31 Ekim 2020 Cumartesi

 ŞİRK BATAKLIĞI KENDİLERİNE  ATALARINDAN MİRAS KALDI :

(6. YAZI)

Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin uydurma ve iftira olduğunun belki de en büyük delillerinden biride şudur.

Mezhepçiler hiçbir zaman tarikatçıların şirkine ses çıkarmaz onlara bir şey demezler.

 Hatta içlerinde hiçbir rahatsızlık duymadan tarikatçıların  televizyonlarına çıkar saatlerce konuşurlar.

Bunun sebebi şeyhlerini ilâh ve rab edinen tarikatçılarla, imamlarının ve âlimlerinin ictihadlarını din edinen mezhepçilerin arasında bir fark olmadığındandır. 

KUR'AN'IN İLMİ VE HİKMETİ OLMAYINCA AHMAKLIKTA SINIR KALMIYOR.

Şimdi yukarıdaki cümlede ne demek istediğimi Kur'an cahillerinin kendi  dillerinden dinleyeceksiniz.

 Fanatik bir nurcu olan Ahmet Akgündüz'den başlayalım.

Diyor ki: 

"Ahmet Akgündüz'e sorarsanız, ben "Bediüzzaman!" hazretlerinin ahir zamanda beklenen Hz. Mehdi olduğuna iki kere iki dört eder derecesinde iman eden insanlardan biriyim"

(Prof. Dr. Ahmet Akgündüz)

Ebubekir Sifil ne diyor? 

"Aleyhissalâtu vesselam efendimiz, bir kere şunu çok net olarak ifade edelim.

 Aleyhissalâtu vesselam efendimiz herhangi bir ölümlü gibi bu dünya ile bağlantısı kesilmiş bir "peygamber" değildir.

 Buyuruyor ki:

 "Bana sık salâtü selam getiriniz, yeryüzünde Allah'ın dolaşan melekleri vardır.

 O melekler her kim bana salatü selam getirdiğinde onu alır bana getirirler.

 Bana ruhum iade edilir ve onun selamına mukabele ederim"

Prof. Dr Nihat Hatipoğlu'nu bir dinleyelim. 

 "Hâfi ne demek bilir misiniz?

 Hâfi, yalınayak demektir.

 Bişr-i Hâfi  yolda yürürken o yoldaki hayvanlar, o kasabadaki hayvanlar Bişr-i Hafi üzerine basmasın diye pislik yapmazlarmışşşş,

  büyük abdestlerini dökmezlermişşşş.

 Bişrin ayağı kirlenmesin diye,

(Kur'an cahili  bakın şimdi neyi pazarlıyor)

 "Evet kadem-i şerif, Hz. "Peygamberin" nal-ı şerif diye de biliniyor.

(Kendisi "peygamber" kelimesini kullandığı için yazıyorum)

 Sevgili "Peygamberimizin" ayak izi alınmış ve nesilden nesile aktarılmıştır ve şu anda da Hz. "Peygamberin" kademi şerifi vardır.

 Bu bizim tarihimizde önemli bir yer tutar.

 Evet kademi şerif budur işte.

 Nal-ı şerif, kademi şerif yani esasen "Peygamber" efendimizin ayağının oturduğu alanı gösteriyor.

 Daha sonraları oraya değişik övgüler yazılmıştır ve bu kademi şerif bu şekilde yazılı olanlar var, yazılı olmayanlar vardır.

İmamı Nebhâni  kademi şerifi taşımanın yüzlerce faydasından bahseder.

 Onun için evlerimizde bulunmalıdır diye düşünüyorum ben.

 Kademi şerif mutlaka bulunmalı evimizde, arabamızda bunu taşımaya gayret etmeliyiz"

Tarihçi Kadir Mısıroğlu ise bakın tarihçiliğini nasıl konuşturuyor. 

 "Peygamber (a.s) a cinler de iman etmekle mükelleftir ve cinler üç bin (3000) yıl yaşadıklarından belki bu alemde, şu salonda sahabe cinni  vardır.

 İmamı Buhari Hazretleri topladığı hadisi şerifleri önüne koymuş sahabe cinnileri  çağırmış, 

Tarihi bir rivayet size söylüyorum!

 Benim bu kitabımda Allah Resulü'nden işittiğiniz  hadislere şu işareti koyun,  işitmediğiniz hadislere şu işareti koyun dedi. Sayfalar kendiliğinden döndü, bütün hadislere cinniler işaret koydular"

Aynı dinin tapıcısı aynı yolun  yolcusu F Gülen'in söyledikleri daha korkunç, diyor ki:

 "Şeytanın düdüğü insanlar, dudaklarına götürüyor şeytan, onlara üflüyor, onlarda etraflarında buldukları üç beş tane safderun. Usulü dini bilmeyen,

usulü tefsiri bilmeyen, usulü hadisi bilmeyen, usul fıkhı bilmeyen, kelamı bilmeyen bir kısım nâdanlar.

 Birde Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı.

 Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı.

Usulü din ulaması "hadisin Kur'an'a ihtiyacından daha fazla,  Kur'an'ın hadise ihtiyacı vardır" diyorlar.

Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.

"Onlara: Allah'tan başka taptıklarınız hani nerede?

Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerine olsun yardımları dokunuyor mu? denilir. Artık onlar, o azgınlar ve iblis orduları toptan oraya tepetaklak atılırlar.

Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: Allah'a yemin olsun ki, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.

Çünkü biz sizi Alemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk. Bizi ancak o günahkarlar (müşrikler) saptırdı.

Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de yakın bir dostumuz.

Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden (muvahhidlerden) olsak!"

(Şuara-91, 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102)

Bu hurafecilerin söylediklerini kendi seslerinden dinleyerek tek bir  kelimesini atlamadan yazdım. 

Yani burada var olan yazıların hiçbirinde yalan ve iftira mevcut değildir. 

Tamamen kendi sözlerinden derlenmiş yazılardır.

Dolayısıyla insanlara iftira etmekten Allah'a sığınırız. 

İSMAİLAĞA TARİKATININ ŞİRK SAPIKLIĞI:

Türkiye Cumhuriyeti'nde  hiç çekinmeden şirk inancını ortaya koyan en büyük tarikat İsmailağa tarikatıdır.

Şu anda tarikatın başında bulunan cübbeli Ahmet gibi, Allah'a, Allah Resulü'ne ve İslam dinine iftira ve hakaret eden birisi herhalde dünyaya gelmemiştir.

İşte bunlardan bir kaç örnek: 

"Şimdi bir rivayet söyleyelim.

 Abdulkadir Geylani (k.s)  Hazretlerine ait  faziletli kırk salavatı şerifede geçen bir sahifede, tabi bu 41. sahifedeki beytte var.

"Kabrim  beytullahtır,(Allah'ın evidir)  ziyaretime koşa koşa gelen İzzet ve rıf'at (yücelik) ile döner" diyor.

 Şu feyze bakın.

"Sırrım Allah'ın sırrıdır" diyor.

"Mahlukata sirayet eden Allah'ın sırrı bende sirayet etmiştir"

 Bundan dolayı Abdulkadir Geylani ölüleri diriltiyordu.

 Abdulkadir Geylani "Bana sığın" diyor.

"Emrim Allah'ın emridir" diyor.

"Ey Şah-ı Nakşibend! Sensin benim efendim! Yetiş imdadımıza, Ey Allah'ın  dostu  selam olsun sana, yetiş bize, imdadımıza!

 Tut elimizden"

 Büyük o, Allah ona ne yol verdi.

 Onun yolu kıyamete kadar yürüyecek.

 İslamiyeti muhafaza ediyor"

 Başka bir konuşmasında cübbeli  aynen şunları söylüyor.

"Peygamberler diridirler, hatta kabirlerinde namaz kılıyorlar.

 İslam alimlerinden İbni Akil Hz.leri "Allah resulü kabirde hanımlarıyla zevkleniyor (cinsel ilişkiye giriyor)" demiştir.

Hapisten çıkış  konuşmasında büyük bir kalabalığa  cübbeli Ahmed'in  söyledikleri aynen  şöyledir.

"Geçen hafta Abdulaziz Bayındır dedi ki: Cübbeli, Abdulkadir Geylani'den himmet istemiş, gelsin Abdulkadir Geylani onu (hapisten)  kurtarsın.

Ben de onun lafı üzerine daha çok Abdulkadir Geylani'den himmet istedim(kalabalıktan heyecanlı  bağırışlar, çağırışlar)

 Abdulkadir Geylani kurtarırmıymış görsünler!

Başka bir konuşmasında cübbeli Ahmet diyor ki:

 "Efendi hazretleri (şeyhi Mahmut)  kaç defa vefat edecek zannetti millet, birisi  gördü zuhuratta, Azrail (a.s) geldi efendi hazretlerine, çok sene oldu, 15 sene, işte efendim (ruhunu) alacak.

 Efendi Hazretleri şöyle yaptı (ellerini kaldırdı Azrail'e)

 "Ben şimdi gelmek istemiyorum!

 Olur mu bu?

 Olur!

 Çünkü hadis-i şerifte diyor ki:

 Her peygambere muhayyerlik verildi.

 Ne demek? İstersen gel, istersen (dünyada) kal.

Bütün evliyalara bu verildi, bunda ittifak vardır. Yani ister gel, ister kal.

Kur'an ve muvahhid düşmanı cübbeli Ahmet diyor ki:

 "Mahfuz, korunmuş demektir.

 Şimdi bazı veliler var, geçmişinde günah işleyebilirler.

 Hatta büyük günah işleyebilirler,  büyük günah işlemiş sonra tövbe etmiş, makam sahibi olmuş veliler vardır.

 Ama Mahmut efendi hazretleri dediğiniz zaman sicilinde bir seyyie (günah, hata) yoktur.  Haydar Ali efendimiz ne derdi?

 "Henüz Mahmud'umun  sol tarafında bir günah yazılmamıştır"

 Böyle tertemiz insan, doğuşundan büyümesine kadar hiç görülmemiş bir şey, hayatında pantolon giymemiş, devamlı annesine şalvar getirirdi, şalvar giyerdi.

CEVAP: Halbuki Nebi  (a.s) bile Allah'a karşı hata yapmıştır 

(Tevbe-113)

Başka bir âyette yüce Allah, (Nebi (a.s) a  günahlarından dolayı  istiğfar etmesini emretmektedir.

(Muhammed-19)

 Başka bir konuşmasında Kur'an cahili, ilim düşmanı,  akıl yoksunu Cübbeli aynen şunları söylüyor.

 "Bu aracılık işini aradan kaldıranlar (âhirette)  sap gibi  ortada kaldıklarında onlarla görüşeceğiz.

 Çıkmış birisi ben Allah ile aramda aracı kabul  etmem diyor.

 Aracı yok, direk bağlanmış, motoru yakacak sonra, "Ben direk Allah'a bağlanırım" diyor.

 Sen direk bağlan.

 Ondan sonra sahabeler, şeyhler, müritler, hepsi gitti, mezhep sahipleri,  evliyalar hepsi gitti.

 Tek başına durmuş, "Ben direk Allah'a bağlanırım" diyor.

 Direk Allah'a bağlanan şeytana bağlanmıştır. Başka bir konuşmasında diyor ki:  

Beraat günü balıklar bile oruç tutardı.

 Yani yemezler, ama şimdiki balıklar sapıtmış olabilir.

 Eskiler böyleydi,  şimdi ne bileyim bugünkü balıkları, kuşları..."

 ŞİRK BATAKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI:

(5.YAZI)

"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler.

İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise onlarınkinden çok daha fazladır.

Keşke zalimler azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve

Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.

 İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.

 (İlâhlara-evliyaya-muhaddis-müctehid-mezhebe) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha  dünyaya geri dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!

Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar"

(Bakara- 165, 166, 167)

Menzil tarikatının Semerkand diye bir tv'leri mevcuttur.

İşte bu tv'de bir müşrik şu uydurma hikayeyi anlatıyor.

Kur'an cahili sofi bu saçma sapan hikayeyi  anlatırken,

Dursun Ali Erzincanlı da  hiç itiraz etmeden tebessüm ederek onu  dinlemektedir.

Hikaye şu:

"Ebu Hasan El Harakani'ye  bir kafile ziyarete gider.

 Oradan ayrılacakları sırada Ebu Hasan onlara şöyle der:

"Başınıza herhangi bir şey gelirse, beni vesile ederek Allah'tan yardım isteyin.

 Kafile oradan ayrıldıktan sonra hırsızlar, yol kesiciler, eşkiyalar kervanı soyuyor.

 Ve bu arada kervanda bulunan insanların tamamı "Allah, Allah" diyerek Allah'tan yardım istiyorlar.

 Ama o anda müritlerinden birisi Ebu Hasan El Harakani'nin  tavsiyesine uyarak "Ebu Hasan el-Haraka'nin yüzü suyu hürmetine bizi kurtar" diye dua ediyor.

 Sabah olduğunda bakıyorlar ki herkes soyulmuş,  herkesin malı, mülkü, eşyası alınmış, ama "Ebu Hasan El Harakani" diyenin malına  hiçbir şey olmamış.

Sabah olduğunda Hasan El Harakani'ye giderek diyorlar ki,  biz "Allah" dedik  soyulduk, bu "Ebu Hasan" dedi kurtuldu.

 Bunun sebebi nedir?

 Hasan el- Harakani şöyle cevap veriyor. "Evlatlarım!

Siz isyan ettiğiniz için, günah  işlediğiniz için Allah  sizin duanıza icabet etmez, ama siz beni aracı yapınca Allah'a dua ettim, benim duamı kabul etti"

Yukarıda bulunan hikaye en az Kur'an'ın iki yüz âyetine aykırıdır.

Fakat bu müşriklerin hiçbir zaman Allah, vahiy, tevhid, islam,  Kur'an, ilim, aklı kullanma, tefekkür ve sorgulama diye bir dertleri olmamıştır.

Yine menzil Gavs-ına ölümüne bağlı bağlı olan bir müşrik,  cemaate karşı yaptığı konuşmada aynen şunları söylemektedir.

 "Eğer biz bir insan olmuşsak bu gavs-ın (menzil şeyhi)  sayesindedir.

 Herkes bizi seviyor sayıyorsa bu gavs'ın sayesindedir.

Onun için canımızda  ruh olduğu müddetçe o aileye köle olacağız.

 Biz başımızı yere koyacağız, bütün gavs çocukları  başımıza basıp geçecekler.

 Gene de gavs'ın  hakkını eda etmemiz mümkün değildir.

 Biz ve sizde,  ömrümüz olduğu müddetçe gavs'ın  evlatlarına kölelik edeceğiz, yapmaya da mecburuz, üzerimize farzdır, vaciptir. 

Ölünceye kadar gavs'ın  evlatlarına boyun eğmeye, hizmet etmeye devam edeceğiz"

AYNI ŞAHSIN BAŞKA BİR KONUŞMASI

 "Bizim için gavs'ın köyü, sultan hazretleri'nin köyü her an için mukaddestir, toprağı mukaddestir,

köpeği mukaddestir.

 Hele de gavs'ın  çocukları  ben onların kölesiyim"

Yüce Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler!  Müşrikler ancak bir pisliktir..."

(Tevbe- 28)

Yine menzil şeyhine nispet edilen ahmakça bir cümle daha vardır.

Güya şeyh demiş ki:

"Biz istersek ahırı meleklere temizletebiliriz"

Aslında ben bu Kur'an'sız cahillere diyecek fazla bir şey bulamıyorum.

Esas sorun onlara iman eden milyonlarca insanın sapıklığıdır.

Milyonlarca insan bir cahilin arkasından nasıl gidiyor?

Kendilerini ehli sünnet mezhebine nispet  edenlerin ülkelerini dolaşıp görün, inanç ve fikirde  birbirlerinden hiçbir farklarının olmadığını göreceksiniz.

Mesela: 

Dünya İslam âlimleri birliği başkanı Mısırlı meşhur âlim Yusuf El- Kardavi aynen şöyle diyor.

"Şüphesiz Kur'an'da öyle cümleler vardır ki, onları o halleriyle almış olsak, o konuda nasıl amel edeceğimizi bilemeyiz.

 İşte böylesi konuların hepsinde, kendisine başvurulacak kaynak ancak Nebi (s.a.v) den hadis ve sünnetlerin ifadesi olarak yapılan nakildir.

İcma da böyledir.

 Ancak az sayıdaki meseleler üzerinde icma olduğu için, zaruri olarak hadislere başvurulması gerekir.

 Eğer bir kimse, biz ancak Kur'an'da bulduğumuzu alırız, derse, ümmetin icma'ı (söz birliği)  ile kafir olur.

 Artık o kimsenin,  güneşin (ufuktan aşağı) kayması ile gecenin kararmasına kadar ki zaman arasında bir rekat ve bir rekat da  sabah vaktinde (olmak üzere yalnızca iki rekat) namaz kılması gerekirdi.

( İsra- 78)

 Çünkü bu bir rekat, namaz denilebilecek ibadetin en az miktarıdır ve onun fazlası için bir sınır yoktur.

 Dolayısıyla ibadetler için Kur'an yeter sözünü söyleyenin kanı ve malı helal olan bir kafirdir, müşriktir"

( Sünnet Araştırmalarına Giriş, Sünneti Anlamada Yöntem, Sünnet'in Teşrii Değeri,   Prof. Dr.  Yusuf El Kardavi Nida Yayınları sayfa 84 çeviri Prof. Dr. Bünyamin Erol)

Suudi Arabistan'dan Afganistan'a, Pakistan'dan Suriye'ye kadar, nereye giderseniz gidin bu Kur'an cahili dincilerin aşağı yukarı aynı inanca sahip olduklarını göreceksiniz.

Mesela: 

Bir bakalım bizdeki Kur'an cahili dincilerin sapıklığı nasıldır?

"Size beş yüz âyet de  getirseler, eğer selefin (din ataları)  onayından geçmiyorsa, biz buna bid'at  hükmü vermekte tereddüt etmemeliyiz"

(Ebubekir Sifil)

 "Mümkün yok, Kur'an hadissiz anlaşılmaz"

 (Cübbeli Ahmet)

"Sen hadisleri yok sayarsan Kur'an'ı nasıl anlarsın? Bana Kur'an yeter diyenler, çağımızın en büyük fitnesidir"

(Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu)

"Hadisin Kur'an'dan çok Kur'an'ın hadise ihtiyacı vardır. Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı"

( F Gülen)

"Kur'an'a uymuyor diye sahih bir hadisi reddeden kimse kafirdir, Müslüman değildir"

 (Mehmet Emin Akın)

"Madem Kur'an her şeyi açıklıyor, bana müziğin haram olduğuna dair Kur'an'dan delil getirin"

(Ubeydullah Aslan)

"Oynama Buhari ile,  oynama Müslim ile, Buhari  çökerse İslam çöker, Müslim  çökerse İslam çöker"

( İhsan Şenocak)

"Buhari'de gök aşağı, yer yukarıdır yazsa benim için bitmiştir. Artık yer gök, gökde yerdir"  Taş sıvı, su katıdır, derim"

 (Nurettin Yıldız)

 Yukarıda bulunan bu cümlelerin  hepsi şirk ve küfürdür.

 Bu inanç ve söyleme sahip olan din adamlarının islam dini ile bir bağlantıları kalmaz.

 Peki yukarıda bulunan  sözlerin  söylenme sebebi nedir?

 Yukarıda bulunan bu sözlerin tek bir açıklaması vardır.

 Kur'an'a olan düşmanlık, Kur'an'a karşı önyargı, Kur'an'ın bilinmemesi ve Kur'an'dan yüzlerin çevrilmesidir.

 Kur'an'a karşı böyle bir cehalet ve yobazlık olunca ahmaklıkta sınır kalmıyor.

 Bu inancın ve ahlakın Kuran'daki karşılığı ve tanımı şöyledir.

"Onlara (müşriklere) : Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır!

Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler.

Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler.

(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) kafirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer.

 Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve kördürler. Bu sebeple akıllarını kullanmazlar"

(Bakara- 170, 171)

"Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir"

(Enfal- 22)

"Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar"

(Furkan- 44)

Dolayısıyla uydurma dini reddeden muhlis  olur, hurafe dini kabul etmeyen muvahhid ve hanif Müslüman olur.

Allah ve Resulü'ne yapılan iftiraları kabul etmeyenler nasıl kafir olur?

Küfür, şirk ve zulüm Kur'an'ın tek kaynak alınmaması ile ilgili bir durumdur.

 DEPREMLER CEZALANDIRMA MIDIR? 

Yüce Allah'ın bu kainatta yarattığı denge açısından fay hatlarının oluşmasında ve depremlerin olmasında sayısız yararlar, nimetler,  hikmetler yani insanoğlunun bilemeyeceği nice hayır ve  zenginlikler vardır.  

Kadim kavimler,  şirk, küfür zulüm ve isyanlarına karşılık, açıklanması mümkün olmayan, olağanüstü felaketlerle yok edilmişlerdir.

 Bu konudaki âyetler çoktur.

Mesela: 

"Nitekim, onlardan her birini günahları sebebiyle cezalandırdık. Kiminin  üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik,  kimini  korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini  de suda boğduk.  Allah onlara zumetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı"

( Ankebut- 40) 

 Fakat son vahiy olan Kur'an indikten sonra cezalandırma toplu ve olağanüstü olmaktan çıkarak, ferdi, ictima'i  ve sosyal değişikliğe uğramıştır. 

"Ey ümmetler! Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik..." âyet pasajı bu gerçeği ortaya koyar.

(Mâide-48)

 Yani son vahiy'le birlikte cezalandırma, olağanüstü ve toplu olmaktan çıkıp, katliamlar, anarşi, terör, yolsuzluğun ve  hırsızlığın çoğalması, hastalıklar ve  düşman istilaları gibi ferdi ve sosyal olarak gerçekleşecektir. 

(Bakara-155)

Depremlerde meydana gelen can ve mal kaybı bizi gerçekleri düşünmekten alıkoymaması çok önemlidir. 

 Dolayısıyla canlılar için yağmur ne kadar hayati bir öneme sahipse,  depremler de hem dünyanın sağlığı hem de canlıların yaşaması için son derece yararlı Allah'ın ona yüklediği bir kanunudur. 

 Akıl ve mantık dairesinde düşündüğümüz zaman depremlerde hiçbir zararın olmadığını anlarız.

Depremlerin ağır zayiat yapması, bilgisizliğimizin, ahlaksızlığımızın, cehaletimizin, medeniyetsizliğimizin bir sonucudur.  

Depremlerin olması insanların inanç ve  amelleriyle değil, fay hattı ile ilgili bir durumdur. 

Depremler yeryüzünde sürekli var olacak Allah'ın bir kanunudur.

 Depremler yer kabuğu hareketliliğin doğal bir sonucudur. 

 Ve kabuğundaki fay adı verilen kırıklarda meydana gelir.

 Dünya, dış kısmında büyük ve küçük plakalara ayrılmış vaziyettedir. 

 Bu plakalar sürekli hareket halindeler, bunlar içteki magma tabakası tarafından tetiklenerek  birbirlerinden ayrılırlar.

Magma sürekli stres üretiyor.

 Çünkü magma  ters istikamette dönüyor ve balansa girmiyor.

Üretilen stresin arzın içinde mutlaka atılması gerekir.

Şiiddetli depremler tektonik plakaların birbirlerine çarpıştığı yerlerde oluyor.

Gerilim  geriye  doğru olursa tsunami oluşuyor, Japonya'daki büyük tsunami felaketi bundan dolayı olmuştur.

 Deprem dile gelse der ki: 

Ey Ademoğlu!  

Sen ne tuhaf bir yaratıksın?

 Ben tabii bir vakıayım ve devamlı varım.

 Benim var olduğumu ve geleceğimi de aşağı yukarı biliyorsun.

 Ben olmazsam şu dünya patlardı.

 Ben tencerenin düdüğüyüm. 

 Sen yaratılmadan önce de böyleydi.

Dolayısıyla dünyanın canlılar için yaşanır bir yer olmasında depremlerin faydaları yadsınamaz bir gerçektir. 

 Denizlerin, kıtaların, nehir ve göllerin, sıcak suların, akarsuların, kimyasal özelliklere sahip birçok maddenin ve madenlerin oluşması volkan ve depremler sayesindedir.

 Depremlerde büyük rahmetler ve nimetler gizlidir.

Aslında konunun uzmanları  depremlerde olan faydaları kitap, dergi ve sosyal medya üzerinden geniş bir yelpazede anlatmaları gerekiyor. 

Çünkü depremlerin özelliklerini konunun uzmanları daha iyi bilir.

 Balıkların beslenmelerinin ana kaynaklarından birisi yeryüzü sarsıntılarıdır. 

Tabiatın canlanması ve yararlı bir çok gaz ve enerjinin meydana çıkması hep depremler sayesindedir. 

Depremler adam öldürmez, yanlış yapılanma adam öldürür sözü yerinde söylenmiş bir sözdür.

 Bilimsel ve mimari kurallara bağlı olduktan sonra depremlerden korkmanın hiçbir mantığı yoktur. 

 Kendi ahlaksızlığımızı, vurdumduymazlığımızı, ilimde ve teknolojide geri kalmışlığımızı Allah'a fatura etmek büyük bir ahlaksızlık ve edepsizliktir.

 Depremlere geleneksel Müslüman gözüyle değil, güneşe tapan Japonların gözüyle bakmak zorundayız.

 Çünkü biz Kur'an ve ilimde geri kalmış bir ümmetiz.

"Çin'de Mançurya da din bir görenek, başka değil, Müslüman unsuru gayet geri gayet cahil. (Mehmet Akif Ersoy)

 Yıkıp şeriati, bambaşka bir bina kurduk.  Nebi'ye atf ile binlerce herze (hadis) uydurduk.  

O hali buldu ki cür'et "yecüzü fitterğib"

( insanları günahtan alıkoymak için hadis uydurmak sevaptır) 

 Düşünmedin mi girerken şeriatın kanına?  Cinayetin kalacak zanneder misin yanına?

Kolay mı ümmeti idlal edip sefil etmek?

 Kolay mı dini hurufat (hurafeler) içinde inletmek? 

Niçin kitabı ilahi'yi payimal ettin?

Niçin şeriatı murdar elinle kirlettin? 

Herif! şu milleti masumeden ne isterdin?

 Ki doğru yol diye tuttun, dalalı ( sapıklığı) gösterdin.

( Mehmet Akif Ersoy)

 İnsanlar daha yeryüzünde yokken, şiddetli depremler ve  volkanlarla yaşayabilecekleri  bir mekan haline getirildi.

 Eğer fay hattı olmayan bir yerde deprem olsaydı, işte o zaman cezalandırma olurdu. Bulut olmadan yağmur yağmaz, fay hattı olmadan da deprem olmaz.

 Allah istediğini yapar ama keyfi iş yapmaz.

30 Ekim 2020 Cuma

 MEHMET OKUYAN HOCANIN HADİS ANLAYIŞI 

Bu uzun makalede Mehmet Okuyan hocanın hadislerle ilgili üç konuşması ve bu konuşmalarına karşılık Kur'an'dan verilen cevaplar yer almaktadır. 

Mehmet Okuyan hocanın Emevi-Abbasi dininin ürünü olan hadisleri kabul etmeyenleri "dinsiz" ve "kafir" olarak ilan etmesine mukabil Kur'an'a olan bağlılığından ve iyi niyetinden dolayı ona karşı son derece saygılı kelimeleri kullanmaya özen gösterdik. 

Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları kabul etmeyen Mehmet Okuyan hoca Envârul Kur'an 61. Ders 80.dakikadan itibaren beni hayretler içinde bırakan şu cümleleri sarfetti. 

"Hadis okuyorum kızıyor adam, yav be kardeşim!

Hz. Peygamber konuşmamış mı hiç? 

Bu ara kablosu mudur yani?!

Hiçbir şey dememiş mi yani, böyle otomatik yani.

Ya konuşmuş arkadaş, sen neler söylüyorsun.

Yani bu rivayetlerin içinde arızalıları var diye efendimiz (a.s) hiç ağzını açmamış mı?

Hiç konuşmamış mı 23 sene?

Ne var.

Bu hadiste şimdi " iyyekum vezzanne, feinnezzanne ekzebul hadisi " "Zandan sakının çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır"

Ne var bunda,

Doğrudan ayetten anlamış bunu "peygamber" efendimiz, senin âyetten de haberin yok, böyle "peygamber"siz bir din.

"Peygamber"siz din iddiası dinsizliktir.

Kim dinde "peygamber"e ihtiyaç yok diyorsa kafirdir"

 Bu sözleri başka biri söyleseydi gülüp geçerdik, fakat bu sözleri söyleyen kişi sadece Kur'an'ı anlatan biri olduğu için onu ciddiye almak zorundayız.

Evet, Mehmet Okuyan hocayı gerçekten ciddiye alıyoruz.

Herkes hata eder, önemli olan hatadan dönmektir.

 Mehmet Okuyan rastgele biri değil ki, bu söylediklerini hafife alalım,  bu millete yazıktır günahtır.

Emevi-Abbasi rivayetlerinden bir türlü kopamayan Abdulaziz Bayındır hoca da şöyle diyor. 

"Ben iddia ediyorum, kitaplarında en çok hadisleri kullanan Hanbeli mezhebinin ilim adamları bile bizden daha fazla hadisleri referans olarak vermez.

Bizim kadar hadisleri kitaplarında kimse kullanamaz"

Fatih Orum diyor ki,

"Her ne kadar hadislerin içinde yanlış olanlar varsa da içindeki altın ve mücevher gibi olanları kabul etmemekten Allah'a sığınırız"

 "Hadisler hikmet hâleleridir"

 "Hadisler için çöplük kelimesini kullananlardan değiliz"

"Hadisleri çöplüğe atılacak sözler olarak görenleri şiddetle reddediyoruz"

CEVAP:

Mehmet Okuyan, Abdülaziz Bayındır, Fatih Orum ve Erdem Uygan "Nebi" ile "Resul"ün arasında bulunan farklardan haberleri olmadığı için Kur'an açısından kabul edilmeyen bu delilsiz sözleri söylemişlerdir. 

Mehmet Okuyan hususunda bizi  eleştirenlere karşı diyoruz ki, arkadaşlar! 

Biz Mehmet Okuyan'ın düşmanı değiliz, biz sadece Kur'an'ın gölgesinde sorgulama ve öz eleştiri yapıyoruz.

Kur'an'da yüce Allah, hatalarından dolayı Nebileri bile eleştiriye tâbi tutmuştur. 

Çünkü NEBİLER hata eder. ELÇİLER hata etmez.

Mesela: 

"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dâhi olsalar, müşrikler için af dilemek ne NEBİ'YE ne de inananlara yakışmaz"

( Tevbe-113)

Yukarıdaki âyette yüce  Allah,  müminlerin hata ettiği gibi, NEBİ'NİN de hata ettiğini apaçık olarak ortaya koymuştur.

  Eleştirel yerlerde  Kur'an  müminlerle beraber "NEBİ" kavramını kullanır.

Mesela:

"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, NEBİ'Yİ ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti..."

(Tevbe- 117)

Kur'an sisteminde RESUL (ELÇİ) kavramı tamamen ALLAH'I temsil makamında kullanılmıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır.

MESELA,

"Kim RESÜLE ( ELÇİYE)  itaat ederse ALLAH'A itaat etmiş olur.

Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!"

 (Nisa- 80)

Resul denildiği zaman akla Kur'an, Kur'an denildiği zaman akla Resul gelecektir.

Resulü'n bütün bağlantısı Allah tarafından indirilen vahiy'dir.

Allah'ın elçileri değerlerini vahiy'den alırlar.  Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dininden değil.

İşte bu yüzden Kur'an'da "itaat, ittiba, kitab'ı tilavet, tebliğ, tekzip, İsyan, dâvete icabet, hâdd, helal ve haram kılma, aziz, kerim, emanet, sıdk, istihza, (alay etme)  küfür, tezkiye (arındırma) karşı gelindiğinde Allah'tan savaş açılma, üsve-i hasene ( örneklik) ne verilirse onu alma, hakem,  şikak, hidayet,  kendisine ihanet etmeme,

gönderilmeden azap etmeme" gibi bir çok kavram Allah, vahiy ve Resul bağlamında  kullanılmıştır.

Mesela: 

"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim RESÜLE (ELÇİYE)  karşı çıkar (yuşékikirrasüle)  ve müminlerin (tevhid)yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakır ve cehenneme sokarız, o ne kötü yerdir"

(Nisa- 115)

RESÜLLER (ELÇİLER) tamamen ALLAH'I temsil ettikleri  için onlara itaat ALLAH'A itaat, onlara isyan ALLAH'A isyan etmek gibi kabul edilmiştir.

(Nisa-80)

Bakın sistem nasıl kurulmuş.

"Size ALLAH'IN AYETLERİ okunurken, üstelik ALLAH'IN RESULÜ de aranızda iken nasıl inkara (tekfürüne)  saparsınız? Her kim ALLAH'A bağlanırsa kesinlikle DOĞRU YOLA iletilmiştir"

(Âli İmran-101)

Sistem şöyledir :

"ALLAH'IN AYETLERİ, ALLAH'IN RESULÜ, ALLAH'A BAĞLANMAK,

SIRAT-I MÜSTAKİM.

Yani ALLAH RESULÜ ALLAH'I TEMSİL MAKAMINDADIR.

ALLAH RESULÜ KONUŞAN KUR'ANDIR, vahiy ELÇİNİN dilinde hayat bulur.

Elçi olmazsa din, Kur'an, iman, vahiy diye bir şey OLMAZ .

Allah elçileri sadece  indirilen vahyi tebliğ ederler.

Allah kelamının Resülün dilinde hayat bulması küçümsenecek bir şey degildir. 

Bu büyük şerefi,  Buhari'nin yalan ve iftiralarıyla kıyaslamak olacak bir değildir. 

Allah'ın elçiliğini yapmak en büyük ödüldür. 

Dolayısıyla, Mehmet Okuyan hocanın Allah Resulü'ne iftira olan  Emevi Abbasi uydurmalarını kabul etmeyenleri "Allah Resulü'nün düşmanı ve kafir" olarak ilan etmesi büyük bir hata olmuştur.

Halbuki RESUL(Elçi) görevi  sadece vahyi tebliğ etmek olduğu için onu yalanlamak Allah tarafından indirilen vahye karşı gelmek olarak görülmüştür.

Şu âyeti dikkatli bir şekilde incelemeye çalışalım.

"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.

Aslında onlar SENİ YALANLAMIYORLAR, fakat o zalimler açıkça ALLAH'IN'ın AYETLERİNİ İNKAR EDİYORLAR"

(En'am- 33)

Çok ilginç değil mi?

ELÇİNİN misyonu sadece vahyi tebliğ etmek, indirilen âyetleri okumak "tilâvet" olduğu için onu yalanlamak Allah'a karşı gelmek olarak görülmüştür. 

Çünkü elçiye zeval olmaz, o kendine verilen elçilik görevini yerine getiriyor.

Kur'an'ın hiçbir ayetinde Nebileri yalanladılar yoktur, hepsinde RESUL (Elçi) veya Elçileri (Rusul) veya Elçilerimi (Rusuli) yalanladılar geçiyor.

"İşte, inkâr ettikleri, ÂYETLERİMİ ve ELÇİLERİMİ  alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir"

(Kehf-106)

"Nuh kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"

(Şuara- 105)

"Âd kavmide ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"

(Şuara- 123)

"Semud Kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"

(Şuara- 141)

"Eyke halkı da ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"

(Şuara- 176)

"Andolsun ki senden önceki ELÇİLER de yalanlanmıştı,,,,"

(En'am- 34)

Ayetlerin hepsinde elçiler denmesinin sebebi hepsinin aynı değere sahip oldukları ve aynı görevi yaptıkları içindir.

 Yoksa bu kavimlere bir Elçi gönderilmişti, birden fazla elçi gönderilmemişti.

Kur'anın hiçbir âyetinde "Nebileri yalanladılar yoktur"

Kur'anın hiçbir âyetinde "Nebi'lere itaat edin diye bir ayet de yoktur"

Elçilerin bütün bağlantıları vahiy'dir.

Bundan dolayı Resul ile vahiy et ve tırnak gibi birbirinin içine girmiş karışmıştır.

Elçilere mutlak itaat emredilmiştir. Fakat Nebilere itaat mutlak değildir, yani Nebi'lere  iyi işlerde itaat edilir, fakat Resul gibi  her sözlerine itaat gerekmez. 

İşte ayet,

"Ey NEBİ! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını

öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, İYİ İŞİ İŞLEMEKTE SANA KARŞI GELMEMEK hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için mağfiret dile,,,,"

(Mumtehine-12)

Yukarıdaki ayette  "iyi işlerde sana karşı gelmemek" cümlesi çok önemlidir.

Resul'e itaat etmek için herhangi bir şart koşulmamıştır. 

Mehmet Okuyan hoca Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları bilseydi böyle bir hataya düşmeyeceki. 

Çünkü Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyen her zaman yanlış yapmaya mahkum olacaktır. 

Dolayısıyla Mehmet Okuyan hoca  Nebi ile Resul'ün arasında bulunan  farkları  bilseydi böyle bir şey söylemezdi.

Kur'an ehli muvahhidleri ELÇİ düşmanı olarak görmek büyük bir haksızlıktır. 

Reseller hakkında en doğru ve sağlıklı bilgiyi sadece yüce Allah verir.

"...Allah gibi hiç kimse haber veremez"

(Fatır- 14)

Allah Elçilerinin arasında ayırım yapmak da doğru değildir.

Allah'ın elçilerini Kur'an'dan koparıp,  uydurma ve yalan  kaynaklarla  hayatlarını değerlendirmek, onlara iftira atmak tam bir  küfürdür.

Çünkü Kur'an yüzlerce âyette  onların inançlarını ve ahlaklarını koruma altına almıştır.

 Hangisinin daha  üstün olduğunu sadece yüce Allah bilir.

Emevi Abbasi hurafelerini kabul etmemek ayrı bir şey, Allah Resulü'nü kabul etmemek ayrı bir şeydir.

Emevi ve Abbasiler döneminde Nebi adına  uydurulan hadisleri reddetmek Allah'ın Resulünü yalan ve iftiralardan tenzih etmektir, onun şanını, makam ve mertebesini yüceltmektir.

Bu görev de Kur'an ehli muvahhidler için  büyük bir şeref ve onurdur.

Çünkü Allah'ın Resul'ünü üzenler lanetlenmişlerdir.

"...Allah'ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"

(Tevbe- 61)

"Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"

( Ahzab-57)

Elçi ile Nebi kavramlarının arasındaki farkları kavrayamayan Kur'an'ı Mübin'i tam  olarak anlayamaz.

Kur'an sisteminde Resul ile Allah'ın âyetleri arasında bir fark gözetilmemiştir. 

Hatta bazı özelliklerde "beşer" olan Allah'ın elçisi yani "Resul" âyetlerden daha öncelikli bir konuma sahip olabilir.

Beşer Resul  insanlara dini kabul ettirmede  daha etkilidir.

Resulün güzel ahlakı, mükemmel edebi, mimik hareketleri, tavrı ve karakteri, âyetleri okuması ve canlı örnekliği kendi döneminde yaşayan insanlar üzerinde vahiy'den daha etkili ve daha olumlu bir hava meydana getirir.

Âyetlerin dili yoktur yani kitap konuşamaz.

Vahiy sözün gücüne dayanan bir özellik olduğu için elçi olmadan din olmaz.

Elçisiz din mümkün değildir.

Resülluk (Elçilik) görevi resmi, Nebilik makam ve mertebesi özeldir.

Nebin'nin onur ve şerefi Kur'an tarafından  koruma altına alınmıştır, fakat sözleri ümmeti bağlamaz.

Çünkü insanları bağlayan tek şey Elçinin dilinde hayat bulan Allah'ın kitabıdır. 

Yüzlerce âyette Allah bizi Kur'andan sorumlu tutacağını ortaya koymuştur.

İslam dini Allah tarafından gönderildiği gibi, Allah tarafından tamamlanmıştır.

Din Allah'tan geldiği gibi orijinal olarak yaşanmalıdır.

İşte Kur'an tarafından buna ihlas yani dini Allah'a özel kılma  denilmektedir. 

 Milyon dolarlık antika bir eserin üzerine az miktarda bir boyanın sıçramasıyla veya orijinal antika bir esere acemice bir elin karışmasıyla o eserin kıymetini yok edeceği gibi, veya çok pahalı bir saatin değerli bir parçasının sahte ve değersiz bir parça ile degiştirilmesiyle saatin arıza vermesi gibi, dine de yabancı maddelerin karışmasıyla din bozulup hükümsüz kalacaktır.

Bundan dolayı yüce  Allah Kur'anda şöyle buyuruyor.

 "Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"

(Bakara- 42)

 Pekmez veya bal dolu bir kazana bir kaşık necasetin karışmasıyla onun temizliğini ve saflığını bozacağı gibi dine de karıştırılan beşer sözü onu bozar. 

İşte bundan dolayı Allah'ın fıtrat yani yaratılış boyası olan tevhid ve ihlas koruma altına alınmalıdır. 

Yüce Allah, hanif, arı duru, aydınlık, ihtilafı ve karışıklığı olmayan, 

saf ve temiz olan dininin bozulmasına ve tahrif edilmesine asla rıza göstermez.

Ama maalesef Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehidleri hanif din diye bir şey bırakmadılar.

Bazıları hadisleri bir gelenek ve kültür olarak kabul etmenin ne sakıncası vardır ? diyebilir.

Yanıldıkları nokta şudur.

 1400 seneden beri hadisler kültür ve gelenek olarak değil, din ve hüküm olarak gelmişlerdir.

Hadisler yüzünden bu ümmete zor ve karmaşık bir din yaşatılmıştır.

 Yüce Allah bir kez bile Allah Resulü'nün mescidi dirar'da namaz kılmasına razı olmadı, Kur'an'ın karşısında bütün hadisler mescidi dirar hükmündedir.

İşte bu yüzden hadisleri düşünürlerin sözlerine benzetmek doğru değildir. 

Hadislere göre "dinden dönen öldürülür, zina eden recmedilir, namaz kılmayan kafirdir ve öldürülür,

 "Abdestsiz ve cünup olarak Kur'an'a dokunulmaz" ictihadları,  "Muhammed'e salavat getirme" ile ilgili hadisler iftira ve cehaletten  başka bir şey değil midir?

İnsanlara kaza namazı kıldırmak ahmaklıktır. 

Fakat hiçbir ata sözünden böyle hükümler çıkarılamaz.

Hadislerin hepsi Allah'ın Resulüne hakaret ve iftira içeren yalan sözlerdir. 

Müslümanlar arasında 

tefrika ve düşmanlık sokan, insanları Allah'ın yolundan saptıran tarihin en tehlikeli metinleridir.

Kur'an'ın tek kaynak olduğuna dair onlarca âyet mevcuttur.

Yani uyarıcı ve müjdeleyici olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.

Mesela:

"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları ( o güne iman edenleri Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır"

(En'am- 51)

"De ki: Ben sadece vahiyle sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"

( Enbiya- 45)

Din ve hüküm olarak Kur'an yeterli bir kitaptır.

"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? "derler.

De ki: Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım"

(Ankebut- 50)

"Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir millet için onda rahmet ve ibret vardır"(Ankebut- 51)

İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır.

"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin"

(Zuhruf- 43)

"Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız"

( Zuhruf- 44)

"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver "

(Kaf- 45 )

"...Deki: Doğru yol, ancak ALLAH'IN yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur"

(Bakara- 120)

Şuda bir gerçektir ki,  Kur'an'a tam olarak teslim olmayan Furkan'ı yakalayamaz, yani rivayetleri terk etmeyeni yüce Allah tam olarak temize çıkarmıyor.

Sayın Mehmet Okuyan'ın "hadis" diye inandığı sözlerin uydurulduğu çağ tarinin en karanlık çağıdır.

İşte Ehli sünnet ve Şia mezhebinin doğduğu çağ bu karanlık çağdır.

 Emevi Abbasi Ehli Sünnet rivayetlerinin ortaya çıktığı çağ bu zulüm çağıdır.

Bu çağda Emevi ordusu Bizans ordusu ile beraber Resülüllah (a.s)  ın Medinesini basarak ashab'ın  hanımlarına, gelinlerine ve kızlarına  tecavüz etmişlerdir. 

 Ehli Sünnet dini Emevi icadı olduğu için âlimleri  sürekli olarak  bu olayı örtbas etmiştir.

Bu karanlık çağda Kerbela faciası meydana gelmiştir.

Bu çağda zulmün bini bir paradır.

Bu çağda adam öldürmek karınca öldürmekten daha basittir.

Yine Mehmet Okuyan hocanın hadislerle ilgili yapmış olduğu bir konuşma kelimesi kelimesine aynen şöyledir. 

 "Hani sen rivayetleri kabul etmiyordun? 

 Hani sen hadisleri inkâr ediyordun? Ne zaman inkar ettim ben hadisleri,  ben yalanları inkar ederim, hadisleri değil.

 Sen önünde ne kadar yalan varsa hepsine inanıyorsun.

 Ben ayıklıyorum, bu rivayetlerin Kur'an'a aykırı bir tarafı yok!!! niye bakmayayım!

 Babanın tarlası mı bu?

 Türkiye'de hiçbir hadisi kabul etmeyen kimse var mı? bilmiyorum. Eğer varsa, hiç bir hadisi  kabul etmiyorum diyen biri varsa,  ben onlardan değilim kardeşim! 

 Benim yazdığım 20 tane 30 tane 40 tane 50 tane kitap var.

 Aç herhangi birine bak, bak ki ben hadislerden istifa ediyor muyum, etmiyor muyum?

 Ama sana göre bir farkım var.

 Ben rivayeti Kur'an'a arz ederim!!! Kur'an'a  uygunsa başım gözüm üstüne, Kur'an'a aykırıysa bu "Peygamber"imin olamaz diyorum, bu uydurmadır. 

Biz hiç bir zaman demiyoruz, Kur'an'dan konuşamazsın, konuş, biliyorsan konuş.

Ama hadislerden ben de konuşurum, senin babanın malı mı bunlar ya. Allah Allah ya!

 Bana açık değil mi bu?

 Yani 40 senedir Kur'an'la  uğraşan bir adamım. 

Hangi hadisin Kur'an'a aykırı olduğunu anlayamayacak mıyım ben?

 Sen anlamayabilirsin, sen anlamıyorsun diye millet anlamıyor, öyle bir şey yok!

 Ben ayıklarım, bilebildiğim kadar ayaklarım, bilemediğimi de bunu bilmiyorum derim canım!

 Âyetlerin tefsirini yapıyorum, sürekli ne yazıyorum biliyor musun? Âyetlerin altına. 

 Benim anlayabildiğim bu kadardır;  gerçeği Rabbim bilir.

 Bu kadar anladım, sen daha iyisini anla, Allah Allah!

 Yok o diyor ki: Sen anlayamazsın, bana diyor sen anlayamazsın, ben zaten anlayamam diyor.

 O da anlamıyor, peki ne yapacağız? "Anlayanlar var onları anlayalım"

 Ne malum onlar da doğru anladı,  

o da yanlış anladıysa.

Olur mu? olur mu ?

Niye oluyor muymuş?

 Benim yanlış anlama ihtimalimin  bulunduğu dünyada başkalarının böyle yanlış anlama ihtimali yok mu yani?

"Yok" diyor.

Hadis okuyorum, bana diyor ki: 

"İşine geleni okuyorsun değil mi?" Sen de öyle, sen öyle değil misin yani?

Sen de benim okuduğumu okumuyorsun bak, senin işine gelmiyor bu demek ki, kaldı ki ben işime geleni değil, Kur'an'dan referansı olanı okuyorum. Aramızdaki fark bu.

Ne bileyim, hadis okumaya korkar olduk.

 Şuna bak ya, ben Kur'an dışında hiç bir kitabın her yazdığı doğrudur yalanına itibar etmem.

 Bunu benden kimse beklemesin, yapmam böyle bir şey.

 Ben Allah'ın kitabının hakemliğine müracaat ederim. 

 Benim yolum bu: 

 Rivayet, bu kitaptan besleniyorsa, buradan (Kur'an'dan) bir referansı varsa,  başım gözüm üstüne yani "peygambere" ait  herhangi bir söz veya eylem Kur'an'a aykırı olamaz, ölçümüz budur.

 Kur'an'a aykırı değilse başım gözüm üstüne kardeşim.

 Ölçüm Kur'an'a  uygunluk ya da ayrılıktır. 

 Bu bu kadar basittir"

Cevap: 

Halbuki hadisler, Kur'an'ın anlaşılmasını imkansız hale getiren, Kur'an'ın önünde bir bataklık,  dünyanın en karanlık ve en vahşi metinleridir. 

Hadislerin cehennemine takılan  Kur'an'ın cennetine ulaşamaz. 

Hadisler, cehennemin mutfağı gibidirler. 

Din adına Kuran'dan başka hiçbir söze iman edilmeyeceği,

( Casiye-6; Mürselat-50) 

Yalnız Allah'tan indirilenin hak olduğu, (Bakara-147; Yunus-94) 

Din ve hüküm  olarak Kur'an'ın yeterli bir kitap olduğu,(Ankebut-50,51) 

Daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy'le dinin Allah tarafından tanımlandığı,(Mâide-3; En'am -115)

Fırka ve mezheplerin Kur'an tarafından reddedildiği , (En'am-159; Rum -30,31,32) 

Hadislerin Allah'ın hidayet yolundan insanları engelleyen boş sözler  olduğu (Lokman-6)

Allah indinde tek  geçerli dinin  bütün Resullere  indirilen tevhid dini İslam olduğu,(Âli İmran-19,85) 

Allah elçilerinin sadece kendilerine indirilen vahyi tebliğ ettikleri (Mâide-99; Râd-40; Nahl-35) 

Ve sadece vahye  uydukları, (Yunus-15,109; Ahkaf-9) 

Onların vahyi tebliğ etme  ve duyurmadan başka görevlerinin  olmadığı, (Kaf-45; En'am-51; Enbiya -45)

Kuran'dan başka bir kaynakta hidayet'in aranmayacağı, (Sebe-50; Yunus-108) 

Kur'an Allah tarafından tebyin, (açıklandığı) (Nahl-89; Yusuf-111) tasrif, ( çeşitli şekillerde sindire sindire anlatıldığı) (Kehf-54)

 tafsil (çeşitli şekillerde  detaylandırıldığı) (Hud-1,2) tefsir, (kendi içinde çözüme kavuştuğu) (Furkan-33) ile ilgili yüzlerce ayet vardır.

Din ve  hüküm olarak Kuran'dan başka kaynakların şirk olduğu, (Kasas-87)

 Resul'e itaatin Allah'a itaat olduğu, (Nisa-80) 

Nebi'ye karşı gelmenin günah olmadığı (Ahzab-37) 

Resul'e isyan etmenin apaçık bir sapıklık olduğu (Ahzab-36) kayıt altına alınmış ve ebedi olarak hükme bağlanmıştır. 

Sonuç olarak:

Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kaynak yoktur.

 İnsanlık tarihinde her zaman müşrikler çoğunlukta olmaları Allah'ın sünnetidir. 

(Yusuf-106; En'am-34)

 İman edenler için Allah'ın himayesi (hablilléh) olan Kuran'dan başka hiçbir sığınak yoktur.

(Âli İmran-103)

 İslam dini mezheb ve firkacılığı asla kabul etmez. 

(Âli İmran-106)

 Hidayet ve dalâlet sadece Kur'an ile ortaya çıkar.

   Allah sadece Kur'an'a uyulmasını emretmiştir. 

(En'am-153,155;Âraf-3)

 Din adına Kuran'dan başka bütün kaynaklar cahiliyedir.

(Mâide-50)

 Kur'an'dan bağımsız hidayet olmaz. Kur'an okumak ve üzerinde düşünmek farzdır.

(Kasas-85)

Kur'an Allah tarafından kolaylaştırılmış bir kitaptır.

(Kamer- 17. 22,32,40) 

 Din adamları her zaman vahye  ihanet etmişlerdir. 

(Âli İmran-187) ; Bakara-159,174) Allah'ın kitabını gözleyenler lanetlenmişlerdir.

(Bakara-159,174)

 Allah hükmünde hiç kimseyi ortak yapmaz.

(Kehf-26; Yusuf-40; Şura-10)

 Kur'an'dan sapma dünya ve ahirette azap sebebidir.

(İsra-73,74,75)

 Nebi ( a.s) sadece vahye  tabii olmuştur.

(Ahzab- 1,2)

 Allah'ın âyetlerini kayıtsız şartsız kabul etmeyenlerden Allah ve  müminler nefret eder.

(Mümin-35)

Daha bu âyetler gibi yüzlercesi hadislere hiçbir ihtiyaç bırakmadam Kur'an'ın din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak yeterli olduğu açıklanmıştır.

Mehmet Okuyan hoca başka bir konuşmasında şöyle diyor:  

"Yani "PEYGAMBERİMİZİN" sünneti, yaptığı şeyler, Kur'an'ın ondan yapılmasını istediği şeylerdir. 

Hadis denen şeyler, "PEYGAMBERİMİZİN" Kur'an'dan çıkardığı sonuçlardır, hikmet içerikli beyanlardır. 

 Biz "PEYGAMBERİMİZİN" sözleri Kur'an referanslıdırı savunduğumuz için,  Kur'an'dan referansını bulduğumuz rivayetleri "PEYGAMBERİMİZ" söylemiştir diyerek göğsümüzü gere gere söylüyoruz.

 Birileri bize kızıyor, öbürleri Kur'an'la taban yabana zıt rivayetleri sanki "PEYGAMBERİMİZ" demiş ki bir savunuyor.

 Bunlar "PEYGAMBERİMİZE" ait olamaz dediğimiz içinde onlar bizi dışlıyor.

 İkisine de yaranamadık ya!

Ya "PEYGAMBERİMİZİN" hadisleri Kur'an'dan çıkardığı hikmet damlalarıdır. 

 Onların Kur'an'dan referansı var.

 Ben eskiden bilmediğim için bazı rivayetleri okumazdım, yani Kur'an'dan referansını bulamamıştım.

 Bunlar uydurmadır demiyordum ben! 

 Kullanmıyordum yani ben!

 Mesela : "Mümin korku ile ümit arasında olan adamdır" "el-müminü beynel havfi verrecâ" "mümin korku ile ümit arasındadır"

 Doğru ama âyetten karşılığını bulamıyordum. Ne zaman ki Zümer süresinin tefsirini yapmaya başladım, â orada bir baktım ki Zümer süresinin 9. âyetinde "ahiretten korkarlar Rablerinin  rahmetini umarlar"

 İşte "el- müminü beynel havfi verrecâ" nın  Kur'an'dan delili Zümer süresinin 9. âyetidir.  

Şimdi bunu göğsümü gere gere  söylerim.  Madem burda var, onu orada söylemeye ne  gerek var?  Var!

 Bu din adına sen konuşacaksın, senin konuşma yetkin var.

 Ama bu dini tebliğ eden Hz "PEYGAMBERİN" konuşma yetkisi yok, öyle mi yani!

 Ben şimdi iki senedir tweet kullanıyorum, iki  senedir attığım tweetlere bakıyorum.

 Dört bine yakın tweet atmışım.

 Ben bu dini anlamaya çalışan bir adamım ne  kadar anladıysam artık,  iki senede 4000 tweet atmışım dinle alakalı, "PEYGAMBERİMİZ" 23 sene peygamberlik yaptı iki  tane söz söylemeyecek öyle mi!

 Ben 4000 tane söyleyeceğim iki senede, o 23 senede hiç söylemeyecek.

 Ben bunlara ne diyorum.

 İki grup var Türkiye'de hadislerle ilgili:

 1-) Süpürüp alanlar:  

Nerede bir Arapça metin varsa onu hadis zannedenler, süpürüp hepsini alıyor,  nerede bir uyduruk varsa ona da hadis diyor.

2-) Süpürüp atanlan:

 Ne var ne yok hepsini atıyor.

 Ben ikisinden de değilim kardeşim!

 Ben Kur'an'ın hakemliğine müracaat edenlerdenim. 

 Ben inanıyorum ki Hz. Muhammed (s.a.v) Kuran'a aykırı konuşmaz.

 Onun sözleri Kur'an'a uygun, Kur'an'dan anladıklarıdır. 

Eğer bir söz ona nispet ediliyorda  Kur'an'a aykırıysa o söz ona nisbet edilemez.

O, o sözü söylemiş değildir.

 Bu kadar!

Yani tutumum bu, bu kadar net.

 Belki bin defa söyledim ya!

 Hâlâ adam diyor ki, "hadisi inkar ediyor, sünneti inkar ediyor, bilmem ne, ööf! usandım bunlardan ya!"

 CEVAP 

Kur'an'daki âyetlerin bir ön birde arka planları mevcuttur.

Yani âyetlerin ne dediklerinden çok, ne demek istedikleri daha önemlidir. 

 Hatta Kur'an'da öyle bir sistem kurulmuş ki,  bazı âyetlerin  arka planda olan anlamlarını  diğer âyetler ortaya çıkarırlar. 

Yani Allah'ın indirdiği vahiy'de hiçbir şey gizli kalmasın, din tamamen Allah'ın olsun ve Allah'a özel kılınsın.  

 İşte bu yüzden Yüce Allah kutsal kitabında  "tekrar tekrar âyetleri açıkladık ki, aklınızı kullanasınız, tefekkür edesiniz ve  anlayasınız"  buyurmuştur.

"Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik. Korunsunlar  diye  pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik"

( Zümer- 27,28)

"Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler"

 (İsra-89)

"...Ayrıca bu kitab-ı da sana, her şey için bir açıklama, biri hidayet  ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik" 

( Nahl- 89)

 "De ki: Onu Mukaddes ruh, iman edenlere sebat  vermek,  Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi" 

(Nahl- 102) 

 "...İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki (tehlikelerden)  korunurlar" 

(Bakara- 187) 

"...Allah size ayetlerini böyle açıklar ki düşünesiniz"

( Bakara-219)

"Allah size İşte böylece ayetlerini açıklar ki düşünüp hakikatı anlayasınız"

( Bakara- 242) 

 "...işte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar"

( Bakara- 266)

"...işte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız"

( Âli İmran-103) 

"Allah size âyetlerini açıklıyor, umulur ki şükredesiniz"

( Maide- 89)

"Böylece suçluların yolu iyice belli olsun diye ayetleri detaylı olarak açıklıyoruz"

( En'am- 55)

"Böylece biz ayetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın" desinler de bizde  anlayan toplum için Kur'an'ı iyice açıklayalım"

 (En'am- 105)

"...Belki inkardan dönerler diye ayetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz"

 (Âraf- 174)

"...işte iyi düşünecek toplumlar  için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz"

( Yunus-24)

"Ey Resul! ) Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. 

Umulur ki onlar  bu sayede tehlikelerden korunurlar, yahut da o Kur'an  kendileri için bir ibret ortaya koysun"

( Tâhâ- 113)

"...işte Allah âyetleri böyle açıklar, Allah herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir"

( Nur-58)

"... işte Allah âyetlerini size böyle açıklar, Allah alîmdir hakîmdir"

(Nur-59)

"...işte Allah düşünüp anlayasınız de size ayetlerini böyle açıklar"

( Nur-61)

"...İşte biz ayetlerimizi aklını  kullanacak bir kavim için böyle açıklıyoruz"

( Rum- 28)

 Aslında  hüküm olarak  Kur'an'dan başka kaynak olmadığı 

(Yusuf, 40; Kehf,26; Şura, 10) 

"Dinin Allah'a özgü kılınması gerektiği (Zümer, 2, 3, 11, 14; Mümin, 65; Beyyine, 5 )

"Allah Resulü'nün bile vahyi hassasiyetle  koruması  ile ilgili bir çok ayette uyarıldığı (Mâide, 67;Kasas, Kasas, 87; Hakka, 40;İsra, 73, 74, 75) 

Kısaca  din ve hüküm olarak Allah'ın sözünden  başka doğru bir  sözün olmadığı ile ilgili yüzlerce ayet vardır. 

 Ancak Kur'an'ı iyi anlamak için

1-)  Nebi ile Resul'ün arasında bulunan  farkların bilinmesi, 

 2-) Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, kendi içinde bulunan çözümü ve sisteminin  ortaya çıkarılması,  

3-)  Önyargılardan uzak olmanın şart olduğu, yani din ve  hüküm olarak  Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmemesi çok önemlidir. 

 Mehmet Okuyan, Abdulaziz Bayındır, Mustafa İslamoğlu  gibi hocalarımızın  yanıldıkları noktalar. 

1-) Allah  Resulü  Muhammed (a.s) Şia'nın ve Ehl-i Sünnet'in kaynaklarındaki uydurma  rivayetlere değil, vahye dolayısıyla Kur'an'a eşit  bir konuma sahiptir. 

 2-) Kur'an ehli  muvahhidler Allah Resulü'nü yalan ve iftiralardan arındırmak maksadıyla rivayetlere karşı geliyorlar. 

Muvahhidler Allah Resulü'nün değerini çok iyi bilirler. 

3-) Şia'nın ve Ehli Sünnet'in  kaynaklarında bulunan uydurma rivayetler kültür ve gelenek olarak değil, din ve hüküm  olarak intikal etmişlerdir.  

Yani hadisler gelenek ve kültür olarak bize gelmediler ki onları kültür ve gelenek kabul edelim. 

 Yoksa  içlerinde güzel ve ibretli sözler mutlaka vardır.

 Fakat üzerlerine dünyanın en vahşi ve karmaşık, batıl ve şirk bir din  bina edilmiştir. 

Dolayısıyla bu rivayetler vasıtasıyla Kur'an'a aykırı inşa edilen  paralel bir dinin bütün unsurlarını reddediyoruz.

Sonuç olarak: Bakara- 4, 135; Âli İmran-84; Şura- Mâide-48,67 ) gibi yüzlerce âyet, sadece Allah tarafından indirilen vahye itibar edilmesini emrediyor. 

Yani dinin tamamı ilâhi olacak, beşer aklı ve eli karışmayacaktır.

29 Ekim 2020 Perşembe

 DİN OLARAK KUR'AN'DAN BAŞKA HADİS YOKTUR. 

 Bir sözün yüzde yüz Nebi (a.s) a  ait olduğunu kabul edelim, değişen bir şey olacak mı? 

Yani bu sözün dinde ne gibi bir değeri olacaktır? 

Esas olarak ümmi halka bu gerçeği anlatmak zorundayız. 

Ne olursa olsun, hadislerin dinde hiçbir öneminin olmadığını anlatacağız. 

 Çünkü din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak insanları bağlamaz ? 

Yani hadislerin Nebi (a.s)a ait olduğunun tartışmasını yapmak kadar abes bir şey yoktur. 

İkincisi: "peygamber" kelimesini kullananlar, Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları anlayamazlar. 

Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları anlamayanlar, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü ile birlikte bir çok kavramı da anlamaktan uzak kalacaklardır. 

Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmeyenlerin islam dininden fetva vermeleri doğru değildir.

 ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI:

(4.YAZI)

Tarikat ve cemaatlerin ortak özellikleri Kur'an cahili olmalarıdır.

 Bütün tarikat ve cemaatler istisnasız Allah tarafından indirilen  vahye ve ona tabi olanlara düşmandırlar.

 Çok ilginç, bu hurafeciler Kur'an düşmanı oldukları için akıl, ilim, tefekkür ve sorgulamadan da nefret ederler.

Bu mezhepçi gelenekçiler tamamen taklitçi bir anlayışa sahiptirler.

İşte bu yüzden ebediyen sırat-ı müstakim'i bulamazlar.

Hayatları sürekli Allah'a ve Resulüne ihanet etme ve iftira yapmakla geçecektir.

Kur'an'ın ilmi ve hikmeti olmayınca da akılları şaşkın  ve mantıkları iflas etmiştir.

Yüce Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.

"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden,

kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır!

Biz onların kalplerine Kur'an'ı anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik.

Sen onları hidayete dâvet etsen de  artık ebediyen hidayete eremiyeceklerdir"

(Kehf- 57)

"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.

Allah'ın âyetlerine inanmayanlar ancak  yalan uydurur. işte onlar yalancıların kendileridir"

( Nahl- 104, 105)

Kur'an'ı Mübin'i  okuduğum zaman dikkatimi çeken şeylerden biri de şu olmuştur.

Tevhid dininin Allah'ı, Resulleri, vahiy'leri olduğu halde, tevhid dini insana özgür bir zeka ve temiz bir  akıl kazandırdığı, fıtrat  ve güzel ahlaka en uygun sistem olduğu halde her zaman kesintiye uğramıştır.

Fakat şirk hiçbir zaman, tarihin hiçbir döneminde asla bir kesintiye uğramadan çok dinamik bir şekilde devam etmiştir.

Tevhid hiçbir zaman şirk ve hulul inancı kadar insanları etkilememiştir.

ZAHİD KOTKU'NUN İNANCI

Bütün tarikatlarda hulul inancı hakimdir.

Tarikatlarda şeyhe verilen önem hulul inancından ileri gelmektedir.

İşte bunlardan biri de Zahid Kotku ve  ona bağlı olan müritlerdir.

Zahid Kotku diyor ki: 

"Bu tarikde (yolda, tarikatta) şeyh, kemâli  marifet ile mutahakkık olursa, ifâzâda  (insanlara yardım etme konusunda) ölü ile diri musâvi (aynı güce sahip)  olurlar"

(Mehmet Zahid Kotku-Tasavvufi Ahlak- c- 2-  s- 277)

Yani Zahid Kotku'ya göre ölü olan şeyh'in bile  insanlara yardım etmeye ve faydalı olmaya gücü vardır.

 Zahid Kotku Mürşidi Kamil'i şöyle tarif ediyor.  "İnsanı Kamil mirat-ı  haktır.

(Allah'ın aynasıdır)

 Her kim kamil insanın ruhaniyetine basiret gözüyle bakarsa onda Cenab-ı Hakk'ın tecellisini görür, sıfatının zuhurunu idrak eder"

(M. Zahid Kotku Tasavvufi Ahlak-  2- 272)

Kur'an'ın ilmi ve hikmeti olmayınca ahmaklıkta sınır kalmıyor.

İşte size kendi sesinden  Menzil Gavs-ının!!! şirk sapıklığı, YouTube'a  girin "kibrit kutusu" yazın Menzil şeyhinin bu konuşmasını dinleyin, hayretler içinde kalacaksınız.

Bu konuşma gerçekten  akıl ve mantığın sınırlarını zorluyor.

Nasıl olur da milyonlarca insan böyle Kur'an cahili, akıl ve  düşünce yoksunu bir adamın peşinden gider ?

Yirmi birinci yüzyılda, her sınıf ve meslekten entelektüel bir birikime sahip insanlar  akıl ve fikirlerini nasıl böyle açık bir şirke ve sapıklığa satarlar ?

Halbuki insanlar böyle bir inanca ve cehalete teslim olacaklarına hayatları boyunca içki içseler, zina etseler, kumar oynasalar kendileri için daha hayırlı olurdu. 

Çünkü bu çirkin inançta,  Allah'ın âyetleriyle, akıl ve mantıkla, tefekkür ve özgür düşünce ile alay etmek vardır.

"Şirk en büyük zulümdür"

(Lokman- 13)

"Şirk affedilmeyen tek günahtır"

(Nisa- 48, 116)

Dolayısıyla yalancı iftiracıların "bunlar insanları günahlardan kurtarıyorlar" sözü, tam bir aldatma ve büyük bir yalandır.

Bütün Allah elçilerinin gönderiliş amaçları tevhid akidesidir.

"Ey Resul! Senden önce hiç bir Resul göndermedik ki ona: " Benden başka ilah yoktur, şu halde sadece bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım"

(Enbiya- 25)

Konuşması çok bozuk olduğundan bazı yerlerini düzeltmek zorunda kaldım.

Ancak kendisine haksızlık ve iftira olmaması için de konuşmanın orijinalini bozmamaya çalıştım.

Menzil Gavs-ı !!! aynen şunları söylüyor.

"Büyüklerden birisi bir rüya görmüş,

rüyada bakmış ki ahirette kendisini büyük bir yolun kenarında boğazına kadar bir bataklığa, bir çamura girmiş, kıyamet günüdür, bütün insanlar haşre gelmiş Allah'ın huzuruna çıkıyorlar.

 Kafile kafile ifadesini alıp, şefaatini yapıp herkesin kendi kavminden, herkesin kendi ailesinden,

kafile kafile Allah'u Teala'nın huzurunda gelip çıkıp gidiyor.

 Babamız Hz. Adem ( a.s) dan  Allah Resulü'ne kadar herkes geçiyor.

O boğazına kadar bataklığa saplanan kişi bütün bu Allah elçilerine bağırıyor, çağırıyor, figan ediyor, hiç kimse o bataklığa saplanan kişinin yüzüne bakıp yardım etmiyor.

Sahabeler de gelip geçiyor, evliyalar da gelip geçiyor, bağırdım,  çağırdım hiç kimse bana bakmadı.

 Eyvah dedim, ben burada kaldım, ebedül ebed (sonsuza kadar)  daha ümidimi kestim, bir baktım ki, bir sofi geldi.

 Sofi kıyafetinde elini sırtladı böyle vurdu.

 O asfaltın kenarından geliyor.

 ümidimi kestiğim anda onu çağırsam mı, çağırmasam mı!

 Nasıl olacak?

 Tereddüd ederken o da tam karşıma geldi.

 Daha çağırmadan dedi ki, seni kurtarayım mı ? Ben şok geçirdim!

 Daha ben bundan başka ne isteyeyim?

 Hemen elini uzattı o çamurdan beni kurtardı. Asfaltın üzerine beni   bırakıp haydi gidelim dedi.

 Ben birkaç adım gittim, bir düşündüm bu kadar peygamberler, evliyalar, bu kadar sahabeler geldi geçti, kimse bana el atmadı, beni kurtarmadı, bu beni kurtardı.

 Kimdir bu, bir sorayım!

  Sen kimsin ?

 Birden bana dönerek, ben Şah-ı Nakşibendiyim

(cemaatten bağırtılar, çağırtılar) 

Böyle söyleyince ben yine şok geçirdim.

 Birkaç adım gittikten sonra bir daha aklıma geldi.

 "Şah-ı Nakşibendinin dünyada  çok ismi vardı,  çok büyüktü, o kadar sofileri vardı, o kadar halifeleri vardı,

 o kadar bağlıları,  salikleri vardı, onların hepsini bırakıp böyle tek başına nereye gidiyorsun?

 Ben bir sorayım,

 Kurban dedim

Dünyada Şah-ı Nakşibendinin ismi çok büyüktü, çok sofileri vardı,

çok da sâlikleri vardı, onları bırakıp nereye gidiyorsun? diye sordum.

 Hemen elini kolunun altına koyarak bir kutu çıkardı.

Kutunun içinde  çok ince ince sinekler var,

Dedi ki, bu sineklerin hepsi sofimizdir.

 Bunların hepsi kabirden kalkınca, onları topladım, bu kutulara doldurdum, ben istedim ki haşır- neşir, kıyamet görmesinler.

 Allah'ın huzuruna çıkıp utanmasınlar  diye bu kutulara koydum.

 Onların şefaatlerini yaptırdık,  işlerini bitirdik, evrakları düzelttirdik,  onları cennete götürüp  her kesin kendi makamlarına bırakıp  haşır- neşir görmesinler.

 Allah'ın huzuruna  gidip utanmasınlar.

 Böyle niyet ettik, Allahu Teala da niyet ve şefaatimizi  kabul etti.

 Onu götürüyoruz.

 Biz de çalışalım o kutuları girelim"

Evet her sene milyonlarca insanın ayağına kadar gittiği menzil şeyhi bunları söylüyor.

Ve şimdiye kadar yapılan bütün eleştiri ve kınamalara bir cevap verilmiş değildir.

Yani menzil  şeyhinin bu  konuşması  hiçbir zaman reddedilmemiştir.

Vahyin İslam'ı, evrensel tevhid ve güzel ahlak kitabı nerde?

İnsan hakları, özgür düşünce, Allah'ın saf ve hanif hidayeti nerde?

Bizim bu halimiz nasıl olacak?

Biz bu yobaz anlayışla nasıl iflah olacağız?

Kur'an gibi bir kitaba sahip iken Allah bizim belamızı en şiddetli, en acı, en acımasız bir şekilde vermez mi?

28 Ekim 2020 Çarşamba

 HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR? 

( 43. YAZI )

Şia ve Ehli Sünnet'in( Diyanet İşleri Başkanlığı, Tarikatlar, Cemaatler, Mezhepler ) din adına ortaya koydukları haram, helal, mübah, sünnet, vacip, farz, müstehap, mekruh ve sevap gibi uygulamaları sıralamak için kitaplar dolusu bilgi oluşturmuşlardır. 

Ben Suudi Arabistan'da diğer İslam ülkelerinden gelip sünnet adı altında öyle uygulamalar var ki, inanmak istemezsiniz. 

Dünyada uydurma dinden daha daha tehlikeli ve daha kalitesiz bir şey yoktur. 

Uydurma dinin insanlara inandırdığı ahmaklığı başka hiç kimse  inandıramaz. 

Bir toplumu kökten yok etmek isterseniz, o toplumu yalan ve uydurma dine yönlendirin ebediyen  işini bitirin. 

 İşte Ehli Sünnetin hadis kaynakları olan Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace, Tirmizi ve diğer 14 kaynakta bulunan sözüm ona hadis adı altında oluşturulan bir  hayatı, Risale'i Nur ve tarikatların gerekli kıldığı kuralları yapmak nasıl  çekilmez ve zor bir din meydana getirdiğini bir düşünün. 

Dolayısıyla Kur'an özgürlüğünün nasıl büyük bir nimet olduğunun farkında olun.

 İşte Şia ve Ehli Sünnet  alemindeki cinnetler, cinayetler, intiharlar, psikolojik hastalıklar, bunalımlar,vahşet, cehalet, taklitçilik, inanç ve fikir özgürlüğünün olmaması hep bu yasakçı ve kuralcı yaşam tarzından kaynaklanmaktadır. 

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız uydurma hadislerden oluşturulan zor hayat örnekleri ilahların ve evliyanın şirk dinindeki kuralların ve ibadetlerin yüzde biri bile değildir. 

Bu örnekler bile Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu hayat dolu dine kıyasla mezheplerin dininin ne kadar zor, karmaşık ve yaşanmaz bir sistem olduğunu göstermektedir.

 Bu izahların hepsi ve yüz katını Ehli Sünnet'in ve Şia'nın kaynaklarında bulabilirsiniz.

Yani burada size hayali bir bilgi sunuyor değiliz. 

Bu uydurma dinin izahlarının ve ibadetlerinin eksiği bir hayli çoktur, kitapevlerinde satılan eserlerin yüzde doksan dokuzu insanları  aldatma, dini rant yapma  ve Kur'an'dan uzaklaştırma amacı gütmektedir. 

Yazdıklarımızın fazlası ve abartısı yoktur.

Şia ve Ehli Sünnet'in (Diyanetin, Mezheplerin, Tarikatların ve Cemaatlerin) sunduğu bir ibadet hayatı insanı bunalıma, intihara, hastalıklara ve yok olmaya mahkum eder.

 Kur'an'ın, dinin tek kaynağı olduğu yani "din eşittir Kur'an" olduğu unutulmamalıdır. 

Kur'an'ın Allah kelamı olduğu ve bizim dini anlamamız için indirildiği ve  de devamlı aklımızda tutulmalıdır. 

Meseleler, Kur'an'ın bütünlüğü içinde düşünülmeli ve çözümlenmelidir.

Bir konuyla alakalı Kur'an'da geçen ne kadar ayet varsa, o ayetler önceleri ve sonraları ile ele alınmalıdırlar. 

Kur'an'ın bir yerinde geçen bir konunun, bir fikrin Kur'an'ın başka bir yerinde geçen bir fikirle çelişmeyeceğini de unutmayalım. Kuran'da yer almayan bir konunun, dinde de yer almayacağı anlaşılmalıdır.

 Mesela: Kur'an'da zihar keffareti, yemin kefareti, hata olarak adam öldürme keffareti bulunduğu halde oruç kefaretinin olmaması bunun dinde yerinin olmamasını gerekli kılar. 

Bu prensibi uygulayınca dine ilavelerin yüzde 90 dan fazlasından kurtuluruz.

 Bazı konulardaki dine ilavelerin Kur'an ayetlerinin çekiştirilmesiyle yapıldığını unutmamalıyız. 

Zor ve karışık bir konuyla karşılaştığımızda, 

Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen, samimi bir şekilde Kur'an'ı tek kaynak olarak kabul edenlerle çözmeliyiz.

 Eğer Kur'an'ı sorduğunuz kişilerin samimiyet ve yaklaşımlarından şüphelenirseniz, incelenen noktaları birbirinden bağımsız ayrı kişilere sorup kontrol edebilirsiniz. 

Ancak kişilerin samimiyetinde en önemli gösterge, önyargıdan uzak Kur'anın tek kaynak olduğunu kabul edip etmedikleri olacaktır.

 Kur'an'ı tek kaynak Kabul etmeyenler, mezheplerinin görüşünü Kur'an'a mal etmeye çalışabilirler. 

Kur'an'ı anlamaya çalışırken, aklın ve vicdanın en önemli yardımcılarımız olduğunu, gelenek, görenek, çoğunluğun kabulleri, kınama korkusu, mahalle baskısı gibi aklı, vicdanı ve hürriyetimizi ipotek altına alıp özgür olarak kullandırmaya müsaade etmeyen unsurların Kur'an'la aramızda en önemli engeller olduğunu hiç bir zaman  unutmayalım.

 RİSÂLE'İ NUR KÜLLİYÂTINDA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR

(97.YAZI) 

 Kur'an'ı anlayan şu hurafeye iman etmez. 

 Said Nursi diyor ki: 

"Bir zaman meşhur bir allâmeyi (büyük bir âlimi) harbin muteaddit  (savaşın birçok) cephesi'nde görmüşler, ona demişler.

(Yani onun bu olağanüstü durumunun sebebini kendisine  sormuşlar)  

 O da demiş : Bana sevap kazandırmak ve derslerimde ehli imana (iman edenlere) istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler" 

(Veliler!!! benim süretime girerek düşmanla savaşıyor, siz benim zannediyorsunuz)

Aynen bunun gibi, Denizli'de camilerde beni gördükleri hatta resmen ihbar edilmiş ve müdür gardiyana aksetmiş.

Bazıları telaş ederek "kim ona hapishane kapısını açıyor?"

( Şualar- 485)

 Halbuki Said Nursi aklı başında ve  dürüst bir adam olsaydı, bu yalanı duyduğu anda onu tasdik etme yerine karşı gelir sünnetüllâha aykırı olduğu için bu iftirayı hemen reddetmesi gerekirdi.   

Said Nursi'nin psikolojik durumu : Aynen şöyle diyor.

"Birinci nokta : O hadisenin mahiyeti; hilaf-ı kanun (kanun dışı) sırf keyfi ve zındıka hesabına Cum'a gecesinde kalbimize telaş vermek ve cemaate futur (ayrışma- çatışma- şüphe-fitne)  getirmek ve benim misafirlerle görüştürmemek için, bir desise-i şeytaniye ve münafıkâne (munafikça)  bir taarruzdur.

Garaibdendir (acayip şeylerdendir)  ki, o geceden evvel olan Perşembe günü  tenezzüh (gezinti-seyir)  için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde  güya iki yılan birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, "o yılandan dehşet alıp korktun mu diye sordum! 

 "Gördün mü?

 O dedi: Neyi?

 Dedim:

 Bu dehşetli yılanı! 

 Dedi: Yok, görmedim ve görmüyorum.

"Fesuphanallah! dedim.

Bu kadar büyük bir yılan, ikimizin ortasından geçtiği geçtiği halde nasıl görmedin?"

 O vakit hatırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki:

"Nu sana işaretler, dikkat et" Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nevindendir. 

 Yani:  Gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hiyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan süresinde görüyordum. 

 Hatta bir defa müdüre söylemiştim: "Fena (kötü) niyetle geldiğin vakit seni yılan süretinde görüyorum, dikkat et! demiştim.

Zaten selefini ( önceki müdürü) çok vakit öyle görüyordum"

( Mektubat- 361)

Kur'an'ın ilim ve hikmetine sahip  olmayanlar Said Nursi'nin bu hikayelerine iman ederler.

 Çünkü Kur'an'ın ilim ve hikmeti  olmayınca her türlü ahmaklık normal hale geliyor.

27 Ekim 2020 Salı

 RİSÂLE'İ NUR KÜLLİYATINDA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR 

 (95.YAZI)

 Said Nursi'nin Risâle-i Nur Külliyatı son derece zor ve uzun cümlelerle meydana gelmiştir. 

Risâle-i Nurları okuyun cahiller üzerinde sahte bir derinlik duygusu bırakmakta Arapça ve Farsça kelimelerle  sanki  gizemli bir  ilim ve ledünni bir ilham hissini vermektedir.  

Onu okuyan kişi bu zor anlaşılır kelimelerde büyük bir ilim olduğunu zanneder.  

Bütün dini cemaat ve tarikatlar,  özellikle Said Nursi ve manevi talebesi F Gülen hitap ettikleri insanları etkilemek için âyetlerin metinlerini okudukları gibi, bilim çevrelerinden, yabancı dillerden kelimeler seçerek kitleler üzerinde bir dil sahtekarlığı meydana getirirler. 

 Cemaat ve tarikatlarda anlaşılır ve açık olmak nedense istenmez ve işin büyüsü bozulur kaygısı hakimdir. 

İşte Said Nursi ve F Gülen bu dil  sihirbazlığını kullanan en önemli şahsiyetlerdir.

Dolayısıyla Risâle-i Nur'un çetrefilli, zor, karmaşık ve  yabancı kelimelerden olması tabii olarak cemaat içinde bir imam, abi, abla  anlatıcı,  yönlendirici, müderris sınıfı meydana getirmiştir.

Bu imam ve hatip sınıfı Said Nursi ve F. Gülen'in kitaplarından seçtikleri pasajları hikmetli edalarla sanki vahiy okuyarak Kur'an cahili  şakirtlere  sunarlar. 

Şimdi bakın sanki gayb bilgisi Said Nursi'nin yanındaymış  gibi, şöyle  diyor :

"Risâle-i Nur'un şehit kahramanı Hafız Ali adlı şakirt ölürken meleklere Risâlelerle cevap verdi"

 (Şualar- 259; Asa-yı- Musa- 78) 

Sen onun şehit olduğunu ve meleklere Risâlelerle cevap verdiğini nereden biliyorsun!

 Bu apaçık bir yalan değil mi? Fetö'nün lideri F Gülen beddua etmeyi hocası Said Nursi'den  öğrenmiştir. 

 Diyor ki: "Risâle-i Nur'a bozguncu diyenin dili kurusun" 

(Şualar- 285)

 "Bana hiddet edildi,  bende hiddet ettim, kapıları kapansın" dedim, kapıları kapandı"

( Şualar- 302)

Said Nursi bedduasının Allah indinde kabul edileceğine o kadar emin ki, aynen şöyle diyor:

"Hatta bu defa bana beş vecihle  kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın planıyla bana ihanet eden o malum adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünkü mesele şaşaalandığı (yayıldığı) için doğrudan doğruya avamı nas (cahil insanlar)  bana makam verip harika bir keramet sayabilirler diye dedim. "Ya Rabbi! Bunu islah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri (keramet şeklinde)  bir sürette olmasın"

( Emirdağ Lahikası-1,75 )

Yukarıda görüldüğü gibi, Said Nursi, düşmanlarına nasıl ceza verileceğinin talimatını Allah'a vermekten utanmıyor. 

 Fetö, takiyeyi Said Nursi'den öğrenmiştir. 

 Said Nursi talebelerine aynen şu talimatı veriyor.

"Kardeşlerim çok dikkat ve ihtiyar dediniz sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz.

Mümkün olduğu kadar müsamahakârâne davranınız,  enaniyetlerine dokunmayınız, bid'at  taraftarı da olsa ilişmeyiniz.  Karşımızda dehşetli zındıka varken mubtedilerle  uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerekir.

 Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalar rastgelirseniz, mümkün olduğu kadar münazara ( tartışma) kapısını açmayınız.

İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların  elinde bir senet ( dayanak-delil) olur.  İstanbul'da ihtiyar hoca'nın ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. 

Elden geldiği kadar Risâle-i Nur lehine çevirmeye çalışınız"

(Emirdağ Lahikası- 1, 133)

Yukarıdaki cümleler Said Nursi'nin dürüst olmadığını açık olarak  gösteriyor. 

Said Nursi şuurlu hocalardan korktuğu kadar Allah'tan korkmayan bir adamdır.

Şakirtlerine "Kur'an'ı bilen hocalara karşı takiyye yapmalarını" tavsiye ediyor.

Çünkü hurafelerinin Kur'an  karşısında hiçbir hükümlerinin  olmadığını gayet iyi biliyor. 

Madem kendine ve  eserine o kadar güveniyorsun, neden munazaradan kaçıyorsun.  

Birde Kur'an ehli muvahhidler hakkında Said Nursi'nin, "enaniyetlerine dokunmayınız" ve "bid'at taraftarı..." demesi yokmu, insan hayretler içinde kalıyor.

 HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR?

 (42. YAZI )

Kendi kutsallarını en büyük rehber, Kur'an'ı oyun, eğlence, rahatlama, stres atma ve müzik ziyafeti yapanlar, ümmetin içine düştüğü kaos ve kargaşanın  baş müsebbibidirler.

Cehalet, şirk, ilkellik, taklitçilik, yalan, dolan, aklı ve ilmi devre dışı bırakma hep bu zihniyetin alametleridir. 

Bu Ehli sünnet mensupları tarih boyunca kendileri dışında herkesi, bütün ümmetleri, kendileri gibi düşünmeyen din mensuplarını, başka mezheplere bağlı olanları, özellikle Kur'an ehli muvahhidleri, diğer kültürlere sahip milletleri kafir ve cehennemlik ilan etmişlerdir. Halbuki Ehli Sünnet'in kendi tarihinde Kur'an, ilim, fazilet, güzel ahlak, takva ve ihlas görülmüş değildir. 

Her zaman kan, vahşet, zorbalık, zulüm ve adaletsizlik hakim olmuştur. 

Ehli Sünnet'in mezhepleri uzun zaman birbirlerine hakaret etmiş, birbirlerini tekfir etmiş, birbirlerini katletmişlerdir. 

Elbette Rahman ve Rahim olan Allah'ın kitabıda dinide gayet kolay ve anlaşılır, çok açık, hem de mezheplerin sandığından çok daha sadedir. 

uydurulmuş anonim ilahların ve evliyanın şirk dini ise zorluk ve kurallarla doludur.

Bağlam ve bütünlüğü bulunmayan, hiç bir sisteme sahip olmayan Ehli Sünnet'in karışık dininde her ilahın ve evliyanın kattığı, her mezhep aliminin eklediği bir iman ve  ibadet vardır. 

Mesela: Mezheplerin tarif ettiği dinde bir karı kocanın nasıl bir hayat yaşamalarının ideal olduğunu kısaltarak anlatmaya çalışalım.

Allah Resulü'nün adına uydurulan binlerce hadise göre Bu karı- kocanın sabahtan akşama kadar bazı işlerinde gözetmeleri gereken sünnet, müstehap, mübah, sevap, helal, haram ve mekruhların neler olduğunu örnekler vererek mezheplerin uydurma şirk dinine göre ideal  yaşam tarzını ortaya koyalım. 

Böylece Kur'an'ın kolay dini ile ilahların ve evliyanın şirk dininin detaycı farkını kavrayalım.

Mezhepçi bey'le mezhepçi hanım hadis ve fıkıh kitaplarında var olan şekliyle uyandıklarında sağ ayak ile yataklarından kalkmalıdırlar. 

Hayırlı işler sağ, hayırsız işler sol ayakla yapılır. 

Tuvalete sol ayakla girilir. 

Tuvalete başı kapalı girmek sevaptır. 

Tuvaletteyken konuşulmaz, eğer biri tuvaletin dışından soru sorarsa bu manasebetsize cevap vermemek daha sevaptır. 

Eğer çiftimizden biri yıkanacaksa, en azından belinde peştemalle yıkanması gerekir. 

Çünkü kişi tek başına tuvaletteyken bile avret yerini kapalı tutması sünnettir. 

Kıbleye, güneş'e, Ay'a karşı def'i hacet yapılması haram ya da mekruhtur.

Her ne kadar insanlar görmüyorsa da, melekler insanları görür, meleklerden utanmak lazımdır. Yıkanırken önce sağ omuza, sonra sol domuza su dökmek gibi kurallara uyulmalı ve kitaplarda yıkanma ile alakalı yazıların Arapça duaları ezberlenip okunmalıdır. 

Kimi mezheplere göre zinhar dişe dolgu yapılırsa boy abdesti olmaz, kişi cenabet gezmiş olur. 

Bu yüzden dişin çürümesi, komple dişi çektirip dişsiz kalmayı veya çıkmalı takma dişler taktırmak gerektirecektir. 

Çıkmalı dişler boy abdesti alırken çıkarılıp bunların altı ıslatılmalıdır, yoksa kişi cenabet gezmeye devam eder.

Cenabet olarak gezmek ve bir şey yemek- içmek haramdır. 

Namaz kılınacaksa sarık sarmak icap eder, aman dikkat yetmiş kat sevap kaçırılmamalıdır.

Sarığın yedi metre olması daha uygundur. 

Giyilecek elbiseler yeşil siyah ve beyaz olmalıdır. 

Sarı veya kırmızı elbise giymek mekruhtur. 

Eşler yemeği yer sofrasında yemeli, sonradan çıkma masa tipi uyduruk şeylerde yememelidir.

Yer sofrasında sağ ayak dikilir, sol ayak alta alınıp oturulur. 

Yemekte çatal kaşık gibi aletlerden kaçınılmalıdır. 

En sevap yemek şekli üç parmakla olanıdır. 

Baş, işaret ve orta parmak ile yemek yenmelidir. 

Yemeğe tuz ile başlamak sevaptır. Yemekte su içilirse üç nefeste içilmeye gayret edilmelidir. 

Yemek kesinlikle sağ elle yenilmelidir. 

Sol elle yemek yiyenler şeytanları doyurmuş olurlar. 

Yemek bitince üç parmak, baş parmaktan ortancaya kadar yalanır buda sünnettir. 

Böyle sünnetleri kaçırmamak lazımdır. 

Aynaya bakmak sünnettir. 

Erkek aynaya bakıp sakalının bir tutamı geçip geçmediğini kontrol etmeli, sakalı bir tutamı geçerse kesmelidir.

Erkeğin gözüne sürme çekmesi, saçlarını yağlayıp ortadan ayırması çok sevap olan sünnetlerdendir. Kadın saçını uzatmalı kesinlikle kesmemelidir. 

Kadınların kaşlarını aldırması çok büyük günahtır. 

Kadın mahremi olmadan dışarı çıkamaz. 

Kadın için en iyisi dışarı çıkmayıp evde oturmak iyi olan harekettir. Radyo dinlemek çok tehlikelidir. Müzik, telli sazlar, hele ki kadın sesi haramdır.

Bu saymış olduklarımızın dışında yapılacak olan zikirler, tesbihatlar, salavatı şerifeler, cevşenler, mevlid törenleri, kırklık ayinler, türbe ziyaretleri, namazlardaki ritüeller, cevşen okumaları, tarikat ve cemaat sohbetleri ve daha bir sürü uygulamalar vardır ki bu ilahların ve evliyanın şirk dinini yaşamak gerçekten çok müşkül bir hadisedir. Halbuki yüce Allah, Resulullah (aleyhisselâm'ı) bu zorlukları kaldırmak ve insanları özgür kılmak için göndermiştir. 

 Yüce Allah  Kur'an'da şöyle buyuruyor. "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi ve  Nebi olan Resul'e tâbi olanlar  var ya, işte o Resul onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyler helal, habis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir..."

( Araf- 157)

26 Ekim 2020 Pazartesi

 MUSTAFA ÖZTÜRK'ÜN DİN ANLAYIŞI 

Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, vahyin kendi içinde bulunan çözümü, Nebi ile Resul'ün  arasında bulunan farklar bilinmeyince,  Cuma suresinin beşinci  âyetinin hükmü tahakkuk  ediyor. 

Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen muvahhidler  hakkındaki Mustafa Öztürk'ün cehalet ve akılsızlık dolu hezeyanlarına şahit oldum. 

Böyle saçma sapan bir konuşmayı ancak cübbeli Ahmet gibilerinden  duyabilirsiniz. 

 Turgay Güler'in sıra dışı programına konuk olarak katılan Mustafa Öztürk, baştan sona kadar hatalı, Nebi adına iftira, tam bir mugalata olan şu konuşmasını kelimesi kelimesine yazarak sizin anlayışınıza sunuyorum. 

Turgay Güler soruyor.

"Ama şunu konuşalım:

 "Nesi varmış ille de Kur'an, illede Kur'an demenin" diye bir eleştiri var!

 Öztürk cevap veriyor.

"Ben Kur'an İslam'ı söyleminin Müslümanların başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden,  musibetlerden biri olduğu kanaatindeyim" 

Turgay Güler soruyor.

 "Mustafa Öztürk! Kur'an'a karşı mı geliyorsun? 

Öztürk cevap veriyor.

"Ben sadece ve sadece "din Kur'an'dan ibarettir" sözüne karşıyım.

 Niye karşıyım? Bunun usulü, metodolojik sıkıntıları var!

 Hafızayı resetlemesi, sıfırlaması riski var! "peygamber efendimizin" misyonunu, konumunu bertaraf etme riski var!

Turgay Güler "Bravo"

 Öztürk: Var da var!

 Turgay Güler: "Muşahhas örnekler üzerinden gidelim hocam"

 Bu ne demek?

 Öztürk: Söyleyeyim, şimdi Kur'an islam'ı  diyoruz.

 Kur'an'dan öğrenelim İslam'ı değil mi?

 Çok çarpıcı bir örnek vereyim!

 İslam dünyasında kaç çeşit mezhep var?

 Onlarca var.

 Siz hiç bir mezhebin bugüne kadar Kur'an'ı Kerim'den kendisine âyet bulma sıkıntısına tanık oldunuz mu?

 Güler: yok.

 Öztürk: Siz diyorsunuz "kadere inanmıyorum" getirip 15 ayet koyuyorsunuz.

 Ben de diyorum: İnsanın  özgür iradesine inanmıyorum, hep kadere inanıyorum, bende getirip 30 âyet koyuyorum"

 Bir tanesi ortayol diye hem inanıyorum, hem de inanmıyorum, o da buluyor.

 Bakın Şia'nın yanında (âyet) var, Ehl-i Sünnet'inde var.

 Turgay Güler:"İsa gelecek diyende âyet buluyor,  İsa gelmeyecek diyen de ayet buluyor. 

Mehdi gelecek diyen de âyet buluyor,  gelmeyecek diyen da âyet buluyor"

 Öztürk: Biraz önce onu söyledim sevgili kardeşim!

Bir lafız (Kur'an)önümüzde iniş bağlamı  kaybolmuş gitmiş,  tarihte kalmış, önümüzde cansız kuru bir metin (Kur'an) halinde duruyor! Turgay Güler: Şimdi bu "cansız mı" dedi, diyecekler.

 Öztürk: O zeki kardeşlerimiz! hemen "Kur'an'a cansız" dedi, diyecekler.

 Şimdi kelimeye istediğiniz operasyonu çekiyorsunuz!

 Nasıl çekiyorsunuz?

 Kur'an suskun! eli kolu bağlı! sizin insafınıza  kalmış!

 "Benim kelimenin anlamı öyle değil" size oradan cevap veremiyor!

 Elinizin önünde, açıyorsunuz sözlüğü, sizi rahatsız eden anlam hangisi ise onu siliyorsunuz.

 Kelimeden o sözlük marifetiyle hoşunuza giden, bağlama düşen, bugün sizin kitlenizi memnun edecek anlamı buluyorsunuz, bu bunu kastetti diyorsunuz.

 Bunun adına tahrif deniyor arkadaşlar!

 Bu kitap zembille boşluğa ineydi,  tarihten  yalıtık olarak orta yerde,  gökyüzünde şöyle  sallanır bir vaziyette "peygamber efendimize" de, bize de, aynı eşit mesafede, uzaklıkta olaydı böyle bir yetkimiz olabilirdi.

 Yani herkes aynı anda eş zamanlı olarak bundan anladığını anlasın, yorumlasın!

 Öyle değil, 23 senelik yaşanmış ve "peygamber efendimizin" rehberliğinde uygulanmış, ilk anlamını da orada bulmuş,

orada anlaşılmış ve orada hayata taşınmış bir metin var.

 Bu metnin üzerinden o kadar yorum tortuları oluştu ki, bu eklenen  yorumlarda hep masumâne anlama çabası yorumları değil, Müslümanlar birbirleriyle kavga ettiler, gırtlak gırtlağa girdiler.

Herkes pozisyonunu tahkim etmek, referansını  da dine dayandırmak için, "bu âyet benim pozisyonumu haklı kılıyor" diye bir âyet öne sürdü.

 Öbürü  dedi ki: Hayır! benim halife adayım daha haklıydı, bak bu ayet, işte Şia,

 Sünni, bitmeyen 1440 senedir, neredeyse bir kavga, bir ihtilaf, herkes  Kur'an üzerinden kendini refere ediyor. 

Arkadaşlar! Sonra, tarihte felsefi, kelami içerikli yığınla sorunumuz oluştu.

 Kabir azabından girin, sırat köprüsünden çıkın,  hepsine dair binbir çeşit yorum varmı?

Yorum var!

 Peki siz bu kadar tarihsel tortu taşıyan, anlam yüklemeleri yapılmış bir metnin 1440 küsür sene sonra,

hem de içine doğduğunuz, dünyanın kültürel çocuğu olduğunuz halde, nasıl kalkar da İslam'ın, Kur'an'ın metninin  doğru anlamını ben tespit ettim diyorsunuz.

"Her zaman söylerim, siz aynı dille yazıldığı halde, bugünkü konuştuğunuz dille yazıldığı halde 1938'de basılan, tamamlanan Türkçe Elmalı tefsirini okuyup anlayamıyorsunuz da, Arapça falan değil,

 Türkçesi, siz hangi hakla, hangi dirayetle  ben bu Kur'an'ın 1400 sene önceki anlamının ne kastettiğini veyahut bana ne söylediğini açarım, hem de bazen

 Arap dilini bilmeye gerek yok, mealinden anlarım ve hükmünü de oradan oluştururum,  istediğim gibi de konuşurum.

 Böyle bir cehaletin başka bir varyantı yok zannediyorum.

 Bu düpedüz diz boyu cehalettir.

 Turgay Güler: Şimdi buna bir âyet delil  getiriyorlar.

 Öztürk: Neymiş o?

 Güler: Diyorlar ki: "Biz bu Kur'an'ı sizin için indirdik, nasıldı  âyet!

"Kur'an'ı sizin için indirdik, işte okuyup anlayasınız diye, değil mi?

Böyle bir âyet değil mi?

Mustafa Öztürk: "Yani İnné nahnu nezzelnazzikra" var.

 "Kur'an'ı biz indirdik, biz koruyacağız" var.

 Ama şu var!

 "Litübeyyine linnési" "insanlara açıklayasın" veya aslında şu âyet  üzerinde gidiyorlar.

"Biz öğüt alsınlar diye insanlara bu Kur'an'ı çok kolaylaştırdık, yok mu bundan öğüt alan"

 Şimdi bu âyeti kerimeyi şöyle anlıyorlar herhalde bizim bu arkadaşlarımız!

 Yani kur'an basit! hemen ilk bakışta ne dediği  evet öyle anlaşılır, anlaşılır.

 Ama neyi kastettiğini  bir izah edin!

 Arkadaşlar!

Ey insanlar!

 Bu Cenab-ı Hakk'ın bu mesajını sizden temel talepleri itibarıyla ne dediği gayet açık ve seçik değil mi?

 Niçin işi yokuşa sürüyorsunuz?

Bu anlamda ben sürekli söylüyorum.

 Kuran'ı anlamanın bu anlamda sorunumuz  yok!

 Bizim bilgi fazlalığımız var!

 Ben bunu defalarca söylemiştim.

 Nedir bilgi fazlalığımız?

 Yani mümin olmanın köşe taşları itibarıyla, ne tefsire hacet var, ne yeniden dönüp dönüp Kur'an okumaya var!

 "Ben sürekli Kur'an anlaması için uğraşıyorum" diyen adam, yani bu Bakara  kıssası var ya,  Yahudilerin bu inek sarı mı olsun?

 Yok çifte sürülmüş mi olsun?

 Yok boynuzlu mu olsun?

 Sürekli yapmamak için Kur'an'ı anlamama için uğraşılır ya!

Ya anlaşılmış kardeşim! 

Yani Kur'an'ı Kerim'in Müslüman olmaktan talep ettiği şeyler, sağ duyulu bir ortalama insanın bile anlayabileceği basitlikte,

açıklıkta ki şeyler.

Ama bizim burada bahis konusu ettiğimiz şeyler, bu anlamda anlama değil, bunu, bu Kur'an'ı kolay anlaşılır kıldığı, ya tefsir âlimi  olmak için sadece elinize bir meal almak yeterlidir, diye anlıyor.

 Arkadaşlar! Ya ben diş hekimliği yaparım, İktisat işiyle uğraşıyorum, ama akşam da gelip Kur'an üzerinden istediğim hükmü çıkarırım ve  istediğim şeyi söylerim gibi bir yetki.

 Arkadaşlar!

Böyle bir şey yok!

 Allah aşkına! ya size herhangi bir alanda, bir fırıncıya dahi o işte ehil  olan bir insana dahi  "ekmek böyle yapılmaz" deme cesareti göstermezken, simitçiye böyle bir ifadesineye çekmeye kendimize  yedirmezken, ya edepsizlik böyle şey olur mu ya!

 Adamın işine karışılır mı?

 Yani bu niye böyle bir anonim meslek gibi algılanıyor?

 Arkadaşlar! Bunun indiği bir gün varsa, indiği bir zaman varsa, indirildiği bir dil varsa, indirildiği vasatta  bir kültürel yapı varsa, orada tarihi bir tecrübe yaşanmışlık varsa, buraya tamamen bigane kalarak,

sırf bu kitap bize de geldi diye, oradan tamamen kopuk,

"peygamber efendimizi" adeta refüze ederek, sahabenin yaşanmışlığını refuze ederek, sadece lafız  üzerinden, 

âyet şunu dediyse,  siz hah  bizi kastetti  diyerek oturup böyle bir yorum, böyle bir şey olabilir mi ya!

Ya Protestanlıkta bile böyle  bir versiyonu yok,  Allah için!

 Turgay Güler: Sonra böyle bir anlayışla  namaz niyaz da gider!

 Öztürk: Gider, gider!

Güler: Sonra böyle bir anlayışla namaz,  niyaz da  gider.

 Öztürk: Gider, gider!

 Güler: Abdest nasıl alınır?

Kuran'da var mı?

 Öztürk: Abdest nasıl alınır, Kuran'da var.

 Ama namazın şekli, şemaili, biçimi falan yok! Böyle genel kavramlar var.

"Verkau maarrakiin" "Ruku din"

(Mustafa Öztürk'ün Arapçasını okuduğu cümlenin manası "rükü edin" değil, (rükü edenlerle beraber rükü edin" demektir)

Öztürk:  Emin olun rükü kelimesinin delaletini, medlülünü, fiili düzeyde  gelenek üzerinden bize tevarus etmeseydi,

 muhtemelen birisi diyecekti ki: "böyle eğilmek değil, amuda kalkmaktır" diye de sözlükten anlam bulabilirsiniz!

Bakmayın siz şimdi, zaten  Kur'an'da yazıyor,

 o Kuran'da yazıyor, Kur'an'da namaz yazıyor. Gelenekten hazır bilgisinin karşılıklarını orada benzeterek buluyor.

 Gelenek diye bir hafızası olmazsa ne rükünün rükü olduğunu anlayabilir, ne secdenin  secde olduğunu anlayabilir.

 Niye?

 Şimdi bir secdeyi, namaz secdesini  böyle ediyoruz, değil mi?

 Peki, Yusuf'a kardeşleri, annesi,  babası secde ettiler, anlamı ne?

 Onlar da böyle eğildiler mi! secdeye mi gittiler.  Turgay Güler: Hııım,

 Öztürk: O hangi secde?

 Veyahut yeryüzünde bitkiler, ağaçlar, taşlar hepsi Allah'a secde eder.

 Sen, hiç ağacın kalkıp da sabahleyin, böyle senin gibi eğilip de  secdeye kapandığını gördün mü?

Ha demek ki her secde, o bizim namazda yaptığımız secde olarak kullanılmıyor.

 Ama şimdi sorarsan efendiye!

 Kur'an'da secde kelimesi var, namazında nasıl kılınacağını biliyoruz.

 Sen onu bilmiyorsun!

 Sen onu gelenekten tevarüs ediyorsun, sonra da geleneğe sırtını dönüp, yeni icat yapmış gibi, ben buldum diyorsun.

 Kesinlikle ayıp ediyorsun!

 Haydi secdeyi de buldun! namazın rekat'lı  olduğunu nereden öğrendin?

 Turgay Güler: "Kaç rekat?

 Öztürk: Yani secdeli olduğunu, rekat'lı  olduğunu Kur'an'dan çıkardınız.

 Peki rekatlı bir şey olduğunu nereden  öğrendiğiniz?

 Hint alt kıtasındaki ehli Kur'an ekolü daha tutarlı davranmış, o Fatır  suresinin başında meleklerin genellikle kanatlı oluşu ile ilişkilendirilen ayetlerle ilgili diyorlar ki:

"Aptallar" diyorlar,

 "Burada meleklerin kanatlarından falan bahsetmiyor, namazın rekatından bahsediyor" deyip, 

Kur'an'da nerede bir "üç rakamı, dört  rakamı" bulurlarsa ondan da rekat yapıyorlar.

Buna da amenna!

 Peki namazın  rekat'lı olduğu nereden çıktı? Burda bakın, bu geleneğe karşı yapılmış son derece ilkesiz bir tutum!

 Ben bir daha söylüyorum!

 Şimdi burada yönetmen arkadaş arada geldi, dedi ki: "Hocam dedi: "Hadisler (Allah Resulü'nden)  150 sene sonra ortaya çıkmış, yazılmış.

