaki gelişmenin temelinde düşünce merkezlerinin ve kuruluşlarının önemi hiçbir zaman küçümsenmemesi gereken çok ciddi bir olaydır.
Düşünce ve fikir özgürlüğüne sahip olmayan hiçbir milletin olgunlaşması, huzur bulması ve refahı yakalaması, daha doğrusu gelişmesi mümkün değildir.
Her iyiliğin ve hayrın başı düşünce ve fikir özgürlüğüdür.
Tefekkür belli bir ilmi birikimin yanı sıra, aklın bütün zihinsel yetenek ve dinamikleriyle ilintili bir eylem, özgür bir durum olarak algılanmalıdır.
Şüphesiz tezekkür, taakkul, tefekküh ve tefekkür insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliktir.
Öyle ki bu nitelikler insanlığın tarihi kadar eski ve köklüdür.
İslam dini dediğimiz tevhid medeniyeti ve evrensel ahlak kişileri hemen her konuda akıllarını kullanmaya ve tefekkür etmeye davet eder.
O denli ki Kuran'ı Mübin'de hemen her süre ve sayfada değişik göklerden türemekle birlikte insanlar, düşünmeye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okumaya, ders çıkarmaya, Allah'a imana yönlendirilir.
"İşte biz bu temsilleri insanlar için ortaya koyuyoruz; fakat onları ancak bilgi sahibi (şuurlu) olanlar düşünüp anlayabilir"
( Ankebut-43)
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde,
Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlı yaymasında,
rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde tefekkür eden bir toplum için Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan birçok deliller vardır"
( Bakara- 164)
Bu bağlamda tefekkür etmeden bilinçsizce yaşanan hayat, doğruyu veya yanlışı aramaksızın, körü körüne asırlar öncesinden atalardan intikal eden dini ve kötü gelenekleri bilinçsizce taklit etmek Kur'an'da sert bir şekilde kınanır.
"Onlara ( müşriklere) Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler"
(Bakara-170)
Gerçek şu ki, bölgesel ve evrensel düzeyde insanların yaşadığı acı, sıkıntı ve huzursuzluğun temelinde önemli ölçüde tefekkür eksikliğinin yani hayatı cehennemin mutfağına çeviren her şey, yobaz bakış ve inançlardan kaynaklandığını kabul etmek zorundayız.
Hemen herkesi bir yönüyle etkisi altına alan dünyevileşmenin alabildiğine sardırı çağımızda kendimizi bu bağlamda test etmemiz, sorgulamamız ve sadece Kur'an'ın öğretileri çerçevesinde durum tespiti yapmamızın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.
Tefekkür, aklın kullanıldığının en belirgin kriteridir.
Tefekkürün terki ya da aklın özgür kullanılmaması, bilinçsizce taklit, hurafe ve zanni bilgilere inanmayı beraberinde getirecektir.
Bu nedenledir ki yüce kitabımızda bir taraftan aklın kullanılması öğütlenirken, (Bakara-164,170,171; Sebe-46; Rum--8; Yunus-101; 5,6 Âli İmran-7)
diğer taraftan aklın kullanılmayıp başkalarını bilinçsizce taklit etmek yerilmiştir.
"Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
( Maide-104)
"Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde: Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan onları, alevli ateş azabına çağırıyor idiyse!
( Lokman- 21)
Yeraltında bir mağara düşünün mağaranın ağzı ışıklı bir yola bakıyor.
Mağaranın içinde insanlar var.
Ama kollarından bacaklarından ve boyunlarından zincirlenmişler, yüzleri duvara doğru dönük, ışığı göremiyorlar.
Mağaranın önünden bir çok nesne geçiyor.
Nesnelerin gölgesi mağara duvarlarına vurmakta, insanlar sadece bu nesnelerin gölgelerini görebiliyorlar ve gölgeleri gerçek sanıyorlar.
