29 Aralık 2020 Salı

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(9. YAZI)

Aslında kaderin iman esasları (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resüllerine öldükten sonra tekrar dirilmeye -ahiret'e ) arasında olabilmesi için islam dininin tek kaynağı olan Kur'an'da yer alması gerekmektedir.

İman esasları Kur'an'ı Mübin'de  geçerken (Bakara- 177, 285; Nisa- 136-)

 Kadere imanın! Kur'an'ın hiçbir âyetinde geçmemesi İslam'da geleneksel olarak inanılan kaderin olmadığını gösteriyor. 

 İman edenlerin Kur'an'dan uzaklaşmasına sebep olan süreç,  Emevi döneminde hadisçiliğin teşvik edilmesi ve Abbasiler döneminde hadislerin yazıya geçirilmesi ile başlamıştır.

Allah'ın kitabına rağmen Emeviler döneminde kadere imanın öne çıkarılması, hanif İslam dini için kırılma noktası olmuştur.

Özellikle Emevi ve Abbasi devletleri döneminde ortaya çıkan üç batıl inanç, Kur'an'ın akıl ve  zihinlerden silinmesine sebep olmuştur.

 Bu inançlar, Emevilerin "cebir" inancı, (Cabiri,  İslam'da siyasi akıl, s. 510- 514)

 Haricilerin "tekfir" inancı, ( a.g.e- s.596-611)

Şia'nın "imamet" inancıdır.

( a.g.e- 515- 585)

Geleneksel din adamlarının iddia ettiği gibi, insanlar fiillerini işlerken Allah'ın iradesine bağlı olsalardı yani inanç ve amellerinde  özgür bir iradeye sahip olmasalardı, yüce Allah'ın vahiy ve elçiler göndermesinin yani insanlara vahiy'le rehberlik  etmesinin ne anlamı kalırdı. 

Dolayısıyla  birey hürriyet sahibi ve sorumlu bir şekilde hareket ederken, Allah'a veya başka bir güce asla bağımlı değildir.

 Kişinin özgürlüğü tam olarak yaşamadan başka bir güce bağımlı olması onu hayata yabancı hale getirecektir.

 Rahmân ve Rahim olan Allah her bireyin kaderini boynuna bağlamış, kendi eline vermiş, kendi irade ve ameline bağlı kılmıştır.

Yani insanın kaderi kendi ellerinde, fiillerinde, amellerinde iradesi ve ameliyle  ortaya çıkmaktadır.

(İsra-13)

 Hadis ilminin Emeviler döneminde Arapların İslam üzerindeki tekellerini kaybetme endişesine karşı geliştirilen bir faaliyet olarak meydana gelmiştir.

Hadisler,  Kur'an'ın evrenselliğinin  yok edilmesine yani Arap kültürünün İslam dininin içine girmesi ile İslam dininin temeli olan  merhamet,  tevhid, takva, ihlas ve adalet ilkeleri  sarsılmıştır.

 Kur'an, özellikle hicri ikinci asırdan sonra hadislerin ve sünnetin "vahy-i gayr-i metlüv" "namazda okunmayan vahiy" olduğu yolundaki inancın geliştirilmesi ile İslam dininin yegane kaynağı olmaktan çıkarılmış" kaynaklardan biri olarak insanlara aktarılmıştır.

 Yahudi ve Hristiyan din adamları vahyin  metninde "tahrifat" yapmış, Şii ve Sünni din adamları da vahyin metninde değil,  manasında "tahrifat" yapmışlardır.

Yani Yahudilik ve  Hristiyanlıktan ayrı olarak Allah'ın mesajının  yanına yüzlerce beşeri eserler ve kaynaklar eklenmiştir.

 Dolayısıyla beşeri söz ve uygulamalar ilâhi hükümlere dönüşmüştür.

 Artık beşer olanların söz ve içtihatları din olarak algılanmaya ve yaşanmaya yani hayata hakim olmaya başladı.

Abbasilerin beşinci  halifesi olan Harun- Reşid kendisinden sonra hilâfete geçmesi için çocuklarından iki veliaht'ta karar kılmıştır.

 İlk sıraya Emin'i ondan sonra gelecek kişi olarak da Me'mun-u tayin etmiştir.

Ayrıca Me'mun'u  Horasan vilayetine vâli olarak görevlendirmiştir.

 Hicri- 139 (Miladi- 809' da Harun Reşid'in ölümü üzerine vasiyeti gereği ilk velihaht Emin altıncı  Abbas halifesi olarak göreve başlamıştır.

 Halife Emin iki sene sonra vâli olan Me'mun'u  görevden uzaklaştırmış,  bunun üzerine Me'mun isyan etmiş ve halifenin gönderdiği orduyu hezimete uğratmıştır.

 Daha sonra Me'mun'un  ordusu Bağdat'ı işgal etmiş, 24 Eylül 813 tarihinde halife Emin öldürülmüş ve yedinci  Abbasi halifesi olmuştur.

Bu kardeşler arası taht  savaşında hadis ehl-i Emin'i, ehl-i Rey 'de Me'mun'u desteklemiştir.  

Kırk yaşında iktidara sahip olan Me'mun, zeki, filozof ve ilme değer veren bir kişilik olarak bilinir.

Me'mun, Mu'tezile'ye mensup âlimlerin  geliştirdiği kelam ilmine ve bu ilmin konularına ilgi duymuştur.

İbn Ebu Duad'ın  etkisinde kalarak Haziran Hicri 212- Miladi 833 tarihinde Kur'an'ın mahluk olmadığını düşünen hadisçilerin sorgulanması emrini vermiştir.

 Karşı mihnenin sebebi olan mihneyi başlatmış, ancak aynı yıl ölmüştür.

(Bozkurt, Nahide-"Me'mun. TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul-2004.32.c-s.101-104)

"Mihne": 

Abbasi Halifesi Me'mun'un "Kur'an mahluktur" inancını zorla kabul ettirmek amacıyla Miladi 833'te başlattığı, hadisçilerin sorguya çekilerek eziyet ve işkenceden geçirildiği olaylara verilen bir isimdir.

 Toplam yirmi yıl kadar süren mihne süreci H. 237- Miladi 852 tarihinde Abbasi halifesi mütevekkil tarafından kaldırılmıştır.

 Dolayısıyla Mütevekkil'in  döneminde, yönetim felsefesi terkedilmiş ve "Mütevekkil'in hilâfeti" hadisçilerin zaferi olarak tarihe geçmiştir.

(İşcan, Zeki, Selefilik, İstanbul- 2016, s. 165; bkz,  Mehmet Kırkpınar "Mütevekkil -Alellâh  847- 861 TDV. İslam Ansiklopedisi 32. c. s. 212- 214)

Ehl-i Rey ile ehl-i  Hadis arasında mihneden  önce de hadis ve Sünnet'in dindeki yeri ile ilgili çatışmalar olmuştur.

 Özellikle Emeviler döneminde kaderin imanın  şartları içine girmesinin  dinin iman esasları arasında olduğunu gösteren hadisler uydurulmuştur.

 Bu dönemde yöneticiler hadis uydurmacılığını teşvik etmiş, hatta  hadislerin toplanıp  kayda geçirilme emrini de halife Ömer bin Abdülaziz vermiştir.

Bu dönemde hadis ehl-i  "Hristiyanların İsa'ya yükledikleri Resul algısını son Nebi'ye uyarlamışlardır" 

Yani "İsa Allah'ın özü, kelimesi logosudur"

Dolayısıyla Hristiyanlarda (Resul değil) İsa  vahyin kendisidir. 

İsa vahyeder, İsa'ya vahyedilmez.

İsa Pavlus'a görünerek vahyetmiştir

İşte hadisçiler bunu İslam'a adapte ettiler.

Yani Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırmak suretiyle onun adına iftira edilen hadisleri vahiy olarak kabul ettiler.

  Ve bunu yaparken, Arap ırkçılığını desteklemek için yaptılar.

Fars olan İbni Kutey'be "Arap olanın, olmayana üstünlüğü" diye bir eser bile yazmıştır.

 KUR'AN'IN "RESÜL" ANLAMINDA KULLANILDIĞI ÂYETLER

(1.YAZI)

 Kur'an'ı Mübin, Adem (a.s)dan Allah Resulü Muhammed (a.s)a kadar gönderilen bir çok Elçinin hayatını anlatır.

 Aynı zamanda Kur'an evrensel bir mesaj olduğu için kıyamet gününe kadar gelecek insanları muhatap alır.

"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür.

De ki:

(Allah'tan başka ilah olmadığına dair) benimle sizin aranızda Allah şahittir.

 Bu Kuran bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu"

 (Enam- 19)

 O halde Kur'an'da resül kavramının geçtiği bütün âyetler Allah Resulü Muhammed (a.s) döneminde yaşayan insanları ilgilendirdiği gibi kıyamet gününe kadar gelecek insanları da ilgilendirir ve onları da muhatap alır.

 Bundan doya Kur'an'ı Mübin'de  "Resul" kavramı  geçen âyetleri yeniden bir değerlendirme altına almak gerekir.

Âyetlerin bir çoğunda bulunan "Resul" kavramı "Kur'an" hakkında kullanılmıştır.

Veya Kur'an'da geçen "Resül" kavramlarının bir çoğunu "Kur'an" hakkında kullanmamızın hiçbir sakıncası yoktur.

 İşte bu yazılarımızda "Resül" kavramının geçtiği âyetleri ele almaya çalışacağız.

Yoksa Kur'an'da bulunan yüzlerce âyet güncellenmemiş olacağından metinde olan varlığının bir anlamı olmayacaktır. 

 MESELA:

 "Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici  bir "Resül" (Elçi) gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler"

 (Bakara-101)

 Yukarıdaki âyette bulunan "Resül" kavramı Kur'an  hakkında kullanılmıştır.

  Çünkü Bakara 89. âyette "Resûl" kavramının yerine "kitap" kavramı kullanılmıştır.

Âyete bir bakalım: 

"Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir "kitap" gelince..."

(Bakara-89)

 Birde "Resül" kavramı için kullanılan "Allah'ın ininden kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik  edici bir "Resul" gelince bölümü de çok önemlidir.

"Beşer- Resûl" Allah indinden değil, insanlar arasından seçilir.

 Aslında "Beşer -Resul" ile "Kitab Resul" arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır.

 "Kitap- Resul" "Beşer- Resul" sayesinde hayat bulur.

"Beşer- Resul" olmazsa "Kitap- Resul" diye bir şeyden söz edilemez.

 Muhammed (a.s) vefat edinceye kadar "Beşer- Resul" olarak görevinin başında bulunuyordu.

 Vefat ettikten sonra artık tek müracaat edilecek  kaynak  "Kitap- Resul" kalmıştır.

 "De ki: Allah'a ve Resul'üne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez"

( Âli İmran- 32)

 Hem "Beşer- Resul" ve hem de "Kitap- Resul" Allah'ı temsil ederler.

Yani Allah adına konuşurlar. 

Özellikle de bu gibi âyetlerde her zaman tekil olarak  "Resül" kavramı kullanılmıştır. 

Bu gibi âyetlerde hiçbir zaman "Muhammed'e" ve "Nebi'ye" yer verilmemiştir. 

Yani sistem çok dengeli ve hassas kurulmuştur. 

Fakat bu ince ayar ve hassas denge "peygamber" kelimesini kullanmayan muvahhidler için önemlidir. 

"Peygamber" kelimesi, bütün bu ince ayar ve hassas dengeyi yani "Nebi" ile "Resülün" arasında bulunan ilim ve hikmeti darmadağın ediyor. 

 "Beşer Resul" olmayınca "Kitap "Resul" din ve hüküm olarak devreye girer.

Yani İnsanlara şu gerçek anlatılmak istenir.

"Din ve hüküm olarak sizin Allah tarafından indirilen vahye uymanızdan başka hiçbir yolunuz  yoktur.

Dolayısıyla insanlar tarafından uydurulan  rivayetler hiçbir zaman Resul'ü  temsil edemezler.

Bundan dolayı  hidayete vesile de olamazlar.

Örnek:  

 "Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Resul'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini tasdik eden) şahitlerden yaz, dediler"

 (Âli İmran- 53)

Aslında yukarıdaki âyet İsa (a.s) a  iman eden Havarilerin dillerinden aktarılmaktadır. 

Fakat güncelliğini koruyor ki, son vahiy'de de yer almıştır. 

Âyet indirilen vahye  iman etmenin aynı zamanda "Beşer- Resu'e"  tabi olma anlamına geleceğini veciz bir şekilde ortaya koyuyor.

Demek oluyor ki, Allah Resulü'ne  tâbi olmanın tek şartı indirilen vahyi tek kaynak kabul etmek, din ve hüküm olarak sadece ona inanmaktır. 

Örnek: 

"Hani Allah, Nebi'lerden "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik  eden bir "Resul" (Elçi) geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" diye söz almış, "kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?" dediğinde "kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"

 (Âli İmran- 81)

 Kur'an'da bir çok âyette geçen "kitap" kavramından "vahyi" anlamak gerekir. 

Kur'an'daki "kitap" kavramı ile bizim bildiğimiz kitap birbirinden farklı şeylerdir.

 Kur'an'ın kullandığı "kitap" kavramı "İlim üzerine indirilen, koruma altında bulunan ve bir sisteme sahip olan vahiy" anlamında kullanılmıştır.

 Yani Kur'an'da geçen kitab kavramı, "Allah tarafından indirilen, bir hikmeti, sistemi olan ve her türlü ihtilaftan uzak bulunan  vahiy" demektir.

En doğrusunu Allah  bilir.

Âli İmran süresi 81. âyetteki "Resül" kavramı da "Kitab- Resul" anlamına gelmektedir.

 Aslında "Kitab Resul" ile "Beşer Resul" arasında bir fark yoktur.

 "Beşer Resul" ile "Kitab Resul" birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır.

 "Beşer Resul" hayatta olduğu sürece "Kitab Resul"ü anlatır, onu okur, beyan ve tebliğ eder.

 "Beşer Resul" vefat ettikten sonra  bu sefer "Kitab Resul" "Beşer" olan  "Resul"ü anlatır, yani  insanlara önderlik eder.

(Âraf-3; En'am-153,155)

 KUR'AN'IN "RESÜL" ANLAMINDA KULLANILDIĞI ÂYETLER

(2.YAZI)

 "İman etmelerinden, "Resul'ün hak olduğuna" şahit olmalarından ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra küfre sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez"

 (Âli İmran-86)

Yüce Allah, dua etme ile kimseye hidayet vermez, hidayet Allah tarafından indirilen vahiy ile indirilmiştir. (Bakara-159)

 Yani "hidayet" vahiy'den bağımsız bir şey değildir.

 Yukarıdaki âyeti güncelleyecek olursak "Resûl" kavramının "Kur'an" hakkında olduğunu rahatlıkla  görebiliriz.

 Çünkü söz konusu âyette yüce  Allah'ın hitabının kıyamet gününe  kadar gelecek  insanları hedef aldığını görürüz.

Halbuki beşer Resül olan Muhammed  (a.s) on dört asır önce vefat etmiştir. 

O halde kıyamet gününe kadar iman edilmesi ve inkar edilmemesi gereken bir Resülün bulunması şarttır.  

Âyetleri hakkıyla yani çok dikkatli okumalıyız. 

Allah'ın kitabını alaya alacak şekilde teğanni ile okumaktan vazgeçmeliyiz. 

Hatta bugün ve ilerideki çağlarda "Kur'an'ın" Allah tarafından gelmiş bir "hak" olduğu daha açık olarak görülecektir.

Örnek: 

 "Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik "Allah Resulü" de  içinizdeyken nasıl inkâra (hakikatı  görmezlikten) saparsınız?

 Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir" (Âli İmran-101)

Yukarıdaki âyette kurulan sistem şu şekilde işliyor

"Allah'ın âyetleri-- Allah'ın Resulü-- Allah'a bağlanma-- hidayet"

 Demek oluyor ki, "Allah'ın âyetleriyle" yani   "Resul" le  "Allah'a ulaşma" "hidayeti" beraberinde getiriyor.

Din ve hüküm olarak bunlardan başka bir yerde hidayet arayan sadece sapıklığı ve şaşkınlığı bulacaktır.

 Yukarıdaki âyette de "Resul" kavramına "Kur'an" manasını vermemizin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü "Beşer" olan "Resul" Muhammed (a.s) yirmi üç  yıllık dünya hayatında insanların içinde bulunuyor, ahlak ve hareketleriyle, okuduğu vahiy ve mükemmel   edebiyle  onlara yol gösteriyor ve örnek oluyordu.

 "Beşer" olan "Resul" Muhammed (Aleyhisselam) vefat ettikten sonra Allah insanlık âlemini "Resul"den mahrum eder mi?

  Asla etmez.

İşte bundan dolayı fâni  olan beşer   "Resul" vefat ettikten sonra Allah onun örnekliğini, ahlak ve edebini en güzel bir şekilde ortaya koyan ve onun dilinde hayat bulan  ebedi bir "Resul" olan Kur'an'ı   miras olarak bıraktı.

 Dolayısıyla âyetlerin kalıp ve karakterlerine baktığımızda "Resûl" kavramının iki anlama geldiğini, Allah'ın ebedi bir mucizesi olarak görüyoruz.

 Şu âyete bir bakalım.

 "Allah'a ve Resul'üne  itaat edin ki rahmete kavuşturalasınız"

 (Âli İmran- 132)

 Bugün birisi haklı olarak çıkar da:  "Resul" yani Muhammed (a.s) 1400 sene önce vefat etti. 

Bu emir kıyamet gününe kadar gelecek insanları muhatap aldığına göre, biz bugün kime itaat edeceğiz? derse, ona nasıl bir cevap vereceğiz?

Dolayısıyla âyette açık olarak "Kur'an'ın" "Resul" olduğunu görüyoruz.

 Çünkü Allah'ın  bu hitabı kıyamet gününe kadar gelecek insanlara yönelik bir emirdir.

 "Beşer" olan  "Resul" ölümlü olduğuna göre ebedi ve ölümsüz olan Allah'ın kelamı "Resul'"ün  (Elçi'nin) hidayeti kıyamet gününe kadar  devam edecektir.

Burada kasdeden amaç şudur. 

Yani beşer Resülden sonra kitap Resül ile devam edilmesi, insanları Allah'tan indirilen kaynaktan  başka bir yere  sapmalarını engellemek içindir. 

İşte bu yüzden ilgili bütün âyetlerde  Nebi kavramı değil,  evrensel bir kavram olan Resul kavramı kullanılmıştır. 

 Aslında "Beşer" olan "Resul" insanlara sadece Allah'ın âyetlerini okuduğu, yalnız âyetleri tebliğ ettiği ve indirilen kitabı duyurduğu için "Beşer Resul" ile "Kitap Resul" arasında bir fark yoktur.

 Ancak "Beşer" olan "Resul'"ün hareketleri, diksiyonu, etkileyici hitabeti, güzel ahlakı ve göze ve gönüle hitap eden mükemmel  örnekliği kendi döneminde yaşayan insanlar için bir avantaj olarak görülebilir.

Ancak yüce Allah kıyamet gününe kadar gelecek insanlar için bu avantajı

"Kitap Resul'"ün belağat ve edebiyatı ile ileriye dönük mucizeleriyle ve muvahhidlerin  güzel ahlakı ile kapatmıştır. 

Dolayısıyla Kur'an ehli muvahhidler hayatlarında Kur'an'ın örnekliğini  en güzel şekilde ortaya koymak zorundadırlar.

 Örnek: 

"Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Resul'ün çağrısına uyanlar (özellikle) bunların içlerinden iyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük  bir mükafat vardır"

( Âli  İmran- 172)

 Mademki Allah'ın son mesajı olan Ku'ran evrenseldir ve kıyamet gününe kadar gelecek  bütün insanları ilgilendiriyor.

 O halde Kur'an'da bulunan "Resül" kavramı iki anlama gelmek zorundadır.

1-) "Beşer Resul" aynı zamanda "Kitap Resul"ü duyuran, onu ilan eden ve vahyi tebliğ eden örnek  kişidir.

 2-) "Beşer Resul" olan  Muhammed (Aleyhisselam) vefat ettikten sonra onun yerine, onun misyonuna sahip olan "Kitap Resul"

"Rabbimiz! Bize, elçilerin (Rusülike) vasıtasıyla vâd ettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme, şüphesiz sen vâdinden dönmezsin"

(Âli  İmran-194)

 Yukarıdaki âyette geçen "Rüsülike"  "Elçilerin" yüce  Allah tarafından indirilen "Vahiy'ler" anlamında kullanılmıştır.

 Çünkü Allah vâd ettiklerini indirdiği kitapta haber vermiştir ve bütün vahiy'leri içinde toplayan son Resul  olan Kur'an bu gerçeğe en büyük  şahittir.

 "Beşer" olan "Resul'e" ulaşan insanların sayısı çok sınırlıdır.

 Fakat "Kitap" olan "Resul'e" milyonlarca belki milyarlarca  insan ulaşır.  

 Aslında "Kitap" olan "Resul'e" ulaşan insanlar, aynı zamanda indirilen tüm vahiy'lere ve bütün elçilere ulaşmış sayılırlar.

Çünkü Kur'an, gönderilen tüm elçilerin ve indirilen tüm vahiy'lerin  geniş bir özeti gibidir.

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(10. YAZI)

Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş  gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik  adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.

Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne  süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak  o da karşı mihneyi başlatmıştır.

Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.

Hadis ehl-i,  Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek  yasaklamıştır.

Mu'tezile'nin  yasaklanması aklı kullanma  ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir.

 "Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"

(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67) 

 Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe gömmüştür.

"Son vahyin tarihinde bir Rönesans olabilecek aklı esas alan bu özgür  hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.

Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.

Sanki Kur'an, insana doğru yolu göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için  gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız  bir kitap durumuna düşürülmüştür.

Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden mukallit bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır"

( Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s. 71)

Dolayısıyla 861 yılından itibaren  İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.

Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan  Allah'ın değil,  uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.

Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.

 Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini çok açık olarak ortaya koymuştur.

Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri  belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.

 Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece  onda aramalarını  istemektedir.

 Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken  mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.

Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir.

  Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.

 Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı  hedef tahtasına oturtmuştur.

 Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların  önüne geçmiştir.

Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara tâbi olma almıştır.

Maalesef  bu Kur'an'sız din ve  zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğunun imanına  hakimdir. 

Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resülün  mirası  olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.

 Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tâbi olduğu şey vahiy'den başka bir şey değildi.

 Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri  yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış,  Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.

Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil,  muhatabı, araştırıcısı  ve belirleyicisidir.

Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.

Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın  değer olduğu,  aklı kullanmaya  ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir.

 Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri  kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almadılar. 

Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır.

 Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma  rivayetler almıştır.

 Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir hakimiyete sahiptir.

İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan  tutarsızlıkların  sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin  anlaşılamayacağı, sünnetin ( hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.

23 Aralık 2020 Çarşamba

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(8.YAZI)

Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde iktidarı ele geçirmiştir.

 Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.

 Yöneticiler, devletin gasp ile geçirildiğini biliyorlardı.

 Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde ümmeti, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.

 Mesela:

Saçma sapan rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirilmiş en akılsız bir rivayet sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.

Dünyada hadis ilmi kadar düşüncesizce ve ahmakça  bir ilim dalı herhalde yoktur.

 Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak iken, tâbiin döneminde biraz, tabe-i tâbiin döneminde biraz daha, Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraları binlerce hatta  milyonlarca hadis üretilmiş, hadis ilmi ve hadislerle ilgili yüzlerce kavram uydurulmuştur.  

Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete  getirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı gelmenin,  Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.

Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet alimleri Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis üretimi yapıyor   ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.

 Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu kendi  üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde din ve inanç haline getiriyordu. 

Bundan sonra  Ehl-i  Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini itikadını  geliştirmişlerdir.

 Bu inanç çerçevesinde milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp ediliyordu.

 Çünkü yöneticiler, biat'ın verdiği yetkiyle, kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını  savunmuşlardır.

 Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken, yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir.

 Kur'an, iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir.

 Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı, yoksa  Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır?

 Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler. 

İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir.

 Zaman ve zemine göre isyankarlar  tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin  kurulması da milletin görevidir.

 Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya  belli bir süreye kadar otoriteyi geçici olarak devrederler.

 Çünkü idareci ile halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur.

 Yani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır.

 Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini  bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır.

 Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar.

 Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir.

 İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların  değişmesine imkan yoktur. ( Ra'd- 11; Enfal- 53)

 Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil,tüm milletin bireylerini de ilgilendirmektedir.

"Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."

(Enfal-25)

Yukarıdaki âyete  göre,  toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz  sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dinin ve siyasi özgürlüğün millete ait bir hak olduğunu açıkça  gösteriyor.

Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalime karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor.

 Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin  gerekçesini kaderle yani mutlak adil olan Allah'la ilişkilendirilmektedir.

Dolayısıyla her türlü zulüm ve adaletsizliğin faturası Allah'a kesilmektedir. 

 Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle milletin başına açtıkları beladan kurtuluş, vahiy ehl-i muvahhidlerin öncülüğü olmaksızın mümkün değildir.

Çünkü Şia ve Sünnet âlimleri, sürekli olarak ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.

Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar.

 Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.

Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.

Siyaseten yapılan zulmün Allah  kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle  edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış âlimlerin  uzmanlık alanı olmuştur.

Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri  Muhammed (a.s) ın  elçilik görevinin, Allah tarafından indirilen vahye bir kelime bile ilave etmeden ve ondan bir şey eksiltmeden olduğu gibi insanlara beyan etmekten ibaret olduğunu  (Ra'd-40; Nahl- 35, 82; Maide- 67, 99;  Ahkaf- 23 Ankebut- 18 ; Hakka-44)

 yeterli bulmamışlardır.

 İşte bundan dolayı  Allah Resulü'ne indirilen vahyin Kur'an'dan ibaret olmayacağını inancını geliştirmişlerdir.

 Aslında Kur'an'ın manasını etkisizleştirmenin en etkin yolu, yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen Allah kelâmının  dışında başka vahiy'lerin de var olabileceğini yaygınlaştırılması olmuştur.

Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri Hristiyanlıkta var olan vahiy inancını andıracak  bir şekilde "vahy-i gayr-i metlüv" "okunmayan vahiy" fikrini üretmişlerdir.

Yani Şia ve Ehl-i Sünnet  âlimlerine göre hadislerde Kur'an gibi vahiy'dir, fakat salat'ı ikame esnasında  sadece Kur'an'dan âyetler okunması gerekir.

 Onlara göre Kur'an "vahy-i metlüv" "okunan vahiy"  hadislerde "vahy-i gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dir. 

Vahiy çeşitliliği meydana getirerek, Kur'an'ın önemini görmezlikten gelme, milleti Şiilik ve Sünnilik dininin kaos ve karanlığına mahkum etmiştir. 

Mezheplerin "Vahy-i gayr-i metlüv" yalanı Kur'an'a yapılmış büyük bir iftira ve ağır bir darbe olduğu zamanla daha iyi anlaşılmıştır.

"Vahy-i gayr-i metlüv" fikri din ve hüküm olarak  Kur'an'ın yanında başka kaynakların da var olduğu inancını yerleştirmiştir.

 Artık dünyanın en karanlık cehaletinin eserleri olan rivayetler din ve  hüküm olarak Kur'an'ın yanına daha doğrusu Kur'an yerine konmuş oldu.

Halbuki din ve hüküm olarak Kur'an'ın yetersizliğini  iddia etmek, Kur'an'ın eksikliğini iddia etmek olur.

Din ve hüküm,  güzel ahlak ve öğüt olarak dinde  Kur'an dışında kaynak kabul etmek yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen bu ihaneti  yaptılar.

Allah'ın kitab'ını hadislerle eşitlemek, mesajın devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri büyük bir ihanetle  Kur'an ile milletin arasına hadis ve Sünnet adı altında aşılmaz bir engel, geçilmez  bir bataklık yarattılar.

 Allah tarafından indirilen hidayet'in yolu hadis adı altında sünnetle kesilmiş Allah'ın karşısına uydurma din vasıtasıyla sanal bir "resul" çıkarılmıştır.

 Sadece Resul (a.s) ı değil, tüm elçileri Kur'an'dan kopararak Allah ile  araları sonsuza  kadar açılmıştır.

Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri "sünnet"  kavramını Kur'an'i bir kavram olmaktan çıkararak ideolojik bir kavrama dönüştürdüler.

Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın mesajını yok etmek, nurunu söndürmek için sadece "vahy-i gayr-i metlüv" ile iktifa etmemiş, "nasıh-mensuh,  tefsir usul-u ve ilmi hadis, hadis usul-u ile esbab-ı nüzul, mücmel-mufassal,  rivayet tefsiri ve fıkıh usul-u" gibi  birçok sözde ilim dalları geliştirerek vahyin  hidayet ve hakikatını sulandırmaya devam ettiler.

 Zaman içerisinde sadece vahyin Arapça okunmasına odaklanarak metin ile manasını ayırmış ve ikisi arasında bulunan bağlantıyı koparmışlardır.

Halbuki vahiy insanın kabiliyetine, tarihi deneyimlerine, bulunduğu zaman ve zemine göre hayatı inşa etmektedir.

Aslında İslam  bütün elçilere indirilen evrensel dinin ortak  adı olmakla birlikte şeriat, milletin vahyin bağlam ve bütünlüğünden anladığını uygulamasıdır.

 Tarihte yaşanan ümmetler arasında "hayırda yarış" olması gerektiğinden her ümmetin şeriati diğerlerinden farklı olmuştur.

 Yoksa ya hayatı,  ya dini rehberliği dondurma durum ortaya çıkacaktır.

İşte Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri hadis ve ictihadlaryla dini hayatı dondurarak  İslam dininin gelişimini   ve yayılma özelliğini engellemişlerdir.

 Yani İslam milletini bin dört yüz  yıldan beri aynı inanç ve statik fikirlere mahkum etmişlerdir.

 DİN'DE KAOS VE KARGAŞANIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ:

(1.YAZI)

 Savaşı kaybeden komutana Halife sormuş, savaşı niye kaybettiniz?

 Komutan, yüz  tane sebebinin olduğunu söyleyince, Halife, say demiş,

 Komutan, bir,  demiş, barutumuz kalmamıştı.

 Halife, dur gerisini saymana gerek kalmadı, demiş. 

Bu hikayeyi şunun için anlattım.

Şia ve Ehli Sünnet'e bağlı toplum ve ülkelerin içinde bulundukları kaos ve güvensizliğin en büyük nedenini bu hikaye çok güzel ortaya koyuyor.

 Şia ve Sünnet âlimleri en önemli silahlarını yani  kurtuluş rehberini  kaybettiler.

Şia ve Ehli Sünnet'in barutları yok ki emperyalist güçlere karşı başarılı olsunlar.

Yani Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a hakkıyla inanmadıkları için her türlü savaşı kaybetmeye mahkum edilmişlerdir.

Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri  Allah'ın yardım ve desteğini zayi ettiler.

Dolayısıyla baştan mağlup olmayı hak ettiler.

Yoksa mağlup olmaları imkansızdı.

"Eğer Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek kimse yoktur.

Eğer sizi alçaltırsa  ondan sonra size kim yardım eder?  Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar"

(ÂLİ  İmran-160)

 Âhirette Allah'ın ilk soracağı şey Kur'an olacaktır.

 Çünkü her şey geliyor Kur'an'da ortaya konan tevhid ve ahlaka, yani Allah'ın gösterdiği sırat-ı müstakim olan vahye dayanıyor.

"Sura üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, birbirlerini de arayıp sormazlar.

 Artık kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.

 Kimlerinde tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir,  ebedi cehennemdedirler.

 Ateş yüzlerini kaplanmıştır. Onlar  orada gülünç bir halde olurlar.

(ALLAH BUYURUR) Size âyetlerim okunur da, siz onları yalanlardınız değil mi?

 Derler ki:

Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti, biz, bir sapıklar topluluğu idik"   

(Müminun-101,102,103,104,105, 106)

 Kur'an Allah tarafından indirilmiş, din Allah tarafından tamamlanmıştır.

( Maide- 3; Enam, 114)

 Vahiy Resul'ün dilinde hayat bulduğu yani elçi Allah tarafından indirilen vahyi  tebliğ ettiği için, 

 insanları Allah'a karşı bağımlı kılan  ve sorumlu oldukları tek şey Resul'ün  okuduğu ve ilan ettiği vahiy olduğu için onlarca âyette insanlara sadece ona itaat etmeleri  emredilmiştir. 

Yani Resul, Allah'ın vahyettiği âyetleri tebliğ  ettiği için Resul'e itaat eden, Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.

( Nisa- 80)

 Allah elçilerine emir ve  hükümlerini vahyeder, elçilerde vahyedilen emir ve yasakları insanlara ulaştırırlar, onu duyurur ve sadece onu ilan ederler.

(Tâhâ-134; Enbiya- 4; En'am- 51; Kaf- 45)  

Dolayısıyla elçi olan kişinin Resul misyonuyla ilan ve beyan ettiği vahye itaat eden Allah'a itaat etmiş oluyor.

 İşte bu yüzden "Resul" ve "Nebi'"nin kavramları  arasında bulunan farkları çok iyi anlamak gerekir.

Yani Allah Ve Resulu hiç bir zaman  iki ayrı otorite  değildirler, ve olamazlar.

 Kur'an'da bulunan Allah ve Resulu demek, "Allah elçilere vahiy indirir, elçilerde bu indirilen vahyi  tebliğ ederler" demektir.

 Bu gerçeği ortaya koymak için Kur'an'da öyle  sistemler kurulmuş ki,

Bu sistemler çok olmakla beraber ben sadece  iki örnek  vermek istiyorum.

MESELA.

 1) "Ey iman edenler! Allah ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin"

( Enfal-20)

Âyette "Allah ve Resulü'ne itaat edin" emredildiği halde "O'ndan yüz çevirmeyin" buyrulmuştur.

Doğrusu "Onlardan, veya "ikisinden" olması gerekirdi.

Fakat Resül vahiy'le Allah'a davet ettiği için "ondan" buyrulmuştur. 

2)  "Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü'ne uyun.

 Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız"

 (Enfal, 24)

Âyette "Allah ve Resulü'ne uyun" denildiği halde "çağırdığı zaman" buyrulmuştur.

Yani aslında  davetin tek bir kişi tarafından yapıldığı ortaya konmuştur.

O tek kişi de sadece Allah'tır.

İŞTE SİZE EN KESİN KANIT

"Allah kullarını selamet yurduna davet ediyor ve dileyeni doğru yola iletiyor"

(Yunus- 25)

 Elçiler sadece daveti dillendirici bir konuma sahip oluyorlar.

Allah tarafından indirilen vahyin en önemli kavramlarından biri olan  "itaat" kavramı Kur'an'da  hiçbir zaman tek başına Allah lafzının yanında yer almaz. 

Mutlaka yanında "Resul"kavramı vardır.

Çünkü Allah'ın insanlarla diyalog kurmasının en iddial yolu budur.

 Bundan daha ideal ve olumlu bir yol olsaydı Allah bu yolu kullanırdı.

 Resul Allah'ın emirleri ve iradesi dışında hiçbir şey söylemez.

 Yani "Nebi" olan şahsiyet hayatı boyunca, gece gündüz, yedi gün, yirmi dört saat her an, hiç bir zaman,  ahirette bile (Nisa-69; Tanrim-8) Nübüvvet  kimliğini kaybetmez.

 Fakat "Resul" Allah'ın kendisine vahiy indirip, o da onu tebliğ edip insanlara  duyurduğu andaki resmi konumudur.

 Bu yüzden aşağı yukarı Kur'an'da "Resul" için kullanılan kavramların büyük çoğunluğu "Nebi" için kullanılmaz.

 MESELA,

"tekzib, (yalanlama) "İsyan, (karşı çıkma) küfür, (gerçeğin üstünü örtme) "tehaddi,

(meydan okuma)

"şikak,(yolları ayırma) "galebe, (zafere ulaşma) "aziz, "emanet" (emin olma) "kerim, hak, helal ve haram kılma, Resül  gönderilmeden azap olmama, üsve'i hasene, (güzel örnek), neyi verilirse onu alma, yasakladığı şeylerden uzak kalma, dâvet  gibi, birçok kavram sadece Allah, vahiy ve resul için kullanılıyor.

 Yani Allah tarafından Resul'e vahiy indiriliyor, Resul indirilen vahyi olduğu gibi, içine hiçbir şey katmadan ve ondan bir şey eksiltmeden  insanlara ulaştırıyor.

(Hakka- 44, 45, 46, 47; Yunus-15; İsra-73,74,75)

 Kur'an'ın diline ve dinine göre vahiy ile Elçi arasında bir fark yoktur.

Allah'ın elçileri indirilen vahiy kadar değerlidirler.

 Resul ile vahiy  bir bütünün iki parçası gibidir.

Resül ile vahiy, etle tırnak gibi birbirinin içine karışmıştır. 

Bazı özellikleriyle "Beşer Resul'ün" avantajları, bazı özellikleriyle de  "Kitap Resul'ün" avantajları ve önemi ön plana çıkar.

 MESELA,

Güzel ahlak, olağanüstü edep, canlı iletişim ve  anlatımı, sözün gücü, mükemmel örnekliği  ve mimik hareketleriyle "Beşer Resul" vahyin önüne geçer.

 Fakat her yere ulaşma, ölümsüz olma, kayıt altına alınmama yani ulaşacağı yere  ona hiçbir şeyin engel olamama özelliği ile

"Kitap Resul" ön plana çıkar.

Aslında Resülü hidayete ulaştıran vahiy'dir, fakat Resul olmadan vahiy hayat bulamaz.

 Yani "kitab Resul" ile  "Beşer Resul"ü birbirinden koparmak büyük bir ihanet  ve büyük bir küfürdür.

Dolayısıyla Kur'an'dan bağımsız olarak hiç kimse Resullerden konuşamaz, onların hayatlarını  anlatamaz. Kur'an haricinde onların sözleri olamaz.  

 Hayatta olduğu sürece "Beşer Resul" canlı vahiy'dir.