 Arkadaşım!

Dedim ki: Ben tek tek hadis rivayetinden bahsetmiyorum, yaşayarak gelen, Cuma namazı diye bir şeye hiç fasıla verildiğini gördünüz mü?

 Peki yeniden cuma namazı icat etmenin ne alemi var?

 Siz bu cuma namazının biçimini, şeklini, şemalini, edasını  iki rekat oluşunu, vesairini "ize nudiye" ordan mı çıkardınız?

 Orada cuma namazı da yazmıyor.

 "Toplanma günü Allah'ın zikrine koşun" diyor. Ben de diyebilirim ki: Allah'ın zikri Allah Allah demektir.

 Buyurun size Kur'an!

 Niye biz böyle Cuma günü öğle namazında gidip toplanıyoruz?

 imam hutbeye çıkıyor. 

Hutbe nerede yazıyor?

 Kur'an'da iki rekat olduğu nerede yazıyor?

 Nasıl eda  edileceği nerede yazıyor?

 İşte yaşayan sünnet dediğin şey budur!

 Biz bunu Peygamber efendimize borçluyuz! Ben bir daha söylüyorum!

 Müslümanlar en çok peygamber efendimize şükran borçludur!

 Büyük bir laf oldu şimdi değil mi?

 Niye?

 Kur'an'ı Kerim'le buluşmamıza vesile olan odur da onun için!

 O getirdi, "Bu Kur'an'dır" dedi.

 "Allah'ın kelamıdır" dedi.

 Biz onun sayesinde Kur'an'a ulaştık!

 Siz burayı tamamen refuze ediyorsunuz!

 Kalkıp Kur'an'ı onun

elinden çekiyorsunuz, kendinizin malı gibi temellük edip, istediğiniz gibi üzerinde at oynatıyorsunuz!

 Turgay Güler: Burada şirazeyi kaybedip, "her birimiz "peygamber" sayılırız" diyenler var

 ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI:

(3.YAZI)

"Tanrı, iradesini  hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır.

 Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar"

(Giordano Bruno)

HULUL İNANCININ EN ÖNEMLİ ÖNCÜLERİNDEN OLAN

 BEYAZİD'I BESTAMİ'NİN ŞİRK  SAPIKLIĞI:

 "Kendimi tenzih ederim, şânım ne yücedir" "Cübbemin içinde Allah'tan başkası değildir" "Benim sancağın Muhammed'in sancağından  büyüktür"

"Çadırımı arşın hizasında kurdum"

 ABDÜLKERİM EL-CİLİ'NİN  SAPIKLIĞI:

El-cili,

 "Kendisiyle Allah'ın aynı isim ve sıfatlara sahip olduğunu, dünya ve ahiret gününün mâliki de kendisinin olduğunu söyleyerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve kendine yeterli olduğunu, kimseden hiçbir nimet istemediğini,

çünkü nimetleri kendisinin verdiğini" iddia etmektedir.

 El-cili,

"Halkın rabbi ve efendisi benim, bütün âlem isim, zâtım  onun müsemmasıdır.

Mülk  benimdir.  Melekût benim dokumam ve sanatımdır.

Gayb ve ceberrut benimdir ve benden meydana gelmiştir" demiştir.

(El- insanul kâmil, 1-19, 20- kahire, 13/ 6 h) 

CELALEDDİN-İ RUMİ'NİN İNANCI:

Hulul inancının  ağa babalarından olan  Celaleddin-i Rumi mesnevisini  Kur'an'ı Mübin'e eşdeğer  tutarak eseri  hakkında aynen  şunları söylemektedir.

"Bu Mesnevi kitabıdır. O,  ulaşma ve kesin bilme  sırlarını açıklamada dinin asıllarının asıllarının asıllarının asıllarıdır.

 O, Allah'ın en büyük fıkhıdır.  (Din bilgisidir )Allah'ın en aydınlık yoludur ve Allah'ın en açık delilidir.

 "Işığının hali,  içinde kandil bulunan kandillik gibidir. Kerem sahibi ve salih yazıcıların elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkasının ona  dokunmasını men eder.

 Âlemlerin rabbinden indirilmedir. Batıl ona önünden ve arkasından gelmez. Allah onu gözetir ve korur. O en iyi koruyucudur"

( Mevlana Celaleddin-i Rumi Mesnevi, Yeni Şafak kültür hizmeti- cilt- 1, sayfa 36- hazırlayan Pr. Dr. Adnan karaismailoğlu- Ulus- Ankara)

 Celaleddin-i Rumi mesnevisi için sarfettiği bu cümleleri Yüce Allah âyetlerde Kur'an'ı Mübin için kullanmıştır.

( Nur- 35; Hakka- 50; Bakara- 26; Yunus- 57 ; Abese- 11- 12; Vakıa- 79- 80; Fussilet- 42) 

Celaleddin-i Rumi Divan'ı Kebirinde hulul  inancına bağlı bir müşrik olduğunu gösteren yüzlerce şiirinden bir tanesi şöyledir.

O (Ali)  sefa ehlinin vücut güneşidir.

O açıklayıcı İmam, hakkın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır. Ali'den ayrı değildir.

Çünkü o haktan hakla görülmüştür. Onun toprağı birlik alemidir.

Allah'ın ilminden maksat Ali'dir. Her şey fanidir. Fakat can yanar, hakkın hikmetini Ali'den  başkası bilmez. 

Yaratıkları yaratan zat gibi bakidir. İbtidasız  evvel o idi sonsuz âhirde o odur.

 Resullere yardım eden o idi.

Velilerin gören gözü de  hakikaten odur. O yüzünün gizli parıltısından bir güneş yarattı. O hak iledir.

Hak onda görülür. O hak ile ebedidir. Allah'ın isimleri onda belirdi"

( Divan'ı Kebir- Milli Eğitim Bakanlığı, cilt 1, sayfa 35)

MUHYİDDİN'İ  ARABİ'NİN SAPIKLIKLARI:

"O (Allah) bana hamd eder, ben ona hamd ederim. O, bana kulluk eder ben de ona kulluk ederim"

 İbni Arabi'nin Nuh (a.s) ile ilgili

"Eğer Nuh, tesbih ile tenzihi cemetse, kavmini de  bunlara  davet etseydi,  bu ikisi konusunda ona kesinlikle olumlu cevap verirlerdi (imana gelirlerdi)

Fakat o, onları açık bir şekilde tesbihe  çağırdı,  sonra gizlice tenzihe davet etti"  gibi karmaşık sözleri muvahhidler tarafından  küfür olarak kabul edilmiştir.

Daha Muhyiddin'i Arabi'nin Allah elçilerine bunun gibi  birçok saldırıları vardır.

 Muhyiddin'i Arabi Allah Resulü ile ilgili bölümde diyor ki,

 "İnanan kimse inandığı şeyi över, sena  eder,  ona bağlanır.

 Kendisine inanılan ilâha yapılan övgü,  aslında bizzat  kişinin kendisine övgüdür.  Bu bakımdan o kimse başkasının inancını ya da inandığını kötülememelidir"

 "Âlemin işlerini tedvir  konusunda benim velayetimle  ilgili olarak, bu yazdıklarımla hak  beni durdurmuş değildir.

Tâki  bana, benim Muhammed'i velayetinin hatemi (sonuncusu) olduğumu da bildirilmiştir"

 YUNUS EMRE'NİN İNANCI:

Yunus Emre bağlı olduğu hulul inancını  bir şiirinde şu şekilde dile getirmiştir.

"İnsanlar, cinler, periler, devler hepsi benim hükmüm, emrim  altındadır. Tahtımı yeller  götürmüş olsa da Hz Süleyman'ın mührü benim elimdedir.

 İnsanları doğru yoldan çıkaran, azdıran şeytan ve doğru yoldan çıkarak azan  Adem de kim  oluyorlar?

 İyi işleri de kötü işleri de yaptıran  hakikatte benim.

 Herkese her yerde benim hükmüm geçer.

(S- 178)

 Hululiyyet inancını en net olarak ortaya koyduğu şiirlerinden bir tanesi şudur. "Nebi  gökyüzüne çıkıp mirac'ı  gerçekleştirdiği zaman onunla beraber bulunan benim,

Nebi'nin  yanında olan ve sofrasında oturan, yakınları ile çıplak ve samimi sohbet eden gene benim.

Sabır etmeyi ve kanaati hoş gören,  kırıklarla olan ve kırk  kişiyle tek bir gömleğe  kanaat eden gene benim.

 Hem halife Ömer'e  adalet işlerinde yardım ettim, hem de oğluyla günah işleyip cezaya çarpıldım.

Hristiyan bir dilber uğruna dinini değiştiren Abdurrezzak beni kendisine yoldaş etti. "Allah benim" diyen Hallacı Mansur ile birlikte asılan benim.

Musa Nebi  ile çok görüştüm, çok konuştum. İsa Nebi  ile göklere çıkan benim.

Adımı Yunus diye taktım. Sırrımı âleme açıkladım.

Bundan sonra da dilde söylenen benim. Ben öyle bir sultanım ki kadimden ( Ezelden) başlayıp sonsuza kadar hükmüm sürecektir.

Benim zevalim yoktur.

 Gene yedi iklime hükmeden, insanlara hükmedip  onları diri tutan sultan gene benim. Yer yüzünü yaratan, üzerine gök kubbeyi oturtan,

büyük denizleri ve dalgaları meydana getiren ben olduğum gibi, tufanı meydana getiren ve  Nuh Nebi  ile ailesini tufan felaketinden kurtaran da benim.

 Dur emrini ve verince göklere, gökler hemen  durdu ve benim istediğim gibi karar kıldı.  Dünyaya yüz bin  çeşit insanı getirip gönderen de gene benim.

Yusuf Nebi  ile kuyuya inen, erzak almak için Mısır'a gelen kardeşlerinin terazilerini altın dolduran, hepsini zengin eden Mısır'ın sultanı benim.

 Dervişlerle derviş olan, onlarla aynı safta duran ben olduğum gibi, sofularla el bağlayıp ibadet eden o merhamet sahibi, o rahman olan merhametli varlık da benim.

 Ben kaf dağı'ndan kaf dağı'na kadar her tarafa hükmederim.

Devler ancak benim emrinde olup bu emrin dışına çıkamazlar.

Rüzgarlara binerek seyran eden bu mülkün Süleyman'ı da benim. Bunları diyen Yunus değildir.

 Bunları söyleyen sadece kudret dilidir.

 Benim ilk (Ezel) ve son (Ebed)  olduğuma inanayan kafir olsun"

( Yunus Emre Divanı- Sağlam Yayınevi- Murat Sertoğlu, sayfa 193- 194)

Said Nursi'nin Risale'i Nur Külliyatında hurafe, uydurma, yalan, Nebi (a.s) a  bir çok iftira  ve açık şirk mevcuttur.

Risale'i Nur Külliyatında bulunan sapık inanç ve fikirlerden bir kaçı şöyledir.

Said Nursi diyor ki:

"Ehl-i keşifçe vâki olmuş latif bir manevi tasarruf vakıası :

"Hazreti Mevlana(Hâlidi Bağdadi)  Hindistan'dan tarik-i Nakşiyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi(Nakşiliğin Bağdad kolu) Şah-ı  Geylani'nin(ks) ba'del-memat ( ölümünden sonra ) hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi.

 "Hz. Mevlana'nın (k.s)manen tasarrufu, bidayeten cayı kabul görmedi.

 Şah-ı Nakşibent ile İmam-ı Rabbani'nin ruhaniyetleri (Ruhları) Bağdat'a gelip Şah-ı Geylani'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki,

"Mevlana Halid senin evladındır, kabul et" Şah-ı  Geylani,  onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Hâlidi  kabul etmiş,  ondan sonra Mevlana Halid birden parlamış"

 Yani Said Nursi'ye göre,

"Hâlidi Bağdadi Hindistan'dan Nakşibendi tarikatını Bağdat'a getirdiği zaman,  insanların kararları ve dini hayatları üzerinde  aynen ölümünden önce olduğu gibi ölümünden sonra da Abdulkadir Geylani tasarrufunda idi.

 Bağdat'a gelen Mevlana Hâlid insanlar arasında pek ilgi görmedi.

  Said Nursi'ye göre bunun sebebi "Bağdat halkının üzerinde  hâlâ tasarrufu devam eden Abdulkadir Geylani buna müsaade etmemesi idi.

 Yani ölü olan Abdulkadir Geylani insanların Mevlana Hâlide gitmelerini engelledi.

 Çünkü onların üzerinde onları yönlendirecek bir  tasarrufa sahipti.

 Said Nursi devamla diyor ki,

"Bunun üzerine Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbani'nin ruhaniyetleri(ruhları)Bağdat'a Şah-ı  Geylani'nin ziyaretine giderek rica etmişler,  "Mevlana Halid (Bağdadi) senin evladındır,  onu kabul et"

 Şah-ı Geylani onların İltimaslarını ( aracı olmalarını)  kabul ederek Mevlana Hâlidi kabul etmiştir"

 Ondan sonra Mevlana Hâlid birden parlamış.

SAİD NURSİ'DEN  BİR HURAFE DAHA

 "Bir zaman, Hazretleri Gavs-ı Azam (k.s) Şah-ı Geylani'nin, terbiyesinde nazdar ve ihtiyare  bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş.

 O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor.

 O riyazattan zaafiyetiyle,  validesinin şefkatini celb etmiş.

 Ona acımış.

 Sonra Hazreti Gavs-ın  yanına şekva(şikayet)  için gitmiş.

 Bakmış ki, Hazreti Gavs kızartılmış tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş! "Ya Üstad!  Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"

 Hazreti Gavs tavuğa demiş "kum biiznillah" "Allah'ın izniyle kalk"

o pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kapından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazreti Gavs gibi 

keramât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın kerameti olarak, manevi tevatürle nakledilmiş"

SAİD NURSİ VE ŞAKİRTLERİNE GÖRE RİSALE'İ NUR'DA HİÇ BİR HATA YOKTUR.

"Kimin haddi var ki, risalelerin birine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın, veyahut bir cümlesini tenkid etsin,

veyahut bir kelimesini hatta bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun"

( Barla Lahikası 194, yedinci  mektuptan, Hüsrev,  üstadının kendi hakkında  hiddetini zannedip, bir meseleye dair, müteessir yazdığı mektuptan bir fıkradır)

 (Talebesi Ahmet Hüsrev risalelerde bulunan hurafelerden rahatsızlığını bir mektupla Said Nursi'ye bildirir.

 Said Nursi buna çok şiddetli bir şekilde  öfkelenir.

 Bunun üzerine Ahmet Hüsrev hakikatten  çark  ederek özür mahiyetinde olan yukarıdaki satırları Said Nursi'ye gönderir)

 Ahmet Hüsrev Arapça ve Osmanlıca hat sanatı iyi olan bir hafızdır.

Kur'an'ı ve Risale'i Nur Külliyatının tümünü elle yazmıştır.

Fakat ne yazık ki  Kur'an'ın zerresini anlamamıştır.

Said Nursi,  kendini Allah'ın resülü, eserini de bir vahiy gibi görerek  yalan, hurafe  ve uydurmalarını eleştirenleri tehdit ederek aynen şöyle söylüyor.

"Bize ilişenler âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi, dünyada dâhi bir kısmı çabuk çarpılır"

(Emirdağ Lahikası, s,494)