Onlar için gerçeklik, gerçekliğin duvara yansıyan gölgesinden öte değil, şimdi bu insanlardan birinin zincirlerini kırmayı başardığını ve yüzünü mağaranın ağzına döndüğünü veya dışarıya çıktığını bir düşünün.
Ne olur?
Önce gözleri kamaşır aydınlıktan, hiçbir şey göremez.
Ama gözleri ışığa alışınca gerçeklikle yüzleşir. İşte mağara ve duvarlarındaki gölgeler duyularımızla gördüğümüz, kavradığımız dünyadır.
Bu gölgelerle yetinmeyip başını ışığa çeviren insan, duyular aleminden düşünceye yol alan bilgedir.
Plato'nun bu mağara istiaresi, duyularla algılanan dünya ile tefekkür ile algılanan ideler (soyut düşünce) âlemini birbirinden ayırır.
Bu istiareye göre duyuların bilgisiyle yetinmeyen tefekkür, insanın ışıkla yani hakikatle ve gerçeklikle yüzleşmesini sağlar.
Ne var ki gerçeklikle yüzleşen insan, çoğu zaman yalnızdır ve yalnızlık içinde tutuklu tek başına kalması kaçınılmazdır.
Zira ışığı gören insanın tekrar mağaraya döndüğünü varsayarsak, mağaraya dönüp diğer insanlara gerçekliği ve hakikatı anlatan insan, onların kendi dilini anlamadıklarını hemen fark edecektir.
Sadece mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin bilgisine sahip bulunan insanlar, ışığa bakan bilge'nin bilgisine uzaktır.
Soyut düşünce âlemini maddesel âlemden farklı ve yüksek bir düzey olarak anlatan bu istiare, tefekkür dilinin herkesin vakıf olabileceği bir dil olmadığını da açık olarak ortaya koymaktadır.
Şimdi ortalığı kaplayan cehaletten ötürü meşhur olmuş bir eseri bu mağara, o esere mahkum olanları da bu karanlık mağaranın tavanına zincirlerle asılmış, yüzleri duvara dönük insanlar kabul edelim.
Dışarıya çıkıp gerçekleri gören ve hakikatları keşfeden birinin gelip duvarda asılı olanlara bunları anlatması ne ifade edecektir.
Onun dilini asla anlayamayacaklardır.
Çünkü onların gerçek dünyaları mağaranın duvarına yansıyan gölgelerdir.
Plato'nun mağara istiaresinde de temel sorunlardan biri, başkalarını anlama veya başkalarıyla anlaşma gibi görünür yani temel bir sorun mağaraya dönüştür.
Hakikatları kavramaya başlayan bilge mağaraya döndüğünde heyecanla gördüklerini kavradıklarını anlatır, yüzleri mağara duvarına dönük insanlara.
Ama diğer insanlar onunla sadece alay ederler.
Zira onların gördüğü, görüp bildiği, duvardaki gölgelerden ibarettir.
Hatta bu insanlar mağaraya dönen bilge'nin akılsız olduğunu ve saçmaladığını düşünürler ve bilgeyi kendi düşünce dünyası içinde yalnızlığa mahkum ederler.
İstisnasız bütün kavimlerin Resullerini yalnızlığa mahkum etmeleri, deli, cin çarpmış demelerinin bundan başka bir izahı yoktur.
İnanç ve fikir dilleri birbirinden çok farklı olduğundan, yenilikçilerle genelikçiler arasında bir anlaşma ve uzlaşmanın meydana gelmesi imkansızdır.
"İşte böylece, onlardan öncekilere (tarih boyunca) herhangi bir Resul geldiğinde hemen o bir büyücüdür veya delidir, dediler"
( Zariyat-52)
"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri: Biz size gönderilmiş olan şey (tevhid-islam) inkâr ediyoruz, demişlerdir"
(Sebe-34)
Kuran'ı Mübin akleden bir varlık olarak tasvir ettiği insanın mertebesini, tefekkür imalatçısı haliyle sunar ve şereflendirir.
"Şüphesiz ki bunda kalbi (aklı) olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır"
(Kaf- 37)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder