29 Haziran 2022 Çarşamba

CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ(4.YAZI)İstisnasız hiçbir cemaat ve tarikat  lider ve şeyhinin günah işlediğini veya hata ettiğini hiçbir zaman  kabul etmez.Bu durumu İhlas içindeki abiler takımına sorduğumda onlar Enver Ören'e zerre toz kondurmuyorlardı. Hele bir tanesine somut bir veri gösterince bana aynen şunları söylemişti:"Enver Abi'ye büyü yaptılar demek"Evet cemaat anlayışına göre Enver Ören'in yanlış yapması ya da günah işlemesi bile ancak büyü ile mümkün olabilirdi, zira Ören günahlardan münezzehti.Bu bakış sadece İhlas'ta değil bütün cemaatlerde aynıdır.Yine bir ara İstanbul'da İhlas Holding'de cemaatin önde gelenlerinden biri güya beni  etkilemek için şunları anlattı:"Enver abimiz o kadar mübarek bir zattır ki, bütün akşam namazlarını Mekke'de, yatsıyı Medine'de, sabah namazını da Mescid'i Aksa'da kılarlar. Gülerek sözünü şöyle kestim:-Dün akşam bir istisnası oldu galiba, zira  Gülben Ergen ile beraberdiler.-Tevbe de Sabahattin BeyYahu dur telaşlanma... Enver Bey'le dün randevum vardı. Akşam ezanı okunmadan özel kaleminde beklemeye başladım. Kim var içeride diye sordum. Gülben Ergen'le programı  için toplantı yapıyor dediler. Yatsı ezanı okunana kadar görüşmeleri devam etti.Onun için Enver Abi akşam namazını Mekke'de kılamadı zira toplantıdaydı. -Ruhaniyetleri oraya gitmiştir.Gerçekten de Türkiye'deki bütün cemaatlerde durum budur. Hangi cemaate ve tarikata giderseniz gidin şeyhleri Allah'ın ya da Allah Resulü'nün  yeryüzündeki acenteleridir ve hepsi kanatlıdır, yani uçarlar. Cemaat analizlerinde altı çizilmesi gereken husus bu yapıların sadece dini değil sosyal bir örgütlenme olduklarıdır.Şehirleşme ile beraber kırsal kesimden göçen muhafazakar halk İşte bu cemaat örgütlenmesi ile oluşturduğu klanlarla ayakta durur ve değerlerini o şekilde muhafaza eder. Kız alıp vermelerden ticarete kadar pek çok şey kendi aralarındadır. Tekrar İhlas'a dönersek, ameliyat sonrası iyileşmemle beraber zaten gönlümden çıkardığım TGRT ile Türkiye gazetesinden istifa ettim ki o kurumda dilekçe vererek ayrılan ilk isim bendim.İstifam sonrasında veda etmek için Enver  Bey'in Sarıyer'deki evine gittim. Ve  tam üç saat ben konuştum o dinledi. Burada yazamayacağım her şeyi ama her şeyi yüzüne söyledim ve tevbe et dedim. Enver Bey hiç unutmam"Benim için anlatılan pek çok şey yalan, inanma" deyince şahit olduğum birkaç hadiseyi kendisine aktardım; bir tanesini buradan nakledeyim. Bir gün yine TV programı için Ankara'dan İstanbul'a giderken uçakta hemşerim olan Nurol Holding'in  patronu Oğuz Çarmıklı ile karşılaştım. Oğuz bey hayrola deyince "Program için gidiyorum" dedim. Program sonrası buluşalım diye ısrar edince tamam dedim ve o gece İstanbul'un barlarına yelken açtık. Güzel bir barda kamuoyunda tanınan ünlü hanımlarla sohbet ederken Oğuz Bey beni "TGRT" den diye tanıtınca bir tanesi "Enver Abi, Enver Abi onu özledim" demeye başladı. Bunu söyleyen hanıma "Enver Bey'i nereden tanıyorsun?" deyince ünlü üç isim birden kıkırdamaya başladılar. Dahası bir tanesi "Ayol biz TGRT toplantılarını Enver abi ile buralarda yani barlarda yapardık" demez mi!.. Tersleyince, "inanmıyorsun ama ben şimdi bile onunla konuşurum" dedi. "Gecenin saat üçünde Enver Bey seninle mi konuşacak. Hadi oradan!" dedim."Ayol adam gece uyumuyor" diyen sarışın, telefonunun tuşlarına bastı ve şunları söyledi: "Uyandırdın mı yoksa sizi?" Ve telefonu kulağıma dayadı. Evet telefondaki Enver Ören'di ve sesin ona ait olduğunu yıllardır telefonla onunla en çok konuşanlardan biri olarak en iyi ben bilirdim.Bütün bunlarla beraber, Enver Ören kendisinin yüzde yüz Allah tarafından seçilmiş olduğuna inanır ve her hareketinin ilahi olduğunu düşünürdü. Bir gün yine buna benzer bir şey söylediğinde araya girip şaka ile "Seda Sayan'ın elini tutmak da ilahi bir emir mi? diye sorunca şöyle bir karşılık aldım:"Sana hiç açık vermeye gelmiyor. Anında çakıyorsun. Ama senin bu açıksözlülüğünü seviyorum. Mertsin ve arkamdan değil yüzüme karşı söylüyorsun"Tarikat ya da cemaat önderlerinindeki bu kendine aşık haller yani narsist tezahürler rol gereği değildir. Gerçekten öyle olduklarına  inanıyorlardı... Bütün cemaat müritleri önderlerini hâşâ Allah'ın vekili gördüğünden ve öyle davrandıklarından olsa gerek, şeyh'lerde bir süre sonra gerçekten öyle olduklarını düşünürlerdi. Başka bir ifadeyle cemaat önderlerinin etrafının gazlamaları ile ruh halleri bozuluyor,  uçuşa  geçiyorlardı. Enver Ören çok zeki bir insandı. Öyle olmasa zaten biyoloji öğretmenliğinden oralara tırmanamazdı.Bir gün kendisine,-Enver abi haram diye kadının elini  sıkmıyorsunuz, evinizde harem- selamlık var ama maşallah önünüze çıkan bütün güzel hanımları kucaklıyorsunuz. Cevap:  Sabahattin, Holding'deki  hanımlar benim için cariye hükmündedir."Nasıl" diye sorunca devam etti:- İaşesini  sağladığın hanım sana dinen haram sayılmaz.- Peki nikah o zaman niye var?Bas parayı ya da ver maaşı oldu bitti mi yani? ----Cariye diyorum. Eş demiyorum. Cariyelerde nikah aranmaz.- Peki cariye olmak için gayrimüslim olmak gerekmiyor mu?- O da var ama esas olan nafakasını sağlamaktır.-Enver abi bunun bir yerde söylemeyin.Hem siz hem İslam zarar görür.(Takkeli Firavunlar- s. 128, 129, 130,131)

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(248. YAZI)Necm Süresi 62 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla"CİBRİL" MELEK Mİ, VAHİY Mİ? Yahudi rivayetlerini ve Hristiyan ictihadlarını yani İsrailiyattan intikal eden yanlış algıları düzelten vahiy, “Cibril” olmaktan çıkarılmış, geleneğin algıladığı kanatlı büyük bir melek “Cebrail” olmuştur. Kur'an'da bir çok detay bulunurken, hiçbir yerinde “Cibril vahiy meleğidir” şeklinde bir âyet bulunmaz. Bu inanç, Şii ve Sünni din adamları tarafından rivayetler ve ictihadlar kanalıyla Yahudi ve Hıristiyanlardan getirildi. Halbuki Kur’an’ın, "Cibril" anlayışı, tahrif olan tevhid sistemini “onaran" anlamındadır. Yani vahyin bir özelliğidir.Aslında Kur'an'ın kavramları insanlara bir aydınlıktır. İnsanlığı geliştirmek için ileriye dönük kavramlardır.Fakat ilk dönem muhaddis ve müctehidlerin dar anlayışları bu kavramların kararmasına sebep olmuştur. "Cibril" kavramı melek değil, vahiy'dir. Aslında "Cibril" Kur'an'ı indirmemiştir, Allah indirmiştir. Vahyini indirmede yüce Allah hiç kimseye ihtiyaç duymaz. Kur'an, hiçbir âyetinde Cibril'in “nebi" ve "resüllere"vahiy indirdiğini” söylemez!Cebr: Güç, kuvvet kullanmak. El: O gücün sahibi, İlâh. Yani; “İlah’ın onaran gücü vahiy” anlamındadır. Bize geldiği kök itibariyle “kudretli ilâh” anlamında, İbranice dilinde “Gabriel”dir.Fakat sonradan yahudiler rivayetlerinde vahyin bir özelliği olan "cibril'i" (büyük melek) anlamında kullanır olmuşlardır. Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri de Yahudilerden aldıkları bu anlamı yine rivayetler yoluyla kutsal kabul ettikleri kaynaklarına sokarak Kur'an’ın ortaya koymak istediği anlamı tahrif etmişlerdir. "Kutsal Ruh" melek değil, bozulmuşu tamir eden "Cibril" dir. Yani "vahiy" olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an'da bir çok kavram "Allah, vahiy ve Resül" bağlamında kullanılır. (Ruhu'l Kudus, nur, hak, kerim, aziz) gibi. Dolayısıyla Bakara 97.âyette geçen Cibril; “melek” değil, tahrif olan önceki vahyi tamir eden Allah’ın ruhu olan vahiy'dir.Bir başka değişle, Allah’ın toplumu onaran mesajlarıdır. Böylece "cibril" vahiy indiren değil, inen oluyor. "Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ruhu'l Emin uyarıcılardan olasın diye apaçık Arap dili ile senin kalbine inmiştir" (Şuara-193,194,195)194.âyette bulunan kelime" nezele bihi ruhu'l emin" dir. Yani (Ruhu'l emin onunla indi) anlamındadır. Bakara-197.âyette geçen “Allah’ın izni” deyimi; “kendisinin koyduğu yasaya tabi olarak” anlamındadır. Burada ilk bakışta “Kur'an'ı Allah’ın izniyle cibril indirmiştir” gibi bir algı doğabilir. Bu yanlış algıya sebep olan “izin” kelimesidir. Oysa “Allah’ın izni” ifadesi trafik polisinin vatandaşa izin vermesi, yada bir öğretmenin talebesine izin vermesi gibi bir izin anlamında değildir. Buradaki (insanın insana karşı) “izni”nde bir talep karşısında “isteğin yerine getirilmesi” durumu vardır. Fakat âyetlerde geçen "Allah’ın izni" ifadesi “yasası gereği” diye anlaşılmalıdır. Cibril yada Kur'an Allahtan “inmek ve indirmek izni” istememiştir ki Allah izin versin. Dileyen zaten Allah’ın kendisidir. "Kendi izniyle; kendi yasaları dahilinde demektir. Kur'an’da on’dan fazla yerde bu ifade geçer. Konumuzla ilgili Mâide 16.âyet şöyledir:Rızasına uyanları Allah onunla selâmet yollarına eriştirir, onları İZNİ ile zulümattan nûra çıkarır ve onları sırat'ı müstakime (dosdoğru bir yola) hidayet eder. “Allah’ın kendisine iznin” kendisi tarafından koyulan yasalara uymak olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu âyette geçen"hi" “o” zamiri diğer birçok âyette olduğu gibi, kendisini yani yüce Allah'ı işaret eder, bir meleği işaret etmez. 98.âyette “Kim Cibril’e düşmansa” buyruluyor. Burada herkesin anlayabildiği ve inancına meydan okuduğu için düşman olabileceği bir cibril (onarıcı vahiy) vardır. İnsan bir şeyi görmeden, onu duymadan ve ona muhatap olmadan niye düşman olsun?Ona düşman olması için onun inancına, geleneklerine ve menfaatine saldırmsı gerekir.İşte bu yüzden de inen’dir. Ateistler dahil, hiç kimse meleklere düşman olmaz. Meleklere düşman olunacak bir sebep yoktur, ama vahye düşman olunacak sebep çoktur.Yani 98. âyette kastedilen "düşman" "melek" "Cebrail" değil, "vahiy" Cibril’dir. O kendisine düşman olan Yahudileri, Hristiyanları, Şiileri ve Sünnileri ilgilendiren “yasa”dır. Yanlış anlaşılmasın söz konusu gruplardan maksat insanları İslam'dan uzaklaştıran din adamlarıdır.Yoksa Kur'an'ın ümmilere karşı bir düşmanlığı yoktur. Bakara 98.âyette orjinal ifadeyle bir de "Mikéle" kelimesi eklenmiştir. Şia ve Ehl-i Sünnet'te "mikail" meleği olarak tahrif edilen bu kelime Kur'an’da yalnız bu âyette geçmektedir. Ümmi insanlara öğretilen, "yağmur ve kar yağdıran, rüzgârları estiren yani doğa olaylarını düzenleyen" meleğin adıdır.Oysa Kur'an'da yani orijinalinde "Mikail" geçmez. Yani “Mikéle” kelimesine, aynen cibril’de olduğu gibi “iyl” eki gelmemiştir. Kuran’da “Mikéle” geçer.Bu uydurma işlem anlamın değişmesine sebep olur. Kur'an’da var olan mikéle’yi, mikâil’e çevirirseniz sadece kavramları tahrif edersiniz. Yani Kur'an'ı anlamada hava almış olursunuz.Bunun düşmanlıkla ne ilgisi var? Bir insan "mikâle"ye niye düşman olsun?Sizin aklınız yokmu? Oysa biz orjinal anlamı olan “büyük reis” kavramını verirsek, Kur'an’ın bahsettiği “düşman olmak” deyimi, yerine oturur. İşte o zaman Yahudilerin ve benzerlerinin “neden” düşman olduklarını anlayabiliriz. Yine İbranice’den gelen ve 98. âyette geçen "mikéle" kelimesi; “büyük reis ” anlamına gelmektedir. Tevratta "miké" Nebi anlatımı mevcuttur. Kur'an’da geçen “mikéle” ifadesi, son Nebi ve Nübüvvete bağlı son Resül olan Muhammed(a.s) ın bir niteliği olduğu açıktır. Bu âyet Allah Resülüne düşmanlık eden yahudileri uyarmak için nazil olmuştur.Onların dilinden konuşulmaktadır. Onların düşmanlıkları Allah ve Resul’üne idi. İşte bu yüzden hurafe inançlarını ve kötü ahlaklarını deşifre eden "Cibril’e" (vahye) ve "mikéle’ye" (Resül'e) düşman oldukları bildirilmektedir. "Cibril" ve Mikél" ifadelerinin Yahudiler bağlamında kullanılması, Yahudilerin bunları biliyor olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü Mekke'de inen sürelerde Cibril ve Mikél kavramları geçmez. Zaten 99. âyette geçen “biz sana apaçık âyetler indirdik” cümlesi de cibril’in "toplumu onarıcı vahiy" olduğunu, mikéle’nin de "vahiy temsilcisi yaşayan Resul" olduğunu ispatlamaktadır. Bir çok kavram gibi "cibril’in "cebrail’e" dönüştürülmesi, Kur'an'ı anlaşılmaz bir metin haline getirmiştir.Kur'an'da “Cibril” kelimesi üç yerde geçmektedir. (Bakara-97,98; Tahrim-4)Tahrim süresi 4. âyette"...Onun (Nebi'nin) mevlâsı ancak Allah’tır, Cibril'dir (vahiy), müminlerin salih olanları ve bunların ardından melekler de ona destektir" buyruluyor. Şimdi bu âyette Nebi'ye yardımcı olanlar sayılırken,"vahiy" olan "Cibril’in" sayılmaması ne kadar büyük bir eksiklik olurdu. Bu âyette geçen “Cibril”in bir olay karşısında, ona hemen yardımcı olan Rabbimizin direk bildirdiği vahyin olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla Allah'ın izniyle Nebi(a.s) için en büyük ve en önemli destek vahiy'di.Bu âyette bulunan "Cibril’in" melek olmadığına başka bir delil de; “Meleklerin” de Nebi'ye yardımcı olduklarını söylemesidir. Eğer Cibril bir melek olsaydı, bu âyette Cibril'i andıktan sonra bir de “melekler” diyerek tekrar yapmaması gerekirdi. Meallerin çoğunda Cibril kelimesi geçmediği halde parantez içinde “(Cebrail)” yazılması doğru değildir. Mesela: Tekvir süresi 19-25 âyetlerini incelediğimizde; Resülün Muhammed (a.s) olduğunu, vahyi aynen tebliğ ettiğini ve itaat edilen olduğunu görüyoruz: "Şüphesiz o (Kur'an) kerim, kuvvetli ve Arş'ın sahibi indinde mekin, kendisine itaat edilen bir Resül'dür. (Tekvir-19/21)“Şüphesiz o çok kerim bir Resul sözüdür“ âyetindeki "hu" (o) zamiri, vahyi/Kur'an'ı göstermektedir. Yani âyette bulunan “Resül sözü”, elçilik yapanın kendisine ait sözler değildir.Onu Resül olarak gönderen otoriteye ait sözlerdir. Söz konusu Resül, son vahyin sahibi olan Muhammed(a.s) dır.Resülün “Cebrail” olduğu şeklindeki ifadeler doğru değildir. “Resül sözü” ile kastedilen de vahiy'dir.Vahiy Resülün dilinde hayat buluyor.Resül olmadan vahiy, din, iman, İslam diye bir şey olmaz. Yüce Allah, Nebi ve Resüllere arada hiç bir aracı olmadan vahiy indirmiştir. Necm Süresi 1-) Necm’e (bölüm bölüm açığa çıkararak hakkı anlatana) yemin olsun ki,2-) Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı ne de yanıldı! 3-)(Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) (O Resül) hevasından konuşmaz!(Bu konuşma normal hayatta ticaret yaparken veya hanımlarıyla yaptığı konuşma değil, Resul’ün görevli olduğu vahyi (Kur'an'ı) insanlara bildirme konuşmasıdır. Çünkü Mekke müşrikleri Resül (a.s) a iftira ederek vahyi uydurduğunu söylüyorlardı) 4-) O (okuduğu) yalnızca (kendisine) vahyedilen vahiy'dir. (Yani kendisine yüce Allah’ın vahyettiği vahiyden başka bir şey değildirKur'an'ı önemsemeyen, onun anlaşılmasını engelleyen, onun yerine uydurulmuş dine tâbi olan mukallit mezhepçilerin en önemli argümanlarından ve Kur'an'dan kaçış bahanelerinden biri de yukarıda bulunan Necm Süresi 3.ve 4. âyetleridir.Şia ve Ehli Sünnet'in din adamları bu iki âyeti şu şekilde anlamışlar."Allah Resulü (aleyhisselam) ın hadisleri de birer vahiy'dir!!Çünkü o hevasından konuşmaz. Dolayısıyla ondan rivayet edilen bütün hadisler de Kur'an gibi Allah'tan gelmiş vahiy gibi kabul edilmeleri gerekiyor. Onları kabul etmeyen Resulüllâhı reddetmiş olacağından dolayı dinden çıkmış olur!!"CEVAP:Peki, Necm suresi 3.ve 4.âyetleri Kur'an'ın bağlamına göre hangi anlama geliyor.Daha önceki yazılarımızda Ehli Sünnet ve Şia din adamlarının Kur'an'dan hiçbir şey anlamadıklarını yazmıştık.Hatta Şia ve Ehli Sünnet din adamları Yahudi ve Hristiyan din adamlarından daha bozuk bir din oluşturduklarını da sürekli olarak söylüyoruz. Şia ve Ehli Sünnet din adamları Kur'an'da manasını bozmadıkları bir kavram bırakmadılar.Şimdi Ehli Sünnet ve Şii âlimlerinin şu karanlık üstüne karanlık cehaletlerine bir göz atalım.Necm süresinin ilk âyetlerinde geçen, "O, kendi hevasına göre nutuk atmaz (konuşmaz) onun bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir" mealindeki âyetler delil gösterilerek, Resul (a.s) dan asırlar sonra onun adına iftira edilen hadislerin de vahiy olduğu nasıl iddia edilebilir?Oysa bu âyetlerde "vahiy" olduğu bildirilen sözlerNebi (Aleyhisselam) den sonra onun adına iftira edilen sözleri (hadisleri) değil, Resul'ün okuduğu, onun dilinde hayat bulan yani Allah'tan gelen âyetlerdir.Yani onun Allah'tan getirdiği Kur'an âyetleridir, Allah tarafından indirilen vahiydir. Bu kadar basit ve kolay anlaşılması gereken âyetler nasıl başka bir şekle sokulup çarpıtılır? Olay şudur: Mekke müşrikleri iftira ederek Nebi (a.s) ın, Resul olarak okuduğu sözlerin Allah'ın âyetleri (Allah'tan aldığı vahiy'ler) olmadığını ve bunları kendisinin uydurduğunu yani kendi (heva ve hevesi ile söylediğini) iddia ettiler.İşte Mekke müşriklerinin bu iddiaları ile alakalı bu âyetlere benzer bir çok âyet nazil olmuştur.Mesela:"Yoksa, "Onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu" mu diyorlar?De ki:Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi yardıma çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on süre getirin"(Hud-13)"Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?De ki :Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da hep beraber onun benzeri bir süre getirin."(Yunus-38)İşte müşriklerin bu iddialarına cevap olarak Necm suresinin ilgili on beş âyeti nazil olmuştur.Şimdi Şia ve ehli Sünnet âlimlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını anladınız mı?Ehl-i Sünnet ve Şia dini, insanın düşünmesini engelleyen, aklı dumura uğratan, statik, durağan iki batıl dindir. Akıllı ve bir mümin elinden geldiği kadar inancını, aklını, zihnini Ehli Sünnet ve Şia'nın karanlık dininden korumaya çalışır.) 5-) O’na kuvvetleri şiddetli olan (Allah) talim etti!(Allahtan daha şiddetli kim olabilir?)Müfessir ve mealcilerin bu âyete (Cebrail) demeleri büyük bir hatadır. Çünkü herşeyi vahiy'le öğreten yüce Allah'tır. Resülüne Kur'an'ı öğretmeye gelince neden bir aracı kullansın? Yüce Allah şöyle buyuruyor.“Rahman, Kur'an'ı öğretti” (Rahman-1,2)Necm 5.âyette bahsedilen fail, yüce Allah'tır. 6-) O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hale geldi) (“zû mirratin” "kuvvet, akıl, güç olduğunu kabul edersek;“Kendisine o vahyi gönderen güç, kuvvetleri şiddetli, olağanüstü bir akla sahip olan Allah öğretti” demek mümkündür. Bu özellikleri Cebrail'e! vermek, Allah’a olan övgüyü başkasına yakıştırmak olur. Olağanüstü akla sahip olan kim? Bir melek! mi yoksa gökleri ve yeri ince ayar ve hassas denge ile mühteşem bir uyum içinde yaratan Allah mı?"Kuvvetleri şiddetli olan kim?Allah'ın izni (yasası) olmadan hiçbir şey üretemeyen bir melek mi yoksa sonsuz bir güce sahip olan yüce Allah mı?Öyleyse (vahyini Resul’ün kalbine indirmek için) kendini Resul’üne (bu konuda ve o anda) fark ettiren kim oluyor?Bu âyette ikinci bir saptırma ise, yine rivayetlerin etkisinde kalarak “festeva” kelimesini bir insan hareketi olan “doğruldu” kelimesiyle çevirmek olmuştur. Oysa burda kastedilen “kudretiyle hakimiyet kurmuş olan” anlamına gelmektedir.Bu da yüce Allah'ı ifade eder. “istiva” kelimesi kullanılırken, “O Rahman ki arşın üzerine istiva etmiştir"(Tâhâ-5) buyrulmuştur. Yani kudret ve kuvvetiyle onu hakimiyeti altına almıştır” anlamına gelmektedir.)7-) O, ufuk-u âlâ (tüm dışsallığı kaplamış - âfakta) olduğu halde!(Bunun cebrail olması mümkün değildir. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse arşa hükmedemez.)8-) Sonra yaklaştı, tedelli etti. (Müfessir ve müctehidler yaklaşanı insan gibi tasavvur edip “cebrail” demişler. Oysa yaklaşan Kutsal-Ruh olan vahyin ta kendisiydi. Zaten bu âyetlerin konusu yüce Allahtan indirilen vahyin Resul’üne nasıl ulaştığı ile alâkalıdır. Eğer Cebrail diye bir varlık aracılık edip ulaştırsa idi, mutlaka adı bu âyetlerde geçerdi) 9-) İki yayın birleşimi (kâb-e kavseyn) veya edné (daha da alçak bir mekan) oldu!(Bu ifade Resülü Muhammed (a.s) la manevi yani simgesel bir yakınlaşma anlamına gelmektedir.)10-) Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti. (Emin olun, bu âyet, bütün cebrail hikayelerini tek başına yıkmaya yeterlidir. Bu âyet, tam olarak taşı gediğine koyuyor, her şeyi yerli yerine oturtuyor, anlatılmak istenenleri mükemmel bir şekilde hulasa ediyor. Kendisine vahyedilen Muhammed (a.s) Cebrail’in kulu olamayacağına göre; gelen vahiy direk yüce Allah’tandır.) Lütfen şimdi dikkat edelim. 11-) Füad gördüğünü yalanlamadı! (Bu âyette “Görme” işleminin faili “gönül”dür yani fuad olarak gösteriliyor. Dolayısıyla bu âyete göre Allah Resul’ü (a.s) Melek Cebrail’i değil, “inen vahyi” “gönül gözüyle” görmüş ve onu yalanlamamıştır yani ona iman etmiştir. Biraz aklımızı kullanalım. Zira âyetler Cebrail’den değil, hep vahiyden bahsetmektedir.)12-) Gördüğü hakkında onunla tartışıyor musunuz?(Yüce Allah, Resülünün Cebraili mi, vahyi mi yada Allah'ı mı gördü tartışmalarına noktayı koyuyor. 10. ve 11. âyetler “Vahyi gönül gözü ile gördü”ğünü açıkça söyledikten sonra 12. âyetin gelmesi muhteşem oldu. Çünkü âyetler, Cebraili değil, inenin vahiy olduğunu açık olarak ortaya koyuyorlar.) 13-) Andolsun ki onu bir daha gördü 14-) Sidret-ül Mümteha yanında. 15-) Cennet-ül Me’va da Onun (Sidret-ül Mümteha’nın) yanındadır!(Sidratu'l Münteha ve Cennetu'l Me'va o günkü Mekke'de yaşayan herkesin bildiği, vahyin ilk geldiği yerleşim yerleridir) 16-) O an ki, Sidre’yi bürüyen bürüyordu. 17-) Basarı (basireti) ne kaydı ne de haddi aştı. 18-) Andolsun ki Rabbinin âyetlerinden (işaretlerinden) en büyüğünü gördü! (Resul’ün kalp gözü ile gördüğü elbette ki; inen vahiydi!Şimdi de dört âyette geçen “Ruhul-Kudüs”ün, “Mukaddes -Ruh” un "noksan sıfatlardan uzak" anlamında “Allah’ın ilmi” olduğunu Kur'an'dan görelim.)Üç âyette (Bakara-87, 253; Mâide-110) yüce Allah'ın, Ruhu'l Kudüs ile İsa (a.s) ı güçlendirdiği yer almaktadır. "... Meryemoğlu İsa’ya da beyyinâtı (açık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs ile destekledik..." (Bakara-87) Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları bu âyette İsa (a.s) ı bir Resül olarak, yüce Allah’ın onu vahiy'le güçlendirdiğini anlayamadaklarından dolayı konu ile hiç alâkası olmayan "Cebrail’i" araya monte ediyorlar. Böylece anlatımdaki edebi sanat, hikmet ve vahyin diriltici gücünü yok ediyorlar.Yahudilere “Vahiy'le ona destek verdik” demesi, O’nun da bir Resül olduğunun göstergesidir, ona iman edin" anlamına gelmektedir. Konumuz olan Bakara 87. âyetinin son cümlesinden de "kutsal ruhun" cebrail olmadığı, Resulullahın Allahtan aldığı ruhu/vahyi getirdiği anlaşılmaktadır:“... Fakat her ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirmişse, ...”İsa(a.s) neyi getirmiş?"kutsal ruhu" Yani Allah’ın vahyini. Böylece konunun cebrail olmadığını anlıyoruz. “... Meryemoğlu İsa'ya beyyinâtı (apaçık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs (Allah’ın vahyi-kutsal ruh) ile güçlendirdik. ...”Bu âyetteki Allah’ın ilmi olan kutsal ruh’a, Kuran’da geçmediği halde (yanlış ve alâkasız bir yorum olan) “cebrail”i ekliyorlar. “Apaçık kanıtlar”ın yanında “Allah’ın vahyi” mi uygun olur yoksa Cebrail mi uygun düşer. Şia ve Ehl-i Sünnet'in din adamları nazarları apaçık vahiyden, görünmez olan Cebrail’e dönderip konuyu anlaşılmaz kılıyorlar. ".. Hani sani Rûhü’l-Kudüs ile desteklemiştim... "(Bakara; 253)Bu âyette de yüce Allah İsa(a.s) ı güvenilir bilgi” olan vahi'yle destek verdiğini söylemektedir.Ve âyetin altında bu bilgiden kaynaklanan mucizeleri yapması sıralanmıştır. Âyetin Cebrail ile alâkası yoktur. Allah’ın izni olan tabiat yasasıyla ve uyum içindeki vahiy'le alâkası vardır. Yine diğer çevirilerde olduğu gibi “Cebrail Meleği” çevirisi müminlerin hayatında zerre kadar bir etkiye sahip değildir. Aksine noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah'a bir yardımcı tayin ederek tevhid sistemi çökertikmeye çalışılıyor. İslam dininde melek olarak "Cebrail'in" hiç bir önemi ve misyonu bulunmamaktadır. Ama “kutsal ruh, saf bilgi, Allah'ın noksansız ilmi” yani “Allah’ın vahyi” çevirisi orjinaline de uygun olup, müminlerin hayatlarını vahiy'le güçlendiren ve etkileyen sonsuz bir moral gücü ve tükenmez bir motivasyon olmaktadır. Şuara süresi 193.âyette geçen Ruh-ul Emin'i “Emin Ruh”u da Cebrail’e çevirmişlerdir. Bu deyim sadece bu ayette geçmektedir. Bu âyette geçen “Ruh-ul Emin” ifadesini, Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin tamamı, “Cebrail” diye açıklamışlardır. Bu doğru değildir. Yahudi kültüründen mezhep kaynaklarına sokulmuş, üzerinde düşünüp hiçbir eleştiriye tabi tutmadan uydurma kitaplarında kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmiştir. “Ruhu'l Emin”in cebrail değil bizzat vahyin kendisi olduğunu ve ruhun'da bizzat Allah’ın kendi işi olduğunu Kur'an açıklar. Mesela: "Sana Ruh’tan sorarlar deki, ruh, Rabbimin emrindendir..." (İsra-85)(Bu âyette ne Cebrail’e en ufak bir işaret, ne de onu aracı kılma mevcut değildir)"Bununla güvene lâyık olan vahiy indi"Şuara-193)Ruh: Kadir- 4; Mü’min-15; Şura- 52, Nahl- 2, ve İsra 85 de doğrudan “vahiy” yada “vahyin kaynağı” anlamında kullanılır. Yüce Allah müminleri kendinden bir ruh ile desteklediğini açık olarak ortaya koymaktadır. (Mucadele-22)“Bu ifade Kur'an’da sadece bu pasajdaki Şuara- 193.âyette geçmektedir. Âyette bir sıfat tamlaması olarak ER-ruhu’l-Emîn şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhu’l-Emin” şeklinde telakki edilmekte ve böylece büyük bir yanlışlık yapılmaktadır. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, Şuara 193.âyeti “Onu Ruhu’l Emin (Cebrail) indirdi diye yanlış meallendirilmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, âyetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. âyetteki “O âlemlerin Rabbi’nin indirmesidir” ifadesi ile hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce âyetle çelişik hâle getirilmektedir. Âyetin metni “nezele” (indi) fiilinin geçişsiz [etken] olmasına rağmen, geçişli [edilgen] anlama gelecek şekilde "nezzele" “indirildi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Şuara 192.âyette “O (Kur'an) Rabbinin indirmesidir” deyip, 193.âyette, “(hayır) onu cebrail indirmiştir” denilir mi? Bu geniş bilgilendirmeden sonra âyetlerin mealini bir daha verelim."O, Ruh-ul Emin (güvenilir vahiy, sağlam bilgiler) apaçık Arapça bir lisan ile uyarıcılardan olasın diye senin kalbine indi" (Şuara-193,194,195)Şura 51. âyette de vahyin Cebrail tarafından indirilğini söylemez. Aslında Kur'an'ın hiçbir yerinde söylemez. Aksine Allah’ın, vahyi indirdiğini söyler. Direk vahiy'le olduktan sonra niye perde arkasından veya elçiyle bildirim göndermeye gerek olsun. Resulullah’ın direk kalbine vahyi göndermeyi bırakıp, kendine bu işi yapacak bir elçi bulundurması yüce Allah'a yakışmaz. Allah’ın beşerle konuşması:1-) Direk kalbine gönderdiği vahiy'le oluyor. Allah Resülüne vahyettiği gibi. 2-) Perde arkasından ses kulak aracılığıyla. Musa Aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi. 3-) Elçi göndererek(Şura-51)Âyette geçen üçüncü şık konuşma olan "resül gönderme" ise, Lut ve İbrahim (a.s) a gönderdiği elçiler olabildiği gibi, Zekeriyya (a.s) ı yollayarak Meryem'e mesajlarını iletmesi de olabilir. Sonuç olarak:"Cibril" kavramının Medeni sürelerde bulunması hem Ensar hemde Yahudiler tarafından bilindiğini gösteriyor. Daha önce söylediğimiz bir cümleyi tekrar edelim, "Sırat'ı Müstekim, Hak, Nur, Aziz, Kerim, Mübin kavramları gibi, Ruh, Cibril, Ruhu'l Emin, Ruhu'l Kudüs" kavramları, Cibril ile ilgili kavramlar değil, Yüce Allah'ın fiil ve sıfatları ile yani vahiy'le ilgili kavramlardır.

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (10. YAZI)Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak o da karşı mihneyi başlatmıştır.Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.Hadis ehl-i, Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek yasaklamıştır.Mu'tezile'nin yasaklanması aklı kullanma ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir."Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67) Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe gömmüştür."Son vahyin tarihinde bir Rönesans olabilecek aklı esas alan bu özgür hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.Sanki Kur'an, insana hidayeti göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız bir kitap durumuna düşürülmüştür.Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden mukallit bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır"(Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s.71)Dolayısıyla 861 yılından itibaren İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan Allah'ın değil, uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini açık olarak ortaya koymuştur.Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece onda aramalarını istemektedir.Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir. Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı hedef tahtasına oturtmuştur.Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların önüne geçmiştir.Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara itaat etme ve tâbi olma almıştır.Maalesef bu Kur'an'sız din ve zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğunun imanına ve vicdanına hakimdir. Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resülün mirası olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tebliğ ettiği vahiy'den başka bir şey değildi. Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış, Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil, muhatabı, araştırıcısı ve belirleyicisidir.Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın değer olduğu, aklı kullanmaya ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir. Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almadılar. Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır. Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma rivayetler almıştır. Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir irade ve egemenliğe sahiptir.İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan tutarsızlıkların sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin anlaşılamayacağı, sünnetin (hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(247. YAZI)Tur Süresi 49 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla 1,7-) Tûr'a yani kayıt altında korunmuş ve yayılmış bir verakta olan kitaba ve "Beyt-i Ma'mur"a, yani yükseltilmiş tavana (göğe), tutuşturulan denize andolsun ki, şüphesiz Rabbinin azabı mutlaka vukû bulacaktır.8-) Onu defedecek hiçbir şey yoktur.9-) O gün gök şiddetle sallanıp çalkalanır.10-) Dağlar yürüdükçe yürür.11,12-) İşte o gün, içine daldıkları (şirk) havuzunun içinde oynayıp (vahiy ve Resulü) yalanlayanlara veyl olsun! 13,14-) Cehennem ateşine itilip atılacakları gün onlara, "İşte bu yalanlamakta olduğunuz ateştir" denilir.15-) "Bu Kur'an mı bir sihirmiş, yoksa siz mi (hakkı) göremiyorsunuz?"16-) "Girin oraya, ister sabredin, ister sabretmeyin, sizin için birdir. Siz sadece amellerinizin karşılığı ile cezalandırılıyorsunuz.17,18-) Şüphesiz muttakiler Rablerinin, kendilerine verdiklerini alarak zevk ve mutluluk içinde cennetlerde yani nimetler içinde bulunurlar. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.19,20-) Onlara, "Dünya'da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için" denir. Biz, onlari, göz aydınlığı hurilerle eşleştireceğiz.21-) İman eden ve zürriyetleri de iman konusunda kendilerinin yoluna tâbi olanlar var ya, biz onların zürriyetlerini kendilerine ilhak ettik. Bununla beraber onların amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Her kişi kazandıklarının karşılığında bir rehindir.(Yani insanı kendi amelinden başka hiçbir şey kurtaramaz. Âyette mükemmel bir belağat ve icaz mevcuttur.) 22-) Onlara iştahlarının çektiği her türlü meyve ve etten bol bol sermiş olacağız.23-) Orada, (içilince) boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden ele ulaştırırlar.24-) (Kabuğunda) saklı inci gibi kendilerine özel gençler etraflarında tavaf ederler.25-) Birbirlerine mukabele ederek ("Ne güzellik yaptınız da bu nimetlere ulaştınız?" diye) sorarlar.26-) Derler ki: "Şüphesiz daha önce biz, ehlimiz içinde yaşarken (Allah'a isyandan) korkardık."27-) "Allah da bize minnet etti yani bizi iliklere işleyen zehirleyici azaptan korudu."28-) "Gerçekten biz bundan önce sadece O'na dua ediyorduk. Şüphesiz O, evet O Berr'dir, Rahîm'dir.("Berr, tehlike ve azaptan koruyan büyük erdem sahibi olan Allah demektir.)29-) (Ey Resûl!) O hâlde, sen (Kur'an ile) öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.30-) Yoksa onlar, "O bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz" mu diyorlar?31-) Onlara de ki: "Bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."32-) Yoksa onlara düşleri mi emrediyor, yoksa onlar taşkın bir kavim mi oldular?33-) Yoksa "O Kur'an'ı (Muhammed) kendisi söyledi" mi diyorlar? Hayır, (sırf kibir ve gururlarından dolayı) iman etmiyorlar.34-) Eğer (söylediklerinde) sâdik iseler, haydi onun gibi bir hadis getirsinler!35-) Yoksa onlar başka bir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcı kendileri mi?36-) Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, (hakka karşı) ikna olmuyorlar.37-) Yoksa, Rabbinin hazineleri onların indinde midir? Ya da zorbalık ve soytarılık mı yapıyorlar?38-) Yoksa onların, kendisi vasıtasıyla (ilâhî vahyi) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? (Eğer varsa) dinleyenleri, açık bir sultan getirsin!39-) Yoksa, kızlar O'na (Allah'a) da oğullar size mi?40-) Yoksa sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da onlar, (onu) ödemekten ağır bir yük altında mı kalmışlardır?41-)Yoksa, gayb onların indinde, onlar da (ondan mı) yazıyorlar?42-) Yoksa, bir tuzak (kurmak) mı istiyorlar? Asıl, kâfirler tuzağa düşecek olanlardır.43-) Yoksa, onların Allah'tan gayrı bir ilâhı mı var? Allah, onların şirk koştuklarından subhandır.44-) Gökten düşmekte olan parçalar görseler, "Bunlar, üst üste yığılmış bulutlardır" derler.45-) Artık sen (şoktan) bayıltılacakları günlerine mulâki olana kadar onları kendi hâllerine bırak.(Âyette geçen "yus'akûne" "bayıltılacakları" kelimesi, bazı kıraat imamları tarafından "yes'akune" "bayılacakları" olarak da okunmuştur.)46-) O gün tuzakları kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir ve kendilerine yardım da edilmeyecektir.47-) Şüphesiz zulmedenlere bundan başka bir azap daha var. Fakat onların çoğu bilmezler.48 -) Yani Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin, (gözetimimizin altındasın) kalktığında Rabbini hamd ile tespih et.49-) Ve gecenin bir kısmında yani yıldızların batışından sonra O'nu tesbih et.(Tur Süresinin Sonu)

28 Haziran 2022 Salı

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (11. YAZI)Kur'an'ın yanına sünnet adı altında uydurma rivayetlerin de dini delil olarak konulması yani hanif İslam'a karşı Şiilik ve Sünnilik inancı asırlardan beri aralıksız ve katı bir şekilde hakimiyetini devam ettirmektedir.Emevi ve Abbasi devletleriyle başlayan süreçte ilim sahibi olmadan iman sahibi olmanın yüceltilmesi ve aklın itibarsızlaştırılması, din adamlarını semirtirken, iman eden ümmi insanları perişan bir hayata mahkum etmiştir. İşin başlangıcında rivayetçiler sadece hadisçilerden oluşmakta iken siyasetin yönlendirmesi ile bu kervana fıkıhçılar da katılmıştır.Uydurma dinin tarihine baktığımızda rivayeçilerin dört sınıfa ayrıldığını görüyoruz.1-) Allah Resulü'nden direk olarak rivayet eden hadisçiler.Bunlar, Resülüllâhın ölümünden sonra Ebubekir ve Ömer devrinde hadis rivayetinden yasaklandıkları halde daha sonra rivayete başladılar.2-) Kadim Hint ve İran dinlerine bağlı tasavvufçular ise direk olarak yüce Allah'tan rivayet etmeye başladılar.3-) Hicri üçüncü asırda Kur'an cahili mukallitler imamlarından rivayete başladılar.4-) Dördüncü asırda kelamcılar mezhep imamlarından rivayette bulundular.Bütün bu Kur'an cahillerinin ortak özelliği:"Din akılla değil, nakille olur" hezeyanıdır.Tabi "nakil" derken kasdettikleri Allah'tan indirilen vahiy değil, uydurma rivayet ve imamların ictihatlarıdır.Yani onlara göre Kur'an'ı imamlardan başka hiç kimse anlamaz.Bu Kur'an, ilim, hikmet ve akıl düşmanlarına göre imamların içtihatları din ve hüküm olarak kıyamete kadar geçerlidir.Dolayısıyla mezhep imamlarının ictihadlarını ve ilimlerini öğrenmekle dinde her şey çözülmüş olacaktır.Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimlerine göre Kur'an'dan bağımsız olarak Nebi (a.s) da Allah ile beraber şeriat ve hüküm koyucudur.Yani uydurma dinin mensuplarına göre hadisler Kur'an'a eşittir ve hatta Kur'an'ın anlaşılması hadislere bağlıdır.Ehl-i Sünnet dininin meşhur âlimi Evzâi şöyle demiştir."Essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a egemendir"Bu küfür ve şirk olan sözün günümüzdeki karşılığı şu şekildedir."Hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından daha çok Kur'an hadislere ihtiyaç duyar"Emevi-Abbasi Devletleri döneminden günümüze kadar islam adı altında uydurma rivayet dinini hayata hakim kılan ve acımasızca uygulayan bu Kur'an cahilleridir.İşte bundan dolayı ümmi insanların Kur'an'ı anlamak için akıllarını kullanmalarına izin verilmemiş, hidayet bulmalarına engel olunmuştur. Nebi ile Resul arasında bulunan farkları anlamayan, zihin bunalıklığı içinde kalmaya mahkumdur.Mesala, Nisa süresi'nin 59. ve Ahzab suresi'nin 36. ve benzer âyetleri delil olarak gösteren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri,Allah Resulü'nden sonra onun Sünnet'ine (hadislere) uymanın farz olduğunu yani Sünnet'e uymanın Kur'an'a uymak gibi gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir.Elmalılı Hamdi Yazır da Nur süresi'nin 52. âyetinin tefsirinde Resul'e itaatin "Allah Resul'ünün Sünnet'ine ittiba" olduğunu ileri sürmüştür.(Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak dini Kur'an dili 5. cilt, 3533) Aslında Muhammed ( a.s) ın Kur'an'dan bağımsız olarak ikinci bir otorite olduğunu ortaya koyan bu şirk anlayış, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında genel kabul görmüştür.Özellikle mezhep önderi Şafi'i, fıkıh usulunu, "Hadislere dayanarak din ve hüküm olarak" koyan şahsiyettir.Şafi'i, şeriatın kaynaklarını, dört temele oturtmuştur."Kitap, (Kur'an) Sünnet (hadisler), icma ve kıyas.Halbuki dinin tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an'dır.Kur'an'dan başka kaynağın olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.Daha Resul (a.s) hayatta iken indirilen vahiy ile din Allah tarafından tamamlanmıştır.(Mâide-3; En'am-115) Dolayısıyla Allah Resulü'nden sonra özellikle Emevi ve Abbasilerle başlayan süreçte Şia ve Ehl-i Sünnet'in oluşturduğu hadis ve sünnet algısı islam milletini tam bir cehalet, ihtilaf, taklit, kaos ve kargaşa ortamına sokmuştur. Şia ve Ehl-i Sünnet'in hadis ve sünnet konusundaki yanılgılarının temelinde Nebi ile Resul'ün arasındaki bulunan farkları anlamamaları dolayısıyla Allah ve Resulü'nü ayrı ayrı otorite olarak kabul etmeleri yatmaktadır.Rahmân ve Rahim olan Allah'ın emirlerini bize Resulü bildirmektedir.Yani vahiy Resulün dilinde hayat bulmaktadır. "Resul'e itaat, Allah'a itaattir"(Nisa-80)Ehl-i Sünnet'in önderlerinden olan Şafi'i, Nebi (a.s) ın "Allah'a itaat ile birlikte zikredilen Resul'e itaatin" Nebi'nin kendi düşünce ve tedbiri ile verdiği kararları kapsayıp kapsamadığı sorununu hiç araştırma konusu yapmamıştır. Eğer "Resul'e itaat" emri onun kendi düşüncesi ile vermiş olduğu kararları da kapsıyor olsaydı, Kur'an'a aykırı düşen bazı kararlarının ardından yüce Allah, Nebi'yi tenkit etmez, ona bu kararlardan dönmesini emretmezdi.(Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67,68) Bu çerçevede örnek olarak "Nebi ( a.s) ın Bedir esirleri konusundaki kararı ile müşrik akrabalarına dua ve istiğfarını" vermek mümkündür.Dolayısıyla Allah ile Resulü'nün arasını ayırmanın lânetlik bir günah olduğunu Kur'an ortaya koymaktadır.(Nisa-150)İnsanların Resulü devreden çıkararak Allah'tan emir almaları mümkün değildir.Resul olmazsa vahiy, din, iman ve İslam diye bir olmazdı.Muhammed (a.s) ın Resullük görevi, yalnız Allah'ın inzal ettiği vahyi açık olarak tebliğ etmekse,(Âli İmran-20; Mâide- 67, 99; Nahl-35, 82; Râd-40)Resul'e itaat da doğal olarak Allah'ın indirdiği mesaja itaat olacaktır.Yani Resul (a.s) hiçbir zaman Kur'an'dan bağımsız bir misyona sahip veya ikinci bir otorite asla değildir. Yüce Allah Resulü'ne vekalet vermemiştir.(Hud-12; Zümer-62)Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez.(Kehf -26; Yusuf-40) Din adına neyin hak neyin batıl, neyin İslam neyin şirk olduğuna karar verecek tek merci Kur'an'dır.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(246. YAZI)Zâriyât Süresi 60 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla 1,6-) Tozutup savuranlara, ağırlık taşıyanlara, kolaylıkla akanlara, iş taksim edenlere andolsun ki, size vaad olunan şey elbette sâdıktır. Din (hesap günü) mutlaka vuku bulacaktır.(Yukarıdaki âyetlerde rüzgar, bulut, deniz, ırmak, nehir, toprak, fırtına, kasırga, yıldırım gibi meleklerdir. Âyette dört element olan rüzgar, su, toprak ve ateşe kasem edilmiş de olabilir. Çünkü bunlar olmadan hayat diye bir şey olmaz. Bunlar en büyük meleklerdir.)7,8-) Yollara (yıldızların dolaştığı yörüngelere) sahip göğe andolsun ki, muhakkak siz, (din konusunda) muhtelif söz (ler) içindesiniz.9-) Ondan (Kur'an'dan) ayrılan kişi kendi aleyhine ayrılmıştır.10,11-) (Din konusunda Kur'an'a gitmeden) saçma sapan konuşanlar kahrolsunlar. Onlar söylediklerinin nereye gideceğinin farkında değillerdir.12-) "Din (hesap ve ceza) günü ne zaman?" diye sorarlar.13,14-) O gün onlar, ateş üzerinde sınanacaklardır. (Onlara) sınanmanızın sonucunu tadın! Acele gelmesini istediğiniz (azap) işte budur. (denilecektir)15,16-) Şüphesiz ki muttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini (nimetleri) alarak cennetlerde yani pınarların içindedirler. Şüphesiz ki onlar bundan önce güzel ahlak sahibi kimselerdi.17-18) Gecenin pek az bir kısmında uyurlardı. Yani seherlerde istiğfar ederlerdi.19-) Mallarında isteyen yani (maddi imkânlardan) mahrum olanlar için bir hak olduğunu bilirlerdi.20,21-) İkna olanlar için yerde ve kendi nefislerinizde birçok âyetler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?22-) Gökte rızkınız yani size vaad olunan şeyler vardır.Âyette bulunan "semadaki rızk"tan maksat, yağmur, uçaklar, uydular, kar, dronlar, uydu sistemleri gibi gelir getiren" araçlardır.) 23-) Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki o (size va'dolunanlar), sizin konuşmanız gibi haktır. (yani gerçek olacaktır.)24-) (Ey Resûl!) İbrahim'in mukramin misafirlerinin haberi sana geldi mi?25-) Hani onlar, İbrahim'in yanına girmişler ve "Sana selâm olsun!" demişlerdi. O da "Size de selâm olsun." demiş, "Bunlar tanınmamış (yabancı) kimseler" (diye düşünmüştü).26-) Hissettirmeden ailesinin yanına gidip, (pişirilmiş) semiz bir buzağı getirdi.27-) Onu önlerine koydu. "Yemez misiniz?" dedi.28-) Yemediklerini görünce onlardan İbrahim'in içine bir korku düştü. Onlar, "korkma" dediler ve onu alim bir oğul ile müjdelediler.29-) Bunun üzerine karısı bir çığlık kopararak yönelip elini yüzüne vurdu. "Ben kısır bir kocakarıyım (nasıl çocuğum olabilir?)" dedi.30-) Onlar dediler ki: "Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O, Hakim ve Alim olandır"31-) İbrahim, onlara: "O hâlde ey Resuller amacınız nedir?" dedi.32,34-) Onlar şöyle dediler: "Biz mücrim bir kavme (Lût'un kavmine), üzerlerine çamurdan, pişirilmiş ve Rabbinin katında müsrifler için isimlendirilmiş taşlar yağdırmak için gönderildik."35-) Mü'minlerden orada bulunanları çıkardık.36-) Zaten orada bir ev halkından başka müslüman bulamadık.37-) Orada, elim azaptan korkacaklar için bir âyet terkettik.38-) Ve Mûsâ da (ibretler vardır.) Hani biz onu mübin bir sultan ile Firavun'a göndermiştik.39-) O ise ordusuyla yüz çevirdi yani (Musa'ya) "Bu bir sihirbaz veya delidir" dedi.40-) Bunun üzerine biz de kendisini ve ordularını yakalayıp denize attık. O ise (pişman olmuş), kendini kınıyordu.41-) Âd kavminde de ibretler vardır. Hani onların üzerine köklerini kesen rüzgârı göndermiştik.42-) Üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül ediyordu.43-) Semûd kavminde de ibretler vardır. Hani onlara, "Bir süreye kadar yararlanın" denmişti.44-) Derken Rablerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu yüzden bakınıp dururken kendilerini yıldırım çarpıvermişti.45-) Artık, ne yerlerinden kalkmaya güçleri yetti, ne de başkasından yardım görebildiler.46-) Bunlardan önce de Nûh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar fâsık bir toplum idiler.47-) Göğü (kudret) elimizle biz bina ettik yani şüphesiz biz onu genişletiyoruz.48-) Yeri de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz.49-) Tezekkür edesiniz diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.50-) O hâlde Allah'a kaçın. Şüphesiz ben, size O'nun katından gönderilmiş mübin bir uyarıcıyım.51-) Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin. Gerçekten ben, size, O'nun tarafından gönderilmiş mübin bir uyarıcıyım.52-) İşte böyle! Onlardan öncekilere hiçbir Resul gelmemişti ki, "O bir sihirbazdır" yahut "bir delidir" demiş olmasınlar.53-) Onlar bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler (ki hep aynı şeyleri söylüyorlar)? Hayır, onlar taşkın bir kavimdir.54-) Onun için, onlardan yüz çevir. Artık kınanacak değilsin.55-) Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt mü'minlere fayda verir.56-) Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.İBADET NEDİR?Yüce Allah tarafından indirilen ve Resüller tarafından insanlara tebliğ edilen vahyin tek indiriliş sebebi ibadettir. (Hud- 1,2, 26; Yusuf- 40; İsra-23;Yasin 60;Fussilet 14; Ahkaf-21 Tüm Resüllerin kavimlerine tebliğ ettikleri ilke yalnız Allah'a ibadet etmek olmuştur.(Araf- 59,65,73,85; Hud-50, 61, 84; Müminun- 23,32)Kur'an'ın dininde ve dilinde ibadet, atalardan ezberlenmiş ve alışılmış, insanın hayatında olumlu hiçbir etkiye sahip olmayan, belli bazı ritüelleri yapmak değildir. Yüce Allah'ın tüm Nebilere vahyettiği ve Resul misyonuyla ilan ettikleri ilkelerin hepsine birden ibadet denilmektedir.Yani yüce Allah'ın emir ve yasakları arasında ibadet, tüm salih amelleri içine alan çatı katını temsil etmektedir.Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kitaba iman edilmediği sürece yani ihlas elde edildikten sonra yalnız Allah'a yani Kur'an'a teslim (İslam) olunduktan sonra insanların yaptıkları her güzel amel ibadet kategorisine girer.Dolayısıyla bütün meşru işler ve güzel amellerin hepsi ibadet hükmüne geçer.insan her an Rabbi olan yüce Allah ile beraberdir. Geleneksel dinde ibadet denilince insanların aklına sadece namaz, hac, salavat ve umre geliyor. Halbuki insan sürekli olarak ibadet halindedir. Hayatın amacı ve gayesi ibadettir. İnsan yüce Allah'tan bir an bile ayrı kalamaz. "O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşın üzerine (kudretiyle) istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı yani gökten ineni ve oraya yükseleni bilen yani nerede olursanız olun O sizinle beraber olandır yani Allah yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin mülkü onundur yani bütün işler ancak ona döndürülür" (Hadid-4, 5)"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Yani bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir" (Mücadele-7)İbadet fiziksel olarak yapılan bir şey değildir. Asıl ibadet zihinsel bir olaydır. Kişi gönül ve zihinle Allah'a teslim olmadıktan sonra ona ibadet etmiş sayılmaz.Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kitaplara iman edenler, Allah'a değil, ibadetleri kitaplarına iman ettikleri kişileredir. Bütün vahiy'lerin indiriliş amacı ibadettir. Vahyin önderliğinde Resüllerin ilk emri ibadettir.Yani Allah'tan başkasına kulluk yapmamalarıdır.Mesela: Tarikatçıların namazı Allah'a ibadet mi oluyor? Veya Süleymancıların ibadetleri yüce Allah'a mı gidiyor. Sürekli olarak Risale-i Nur okuyan, indirilmiş kutsal bir kitap olarak ona iman eden nurcular Allah'a ibadet mi ediyorlar? İbadet, vahiy ile ilgili bir durumdur. İbadet, teslim, iman, ihlas ve takva ile ilgili bir durumdur. Muhlis ve Muttaki olmayanın ibadeti yoktur. Yani din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul etmeyenlerin ibadeti tâbi oldukları tağut ve şeytanlar içindir. Allah'ın kitab'ı yerine Buhari'nin ve Küleyni'nin çöpten topladıkları ile besleneceksin sonra namaz ve ibadetin Allah olacak öyle mi? Kime iman ederseniz, ona ibadet edersiniz. Yani kimin sözleri ve emirleri gönlünüzde taht kurmuşsa, kulluğunuz onadır. Şeyhe iman eden Allah'a ibadet edemez. Mezhebe bağlı olanın ibadeti Allah'a olamaz.İsa (a.s) ın dediği gibi, "İnsan aynı anda hem krala hemde Allah'a hizmet edemez"Kur'an'dan yüz çeviren ibadet diye bir şey yapmamıştır. Muhammed bin İdris, Ahmed bin Hanbel, Numan bin Sabit ve Mâlik bin Enes'in mezhebine tâbi olanlar Allah'a ulaşamazlar. Ben Hristiyanım, Yahudiyim, Şiiyim, Sünniyim diyenlerin ibadeti İslam olamaz. Hayatın hepsi ibadettir yeni hayat ibadetten ibarettir. Bütün be gerçeklerden sonra şimdi biz Şii ve Sünni dine adamlarına ne diyelim?Daha ibadetin hangi anlama gelmeden üç beş ritüele ümmeti mahkum ederek, Kur'an'da var olan yüzlerce emir ve yasağın farkında bile olmamışlar.)57-) Ben, onlardan bir rızık yani yediklerini yaratmalarını irade etmedim.(Yani ben onlardan sadece bana ibadet etmelerini istedim. Onları altından kalkamayacakları bir şeyle sorumlu tutmadım. Onların rızıklarının yaratılmasını kendilerine bırakmadım. Onların görevi ibadet, benim görevim onları beslemek ve korumak yani hayatlarını idame ettirecek besinleri ve elementleri var etmektir.)58-) Şüphesiz Allah rızık verendir, metin kuvvet sahibidir.59-) Şüphesiz zulmedenler için (önceki müşrik) arkadaşlarının azap payı gibi payları vardır. Artık azabımı acele istemesinler.60-) Uyarıldıkları günlerinden dolayı kâfirlere veyl olsun! (Zâriyât Süresinin Sonu)

27 Haziran 2022 Pazartesi

SÜNNETULLÂH Kur'an'ı Mübin Müslümanların bakışlarını yüce Allah'ın gökyüzündeki kanunlarına çevirmekle aslında Rahmân ve Rahim olan Allah'ın kanunlarına göre cereyan eden usul ve kaidelere çevirmektedir. "İman edenler" bu hayatta ömür süren ilk insanlar değillerdir. Göklerde ve yerde, halklara, ümmetlere, devletlere ve fertlere hükmeden kanunlar cereyan etmekte ve hiç bir zaman bu kanunlarda bir sapma meydana gelmemektedir. Allah'ın göklerde ve yerde hâkim olan kanunları yani sonsuz ilim ve kudreti ölçüsüz ve tahmine dayalı yürümemektedir. Yani hüküm ve hikmet sahibi olan Allah istediğini yapmaya gücü yettiği halde hiç bir zaman keyfi bir iş yapmamaktadır.Allah abes bir şey yapmaktan uzaktır. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık"(Duhan-38)Dolayısıyla İslam toplumu o kanunları Kur'an'dan okuyup hedef ve amaçlarını kavradığı zaman, olayların arkasında bulunan esas hikmet ve hayırları ortaya çıkarmaya muvaffak olacaktır. Olayların tâbi olduğu kanun ve mükemmel düzenin sebatı veya o kusursuz düzenin arkasında gizli olan hikmet'in varlığıyla müminlerin gönülleri huzur ve sükünet bulacak, Allah elçilerine indirilen hanif dinin istikametini görecek ve sırf atalarından gelen taklidi imanla müslüman olduklarına itimat etmeyeceklerdir. Hayata hükmeden kanunlar aynıdır. Geçen zamanda meydana gelen, her zaman meydana gelecektir. Yüce Allah'ın, hayat çarkını üzerinde icra ettiği ve çarkın hareketini üzerinde yürüttüğü yegane şey ilâhi kanunlardır.Beşer hayatında sebepsiz ve kendiliğinden meydana gelen hiçbir şey yoktur.Ancak bu hayatta, herşey, değişmeyen, geride kalmayan, yaratılanlardan hiçbirine taraf tutmayan ve beşerin heva ve heveslerine göre yön değiştirmeyen sadece yüce Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine yani kanunlarına boyun eğmektedir. "Ben benimde Rabb'im sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, boyunu O'nun elinde olmasın. Şüphesiz Rabbim sırat-ı müstakim üzerindedir"(Hud-56)İman edenlerin, Allah'ın kitabında onlar için apaçık olarak ortaya konulan Rablerinin sünnetini idrâk etmeleri hayati bir öneme sahiptir. İşte o zaman bekledikleri izzete kavuşma ve İslam davasını yerleştirip koruma gücüne sahip olma hedefine ulaşsınlar. Davayı yerleştirmek ve koruma gücüne sahip olmaya rastgele ulaşılamaz.Sebepsiz olarak yüce Allah'tan yardım inmez ve göz kapatılıp rastgele zafer aramakla elde edilmez. Bilakis O'nun göklere ve yere yani eşyaya yüklediği kanunları vardır. Yüce Allah'ın bu kanunları son vahyin mesajlarında kayıt altına alınarak hükme bağlanmıştır. Ta ki, iman edenler tefekkür etsinler ve basiretli bir şekilde onları akıl ile yaşayarak genel bir ahlak haline getirsinler.Fertler ve milletler göklerde ve yerde bulunan kanunları ve ilahi sünnetleri ile teamülün şartlarından ilki şudur.Bu kanunları anlamamızdan ziyade doğru ve kapsamlı bir şekilde özelliklerini, Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünneti diye tabir ettiğimiz ilahi kanun çevresinde nasıl çalışacağımızı ve vahyin ışığında ondan sosyal kanunlar ve medeni dengeleri nasıl çıkaracağımızı öğrenmeliyiz.Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine karşı çarpışma olmaz. Hiç kimsenin Allah'ın kanunlarına karşı başarılı olma şansı yoktur. Çünkü onlar her zaman galip gelirler. Aslında kendine "İslam toplumu" diyenlerin mağlup olmalarının en büyük sebebi Allah'ın hem yazılı ve hemde kevni yasalarına karşı savaş açmaları olmuştur. Göklerde ve yerde hüküm süren şu İlâhi sünnetin, İslam medeniyetinin adalet ve merhametle yeryüzüne yerleşmesi ile olan irtibatı son derece açıktır. Çünkü yeryüzünde gerçek islam medeniyetini kurmak, İslam ümmetinin içinde bulunduğu bu şartlar altında mümkün olmadığı gibi kendine zillet ve gericilik hayatını seçen ve başına gelenleri değiştirmek ve yaşadığı rivayetlerin esaretinden kurtulma girişiminde bulunmayan bir ümmet için gerçekleşmesi de mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla değişim gerekmektedir.İslam geldiği ilk günde, Arap yarımadasının mevcut durumu ve yeryüzünün siyasi, dini ve içtimai durumu gibi büyük hadiseler onun karşısında durdu. İnançlar, düşünceler, değerler, gelenekler, ölçüler, kanunlar, nizamlar, çıkarlar, ırkçılık onun karşısında dikildi.İlk geldiği günde İslam ile insanların arasındaki mesafe Arap Yarımadası'nda ve bütün dünyada gayet korkunçtu. Onları taşıyıp götürmek istediği yer çok ama çok uzaktı.Tarihin bazı devirleri, ayrı ayrı çıkarlar ve değişik güçler müşriklerin mevcut durumunu destekliyordu.Bütün bunlar, akide, düşünce, değer, ölçü, âdet, gelenek, ahlak ve şuur gibi şeyleri değiştirmekle yetinmeyen, belki beşeriyetin liderliğini, tağutların ve cahiliyenin elinden alıp İslam'a yani Rahmân ve Rahim olan Allah'a iade etmek istediği gibi şeytani inançları, tâğuti düzenleri, yasaları değiştirmek isteyen bu ilâhi dinin karşısında set gibi durdular.Kuşku yok ki bir kere meydana gelen ikinci bir kere daha meydana gelir. Meydana gelen olaylar, olağanüstü mucizelere göre değil göklerde ve yerde câri olan Allah'ın kanununa göre meydana geldi. O yapı, birikimi tüketmek, toplanmak ve doğru olan yöne başını koymak isteyen için azık olan fıtrat (yaratılış) birikimi üzerine kurulmuştur. Resul (a.s) yüce Allah'ın ortaya koyduğu metotla başını çektiği değişiklik, insanları Allah tarafından inen vahiy'le eğitmeye başladı. Zira insanları karanlıklardan aydınlığa, cehaletten ilme, gericilikten ilericiliğe taşıması gerekiyordu. Allah Resulü (a.s) Kur'an'ın metoduyla insanların inanç, fikir, düşünce, şuur ve ahlak yapısını değiştirmekle başladı ve Allah'ın izniyle bunu başardı da.Dolayısıyla insanların iç dünyası değişti. Etrafında bulunan şeyler değişti. Medine değişti, Mekke değişti. Kur'an metodu, Mekke devrinde akide yönüne önem vermekteydi. Vahiy, İslam akidesini çeşitli şekillerde ve değişik usluplarla sunuyordu.Dolayısıyla tevhid insanların gönüllerine hakim oldu ve onlarda büyük bir değişim meydana getirdi.Rahmân ve Rahim olan Allah o büyük değişimi anlatırken şöyle buyurmaktadır."Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kafirlere yaptıkları böyle câzip gösterilmiştir"(En'am-122)Gerçekten bu, kalemlerin vasfında aciz kaldığı harika bir tasvirdir. Kur'an uslubu her zaman böyledir. Akıl sahipleri ondan doya doya hidayet ve rahmet teneffüs etmekte, her türlü güzel ahlak ve öğüdü ondan çıkarmakta ve ölümden hayata, karanlıklardan aydınlığa, değer ve şerefini anlatmakta aciz kalmaktadır.Ölüm ile hayat, karanlık ile aydınlık hiç bir olur mu? Mesafe korkunç! Nakil büyük...Büyüklüğünü ve miktarını, insanları acze sokan Kur'an'ın o beyanı ışığında onların hallerinde feraset sahibi olan kimselerin dışında hiç kimseyi idrak etmez. Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, dini O'na özel kılarak kulluk etmeleri, O'nun tek olduğuna hakkıyla iman etmeleri, yani O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır."(Ey Nebi!) Şüphesiz sana da senden önceki Resullere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun, Allah'a şirk koşarsan amellerin boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun. Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol"(Zümer- 65, 66)Yüce Allah kendine kulluğun nasıl yapılacağını en ince ayrıntısına varıncaya kadar Kur'an'da bildirmiştir. Kur'an ehli muvahhidler, yüce Allah'a ait sıfatların ve güzel isimlerinin şuuru üzerine terbiye görürler, sadece vahyin ve sünnetullahın ortaya koyduğu ilkelere göre hareket ederler. Dolayısıyla muvahhidler, din ve hüküm olarak Allah'tan ve O'nun kanunlarından başka başvurulacak hiç bir gücün önünde boyun eğmezler.Muvahhidler, din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa itibar etmezler.Muvahhidlerin, Allah'ın rızasından başka hiçbir amaçları bulunmamaktadır.Hanif Müslümanlar, Allah'ın yardım ve rahmetinin onlar üzerinde olduğunun şuuruna varmışlardır. Muvahhidler, Allah'ın isim ve sıfatları gereği olan gaybı bilmek, azâmet, kibriya, mutlak egemenlik, mutlak itaat ve buna benzer hiçbir şeyde onunla, ilahi sünnetle niza eden veya ortak olan birinin olduğuna inanmak gibi şeylerden uzak oldular.Kuşkusuz fertlere yönelik olgun ve doğru risalet terbiyesi üzerinde İslam'ın bina edildiği esas, tevhid olmuştur.Kısacası, bütün Resuller sadece Allah'a kulluk etmek ve tağutlardan sakınmak için uluhiyet tevhidine davet etmişlerdir.(Nahl- 36)İbrahim'in hanif dinine bağlı olan muvahhidler uluhiyet ve rububiyet tevhidine, Allah'ın isim ve sıfatlarına aykırı olan bütün inançlardan kendilerini uzak tuttular. Allah'ın emirleri ve yasaları dışında hiçbir şeyi hakem kabul etmediler. Allah ve Resullerinden başka hiç kimseye itaat etmediler.Allah'ı sevdikleri gibi hiç kimseyi sevmediler. Allah'tan başkasından korkmadılar. Allah'tan başkasına tevekkül etmediler. Allah'tan başkasına sığınmadılar. İstek ve mağfireti, rahmet ve yardımı Allah'tan başka hiç kimseden beklemideler. Çünkü muvahhidler bilirler ki, Allah'ın kitabından başka tam bir hidayet ve istikamet rehberi bulunmamaktadır.Eğer akide (tevhid) İslam sarayı'nın komuta merkezini teşkil ediyorsa, kanunlar onun ana bölümlerini, yollarını ve giriş çıkışlarını oluşturmaktadır.Ahlaka gelince, tamamlanmış saraya zerafet, güzellik ve parlaklık katmakta ve ilahi boya ile onu boyamaktadır.Eğer akide (inanç) İslam çınarının kökünü ve gövdesine teşkil ediyorsa, şeriat da onun dallarını temsil etmektedir.Ahlak da onun olgunlaşmış meyvelerini, koyu serin gölgesini ve güzel manzarasını oluşturmaktadır. Yüce Allah her işte ve her halükarda sebeplere sarılma zorluluğunu hatırlatmaktadır. "...Bir toplum kendilerinde olan özellikleri (değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunan kötü durumu) değiştirmez"(Ra'd- 11)"Bu da, bir millet kendilerinde bulunan (güzel ahlak ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır"(Enfal-53)Allah Resulü bütün insanlardan daha fazla sünnetullahın bilincinde idi. Çünkü Allah Resulü vahiy sayesinde İslam medeniyetinin binasını tesis ettikten sonra da var gücüyle ilahi sünnete sarılıyor sünnetullahın nimetlerinden hiç bir şeyin israf edilmesine müsaade etmiyordu.Resul (a.s) dünya işlerinde olsun, âhiret işlerinde olsun eşit bir şekilde insanları daima Kur'an'ın rehberliğinde yani vahyin içinde var olan sünnetullaha uymaya yönlendiriyordu. Çünkü Yüce Allah'ın göklerde ve yerde, eşyada ve insan hayatında değişmesi mümkün olmayan kanunları vardır.Rahman ve rahim olan Allah'ın, her şeyi yapabilecek güce sahip olağanüstü kanunları olmasına ve hiçbir şeyin O'nu acze sokmayacak olmasına rağmen yine de Allah, geçerli olan sünneti dünya hayatında sabit olmasına ve harikulade olan sünnetin diğer sünnetin istisnası olduğuna hükmetmiştir.Müslümanların, bugün dünya liderliği kervanından geri kalmaları, Allah'tan onlara inen bir zillet ve zulüm değildir.Belki bu, mesajlarını unutan, onun değerini düşüren, bilim alanlarında olsun, amel ve yaşantı alanında olsun, hayal ve hevadan korkunç bir rivayet yığınını risalet yani vahiy madenine ve aslına karıştan, ilahi sünnetleri ihmal eden, iktidar sahibi olmanın hayal ve temennilerle mümkün olabileceğini zannedenlere uygulanan ilahi bir adalet ve Rabbani bir sünnettir."Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez"(Âli İmran-192)"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber Allah rahmeti gereği) bir çoğunu affediyor"(Şura-30)Birisi çıkıp şöyle sorabilir: Bu zillet ve gericilik azabı, isyan edip günah işleyen müminlere geliyorsa, temel'den Allah'ın mesajlarını ve elçisini kabul etmeyen sömürücü emperyalist kafirlerin durumu ne olacak? Hem de maddi alanlarda yeryüzünde onlara büyük imkanlar, zenginlik, refah ve bolluk verilmiştir.Aslında kafirler Allah'a çok daha yakın oldukları veya Allah'ı daha fazla razı ettikleri için bu refah ve zenginliğe ulaşmış değillerdir. Yüce Allah şu dünya hayatında iktidarı, imkanı ve güç sahibi olmayı değişmez Rabbani sünnetlere ve değişmeyen kanunlara bağlamıştır.Her kim ki, çalışır, araştırır, aklını kullanır, gayret gösterir bu hayatın kanunlarına boyun eğerse, çalışması, verimi, gayreti ve koşuşturması kadarıyla bir yere ulaşacaktır.O Allah'ın bu hayatta irade ettiği değişmez kanunudur. O, Rahman ve Rahim olan Allah'ın meşieti ve iradesidir.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(245. YAZI)Kaf Süresi 45 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1,2-) Kâf. Mecid Kur'ân'a andolsun ki kâfirler, aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesi acayiplerine gitti yani "Bu acayip bir şeydir!" dediler.3-) "Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)? Bu, uzak bir dönüştür!"4-) Şüphesiz biz, yerin; onlardan neleri eksilttiğini bilmekteyiz yani indimizde (amellerini) muhafaz eden bir kitap vardır.5-) Hatta hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Artık onlar perişan bir haldedirler.6-) Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik ve onu nasıl ziynetlendirdik (süsledik!) Yani onda hiçbir yarılma ve çatlaklık yoktur.7-) Yeri de yaydık ve orada araziler yerleştirdik yani orada her türden iç açıcı çiftten bitkiler bitirdik.8-) Bütün bunlar, içtenlikle Allah'a yönelen her kulun gözünü açmak yani ona öğüt ve ibret vermek içindir.9,11-) Gökten de mübarek (bereketli) bir su indirip onunla kullar için rızık olarak bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler) ve birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları bitirdik yani böylece onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da aynen böyle olacaktır.(Gökten indirilen yağmur için mübarek denmesinin sebebi kimyasal özelliklerinin farklı olmasından dolayıdır.)12,14-) Onlardan önce Nûh kavmi, Ress halkı ve Semûd kavmi, Âd ve Firavun, Lût'un kardeşleri, Eykeliler, Tübba'ın kavmi de yalanlamıştı. Bütün bunlar (kendilerine gönderilen) Resulleri yalanladılar, böylece kendilerini uyardığım şey gerçekleşti.(Birinci yalanlama vahiy'le ilgili iken, ikinci yalanlama Resullerle ilgili gelmiştir. Çünkü "tekzib" "yalanlama" Resuller bağlamında kullanılan bir kavramdır. Nebiler için "tekzib" "yalanlama" kullanılmamıştır.Fakat Resuller vahye eşit bir konuma sahiptirler. Dolayısıyla vahyi yalanlama Resulleri yalanlamadır.) 15-) İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik ki (yeniden yaratamayalım)? Doğrusu onlar, yeniden yaratılış konusunda şüphe içindedirler.16-) Andolsun, insanı biz yarattık yani nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.17-) Üstelik, biri sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.18-) (İnsan) hiçbir söz teleffuz etmez ki onun yanında (yaptıklarını gözetleyen) rakib yani atid (kaydeden hazır) biri bulunmasın.19-) Ölüm sarhoşluğu bir hak olarak gelir de ona, "İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir" denir.20-) (İnsanlar öldükten sonra tekrar dirilmeleri için) Sûr'a üfürülecek. İşte bu, vâdedilen şeyin gerçekleşeceği gündür.21-) Herkes beraberinde bir sevk edici yani bir şahitle gelir.22-) Ona "Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık; artık bugün gözün keskindir" (denir.)23-) Beraberindeki arkadaşı (onu sevketmekle görevli), «işte bu (onun amelini yansıtan kitap) yanımda hazırdır,» der.24,25-) (Allah,) şöyle der: "Atın cehenneme, (hakka karşı) inatçı, hayrı hep engelleyen, haddi aşan şüpheci her kâfiri!"26. "Allah ile beraber, başka bir ilâh edinen o kimseyi atın şiddetli azabın içine!"27-) Arkadaşı (olan din adamı şeytan) der ki: "Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım, fakat kendisi (haktan) uzak bir sapkınlık içinde idi."28-) (Allah,) şöyle der: "Benim huzurumda çekişmeyin. Çünkü ben bu (konudaki) uyarıyı size önceden takdim ettim"29-) "Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullara zulmedici değilim."30-) O gün Cehenneme, "Doldun mu?" deriz. O da, "daha var mı?" der.31-) Cennet, muttakilere uzak olmayacak şekilde yaklaştırılacak.32,33-) Onlara şöyle denir: "İşte bu, size (dünyada) vaad edilmekte olan şeydir. O, her tevbe eden, O'nun emrini gözeten için, görmediği hâlde sırf saygıdan dolayı Rahmân'dan korkan yani O'na yönelmiş bir kalp ile gelen kimseler içindir."34. "Oraya selâmetle girin. İşte bu, huld (devamlılık) günüdür."35-) Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.36-) Biz onlardan önce, kendilerinden daha şiddetli (güçlü) nice nesilleri helâk ettik de ülke ülke dolaşıp kaçacak delik aradılar. Kaçacak bir yer mi var?37-) Şüphesiz bunda, kalbi olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.38-) Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.39-) O hâlde onların söylediklerine sabret yani güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ederek tespih et.40-) Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından da O'nu tespih et.41-) (Ey Nebi!) Çağırıcının yakın bir yerden sesleneceği gün, (o sese) kulak ver.42-) O gün insanlar hakka çağıran o korkunç sesi işiteceklerdir. İşte bu, (kabirlerden) çıkış günüdür.43-) Şüphesiz biz diriltir ve öldürürüz. Dönüş de ancak bizedir.44-) O gün yer, onların üzerinden süratle yarılıp açılır. Bu, (hesap için) bir toplamadır, bize göre kolaydır.45-) Biz onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz. Sen, onlara karşı bir zorba (cabbâr) değilsin. O hâlde sen, benim uyarımdan korkan kimselere Kur'an ile öğüt ver.(Son âyet, Allah Resulünün sadece vahiy'le uyardığını açık olarak ortaya koymaktadır. Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.)

25 Haziran 2022 Cumartesi

KUR'AN'DA İMAN ve İSLAM"Aslında "Müslim" kavramı Kur'an'ı Mübin'de "sadece Allah'a dolayısıyla onun hükümlerine indirdiği kitab-a teslim olan kişi" anlamında kullanılmıştır."İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan saf, dosdoğru bir Müslim idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran- 67) "Müslim, selim, silm, Müslüman, selam, İslam kavramlarının bütün türevleri "saf inanç, şirksiz iman, temiz ve katışıksız, hanif yani orijinal din" anlamlarında kullanılmıştır. Kur'an'ın neresinde böyle bir kavram ile karşılaşırsak "şirksiz iman, temiz inanç, hanif İslam, saf ve halis din" aklımıza gelmesi gerekiyor.Kur'an'a göre, Allah'a iman ile şirk bir arada olabildiği halde, İslam ile şirk hiçbir zaman bir arada anılmamıştır. Kur'an'a göre "insanların çoğunun Allah'a imanları şirkle beraberdir" (Yusuf- 106)Tarihin bütün müşrikleri Allah'a iman ederlerdi, hem de dinlerinde samimi bir imana sahip bulunuyorlardı.Yani dinlerinin muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, mallarını infak ediyor (Enfal-36) her türlü fedakarlığı gösteriyorlardı.Fakat şirk ile İslam birbirine düşman, birbirine son derece aykırı iki zıt inanç ve ayrı din konumundadırlar.İşte bundan dolayı yüce Allah, mezheplerin söyledikleri gibi "iman" üzerine değil, kullarının İslam üzerine yani "Müslüman" olarak can vermelerini istemektedir."Ey iman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin ve ancak Müslümanlar olarak can verin"(Âli İmran- 102)Allah'ın Resulleri de "iman" üzerine değil, İslam ve Müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmişlerdir. Yusuf (a.s) ın Allah'a yakarışı şöyledir."... Ey göklerin ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dostumsun. Beni Müslim olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarına ulaştır"(Yusuf- 101) "Çünkü Rabbi ona Müslim ol, (eslim) demiş o da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da, : Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslam-Tevhid) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak can verin, dediler"( Bakara- 132, 133) İslam kavramı "saf inanç, hanif din, pak sistem" anlamına geldiği için Kur'an'da mü'minlerin özellikleri sayılırken, Müslümanların özelliklerine yer verilmez. Mesela: "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar salat'ı ikame eden ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infak eden kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir"(Enfal- 2, 3, 4)"Müminler ancak Allah ve Resulü'ne iman eden, sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır"( Hücurat- 15) Kur'an'ı Mübin'e göre bir insanın gerçek mü'min olması için "iman ettim" demesi yeterli olmamaktadır.Gerçek olarak iman etmenin birçok şartı mevcuttur. İşte bundan dolayı bir çok âyette genellikle "iman edip ameli salih işleyenler..." buyrulmaktadır.İman ile beraber şirk illetinin olabileceği veya sırf iman etmenin yeterli olmadığını Kur'an bizlere haber vermektedir."İnsanlar sınanmadan, sadece "iman ettik" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"( Ankebut- 2) Bu konuda yanlış anlaşılmaya müsait bir âyet bulunmaktadır. "Araplar "iman ettik" dediler. De ki: Siz gerçek olarak iman etmediniz, ama (dürüst olun ve doğru konuşun, İslam'ın ve Müslümanların gücü karşısında ister istemez) "gelip teslim olduk, boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir" (Hücurat- 14) Yukarıdaki âyette bulunan "eslemné- "Müslüman olduk, Allah'a teslim olduk" anlamlarında değil, güç karşısında Müslümanlara ve menfaate boyun eğmek" anlamında kullanılmıştır.Çünkü iman kalbe iyice yerleşmeyince iman ve İslam yani Allah'a teslim olma tahakkuk etmiyor.İslam her türlü endişe, korku, şirk, şüpheden uzak tam bir emniyet içerisinde olma anlamına gelmektedir. Bu âyette Yüce Allah "iman ettik" diyen bedevilerin kalplerini bildiği için onların gerçekten iman etmediklerini İslam'ın ve Müslümanların zaferi karşısında mahalle ve akraba baskısı veya devletin maddi imkanlarından faydalanma amacıyla ister istemez boyun eğdiklerini bildiriyor.Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni ilim adamlarının imanlarının Kur'an'a uygun olmadığını şu âyetler ortaya koyar."(Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) "Yahudi ya da Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız. dediler.De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.Biz, Allah'a bize indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer nebilere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk (ve nehnu lehu müslimün) deyin. Eğer onlar da, sizin inandığınız gibi iman ederlerse hidayeti bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, her şeyi bilendir"( Bakara- 135, 136, 137) Yukarıdaki âyetlerde vahiy'den bağımsız imanın Allah katında bir değerinin olmadığı ve hidayete asla vesile olmayacağı açık olarak görülüyor.İman, ancak Allah'ın indirdiği kitab-a özel kılındığı zaman "teslim" yani İslam mertebesine ulaşıyor.Yani vahyin öngördüğü iman tahakkuk etmeyince Allah'a tam teslim anlamında olan İslam gerçekleşmiyor."Kim de iyi amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler bunlar içindir"( Tâhâ-75)"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.( Enam- 82)İman ettim demenin hiçbir zaman yeterli olmadığını gösteren en büyük delillerden biri de, "Ey iman edenler!...." diye başlayan onlarca âyettir.Bu âyetlerde "Ey iman edenler!..." denildikten sonra iman iddiasına sahip olan Allah Resulünün arkadaşlarına yani ehl-i sünnet âlimlerinin "gökteki yıldızlar gibidir" dedikleri sahabilere çok sert eleştiriler getirilmektedir. Hatta âyetlerin "Ey iman edenler! diye başlamasının sebebi, Nebi (a.s) in arkadaşlarının imanlarında bir sorun olduğundandır. İmanda bir sorun olmadığı yani saf iman anlamında İslam'ınolduğu Mekke'da inen sürelerde "Ey iman edenler! diye başlayan âyet bulunmaz. MESELA "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir"( Hücurat- 1)"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebi'ye yüksek sesle bağırmayın; Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurat-2) "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Biriniz diğerinizin gıybetini yapmasın. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, engin merhamet sahibidir"(Hucurat-12)"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'e ihanet etmeyin; sonra bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz"(Enfal-27) Dolayısıyla Allah tarafından indirilen vahiy ahlakına göre aracısız, şirkten uzak iman olmadan hiçbir zaman İslam gerçekleşmiş olmayacaktır.Yani Şii ve Sünni ilim adamlarının "Biz Müslümanız, Allah'a teslim olduk, dinimiz islamdır" demelerinin Allah katında hiç bir değeri bulunmamaktadır.Çünkü elçiler tarihinde yani Allah Resullerinin muhatap kılındığı tüm zamanların müşriklerinin zihin dünyalarında yaratıcı olarak daima Allah vardır. Onların Allah'ın varlığı ve büyüklüğü konusunda hiçbir sıkıntıları olmamıştır.Zaten Kur'an tarafından "müşrikin" yani "şirk koşanlar, müşrikler" olarak tanımlanmaları da bu yüzdendir.Onlar din büyüklerini, âlimlerini, iman önderlerini, evliya ve İlâhlarını Allah'a şirk koştukları için müşrik sayılmışlardı.Yoksa Allah'a inanmadıkları veya O'nu inkar ettikleri için değildir. Şu dua Mekke müşriklerinindir."Ey Allah'ım! Eğer bu hak (Kur'an- Resul) senin kadından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir"(Enfal- 32) Başka bir âyette şöyle buyrulmuştur."De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik ve hakim bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor?Her türlü işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki: Öyleyse (O'na şirk koşmaktan) sakınmıyor musunuz? İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıtan başka ne kalır? O halde nasıl şirke dönderiliyorsunuz"(Yunus- 31,32) Dolayısıyla mezhep, cemaat ve tarikat müşrikleri gibi kadim müşrikler de gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı hareket ettirenin, yağmur yağdıranın, rızkı verenin, hayatı ve ölümü takdir eden gücün Yüce Allah olduğunun farkında oldukları ve Allah'a kendilerince iman ettikleri onlarca âyette çeşitli şekillerde dile getirilmiştir.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(244. YAZI)Hucurat Süresi 18 Âyet olup Medine'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla 1-) Ey iman edenler! Allah'ın yani Resûlûnün önüne geçmeyin. Allah'a karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah duyandır, bilendir.2-) Ey iman edenler! Seslerinizi, Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Yani birbirinize konuştuğunuz gibi, ona yüksek sesle konuşmayın, yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.(Âyette bulunan"savtin nebiyyi" önemlidir. Burada sahabiler Nebi (a.s) sahsına saygısızlık yapmışlar. Birinci âyette Resul geçtiği için vahiy'le ilgili bir saygısızlık varken, bu âyette Nübüvvet makam ve mertebesine karşı bir saygısızlık yapılmıştır. Çünkü Resûlun okuduğu vahiy varken, Nebi'nin sesi vardır. Resûlun tebliğ ettiği vahiy, Nebi'nin sesi yani Resûlun sesi, evi, hanımları ve kızları yoktur. Nebi ve Resûlun arasında bulunan farklardan biri de budur. Aynı zamanda bu iki âyete şöyle bir ders de veriliyor. "Ey iman edenler! Her ne kadar Nebi'nin söyledikleri sizi bağlamaz ise de, ona saygısızlık yapmanızı gerektirmez. Çünkü o aynı zamanda Allah'ın Resulüdür. Ona karşı dikkatli olun, onu üzmeyin.)3-) Şüphesiz ki Allah'ın Resulü'nün yanında seslerini kısanlar, Allah'ın, gönüllerini takvâ konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve azim bir mükâfat vardır.4-) (Ey Nebi!) Odaların arkasından (yüksek sesle) sana nida edenlerin çoğu akılları ermeyen kimselerdir.5-) Onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah, Ğafur'dur, Rahim'dir.6-) Ey iman edenler! Size bir fasık bir haberle gelirse, bilmeyerek bir kavme zarar verip yaptığınıza nedamet getirmeyesiniz diye o haberin doğruluğunu araştırın.Kıraat Farklılığı(Âyette bulunan "fetebeyyenû" "araştırın" kelimesi, "fetesebbetü" "isbat edin" olarak da okunmuştur.O âyetin meâli şöyle oluyor."Ey iman edenler! Size bir fasık bir haberle gelirse, bilmeyerek bir kavme zarar verip yaptığınıza nedamet getirmeyesiniz diye o haberi (doğru olup olmadığını) ispat edin"Yani ispat etmeden harekete geçmeyin. Aslında noktaları ve harekeleri kaldırdığımızda kelimede bir değişiklik meydana gelmiyor. Yani Kıraat sorunu Arapçadan kaynaklanıyor. Noktalama işaretleri ve harekeler Allah Resulünün vefatından sonra konulduğu için bu sorun yaşanmıştır. Buna rağmen sistemde önemli bir bozulma olmamıştır. Hatta manada büyük bir zenginlik sağlamıştır. Dolayısıyla kıraat Farklılığını kabul etmemek ve kıraat Farklılığına karşı gelmek tam bir cehalettir. Arapçanın özelliklerini bilen kıraat Farklılığına asla karşı gelmez. Aslında Kur'an tek bir kıraatle gelmiştir. Fakat yazı yazma materyalleri olmadığı için zamanında kayda geçirilmemiştir. Kur'an'ın hangi kıraat ile indiğini hiç kimse bilemez. Ama bağlam ve bütünlüğe baktığımızda sistemin geneline zarar verilmeden bazı yerlerde ufak tefek hataların olduğunu görüyoruz.)7-) Bilin ki, aranızda Allah'ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size itaat etseydi, sıkıntıya düşerdiniz. Lâkin Allah, size imanı sevdirmiş yani onu kalplerinize ziynetlendirmiş; küfrü, fıskı ve (İslâm'ın emirlerine) isyanı da kerih göstermiştir. İşte bunlar râşidun olanların ta kendileridir.(Rüşt- râşidun= ölçülu, dengeli, olgun, akıllı, mantıklı hareket etme anlamına gelmektedir.)8-) Allah, kendi katından bir fazilet yani bir nimet olarak böyle yaptı. Allah, Alim'dir, Hakim'dir.9-) Eğer müminlerden iki tâife birbirleriyle savaşırlarsa aralarını ıslah edin. Eğer biri ötekine karşı bağilik yaparsa, Allah'ın emrine geçinceye kadar haddi bağilik yapana karşı savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) geçerse, artık aralarını adaletle ıslah edin yani (onlara) adaletle (eşit) davranın. Çünkü Allah, adil davrananları sever.10-) Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslah edin. Allah'a karşı takvalı olun ki size merhamet edilsin.11-) Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavmi (kendinden) düşük görerek alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da diğer kadınları (kendilerinden) düşük görerek alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Nefislerinizi ayıplamayın, birbirinize (incitici) lakaplar takmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Yani kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.12-) Ey iman edenler! Zandan çok kaçının. Çünkü zannın bazısı günahtır. Sakın (birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırıp) casusluk yapmayın. Bazılarınız bazılarının gıybetini yapmasın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan hoşlanmadınız (değil mi!) Allah'a karşı karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah tevbeyi kabul edendir, merhamet edendir.NEBİ (a.s) IN ARKADAŞLARI (ASHAB) GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİ MİYDİ ?Said İbnu'l- Müseyyeb, Ömer (r.a)tan naklediyor. Demiş ki: Ben Resulullah (a.s) ı dinledim, buyurmuştu ki:"Ben Rabbim'den, ashabımın benden sonra düşeceği ihtilaf hakkında sordum.Bunun üzerine Rabbim bana şöyle vahyetti: "Ey Muhammed! Senin ashabın benim indimde, gökteki yıldızlar gibidir. Bazıları diğerlerinden üstündür.Her biri için bir nur vardır. Öyleyse kim onların ihtilaf ettikleri meselelerden birini alırsa, o kimse benim nazarımda hidayet üzerindedir" Ömer der ki: Resulullah (a.s) devamla ilave etti. "Ashabi kennucumi bieyyihim'uktedeytüm ihdeteytüm""Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet buluyorsunuz" (Rezin tahric etmiştir. Hadisin birinci kısmını cemi'us-Sağir'de Suyuti Suyuti kaydeder (Feyzu'l Kadir 4,76)İlinci kısmı da İbn-u Abdilberr, Cami'ul ilm'de kaydetmiştir 2,99 )Hiç şüphesiz ki, sahabelerin içinde güzel ahlak ve takva sahibi, kahraman (Ahzab-23) Allah'ın razı olduğu (Tevbe-100; Fetih-18) ihtiyaç halinde olsa bile kardeşini kendi nefsine tercih eden (Haşr-9) kimseler olduğu gibi, ashabın olumsuz ahlak ve hareketlerini anlatan yüzlerce âyetin de var olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları şu şekilde özetlenebilir.1-) Allaha ve Resulüne ihanet etmeleri..." ( Enfal- 27)2-) "Savaştan kaçmaları..., (Al-i İmran-152, 153, Tevbe- 24, 25 )3-) "Allahın düşmanı olan müşrikleri dost edinmeleri..." (Mumtehine- 1,2)4-) "Nebi (a.s) ın eşine zina iftirasında bulunmaları..." (Nur- 11/ 21 Tam 10 âyet )5-) "Nebi (a.s) a saygısızlık yapmaları..." ( Hucurat- 1,2; Ahzab- 53,69; Tevbe- 58,61 )6-) "Allah yolunda savaşa çıkın denildiğinde yere çakılıp kalmaları..."( Tevbe-39,39,40; 7-) "Allah'a din öğretmeye kalkmaları..."(Hucurat-16)8-) Zorla, boyun bükerek, güç karşısında gelip teslim oldukları halde Allah Resulüne minnet etmeleri..."(Hucurat-17)9-) "Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman Allah Resulünü ayakta terkederek hemen ona doğru gitmeleri"(Cuma -11)Bütün bunlardan başka Kur'an'da münafıklarla alakalı müstakil bir sürenin bulunması, yüzlerce âyette münafıkların anlatılması, İsrail oğullarının Nebilerine karşı saygısızca tavırlarının Resulullah'ın arkadaşlarına örnek olarak aktarılması ve "Ey iman edenler! Siz de Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın (Allah'ın Resulü'ne eziyet etmeyin) (Ahzab-69) âyeti gösteriyor ki, sahabelerin büyük çoğunluğunun Kur'an'ın ahlakını temsil etmekten uzak kaldıklarını açıkça ortaya koymaktadır.Ayrıca "Ey iman edenler! İle başlayan âyetlerin hepsinin Medine'de nazil olmaları ve bir sorunla yüklü bulunmaları da, "gökteki yıldızlar" iftira ve cehaletini ortaya koymaktadır. Yani Kur'an'a göre, Nebi (a.s) ın arkadaşları ile günümüz müslümanları arasında güzel ahlak, takva ve ihlas haricinde bir farkın bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, şu âyetin ilk muhatapları onlardır. "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun (sorumluluk bilincine sahip olan) Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir"(Hucurat-12)Mesela : Allah Resulü vefat eder etmez birbirleriyle savaşmaları, bu savaşlarda binlerce müslümanın hayatını kaybetmesi bu hakikatı gözler önüne seriyor.Ali ile Muaviye arasında Siffin'de yapılan savaşta 70 bin, Ali ile Nebi (a.s) ın hanımı Aişe arasında Basra'da Cemel olayında 15 bin, yine Ali ile Hariciler arasında Nehravanda yapılan savaşta binlerce müslüman hayatını kaybetmiştir. Peki bütün bu gerçeklere rağmen neden Ehli Sünnet dininin âlimleri, Allah Resulü'nün arkadaşlarının (Ashabın) hepsini gökteki yıldızlar gibi gösterip ümmi insanları aldatıyor?Bunun nedeni şudur : Ehli Sünnet ve Şia arasındaki siyasi çatışmalarda, Şia muhaddis ve müctehidleri, Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma, Ehli Beyt ve 12 İmam hakkında onları yücelten, Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Aişe, Hafsa ve sahabelerin dördü dışında ( Mikdat bin Esved, Ammar bin Yasir, Selmanı Farisi, Ebu Zer el Gıfari )Allah Resulü'nün arkadaşlarının dinden çıkıp kafir olduklarını konu edinen binlerce hadis uydurmaya başlayınca, buna mukabil Emevi beslemesi Ehli Sünnet'in muhaddisleri de, Şia'dan aşağı kalmamak için sahabeleri yücelten ve onları cennetlik yapan hadis kulliyatları meydana getirmişlerdir.Ehli Sünnet rivayetlerinde Muaviye, Yezid, Haccac ve Emevilerin zulüm dolu saltanatlarının vahşetini örtbas etmek de vardır.İşte Ehli Sünnet ve Şia'ya bağlı mukallitlerin Kur'an'dan habersiz bulunmalarının en büyük sebebi bu uydurma rivayetler ve uydurma din olmuştur. Uydurma dinin evliya ve ilahlarına yani muhaddis ve müctehidlere kulluk eden ilim adamları, Kur'an'a itibar edip onu anlatmadıkları için, ümmi toplum ashabın olumsuz yönlerini anlatan yüzlerce âyetten haberleri olmamıştır. Bir düşünün, insanların büyük çoğunluğu, yüzlerce âyetten haberleri olmazken, yalan ve iftira olduğu belli olan bir rivayeti duymayan kalmamıştır. Eğer insanlar sahabelerin olumsuz yönlerini anlatan yüzlerce âyetten haberler olsaydı, belki de din adamlarını yüceltmeyecek, mezhep liderlerini ve din adamlarını birer rab ve ilah yapmayacaklardı. Halbuki Kur'an Mekke müşriklerine seslenirken Allah Resulü (a.s) için "sahibüküm" "arkadaşınız" (Sebe-46; Necm-2; Tekvir-22) kelimesini kullanmaktadır.Emevi saltanatı döneminde doğan, Abbasi idaresi döneminde kayda geçirilen ve Osmanlı döneminde en katı bir sadakatle yaşanan ırkçı Emevi Ehli Sünnet rivayetlerinin Allah'a, Resulüne, dine, ilme, akla ve güzel ahlaka hakaret içerdiğinden ümmetin haberi yoktur. Dolayısıyla Emevi ve Abbasiler döneminde uydurulan, aynen Şiilik gibi rivayetler üzerine kurulu olan Ehl-i Sünnet dini ümmeti aldatmayı temel prensip edinmiştir.Ehli Sünnet dini yalanları ve iftiraları kendisine kaynak kabul eden bir sistem olarak şekillenmiştir.Bu yüzden ne Ehli Sünnet ne de Şia âlimleri, hiçbir zaman Kur'an'ın rahmet iklimine ayak basamayacak İslam'ın evrensel ahlakına sahip olamayacaklardır.Sonuç olarak: Ehli Sünnet ve Şia âlimleri, inançta, fikir ve hürriyette bize öyle kötü bir miras bıraktılar ki, sadece yaşayan cahillerinden değil, cesetleri toz olmuş alimlerinden de çekeceğimiz var.Ehli Sünnet ve Şia'nın rivayet bataklığından kendini kurtaramayan Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamaz.Çünkü Kur'an kendisine karşı yüz çevirmelerinden ötürü Ehli Sünnet ve Şia âlimlerine kapılarını kapatmıştır.İşte bütün bu gerçeklerden sonra Ehl-i Sünnet dininin Kur'an cahilleri her ne kadar öfkelenseler de, Mehmet Akif'in Çanakkale şehitleri için söylediği "Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" cümlesi, kafadan sallama ve rastgele söylenecek bir cümle değildir. Özellikle Fetö'nün 15 Temmuz işgal hareketini ve ümmetin kahramanlığını gördükten sonra Mehmet Akif'i daha iyi anladım.13-) Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en kerim olanınız, O'na karşı takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır.14-) Bedevîler "İman ettik" dediler. De ki: "İman etmediniz. (Öyle ise, "iman ettik" demeyin.) "Fakat boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Resûlune itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz ki Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. "KUR'AN'DA İMAN ve İSLAM"Aslında "Müslim" kavramı Kur'an'ı Mübin'de "sadece Allah'a dolayısıyla onun hükümlerine indirdiği kitab-a teslim olan kişi" anlamında kullanılmıştır."İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan saf, dosdoğru bir Müslim idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran- 67) "Müslim, selim, silm, Müslüman, selam, İslam kavramlarının bütün türevleri "saf inanç, şirksiz iman, temiz ve katışıksız, hanif yani orijinal din" anlamlarında kullanılmıştır. Kur'an'ın neresinde böyle bir kavram ile karşılaşırsak "şirksiz iman, temiz inanç, hanif İslam, saf ve halis din" aklımıza gelmesi gerekiyor.Kur'an'a göre, Allah'a iman ile şirk bir arada olabildiği halde, İslam ile şirk hiçbir zaman bir arada anılmamıştır. Kur'an'a göre "insanların çoğunun Allah'a imanları şirkle beraberdir" (Yusuf- 106)Tarihin bütün müşrikleri Allah'a iman ederlerdi, hem de dinlerinde samimi bir imana sahip bulunuyorlardı.Yani dinlerinin muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, mallarını infak ediyor (Enfal-36) her türlü fedakarlığı gösteriyorlardı.Fakat şirk ile İslam birbirine düşman, birbirine son derece aykırı iki zıt inanç ve ayrı din konumundadırlar.İşte bundan dolayı yüce Allah, mezheplerin söyledikleri gibi "iman" üzerine değil, kullarının İslam üzerine yani "Müslüman" olarak can vermelerini istemektedir."Ey iman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin ve ancak Müslümanlar olarak can verin"(Âli İmran- 102)Allah'ın Resulleri de "iman" üzerine değil, İslam ve Müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmişlerdir. Yusuf (a.s) ın Allah'a yakarışı şöyledir."... Ey göklerin ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dostumsun. Beni Müslim olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarına ulaştır"(Yusuf- 101) "Çünkü Rabbi ona Müslim ol, (eslim) demiş o da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da, : Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslam-Tevhid) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak can verin, dediler"( Bakara- 132, 133) İslam kavramı "saf inanç, hanif din, pak sistem" anlamına geldiği için Kur'an'da mü'minlerin özellikleri sayılırken, Müslümanların özelliklerine yer verilmez. Mesela: "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar salat'ı ikame eden ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infak eden kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir"(Enfal- 2, 3, 4)"Müminler ancak Allah ve Resulü'ne iman eden, sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır"( Hücurat- 15) Kur'an'ı Mübin'e göre bir insanın gerçek mü'min olması için "iman ettim" demesi yeterli olmamaktadır.Gerçek olarak iman etmenin birçok şartı mevcuttur. İşte bundan dolayı bir çok âyette genellikle "iman edip ameli salih işleyenler..." buyrulmaktadır.İman ile beraber şirk illetinin olabileceği veya sırf iman etmenin yeterli olmadığını Kur'an bizlere haber vermektedir."İnsanlar sınanmadan, sadece "iman ettik" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"( Ankebut- 2) Bu konuda yanlış anlaşılmaya müsait bir âyet bulunmaktadır. "Araplar "iman ettik" dediler. De ki: Siz gerçek olarak iman etmediniz, ama (dürüst olun ve doğru konuşun, İslam'ın ve Müslümanların gücü karşısında ister istemez) "gelip teslim olduk, boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir" (Hücurat- 14) Yukarıdaki âyette bulunan "eslemné- "Müslüman olduk, Allah'a teslim olduk" anlamlarında değil, güç karşısında Müslümanlara ve menfaate boyun eğmek" anlamında kullanılmıştır.Çünkü iman kalbe iyice yerleşmeyince iman ve İslam yani Allah'a teslim olma tahakkuk etmiyor.İslam her türlü endişe, korku, şirk, şüpheden uzak tam bir emniyet içerisinde olma anlamına gelmektedir. Bu âyette Yüce Allah "iman ettik" diyen bedevilerin kalplerini bildiği için onların gerçekten iman etmediklerini İslam'ın ve Müslümanların zaferi karşısında mahalle ve akraba baskısı veya devletin maddi imkanlarından faydalanma amacıyla ister istemez boyun eğdiklerini bildiriyor.Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni ilim adamlarının imanlarının Kur'an'a uygun olmadığını şu âyetler ortaya koyar."(Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) "Yahudi ya da Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız. dediler.De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.Biz, Allah'a bize indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer nebilere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk (ve nehnu lehu müslimün) deyin. Eğer onlar da, sizin inandığınız gibi iman ederlerse hidayeti bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, her şeyi bilendir"( Bakara- 135, 136, 137) Yukarıdaki âyetlerde vahiy'den bağımsız imanın Allah katında bir değerinin olmadığı ve hidayete asla vesile olmayacağı açık olarak görülüyor.İman, ancak Allah'ın indirdiği kitab-a özel kılındığı zaman "teslim" yani İslam mertebesine ulaşıyor.Yani vahyin öngördüğü iman tahakkuk etmeyince Allah'a tam teslim anlamında olan İslam gerçekleşmiyor."Kim de iyi amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler bunlar içindir"( Tâhâ-75)"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.( Enam- 82)İman ettim demenin hiçbir zaman yeterli olmadığını gösteren en büyük delillerden biri de, "Ey iman edenler!...." diye başlayan onlarca âyettir.Bu âyetlerde "Ey iman edenler!..." denildikten sonra iman iddiasına sahip olan Allah Resulünün arkadaşlarına yani ehl-i sünnet âlimlerinin "gökteki yıldızlar gibidir" dedikleri sahabilere çok sert eleştiriler getirilmektedir. Hatta âyetlerin "Ey iman edenler! diye başlamasının sebebi, Nebi (a.s) in arkadaşlarının imanlarında bir sorun olduğundandır. İmanda bir sorun olmadığı yani saf iman anlamında İslam'ınolduğu Mekke'da inen sürelerde "Ey iman edenler! diye başlayan âyet bulunmaz. MESELA "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir"( Hücurat- 1)"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebi'ye yüksek sesle bağırmayın; Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurat-2) "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Biriniz diğerinizin gıybetini yapmasın. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, engin merhamet sahibidir"(Hucurat-12)"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'e ihanet etmeyin; sonra bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz"(Enfal-27) Dolayısıyla Allah tarafından indirilen vahiy ahlakına göre aracısız, şirkten uzak iman olmadan hiçbir zaman İslam gerçekleşmiş olmayacaktır.Yani Şii ve Sünni ilim adamlarının "Biz Müslümanız, Allah'a teslim olduk, dinimiz islamdır" demelerinin Allah katında hiç bir değeri bulunmamaktadır.Çünkü elçiler tarihinde yani Allah Resullerinin muhatap kılındığı tüm zamanların müşriklerinin zihin dünyalarında yaratıcı olarak daima Allah vardır. Onların Allah'ın varlığı ve büyüklüğü konusunda hiçbir sıkıntıları olmamıştır.Zaten Kur'an tarafından "müşrikin" yani "şirk koşanlar, müşrikler" olarak tanımlanmaları da bu yüzdendir.Onlar din büyüklerini, âlimlerini, iman önderlerini, evliya ve İlâhlarını Allah'a şirk koştukları için müşrik sayılmışlardı.Yoksa Allah'a inanmadıkları veya O'nu inkar ettikleri için değildir. Şu dua Mekke müşriklerinindir."Ey Allah'ım! Eğer bu hak (Kur'an- Resul) senin kadından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir"(Enfal- 32) Başka bir âyette şöyle buyrulmuştur."De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik ve hakim bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor?Her türlü işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki: Öyleyse (O'na şirk koşmaktan) sakınmıyor musunuz? İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıtan başka ne kalır? O halde nasıl şirke dönderiliyorsunuz"(Yunus- 31,32) Dolayısıyla mezhep, cemaat ve tarikat müşrikleri gibi kadim müşrikler de gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı hareket ettirenin, yağmur yağdıranın, rızkı verenin, hayatı ve ölümü takdir eden gücün Yüce Allah olduğunun farkında oldukları ve Allah'a kendilerince iman ettikleri onlarca âyette çeşitli şekillerde dile getirilmiştir.15-) Müminler ancak, Allah'a yani Resûlûne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte (imanında) sadık olanlar sadece bunlardır.16-) (Ey Resul!) De ki: "Siz Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi bilendir."(Rivayet ve ictihadları yani mezhepleri reddetme bakımından en önemli âyetlerden biri budur. Yani siz Allah'ın size göndermiş olduğu vahyi nasıl yeterli görmezsiniz? "Allah'ın göndermiş olduğu vahiy'den ayrı olarak nasıl helal ve haramlar, farz ve vâcipler icad edersiniz?" Dolayısıyla bütün rivayet ve ictihadlar mezhep ve fırkalar Allah'a din öğretmenin adıdır. Yani "Allah sizin din atalarınız kadar bilmedi, onun ilmi eksik yetersiz kaldı. Sizin her şeyi bilen din atalarınız Allah'ın eksik bıraktığı yerleri tamamladılar" Size ve Allah'ı yetersiz gören din atalarınıza veyl olsun.)17-) Onlar (güç ve kuvvet karşısında boyun eğerek) teslim oldukları için sana minnet mi ediyorlar. De ki: "İslam'ınızı (boyun egmenizi-tesliminizi) bana minnet etmeyin.Tam tersine eğer sadık kimselerseniz sizi imana hidayet erdirmesinden dolayı asıl Allah size minnet etmiştir"18-) Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.(Hucurat Süresinin Sonu)

24 Haziran 2022 Cuma

CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ(3.YAZI) Dönem: 1970'lerin ortalarıİstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığım  Trabzon yurdunda ziyaret etti. Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve  beraber yola koyulduk. Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi.  Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi.  Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum: "Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu  kesiyorsun buralarda!"Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.Sus ve sadece izle" dedi. Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm abiler" dedi..Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım. Dayıoğlu bu arada beni tanıttı: "Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor" Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde  el sıkışmaktır. Hemen sordum:- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın  bir hikmeti mi var?-Var hem de çok var. Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.İtiraz ettim:-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu  gel seni  bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.10 küsur kişi hep bir ağızdan:-Elhamdülillah. Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine  bana döndü ve şunları söyledi:-Muhterem sen ne nasipli adammışsın! Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin. Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.Bütün Salon yine  "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını  bitiren Elhamdülillah deyip  başlıyor ağlamaya. Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı. İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna  sordum-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim? Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.Nakşibendi tarikatınamensubuz.Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var,  sadece  akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var. Dayanamayıp sordum:-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?-  Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır. Yine söz kestim: -Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine  gelen o adam değildi. Cocuk olandı.-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret  oluyor?-Bu konularda şaka yapma, imanın gider. Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim. Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak. -Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek?  -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre  giriyorsun...- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum. -Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak. -Müceddid ne demek?-Bin  yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek.  Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi. Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.-O çocuk öyle biri olacak öyle mi? Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?- Ne olur sus,  imanın gider.- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi? İlkokul mecburiyeti var.-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip  bitirecek.  Özel hocaları  var.  İngilizce, Arapça öğreniyor. Kur'an öğreniyor. Tam burada bir parantez... Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile  yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum. Bu görevim hasebiyle de  babası Enver Ören  ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok  yakından tanıdım. Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana  teslim ederdi. O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu. Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına  tanıktım. Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı  söylenen  Mücahid akıl almaz bir biçimde  Amerikan hayranıydı. Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu. Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu  sizin bin yılın evliyası" dedim.'(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(243. YAZI)Fetih Süresi 29 Âyet olup Medine'de inmiştir Rahman Rahim Allah'ın Adıyla 1-) Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih açtık.(Âyette zikredilen "fetih" ülkelerin işgal edilmesi yani kılıç ve kalkanla yapılan fetih değildir.Bu fetih vahiy'le yapılan gönül fethidir.Çünkü âyette yüce Allah, "fetehnê" " biz fethettik" buyrulmuştur. Yüce Allah silahla değil, gönülleri vahiy'le fetheder.İkincisi, âyette bahsedilen fetih "Hudeybiye musalahası" olarak bilinen ve görünüşte iman edenlerin aleyhinde olan barış antlaşması idi. Ama buna rağmen Kur'an bu antlaşmaya fetih adını vermiştir. Barış her zaman savaştan iyidir.)2,3-) (Ey Nebi!) Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etsin, sana olan (vahiy) nimetini tamamlasın, seni sırât'ı müstakime hidayet etsin ve Allah sana yardım etsin, (hemde) aziz bir yardım ile.4-) O, iman edenlerin, imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine sekinet (huzur ve güven) indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah, Alim ve Hakim olandır.5-) Bütün bunlar Allah'ın; mümin erkek ve mümine kadınları, içlerinden nehirler akan, içinde devamlı kalacakları cennetlere koyması, onların kötülüklerini örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında azim bir başarıdır.6-) Bir de Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük girdabı onların üzerine olsun! Allah onlara gazap etmiş, onları lânetlemiş yani kendilerine cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir!7-) Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah Azîz ve Hakim olandır.8-) (Ey Resul!) Şüphesiz biz seni bir şâhit ve müjdeci yani bir uyarıcı olarak gönderdik.9-) (Ey insanlar!) Allah'a yani Resûlûne iman edesiniz, ona gereken değeri gösterip yani ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam (Allah'ı) tespih edesiniz diye (Resûl gönderdik.)10-) (Allah'ın Resulü olarak) Sana bîat edenler ancak Allaha bîat etmiş olurlar. Allahın eli (yardım ve kudreti) onların elleri üstündedir. Şu halde kim (antlaşmayı)) bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile ahitleştiği şey'e vefalı olursa, (Allah) ona da azim bir mükâfat verecektir.11-) Bedevîlerin (savaştan) geri bırakılanları sana, "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti; Allah'tan bizim için istiğfar et" diyecekler. Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler. De ki: "Sizin bir zarara uğramanızı dilerse, yahut bir yarar elde etmenizi dilerse, Allah'a karşı sizin için kim bir şeye mâlik olur? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."12-) (Ey münafıklar!) Siz aslında, Resûlun ve müminlerin bir daha ailelerine geri dönmeyeceklerini zannetmiştiniz. Bu, sizin kalplerinize süslü gösterildi de kötü zanda bulundunuz yani yıkımı hak eden bir kavim oldunuz.13-) Kim Allah'a yani Resûlûne iman etmezse bilsin ki, şüphesiz biz, kâfirler için sairi hazırladık.14-) Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dileyene mağfiret eder, dileyene de azap eder. Allah, Ğafur ve Rahîm olandır.15-) Savaştan geri bırakılanlar, siz ganimetleri almaya giderken, "Bırakın biz de sizinle gelelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler. De ki: "Siz bize asla tâbi olmazsınız. Allah, önceden böyle buyurmuştur." Onlar, "Bize hased ediyorsunuz" diyeceklerdir. Hayır, onların anlayışları çok azdır.16-) Bedevîlerin (savaştan) geride kalmış olanlara de ki: "Siz, şiddetli ve zorlu bir kavme karşı teslim oluncaya kadar savaşmaya dâvet edileceksiniz. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, Allah size elem verici bir azap ile azap eder"17-) Âmâya güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir.) Kim Allah'a yani Resûlûne itaat ederse, Allah onu, içlerinden nehirler akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, ona elem verici bir azap ile azap eder.18,19-) Şüphesiz ki Allah, ağaç altında sana bîat ederlerken müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onların üzerine sekinet indirmiş, onlara yakın bir fetih yani alacakları birçok ganimetlerle ödüllendirmistir. Allah Aziz ve Hakim olandır.20-) Allah, size, alacağınız birçok ganimetler vaad etmiştir. Bunu size acele vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. (Allah, böyle yaptı) ki, bunlar mü'minler için bir âyet olsun yani sizi sırât'ı müstakime hidayet etsin.21-) Henüz elde edemediğiniz, fakat Allah'ın, ilmiyle kuşattığı başka (ganimetler) de vardır. Allah, her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir. 22-) Kâfir olanlar sizinle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçarlar, sonra da ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirlerdi.23-) Allah'ın öteden beri işleyip duran sünneti (budur). Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.24-) O, Mekke'nin göbeğinde, sizi onlara karşı üstün kıldıktan sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.Kıraat Farklılığı(Âyette bulunan "te'melûne" "yaptıklarınızı" kelimesi, "ye'melûne" "yaptıklarını" olarak da okunmuştur.O zaman son cümlenin manası şöyle oluyor. "Allah, yaptıklarını hakkıyla görmektedir")25-) Onlar, kâfir olanlar ve sizi Mescid-i Haram'ı ziyaretten ve bekletilen kurbanlıkları yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer, oradaki henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümine kadınları bilmeyerek ezmeniz ve böylece size bir eziyet gelecek olmasaydı, (Allah, Mekke'ye girmenize izin verirdi). Allah, dileyeni rahmetine koymak için böyle yapmıştır. Eğer, iman edenlerle kâfirler birbirinden ayrılmış olsalardı, onlardan kâfir olanları elem verici bir azapla azaplandırırdık.26-) Hani kâfir olanlar kalplerine hamiyeti, cahiliye hamiyetini (ırkçılığı) yerleştirmişlerdi. Allah ise, Resûlune ve müminlere sekinetini (huzur ve güveni) indirmiş ve onlara takva sözünü tutmalarını ilzam etmişti. Yani onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.27-) Andolsun, Allah, Resulü'nün rüyasını (ön görüsünü) hak çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. (Allah), sizin bilmediğinizi bildi yani size bundan başka yakın bir fetih daha kıldı.28-) O, Resûlünü hidayet yani hak din ile gönderendir. (Allah) o hak dini (Resullere daha önce gelen) dinin üzerine daha açık ortaya koymak için (böyle yaptı). Şahit olarak Allah yeter.(Son vahyin indiriliş sebebi, daha önce diğer Nebilere indirilen ve Resuller tarafından tebliğ edilen bütün vahiy'lerden daha açık ve detaylı olarak hak dinî ve hidayeti ortaya koymak içindir. Yani hanif İslam dinini tamamlamak içindir. Dolayısıyla "Aled dini küllihi" "diğer dinler" değil, "daha önce indirilen hak din" anlamına gelmektedir."Liyuzhirahu" "üstün kılmak" değil, "daha açık olarak ortaya koymak" anlamına gelmektedir. Muhammed (a.s) ın son Nebi olmasının nedeni budur. Çünkü daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy ile din yüce Allah tarafından tamamlanmıştır.)29-) Muhammed, Allah'ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederken, Allah'tan fazilet ve rızasını aradıklarını görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat'taki misalidir. İncil'deki misalleri de şöyledir. Onlar filizini yarıp çıkarmış, onu güçlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah, kendileri sebebiyle kâfirleri öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip yani salih amel işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.(Âyette bulunan "vellezine maahu" "onunla beraber olanlar" ifadesi, kendi döneminde yaşayan sahabilerden daha çok kıyamet gününe kadar gelecek olan müminlerdir. Mümtehine süresi 4.âyette bulunan "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır" cümlesi de aynı gerçeği anlatıyor. Çünkü kendi döneminde İbrahim (a.s) ın arkadaşları yani onunla beraber olan kimse yoktu. Yani onun inancına sahip olanlar onunla beraberdir anlamına gelmektedir.)(Fetih Süresinin Sonu)

23 Haziran 2022 Perşembe

CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ(2.YAZI)Cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ahlak ve ilminden uzak oldukları için genellikle  Ehl-i Sünnet dininin rivayet ve ictihadlarına göre amel ederler.Taptıkları lider ve  evliyasından dolayı ayrıca  her cemaat ve tarikatın kendine ait  bir inanç ve anlayışı mevcuttur.Yani şirk ve hurafe bataklığında hayatlarını düşüncesizce sürdürmektedirler.Gelelim Sabahattin Önkibar'ın ihlas Finans hatıralarına..."Diyor ki: "Enver Ören'in Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı olması ise Hüseyin Hilmi Işığ'a rağmen tamamen Işık Hoca'nın kızı ve eşinin  tercihi sonucudur ki bunu bana bizzat Enver Bey anlatmıştı. Hüseyin Hilmi Işık'ın damat  adayı şimdilerde İhlas Holding'in  inşaat işlerinin başında olan Zeki Celep'ti. Işıkçılar 70'li yıllarda sıkı Demirelciydiler ve onu Allah'ın yeryüzündeki vekili gibi görürlerdi.Öyle ki İhlas'ın öğrenci yurdunda kalan gençler seçimlerde Demirel'e korumalık  görevi  yaparlardı. İlaveten bütün cemaatlerde olduğu gibi Işıkçılar da diğer cemaatleri sapkın olarak görür ve  kıyamet günü cehennemden kurtulacak tek fırkanın kendileri olduğuna inanırlardı. 1980 ihtilali tecrübesiyle, el konmasın diye İhlas  cemaatine ait bütün mal ve birikimler, Kuleli Askeri Lisesi'nden ayrıldıktan sonra Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü  bitirip öğretmenlik yapmaya başlayan Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı  Enver Ören'e devredildi.Işıkçı grubu ihtilal günlerinde sıkı Kenan Evren'ci, ANAP iktidar olduktan sonra da keskin Özalcıydı. Öyle ki çok değil birkaç yıl öncesinde evliya olarak görülen Demirel hakkında 80'li  yıllarda sarhoş hikayeleri anlatılmaya başlandı.Işıkçılar Mesut Yılmaz'ı hiç sevememişti. Buna mukabil Tansu Çiller'i evliya olarak görürlerdi. Enver Ören, Çiller seçim kazansın diye kendi anlatımıyla 1995,  1999 ve 2002 seçimlerinin  hemen arefesinde Mısır'a giderek Nebi (a.s) ın kızının oradaki Türbesi'nde onu vesile ederek Tansu Hanım için dualar ettirdi.Işıkçılar, dişinde dolgu olan herkese cenabet derlerdi, zira gusül abdestinde iğne ucu kadar yer ıslanmazsa abdest geçerli olmazmış.  Enver Ören TGRT'yi mütedeyyin halkın büyük bağışlarıyla kurmuştu.Bileziğini bozduran İhlas'a veriyor ve büyük bağış kampanyaları yapılıyordu.Enver Ören muhafazakar bir TV kanalını önce İstanbul'daki dindar iş adamlarıyla kurmak istedi ancak konu, yabancı film oynarken kovboyların içki içme görüntüsünü verecek miyiz tartışmalarına kayınca Ören kendi ifadesiyle hemen orayı terk edip kendi başına televizyon kurmaya karar verdi ve halktan büyük bağış topladı. O dönem televizyon kanalı kurmak çok pahalıydı ve Cem Uzan'ın Star'ınden sonra TGRT ikinci özel kanal  olarak yayın hayatına başladı.Burada yine bir parantez açıp TGRT ve Türkiye gazetesinin Ankara bürosunda aylarca maaş ödeyemediğim o günlerde yaşadığım tuhaflıklardan  bir tanesini aktarmak istiyorum.  Bir gün Enver Bey'i  almak için bana bildirilen saatte havalimanı'na gittim. Baktım tarifeli uçakta yok. Nerde diye oraya buraya bakarken Ören'i VİP  çıkışında gördüm. Ben bir şey sormadan o açıklamada bulundu. "Özel uçak kiraladım, onun için buradan çıktım" Biz yöneticisi olarak personele  aylardır maaş veremiyoruz, o özel uçakla Ankara'ya geliyor. Aradan bir süre daha geçti, Enver Ören'in önce helikopter, peşi sıra özel uçak aldığı duyuldu. Enver Ören işte o günlerde büroya geldi ve herkesi topla dedi. Enver Ören büroda yaptığı sohbette yeni  döndüğü Avrupa  seyahatini anlatmaya başladı."Çocuklar! Özel uçak sahibi olmak çok güzel bir şey. Düşünün, sabah Roma'da kahvaltı yaptık, öğle yemeği için Paris'e geçtik, aynı gece gidip Londra'da uyuduk. Büyük salonu dolduran muhabirler bu sözler üzerine burunlarından solumaya  başladılar. Sohbet sonrası Enver Bey'e odamda şunu söyledim. Enver abi! Az önce sohbet ettikleriniz sizin  cemaatin mensubu, yani abi takımı değil, tamamı profesyonel gazeteci. Bunlar alamadıkları beş aylık maaşlarını aylardır  beklerken sizin Avrupa maceralarınızı anlatmanız hiç hoş olmadı. Bu  gazetecilerin her biri bir uçağın yabancı havalimanına tekerleğinin değmesinin  onbinlerce dolar olduğunu biliyor. Enver Bey bu  açık sözlerime çok bozuldu ve "Senin imanın zayıfladı galiba. Tövbe et" diyerek odamdan hışımla ayrıldı.Özellikle uçak- helikopter ve İhlas Finans'ta  toplanan bir buçuk milyar dolar mevduatla Ören; gücü, itibarı ve kadın dünyasını keşfetti. Hayır, bu kitapta Enver ve Mücahit Ören'lerin özel hayatına dair tek bir satır bulamayacaksınız birebir şahit olduğum pek çok şey benimle beraber mezara gidecek. Benim bu kitapla sorguladığım husus  inancın istismarı,  yani pek çok şeye alet edilmesidir.(Takkeli Firavunlar- s.36--40)

22 Haziran 2022 Çarşamba

CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ(1.YAZI)Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.Bütün cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükse de Kur'an açısından baktığımızda aslında İslam dini ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla görebiliriz.Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar. Yani onlar,  dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.Onların dinlerinde vahiy'den başka her şey mevcuttur.Dinlerine Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin "İslam dini" olarak nitelenmesi cehaletten başka bir şey değildir ?İslam dininin tek kaynağı, otoritesi ve sahibi Allah'tır.Rahmân ve Rahim olan Allah, saf ve hanif dininde hiç bir ortak kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur. "(Ey Nebi ! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik.O halde sen de dini Allah'a özel kılarak ibadet et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."(Zümer-2,3)"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin  Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini"  olarak adlandırılamayacaklarını ortaya koymak etmek içindir. İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm koyucusu, helal ve haram kılıcısı yoktur."...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"(Kehf-26)"Allah'ın dununda ibadet ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte (toplumu) ayağa kaldıracak dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"(Yusuf-40)İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin  nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne  olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse  ortaya koyamaz. İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde yakından göreceğimiz ihlas holdingin kurucusu "Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır. Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini daha iyi  göreceğiz. Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını Fetö çok acı bir şekilde bize göstermiştir. Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle akılda bulunan bazı şüphe ve istifhamlar yok olacaktır. Yani cemaat ve tarikat liderlerinin    nasıl Kur'an ahlakından ve İslam onurundan mahrum olduklarını göreceğiz. Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak  milleti nasıl sömürüp soyduklarını göreceğiz.Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi  insanlara "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları  "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.Aslında Allah'ın kitab'ını  okuduğumuzdan yani Kur'an'ın bize  vermiş olduğu ilim ve anlayışla cemaat ve tarikatların batıl inanç, kötü ahlak ve çirkin karakterleri tuhafımıza gitmeyecektir.Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran birinin cemaat ve tarikatların  inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç  olmuştur.Şimdi Kur'an'a karşı cehalet ve ön yargının insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.Ancak takılacağınız kişi "Enver Ören"  ve "cemaati" olmasın.Esas ibret alacağımız gerçek, mezhep ve fırkaların nasıl büyük bir bela ve  felaket olduğunu görmek olmalıdır.  Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve  mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye düştüklerini anlayacağız.Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve ictihadlarını savunan siyasal dincilerin, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmekten başka bir şey değildir. Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın hüküm ve  hakimiyetini sağlamak mümkün değildir."Allah zaten hakimler hâkimidir"(Tin-8)"Göklerin ve yerin mirası Allah'a aittir" (Âli İmran-180) "Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ındır"(Âli İmran-189)İnsanların amelleri  inançlarına  göre değer kazanır.İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.Yani imanı sağlam olmayandan güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabından:İHLAS FİNANS KURUMUNUN SEYRİ  ve SERÜVENİ. İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış  sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın  içinde kullanıldığı belgelendi. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı  tamı tamına 750 milyon dolardır. Bu kadar büyük bir para nereye saçıldı ? sorusuna gelince... Bir kısmı yurt dışına gitti. MESELA: ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce  dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje   fiyaskoyla sonuçlandı.Araziler ne oldu bilmiyorum.Keza yine ABD'de  bazı emlak yatırımlarının  yapıldığını dinlemiştim. İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya  alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu. Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT  harcamalarıydı.Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse  onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çoğu geri dönmedi.Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan  havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın  aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını  bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e  hediye edildi.Keza Gülben Ergen TGRT'de  kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler  yapılırken,  Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar  rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar. Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın  TGRT'den  kazandığı paralar sayesinde  olduğunu TGRT'deki  karşılaşmamızda söylemişti.Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı  ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi. Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile  karnını doyuruyordu. Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı vekonuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış  çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki  bunun bir örneği,tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı.  Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü almaksızın Holding odasında bir gün  Avşar'la iş konuşur,  ertesi gün Türkan Şoray'a  dizi teklifleri yapardı.Dahası hangi sanatçının ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince  yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimizAhsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı."Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim. O daha mühim!" Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile  ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora  düşünce,  adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören  3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı. Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı. Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt  Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti  teklif edildi ki bu tekliften  son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı  telefonayla dönüldü. TGRT o dönem işi  o kadar abarttı ki İFPAŞ diye  bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.Amacı İslam ülkelerine  evliya filmlerini  satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü  ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı. İhlas Finans'ın savrulan  paraları  elbette TGRT ile sınırlı değildi.(S. 15, 16, 17)

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(242. YAZI)Muhammed Süresi 38 Âyet olup Medine'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla 1-) Kâfir olanlar yani Allah'ın yolundan engelleyenlerin amellerini (Allah) boşa çıkarmıştır.2-) İman edip, salih ameller işleyenlerin yani Muhammed'e indirilene -ki o Rablerinden gelen haktır- iman edenlerin ise Allah günahlarını örtmüş yani durumlarını ıslah etmiştir.3-) Bu, kâfirlerin batıla tâbi olmaları ve iman edenlerin Rablerinden gelen hakka tâbi olmalarından dolayıdır. İşte Allah, onların örnek alınacak durumlarını insanlara böyle anlatır.4-) (Savaşta) kâfir olanlarla karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hâle getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi, onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle sınamak için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, (Allah) onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.Kıraat Farklılığı(Âyette bulunan "kûtilû" öldürülenler" kelimesi, "kâtelû" "savaşanlar" olarak da okunmuştur. O zaman cümlenin manası şöyle oluyor. Allah yolunda savaşanlara gelince, (Allah) onların amellerini boşa çıkarmayacaktır.)5-6) Onları (vahiy'le) hidayete ulaştıracak yani durumlarını ıslah edecektir ve kendilerine tanıttığı cennete koyacaktır.7-) Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz. O da size yardım eder yani ayaklarınızı sâbit kılacaktır.8-) Kâfir olanlara gelince, yıkım onlarındır yani (Allah), onların amellerini kaybettirmiştir.9. Bu, Allah'ın indirdiğini kerih görmeleri, bu sebeple de Allah'ın amellerini boşa çıkarmasındandır.10-) Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah, onları darmadağın etmiştir. Kâfirlere de bu cezanın benzerleri vardır.11-) Bu, Allah'ın iman edenlerin yardımcısı olması, kâfirlerin ise, hiçbir mevlalarının bulunmamasından dolayıdır.12-) Şüphesiz Allah, iman edip yani salih ameller işleyenleri, içinden nehirler akan cennetlere koyacaktır. Kâfirler ise (dünyadan) yararlanırlar yani hayvanların yediği gibi yerler. Onların kalacakları yer ateştir.13-) (Ey Nebi!) Seni yurdundan çıkaranlardan daha güçlü nice yurt halkları vardı ki, biz onları helâk ettik. Onlara yardım eden olmadı.14-) Rabbinin katından açık bir beyyine üzerinde olan kimse, kötü amelleri kendisine ziynetli (süslü) gösterilen ve nefislerinin hevalarına tâbi olan kimseler gibi olur mu?15-) Muttakilere vâdedilen cennetin misâli şöyledir: Orada bozulmayan sudan nehirler, tadı değişmeyen sütten nehirler, içenlere zevk veren şaraptan nehirler ve süzme baldan nehirler vardır. Yani orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Ve Rablerinden mağfiret de vardır. Bu cennetliklerin misâli, ateşte temelli kalacak olan yani bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?16-) Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıktıkları zaman (alay ederek), kendilerine bilgi verilmiş olanlara, "Az önce ne söyledi?" derler. İşte bunlar, Allah'ın, kalplerini mühürlediği yani nefislerinin arzularına uyan kimselerdir.17-) (Vahyin) hidayetine ulaşanlara gelince, Allah onların hidayetini artırır yani takvalarını verir.18-) Onlar saatin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar. Andolsun ki onun şartları gelmiştir. Kendilerine gelip çatınca öğüt almaları kendilerine neye yarar?19-) (Ey Nebi!) Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Hem kendinin, hem de mümin erkek ve kadınların günahları için istiğfar et! Allah, gezip dolaştığınız yeri de, içinde kalacağınız yeri de bilir.(Nübüvvet özel hayat olduğu için Nebi Allah'a karşı hata eder. Yani günahlarının bağışlanması Resul ile ilgili bir şey değildir. Çünkü tek görevi vahyi tebliğ olan Resul hata etmez yani Resuller masumdur. İşte Nebi ve Resûl arasında bulunan farklardan biride budur.) 20-) İman edenler, "Keşke bir sûre indirilse!" derler. Fakat hükmü apaçık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır.21-) İtaat ve mâruf bir söz onlar için daha hayırlıdır. İş ciddileşince Allah'a verdikleri söze sâdık kalsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.22-) Demek, yüz çevirdiğinizde yerde fesad çıkaracak ve rahimlerinizi koparacaksınız, öyle mi?(Âyette bulunan "tukattiu erhâmekum" "rahimlerinizi keseceksiniz" ifadesi, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği vahiy ve tevhid nimetini engelleme ve karşı gelme anlamına gelmektedir.)23-) İşte bunlar, (sanki) Allah'ın lânetleyip, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.(Lânet: "İnsanın kendini kötü bir inanca sürüklemesi, acımasız bir hâle sokmasi, yüce Allah'ın rahmet ve mağfiretinden uzak kılması, vahiy ve tevhid nimetinden mahrum etmesi" anlamına gelmektedir.Kur'an'da "lânet" kelimesinin zıt anlamı, "süüd -dêr" "kötü yurt, kötü konum, hayır ve bereketten uzaklaşma" olarak geçiyor. (Râd-25; Mümin-52) Yani lânet belasına saplanma insanların kendi amellerinin karşılığından başka hiçbir şey değildir. Çünkü insanların başlarına gelen bütün kötülükler kendi elleriyle yaptıklarındandır. Yinede Allah bir çoğunu affediyor.)24-) Onlar Kur'an'ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?(Tedebbür, âyetlerin arka planda kalan manalarını düşünmek anlamına gelmektedir.Mesela: "Hak Rabbinden gelendir" (Bakara-147) cümlesi, ön planda olan manadır.Arka planda kalan manası ise, "Din olarak Rabbinden gelmeyen şeyler hak değildir, onları kabul etme hemen reddet" demektir.Mesela: "Bu kitapta şüphe yoktur. Muttakilere hidayettir" (Bakara-2) Bu ön planda olan manadır. Arka planda kalan manası şudur. "Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka bütün kitaplar şüphelidir. Onlardan uzak dur, sakin onlara tâbi olma" demektir.)25-) Kendileri için hidayet belli olduktan sonra gerisingeri dönenleri, şeytan onları aldatıp peşinden sürüklemiş yani kendilerini boş ümitlere düşürmüştür.26-) Bu, (münafıkların), Allah'ın indirdiğini kerih gören kimselere, "Bazı işlerde size itaat edeceğiz" demelerindendir. Yani Allah, onların sırlarını bilir.27-) Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken hâlleri nasıl olacak?(Yukarıdaki âyette bulunan melekler, müminlerdir. Âyetlerin bağlam ve bütünlüğüne bakıldığında bu gerçek görülecektir. Enfal süresi 50. âyet de aynı kullanıma sahiptir.Nasıl ki şeytanın Kur'an'da bir çok anlamı varsa, şeytanın zıttı olan meleğin de bir çok anlamı veya çeşidi vardır.Hanif fıtrata sahip olan insanlar dahil, pozitif yaratılışa sahip olan her canlı ve cansız varlık gerçek anlamda melektir.Şirk ve küfür yolunda olan insanlar dahil, negatif yaratılışa sahip olan her canlı ve cansız varlık şeytandır.Kur'an'a göre Şeytanlar nasıl bir misyona sahipse, melekler de tam zıt bir misyona sahiptirler.Şeytan iki kutuplu bir yapıya sahiptir. 1-) Zihinsel şeytan veya ameli şeytan, bu zihinsel ve ameli olarak insanları yanlış yapmaya iten, tuzağı zayıf yani aşılması kolay olan bir şeytandır.Bu şeytan, "cimrilik, kıskançlık, gurur, kibir, kariyer ve makam hırsı, kabile, cemaat, tarikat ve aşiret taassubu yani ırkçılık, şehevi istek ve arzular, içten dürtü ve vesvese şeklinde kendini gösterir.2-) Ete kemiğe bürünmüş yani din adamı kılığında olan şeytanlar.En tehlikeli şeytanlar bunlardır. Çünkü bunların tuzağına düşen bir daha kurtulamaz. Bu şeytanlar rivayet ve ictihadlarıyla insanların akıllarını sihirleyen, korku veya ümit enjekte ederek insanları kendine bağlayan, insanların Kur'an'a gitmelerini engelleyen bir özelliğe sahiptirler.Kur'an'da "itaat, ibadet, izini tâkip etmeme, ittibâ yani tâbi olma, vâdetme, sihir öğretme, konuşma" bağlamında kullanılan şeytan kavramlarının hepsi din adamları anlamında kullanılmışlardır.Kur'an'da melekler şeytanların tam zıttı olarak anılır. Mısır'daki kadınların Yusuf (a.s) için "Bu kerim bir melektir" sözleri mecaz değil, gerçek anlamda kullanılmış bir cümledir. Bütün Nebi ve Resûller aynı zamanda melektirler. Yani güzellik ve erdem üreten herkes aynı zamanda melektir. Kötülük ve ahlaksızlık üreten herkes şeytandır. En kötüsü de din adamları kılığında olan şeytanlardır. Çünkü insanların hem dünya hayatlarını hemde âhiretlerini mahvetmeye kadir bir potansiyele sahiptirler. Dolayısıyla hayır ve güzellik üreten bütün müminler de melektirler. Yüce Allah'ın yolundan cihat edenlerin melekler olduklarından asla şüphe yoktur.)28-) Bunun sebebi, Allah'ı öfkelendiren şeylere tâbi olmaları yani O'nun razı olduğu şeyleri kerih görmeleri içindir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.29-) Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar Allah'ın, niyetlerini ortaya çıkarmayacağını mı hesap ettiler?30-) Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Fakat, sen onları, konuşma tarzlarından da tanırsın. Allah, amellerinizi bilir.31-) Andolsun, içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri bilinceye (belirleyinceye) yani haberlerinizi ortaya koyuncaya kadar sizi sınayacağız.32-) Şüphesiz ki, kâfir olanlar yani Allah'ın yolundan engelleyenler yani kendilerine hidayet yolu belli olduktan sonra Resûle karşı gelenler hiçbir şekilde Allah'a zarar veremezler. Allah, onların amellerini boşa çıkaracaktır.33-) Ey iman edenler! Allah'a itaat edin yani Resule itaat edin. Sakın amellerinizi boşa çıkarmayın.(Yukarıdaki âyette bir çok önemli nokta vardır.1-) İtaat Allah ve Resul bağlamında kullanılan bir terimdir. Resule itaat, yüce Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir. Nebi'ye mutlak anlamda itaat etme emredilmemiştir.2-) Allah ve Resûlune itaat evrensel bir emirdir. Yani beşer Resûl hayatta olduğu sürece risâlet misyonuyla itaat ona yapılacaktır. O vefat ettikten sonra kitap Resul olan Kur'an'a itaat edilecektir. İşte Resul kavramı bundan dolayı evrenseldir. Kitap Resûle yani Kur'an'a itaat edenler tarihte gelmiş bütün Resullere itaat etmiş sayılırlar.3-) Bu âyette bulunan itaat emri beşer Resûl ile değil, kitap Resul ile ilgilidir. Çünkü beşer Resûl on dört asır önce vefat etmiştir. Fakat kitap Resul kıyamet gününe kadar baki kalacaktır.4-) Kur'an'da Allah ve Resul lafızlarının arasında bulunan bütün "ve" edatları "yani" anlamına gelmektedir. 5-) Allah ve Resûlune itaat etmeyenin yani dinde tek hüküm kaynağının Kur'an olduğuna iman etmeyenin ameli boştur, batıldır, yok hükmündedir.6-) Kur'an'ın hiç bir âyetinde "Allah'a itaat edin"emri bulunmamaktadır. Mutlaka Allah lafızlarının yanında Resul vardır. Bunun anlamı, yüce Allah'a itaat etmenin tek yolunun kitab'a itaat etmek olduğu içindir. Yani insanlar din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa iman ve itaat etmedikleri zaman gerçek anlamda yüce Allah'a iman ve itaat ettikleri ortaya çıkacaktır.34-) Şüphesiz ki kâfir olanlar yani Allah'ın yolundan engelleyenler, sonra da kâfir olarak ölenler var ya, Allah onları asla mağfiret etmeyecektir.35-) Gevşeklik göstermeyin yani üstün olduğunuz hâlde barışa dâvet ediyorsunuz. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir.36-) Şüphesiz dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman edip yani takva sahibi olursanız, O size mükâfatınızı verir ve sizden mallarınızı istemez.37-) Eğer onları sizden isteyip de sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz, O da (gerçek) niyetinizi ortaya çıkarırdı.38-) İşte sizler, Allah yolunda infak etmeye dâvet ediliyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi nefsine cimrilik yapmış olur. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir kavim getirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar.(Muhammed Süresinin Sonu)

21 Haziran 2022 Salı

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(241. YAZI)Ahkâf Süresi 35 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ Mîm.2-) Kitab'ın indirilişi, Aziz ve Hakim olan Allah'tandır.3-) Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları hak (bir amaca yönelik) olarak yani belirli bir süre için yarattık. Kâfirler ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.4-) De ki: "Allah'ın dununda dua ettiklerinizi gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer sâdıklar iseniz, bana bundan önceki bir kitap, yahut ilmi bir eser (bilgi kalıntısı) olsun getirin!"5-) Allah'ın dununda, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere dua edenden daha sapkın kim vardır? Oysa onlar, bunların dualarından gâfildirler.6-) İnsanlar (haşir günü) toplandığında, o ibadet ettikleri kendilerine düşman oluverirler yani onların ibâdetlerine kâfir olurlar.(Kur'an'ın dinine ve diline göre kimin emirleri yerine gelirse ona ibadet yapılmış olur. Yani rivayetleri ve mezhepleri kendine din edinen Allah'a ibadet etmiş olmaz. Beşeri yalanları din olarak yaşayan Allah'a isyan etmiş olur. "İBADET" NEDİR?Yüce Allah tarafından indirilen ve Resüller tarafından insanlara tebliğ edilen vahyin tek indiriliş sebebi ibadettir. (Hud- 1,2, 26; Yusuf- 40; İsra-23;Yasin 60; Fussilet 14; Ahkaf-21 Tüm Resüllerin kavimlerine tebliğ ettikleri ilke yalnız Allah'a ibadet etmek olmuştur.(Araf- 59,65,73,85; Hud-50, 61, 84; Müminun- 23,32)Kur'an'ın dininde ve dilinde ibadet, atalardan ezberlenmiş ve alışılmış, insanın hayatında olumlu hiçbir etkiye sahip olmayan, belli bazı ritüelleri yapmak değildir. Yüce Allah'ın tüm Nebilere vahyettiği ve Resul misyonuyla ilan ettikleri ilkelerin hepsine birden ibadet denilmektedir.Yani yüce Allah'ın emir ve yasakları arasında ibadet, tüm salih amelleri içine alan çatı katını temsil etmektedir.Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kitaba iman edilmediği sürece yani ihlas elde edildikten sonra yalnız Allah'a yani Kur'an'a teslim (İslam) olunduktan sonra insanların yaptıkları her güzel amel ibadet kategorisine girer.Dolayısıyla bütün meşru işler ve güzel amellerin hepsi ibadet hükmüne geçer.insan her an Rabbi olan yüce Allah ile beraberdir. Geleneksel dinde ibadet denilince insanların aklına sadece namaz, hac, salavat ve umre geliyor. Halbuki insan sürekli olarak ibadet halindedir. Hayatın amacı ve gayesi ibadettir. İnsan yüce Allah'tan bir an bile ayrı kalamaz. "O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşın üzerine (kudretiyle) istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı yani gökten ineni ve oraya yükseleni bilen yani nerede olursanız olun O sizinle beraber olandır yani Allah yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin mülkü onundur yani bütün işler ancak ona döndürülür" (Hadid-4, 5)"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Yani bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir" (Mücadele-7)İbadet fiziksel olarak yapılan bir şey değildir. Asıl ibadet zihinsel bir olaydır. Kişi gönül ve zihinle Allah'a teslim olmadıktan sonra ona ibadet etmiş sayılmaz.Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kitaplara iman edenler, Allah'a değil, ibadetleri kitaplarına iman ettikleri kişileredir. Bütün vahiy'lerin indiriliş amacı ibadettir. Vahyin önderliğinde Resüllerin ilk emri ibadettir.Yani Allah'tan başkasına kulluk yapmamalarıdır.Mesela: Tarikatçıların namazı Allah'a ibadet mi oluyor? Veya Süleymancıların ibadetleri yüce Allah'a mı gidiyor. Sürekli olarak Risale-i Nur okuyan, indirilmiş kutsal bir kitap olarak ona iman eden nurcular Allah'a ibadet mi ediyorlar? İbadet, vahiy ile ilgili bir durumdur. İbadet, teslim, iman, ihlas ve takva ile ilgili bir durumdur. Muhlis ve Muttaki olmayanın ibadeti yoktur. Yani din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul etmeyenlerin ibadeti tâbi oldukları tağut ve şeytanlar içindir. Allah'ın kitab'ı yerine Buhari'nin ve Küleyni'nin çöpten topladıkları ile beslendikten sonra namaz ve ibadetinin hedefi Allah olmayacaktır. Kime iman ederseniz, ona ibadet edersiniz. Yani kimin sözleri ve emirleri gönlünüzde taht kurmuşsa, kulluğunuz onadır. Şeyhe iman eden Allah'a ibadet edemez. Mezhebe bağlı olanın ibadeti Allah'a olamaz.İsa (a.s) ın dediği gibi, "İnsan aynı anda hem krala hemde Allah'a hizmet edemez"Kur'an'dan yüz çeviren ibadet diye bir şey yapmamıştır. Muhammed bin İdris, Ahmed bin Hanbel, Numan bin Sabit ve Mâlik bin Enes'in mezhebine tâbi olanlar Allah'a ulaşamazlar. Ben Hristiyanım, Yahudiyim, Şiiyim, Sünniyim diyenlerin ibadeti İslam olamaz. Hayatın hepsi ibadettir yeni hayat ibadetten ibarettir. Bütün be gerçeklerden sonra şimdi biz Şii ve Sünni dine adamlarına ne diyelim?Daha ibadetin hangi anlama gelmeden üç beş ritüele ümmeti mahkum ederek, Kur'an'da var olan yüzlerce emir ve yasağın farkında bile olmamışlar. "İBADET": inanç, fikir ve zihinle ilgil bir olaydır. İnsanların yüce Allah'a bağlantıları iman, takva, sevgi, ihsan, ibadet, zihin ve eğitimle ilgilidir. Hiç kimse namaz kılmakla Rabbi ile bağlantı kuramaz ve kuramamıştır. Yüce Allah ile namaz kılanların arasında uzun bir mesafe vardır. Namaz hiç bir zaman insanları Kur'an'a yakınlaştırmamış tam aksine namaza en çok kulluk edenler tarikatçı ve cemaatçi hurafeciler olmuştur.İbadet hiç bir zaman Allah ile bağlantıyı koparmamak, sürekli olarak yüce Allah'ın gözetimi altında olduğumuzun şuurunda olmaktır. Küfürde böyledir. Küfür ve şirk ehli sürekli olarak dinlerini anlatır onun faziletini ve üstünlüğünü savunurlar. Nurcular Said Nursi'yi, tarikatçılar şeyhlerini, cemaatçiler efendilerini, siyasal dinciler liderlerini, Şia ve Ehli Sünnet hadis ve muhaddislerini anlatırlar. İşte bu yaşam tarzının ve inanç sisteminin Kur'an'daki adı ibadet oluyor. İbadet sürekli olan, hiç kesilmeyen, insandan ayrılmayan, gece gündüz onunla olan bir inançtır. Yani namaz ibadet değildir. Onun için yaratılışın tek amacı ibadettir (Zâriyat-56) İbadet yüce Allah ile ilişkileri düzene sokmak demektir. İşte bundan dolayı vahyin ve Resüllerin yegane gönderiliş amaçları da ibadettir. (Hud-1,2, 26; Yusuf-40; İsra-23; Yasin-60; Fussilet-14; Ahkâf-21)Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen ve Allah yolunda infak edenlerin uykuları bile ibadet sayılır. Her an yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu bilmeyen, günde beş defa Allah'ın huzuruna çıktığına iman edenin ibadeti yoktur.7-) Yani âyetlerimiz onlara açıkça tilâvet edildiği zaman, o küfredenler kendilerine geldiğinde hak (Kur'an) için, düşünmeden "Bu, apaçık bir sihirdir" dediler.8-) Yoksa, "Onu iftira etti" mi diyorlar? De ki: "Eğer ben onu iftira etmişsem, Allah'tan gelecek olana (cezaya) karşı siz benim için hiçbir şey yapamazsınız. O, sizin, hakkında yaygara kopardığınız şeyi daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter! O, Ğafur ve Rahîm olandır.9-) De ki: "Ben Resullerden türedi (ilk gönderilen) biri değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilemem. Ben (bir Nebi olarak) sadece bana vahyedilene tâbi olurum. Ve ben (bir Resul olarak) sadece apaçık bir uyarıcıyım."(Nebi, kendisine gelen vahye tâbi olurken, (Ahzab-1,2) Resûl, kendisine indirileni tebliğ eden kişidir.(Mâide-67)Bütün Nebiler vahiy alır, aldığı vahyi tebliğ görevi alana Resûl denir. Yakup, İshak, Davut, Süleyman, Zekeriya, Yahya gibi Nebi'lerin aldıkları vahyi tebliğ etme görevleri yoktur. Yani bunlar Nebidir ama Resûl değillerdir.)10-) De ki: "Ne dersiniz? Şayet bu, Allah katından ise ve siz ona kâfir olduysanız, İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini (Tevrat'ta görerek) şahitlik edip iman ettiği hâlde, siz yine de kibirlik taslamışsanız (zulmetmiş olmaz mısınız?). Şüphesiz Allah, (vahiy'den bağımsız olarak) zâlimler topluluğunu hidayete iletmez."11-) Kâfir olanlar, iman edenler için, "Eğer o vahiy hayırlı bir şey olsaydı, onlar onu kabulde, bizi geçemezlerdi" dediler. Onlar onunla hidayete ulaşmadıkları için; "Bu eski bir uydurmadır" diyecekler.(Yukarıdaki âyet vahyin dışında bir hidayetin olmadığını açık olarak gösteriyor.)12-) Bundan önce bir imam ve bir rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı da vardı. Bu (Kur'an) ise, onu doğrulayan ve zulmedenleri uyarmak, güzel ahlak sahipleri için müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş bir kitaptır.(Yukarıdaki âyette esas uyarıcının Kur'an olduğunu görüyoruz. Yani Resul aldığı görev icabı sadece vahiy'le uyarı yapar. Enbiya-45; Kaf-45)13-) "Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da istikamet sahibi olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.(İstikamet sahibi olmak din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmemek demektir. Çünkü Kur'an'ın bir adı da sırat'ı müstakim'dir.)14-) Onlar cennet ashabıdır. Amellerine karşılık olarak, orada devamlı kalacaklardır.15-) Biz, insana anne babasına güzellikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz şehrdir. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına bâliğ olunca şöyle der: "Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amellere ulaştır. Benim için zürriyetimi ıslah et.Şüphesiz ben sana tevbe ettim yani ben sadece sana teslim olanlardanım."16-) İşte, yaptıklarının güzelini kabul edeceğimiz yani günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennet ashabı arasındadırlar. Bu, onlara öteden beri vâdedilen sâdık bir vaattır.17-) Anne ve babasına, "Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken, beni (öldükten sonra) tekrar çıkarılmayı mı vâdiyorsunuz?" diyen kimseye, onlar Allah'a sığınarak, "Yazıklar olsun sana! İman et, Allah'ın va'di gerçektir" diyorlar, o da, "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyordu.18-) İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında o sözün (azabın) hak olduğu kimselerdir. Şüphesiz onlar husrana uğrayanlardır.19-) Herkesin amellerine göre dereceleri vardır. (Bu da) Allah'ın onlara yaptıklarının karşılığını tastamam vermesi içindir. Asla kendilerine zulüm yapılmaz.20-) Kâfirler ateşe arzolundukları gün, (onlara şöyle denir:) "Dünyadaki hayatınızda tüm güzelliklerinizi giderdiniz, sadece onunla yararlandınız. Bugün ise yerde haksız yere kibirlik taslamanızdan yani fıskınızdan dolayı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız."21-) Kendisinden önce ve sonra uyarıcıların gelip geçmiş olan Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) zikret. Hani Ahkâf'taki kavmini, "Ancak Allah'a ibadet edin, çünkü ben sizin adınıza azim bir günün azabından korkuyorum" diye uyarmıştı.22-) Onlar ise, "Sen bizi ilâhlarımızdan engellemeye mi geldin? Sadıklardan bize vâdettiğin şeyi başımıza getir" dediler.23-) Hûd, "(Bu konudaki) ilim ancak Allah indindedir. Ben sadece, benimle gönderileni size tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum" dedi.(Âyette bulunan"...Ben sadece, benimle gönderileni size tebliğ ediyorum" cümlesi, Resullerin sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini gösteriyor.)24-) O azabı vadilerine doğru yayılan bir bulut olarak gördüklerinde, "Bu, bize yağmur getiren bir buluttur" dediler. Hûd, "Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem verici azabın bulunduğu bir rüzgârdır" dedi.25-) "O, Rabbimin emriyle her şeyi darmadağın ediyor." Derken sabahladıklarında meskenlerinden başka hiçbir şeyleri görünmüyordu. İşte biz, mücrim bir kavmi böyle cezalandırırız.Kıraat Farklılığı(Âyette bulunan "lê yurâ illê mesekinuhum" "meskenlerinden başka hiçbir şeyleri görünmüyordu" cümlesinde geçen "lê yurâ" "görünmüyordu" kelimesi, le terâ" "görmezdin" olarak okunmuştur. Bu okuyuşa göre cümlenin meâli şöyle oluyor. "...(Ey Nebi! Orada olsaydın) "...meskenlerinden başka hiçbir şeyi görmezdin..."26-) Andolsun ki onlara, size vermediğimiz imkânları vermiştik. Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah'ın âyetlerine karşı geliyorlardı ve alaya aldıkları şey onları kuşatmıştır.27-) Andolsun, biz çevrenizde bulunan memleketleri de helak ettik. (hidayete) dönsünler diye âyetleri tasrif ettik.28-) Allah'ın dununda O'na yakınlık sağlamaları için edindikleri ilâhlar kendilerine yardım etseydi ya!? Aksine onları (yüzüstü bırakarak) uzaklaşıp kayboldular. Bu, onların uydurmaları yani iftira etmiş oldukları şeydir.29-) Hani Kur'an'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzurunda iken, birbirlerine,"Susun!" dediler. (Kur'an'ın) okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.30-) Dediler ki: "Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, önündeki kitapları tasdik eden, hakka yani doğru yola ileten bir kitap dinledik."31-) "Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icâbet edin yani ona iman edin ki, günahlarınızı mağfiret etsin yani sizi elem dolu bir azaptan korusun"32-) Kim Allah'ın davetçisine icâbet etmezse, yerde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'ın dununda evliya da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapkınlık içindedirler.(Âyette geçen cinler birinci Akebede Nebi (a.s) ile görüşmeye gelen Medine'li ensardır. Daha sonra ikinci Akabe gerçekleştikten sonra hicret etme olayı meydana geliyor.)33-) Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri de diriltmeye gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet şüphesiz O, her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir.34-) Ateşe arzulanacakları gün, kâfir olanlara "Bu hak değil miymiş?" denir. Onlar, "Rabbimize andolsun ki evet (hakmış)" diyecekler. Allah, "Öyle ise kâfir olduğunuzdan dolayı azabı tadın!" diyecektir.35-) (Ey Nebi!) O hâlde, Resullerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sende sabret. Onlar için acele etme. Kendilerine vâdedilen azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün bir saatinden başka kalmadıklarını sanırlar.Tebliğ (şudur) fasıklar kavminden başka helak edilen olur mu? (Ahkâf Süresinin Sonu)

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(240. YAZI)Casiye Süresi 37 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ Mîm.2-) Kitab'ın indirilişi, Aziz ve Hakim Allah tarafındandır.3-) Şüphesiz, göklerde ve yerde, müminler için (Allah'ın birliğini gösteren) nice âyetler vardır.4-) Sizin yaratılışınızda ve Allah'ın (yeryüzüne) yaydığı her canlıda da kesin olarak yakin getiren bir kavim için nice âyetler vardır.5-) Geceyle gündüzün ihtilâfında, Allah'ın gökten rızık olarak indirmiş olduğu (suda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları çevirmesinde aklını kullanan bir kavim için âyetler vardır.6-) İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları sana hâk olarak tilâvet ediyoruz. Artık Allah'tan yani O'nun âyetlerinden sonra hangi söze iman edecekler?Kıraat Farklılığı(Âyette bulunan "yu'minun" "iman edecekler" kelimesi, "tü'minun" olarak da okunmuştur. O zaman cümlenin manası şöyle oluyor. "... Artık Allah'tan yani O'nun âyetlerinden sonra hangi söze iman edeceksiniz.)7-8) (Allah'a yalan) uyduran her günahkâra veyl olsun! Kendisine Allah'ın âyetlerinin tilâvet edildiğini işitir de, sonra kibirlik taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi (şirkte) direnir. İşte onu elim bir azap ile müjdele!9-) Ve âyetlerimizden bir şey öğrenince onu alaya alır. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!10-) Arkalarında da cehennem vardır. Kazandıkları şeyler ve Allah'ın dununda (yanında-astında) edindikleri evliya da onlara hiçbir fayda sağlamadı. Onlar için azim bir azap vardır.11-) İşte bu (Kur'an) bir hidayettir. Rablerinin âyetlerine kafir olanlara ise en kötüsünden elem verici bir azap vardır.12-) (O) Allah ki, içinde gemilerin, emriyle akıp gitmesi, O'nun faziletini aramanız ve şükretmeniz için denizi size musahhar kılandır.13-) Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) size musahhar kılandır. Elbette bunda tefekkür eden bir kavim için âyetler vardır.14-) İman ederlere söyle, Allah'ın (hesap) günlerinin geleceğini ummayanları mağfiret etsinler (nasıl olsa) Allah her kavme kazandığının karşılığını verecektir.15-) Kim salih bir amel işlerse, kendi nefsi içindir. Kim de bir kötülük işlerse, kendi aleyhine işlemiş olur. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.16-17) Andolsun biz, İsrailoğullarına kitap ve hikmet yani Nübüvvet verdik. Onları temiz yiyeceklerle rızıklandırdık ve onları (kendi dönemlerindeki) âlemlerden (insanlardan) farklı kıldık. Yani onlara din konusunda beyyineler verdik. Ama onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ırkçılıktan dolayı ihtilafa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü, aralarında hüküm verecektir.18-) Sonra da seni (Allah'ın ) emirlerinden bir şeriat üzerinde kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin hevalarına tâbi olma. "ŞERİAT NEDİR?"Şeriat" kelimesi "ş-r-a" kökünden gelmekte olup türevleri ile birlikte Kur'an'ı Mübin'de dört yerde geçmektedir.Sözlükte ise "su yolu, herhangi bir su kaynağından su içmek ve almak için gidilen yol, büyük ve geniş cadde, suyun kaynağı" anlamlarına gelmektedir.Istılahta yani din dilinde ise, "Allah tarafından indirilen tevhid dini, hak din yolu, aydınlık ve ışık" gibi manalara gelmektedir. Milletler için itikadi ve ameli hükümler, emir ve yasaklar anlamına gelen "şeriat" bütün ilahi vahiy'lerde elçiler aracılığıyla gönderilen emir ve kuralların ortak adıdır.Şeriat, zannedildiği gibi, siyasal anlamda hukukla ilgili bir kavram değildir. Şeriat, aynen ibadet, takva, iman, nur, hidayet, sırât'ı müstakim, hüküm, Allah'ın sözü, Allah'ın âyetleri, Kur'an, furkan, İslam, ihlas, salât, ihsan gibi Kur'an'ın tümünü içine alan bir kelimedir. Şeriatın geleneksel fıkıh, beşeri kanun ve kâidelerle yani hukukla hiç bir bağlantısı yoktur. Şeriat için söylenen kanun ve hukuk iddiası büyük bir iftira ve açık bir yalandır. "Sonra da seni din konusunda bir "şeriat" üzerinde kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin heva ve heveslerine tâbi olma"Şeriat kelimesi, siyasi emellerine ulasmak için cemaat ve tarikatların en çok konuştukları, istismar ettikleri, tartışma konusu yaptıkları yani çeşitli spekülasyonlara âlet ettikleri önemli bir kavramdır. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi yüce Allah'ın, Nebi (a.s) a olan emirlerinden birisi de kendisine indirilen vahyin yani şeriatın üzerinde sabırla durmasını ve ondan ayrı bir yola sapmamasıdır.O halde şeriat Allah tarafından elçilere indirilen yolun yani dinin bir diğer adıdır."Sana da, daha önceki kitab-ı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak kitab-ı gönderdik.Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma.( Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik..."(Mâide-48) Ben müslümanım diyen şuurlu ve aklı başında hiç kimsenin yüce Allah tarafından indirilen emirlere dolayısıyla şeriata karşı gelmesi düşünülemez. Hiç bir mü'min ve hanif Müslüman, Allah'ın eşsiz iradesine ve sonsuz hikmetine karşı gelmez. Fakat Allah elçilerinden sonra, din adamları tarafından her zaman şeriat yani hanif din dejenere olmuş,indirilen vahyin manası bozulmuş, hak dine batıl karışmış ve ilahi emirlerin bazıları metin bazıları da mana yönünden tahrif edildikleri de bir gerçektir. "Din ve hüküm olarak vahiy'den başka hiçbir kaynak yoktur..." (Yusuf- 40; Şura-10) Yani son vahye baktığımız zaman "dinin Allah tarafından indirildiğini ve daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy ile din, Allah tarafından tamamlandığını..."(Enam-115; Maide- 3)"Allah elçilerinin sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini..." (Maide- 99; Râd- 40; Nahl- 35)"Nebi (a.s) ın sadece vahye tabi olduğunu..."( En'am- 106; Yunus- 15, 109 ; Ahkaf- 9)"Allah elçilerinin sadece indirilen vahiy'le insanları uyardıklarını, (Enbiya-45; Kaf- 45; En'am-51; Araf- 62, 67, 68, 69) açık ve net olarak görüyoruz. Yani şeriat dediğimiz zaman aklımıza Allah'ın indirdiği vahiy ve hak dinden başka bir şey gelmemesi gerekir. Şu halde şeriat denildiğinde, Allah tarafından Resul misyonu ile Muhammed (as) a indirilen İslam dini kasdediliyorsa bunda bir sorun yoktur.Bu şeriat baştan sona kadar barış ve ilimdir, olduğu gibi hidayet ve rahmettir, hüküm ve hikmettir, akıl ve mantıktır, kurtuluş ve mutluluktur, cennet ve Allah'ın rızasıdır. Fakat "şeriat'"tan maksat Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace, Ebu Davud ve Nesai'nin uydurma ve yalan rivayetleri ile oluşturulan mezheplerin vahşi "şeriatı" ise orada biraz durun, bu "şeriat" cehennemde son bulacak bir yoldur.Yani "şeriat'"tan maksat, Ahmed bin Hanbel'in, Malik Bin Enes'in, Muhammet bin İdris'in, Numan bin Sabit'in, Ebu Yusuf'un, İmam-ı Muhammed'in, İmam-ı Nevevi'nin, Gazali'nin, Evzai'nin iftira "şeriat"ı ise, peşkeş çekilecek bir imanımız ve aklımız yoktur.İslam milletini aldatmaktan ve yalan söylemekten vazgeçin.Bu "şeriat"a ilmimiz ve irfanımız yol vermiyor.Sizin "şeriat" dediğiniz şeyi, yani Allah'ın indirdiği vahye karşı uydurulmuş rivayet ve iftiralarla, paralel, vahşi ve katliamcı "şeriat" nızı şuurumuz, kitabımız ve hikmetimiz reddediyor. Biz, Allah'ın indirmiş olduğu şeriat'tan başka bir "şeriat"ı kabul etmiyoruz.Kur'an ehli muvahhidler olarak mezheplerin karanlık "şeriat"ını reddediyoruz."Dinden döneni öldüren, zina edenleri recmeden, namaz kılmayanları tekfir edip ölüme mahkum eden, kertenkeleleri öldürmeyi sevap sayan, kara köpekler için ölüm fermanı çıkaran, insanların saçına ve sakalına karışan, kadın düşmanı olan, kargaları bile fasık olarak gören, ressamları cehennemin en alt tabakasına gönderen, sanat ve estetik düşmanı "şeriat'ı" şiddetle reddediyoruz.Biz, Kur'an ehli muvahhidler, tevhid ve güzel ahlakı, merhamet ve adaleti, akıl ve mantığı, tefekkür ve hürriyeti olmayan "şeriat"ın düşmanıyız. Siz hangi şeriattan söz ediyorsunuz?Allah'ın dostu, muvahhidlerin atası İbrahim'in hanif ve saf şeriat'ından mı?Yoksa şirk ve zulüm olan Firavun ve Nemrud'un "şeriat"ından mı?Allah Resullerinin orijinal ve organik şeriat'ı mı,Tağutların ve iblislerin uydurma şeriat'ı mı? İŞTE SİZE EVRENSEL ŞERİAT İLKELERİ"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh'a tavsiye ettiğini(Ey Resul! ) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.Fakat kendilerini çağırdığın bu (tevhid-islam) dini müşriklere ağır gelir. Allah dilediğini kendisine Resul seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir"( Şura-13)"Ey iman edenler! Allah'tan ona yaraşır bir şekilde sorumluluk bilincine sahip olun ve ancak kendisine (Kur'an'a) teslim olarak can verin."Hep birlikte Allah'ın himayasine (Kur'an'a) sığının; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, günüllerinizi (vahiy'le) birleştirmişti ve O'nun (İslam) nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır"(Âli İmran-102,103,104,105) "Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; ona hiçbir şeyi şirk koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da (yanında, yöresinde, berisinde) kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman şahit olun ki biz sadece Allah'a (Kur'an'a) teslim olanlardanız, deyiniz"( Âli İmran-64)"İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan hanif (her türlü şirkten temiz) bir Müslüman idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran-67)Güncelleme açısından yukarıdaki âyette bulunan "İbrahim" kelimesinin yerine "Muhammed" "Yahudi" kelimesinin yerine "Şii" "Hristiyan" kelimesinin yerine de "Sünni" kelimesini koyarak okumak gerekiyor. Yoksa Kur'an okumamızın bir anlamı olmaz.19-)Çünkü onlar, Allah'a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz birbirlerinin velileridir. Allah ise muttakilerin velisidir.20-) Bu Kur'an, insanlar için bir basiret yakin getiren bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir.21-) Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, iman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!22-) Allah, gökleri ve yeri, hak (bir amaca yönelik) olarak yani herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulm edilmez.23-) Hevasını ilâh edinen yani ilme (vahye) rağmen Allah'ı kaybeden yani kendi kulağını ve kalbini mühürleyen, kendi gözüne de perde çeken kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan (vahiy'den) başka kim onu hidayete eriştirebilir? Hâlâ tezekkür etmeyecek misiniz?24-) Dediler ki: "Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve diriliriz. Bizi ancak dehr (zaman) yok eder." Bu hususta onların bir ilimleri yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.25-) Onlara âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman onların huccetleri ancak, "Sadıklardan iseniz babalarımızı getirin" demek oldu.26-) De ki: "Allah sizi diriltiyor. Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde sizi bir araya toplayacaktır, ama insanların çoğu bilmezler."27-) Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Ve saatin kalkacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.(Âyette bulunan "Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır" cümlesi önemlidir. Yani kıyamet gününden önce hesap, azap, hüsran diye bir şey yoktur. Her türlü hesap ve kitap kıyametten sonra başlıyor.)28-) O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağrılır. (Onlara şöyle denilir:) "Bugün size (yalnızca) amellerinizin karşılığı verilecektir."29-) İşte kitabımız, size karşı hakkı (yantiku) söylüyor. Çünkü biz yapmakta olduklarınızı istinsah ediyorduk (kaydediyorduk.)30-) İman edip yani salih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları rahmetine koyacaktır. İşte apaçık başarı budur.31-) Kâfir olanlara gelince, onlara şöyle denir: "Âyetlerim size tilâvet edilmişti de sizler kibirlik taslamış yani mücrim bir kavim olmuştunuz değil mi?" (denecektir.)32-) "Şüphesiz, Allah'ın va'di gerçektir, saat hakkında hiçbir şüphe yoktur" dendiği zaman ise; "Saatin ne olduğunu idrak etmiyoruz, zannediyoruz evet sadece zann. Biz bu konuda ikna olmuş değiliz" demiştiniz.33-) Yaptıklarının kötülükleri karşılarına dikilmiş yani alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıvermiştir.34-) (Onlara) şöyle denir: "Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bu gün biz de sizi unutuyoruz yani barınağınız ateştir. Ve yardımcılarınız da yoktur."35-) "Bunun sebebi, Allah'ın âyetlerini alaya almanız yani dünya hayatının sizi aldatmasıdır." Artık bugün ateşten çıkarılmazlar ve Allah'ın rızasını kazandıracak amelleri işleme istekleri kabul edilmez.36-) Hamd, (güç-kuvvet-övgü) göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah'a özeldir.37-) Göklerde ve yerde kibriya (büyüklük) O'na aittir. Yani O, Aziz'dir, Hâkim'dir.(Câsiye Süresinin Sonu)

20 Haziran 2022 Pazartesi

KUR'AN'DA SALÂT(6.YAZI)Sırada söz etmek istediğimiz âyet Nisa süresi 102;Bu âyet namazın meşrulaştırılmasında en çok delil olarak gösterilen âyetlerden bir tanesidir. Ancak âyeti yeterince dikkatli okursak göreceğiz ki, bu âyet aslında bugün bilinen namaza tamamen aykırı düşmektedir.Şimdi bu âyetteki secdenin gerçekten yere kapanmak olduğunu farz edelim ve âyetin ne dediğine bir bakalım "Sen de içlerinde bulunup..." burada "sen" tekildir. Onlara salat-ı ikâme ettirdiğin zaman (halen tekil) onların bir kısmı seninle (tekil) beraber salât'a dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar"Evet, şimdi bu manzarayı gözümüzde canlandıralım. Grubumuzun bir lideri bir komutanı bulunmakta ve arkasında silahlarını getirmiş bir grup var..." bir grup yanında dursun ve silahlarını getirsin..." Ve onlar secde ettiklerinde" ONLAR secde ettiklerinde (hepiniz yere kapandığında) demiyor.ONLAR secdeye gittiğinde demek, liderin secdeye gitmediği anlamına gelir.Daha sonrasında arkanıza (çoğul) geçsinler.Şimdi ne oldu?Aniden bir özne değişimi?Tekil olan senden çoğu olan size..." Yani onlar (ordu) lider hariç yere kapandı?İşte bu anlayış klasik namaz anlayışına terstir.Bu tanım lideri kapsamamaktadır.Bu durum, öznelere dikkat ettiğimizde ortaya çıkan tablodur.Bunun yerine biz bu âyette ne anlıyoruz, onu gösterelim:Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu pasaj savaştan bahsediyor.Daha da spesifik olmak gerekirse, salât dönemlerini, savaş sırasında nasıl sürdürebileceğimizi anlatılıyor. Bu âyette bulunan secde kelimesi yara kapanmayı ifade etmiyor. Onun yerine salât dönemlerinde verilen kurallara, boyun eğmeyi ifade ediyor.Yani diyor ki: Sizlerin arkasında bulunsunlar.Âyet metnindeki ifade "verâiküm" olarak geçiyor.Buda birinin başka bir insanın göremeyeceği bir pozisyonda veya durumda olması gerektiği anlamına geliyor.Yani burada "sizi örtsünler" anlamını verdik. Tekrardan bunu görsele dökelim."Sen de içlerinde bulunup onlara salât'ı ikamet ettirdiğin zaman onların bir kısmı seninle beraber salâta dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar"Burada bir grup askerimiz bulunmakta ve örneğin burada, ortada bir liderimiz var.İçerisinden bir grup silahlarıyla beraber gelecek, Allah'ın sözünü işitecek, boyun eğecekler veayrılacaklar.Ve başka bir grup gelecek, Allah'ın sözünü işitecek, boyun eğecek.Secde ettiklerinde (emirlere boyun eğdiklerinde) yerlerine geri çekiliyorlar ve salât edenleri koruyorlar.Bu âyetin anlattığı olay budur.Namazın nasıl kılınacağı ile alakasızdır.Savaş sırasında salât dönemlerinin nasıl uygulanacağından bahseder. Kısacası savaş sırasındaki "Salât Dönemleri" dönüşümlü yapılıyordu. Bir grup gelecek, Allah'ın mesajını duyacak.Mesajlara boyun eğecek ayrılacak ve diğer bir grup gelecek ve aynı şeyleri tekrarlayacaklar.Zaten günümüzde sadece düğmeye basmakla bir anda şehirler yerle bir oluyor. Özellikle günümüzün savaşlarında namaz gibi bir ritüelden söz edilemez.Dolayısıyla bazı durumlarda savaş gerekli yani evrensel bir olay ise, savaşta bu şekilde bir ibadet söz konusu bile olamaz.11Eylül saldırılarından sonra ABD Umman denizinden 2000 km uzaklıkta bulunan Afganistan'daki Taliban'ın askeri mevzilerini füze ile bir dakikada yerle bir etti.Yani bu savaşta namaz kılma mevzusunu bir kenara bırakıp savaşla ilgili taktik ve talimatları göz önünde bulundurun.Bir sonraki âyette (Nisa-103) "Güvendeyseniz salât'ı ikâme edin, şüphesiz salât, vaktini iman edenlerin belirleyeceği bir yazgıdır" denmesinin sebebi de budur.Yani Nisa 103.âyetin son cümlesine hatalı bir meâl veriliyor.Yanlış Meâl : Şüphesiz ki namaz, müminler üzerine vakitle yazılmış (bir farz) dır" (M.Okuyan)Doğru Meâl: Şüphesiz ki salât'ın vaktini belirlemek müminlerin üzerine düşen bir yazgıdır (görevdir)Yüce Allah salât'ın vaktine müdahale etmez. Bu görev müminlerin kendi durum ve ihtiyaçlarıyla ilgili bir durumdur.Sadece Mekke'de inmiş olan bazı sürelerde yüce Allah, zor dönemlere hazırlık için Nebi'ye özel vakitlerde salât etmeyi önermiştir.(Hud-114,115; İsra-78,79; Müzzemmil süresi baştan sona kadar)Özetle salat dönemleri, hem mescitlerde hem de açık alanlarda Allah'ın mesajlarını dinlemek için yapılan belirli toplanma ve buluşmaların ismidir.Ve eğer bu pasajın da sonrasını okuyacaksanız Nisa-105/113 arasını,bunu net bir şekilde görürsünüz.Eğer mescitlerde namaz değil de, salât icra edilseydi, bugün islam toplumunun hepsi yüce Allahın kitabını öğtenmiş olurdu. Proflarının bile Kur'an cahili oldukları bir toplum olmazdı. Diyanet İşleri Başkanlığında ve ilâhiyat fakültelerinde kaç tane öğretim görevlisi Kur'an'ı biliyor? Salâttan maksat yüce Allah'ın kitabını öğrenip hayata hâkim kılmaktır.

18 Haziran 2022 Cumartesi

"CİBRİL" MELEK MİDİR YOKSA VAHİY MİDİR? Yahudi rivayetlerini ve Hristiyan ictihadlarını yani İsrailiyattan intikal eden yanlış algıları düzelten vahiy, “Cibril” olmaktan çıkarılmış, geleneğin algıladığı kanatlı büyük bir melek “Cebrail” olmuştur. Kur'an'da bir çok detay bulunurken, hiçbir yerinde “Cibril vahiy meleğidir” şeklinde bir âyet bulunmaz. Bu inanç, Şii ve Sünni din adamları tarafından rivayetler ve ictihadlar kanalıyla Yahudi ve Hıristiyanlardan getirildi. Halbuki Kur’an’ın, "Cibril" anlayışı, tahrif olan tevhid sistemini “onaran" anlamındadır. Yani vahyin bir özelliğidir.Aslında Kur'an'ın kavramları insanlara bir aydınlıktır. İnsanlığı geliştirmek için ileriye dönük kavramlardır.Fakat ilk dönem muhaddis ve müctehidlerin dar anlayışları bu kavramların kararmasına sebep olmuştur. "Cibril" kavramı melek değil, vahiy'dir. Aslında "Cibril" Kur'an'ı indirmemiştir, Allah indirmiştir. Vahyini indirmede yüce Allah hiç kimseye ihtiyaç duymaz. Kur'an, hiçbir âyetinde Cibril'in “nebi" ve "resüllere"vahiy indirdiğini” söylemez!Cebr: Güç, kuvvet kullanmak. El: O gücün sahibi, İlâh. Yani; “İlah’ın onaran gücü vahiy” anlamındadır. Bize geldiği kök itibariyle “kudretli ilâh” anlamında, İbranice dilinde “Gabriel”dir.Fakat sonradan yahudiler rivayetlerinde vahyin bir özelliği olan "cibril'i" (büyük melek) anlamında kullanır olmuşlardır. Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri de Yahudilerden aldıkları bu anlamı yine rivayetler yoluyla kutsal kabul ettikleri kaynaklarına sokarak Kur'an’ın ortaya koymak istediği anlamı tahrif etmişlerdir. "Kutsal Ruh" melek değil, bozulmuşu tamir eden "Cibril" dir. Yani "vahiy" olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an'da bir çok kavram "Allah, vahiy ve Resül" bağlamında kullanılır. (Ruhu'l Kudus, nur, hak, kerim, aziz) gibi. Dolayısıyla Bakara 97.âyette geçen Cibril; “melek” değil, tahrif olan önceki vahyi tamir eden Allah’ın ruhu olan vahiy'dir.Bir başka değişle, Allah’ın toplumu onaran mesajlarıdır. Böylece "cibril" vahiy indiren değil, inen oluyor. "Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ruhu'l Emin uyarıcılardan olasın diye apaçık Arap dili ile senin kalbine inmiştir" (Şuara-193,194,195)194.âyette bulunan kelime" nezele bihi ruhu'l emin" dir. Yani (Ruhu'l emin onunla indi) anlamındadır. Bakara-197.âyette geçen “Allah’ın izni” deyimi; “kendisinin koyduğu yasaya tabi olarak” anlamındadır. Burada ilk bakışta “Kur'an'ı Allah’ın izniyle cibril indirmiştir” gibi bir algı doğabilir. Bu yanlış algıya sebep olan “izin” kelimesidir. Oysa “Allah’ın izni” ifadesi trafik polisinin vatandaşa izin vermesi, yada bir öğretmenin talebesine izin vermesi gibi bir izin anlamında değildir. Buradaki (insanın insana karşı) “izni”nde bir talep karşısında “isteğin yerine getirilmesi” durumu vardır. Fakat âyetlerde geçen "Allah’ın izni" ifadesi “yasası gereği” diye anlaşılmalıdır. Cibril yada Kur'an Allahtan “inmek ve indirmek izni” istememiştir ki Allah izin versin. Dileyen zaten Allah’ın kendisidir. "Kendi izniyle; kendi yasaları dahilinde demektir. Kur'an’da on’dan fazla yerde bu ifade geçer. Konumuzla ilgili Mâide 16.âyet şöyledir:Rızasına uyanları Allah onunla selâmet yollarına eriştirir, onları İZNİ ile zulümattan nûra çıkarır ve onları sırat'ı müstakime (dosdoğru bir yola) hidayet eder. “Allah’ın kendisine iznin” kendisi tarafından koyulan yasalara uymak olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu âyette geçen"hi" “o” zamiri diğer birçok âyette olduğu gibi, kendisini yani yüce Allah'ı işaret eder, bir meleği işaret etmez. 98.âyette “Kim Cibril’e düşmansa” buyruluyor. Burada herkesin anlayabildiği ve inancına meydan okuduğu için düşman olabileceği bir cibril (onarıcı vahiy) vardır. İnsan bir şeyi görmeden, onu duymadan ve ona muhatap olmadan niye düşman olsun?Ona düşman olması için onun inancına, geleneklerine ve menfaatine saldırmsı gerekir.İşte bu yüzden de inen’dir. Ateistler dahil, hiç kimse meleklere düşman olmaz. Meleklere düşman olunacak bir sebep yoktur, ama vahye düşman olunacak sebep çoktur.Yani 98. âyette kastedilen "düşman" "melek" "Cebrail" değil, "vahiy" Cibril’dir. O kendisine düşman olan Yahudileri, Hristiyanları, Şiileri ve Sünnileri ilgilendiren “yasa”dır. Yanlış anlaşılmasın söz konusu gruplardan maksat insanları İslam'dan uzaklaştıran din adamlarıdır.Yoksa Kur'an'ın ümmilere karşı bir düşmanlığı yoktur. Bakara 98.âyette orjinal ifadeyle bir de "Mikéle" kelimesi eklenmiştir. Şia ve Ehl-i Sünnet'te "mikail" meleği olarak tahrif edilen bu kelime Kur'an’da yalnız bu âyette geçmektedir. Ümmi insanlara öğretilen, "yağmur ve kar yağdıran, rüzgârları estiren yani doğa olaylarını düzenleyen" meleğin adıdır.Oysa Kur'an'da yani orijinalinde "Mikail" geçmez. Yani “Mikéle” kelimesine, aynen cibril’de olduğu gibi “iyl” eki gelmemiştir. Kuran’da “Mikéle” geçer.Bu uydurma işlem anlamın değişmesine sebep olur. Kur'an’da var olan mikéle’yi, mikâil’e çevirirseniz sadece kavramları tahrif edersiniz. Yani Kur'an'ı anlamada hava almış olursunuz.Bunun düşmanlıkla ne ilgisi var? Bir insan "mikâle"ye niye düşman olsun?Sizin aklınız yokmu? Oysa biz orjinal anlamı olan “büyük reis” kavramını verirsek, Kur'an’ın bahsettiği “düşman olmak” deyimi, yerine oturur. İşte o zaman Yahudilerin ve benzerlerinin “neden” düşman olduklarını anlayabiliriz. Yine İbranice’den gelen ve 98. âyette geçen "mikéle" kelimesi; “büyük reis ” anlamına gelmektedir. Tevratta "miké" Nebi anlatımı mevcuttur. Kur'an’da geçen “mikéle” ifadesi, son Nebi ve Nübüvvete bağlı son Resül olan Muhammed(a.s) ın bir niteliği olduğu açıktır. Bu âyet Allah Resülüne düşmanlık eden yahudileri uyarmak için nazil olmuştur.Onların dilinden konuşulmaktadır. Onların düşmanlıkları Allah ve Resul’üne idi. İşte bu yüzden hurafe inançlarını ve kötü ahlaklarını deşifre eden "Cibril’e" (vahye) ve "mikéle’ye" (Resül'e) düşman oldukları bildirilmektedir. "Cibril" ve Mikél" ifadelerinin Yahudiler bağlamında kullanılması, Yahudilerin bunları biliyor olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü Mekke'de inen sürelerde Cibril ve Mikél kavramları geçmez. Zaten 99. âyette geçen “biz sana apaçık âyetler indirdik” cümlesi de cibril’in "toplumu onarıcı vahiy" olduğunu, mikéle’nin de "vahiy temsilcisi yaşayan Resul" olduğunu ispatlamaktadır. Bir çok kavram gibi "cibril’in "cebrail’e" dönüştürülmesi, Kur'an'ı anlaşılmaz bir metin haline getirmiştir.Kur'an'da “Cibril” kelimesi üç yerde geçmektedir. (Bakara-97,98; Tahrim-4)Tahrim süresi 4. âyette"...Onun (Nebi'nin) mevlâsı ancak Allah’tır, Cibril'dir (vahiy), müminlerin salih olanları ve bunların ardından melekler de ona destektir" buyruluyor. Şimdi bu âyette Nebi'ye yardımcı olanlar sayılırken,"vahiy" olan "Cibril’in" sayılmaması ne kadar büyük bir eksiklik olurdu. Bu âyette geçen “Cibril”in bir olay karşısında, ona hemen yardımcı olan Rabbimizin direk bildirdiği vahyin olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla Allah'ın izniyle Nebi(a.s) için en büyük ve en önemli destek vahiy'di Bu âyette bulunan "Cibril’in" melek olmadığına başka bir delil de; “Meleklerin” de Nebi'ye yardımcı olduklarını söylemesidir. Eğer Cibril bir melek olsaydı, bu âyette Cibril'i andıktan sonra bir de “melekler” diyerek tekrar yapmaması gerekirdi. Meallerin çoğunda Cibril kelimesi geçmediği halde parantez içinde “(Cebrail)” yazılması doğru değildir. Mesela: Tekvir süresi 19-25 âyetlerini incelediğimizde; Resülün Muhammed (a.s) olduğunu, vahyi aynen tebliğ ettiğini ve itaat edilen olduğunu görüyoruz: "Şüphesiz o (Kur'an) kerim, kuvvetli ve Arş'ın sahibi indinde mekin, kendisine itaat edilen bir Resül'dür. (Tekvir-19/21)“Şüphesiz o çok kerim bir Resul sözüdür“ âyetindeki "hu" (o) zamiri, vahyi/Kur'an'ı göstermektedir. Yani âyette bulunan “Resül sözü”, elçilik yapanın kendisine ait sözler değildir.Onu Resül olarak gönderen otoriteye ait sözlerdir. Söz konusu Resül, son vahyin sahibi olan Muhammed(a.s) dır.Resülün “Cebrail” olduğu şeklindeki ifadeler doğru değildir. “Resül sözü” ile kastedilen de vahiy'dir.Vahiy Resülün dilinde hayat buluyor.Resül olmadan vahiy, din, iman, İslam diye bir şey olmaz. Yüce Allah, Nebi ve Resüllere arada hiç bir aracı olmadan vahiy indirmiştir. Şimdi de Necm süresi 1-18 âyetlerinin mealini sunuyoruz.1-) Necm’e (bölüm bölüm açığa çıkararak hakkı anlatana) yemin olsun ki,2-) Arkadaşınız ne saptı ne de yanıldı! 3-)(Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) (O Resül) hevasından konuşmaz!(Bu konuşma normal hayatta ticaret yaparken veya hanımlarıyla yaptığı konuşma değil, Resul’ün görevli olduğu vahyi (Kur'an'ı) insanlara bildirme konuşmasıdır. Çünkü Mekke müşrikleri Resül (a.s) a iftira ederek vahyi uydurduğunu söylüyorlardı) 4-) O (okuduğu) yalnızca (kendisine) vahyedilen vahiy'dir. (Yani kendisine yüce Allah’ın vahyettiği vahiyden başka bir şey değildir) 5-) O’na kuvvetleri şiddetli olan talim etti!(Allahtan daha şiddetli kim olabilir?) Müfessir ve mealcilerin bu âyete (Cebrail) demeleri büyük bir hatadır. Çünkü herşeyi herkese direk öğreten yüce Allah'tır. Resülüne Kur'an'ı öğretmeye gelince neden bir aracı kullansın? Yüce Allah şöyle buyuruyor.“Rahman, Kur'an'ı öğretti” (Rahman-1,2)Necm 5.âyette bahsedilen fail, yüce Allah'tır. 6-) O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hale geldi) “zû mirratin” "kuvvet, akıl, güç olduğunu kabul edersek;“Kendisine o vahyi gönderen güç, kuvvetleri şiddetli, olağanüstü bir akla sahip olan Allah öğretti” demek mümkündür. Bu özellikleri Cebrail'e! vermek, Allah’a olan övgüyü başkasına yakıştırmak olur. Olağanüstü akla sahip olan kim? Bir melek! mi yoksa gökleri ve yeri ince ayar ve hassas denge ile mühteşem bir uyum içinde yaratan Allah mı?"Kuvvetleri şiddetli olan kim?Allah'ın izni (yasası) olmadan hiçbir şey üretemeyen bir melek mi yoksa sonsuz bir güce sahip olan yüce Allah mı?Öyleyse (vahyini Resul’ün kalbine indirmek için) kendini Resul’üne (bu konuda ve o anda) fark ettiren kim oluyor?Bu âyette ikinci bir saptırma ise, yine rivayetlerin etkisinde kalarak “festeva” kelimesini bir insan hareketi olan “doğruldu” kelimesiyle çevirmek olmuştur. Oysa burda kastedilen “kudretiyle hakimiyet kurmuş olan” anlamına gelmektedir.Bu da yüce Allah'ı ifade eder. “istiva” kelimesi kullanılırken, “O Rahman ki arşın üzerine istiva etmiştir"(Tâhâ-5) buyrulmuştur. Yani kudret ve kuvvetiyle onu hakimiyeti altına almıştır” anlamına gelmektedir. 7-) O, ufuk-u âlâ (tüm dışsallığı kaplamış - âfakta) olduğu halde!Bunun cebrail olması mümkün değildir. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse arşa hükmedemez. 8-) Sonra yaklaştı, tedelli etti. (Müfessir ve müctehidler yaklaşanı insan gibi tasavvur edip “cebrail” demişler. Oysa yaklaşan Kutsal-Ruh olan vahyin ta kendisiydi. Zaten bu âyetlerin konusu yüce Allahtan indirilen vahyin Resul’üne nasıl ulaştığı ile alâkalıdır. Eğer Cebrail diye bir varlık aracılık edip ulaştırsa idi, mutlaka adı bu âyetlerde geçerdi) 9-) İki yayın birleşimi (kâb-e kavseyn) veya edné (daha da yakın) oldu!Bu ifade Resülü Muhammed (a.s) la manevi yani simgesel bir yakınlaşma anlamına gelmektedir. 10-) Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti. Emin olun, bu âyet, bütün cebrail hikayelerini tek başına yıkmaya yeterlidir. Bu âyet, tam olarak taşı gediğine koyuyor, her şeyi yerli yerine oturtuyor, anlatılmak istenenleri mükemmel bir şekilde hulasa ediyor. Kendisine vahyedilen Muhammed (a.s) Cebrail’in kulu olamayacağına göre; gelen vahiy direk yüce Allah’tandır. Lütfen şimdi dikkat edelim. 11-) Füad gördüğünü yalanlamadı! Bu âyette “Görme” işleminin faili “gönül”dür yani fuad olarak gösteriliyor. Dolayısıyla bu âyete göre Allah Resul’ü (a.s) Melek Cebrail’i değil, “inen vahyi” “gönül gözüyle” görmüş ve onu yalanlamamıştır yani ona iman etmiştir. Biraz aklımızı kullanalım. Zira âyetler Cebrail’den değil, hep vahiyden bahsetmektedir. 12-) Gördüğü hakkında onunla tartışıyor musunuz?Yüce Allah, Resülünün Cebraili mi, vahyi mi yada Allah'ı mı gördü tartışmalarına noktayı koyuyor. 10. ve 11. âyetler “Vahyi gönül gözü ile gördü”ğünü açıkça söyledikten sonra 12. âyetin gelmesi muhteşem oldu. Çünkü âyetler, Cebraili değil, inenin vahiy olduğunu açık olarak ortaya koyuyorlar. 13-) Andolsun ki onu bir daha gördü 14-) Sidret-ül Mümteha yanında. 15-) Cennet-ül Me’va da Onun (Sidret-ül Mümteha’nın) yanındadır!(Sidratu'l Münteha ve Cennetu'l Me'va o günkü Mekke'de yaşayan herkesin bildiği, vahyin ilk geldiği yerleşim yerleridir) 16-) O an ki, Sidre’yi bürüyen bürüyordu. 17-) Basarı (basireti) ne kaydı ne de haddi aştı. 18-) Andolsun ki Rabbinin âyetlerinden (işaretlerinden) en büyüğünü gördü! Resul’ün kalp gözü ile gördüğü elbette ki; inen vahiydi!Şimdi de dört âyette geçen “Ruhul-Kudüs”ün, “Mukaddes -Ruh” un "noksan sıfatlardan uzak" anlamında “Allah’ın ilmi” olduğunu Kur'an'dan görelim. Üç âyette (Bakara-87, 253; Mâide-110) yüce Allah'ın, Ruhu'l Kudüs ile İsa (a.s) ı güçlendirdiği yer almaktadır. "... Meryemoğlu İsa’ya da beyyinâtı (açık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs ile destekledik..." (Bakara-87) Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları bu âyette İsa (a.s) ı bir Resül olarak, yüce Allah’ın onu vahiy'le güçlendirdiğini anlayamadaklarından dolayı konu ile hiç alâkası olmayan "Cebrail’i" araya monte ediyorlar. Böylece anlatımdaki edebi sanat, hikmet ve vahyin diriltici gücünü yok ediyorlar.Yahudilere “Vahiy'le ona destek verdik” demesi, O’nun da bir Resül olduğunun göstergesidir, ona iman edin" anlamına gelmektedir. Konumuz olan Bakara 87. âyetinin son cümlesinden de "kutsal ruhun" cebrail olmadığı, Resulullahın Allahtan aldığı ruhu/vahyi getirdiği anlaşılmaktadır:“... Fakat her ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirmişse, ...”İsa(a.s) neyi getirmiş?"kutsal ruhu" Yani Allah’ın vahyini. Böylece konunun cebrail olmadığını anlıyoruz. “... Meryemoğlu İsa'ya beyyinâtı (apaçık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs (Allah’ın vahyi-kutsal ruh) ile güçlendirdik. ...”Bu âyetteki Allah’ın ilmi olan kutsal ruh’a, Kuran’da geçmediği halde (yanlış ve alâkasız bir yorum olan) “cebrail”i ekliyorlar. “Apaçık kanıtlar”ın yanında “Allah’ın vahyi” mi uygun olur yoksa Cebrail mi uygun düşer. Şia ve Ehl-i Sünnet'in din adamları nazarları apaçık vahiyden, görünmez olan Cebrail’e dönderip konuyu anlaşılmaz kılıyorlar. ".. Hani sani Rûhü’l-Kudüs ile desteklemiştim... "(Bakara; 253)Bu âyette de yüce Allah İsa(a.s) ı güvenilir bilgi” olan vahi'yle destek verdiğini söylemektedir.Ve âyetin altında bu bilgiden kaynaklanan mucizeleri yapması sıralanmıştır. Âyetin Cebrail ile alâkası yoktur. Allah’ın izni olan tabiat yasasıyla ve uyum içindeki vahiy'le alâkası vardır. Yine diğer çevirilerde olduğu gibi “Cebrail Meleği” çevirisi müminlerin hayatında zerre kadar bir etkiye sahip değildir. Aksine noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah'a bir yardımcı tayin ederek tevhid sistemi çökertikmeye çalışılıyor. İslam dininde melek olarak "Cebrail'in" hiç bir önemi ve misyonu bulunmamaktadır. Ama “kutsal ruh, saf bilgi, Allah'ın noksansız ilmi” yani “Allah’ın vahyi” çevirisi orjinaline de uygun olup, müminlerin hayatlarını vahiy'le güçlendiren ve etkileyen sonsuz bir moral gücü ve tükenmez bir motivasyon olmaktadır. Şuara süresi 193.âyette geçen Ruh-ul Emin'i “Emin Ruh”u da Cebrail’e çevirmişlerdir. Bu deyim sadece bu ayette geçmektedir. Bu âyette geçen “Ruh-ul Emin” ifadesini, Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin tamamı, “Cebrail” diye açıklamışlardır. Bu doğru değildir. Yahudi kültüründen mezhep kaynaklarına sokulmuş, üzerinde düşünüp hiçbir eleştiriye tabi tutmadan uydurma kitaplarında kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmiştir. “Ruhu'l Emin”in cebrail değil bizzat vahyin kendisi olduğunu ve ruhun'da bizzat Allah’ın kendi işi olduğunu Kur'an açıklar. Mesela: "Sana Ruh’tan sorarlar deki, ruh, Rabbimin emrindendir..." (İsra-85)(Bu âyette ne Cebrail’e en ufak bir işaret, ne de onu aracı kılma mevcut değildir)"Bununla güvene lâyık olan vahiy indi"Şuara-193)Ruh: Kadir- 4; Mü’min-15; Şura- 52, Nahl- 2, ve İsra 85 de doğrudan “vahiy” yada “vahyin kaynağı” anlamında kullanılır. Yüce Allah müminleri kendinden bir ruh ile desteklediğini açık olarak ortaya koymaktadır. (Mucadele-22)“Bu ifade Kur'an’da sadece bu pasajdaki Şuara- 193.âyette geçmektedir. Âyette bir sıfat tamlaması olarak ER-ruhu’l-Emîn şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhu’l-Emin” şeklinde telakki edilmekte ve böylece büyük bir yanlışlık yapılmaktadır. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, Şuara 193.âyeti “Onu Ruhu’l Emin (Cebrail) indirdi diye yanlış meallendirilmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, âyetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. âyetteki “O âlemlerin Rabbi’nin indirmesidir” ifadesi ile hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce âyetle çelişik hâle getirilmektedir. Âyetin metni “nezele” (indi) fiilinin geçişsiz [etken] olmasına rağmen, geçişli [edilgen] anlama gelecek şekilde "nezzele" “indirildi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Şuara 192.âyette “O (Kur'an) Rabbinin indirmesidir” deyip, 193.âyette, “(hayır) onu cebrail indirmiştir” denilir mi? Bu geniş bilgilendirmeden sonra âyetlerin mealini bir daha verelim."O, Ruh-ul Emin (güvenilir vahiy, sağlam bilgiler) apaçık Arapça bir lisan ile uyarıcılardan olasın diye senin kalbine indi" (Şuara-193,194,195)Şura 51. âyette de vahyin Cebrail tarafından indirilğini söylemez. Aslında Kur'an'ın hiçbir yerinde söylemez. Aksine Allah’ın, vahyi indirdiğini söyler. Direk vahiy'le olduktan sonra niye perde arkasından veya elçiyle bildirim göndermeye gerek olsun. Resulullah’ın direk kalbine vahyi göndermeyi bırakıp, kendine bu işi yapacak bir elçi bulundurması yüce Allah'a yakışmaz. Allah’ın beşerle konuşması:1-) Direk kalbine gönderdiği vahiy'le oluyor. Allah Resülüne vahyettiği gibi. 2-) Perde arkasından ses kulak aracılığıyla. Musa Aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi. 3-) Elçi göndererek(Şura-51)Âyette geçen üçüncü şık konuşma olan "resül gönderme" ise, Lut ve İbrahim (a.s) a gönderdiği elçiler olabildiği gibi, Zekeriyya (a.s) ı yollayarak Meryem'e mesajlarını iletmesi de olabilir. Sonuç olarak:"Cibril" kavramının Medeni sürelerde bulunması hem Ensar hemde Yahudiler tarafından bilindiğini gösteriyor. Daha önce söylediğimiz bir cümleyi tekrar edelim, "Sırat'ı Müstekim, Hak, Nur, Aziz, Kerim, Mübin kavramları gibi, Ruh, Cibril, Ruhu'l Emin, Ruhu'l Kudüs" kavramları, Cibril ile ilgili kavramlar değil, Yüce Allah'ın fiil ve sıfatları ile yani vahiy'le ilgili kavramlardır.