 Yani Kur'an odur.

 Vefat ettikten sonra "Beşer Resul"ü sadece onun dilinde hayat bulan, ondan tek miras kalan Kur'an temsil eder.

 Dolayısıyla indirilen vahyi ve gönderilen  Resul'ü birbirinden ayırmak,

Resulü Kur'an'dan koparmak ve  başka kaynaklara götürmek, 

dine ve vahye yapılacak en büyük alçaklık, en büyük bir zulüm, en büyük kötülük ve en büyük cinayettir.

 İşte Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri bu kötülüğü  yaparak ortaya Allah'ın indirdiği vahye tamamen aykırı düşen ve tevhid akidesine  düşman, uydurma ve son derece tehlikeli  bir din meydana getirdiler.

 Bu şirk dininin ortaya çıkmasının en önemli nedeni Allah Resulü'nü Kur'an'dan  koparmaları olmuştur.

 Resül vahiy'den koparılınca her türlü yalan ve alçakça iftiralara karşı serbest hedef haline geldi.

 Resul'ün değeri,

Allah tarafından indirilen  vahiy'den alınarak Emevi- Abbasi Ehli Sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlere  indirgenmiş oldu.

  Elçin'in fazileti en yüksek mertebeden alınarak ayak takımı cahillerin altına serildi.

 Uydurma rivayetler sayesinde ona en büyük hakaretler yapıldı.

21 Aralık 2020 Pazartesi

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(7. YAZI)

Emevi Devleti zamanında altyapısı kurulan, Abbasiler döneminde gelişen Hadis ve Sünnet dini son vahiy öncesi Arap geleneğinin ve ırkçılığının  kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır.

 Çünkü hadis ve Sünnet geleneği Arap geleneğini ve  egemenliğini korumayı esas almaktaydı.

 Hayatın her alanına hadisleri egemen kılmanın peşinde koşan bu hastalıklı zihin yapısı, hakkı  sadece kendi dininde gören, başkasına ait olanları reddeden,

kendi inanç ve aklına göre üstün bir dava için bireyi feda eden, cemaate  kudsiyet atfeden, farklı inanç ve  düşünceleri büyük bir tehlike olarak algılayan,  dışa tamamen kapalı bir toplum modeli doğurmuştur.

 Özellikle cemaate uyma ve cemaatin önemli olduğu inancı bu rivayetçi inanç yapısında çok önemli bir yer tutar.

Şia ve Ehl-i Sünnet'te cemaat olma ilkesi atalarının yolundan sapmamanın  garantisi olarak görülmüştür.

 Çünkü cemaatçi zihin yapısı özgür bireylerin oluşmasının önünde en büyük bir engel en aşılmaz bir bataklıktır.

 Dolayısıyla özgür bireylerin yetişmediği

 toplumlarda erdem ve güzel ahlakın, adalet ve ilmin gelişmesine de imkan yoktur.

 İşte bu yüzden ataların şirk dinine uyma ve cemaat olma inancı aslında Kur'an'ın saf dinine  karşı bir dayanışma çağrısı olarak meydana getirilmiştir.

 Şia,  Ehli Sünnet ve Selefi inancına göre;  din,  Allah ile Muhammed'in ortak  yapımı bir kurumdur.

Onların dininde Nebi ve  Resul diye bir şey bulunmamaktadır.

 Daha sonra da sahabe, tabiin ve tabe-i tâbiin olan muhaddis ve müctehidler bu kuruma alt  yardımcılar olarak katılmışlardır.

Onlara göre dinde önemli olan Kur'an değil Muhammed (a.s) ın sünnetidir, bu yüzden "hadisler Allah'ın indirdiği âyetleri nesheder" derler.

Tabi hadis dedikleri şey tamamı Allah Resulü'ne iftira olan saçma sapan sözlerden başka bir şey değildir.

Yine onların dininde "essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a (Kur'an'a) egemen olarak görülmüştür.

Yine onlara göre;  islam dininde aklın kullanılmasına, tefekkür ve sorgulamaya gerek  yoktur.

 Çünkü Allah'ın muhatabı bireyler değil, müctehidler, mezhep imamları ve cemaat liderleridir.

Yani onların dinlerine göre  milletin yöneticileri ve idarecileri çoban milletin geri kalan ise sürüdür.

 Sürü çobanın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.

 Şiilik, Sünnilik ve Selefilik  anlayışına göre dinin yaşanması için Kur'an'a gitmeye hiç gerek yoktur.

Çünkü hadisler Kur'an'ın, içtihatlar da hadislerin  açıklamasıdırlar.

Dolayısıyla İslam dendiğinde sadece din bilgisi olan fıkıh ve ilmihal kitaplarını alıp okumak gerekiyor.

Şia, Ehl-i  Sünnet ve Selefi anlayışta  Muhammed (a.s) vahiy alan bir Resul değil, din ve hüküm koyan  Allah'ın ortaklarından biri olarak görülmüştür.

Şia, Ehli Sünnet ve Selefi âlimleri Allah'ın dinini "İslam" değil, Muhammed'ilik olarak benimsemişlerdir.

 Ehli Sünnet ve Selefi mantık, yüzlerce âyette Kur'an'ın tek kaynak olması gerektiğini idrak edemediğinden "vahy-i gayri metlüv, hadis-i kutsi" gibi Kur'an açısından tamamen  şirk olan kavramlar üretmiştir.

Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayış,  ilim kavramının içini boşaltmış, yani ilim Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, onu anlamak ve yaşamak iken,  onu hadislerden ve beşeri ictihadlardan ibaret  görmüş, tabiat kitabını, insan âyetini ve vahyin ahlakını arkalarına atmışlardır.

 Ehli Sünnet ve Selefi düşünce milleti geçmiş ataların dinine ve takdirine sığınan, yaşadıkları çağa yabancı ve gelecek zamanı planlamadan uzak kalarak, kaderci  bir inanç sistemi geliştirmiştir.

Dolayısıyla geleneksel din anlayışı yani Sünnilik, Şiilik ve Selefilik  Müslüman düşünürlerin yetişmesini engellemiştir.

 İşin doğrusu  Şiilik,  Sünnilik ve Selefilik Kur'an ahlak ve aklından uzak, sanat ve estetiğe düşman, merhametsiz bir düşünce ve inanç inşa etmiştir.

Geleneksel mezhebi anlayış, icat ve medeniyet yarışında kendisine iman eden milletin önünü  durağan düşünce ve kokuşmuş inanç sayesinde kesmiştir.

Şia ve Ehl-i Sünnet'in din atalarından kaynaklanan bu yozlaşmayı düzeltmek  zorundayız.

 İman edenler, vahiy,  aklı selim ve doğru bilgi sahibi olmadan sırat-ı müstakim yani hanif din olan islam'a sahip olamazlar.

Aslında vahyin esas amacı, bir kulluk sistemi, ekonomi  veya siyasi bir  sistem kurmak değildir.

Vahyin esas amacı, hanif islam'ı  yani mala- mülke, kula- kulluğu ortadan kaldırmak, güzel ahlakı inşa etmek, yeryüzünde adaleti ve merhameti gerçekleştirmektir.

Din, insanların hayatlarını ve yaşam tarzlarını  etkileme gücüne sahiptir.

 Bireyi değiştirip dönüştürmeden milletin değişip dönüşmesine de imkan ve ihtimal  yoktur.

Tüm vahiy'lerle  birlikte son vahiy'de bireyin hayatını kolaylaştırmak, ahlakını  güzelleştirmek ve yolunu islam'a doğru açmak için gönderilmiştir.

Yani son vahyin amacı, insana  problemlerini çözmede yardımcı olacak bir sistem sunmasıdır.

"Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden önceki iyilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.

Allah hakkıyla bilendir, yegane hikmet sahibidir. 

Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar (şirk'in esiri olanlar)  ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden yükünü hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"

( Nisa- 26- 27 -28)

 Kur'an'ın emir ve yasakları tek tek her bireye yönelik olarak ortaya konmuştur.

 Yani din cemaat ve gruplar ile değil, bireyde  başlar ve bireyde son bulur.

İslam dininde toplum için bireyi feda etmek diye bir şey yoktur.

 Dolayısıyla tek hidayet kaynağı olan vahiy, bireyin kaliteli bir ahlak ve doğru bilgi ile yetişmesine değer verir.

Biireylerin inanç ve fikir  dünyası kalite kazanınca toplumsal olarak hayat kolay hale gelecektir.

Vahiy ehl-i muvahhidler, geleneksel din anlayışına yani mezheplere karşı onurlu hareket etmek ve atalar dinini tüm yönleriyle sorgulamak zorundadırlar.

 Aslında ataların dinini  sorgulamak Kur'an'daki islam için bir varolma savaşıdır.

 İslam dini hakkında araştırma ve inceleme yapmak Allah'ın emridir.

 İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ı okumak, üzerinde düşünmek Allah'ın ilk ve en önemli emridir.

"Ey Resul! Kuran'ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni yine dönülecek yere döndürecektir.

De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.

 Sen, bu kitabın sana vahyedileciğini  ummuyordum.

 Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiştir.

O halde sakın kâfirlere arka çıkma. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra,  artık sakın onlar seni bu âyetlerden  alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et asla müşriklerden olma.

 Allah ile birlikte başka bir İLAHA tapıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.

O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"

(Kasas- 85, 86, 87, 88)

 Bu farz Kuran'ı anlamadan  asla gerçekleşmeyecektir.

 Dolayısıyla Kur'an'ı herkes anlamaz inancı Kur'an'ın birçok âyetine aykırı olduğu için Allah'a karşı büyük bir iftiradır.

 Kur'an'ı herkes kendi bilgi, araştırma, düşünme, akletme, güzel ahlak ve merak seviyesine göre anlayabilir.

 ALLAH'IN DİNİ İLE MEZHEPLERİN  DİNİ    

Rahmân ve Rahim olan Allah, hidayet ve rahmet kaynağı olarak Elçisi Muhammed (a.s)a indirdiği kitapta ne buyurmuşsa, Ehli Sünnet ve Şia alimleri aynı İsrailoğulları gibi tam tersini yaptılar. 

MESELA: 

Yüce Allah "kendi döneminde yaşayan müminlere Nebi'ye destek olun, yardım edin" (Ahzab-56)

 buyurduğu halde, onlar Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamadıkları için bu âyeti cahilce  Muhammed'e salavat çekme olarak çevirip âyeti tahrif ettiler. 

Halbuki âyette Muhammed değil, Nübüvvet makam ve mertebesi mevcuttur. 

 Muhammed ile Nebi aynı şey değillerdir. 

Muhammed bir isim ve kimlik yani saf Mekke vatandaşlığını temsil ederken, Nebi bir makam ve mertebeyi yani vahiy alımını temsil ediyor. 

Dolayısıyla salât/ salavât Muhammed ile ilgili değil, Nübüvvet ile ilgili bir kurumdur.  

 MESELA:

 Allah'ın kitab-ı Kur'an "Elçi sadece Allah'ın kitabını okur, onu anlatır, yalnız onu tebliğ eder, onu ilan eder, vahiy elçinin dilinde hayat bulur, vahi'den başka bir şey anlatmaz, bundan dolayı Resul'e (Elçiye)  itaat Allah'a itaat etmektir" (Nisa-80) buyurduğu halde,  

Şia ve Ehli Sünnet âlimleri, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmediklerinden dolayı indirilen vahiy yerine  Allah Resulün'den asırlar sonra uydurulan beşer mahsulü yalan ve iftiralara iman ettiler. 

MESELA:

 Tek kaynak olan Kur'an "Tevhid, adalet, merhamet, insan hakları, infak, güzel ahlak, yetimi koruma, kimsesizleri kollamayı yani "salihât" yapmayı esas hedef seçerken, Ehli Sünnet ve Şia'nın muhaddis ve müctehidleri, binlerce rivayet ve ictihadlarla ümmeti fazla ilgilendirmeyen "hasenâtın" teferruatlarında boğarak dini zorlaştırmışlardır. 

 MESELA:

Dünya ve ahiret kurtuluşumuz için tek hidayet kaynağı olan Kur'an, bir çok âyette "Dünya'yı ahiret için feda edin, dünya karşılığında ahireti tercih edin, 

Allah yolunda infak edin,  dünyanın geçimliliği azdır" diye teşvik ederken, Şia ve Ehl-i Sünnet'e bağlı cemaat ve tarikatlar  Kur'an'a bedel olarak dünya hayatının mal ve mülkünü yani  refahını esas hedef  almışlardır. 

Ehl-i Sünnet ve Şia âlimleri, dinlerini rant yaparak, saf ümmeti aldatmışlardır. 

MESELA: 

Sömürüye karşı duran Kur'an "en çok fakir, miskin, gariban, yolda kalmış kimsesizlerin kimsesi olduğu halde, yani Kur'an'ın amacı insanı vahiy ile inşa etmeyi  tek amaç edindiği halde, 

Şia ve Ehli Sünnet âlimleri ve devlet adamları, ihtişamlı mabedler inşa ederek gösteriş yapmayı benimsediler. 