KUR'AN I MÜBİN'İN MEÂLİ(239.YAZI)40-) Şüphesiz, fasl (ayrılma) günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür.41-) O gün mevlânın mevlâya hiçbir faydası olmaz yani kendilerine yardım edilmez.42. Yalnız, Allah'ın merhamet ettiği kimseler bunların dışındadır. Şüphesiz O, Aziz ve Rahîm olandır.İNSANLAR NEYLE CENNETE GİRERLER? Şu dünya hayatında itikadına ve imanına şirk bulaştırmayanlar, ahiret hayatında emniyette olurlar."İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlardır"(En'am- 82)Yukarıdaki âyette bulunan "zulmün" "şirk" anlamında kullanıldığını Lokman süresi 13. âyetinde görüyoruz."Lokman, oğluna öğüt vererek: Evladım! Allah'a şirk koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti"Yoksa herkes kendisine, ailesine, çocuklarına ve çevresinde bulunan canlı cansız varlıklara bazen zulmeder.Tevhid akidesinden sonra âhirette infak yapmaktan daha büyük bir ŞEFAATÇİ ve yardımcı yoktur."Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve ŞEFAAT bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan (ALLAH'IN YOLUNDA) İNFAK EDİN. Gerçekleri inkar edenler elbette zalimlerin ta kendileridir"(Bakara- 254) İnsanı âhirette kendi amelinden başka hiçbir şey kurtaramaz."...Her kişi kazandığına karşılık bir rehinedir"(Tur- 21)"Her nefis kazandığına karşılık bir rehinedir"(Müddessir-38)Yani âhirette insanı sadece amelleri kurtaracaktır"O gün (âhirette) hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız"(Yasin-54) "...Onlara: İşte size cennet, yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona varis kılındınız diye seslenilir"(Âraf- 43)"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka hiçbir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir"(Necm-- 39, 40, 41Fakat bazı âyetler âhirette kurtuluş ve saadetin Allah'ın merhamet ve mağfiretine bağlı olduğunu söylüyor.Mesela:"O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz O, Aziz ve Rahim olandır"(Duhan--40, 41, 42)Acaba insanlar kendi amelleriyle mi, yoksa Allah'ın rahmet ve mağfiretiyle mi cennete girerler?"Hava ne kadar güzel olursa olsun, yağmur ne kadar bereketli yağarsa yağsın, güneş ne kadar güzel açarsa açsın, rüzgar ne kadar olumlu olursa olsun, toprakta tohum olmayınca orada bir şey bitmeyecek, o topraktan asla ürün alınmayacaktır.Yani insanların güzel ahlak ve işledikleri salih ameller tohum ve çekirdek gibidirler.Dolayısıyla güzel ahlak ve salih ameller Allah'ın rahmet ve mağfiretini celbeder.Güzel ahlak ve salih amel, çaba ve emek olmayınca rahmet ve mağfiret tecelli etmez.Allah'ın rahmet ve mağfireti amellere bağlı bir durumdur.Amel çekirdekleri içinde en bereketli olanı da infak çekirdeğidir. Bire yedi yüz, durumuna göre sonsuz bir sevabı vardır.(Bakara-261)Bu örneği şu âyet açık olarak ortaya koyar."...rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu, takva sahiplerine, arınanlara ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım"(Âraf, 156)Tohum ve çekirdekler salih ameli,yağmur, güneş, hava ve rüzgar Allah'ın rahmet ve mağfiretini temsil ederler.Dolayısıyla hiç çalışma ve emek olmadan sadece dua ederek Allah'ın yardımını beklemek cehalettir.İnsan ilk önce üzerine düşen görevi yapmalı sonra Allah'ın rahmet ve mağfiretine güvenmelidir.Yüce Allah'da üzerine düşen görevi mutlaka yerine getirecektir."...Müminlere yardım etmek bize düşen bir görevdir"(Rum- 47)"...Allah kâfirlere müminler aleyhine yol vermez"(Nisa- 141)Vahiy'den bağımsız olarak asla hidayet olmaz. Yani Allah hiç kimseye vahiy'den bağımsız olarak hidayet vermez.Hidayet bulmanın ve hidayete ulaşmanın tek yolu Kuran'dır. (Sebe, 50; Bakara, 159; Fussilet, 44)Tevhid ve infak olmayınca da rahmet ve mağfiret olmaz."Allah müminlerden, mallarını ve canlarını kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler.Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak olarak verilmiş bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır. O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten bir kurtuluştur"(Tevbe- 111)43,44. Şüphesiz, zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir.45,46-) O, maden eriyiği gibidir. Kaynar suyun kaynaması gibi karınlarda kaynar.47-) "Tutun onu, cahimin ortasına sürükleyin."48-) "Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün."49-) “Tat bakalım! Hani sen aziz'din! kerim'din!?"50-) "İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir!"51-) Muttakiler ise emin bir makamdadırlar.52-) Cennetlerde yani pınar başlarındadırlar.53-) İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinerek karşılıklı otururlar.54-) İşte böyleca onları (iri) gözlü hurilerle eşleştirmişizdir.55-) Orada güven içinde her türlü meyveyi isterler.56-) Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah, onları cahimin azabından korumuştur.57-) Bunlar, Rabbinden bir fazilet olarak verilmiştir. İşte büyük başarı budur.58-) (Ey Nebi!) Biz Onu (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, tezekkür etsinler.59-) Artık sen (onların başına gelecekleri) bekle; onlar da beklemektedirler.(Duhan Süresinin Sonu)

"POSTACI" SÖZÜ  (2.YAZI)Gelenekçiler bırakın Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, bırakın Kur'an'ın bir sisteme sahip olduğunu,bırakın Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları, daha Allah'ın kitabını üstün körü olarak da olsa anlayamamışlardır.Ön yargı ile yaklaşan Kur'an'dan hiçbir şey anlayamaz.Yani şimdi siz Kur'an'ın yanında Buhari'nin hadislerine, Celaleddin-i Rumi'nin mesnevi'sine, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetnâmesine, Said Nursi'nin Risale'i Nur Külliyatına, F Gülen'in din anlayışına Diyanet'in Kur'an cahili vaizlerine, tarikatların şeyhlerine iman ederseniz, Kur'an size tüm kapılarını kapatacaktır. Mezhep imamı olan Muhammed bin İdris bile "sana kitabı ve hikmeti indirdi yani sana bilmediğini öğretti..." âyetinde bulunan "kitaptan maksadın Kur'an, hikmetten maksadın ise sünnet yani hadisler olduğunu söylemiştir. Mezhep imamları bu kadar Kur'an'a yabancı olursa diğerlerine ne diyeceğiz?Hikmetin, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü yani vahiy'den doğru hüküm çıkarma olduğunu anlayamamıştır.Çünkü Kur'an kendisine karşı oluşturulan beşeri hiçbir ortağı kabul etmez.Kur'an, kirli, pis, paslı, müşrik bir zihne gelip yerleşmez.Temiz, hâlis, arı duru ve aydınlık olmayan bir zihinde Kur'an'ın işi olmaz.Akllarını temiz ve saf olarak tutmayanlar Kur'an'ın kapısından içeri giremezlerDolayısıyla bu mezhep taklitçiliği ve taassubu içinde boğulan hurafeciler,Kur'an'ın ortaya koyduğu Resül kavramını hiç bir zaman anlayamazlar.Bırakın Resül kavramını, bunların"müçtehid" olarak gördükleri ağa babaları bile Allah'ın kitabına inanmamış, tevhid düşmanı ve Kur'an cahili mukallitler olarak tarihe geçmişlerdir.Resülleri Kur'an'dan ayıranlar kafirlerin en önde gidenleridir. "Allah'ı ve Elçilerini inkâr edenler ve Allah ile Elçilerini birbirinden ayırmak isteyip"Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız"diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, İşte gerçekten kafir olanlar bunlardır.Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır"(Nisa-150, 151)Akıllı mümin, Allah Elçilerini, indirilen vahiy'den öğrenen kişidir.Çünkü hayatı, edebi, mücadele ve ahlakı Kur'an'da anlatılan "Resul" Elçi iman edenlere örnek olarak gösterilmiştir."Andolsun ki, Allah'ın Resulünde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için güzel bir örnek vardır"(Ahzab- 21)Bir düşünün, neden Muhammed (a.s) ın şahsiyeti ve Nebi makamı değil de, Resül (elçi) örnek olarak gösterilmiştir.Elçilerin bütün bağlantıları vahiy ile kuruludur.Allah'ın Elçileri Kur'an'dan bağımsız olarak anlaşılamazlar.Elçileri Kur'an'ın dışına çıkarmak onlara yapılacak en büyük hakaret olacaktır.Resullerin Kur'an'da anlatılan inanç ve karakterleri iman edenler için yeterlidir.Günümüzün gelenekçilerinin, Kur'an ehli muvahhidleri lekelemek ve iftira etmek maksadıyla,Allah'ın Elçisi için kullandıkları bu uydurma "postacı" sözcüğü, bizzat kendileri tarafından icat edilmiş bir hurafedir.Yani bu tabirin mucidi, ataların dinine körü körüne bağlı olmaya davet eden rivayet tapıcılarıdır.Aslında, bu konuyu, vahiy  ve Resüller tarihi zemininde değerlendirdiğimiz zaman hakkı görmüş olacağız.Yani bu eleştirinin sahipleri olan Ehl-i Sünnet din adamları ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapanŞia mezhebinin kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlere kayıtsız şartsız tâbi olanlar, Allah Resulü'nü hayatın ve Kur'an'ın dışına çıkarmışlardır.Muhammed (a.s) değerini kendinden değil, yüklendiği misyondan almaktadır.Bu iftiracılar, Allah Elçileri konusunda, Kur'an ehli muvahhidleri itham etme hastalığına mağlup olarak, bile bile hakkı gizlemek ve doğru yolu eğri göstermek gayesiyle kilise engizisyoncularının Allah Resulü İsa (a.s) aleyhinde sergiledikleri iftira ve apaçık cehaleti tekrar hayata geçirmektedirler.Onların bu çirkin ahlak ve bozuk inanç  yapıları sayesinde Allah'ın ve tüm lânet edicilerin lânetine maruz kalmaktadırlar.Mezhep müşrikleri şu sorunun cevabını vermek zorundadırlar.Allah'ın Elçilerini hayattan uzaklaştırmak, onları vahyin ölçüleri içinde sağlıklı olarak övmek yüzünden mi vücut bulur,yoksa onları şirk geleneğinin yüceltmelerine malzeme yapmak yüzünden mi?BİZ MUVAHHİDLER İKİ NOKTANIN ALTINI ÇİZİYORUZ.1-) Tarihin hiç bir zamanında Kur'an ehli muvahhidler Allah'ın Elçileri için "postacı" sözcüğünü kullanmamışlardır.Kullandığımızı varsayalım:2-) Allah'ın postacılığını yapmak, vahyi tebliğ etmek, Allah'ın temsilcisi makamında bulunmak, canlı vahiy ve konuşan Kur'an olmak küçümsenecek bir görev, hafife alınacak bir sıfat mıdır?Şirki tevhid akidesine bulaştırarak, rivayetlerle şeytanın postacısı olanların bu soruya cevap vermeleri gerekir.Ümmi, saf, ilimsiz ve aldatılmış bu ümmetin inançlarını ve duygusallığını sömürmenin getirisi alçaklık ve cehennem azabından başka bir şey değildir.Bu "postacı" sözcüğünü dillerine dolayarak akılları sıra "Nebi'yi rant aracı ve şirklerine âlet" yapanlar farkında olmadan, şecaat arz ederken sirkatlerini söylemektedirler.Bu yalan ve dolan ile ortaya konan sahtekarlığın bilinçaltında Kur'an'a ve tevhid akidesine karşı bir kin ve düşmanlık yatmaktadır.Şöyle ki:İsa (Aleyhisselam) ı ilahlaştıran müşrik din adamları gibi dillerine doladıkları bu "postacı" olmadan,vahyin gerçeklerini toplayan kitap, yani Allah'ın kitabı Kur'an insanlığa ulaşmaz.Kur'an'ın insanlığa ulaştırılması, vahyin hayat bulması sıradan bir değer midir ki, bu "postacılıktan" (risâlet misyonundan)böylesine rahatsız oluyorsunuz?Allah'tan gelen vahyin elçinin dilinde hayat bulması, Allah Resulü'nün vefatından iki asır sonra toplanan Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin hurafelerinden ve kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlerle kıyas kabul eder mi?Resulü değerli kılan şey, Allah tarafından indirilen hanif vahiy dini midir?Yoksa Allah Resulü adına iftira edilen rivayetlerle oluşturulan şeytanların şirk dini midir?Allah Resulü'nün sadece "postacı" olduğunu, yani Kur'an'ı getirmekle işinin bittiğini kabul edelim.Öyle bir durumda, size göre, Allah'ın kitabının tebliğ edilmesi, insanlara ulaştırılması hiç bir anlam ifade etmiyor mu?Sizin yanınızda Kur'an bu kadar değersiz bir kitap mıdır?Vahyin hayata aktarılmasına karşı bu kin ve nefretiniz nedir?Neden Allah'ın kitabına karşı bu kadar nefret besliyor, tahammülsüzlük gösteriyorsunuz?Neden Allah'ın yüceliğini kabul etmiyor, Kur'an'ın üzerinde bir yücelik taslıyorsunuz? Din atalarınızın iftira kitapları Kur'an'dan değerli midir?Kur'an size ne kötülük yaptı?Yani şimdi Allah Resulü'nün Kur'an'ı getirmiş olması, Kur'an'a elçilik görevini yerine getirmesi, sizin iftira deyiminizle "vahye postacılık" yapması, şeref, onur, değer ve büyüklük açısından az bir değer midir?Kur'an değersiz bir kitap değilse, Kur'an'a postacılık yapmak neden bu kadar sizi rahatsız ediyor?Allah'ın kitabına elçilik görevini yapmayı yetersiz görerek Resülüllah (Aleyhisselam) a uydurma ve iftira rivayetlerle hurafe ve yalan nitelikler verme cür'et vecesareti nereden buluyorsunuz?Her şeyi bilen Allah, kendi Elçilerine sıfat bulmakta zorluk mu çekti?Yani Allah'ın, Elçilerine vermiş olduğu  Resül, Nebi, beşir, nezir, şahit, dâi, sirac gibi kavramların içinde en değerli sıfat "Resül ( Elçi) sıfatı değil midir?İşin bilimsel yönüna gelince, Kur'an'da "elçi" olarak  kullanılan "resül" sözcüğünün Arap dilinde karşılığı "sözü veya işi yüklenen kişiyi" ifade eder. (Rağıb el İsfehani, resül madd)  Bir fıkıh terimi olarak Resul'ün anlamı Ehl-i Sünnet mezhep anlayışın bir tür anayasası sayılan Mecelle'de şöyle verilmektedir:"Risalet, bir kimse, tasarrufta dahli (etkisi) olmaksızın bir kimsenin sözünü diğerine ulaştırmak ve tebliğ etmektir. Ol kimseye resul veya mürsil, tebliğ  yapılana da mürselün ileyh denir."(Mecelle- madde: 1450)İslami terimlerini açıklamadaki otoritesiyle ünlü Seyyid Şerif Cürcani (Ölüm-816/ 1413)ünlü eseri "Tarifat"ın, resul maddesinde tarifi şöyledir :"Resul, Allah'ın hükümlerini halka ulaştırmak üzere görevlendirilen insana denir"(Cürcani, Tarifat, Resul-madd) Resul, Allah'ın hükümlerini Allah'ın kullarına ulaştırır, Allah adına hüküm koyamaz, Allah'ın hükümlerine müdahale edemez.Resul, Allah'ın elçisidir, ama Allah'ın ortağı asla değildir. Bu böyle olduğu içindir ki, Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki uydurma rivayetler vahiy hüviyeti taşıyamazlar. Çünkü ne olursa olsun sonuçta beşeri  ürünlerdir.Ve Nebi (a.s) ın beşer olduğu,  tartışmasız bir Kur'an gerçeğidir.O halde, vahiy yani Allah tarafından indirilen orijinal din sadece ve sadece  Kur'an âyetleri için geçerlidir. Dolayısıyla Allah tarafından indirilen ve elçinin dilinde hayat bulan Kur'an, sorumlu olduğumuz tek kaynak oluyor. Bu uydurma ve tümden yalan olan Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan rivayetlerin hangisine cevap vererek yetişebiliriz ?Böyle bir şey mümkün değildir.İşte bu yüzden Rahman ve Rahim olan yüce Allah dinini daha Allah Resulü hayatta iken tamamlamış, (Mâide-3) din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak edinmeyin buyurmuştur. "İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın ayetleridir. Artık Allah'tan ve onun ayetlerinden başka hangi söze iman edecekler"( Casiye- 6)"...Deki: Doğru yol, ancak ALLAH'IN yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır"(Bakara- 120)"Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir bilendir"( En'am- 115)"Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan (işte o zaman) Allah tarafından senin için ne bir dostun ne de koruyucun vardır"(Ra'd-37)Şimdi mezhepçilerin şu hezeyanlarına bir göz atalım."Kur'an metlüv, (namazda okunan) hadisler ise, "gayri metlüv" (namazda okunmayan) vahiy'dirler"Madem hadisler "vahyi gayrı metlüv" yani namazda okunmayan vahiy'dir.O halde neden hadisleri namazda okuyorsunuz?Tahiyyat, sübhaneke, salli-bârik duaları nedir?Yani hadisler için "vahyi gayri metlüv" cümlesini söyleyebilmek için, apaçık Kur'an düşmanı olmak gerekir. Böyle bir söz, Allah'ın vahye yüklediği bütün önemli özellikleri tarumar ederek yerle bir eder.Bu fikir ve inanç vahiy diye bir şey bırakmaz.Bu dinsiz ve imansız sözler,  Allah'ın eşsiz  kitabı olan Kur'an'ı bir beşer sözüne eşit hale getirir.Bu söylem batıl ile hakkı birbirine karıştıran dini en tehlikeli silah haline getiren kitapsız bir söylemdir.Nitekim İslam aleminin geldiği vahşet ve şirk, küfür ve lanet, cehalet ve yobazlık, perişanlık ve felaketlerin başında bu "metlüv ve gayri metlüv" hikayeleri yatıyor.Dolayısıyla tek gerçek şudur.Vahiy Elçiyi hidayete ulaştırır fakat elçi olmadan da vahiy hayat bulamaz, vahiy elçinin dilinde hayat bulur, elçi olmazsa vahiy diye bir şey olmaz. Bundan dolayı Allah Elçiler gönderir.Elçilerin değerli oluşları Allah tarafından indirilen vahiy sayesindedir.Elçileri önemli ve dokunulmaz kılan Allah'tan aldıkları vahiy'den başka bir şey değildir.Yani elçilerin görevi sadece vahyi tebliğ etmektir. Elçilerin misyonu gönderenin gönderdiğini, hiçbir müdahale ve tasarrufta bulunmadan muhatap kitleye iletmeleridir.Vahye müdahale olursa risalete aykırı hareket edilmiş olur.Ancak vahye müdahale edilmemesi, taşınan şeyden habersizlik anlamına gelmez.Resul ( Elçi) olan kişi, gelen vahye ilk iman edendir. Vahyin ne olduğunu, niçin geldiğini  iyice sindirir, ondan asla şüphe etmez ve en güzel bir üslupla temsiliyet görevini yerine getirmek için çalışır.Ancak gelen vahiy Allah tarafından açıklanıp detaylandırıldığı için elçi ona ayrıca bir tefsir ve açıklama getiremez.Saf ve temiz, hâlis ve muhlis olarak vahiy  orijinalini koruması gerekiyor.Elçilerin görevlerinin yalnız vahyi tebliğ etmek olduğu ile alakalı onlarca ayet vardır.Vahyin hayat bulması için Resüller tereddüt etmeden hayatlarını feda etmişlerdir. Postacılar taşıdıkları mesajın mucadelesini yapmaz ve hayatlarını feda etmezler.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(238. YAZI)Duhan Süresi 59 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ Mîm.2,3-) Apaçık olan kitab'a andolsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz (vahiy'le) uyarıcıyız.4,7-) Katımızdan bir emirle her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Eğer kesin bir imana sahipseniz, Rabbinden yani göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden bir rahmet olarak biz (Resuller) göndermekteyiz. O, evet O, işitendir, bilendir.8-) O'ndan başka ilâh yoktur. Diriltir ve öldürür. O, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.9-) Fakat onlar, şüphe içinde oynayıp duruyorlar.10-) Göğün açık bir duman getireceği günü bekle.11-) O duman insanları bürür. Bu, elem dolu bir azaptır.12-) "Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır, çünkü biz müminleriz"13-) Nerede onlarda öğüt almak?! Oysa kendilerine (hakkı) getiren mübin bir Resul gelmişti.(Kur'an'da "mübin" kavramı, bir çok kavram gibi sadece Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır. Mübin kavramı Nebi hakkında geçmez.)14-) Sonra ondan yüz çevirdiler yani "Bu öğretilmiş bir delidir!" dediler.15-) Biz bu azabı kısa bir süre kaldıracağız, siz de yine eski hâlinize döneceksiniz.16-) Onları o en şiddetli yakalayışla yakalayacağımız günü hatırla. Şüphesiz biz intikam alırız.17-) Andolsun, onlardan önce Firavun kavmini sınamıştık. Onlara kerim bir Resul (Mûsâ) gelmişti.(Kerim kavramı, Kur'an'da, yüce Allah, vahiy ve Resûl bağlamında kullanılmıştır. Kerim kavramı, Nebi için kullanılmamıştır.)18-) O, şöyle demişti: "Allah'ın kullarını (esaret altındaki İsrailoğullarını) bana tevdi edin. (benimle serbest bırakın) Çünkü ben sizin için emin bir Resulum.19-) "Yani sakın Allah'a karşı yücelik taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir sultan (delil) getiriyorum."(Yani sakın beşeri rivayet ve ictihadlarınızı yüce Allah'ın gönderdiği vahyin üzerinde bir kuvvet ve kudrete bir güc ve konuma sokmayın. Sadece gönderilen vahye itaat edin ve yalnız ona tâbi olun.)20-) "Şüphesiz ki ben, beni recmetmenizden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."21-) "Bana iman etmiyorsanız benden ayrılın"22-) (Musa) Rabbine, "Bunlar mücrim bir kavimdir" diye dua etti.23-) (Allah da şöyle buyurdu:) "O hâlde kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz."24-) "Denizi olduğu gibi terket." Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.25-) Onlar geride nice cennetler yani pınarları terkettiler.26. Nice ekinler, nice kerim makamlar!27-) Zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler!28-) İşte böyle! Onları diğer bir kavme miras bıraktık.29-) Gök ve yer onların üzerine ağlamadı yani onlara bakılmadı.(hiç bir değer verilmedi)30,31-) Yani andolsun ki, İsrailoğullarını o alçaltıcı azaptan; Firavun'dan kurtardık. Çünkü o, yücelik taslayan müsriflerden biri idi.32-) Andolsun, onları, bir ilim üzerine âlemlere (insanlara) üstün kıldık.33-) Yani onlara, içinde apaçık bir imtihan (belâûn) bulunan âyetler verdik.(Âyette bulunan "bela" İsrailoğullarının Firavunun zulmünden kurtarılmasıdır. Yani âyette bulunan bela kavramı menfi olarak değil, musbet olarak kullanılmıştır.)34,35-) Bunlar (müşrikler) diyorlar ki: "İlk ölümümüzden başka bir ölüm yoktur. Biz diriltilecek değiliz."36-) "Eğer doğru söyleyenler iseniz atalarımızı getirin."37-) Bunlar mı daha hayırlı, yoksa kavmi ile onlardan öncekiler mi? Onları helâk ettik. Çünkü onlar mücrim kimselerdi.38-) Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık.39-) Biz onları ancak hak ( bir amaca yönelik) olarak yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.İNSAN DUYGU BAKIMINDAN DÜNYA HAYATI İLE DEĞİL, AHİRET İLE BAĞIMLI YARATILMIŞTIR. Allah tarafından insana bahşedilen bir çok duygunun dünya hayatında karşılığı bulunmamaktadır. Mesela: Yüce Allah inananlara sonsuz bir hayal gücü, geniş bir emel, büyük bir arzu ve istek, sonsuz yaşama duygusu vermiştir. Halbuki Kur'an'a baktığımızda göklerde ve yerde hiç bir şeyin boşuna ve abes olarak yaratılmadığnı, Allah'ın her şeyi bir amaca yönelik olarak yarattığını görürüz. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar"(Duhan-38, 39) "Biz, göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun (eğlence) olarak yaratmadık"(Enbiya- 16) Yani, Rahman ve Rahim olan Allah bu evrende boşuna hiçbir şey yaratmadığına göre insana gerçekleştiremiyeceği duyguları niye versin. Hiç bir insan, kim olursa olsun, dünya hayatında Allah tarafından kendisine verilen hayallerine kavuşamaz, arzularını gerçekleştiremez, emellerine yetişemez, bütün isteklerini elde edemez, en önemlisi, insanoğlu fıtratı gereği ebedi yaşamak ister. Allah'ın insanoğlunun fitratına yerleştirdiği en önemli duygu ebedilik duygusu, uzun yaşama arzusu, sağlık ve mutluluk, huzur ve refah duygularıdır. Halbuki hiçbir insan için dünya hayatında bu önemli duyguların gerçekleşmesi mümkün değildir. O zaman insanın anavatanı, ikametgahı, esas memleketi dünya değil, ahirettir. İnsanın benliğine yüklenen duygu ve düşünceler ahiretle ilgilidir, bu arzu ve istekler ahirette gerçekleşecek.İnsanın gözünü toprak değil, âhiret doyuracaktır.Dolayısıyla, ölüm kabir kuyusuna giriş, karanlık bir çukur ağzı değil, bizi yaratan, terbiye eden, merhamet edip büyüten, her şeyi yerli yerince yapan, her şeye yaratılışını bahşeden sonsuz nimetler sahibi Rabbimize bir dönüş, bir kavuşmadır. Bu yüzden Rahmân ve Rahim olan yüce Allah bir çok ayette ölüm için "Rabbinize döneceksiniz" buyuruyor. Akraba ve dostlarımızın bir çoğu zaten ana vatana gitmiş bizim gelmemizi bekliyorlar. İşte bundan dolayı ölümün yüzü soğuk değildir, ölüm bir kurtuluş, bir dinlenmedir, Allah'a ulaşma, yaratıcı güce kavuşmaktır. Ölüm dünya hayatına geliş gibi bir göçüştur. ALLAH'IN BİR DÜZEN VE BİR KANUNUDUR. Aslında kabir diye bir şey yoktur. Kur'an'ın dilinde ve aklında dünya hayatından ve ahiretten başka hiçbir şey yoktur. Bizim bir gecelik uykumuz kabir uykusundan çok daha uzundur. Kabir bir gün, bir günden az, bir saat, tanışma müddeti kadar bir süre, bir yemeğin bozulma süresi kadar bir zamandır, bir andır. "Nihayet Sur'a üfürülmüş olacak. Bir de bakarsın ki onlar cesetlerden kalkıp koşarak Rablerine giderler. (İşte o zaman) Ne oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Bu, Rahman'ın vâdettiği gündür. Elçiler gerçekten doğru söylemişler! denir. Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar. O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız"Ölüm ve hemen ardından ahiret hayatının başlaması vardır. "Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Dikkat! "Sonra da (hemen) Şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"(Mu'minun, 15, 16) Ölüm yüce Allah'ın büyük bir nimetidir.

17 Haziran 2022 Cuma

KUR'AN'DA SALÂT(5.YAZI)Şimdi namaz sırasında yapılması gerektiği düşünülen üç farklı kavramdan söz edeceğiz.Ayakta durma, eğilme ve kapanma (Arapçası) "kıyam-kavm, rüku, sucud- secde" Daha önce de söylediğimiz gibi Kur'an'da namazın nasıl kılınacağına dair bir açıklama yoktur.Kıyam, rüku ve secdenin salât ile ilişkilendirildiği hiçbir âyet bulunmamaktadır.Ve bu üç terim Kur'an'ın içerisinde serpiştirilmiş bir durumdadır. Başka bir deyişle, Kur'an'a baktığımızda bugün gördüğümüz ritüel ibadetin nasıl yapılacağına dair herhangi bir detay veya rehber bulamamaktayız.Aksine, bu üç kelimenin Kur'an'ın geneline yayıldığını ve peşi sıra gelen ve bir ritüellin parçası şeklinde olmadığını görürüz.O zaman bu terimlerin nasıl kullanıldığına bir göz atalım da yüce Allah'ın bu kelimelerle ne demek istediğini daha iyi kavrayalım."İkame" gibi kelimelerin türediği "k-v-m" kökü ile başlayalım."K-v-m" kök anlamı olarak bir şeyi doğrultmak ve bir pozisyonda kalmasını sağlamak demektir.Hiç şüphe yok ki Arapçada "k-v-m" Âli İmran-191. âyetteki kullanımında görüldüğü gibi basitçe "ayakta durmak" anlamına da gelmektedir. Aynı zamanda Kehf-77. âyetinde olduğu gibi, duvar gibi bir şeyi düzeltmek anlamına da gelir.Aynı zamanda Âli İmran-75.âyette görüldü üzere birinin arkasını kollamak gibi bir anlamı da vardır. Ancak konu salât'a geldiğinde (Bakara-110) salât'ı ikame etmek, basitçe salât'ı sürdürmek demektir. Bizler salât'ı doğrultuyoruz ve bu şekilde tutuyoruz.Bu dini ikame etmek ile aynı kullanım ve anlama sahiptir. (Şura-13) Yani dini/ sistemi sürdürmek, Tevrat'ı ikamet etmek ile aynı kullanım ve anlama sahiptir.(Mâide-66)Bu ifade aynı zamanda tartıyı ikame etmek için de kullanılmaktadır.(Rahman-9)Eevet, salât'ın ikamesi, salât'ın sürdürülmesidir.Çünkü onu doğrultuyoruz ve bu şekilde sürdürüyoruz.Bunun ayağa kalkmakla hiçbir alakası yoktur.Bu öğrendiklerimizle Âli İmran 38 ve39.âyetleri okuyalım.Birçok insan bu âyetlerden Zekeriya (a.s) ın ibadeti sırasında ayakta durduğunu çıkarıyor.Zekeriya ayakta duruyor olabilir, bu mümkündür.Ancak bu âyetlerde bahsedilen, basitçe ibadeti sürdürdüğü anlamına da gelir."Orada Zekeriya, Rabbine dua etti. Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bağışla, kuşkusuz sen duayı işitensin"(Âli İmran-38)"O mihrapta salât'ını sürdürürken (kaimun) melekler ona geldi..."(Âli İmran-39)Zekeriya, bir önceki âyette bahsedilen ibadetini sürdürürken melekler geldi. İşte salât'ın ikamesi bu demektir. Kısacası ikamet etmek, bir şeyi devam ettirmek anlamına gelmektedir.Sırada incelemek istediğimiz kelime ise "ra-kef-ayn" rüku gibi kelimeler buradan türüyor. "R-k-a" kök anlamı olarak, bir şeye karşı koymamak, direnmemek ve durumu kabullenmek anlamına gelir.Mesela: Lisan-ul Arap'ta "zenginlikten fakir konumuna düşen bir adamın durumu rüku etmiş olur" açıklaması verilmesinin sebebi budur.Yani önceden zengin olan bir adam fakir olduğunda rüku etmiş olur, fakir durumu hakkında direnç gösteremez ve durumu kabullenir.Hatta üzerinde çukurlar bulunan yola da "rakea" derler.Çünkü yol dirençsizdir.Ve Maide 55. âyette, rükû halindeyken salât'ı sürdüren ve zekât'a gelen (arınanlardan) bahseder.Eğilirken salât'ı sürdürmeleri ve zekât'a (arınmaya) gelmeleri mantıksızdır.Namaz bakış açısından da hiçbir mantığı yoktur.Bu, durumu kabullenmekle alakalıdır. Bulundukları durumu kabullenerek salât'ı sürdürürler zekât'a gelirler (arınırlar) anlamına gelmektedir.Bu sebepledir ki Âli İmran- 42 43.âyetlerde "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni temizledi ve seni alemlerdeki kadınlardan üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine karşı sorumlu ol, secde et ve durumu kabullenenlerle beraber ol" buyurmuştur. Meryem'in sadece eğilmesinin istenmesi mantıksızdır.Burada olan, Meryem'in bir önceki âyette kendisi hakkında bahsedilen durumu kabullenmesi ve karşı koymaması gerekmektedir. Kur'an'ın bakış açısından "r-k-a" nın anlamı budur. Ve elbette son terimimiz "s-c-d" secde gibi terimlerin kökü.S-c-d, kök anlamı olarak verilen emirlere itaat etmek anlamına gelmektedir.Lisan-ul Arab, bunu "her kim ki tevazu ile kendisine verilen emre boyun eğerse, o kişi secde etmiş olur" diyerek, bu tanımı doğrulamaktadır. Biz bunu Nahl süresi 48 49 ve 50. âyetlerde görüyoruz."Onlar, Allah'ın yarattığı şeylerden herhangi bir şeye bakmazlar mı? Gölgelerinin; boyun eğerek, saygıyla sağa sola dönüp O'nun yasalarına nasıl boyun eğdiklerini (secde ettiklerini) görmezler mi?Yüce Allah, gölgelerin nasıl emre boyun eğdiklerinden söz ettikten buyuruyor ki, "Göklerde ve yerde bulunan hareket halindeki varlıkların tamamı yani melekler büyüklenmeden Allah'a secde ederler"(Nahl- 49)"Onlar, kendi güçlerinin üstünde olan Rablerinden korkarlar yani kendilerine ne emredildiyse onu yaparlar"(Nahl-50)Bu âyetlerden anladığımız üzere secde, basitçe emredilen şeye itaat etme anlamına gelmektedir.İşte secdenin tüm anlamı budur.Bu bakış açısıyla birkaç âyete bakacak olursak."Hayır ona itaat etme ve (Allah'a) secde et yani yakınlaş"(Âlak-19)"Hani onlara denildi ki: Şu şehirde yerleşiniz yani oranın ürünlerinden dilediğiniz gibi yiyiniz ; "hıtta" deyin yani kapıdan secde ederek girin ki hatalarınızı bağışlayalım..."(Âraf-161)Burada yere kapanmaktan bahsetmiyor.Çok basit olarak, emre itaat etmekten bahsediyor."Gecelerini, Rablerine secde ederek geçirirler"(Furkan-64)"Kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar. Aksine o kâfirler yalanlıyorlar"(İnşikak-21, 22)İsteyen bu âyete yere kapanma anlamını da verebilir.Ancak burada yere kapanıldığı ile alakalı bir işaret bulunmamakta, aksine buradaki Allah'ın emirlerine itaat etme vurgusu, secden anlamına bir işarettir. Akılda tutulması gereken önemli bir nokta ise, bu âyetleri dikkatli bir şekilde okuduğumuzda, secdenin fiziksel bir yere kapanış olamayacağıdır.Bakara 34.âyette olduğu gibi.Burada: Âdem'e dosdoğru secde edin demiyor.Eğer yüce Allah, fiziksel bir kapanmadan söz etseydi, Âdem'e dosdoğru secde edin demesi gerekirdi.Ancak burada Âdem'e secde edin denmiştir.Aynı durum diğer âyetler içinde geçerlidir."O'na secde ettiler..."(Âraf-206)"Güneş'e secde ediyorlar..."(Neml-24)"...Bana secde ederlerken gördüm"(Yusuf-4)"Allah'a secde etmeyecekler mi?(Neml-25)Aslında secde yüce Allah'a değil, O'nun emirlerinedir.Yani secde kavramının yere kapanma ile hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.Aksine, Kur'an'da secde kavramı Nahl süresi 48 49 ve 50.âyetlerde görüldüğü gibi, yüce Allah'ın emirlerine boyun eğmek anlamındadır.Secde yüce Allah tarafından indirilen vahye itaat anlamına geliyorsa, o halde Kur'an'ı anlamadan yani ne dediğini bilmeden secde etmenin bir manası var mı? Veya Kur'an'ı bilmeden nasıl secde ediliyor? Çünkü secde verilen emre yani gönderilen vahiy'le ilgili bir durumdur.Siz hayatınız boyunca, yüce Allah'ın bütün emir ve yasaklarını çiğneyin sonra geçip iki dakika ayakta dikilin.Bu olacak bir şey midir?Yani yüce Allah'ın size olan emirlerini bilmeden ve uygulamadan nasıl veya niye secde ediyorsunuz?Bir soru daha sormak istiyorum. Vatandaşlık, ülkenin yasalarına uyarak ve itaat ederek mi yapılır, yoksa bazı günlerde bir meydanda saygı duruşu yaparak mı?Artık Kur'an'da geçen salât'ın yanı sıra rüku, kıyam, secde gibi kelimelerin de anlamını öğrendiğimize göre, şimdi bu kavramların beraber geçtiği âyetlere bir göz atalım.Bakara süresinin 124 ve 125. âyetleri ile başlayalım.Bu âyetler İbrahim (a.s)dan ve onun Rabbi tarafından bir takım kelimelerle sınanışından bahseder."...Ben seni insanlara önder kılacağım" dedi. Yani Allah, insanlar için İbrahim'in bir numune'i imtisal örnek bir şahsiyet bir imam olmasını istiyor."İbrahim dedi ki: "Soyumdan olanları da" Ardından Allah "Benim ahdim zalimlere ulaşamz!" dedi.(Bakara-124)"Hani biz, beyti insanlar için toplanma yeri ve güvenli bir yer kılmıştık. Yani İbrahim, insanlara güvenli bir din inşa etmişti. İbrahim'in (Nübüvvet) makamından kendinize musalla edinin..."(Bakara-125)Buradaki makam sözcüğüne dikkat ediniz.Malesef ki bir çok kavram gibi, "makam" sözcüğü de yanlış anlaşılıp "fiziksel olarak İbrahim'in ayakta durduğu bir yer" olduğuna iman edilmiştir. Bu "makam" Mekke'de İbrahim'in üzerinde durduğuna inanılan ve şunlar da onun ayak izleri denilerek insanların imanları istismar edilmiş ve uydurma makamın bulunduğu yerde insanların ritüellerini yaptığı kutsal bir yer olarak gelmiştir.Halbuki Kur'an'da var olan makam fiziksel bir yer değil, İbrahim (a.s) ın Nübüvvet makam ve mertebesinden yani müşriklere karşı yaptığı ve Kur'an'da anlatılan büyük mücadelesinden destek alma anlamına gelmektedir.Bu gerçeği en geniş bir şekilde ortaya koyan Mümtehine süresi 4.âyettir.Mümtehine 4.âyete bakarak Bakara süresi 125. âyeti anlayabilir ve doğrulayabilirsiniz.Kur'an'da geçen "salât, kıyam, secde, din, iman, itaat, ittibâ, şükür, takva, rükû, ihlas, ibadet, ihsan, şeriat gibi kavramların hiç bir tanesi belli bir mekan ve zamanda yapılan şeyler değildir. İnsanın hayatında sürekli var olan ve kesintisiz yapması gereken görevlerdir. Yani bunlar ritüel değil, insanın inancına ve hayatına hakim olan güzel ahlak ve erdemli değerlerdir.Sıradaki âyet Fetih süresinin 29. âyetidir.Yüce Allah buyuruyor ki: Muhammed Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, kafirlere karşı şiddetli birbirlerine ise çok merhametlidirler. Onları rüku ve secde ederlerken görürsün. Allah'tan fazilet ve hoşnutluk isterler.Bir soru sorayım;Eğilmek ve yere kapanmak Allah'ın rızasını kazanmak için bir yarar sağlar mı?Cevap tâbi ki "hayır" olacaktır. Allah'ın hoşnutluğu sürekli olarak onun emirlerine boyun eğerek ve yalnız O'na teslim olarak kazanılır.Ek olarak "Onların belirtileri yüzlerinin içindeki secde izleridir..."(Fetih-29)Maalesef bu tanım da kafalarını zemine vurarak iz çıkartan din adamları tarafından yanlış anlaşılmıştır. Yüce Allah bundan bahsetmiyor. Çünkü yüzlerinin üzerinde buyurmamış, içinde demiştir. Üzerinde /içinde farkı bizlere göstermektedir ki onlar, Allah'ın yasalarına boyun eğmektedirler. Secde sonucunda bir huşu kazanmışlardır. İman edenlerin yüzündeki saygı ve tam bir teslimiyet işaretidir.Âyet bundan bahsetmektedir.