Kur'an'ın dininde mâbetlere değil,  insan hak ve hürriyetine yatırım yapılır. 

 MESELA:

Allah'ın apaçık sözü olan Kur'an, yüzlerce âyette sadece "cehennem azabını"anlatıp, yalnız ondan sakındırdığı halde, 

Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri, yüzlerce hadis ile kabir azabı diye saçma sapan bir azap uydurdular. 

 MESELA:

İçinde hiçbir ihtilaf bulunmayan Kuran, "Allah Resulü'nün insanların gözleriyle görebilecekleri bir mücize göstermesinin mümkün olmadığını ortaya koymuş iken, onlar yalan ve uydurma rivayetlerle "Allah Resulü'nün binlerce mucizesinin" olduğunu söylediler.

MESELA: 

Yüce Allah dinden dönenin sorumluluğunu âhiretteki  hesaba bıraktığı yani insana din seçme hürriyetini verdiği halde, ( Bakara-217) 

onlar uydurma dinlerini terkedenleri   ölüm ile tehdit etmişlerdir.  

 MESELA: 

Hayat kitabı olan Kur'an "Kadını, erkeğe eşit ve özgür bir birey olarak, sadece Allah'a karşı sorumlu, şerefli bir varlık olarak gördüğü halde, onlar, rivayetlerle kadını, erkeğe karşı sorumlu ve "onu razı etmeli" gibi hadislerle ictima'i ve sosyal  bir kaos yaratmışlardır. 

Evet, ben iddia ediyorum, Ehli Sünnet ve Şia Kur'an'da manasını değiştirmedikleri ayet bırakmamışlardır. 

 Aziz ve Hakim olan ALLAH, mübin  Kitabında ne buyurmuşsa Ehli Sünnet ve Şia onun tam tersini yaptılar.

 MESELA:

 Allah'ın muhteşem bir ahlak ve mükemmel bir din olarak gönderdiği Kur'an "Mü'minler ancak kardeştirler" buyurarak, en güzel şekilde kardeşlik ilkelerini ortaya sermiş iken, Şia ve Ehli Sünnet kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlerle aralarındaki kin ve nefreti kiyamet gününe kadar sürdürürler.  

MESELA:

 Allah'ın tek öğütü olan Kur'an,"Allah Resulü'nün arkadaşlarının müsbet ve menfi hareketlerini yüzlerce âyette gözler önüne sererken,  "Ehli Sünnet yalan ve iftira rivayetlerle ashab-ın hepsini  "gökteki  yıldızlar" gibi masum gösterirken, Şia'nın muhaddis ve müctehidleri de  Allah Resulü'nün arkadaşlarının dördü beşi dışında kalanların tümünün dinden döndüğünü ve cehennemlik olduklarını iddia etmiştir. 

MESELA: 

 Salat'ı ikame etmeyenlere bir ceza öngörülmezken, Ehl-i Sünnet dininin mezheplerinde  ölüm emri verilmiştir. 

MESELA:

 Esas olan dini Allah'a özel kılmak iken, (Zümer-2,3,11,12,13; Beyyine-5) onlar dini dedikoducu muhaddis ve müctehidlere, evliya ve ilâhlara özel kılmışlardır. 

Şiilik ve Sünnilik'te her din ve kültürden bir parça şirk vardır, sadece Allah'ın kitabı olan Kur'an'dan bir şey kabul etmediler.  

MESELA: 

 Şia ve Ehli Sünnet âlimleri, Yüce Allah'ın din ve hüküm olarak "tek kaynak" olan kitabını terkederek, eski İran, Hint, Mısır, Yunan, Türk inançları ile Buhari, Müslim, Ebu Davud, 

Nesai, Tirmizi, Malik bin Enes, Muhammed bin İdris, Ahmet bin Hanbel, 

imam-ı Muhammed, Ebu Yusuf ve İmam-ı Caferi'in  mezhep ve ictihatlarını din olarak benimsemişlerdir. 

MESELA:

 Kur'an, Nebi (a.s) a "sakın bu Kur'an'dan başka bir şeye tabi olma, seni ondan ayırmasınlar, sonra Allah sana azap eder" (İsra-73,74,75; Kasas-87 ) emriyle uyarırken, Ehli Sünnet ve Şia âlimleri  Kur'an'dan başka ne kadar tehlikeli, uydurma, yalan, sapıklık, hurafe bir kaynak varsa satın alıp hidayeti vererek sapıklığı satın aldılar. 

Ehli Sünnet ve Şia âlimlerinin din ticareti insanlık tarihinin en berbat, en zararlı, en acı, en sefil ticareti olmuştur. 

Çünkü Cenneti verip, cehenneme razı olmuşlardır. 

Şia mezhebi absürt hurafelere sahiptir.

 Şia'da öyle hurafeler var ki, aklı başında olan biri bunları asla kabul etmez. 

Ehli Sünnet, Emevi ve Abbasiler  döneminde kurulmaya başlandığından devletlerin resmi mezhebi olmuştur. 

Kral ve Padişahlar Ehli Sünnet âlimlerini beslemiş, semirtmiş,  âlimler de onların arzularına göre fetva çıkartmışlardır. 

Şia, Ehl-i Sünnet'e göre daha sivil, Ehli Sünnet Şia'ya göre daha vahşi ve katliamcıdır. 

Şia, eski İran inançlarına dayandığından, saf İslam dinini en çok etkileyen ve iman edenlerin  itikadını en çok  bozan mezhep olmuştur. 

Şia, bir aile'ye üstünlük ve seçilmişlik yüklediğinden dolayı Yahudiliğe, Ehli Sünnet de  ibadatlerdeki yoğun teferruat, insan haklarına ve özgürlüğe yol vermemesinden dolayı Katoliğe benzemektedir.

 Şia öyle köklü bir inanca sahip ki, düşman olarak algılanmasına  rağmen bir çok konuda Ehli Sünnet inancını etkilemiştir.

Sonuç olarak: Her kötülüğü bağışlayan rivayetlerin yoğunluğu nedeniyle Ehl-i Sünnet ve Şia'da güzel ahlak sahibi ve erdemli bir toplum meydana gelemez. 

20 Aralık 2020 Pazar

 NURCULUK 

(2.YAZI) 

1-) Said Nursi, Risâle-i Nur'un  Kur'an'ın tefsiri yani açıklaması olduğunu iddia ediyor.

Halbuki insanlar Kur'an'ı tefsir edemezler. 

Çünkü Kur'an'ın tefsiri yoktur.  Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, kendi içinde bulunan çözümü ve hikmeti yani sistemi olur. 

Âyetlerin açıklanması ile ilgili Kur'an'da beş kavram bulunmaktadır. 

"Tefsir, te'vil, tasrif, tafsil ve tebyin" kavramları. 

Bu kavramların içinde bulunan "tebyin" kavramı hariç diğer kavramların hepsinin bağlamı  Allah'tır. 

Çünkü diğer kavramlar yani "tafsil, tasrif, tefsir ve te'vil" âyetleri  Kur'an'ı detaylandırma anlamına geliyor. 

Dolayısıyla sadece Allah  Kur'an'ı tefsir edip detaylandırdığı için bu kavramlar Resül bağlamında bile kullanılmamıştır.  

"Tebyin" kavramı "okuma, duyurma, gizleme yapmadan açığa çıkarma,ilan ve tebliğ etme" anlamına geldiği için hem Allah (Nahl-89 ; Nisa-176) hemde Resul(Nahl-44) bağlamında kullanılmıştır. 

Dolayısıyla Said Nursi'nin  şakirtlerine yazdırdığı Risaleler Kur'an'ın tefsir olamazlar. 

Çünkü Kur'an'ın tefsirini zaten Allah yapmıştır (Furkan-33)

Said Nursi heva ve hevesine göre  sadece 250 küsür âyetin yorumunu yapmıştır. 

2-) Said Nursi, sık sık kendini ve eserini övmüş ve "bunlar kalbime ihtar edildi, gıyaben bize yazdırıldı" demiştir.

3-) Said Nursi, Kur'an'a, sünnetullâha ve islam aklına aykırı olan "ebced" hesapları ile "otuz üç Kur'an âyetinin"  kendisinden ve eserinden haber verdiğini iddia etmiştir.

Hatta, bu uydurma "ebced!" hesabına uyması için, kendi ismini 

Said-i Nursî , Said-ün-Nursî, Molla Said, Said- Kürdi gibi, Külliyâtını da  Risâle-i Nur, Resâil-in-Nur, Risâlet-ün-Nur, Risâle-in-Nur,

Risâlet-ün-Nuriyye gibi farklı şekillerde kullanmıştır.

Ebced hesaba uyması için, âyette geçen şedde ve tenvinleri; "küçük sırlı bir fark" gerekçesiyle bazen saymış, bazen de saymamıştır.

Üstelik ebced hesabına 

uyması için yılları; bazen hicrî, bazen rumî , bazen de miladî takvime göre belirlemiştir.

Yani anlayacağınız uydurma bir hesapta bile dürüst hareket etmemiştir. 

Halbuki Kur'an'ın ilim ve ahlakına sahip olanlar böyle adi ve basit  şeylere tenezzül etmezler. 

4-)Dinde kaynak olması mümkün olmayan uydurma Ebced hesabıyla âyetlerin mealini değiştirerek hoşuna giden anlamı âyetlere onaylatmaya uğraşmıştır. 

Mesela: 

Âyette  geçen ve (yeryüzünün temiz bir parçası ) anlamına gelen saîd (صعيد ) kelimesindeki (sad) harfini ebced hesabına uymadığı için kendi ismi olan (mutlu- sevinçli-mesud ) anlamına gelen Seîd (سعيد ) kelimesindeki (sin) harfi ile değiştirerek kendine işaret edildiğini iddia etmiştir.

İbrahim süresi "Elif. Lam. Ra.( Bu Kur'an) Rablerinin  izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa yani Aziz  ve Hamid olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır" 1.âyetinde geçen "sirâtil Azizi'l-Hamid" cümlesi ile ilgili olarak, Osmanlı padişahları olan  Abdulaziz ve Abdulhamid'in  sırat-ı mustakim üzerinde olduklarını iddia etmiştir. 

5-)  Allah Resulü'nün yanında otururken Alinin kucağına Cebrail'in "sekine" adında bir sayfayı düşürdüğünü, bu esnada Ali'nin Cebrail'i gökkuşağı (alâimu's-sema) şeklinde gördüğünü ve bu düşürülen "sekine" sayfasında gelmiş geçmiş önemli sır ve ilimlerin olduğunu iddia etmiştir.

(Lemalar-18. Lem'a) 

Halbuki Cebrail, vahyin son muhatabı olan Muhammed (a.s) a Kur'an'ı yazılı bir metin halinde asla indirmemiştir.

Allah Resulü'nün huzurunda Cebrailin yazılı bir sayfayı Alinin kucağına bıraktığını iddia etmek nasıl bir aklın ürünüdür. 

 Said Nursi, bu "sekine" meselesinde "Gulat-ı Şia" ya mensub olan Gurabiyye fırkasının tuzağına düşmüştür. 

Onlar "Karganın kargaya, sineğin sineğe benzediği gibi, Muhammed ve Ali birbirine benziyorlardı. O yüzden Cebrail, vahyi Ali'ye getireceğine, yanlışlıkla Muhammed'e getirdi" diyorlardı.  

6-)  Said Nursi yazdırdıği eserlerde hiçbir yanlışlık olmadığını iddia ederek diyor ki : 

"Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Onun için bir harfine dokunmayı azim (büyük) bir günah işliyor telakki ediyorum..."

(Barla Lahikası-62)

Halbuki Allah'ın elçileri bile Nübüvvet makam ve mertebesinde Allah'a karşı hata yapmış ve yanlış sözler söylemişlerdir. 

(Tevbe-113; Tahrim-1; Hud-45,46)

Said Nursi o kadar büyük bir egoya sahip idi ki: 

Tek amacı, insanların kendi eserine kayıtsız şartsız boyun eğmeleri ve sadece onun eserine itaat etmeleri ve sorgulama yapmadan ona  teslim olmaları idi. 

İşte bu yüzden Said Nursi'nin inanç  ve öğretisine göre ihlas, "dini Allah'a özel kılmak" değil, tefekkür ve  sorgulama yapmadan Said Nursi'nin eserlerine kayıtsız şartsız iman etmektir. 

Said Nursi'ye itiraz edenler ihlası kaybederler. 

"Diyor ki: Ey göklerin ve yerlerin yaratıcısı..."  Kur'an'a ve imana hizmet için, insanların kalplerini  Risâle-i Nur'a itaat ettir, boyun eğdir! Hz.Musa (a.s) a denizi ve Hz. İbrahim (a.s) a ateşi ve Hz. Davut (a.s) a dağı-- demiri ve Hz. Süleyman (a.s) a cinni ve insi ve Hz. Muhammed (a.s) a Güneş'i ve Ay'ı boyun eğdirdiğin gibi, Risâle-i Nura kalpleri ve akılları boyun eğdir!.."

(Asa-yı Musa- 211)

Halbuki Kur'an'a baktığımızda Allah ve Resulün'den başka hiç kimseye mutlak anlamda itaat emredilmemiştir. 

Yani itaat kavramı kayıtsız şartsız olarak Nebi (a.s) hakkında bile kullanılmamıştır.

Dinde itaat sadece Allah'a ve vahyi ilan eden yani tebliğ eden Resüle özel kılınmıştır. 

Yine Said Nursi diyor ki : "Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki: Pek harika ve mağlup olmaz bir deha bu işi çeviriyor veya diyeceksiniz: "Gayet inayetkerane bir hıfz-ı ilâhidir (Risâleler Allah'ın yardımı ve koruması altındadır) Elbette böyle bir deha ile mübareze (karşı gelme - itiraz- mücadele -tartışma-atışma) etmek hatadır, millete ve vatana büyük zarardır.

Ve böyle bir hıfz-ı ilâhi ve inayet-i rabbaniyye (Allah'ın koruması altında ve Allahın yardımına mazhar olmuş) bir esere karşı gelmek, Firavunâne (Firavun'un ahlakına benzer) bir temerrüttür (kafa tutma-inatla direnme-karşı gelmedir)"

(Emirdağ Lahikası-1 11)

7-) Said Nursi ve şakirtlerine göre Risâle-i Nur, Allah Resûlünün vâdettiği, Ali'nin müjdelediği, Abdulkadir Geylani'nin yardımı, İmam-ı  Gazali'nin tavsiyesi ve İmam-ı Rabbani'nin gaybdan haber vermesidir"

(Emirdağ Lahikası- 1,98)

19 Aralık 2020 Cumartesi

 ŞİA VE  EHL'İ SÜNNET DİNİNİN KUTSALLARI:

Sünni'lerin uydurma kutsal kaynakları:

Buhari (ö-H-256-M, 869)

Müslim (ö-H-261-M-875)

Tirmizi (ö-H-279-M-892)

Ebu Davud (ö-H 275-M-888)

İbni Mace ve Nesai hadis kitaplarıdır.

Şii'lerin uydurma kutsal kaynakları:

Küleyni'nin(H-328 M-939) kâfi'si

Ebu Cafer İbni Babeveyh el Kummi (H-381-M-991) nin Men lé yahduruhul-Fakih

Üçüncü ve dördüncü kaynaklar  Ebu Cafer et-Tusi(H-460-M-1067) ye aittir.

Bunlar, Tehzibul-Ahkam ve el-İstibsar adlı hadis kitaplarıdır.

Buhari'nin sünniler arasında sahip olduğu şöhret ne ise Şiiler arasında da aynı değere sahip Küleyni'nin el-Kâfi adlı eseridir.

Ehli Sünnet dininde dört halife ile  Ebu Hüreyre, Enes bin Mâlik, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebi Süfyan gibi sahabeler kutsal olarak görülür.

Ehl-i Sünnetin kaynaklarına göre "on sahabe Allah Resulü tarafından cennetle müjdelenmiştir" 

Şia'nın hadis kaynaklarına göre ise Ali dışında kalan dokuz sahabe "cehennem ile müjdelenmiştir"

 Aynı zamanda Sünniler kaynakları itibariyle  bütün sahabeleri "gökteki yıldızlar" gibi masum ve günahsız olarak telakki ederler.

Şia ise Gadir Hum'da Ali'nin imamet ve hilafetine biat ettikten sonra Sakifede Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin "dinden dönüp zalim olduklarını" iddia ederler.

Şia'nın hadis kaynaklarına göre mürted olmayan dört sahabi şunlardır.

Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir.

Şia'ya göre Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma ve beklenen

Mehdi (Mehdi-i Muntazır) ile birlikte geri kalan dokuz imam Allah tarafından bütün günahlardan tertemiz kılınmışlardır.

  Sahih kaynaklarına göre delil şu âyettir.

",,,Ey Ehli Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"

(Ahzab-33)

Şia'ya göre, Kerbela, Kum, Küfe gibi şehirler kutsaldır.

Ehli sünnet'e göre  Şam, Kudüs gibi şehirler kutsaldır.

Şia'ya göre Ali bin Ebi Talib "Allah'ın arslan'ıdır"

Ehli sünnet'e göre Halid bin Velid "Allah'ın Kılıcıdır" 

Sünni'lere göre Mekke ve Medine, Şia'ya göre ise Küfe ve Kerbela haremeyn'dir. 

Şia'nın kaynaklarına göre Fatma gelmiş geçmiş bütün kadınlardan daha üstün bir fazilete sahiptir. 

Ehli Sünnete göre ise bu dereceye Aişe sahiptir. 

Bu listeyi bir hayli uzatmak mümkündür.

Allah'ın, Kur'an'ı Mübin'de  neden Yahudi ve Hiristiyanlara çok fazla yer ayırdığını merak eden, Şia ve Ehli Sünnetin kaynaklarına, inançlarına ve ahlaklarına bir baksın.

 İnsanlık tarihinde Şia ve Ehli Sünnet dini kadar birbirine zıt ve birbirlerine düşman başka bir toplum gelmemiştir.

 İlim adamları için Kur'an'da  "Yahudiler" ve "Hristiyanlar" diye yazılır, "Şiiler" ve "Sünniler " olarak okunur.  

Gerçi on dört asır önce Kur'an Allah tarafından Muhammed (a.s) a yani yeryüzüne nazil olmuştur. 

 Fakat maalesef Kur'an, hâlâ Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin yani âlimlerinin kalplerine inmiş değildir. 

Şia ve Ehli Sünnet, Allah'ın kitabından ve hidayetinden mahrum kalarak, uydurma  kutsal kaynakları sebebiyle kıyamete kadar aralarında bir kardeşlik olmayacak ve beyinlerinde  barış kurulmayacaktır.

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(5.YAZI)

SELEFİLİK :

 Din ve hüküm olarak Kur'an'ı Mübin'den başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce ayet vardır.

Yani Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak insanları bağlamaz.

İnsanlar sadece indirilen vahiy'den sorumlu  tutmuşlardır.

 Fakat SELEFİ anlayış, İslam dini için tâbiin ve tâbe-i tâbiin döneminin görüş ve uygulamalarını tek rehber olarak kabul eder.

 Selefi inanç ve  anlayışa göre Allah Resulü'nden sonra gelen ilk iki nesil islam dinini doğru olarak temsil etmişlerdir.

Selefilere göre, sahabe, tâbiin ve tabe-i tâbiinden sonra gelenler tam olarak islamı temsil edemezler.

Selefi anlayışa göre Allah Resulü adına nispet edilen yani rivayetler aynen Kur'an gibi dinin bir parçası konumundadırlar.

Halbuki Kur'an'a baktığımızda din olarak insanların sadece indirilen  vahy'den sorumlu olduklarını  görürüz.

 Allah elçilerinin tek görevi, indirilen mesajı insanlara bildirmekten ibarettir.

 Elçilerin görevi vahyi tebliğ ve tebyin etmek yani onu ilan etmek ve muhataplarına  ulaştırmaktır.

Her insan kendi aklı ile karar verme, özgürlüğünü sonuna kadar kullanma, tefekkür etme ve sorgulama yapabilme kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır.

Dolayısıyla Selefi inanç biçimi, hem akla ve tefekküre, hem Kur'an'i ilkelere hem de özgürlük ve sorgulamaya karşı mücadele etmiştir.

 Selefi düşünce aklın kullanılmasına karşı çıkmış, islam dininde tek kaynak olan vahyin yanına "Sünnet" adı altında dünyanın en karanlık rivayetlerini kaynak olarak kabul etmiştir.

Selefi akide,

Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden,  Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan, vahyin kavramlarının hangi anlama geldiğinden  haberi  olmadığı için uydurma rivayetleri Kur'an'ın tefsiri ve  açıklaması olarak kabul etmiş,

 insanların fikir sahibi olma, akıllarını kullanma, geleneği sorgulama ve doğruları bulma hakkına karşı çıkmış, vahyin sorun çözme yöntemini değil,

selefin uygulamalarını  esas almıştır.

 Dolayısıyla Selefiler, insanları siyasal anlamda hüküm verebilecek ve kendini yönetecek özgür bir varlık olarak kabul etmezler.

 Bu Kur'an'sız zihin yapısı,  insanların hem onur ve özgürlüklerini hem de sorumluluklarını ortadan kaldırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır.

 Selefilik inancı zamanla iman edenleri çok kötü yönde etkilemiş, Selefi ve Sünni inancı her tarafı kaplamıştır.

Bugün islam toplumunda Kur'an'sızlığın  ve akıl tutulmasının arkasında bu tasavvuftan daha tehlikeli olan Selefi ve Sünni  düşünce yatmaktadır.

 Maalesef Selefi inanç, rivayetleri kutsayarak  Kur'an'ın anlamının buharlaşmasına da sebep olmuştur.

 Atalarından intikal eden iftira rivayetleri sorgulayacak yerde bu yalanların üzerini örten,  daha sonra da onları kutsayan ve dinde  kaynak olarak görmeye çalışan ilimsiz iman sahiplerine Selefi adı verilir.

 Allah Resulü'nün vefatından sonra cahiliyenin siyasal taassubu dini hayata el koymuş ve dini hayatı siyasallaştırmıştır.

 Bundan sonra Allah Resulü'nün Kur'an ile inşa ettiği insanları yönetmek için toplum kesimleri arasında siyasi mücadele dini alana sürüklenmiştir.

 Artık şahsi çıkarlar ve siyasi sorunlar dini sorunlara dönüşmüştür.

 İslam toplumunda siyasetten kaynaklanan sorunlar zamanla hız kazanmış,  toplumsal ihtilaflara,  kavgalara ve savaşlara dönüşmüştür.

Üçüncü halife olan Osman başkent Medine'de iman edenler tarafından katledilmiş, dördüncü  halife olan Ali döneminde sahabe arasında binlerce insanın ölümüne neden olan Cemel(Ali-Âişe) ve Sıffin (Ali- Muaviye)  savaşları meydana gelmiştir.

Halbuki Allah'ın mesajına gittiğimizde onun,  dünya hayatının en mükemmel mesajı   olduğunu, her zaman ve mekana uyum sağladığını görürüz.

 Kur'an'ı Mübin,  belli bir zaman dilimine sıkıştırılmış,  statik, durağan bir sistem önermez.

 Bugün olduğu gibi yirmi bin yıl sonra da vahiy  bağlılarına o zamanki hayata dair özel ve modern bir düşünce ve anlayış kazandıracaktır.

 Ancak Kur'an'ın mesajı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Selefi- Şii-Sünni- Batıni- Vahhabi ve siyasal islamcıların militan nefreti ile karşı karşıyadır.

 İman ettiklerini zannedenlerin kendi içlerinden çıkan  mezhep ve fırkalara karşı Kur'an'ın mesajı çok savunmasız kalmıştır. 

 Çünkü Allah tarafından indirilen vahiy sistemi ile Allah Resulü adına uydurulan rivayetler (metin değil)  mana itibariyle birbirinin içine karıştırılmış, özellikle ilk üç neslin haber ve uygulamaları ile dinin  tamamlandığı inancı yerleştirilmiştir. 

Dinin tek kaynağı olması gereken vahyin yanına birçok kaynaklar eklenerek Kur'an'a dolayısıyla  Allah'a karşı şirk  koşulmuştur.

 Kur'an'ın mesajına en büyük saldırı ve ihanet Selefi, Sünni ve Şii inanç altyapısından gelmiştir.

 Bu inanç yapısı,  dinde kaynakları çoğaltmış Allah Resulü'nü Kur'an'dan koparmış ve dindeki konumunu yerle yeksan etmiştir.

Halbuki Kur'an'ın anlaşılmasında yüce Allah, tek tek her bireyi  muhatap almıştır.  

Yani hanif islam dini topluma birey açısından bakar.

 Siyaset ise bireyi toplum nazarıyla değerlendirir.

Bu durum, din ile  siyasetin alanlarının birbirinden çok farklı olduğunu gösterir.

Yani siyasetin dinden, dinin siyasetten ayrılması mümkündür.

 Aslında Emevi ve Abbasi yönetimleri siyasetin dinden ayrılmasının bir zorunluluk olduğunu göstermiştir.

 Yoksa ezeli ve ebedi ilmiyle yüce Allah, Resülünden sonra hanif dinin tahrif edileceğini ve uydurulan dinin şeriat kuralları ile insanların inanç ve zihinlerinin baskı altına alınacağını biliyordu.

Selefi inancın üç esası mevcuttur.

1-)  Her şeyi  "Kur'an" ve Sünnet'e göre dizayn etmek.

Bu maddede bulunan Kur'an, sözde kalan bir söylemden ibarettir.

Esas olan rivayetlerin yani uydurma sünnetin hayata hakim olmasıdır.

 Kur'an söylemi sadece ümmi halkı aldatmak ve yanlarına çekmek içindir.

 2-) Selefi atalardan intikal etmeyen her şeyin gayri meşru olduğuna iman etmek.

 3-)  Doğruya ulaşmak için aklı kullanmanın ve akla uygun hüküm vermenin islam dışı olduğuna iman etmek.

 Allah Resulü'nün tâbi olduğu yalnız indirilen vahiy iken (Ahkaf -9; Yunus-15, 109)  kendisinden sonra Kur'an'ın yanına birçok dini kaynaklar konmasına razı olmamak Selefi ve Sünni âlimlerince büyük bir sapıklık olarak kabul edilmiştir.

Allah Resulü adına iftira edilen binlerce hadisi sünnet adı altında "vahyi gayri metlüv" "namazda okunmayan fakat Kur'an gibi vahiy"  olarak değerlendirmek,  bu sakat ve hastalıklı zihin yapısından  kaynaklanmıştır.

 Yani bu ahlaksız ve karanlık zihin yapısı Allah'a dinini öğretme cüret ve cesaretini utanmadan göstermeye girişmiştir.

Şia ve Ehl-i Sünnet alimleri sadece Kur'an'ın manasını bozarak dinde emir ve yasakları arttımakla kalmamış,

  Kur'an'daki âyetlerin büyük çoğunluğunun iman edenlerle ilgili olmadığını iddia ederek inanç bakımından apaçık bir sapıklığa düşmüştür.

 Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine  göre Kur'an mesajlarının bir bölümü "puta tapan" müşrikleri, bir bölümü kafirleri, bir bölümü münafıkları, bir bölümü Yahudileri, bir bölümü Hıristiyanları çok az bir kısmı da iman edenleri ilgilendirmektedir. Halbuki Kur'an belli bir zaman ve zemine göre değil, evrensel mesajı ile her asırda  her ferdi alakadar etmektedir.

 Fakat Şii,  Sünni ve Selefi anlayışa göre, Kur'an'da iman edenleri  ilgilendiren âyet sayısı gayet azdır.

Açık olarak ortaya çıkıyor ki, vahyin manasını  bu hastalıklı işgalden kurtarmadıkça milletin içine düştüğü kaos ve ihtilaf, terör ve anarşi,  taklit ve cehalet belasından  kurtulma imkân yoktur.

 Din haline geldiği için çok güçlü olan Sünnetçi gelenek yok edilmedikçe, iman edenlerin zihin ve fikir yapısı değişmeyecektir.

 İşte bu yüzden Şia ve Ehl-i Sünnet dininin  doğru bildikleri her şeyi sorgulamak zorundayız.

 Dolayısıyla Allah'ın hidayetinden  yararlanmak için Kur'an'ın  dışında baş vuracağımız başka bir kaynak bulunmamaktadır.

 Allah'tan indirilen aydınlık yol (Yusuf-108; İbrahim-1) ile beşer tarafından uydurulan karanlık yolu  birbirinden ayırmak zorundayız.

 Elçiler tarihinde her zaman iki anlayış var olmuştur.

 Biri, özgür, kendisini davasının öznesi kabul eden ilim ve tefekkür, akıl ve mantığın gereğini yerine getirmeye çalışan anlayış,

diğeri ise, kendisini sınırlayan,  başkasının inanç ve fikirlerine göre yaşamayı esas alan, aklını kiraya veren ve daima bir emrin güdümünde olmayı önceleyen anlayıştır.

Selefi inanca göre aklı olanın dini olmaz.

 Akıl, dine girene kadar gereklidir.

Dine girdikten sonra akla ihtiyaç kalmamıştır.

 ŞİİLİK VE SÜNNİLİK NE DEMEKTİR? 

Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor. 

"(İnsanları) Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve "ben sadece Allah'a teslim olanlardanım" diyenden daha doğru sözlü kim vardır?"

(Fussilet-33)

"...0 (Allah), gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size  "Müslümanlar" adını verdi..."

(Hac-78)

"Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanif (saf kulları olun) Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini akbabalar (emperyalist güçler) kapışmış, yahut rüzgar onu ıssız  bir yere sürüklemiş (vatanından sürgün edilen)  bir nesne gibidir"

(Hac-31)

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı yapışın,  parçalanmayın. Allah'ın size olan (İslam) nimetini hatırlayın:  

Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O,  gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun (vahiy)  nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. 

Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O  kurtarmıştı. işte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız"

(Âli İmran-103)

Şiilik ve Sünnilik, "hadis olmadan  Kur'an anlaşılmaz, din Allah tarafından tamamlanmamış"

 demektir.

 Şiilik ve Sünnilik, "Kur'an'ı dinlememek, duyulmasını engellemek için propaganda" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik, "Kur'an Müslümanlığı sapıklık ve büyük bir fitne olduğunu" söyleme bataklığıdır.

 Şiilik ve Sünnilik, "Dini Allah'a özel kılan muvahhid ve muhlisleri karalama ve iftira" hastalığıdır. 

 Şiilik ve Sünnilik, "Aklı kullanmaya,  sanat ve estetiğe, tefekkür ve sorgulamaya, adalet ve özgürlüğe  düşmanlık" etmektir. 

Sünnilik, "Muaviye, Yezid, Haccac bin Yusuf ve  Mervan" demektir. 

Şiilik, "Kadim İran inançlarının hammallığını" yapmaktır. 

 Sünnilik,"Kerbela ve Harre zulüm ve katliamının üzerini örtmek" demektir.

Şiilik ve Sünnilik, "Asırlardan beri karanlık ve zulüm,  katliam ve kaos, anarşi ve terör, cehalet ve taklit, yalan ve iftira, şirk ve kula kulluk" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik, "Uydurma dinle insanları uyutmak, onları maddi- manevi sömürmek, Allah'ın âyetlerini oyun ve eğlence yapmak, indirilen apaçık mesajı gizlemek"

 demektir.

 Şiilik ve Sünnilik, "Hakkı batıla karıştırıp, bile bile hakkı gizlemek" demektir.

Şiilik ve Sünnilik, "Dinde ihtilaf ve  kargaşa, tefrika ve dağılma" demektir.

Şiilik ve Sünnilik, "Dini, dünya menfaati karşılığında satmak" demektir.

Şiilik ve Sünnilik, "Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozmak, vahyin sistemini tahrip etmek, anlamını buharlaştırmak, Resul'ü vahiy'den ayırmak, hidayete bedel sapıklığı satın almak" demektir. 

Şiilik ve Sünnilik, "Yahudilik ve Hıristiyanlık" demektir. 

Şiilik ve Sünnilik, "Dini siyasallaştırmak, koltuk ve devlet, şan ve şöhret yüzünden Kur'an'a kör olmak" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Hangi gayri meşru yolla olursa olsun iktidarı ele geçirmek benim hakkımdır, ben üstünüm" demektir. 

Şiilik ve Sünnilik,  "fetö" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Allah'a din öğretmek" demektir. 

 Şiilik ve Sünnilik "Benim yolumun dışında kalanların hepsi  cehennemlik" demektir.

  Şiilik ve Sünnilik "Allah ile aldatma ve din istismarı" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "Kur'an'ı dirilerden esirgemek onu ölülerin ruhlarına armağan etmek" demektir. 

 Şiilik ve Sünnilik "Para ve pul, iktidar ve dünya hayatı" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Allah'ın indirdiği vahiy yerine Buhari ve Müslim'i, Tirmiz'i ve Nesai'yi,  Malik bin Enes ve Ahmet Bin Hanbel'i, Muhammed bin İdris ile Küleyni'nin el-Kâfisini din yapmak" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Emperyalist işgale  önayak, oyun ve eğlence olmak" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "İnsanı yaşatma, adalet ve merhamet yerine, devlete tapma  ve ırkçılığı yaşatmak" demektir. 

 Şiilik ve Sünnilik "Devlet insan için değil,  insan devlet için vardır" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "İslamsız ve Kur'an'sız umre ve hac, halı ve mermer, gösterişli mâbetlerle  göz boyama" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Mevlit ve türbe, insanları ölülerin çürümüş fikir ve ictihadlarına  mahkum etmek" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "Hanif İslam dinine paralel din" demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "Allah'ın kitabını arkaya atma, insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleme ve onu yamuk gösterme" demektir.

Şiilik ve Sünnilik "Daiş, Boko Haram, el Kaide, Haşdi Şabi, eş Şebab, canlı bomba"

 demektir.

 Şiilik ve Sünnilik "İlimde ve fikirde kadını yok saymak, cemaat ve tarikatlarla insan kaynaklarını israf" demektir. 

Şiilik ve Sünnilik "Kavram kargaşası, zihin bulanıklığı ve inanç karmaşası, esaret zinciri" demektir.  

Şiilik ve Sünnilik "İnsanları sünnete ittiba bahanesiyle şirkin her çeşidine mahkum" etmektir. 

Sünnilik, "Resmi bir iş için evine gelen misafiri akıl almaz bir şekilde parçalayan ve kimyasal maddelerle onu eriten vahşi inanç ve  ahlak" demektir.   

Şiilik ve Sünnilik "Kur'an'a karşı ebedi düşmanlık" demektir. 

Şiilik ve Sünnilik "Dünya ve ahirette hüsran" demektir.

"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, (Ey Resul! ) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir"

(En'am-159)

(Ey Resul! ) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. 

Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur.  Fakat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz sadece Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, salat-ı ikame edin; müşriklerden olmayın. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka kendilerinde olan (inanç)  ile böbürlenip kibirlenmektedir"

(Rum-30,31,32)

"Ortodoks Yahudilik, biri "yazılı" diğeri "sözlü" olmak üzere iki Tevrat'ı kabul eder.

"Yazılı Tevrat", eldeki Eski Ahid'i, "Sözlü Tevrat" ise Eski Ahid yorumlarını, Mişna'yı ve daha genelde Talmud'u ifade eder.

Rabbani Yahudilik'te sözlü Tevrat, Yahudi din adamlarının yorumlarından ibaret olduğu halde, yazılı Tevrat'tan daha üstün ve daha  değerlidir. 

Hatta sözlü Tevrat olmadan yazılı Tevrat'ın bir değeri yoktur.

 Onlara göre sözlü Tevrat olmadan yazılı Tevrat'ın alfabesi bile anlaşılamaz.

 Yazılı Tevrat'ın bütün emir ve yasakları, doğru olarak uygulanabilmek bakımından sözlü Tevrat'a muhtaçtır.

Sözlü Tevrat olmazsa, yazılı Tevrat "kapalı bir kitap" olarak kalacaktır.

Dolayısıyla herhangi bir yahudi, sözlü Tevrat'ı aşarak yazılı Tevrat'la birebir muhatap olamaz.

Sözlü Tevrat'taki herhangi bir hüküm yazılı Tevrat'a aykırı bile olsa, yahudi, yazılı Tevrat'ı değil, sözlü Tevrat'ı dikkate almak zorundadır.."

 Dolayısıyla Yahudilerin, bu sözlü ve yazılı tevrat inancı ile Şia ve Ehl-i Sünnetin hadis inancı arasında hiçbir fark yoktur. 

Benzer durum Hırıstiyan alemi içinde geçerlidir... 

ŞİMDİ GÜNÜMÜZ MEZHEPÇİLERİN İNANÇ VE SÖYLEMLERİNE BİR BAKALIM: 

"Beşyüz tane ayet gösterseler eğer selefin onayından geçmiyorsa biz buna bidat hükmü vermekte tereddüt etmemeliyiz!" 

(Ebubekir Sifil)

"Hadislerin Kur'an'dan çok, Kur'anın hadise ihtiyacı vardır, Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı!" (F. Gülen)

"Kur'an, hadissiz anlaşılmaz, mümkünü yok!"

(Cübbeli Ahmed)

"Sen hadisleri yok sayarsan Kur'an'ı nasıl anlarsın? "Bana Kur'an yeter diyenler çağımızın en büyük fitnesidir!" (Nihat Hatipoğlu)

"Buhari de gök aşağı, yer yukarıdır yazsa bitti benim için, artık gök yer, yer de göktür derim, taş sıvı, su, katıdır derim!" (Nureddin Yıldız)

"Oynama Buhari ile, oynama Müslim ile... Buhari çökerse islam çöker. Müslim çökerse islam çöker!" (İhsan Şenocak)

"Kur'an'a uymuyor diye sahih bir hadisi reddeden kâfirdir. Müslüman değildir!" 

(Mehmed Emin Akın)

"Madem Kur'an her şeyi açıklıyor, müziğin haram olduğuna dair bana Kur'an'dan delil getir!"

 (Ubeydullah Arslan)

Peki bu konuda Kur'an'ın hükmü nedir? 

"Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?"

Yoksa bir kitabınız var da ondan mı ders alıyorsunuz? 

Onda tercih ettiğiniz her şey sizindir mi yazıyor? 

Ya da “her neye hükmederseniz sizin için o olacaktır” diye sizin lehinize olarak tarafımızdan size verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözlerimiz mi var? 

Sor bakalım onlara bunu hangileri garanti edebilir? 

Yoksa onlar için ortaklar mı var? Eğer doğruysalar ortaklarını getirsinler!"

( Kalem-36,37,38,39,40,41)

Dinde Kur'an'ın tek kaynak olduğu ile ilgili şu âyetlere bakmak yerinde olacaktır. 

(Ankebüt-50,51; Casiye-6; Kaf-45; Enbiya-45; Bakara- 170; En'am-103,155; Âraf-3; Rum-30,31,32)

 KUR'AN'A İHANET TARİHİ 

(6. YAZI)

Rey ehl-i ile hadis ehl-i arasında en önemli tartışma, dini kurallar hakkında aklın kullanılmasının gerekli olup olmadığı ile ilgili olan tartışmadır.

Rey ehl-i dinin emirleri konusunda,  özellikle Kur'an'ı anlamada aklın kullanılmasını önemserken, hadis ehl-i din alanında aklın  kullanmasına şiddetle karşı çıkmıştır. 

"Ehl-i hadis, Sünni ve Selefi anlayışa göre dini konuda âyetin, hadisin ve sahabe ictihadının dikkate alınması, bunlarda delil bulunmazsa Selef âlimlerinin ictihadlarına tabi olunması gerekir" görüşündedirler. 

Aslında Rey ehl-i de aynen Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefiler gibi din ve hüküm olarak Kur'an'ı  tek kaynak alıyor değildir.

 Rey ehl-i'nin din anlayışı Kur'an ve Sünnet'e dayalı  bilginin akıl ve içtihatlarla  geliştirilmesi idi.

Bu anlayışın ileri gelen önemli şahsiyeti Ebu Hanife'dir.

 Ebu Hanife, dini düşüncede az da olsa aklı kullanmaya değer verdiği için ona karşı büyük bir savaş açılmıştır.

Selefi ve Sünni anlayışa sahip olanlar içinde Ebu Hanife'yi kafir, fasık, sapık ve mürted olarak görmeyen kimse yoktur.

 Siyasi iktidarların hadis ehlinden yana tavır almaları neticesinde hicri üçüncü asrın ortalarında rivayetçi inanç sahipleri akla değer veren  düşünceyi yok etmiştir.

Bu kahrolası cehalet günümüzde de  devam etmektedir.

Hanif din anlayışını hayat sahnesinden silen mezhebi bağnazlık ümmi insanlara tek hidayet olarak gösterilmiştir.

Ehl-i hadis, Selefi inanç ve Sünni anlayış, islam dininin tek kaynağından sapmış, Kur'an'ı tek kaynak durumundan çıkarmış, birçok kaynaktan biri olarak görmüştür.

 Ebul Hasan el- Aş'ari, Muhammed bin İdris (Şafii),  Ahmed bin Hanbel ve benzeri mezhep imam ve müctehidler, dinin Allah'ın kitabına ve Resulü'nün Sünnetine uymak olduğunu savunmuşlardır.

 Ashabul- Hadis' e göre dinde  önemli olan Allah Resulü'nün hadisleri ve geçmiş üç neslin (sahabe-tâbiin-tabe'i tâbiin) ictihad ve  uygulamalarıdır.

Kur'an'dan kopuk olan Selefi akıl, geleceği planlama ve kurmaya yönelik değil, geçmişin yalan ve iftiralarını gelecek nesillere aktarmaya  çalışan tamamen mukallit bir zihin ve inanç şeklidir.

Ehl-i hadis, Şii, Sünni ve Selefi  düşünceye göre, islam dini  Allah tarafından tamamlanmış değildir.

Bu anlayışa göre din ancak  Muhammed (a.s) ın  söz ve uygulamaları,  sahabe- tâbiin-tebe'i tabiin'nin ictihadlarıyla tamamlanmıştır.

 Yani artık geçmişte ortaya çıkan mutlak hidayet!!! ve  hakikatin! üzerine hiç kimse bir şey koyamaz, 

 Artık dinde hiç kimsenin söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.

Bu gerici ve sefil anlayışa göre Kur'an'ı Mübin  yedinci  yüzyılın Mekke ve Medine'sine nazil olmuştur.

 Yani Kur'an'ın tüm insanları muhatap alması söz konusu değildir.

 Dolayısıyla gelecek olan insanlar vahyin değil, mezhep imamlarının ve onların  içtihatlarının muhatabıdır.

 İşte bu bozuk din algısı yüzünden insanların orijinal ve heyecanlı fikir üretmelerinin önüne engel  konulmuş, Kur'an'ın sesi susturulmaya çalışılmıştır.

Sonuç olarak : 

Sadece vahyin muhatabı olması gereken insanlar,  kurtuluşu ve hidayeti atalarının  zehirli dininde  bulmaya çalışan hastalıklı bir akıl yapısı ile dunya ve ahiretleri karartılmıştır.

 Ehl-i Sünnet ve Şia muhaddisleri rivayetler yoluyla Kur'an'la ilgisi bulunmayan yani Kur'an dışından uydurdukları sanal ve hayali  bir  "Muhammed" hakkında efsaneler geliştirmiştir.

 Resul (a.s) adına iftira ettikleri hadislerle  Resulün  beşeri yönü mitolojik masal kahramanına dönüştürülmüştür. 

Çok ilginçtir,  Şia,  Ehl-i hadis,  Ehli Sünnet ve Selefiler, Kur'an cahili  olduklarından dolayı  Muhammed (a.s) ın beşer olma özelliğini, Elçi olma niteliğinin önüne geçirmişlerdir.

 Yani bu ekollerin hepsi Allah Resulü'ne değil, Kur'an'dan koparılmış Muhammed'e itibar ettiler.

 Dolayısıyla geleneksel din  mensuplarının yanında hadislerle anlatılan Muhammed, Kur'an'da bulunan Allah Resulü'nden daha  önemlidir.

Bu anlayışa göre Allah'ın yüzlerce âyette anlattığı Resul Muhammed diye bir kimse yeryüzünde yaşamış değildir.

 Buna bağlı olarak gelenekçilerin yanında diğer Allah elçilerinin de itibar gördüklerini söylemek imkansızdır.

Sanki yeryüzünde Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Hafsa, Muaviye, Ali, Hasan,  Hüseyin ve Fatima'dan başka hiç kimse yaşamamıştır.

 Maalesef  bu sakat anlayış günümüzde de devam etmektedir.

 Kur'an bilinmediği için insanların Allah'ın Resulleri hakkında sahip oldukları bilgi yok denecek kadar azdır. 

 Mevlid kandilleri ve kutlu doğum merasimleri de onun  beşeri ve biyolojik kişiliğini "Allah'ın Resulü olma" misyonunun  önüne alan inanç biçiminin göstergesidir.

Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.

Mesela,  geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i,  dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,

 Ashab-ı Hadis ise  Nebi (a.s) adına nisbet edilen  hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.

Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi  altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla  yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.

 Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan  cahiliyenin  siyasal ve sosyal ahlakını  hadislerle örtmeye  çalışmıştır.

Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.

Geleneksel islam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına islam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları  gerekirken, kendi içlerine kapanmış, insanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına  yapmıştır.

Geleneksel din âlimleri,  islam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.

Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında  hadislerle yerelleştirmiştir.

 Allah Resulü ( a.s)  ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.

Şia ve Ehl-i  Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an  teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler  ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.

Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile  hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir  hakarettir. 

Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.

 Hadis dininin öncüleri,  ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını  yerleştirmiş ve bu fikri din  haline getirmişlerdir.

Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının  tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının  önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.

 Fakat Kur'an'ı Mübin'e  baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.

"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de  Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)

Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"

(Yusuf-76)

Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni,  aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını  koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.

Selefi anlayışa göre atalarının dinine  dayanmayan her ilim  bid'attır.

Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.

Halbuki  kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.

Çünkü din ve hüküm, helal ve haram  olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.

Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.

Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı  öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Selefilik,  Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren  dini bir inanç kimliği kazanmıştır.

Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.

 Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan  aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.

 Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.

 Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve  güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan  icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.

 Bu şekilde mezhep tutuculuğunun  merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.

 Kur'an'dan edinilecek  bağlam ve bütünlük  yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin  tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.

 Dini inanç alanında iman edenlerin dramı  her zaman ve zeminde  böyle olmuştur.

 Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm  kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz,  ilimsiz  bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.

18 Aralık 2020 Cuma

 ŞİA VE  EHL'İ SÜNNET DİNİNİN KUTSALLARI:

Sünni'lerin uydurma kutsal kaynakları:

Buhari (ö-H-256-M, 869)

Müslim (ö-H-261-M-875)

Tirmizi (ö-H-279-M-892)

Ebu Davud (ö-H 275-M-888)

İbni Mace ve Nesai hadis kitaplarıdır.

Şii'lerin uydurma kutsal kaynakları:

Küleyni'nin(H-328 M-939) kâfi'si

Ebu Cafer İbni Babeveyh el Kummi (H-381-M-991) nin Men lé yahduruhul-Fakih

Üçüncü ve dördüncü kaynaklar  Ebu Cafer et-Tusi(H-460-M-1067) ye aittir.

Bunlar, Tehzibul-Ahkam ve el-İstibsar adlı hadis kitaplarıdır.

Buhari'nin sünniler arasında sahip olduğu şöhret ne ise Şiiler arasında da aynı değere sahip Küleyni'nin el-Kâfi adlı eseridir.

Ehli Sünnet dininde dört halife ile  Ebu Hüreyre, Enes bin Mâlik, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebi Süfyan gibi sahabeler kutsal olarak görülür.

Ehl-i Sünnetin kaynaklarına göre "on sahabe Allah Resulü tarafından cennetle müjdelenmiştir" 

Şia'nın hadis kaynaklarına göre ise Ali dışında kalan dokuz sahabe "cehennem ile müjdelenmiştir"

 Aynı zamanda Sünniler kaynakları itibariyle  bütün sahabeleri "gökteki yıldızlar" gibi masum ve günahsız olarak telakki ederler.

Şia ise Gadir Hum'da Ali'nin imamet ve hilafetine biat ettikten sonra Sakifede Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin "dinden dönüp zalim olduklarını" iddia ederler.

Şia'nın hadis kaynaklarına göre mürted olmayan dört sahabi şunlardır.

Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir.

Şia'ya göre Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma ve beklenen

Mehdi (Mehdi-i Muntazır) ile birlikte geri kalan dokuz imam Allah tarafından bütün günahlardan tertemiz kılınmışlardır.

  Sahih kaynaklarına göre delil şu âyettir.

",,,Ey Ehli Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"

(Ahzab-33)

Şia'ya göre, Kerbela, Kum, Küfe gibi şehirler kutsaldır.

Ehli sünnet'e göre  Şam, Kudüs gibi şehirler kutsaldır.

Şia'ya göre Ali bin Ebi Talib "Allah'ın arslan'ıdır"

Ehli sünnet'e göre Halid bin Velid "Allah'ın Kılıcıdır" 

Sünni'lere göre Mekke ve Medine, Şia'ya göre ise Küfe ve Kerbela haremeyn'dir. 

Şia'nın kaynaklarına göre Fatma gelmiş geçmiş bütün kadınlardan daha üstün bir fazilete sahiptir. 

Ehli Sünnete göre ise bu dereceye Aişe sahiptir. 

Bu listeyi bir hayli uzatmak mümkündür.

Allah'ın, Kur'an'ı Mübin'de  neden Yahudi ve Hiristiyanlara çok fazla yer ayırdığını merak eden, Şia ve Ehli Sünnetin kaynaklarına, inançlarına ve ahlaklarına bir baksın.

 İnsanlık tarihinde Şia ve Ehli Sünnet dini kadar birbirine zıt ve birbirlerine düşman başka bir toplum gelmemiştir.

 İlim adamları için Kur'an'da  "Yahudiler" ve "Hristiyanlar" diye yazılır, "Şiiler" ve "Sünniler " olarak okunur.  

Gerçi on dört asır önce Kur'an Allah tarafından Muhammed (a.s) a yani yeryüzüne nazil olmuştur. 

 Fakat maalesef Kur'an, hâlâ Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin yani âlimlerinin kalplerine inmiş değildir. 

Şia ve Ehli Sünnet, Allah'ın kitabından ve hidayetinden mahrum kalarak, uydurma  kutsal kaynakları sebebiyle kıyamete kadar aralarında bir kardeşlik olmayacak ve beyinlerinde  barış kurulmayacaktır.