"POSTACI" SÖZÜ (1.YAZI)Gelenekçiler, mezhepçiler, ataların dinine tapan mukallitler yani kısacası müşrikler, Kur'an ehli muvahhidlere karşı ellerinde doyurucu bir delil olmayınca, önce  iftira olan bir sözcük ortaya attılar.Sonra da muvahhid müminleri bu uydurma ve son derece yalan olan "POSTACI" sözcüğü ile itham etmeye başladılar.Kur'an ehli muvahhidler, Allah Resulü'nü hiç bir zaman "postacı" olarak görmezler. Bu onlara karşı yapılmış çirkin bir iftiradır.Aslında Kur'an''ı bağlam ve bütünlüğü içinde, bir sistem olarak bilmeyenler gerçek anlamda Allah Resüllerinin nasıl bir değere sahip olduklarını bilemezler.Dolayısıyla Allah Resulü ile birlikte diğer Elçilerin makam ve mertebesini de ıskalamış olurlar.Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ( Aleyhimusselam) ı ve diğer Resülleri de gerçek anlamda hiçbir zaman kavrayamazlar.Yani tam manasıyla, eksiksiz olarak Allah'ın Elçilerini tanımak Kur'an ehli muvahhidlere özel çok önemli bir özelliktir.Çünkü muvahhidler Allah Elçilerini uydurma ve yalan rivayetlerden değil, Allah'ın apaçık ve kesin delili olan Kur'an'dan tanırlar.Şu mesele çok önemlidir.Allah'ın Elçilerini değerli kılan şey vahiy'dir.Onların Allah'ın temsilcileri olmalarıdır.Bundan dolayı yüce Allah, Kur'an'da, âyetleri ve Resülleri arasında hiçbir ayırım yapmamış elçileri yalancılıkla suçlamayı ile âyetleri yalanlamayı aynı cürüm ve büyük bir vebal olarak anmıştır.Şimdi gerçek bu kadar ortada iken, ataların dinine tapan müşriklerin Kur'an ehli muvahhidleri, Resül düşmanı olarak göstermeleri çirkin bir iftira, büyük bir yalan ve apaçık bir cehalettir. Muvahhidler,  Allah Resulü'ne karşı yapılacak menfi bir sözün ve kötü bir  hareketin nasıl bir netice ile sonuclanacağını çok iyi bilmektedirler. "Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"(Ahzab-57)Kur'an ehli muvahhidler Elçilere itaatin mutlak olarak Allah'a itaat, Elçilere isyan etmenin mutlak olarak Allah'a isyan olduğunu en iyi bilen Allah'ın muhlis kullarıdır.Yani şu "postacı" sözcüğünü, Allah Resulü'nü ilah ve rab konumuna sokmak, onu vahiy dışına atmak, Kur'an'dan uzaklaştırmak, sonra da keyfine ve inancına göre ona bir takım uydurma ve yalan kimlikler belirlemek tam manasıyla Allah Resulü'ne karşı iftira ve apaçık bir buhtandır.Bu "postacı" sözcüğünü uyduranlar Kur'an'ın muhkem bir şekilde koruma altına aldığı Allah Resulü'nü istismar edemeyeceklerini bildiklerinden dolayı şirk dinine göre bir Resül meydana getirdiler. Dolayısıyla Allah'ın kitabı olan Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Allah elçisi ile Ehli Sünnet dini ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlerle anlatılan "peygamber" birbirinden çok farklı kişilerdir.Bu farkları ele alacak olursak söz çok uzayacaktır.Aslında bu mesele Kur'an ehli muvahhidlere malum olan bir meseledir."POSTACI" sözcüğü, aynen Hıristiyanlar gibi, hatta onlardan daha ilerde uydurma rivayetlerle Allah Resulü'nü Kur'an'dan koparmak ve onu şirk aracı haline getirmek, vahiy ile ilişkisini kesmek sonra da bunu"Peygambere saygı, sünnete bağlılık" aldatmalarıyla ümmi halka inandırmayı amaçlayan iftiracı,şirke sapmış bulunan hurafecilerin icat ettikleri sonra da itham ve eleştiri aracı olarak kullandıkları sözcüklerden biridir.Bunlar bu aldatma ve yalanlarla evliyalarını ve efendilerinikutsamak ve yüceltmek maksadıyla Allah Resulü'nü batıl dinlerine alet ederek, başlattıkları putperest bir tapınma, batınilik şirki ve hululiyyet inancıdır.Yani dini yıkma ve islamı dejenere etme projesidir. Koruma altında olan Kur'an'la batıl  inançlarına bir yol bulamayınca bu çirkin emellerini Allah Resulü'nün üzerinden gerçekleştirdiler.Oyunu büyük oynadılar, tevhid akidesini ve İslam milletini paramparça ederek arzu ve isteklerine kavuştular.Hem Kur'an'ın manasını tamamen boşaltıp bozdular.Hemde Allah Resulü'nü vahiy'den ayırarak sanal bir masal kahramanı haline getirdiler.Mezhepçi cahiller bu "postacı" söylemle, Allah Resulü'nü Kur'an gerçeğinde sadece vahyi tebliğ eden, Kur'an ile insanları uyaran,sadece Kur'an'ı anlatan ve okuyan, yalnız vahye tâbi olan, bunun dışında hiçbir yetkiye sahip olmayan Allah'ın bir temsilcisi olarak gören Kur'an ehli muvahhidlere çirkin bir iftira ile itham etmektedirler.Fakat bu Allah'ın bir kanunudur, Kur'an ehli muvahhidler tevhid akidesinden dolayı hakaret görecekler ki, Allah'ın indinde ve cennete dereceleri kat kat olsun.Yüce Allah, Elçileri ile birlikte muvahhidlere büyük bir değer veriyor."Âyetlerimiz açık açık okunduğunda, kafirlerin yüzlerinde hoşnutsuzluk sezersin.Onlar, kendilerine âyetlerimizi okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar.De ki: Size bundan (bu öfkenizden) daha kötüsünü bildireyim mi?Cehennem! Allah, onu kafirlere ( ceza olarak) bildirdi. O, ne kötü sondur"(Hac- 72)

16 Haziran 2022 Perşembe

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (9. YAZI)Aslında kaderin, iman esasları (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resüllerine öldükten sonra tekrar dirilmeye -ahiret'e ) arasında olabilmesi için islam dininin tek kaynağı olan Kur'an'da yer alması gerekmektedir.İman esasları Kur'an'ı Mübin'de geçerken (Bakara- 177, 285; Nisa- 136-) Kadere imanın! Kur'an'ın hiçbir âyetinde geçmemesi İslam'da geleneksel olarak inanılan kaderin olmadığını gösteriyor. İman edenlerin Kur'an'dan uzaklaşmasına sebep olan süreç, Emevi döneminde hadisçiliğin teşvik edilmesi ve Abbasiler döneminde hadislerin yazıya geçirilmesi ile başlamıştır.Allah'ın kitabına rağmen Emeviler döneminde kadere imanın öne çıkarılması, hanif İslam dini için kırılma noktası olmuştur.Özellikle Emevi ve Abbasi devletleri döneminde ortaya çıkan üç batıl inanç, Kur'an'ın akıl ve zihinlerden silinmesine sebep olmuştur.Bu inançlar, Emevilerin "cebir" inancı, (Cabiri, İslam'da siyasi akıl, s. 510- 514) Haricilerin "tekfir" inancı, ( a.g.e- s.596-611)Şia'nın "imamet" inancıdır.( a.g.e- 515- 585)Geleneksel din adamlarının iddia ettiği gibi, insanlar fiillerini işlerken Allah'ın iradesine bağlı olsalardı yani inanç ve amellerinde özgür bir iradeye sahip olmasalardı, yüce Allah'ın vahiy ve elçiler göndermesinin yani insanlara vahiy'le rehberlik etmesinin ne anlamı kalırdı. Dolayısıyla birey hürriyet sahibi ve sorumlu bir şekilde hareket ederken, Allah'a veya başka bir güce asla bağımlı değildir.Kişinin özgürlüğü tam olarak yaşamadan başka bir güce bağımlı olması onu hayata yabancı hale getirecektir. Rahmân ve Rahim olan Allah her bireyin kaderini boynuna bağlamış, kendi eline vermiş, kendi irade ve ameline bağlı kılmıştır.Yani insanın kaderi kendi ellerinde, fiillerinde, amellerinde iradesi ve ameliyle ortaya çıkmaktadır.(İsra-13) Hadis ilminin Emeviler döneminde Arapların İslam üzerindeki tekellerini kaybetme endişesine karşı geliştirilen bir faaliyet olarak meydana gelmiştir.Hadisler, Kur'an'ın evrenselliğinin yok edilmesine yani Arap kültürünün İslam dininin içine girmesi ile İslam dininin temeli olan merhamet, tevhid, takva, ihlas ve adalet ilkeleri sarsılmıştır. Kur'an, özellikle hicri ikinci asırdan sonra hadislerin ve sünnetin "vahy-i gayr-i metlüv" "namazda okunmayan vahiy" olduğu yolundaki inancın geliştirilmesi ile İslam dininin yegane kaynağı olmaktan çıkarılmış" kaynaklardan biri olarak insanlara aktarılmıştır. Yahudi ve Hristiyan din adamları vahyin metninde "tahrifat" yapmış, Şii ve Sünni din adamları da vahyin metninde değil, manasında "tahrifat" yapmışlardır.Yani Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrı olarak Allah'ın mesajının yanına yüzlerce beşeri eserler ve kaynaklar eklenmiştir. Dolayısıyla beşeri söz ve uygulamalar ilâhi hükümlere dönüşmüştür. Artık beşer olanların söz ve içtihatları din olarak algılanmaya ve yaşanmaya yani hayata hakim olmaya başladı.Abbasilerin beşinci halifesi olan Harun- Reşid kendisinden sonra hilâfete geçmesi için çocuklarından iki veliaht'ta karar kılmıştır.İlk sıraya Emin'i ondan sonra gelecek kişi olarak da Me'mun-u tayin etmiştir.Ayrıca Me'mun'u Horasan vilayetine vâli olarak görevlendirmiştir. Hicri- 139 (Miladi- 809' da Harun Reşid'in ölümü üzerine vasiyeti gereği ilk velihaht Emin altıncı Abbas halifesi olarak göreve başlamıştır. Halife Emin iki sene sonra vâli olan Me'mun'u görevden uzaklaştırmış, bunun üzerine Me'mun isyan etmiş ve halifenin gönderdiği orduyu hezimete uğratmıştır. Daha sonra Me'mun'un ordusu Bağdat'ı işgal etmiş, 24 Eylül 813 tarihinde halife Emin öldürülmüş ve yedinci Abbasi halifesi olmuştur.Bu kardeşler arası taht savaşında hadis ehl-i, Emin'i, ehl-i Rey 'de Me'mun'u desteklemiştir. Kırk yaşında iktidara sahip olan Me'mun, zeki, filozof ve ilme değer veren bir kişilik olarak bilinir.Me'mun, Mu'tezile'ye mensup âlimlerin geliştirdiği kelam ilmine ve bu ilmin konularına ilgi duymuştur.İbn Ebu Duad'ın etkisinde kalarak Haziran Hicri 212- Miladi 833 tarihinde Kur'an'ın mahluk olmadığını düşünen hadisçilerin sorgulanması emrini vermiştir. Karşı mihnenin sebebi olan mihneyi başlatmış, ancak aynı yıl ölmüştür.(Bozkurt, Nahide-"Me'mun. TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul-2004.32.c-s.101-104)"Mihne": Abbasi Halifesi Me'mun'un "Kur'an mahluktur" inancını zorla kabul ettirmek amacıyla Miladi 833'te başlattığı, hadisçilerin sorguya çekilerek eziyet ve işkenceden geçirildiği olaylara verilen bir isimdir. Toplam yirmi yıl kadar süren mihne süreci H. 237- Miladi 852 tarihinde Abbasi halifesi mütevekkil tarafından kaldırılmıştır. Dolayısıyla Mütevekkil'in döneminde, yönetim felsefesi terkedilmiş ve "Mütevekkil'in hilâfeti" hadisçilerin zaferi olarak tarihe geçmiştir.(İşcan, Zeki, Selefilik, İstanbul- 2016, s. 165; bkz, Mehmet Kırkpınar "Mütevekkil -Alellâh 847- 861 TDV. İslam Ansiklopedisi 32. c. s. 212- 214)Ehl-i Rey ile ehl-i Hadis arasında mihneden önce de hadis ve Sünnet'in dindeki yeri ile ilgili çatışmalar olmuştur. Özellikle Emeviler döneminde kaderin imanın şartları içine girmesinin dinin iman esasları arasında olduğunu gösteren hadisler uydurulmuştur. Bu dönemde yöneticiler hadis uydurmacılığını teşvik etmiş, hatta hadislerin toplanıp kayda geçirilme emrini de halife Ömer bin Abdülaziz vermiştir.Bu dönemde hadis ehl-i "Hristiyanların İsa'ya yükledikleri Resul algısını son Nebi'ye uyarlamışlardır" Yani "İsa Allah'ın özü, kelimesi logosudur"Dolayısıyla Hristiyanlarda (Resul değil) İsa vahyin kendisidir. İsa vahyeder, İsa'ya vahyedilmez.İsa Pavlus'a görünerek vahyetmiştirİşte hadisçiler bunu İslam'a adapte ettiler.Yani Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırmak suretiyle onun adına iftira edilen hadisleri vahiy olarak kabul ettiler. Ve bunu yaparken, Arap ırkçılığını desteklemek için yaptılar.Fars olan İbni Kutey'be "Arap olanın, olmayana üstünlüğü" diye bir eser bile yazmıştır.

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(237. YAZI)Zuhruf Süresi66-) Onlar farkında değillerken, saatin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?67-) O gün, muttakiler hariç, dostlar birbirine düşman olurlar, .68,69-) (Allah, şöyle der:) "Ey âyetlerimize iman eden yani müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız"70-) "Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak cennete giriniz."71-) Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Nefislerin çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey oradadır. Yani siz orada devamlı olarak kalacaksınız.72-) İşte bu, amellerinize karşılık size mîras kılınan cennettir.73-) Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz. (denilecektir)74-) Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklardır.75-) Azapları hafifletilmeyecektir yani onlar azap içinde ümitsizdirler.76-) Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendileri zâlim idiler.77-) Mâlik'e şöyle nida ederler: "Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin." O da, "Siz hep böyle kalacaksınız" der.78-) Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.79-) Yoksa (haktan) yan mı çiziyorlar? Şüphesiz biz de onları yan çizdikleri yolda bırakırız.80-) Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır öyle değil, yanlarındaki Resullerimiz yazmaktadırlar.81-) (Ey Resul!) De ki: "Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, ibadet edenlerin ilki ben olurdum."(Bu âyet, ibadetin, "kabul etmek ve kayıtsız şartsız itaat etmek" anlamında olduğunu apaçık gösteriyor.82-) Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmalarından subhandır.83-) Bırak onları, tehdit edildikleri güne kavuşana kadar, (batıl inançlarına) dalsınlar yani (dünya hayatlarında) oynayadursunlar.Âyette bulunan "havd""suya girmek ve sudan geçmektir"Deyim olarak "hayvanı suya vurmak" demektir. Türkçe'deki "havuz" kelimesi ile aynı anlama gelmektedir."daldıkları bataklıkta oyalansınlar""Havdihim, (batıl davasıyla gereksiz tartışmaya) girenler" demektir."Ve O, size indirdiği kitap'ta: "Ayetlerine küfredildiği yahut alaya alındığını duyduğunuz zaman başka bir hadise (değerli bir konuya ) dalıncaya-geçinceye kadar onlarla beraber bulunmayın, yoksa onlar gibi olursunuz." diye bildirdi. Kuşkusuz, Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennem'de toplayacaktır. (Nisa-140)"Âyetlerimiz hakkında dalanlarla (gereksiz yere mücadele ederek kendini batıranlarla) karşılaştığın zaman, onlar başka bir hadise dalıncaya (başka değerli bir konuya geçinceye) kadar, onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırlar hatırlamaz zalim kavimle beraber oturma" (Enam-68)Allah'ı gereği gibi takdir etmediler. "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler. De ki: "Musa'nın insanlar için bir nur ve hidayet olarak getirdiği; sizin yazılı sayfalar haline getirip bir kısmını açıklayıp ama çoğunu da gizlediğiniz; sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler, kendisiyle size öğretilen kitap'ı kim indirdi?" Sen, "Allah de." Ve sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana dursunlar! (Enam-91)"Onlara sorarsan, kesinlikle, şöyle derler: "Yalnızca, lafa dalmış oyalanıyorduk!" De ki: "Allah'la, O'nun âyetleriyle ve O'nun Resulu ile alay ediyordunuz; öyle mi?" (Tevbe-65)(Ey münafıklar! Siz de) sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlatça daha çok olan sizden öncekiler gibi (yaptınız).Onlar (dünya malından) paylarına düşenden yararlanmışlardı. Sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden yararlandıysalar siz de payınıza düşenden yararlandınız ve (bataklığa) dalanlar--oyalananlar gibi siz de oyalandınız-daldınız. İşte onların işleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar husrana uğrayanların ta kendileridir.* (Tevbe-69)"Bırak onları, kendilerine vaat edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp gitsinler; oyalanıp dursunlar! (Zuhruf-83)"Onlar ki, gereksiz şeylere dalıp oyalanıyorlar" (Tur-12)"Artık onları kendi hallerine bırak. Uyarıldıkları günleri gelip çatıncaya kadar gaflet içinde dalıp--oyalanıp dursunlar" (Mearic-42)"Batıl inançlara dalanlarla beraber biz de dalar--oyalanırdık." (Müddessir-45)84-) O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, Hakim'dir, (her şeyi hakkıyla) bilendir.85-) Yani göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah mübarektir! Saatin ilmi de yalnız O'nun indindedir ve yalnızca O'na döndürüleceksiniz.86-) O'nun dununda ibadet ettikleri şeyler şefaata mâlik olamazlar. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler müstesna.(Âhirette hiç bir şefaat yoktur. Müşrikler dünya hayatında evliya ve ilâhlarının kendilerine yarar ve zarar vermeye (şefaate) kâdir olduklarına inanıyor ve "Ey Muhammed ! Bizim ilâhlarımıza bir şey söyleme, onlar dünya hayatında bize yardım ediyorlar" sözleri üzerine şefaat âyetleri nazil olmuştur. Yüce Allah'ın dünya hayatında şefaate izin verdikleri yağmur, rüzgar gibi doğal güçlerin adıdır.)87-) Onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, "Allah" derler. Öyleyken nasıl (haktan) ayrılıyorlar? (Âyette bulunan "yu'fekun" "ayrılma, sapma, bırakma, uzaklaşma" anlamına gelmektedir. Âd kavmi Hud (a.s) ı şu şekilde suçluyorlardı. "Sen bizi ilâhlarımızdan ayırmaya mı geldin..."(Ahkaf-22)88-89) Yani (Nebi) «Ey Rabbim ! Şüphesiz ki bunlar imân etmeyen bir kavimdir», sözüne karşılık, «sen, onları hoş gör yani selâm de.Yakında bileceklerdir.» (buyuruldu).(Zuhruf Süresinin Sonu)

15 Haziran 2022 Çarşamba

KUR’AN-I MÜBİN’İN MEÂLİ(236. YAZI)Zuhruf Süresi46-) Andolsun, biz Mûsâ'yı âyetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına göndermiştik de o, "Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin Resuluyum" demişti.47-) Mûsâ âyetlerimizle kendilerine gelince, onlara gülmeye başladılar.48-) Halbuki onlara gösterdiğimiz her bir âyet önceki kızkardeşinden (diğerinden) daha büyüktü. (Zulümden hidayete) dönsünler diye, onları azapla yakaladık.49-) (Onlar azabı görünce:) "Ey sihirbaz! Sanin indindeki ahdi için, bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık hidayeti bulduk" dediler.50-) Fakat biz onlardan azabı kaldırınca hemen sözlerinden dönüyorlardı.51-) Firavun, kavminin içinde nida ederek: "Ey kavmim! Mısır'ın mülkü benim değil mi? Yani şu nehirler benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?" dedi.52-) "Yoksa ben, şu düşük, nerede ise derdini açıklayamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?"53-) ("Eğer doğru söylüyorsa) onun üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil miydi?"54-) Firavun, kavmini hafif gördü. Buna rağmen kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavim idiler.55-) Onlar bizi üzünce biz de onlardan intikam aldık, hepsini suda boğduk.(Âyette geçen "êsefûnê" "bizi üzünce" ifadesi, yüce Allah için değildir. Musa ve Harun (aleyhimesselâm) için söylenmiştir. Firavun sözleriyle Allah'ın Resullerini üzünce, yüce Allah'ı üzmek gibi oldu. Bu yüce Allah'ın Resullere vermiş olduğu değerden kaynaklanan bir durumdur. Yoksa Allah üzülmez.)56-) Onları, sonradan geleceklere, geçmiş bir ibret yani bir mesel (örnek) kıldık.57-) Meryem oğlu (İsa, Kur'an'da) bir örnek olarak söz konusu olunca senin kavmin (hayretlerinden) hemen el çırpmaya başladılar.58-) "Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?" dediler. Bunu sadece seninle cedelleşmek için ortaya attılar. Onlar tartışmacı (yaygaracı) bir kavim idiler.59-) İsa, sadece, kendisine nimet verdiğimiz yani İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur.60-) Yani eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler kılardık.61-) Şüphesiz o kıyametin (öldükten sonra dirilmenin) bir ilmidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana tâbi olun, işte sırât'ı müstakim budur.(Âyette bulunan ilim, alem (delil) olarak da okunmuştur. Yani İsa (a.s) öldükten sonra dirilmenin bir delili bir göstergesidir. Dolayısıyla onun babasız olarak doğması yüce Allah'ın öldükten sonra dirilmeyi gerçekleştirmesinin bir işareti olarak görülmelidir.)MEHDİ ZUHUR ETMEYECEK, İSA (A.S) İNMEYECEKTİR. İslam dininden başka neredeyse bütün dinlerde ve inançlarda bir kurtarıcı (mehdi) beklentisi mevcuttur. Fakat Kur'an dini olan İslam, aklın ve ilmin kabul etmediği bu gibi hurafe ve efsaneleri kabul etmez. Bu konuyu âyetlerin ışığı altında aydınlığa çıkarmak mümkündür. Allah Resulü'nden sonra hangi şartla olursa olsun asla Nebi ve Nübüvvet'e bağlı Resul gelmeyecektir. Bu aynı zamanda itikadi bir konudur. Yani İsa (a.s) ın ineceğini söylemek ve buna inanmak Kur'an'ın hidayetine olan imansızlığı ortaya çıkarır. Kur'an'ın yüzlerce âyetine göre ümmetin kurtuluşu, tevhid, infak, güzel ahlak ve salih amellere bağlanmıştır. Nebi ve Resul dahi olsa kurtuluş şahsiyetlere bağlanmamıştır. (Âli İmran-144)İslam dininin bu konudaki yasası şudur. "...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onların durumunu değiştirmez"(Ra'd-11)"Oysa bir toplum kendi özündekini değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmeyecektir..."(Enfal-53)Kur'an'a göre İsa (a.s) vefat etmiştir. (Âli İmran-55; Mâide-116,117)Mehdi inancı ise Mecüsi'likten Şia'ya, Şia'dan Ehl-i Sünnet'e intikal eden dünyanın en garip uydurmalardan biridir. İsa (a.s) ın ineceğine, Mehdi'nin!!! zuhur edeceğine inanan biri Kur'an'ın ilminden, aklından ve hikmetinden hiçbir şey anlamamıştır. Bir insan bu derece Kur'an'ın ahlakından uzak olamaz. Müslüman, ilim, akıl, tefekkür, feraset ve basiret sahibidir. İsa (a.s) ın nüzülüne yani âhiretin sonunda geleceğine delil olarak gösterilen iki âyetin çözümü şu şekildedir. Birinci âyet "Ehl-i kitaptan her biri (kendi) ölümünden önce ona (İsa'ya) muhakkak iman edecektir. Kiyamet günü de, onlara şahit olacaktır"(Nisa-159)İkinci âyet "Şüphe yok ki o (İsa) kıyametin kopacağının bilgisidir. Veya diğer bir kıraate göre "alametidir" Ondan (kıyametin kopacağından - öldükten sonra dirilmeden) şüphe etmeyin ve bana uyun. Çünkü bu dosdoğru yoldur"(Zuhruf-61)Birinci âyet yanlış anlaşılmaya müsait olan bir âyettir. Bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde alınmadığı zaman büyük bir sorun teşkil edecektir. Fakat diğer halkalarla birleştirildiği zaman problem çözüme kavuşacaktır. Âyeti anlaşılmaz hale getiren ve son derece zorlarsan en büyük sebep, hadis kaynaklarında bulunan Kur'an aklından ve hikmetinden uzak uydurma rivayetlerdir. Allah'ın kelâmı olan Kur'an, rivayetlere iman edenlere ilminden ve ahlakından hiçbir şey nasip etmez. Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamazlar. Din ve hüküm olarak başka kaynağa iman edenlere Kur'an, hikmet hazinesinden hiçbir bağışta bulunmaz. Çünkü rivayetler, Kur'an'a karşı gönülleri ve basiretleri köreltir, hadis batağına saplanan Kur'an'a ulaşamaz. Birinci âyette söylenmek istenen şey şudur. İsa (a.s) a "Allah" diyen( Maide- 17, 72) "Allah üçtür" (Baba, oğul ve ruhu'l-kudüstür ) diyen ve onu "rab edinen" ( Tevbe- 31) her Hristiyan din adamı ile İsa'yı Allah'ın bir Resulü olarak kabul etmeyen her Yahudi din adamı ölmeden önce İsa (a.s) ın gerçek kimliğini görecektir. Yahudi ve Hristiyan din adamları İsa (a.s) ın gerçek kimliğini yani Allah'ın Resulü olduğunu gördükten sonra ölecekler. Yani Hristiyan din adamları, İsa(a.s) ın ilâh ve rab olmadığını, Yahudi din adamları da (Hâşâ) onun zina eseri olmadığını, Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu gördükten sonra ölecekler fakat iş işten geçmiş olacaktır. Yoksa Yüce Allah insanların imanları üzerinde asla zorlayıcı değildir. Çünkü Rahmân ve Rahim olan Allah hiçbir Resul için "insanlar muhakkak ona iman edecektir" dememiştir. Kur'an'da buna aykırı çok âyet vardır.İnsanlar elçileri daima yalanlamışlardır. "İşte böylece, onlardan öncekilere her ne zaman bir Resul geldiğinde hemen; o, bir sihirbazdır veya delidir, dediler"(Tur- 55)"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri: Biz size gönderilmiş olan şeyi (dini) inkar ediyoruz, demişlerdir"(Sebe-34 )Allah tarafından gönderilen bütün elçiler yalanlanmışlardır. İnsanlar canlarını teslim etmeden bazı gerçekleri göreckleri ile alakalı âyetler mevcuttur. Mesela: Firavun, İsrailoğulları'nı yakalamak için onları takip ederken denizde boğulma ile karşı karşıya kalınca iman etmişti. (Yunus- 90) Fakat öleceğini anladığı için imanı kendisine fayda vermemişti. İşte âyette "Ehl-i kitaptan her biri (kendi) ölümünden önce (İsa'ya ) muhakkak iman edecektir" pasajı, Firavun'un imanına benzemektedir.Yani âyette geçen "mevtihi" kelimesindeki "hi" zamiri, İsa'ya değil, her Yahudi ve Hristiyan din adamına gitmektedir. Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü bu manayı şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde göstermektedir. Firavun ölüm anında bütün gerçekleri müşahede etti ve sonunun nereye varacağını gördü. Halbuki daha önce Mısır'da iken "Ben sizin en yüce rabbinizim"(Nazihat- 24) diyordu.Bu konuda diğer bir âyet şöyledir. "Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! der, beni geri gönder tâ ki boşa geçirdim dünyada iyi iş yapayım" Hayır! bu onun ağzından çıkan boş (bir laftan) ibarettir..."( Müminun- 99, 100)Gelelim İsa (a.s) ın nüzülüne delil olarak gösterilen ikinci âyete. "Şüphe yok ki o (İsa) kıyametin (kopacağının) bilgisidir"( Zuhruf- 61) Bu âyet manası en açık ve kolay olan âyetlerindendir. Fakat hakkın ta kendisi olan bir mesajın manası buharlaştırılıp, manasına uydurma rivayetler bulaşınca anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Kur'an'ın meali kadar tahrif olmuş bir kitab yoktur.İkinci âyetin anlamı ve vermek istediği mesaj şudur. "Ey İsrailoğulları ve insanlık âlemi! Şunu kesin olarak bilin ki, Allah gibi sonsuz kudrete ve ilme sahip bir zatın İsa'yı babasız olarak dünyaya getirmesi, kıyametin hak ve öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna bir işaret, bir delil, bir ilim ve bir alamettir, sakın bundan şüphe etmeyin" demek istenmiştir. İsa ( a.s) babasız doğması, ahiretin var olacağını yani öldükten sonra dirilmeyi gösteren bir nevruz çiçeği gibidir. İsa Mesih'in babasız olarak dünyayı şereflendirmesi ilkbaharı gösteren bir nevruz çiçeği gibi, öldükten sonra dirilmeyi gösteren bir kudret, bir işaret, bir alamet, bir delil ve bir çiçektir. Bu âyeti başka türlü anlamak birçok soruna yol açacaktır. Kadim tarihlerde elçilerin kavimlerine öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna inandırmak için Allah tarafından bu çeşit mucizeler gösterilirdi.Ashab-ı Kehf bunlara güzel bir örnektir. Allah Resulü (a.s) geldikten sonra kıyametin kopması ve diriliş ile alakalı örnekler artık aklı ve ilmi delillerle ortaya konmaktadır. Bununla alakalı onlarca âyet vardır. "Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir"(Rum-50)"İnsan der ki "Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak çıkarılacak mıyım? İnsan düşünmezmi ki, daha önce o hiçbir şey değilken biz kendisini yarattık"( Meryem- 66, 67) Mehdilik inancı ve hurafesi İslam tarihinde birçok fitnelere ve kanlı çatışmalara sebep olmuş daha çok siyasi mahiyet taşıyan büyük bir yalan ve Allah Resulü adına yapılmış ahmakça bir iftiradır. Mehdi inancı ile alakalı hadis kaynaklarında geçen rivayetlerin istisnasız hepsi yalan ve uydurmadır. Bu rivayetler Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne, İslam'ın evrensel özgürlük anlayışına, dinin ruhuna, Allah Resulü'nün hikmet, ahlak ve aklına aykırı bir inanç ve ilimsiz bir mahiyet taşımaktadır. Mehdi'nin insanların hidayetini sağlayacak olması, olağanüstü bir güce sahip olması, elçilerin bile tâbi olduğu ilahi yasaları ortadan kaldıran bir inançtır. İşte o yasayı açık olarak ortaya koyan bir ayeti kerime"Andolsun ki senden önce elçiler yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmallarına ve eziyet edilmelerine karşılık sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kanunlarını değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki elçilerin haberlerinden bazısı sana da geldi"( Enam- 34) Mutlak olarak Allah'tan başka hidayete erdirici kimse yoktur.Resulleri bile hidayete erdiren onlara gelen vahiy'dir.(Sebe-50; Şuara-78; Zuhruf-27)62-) Sakın şeytan sizi yoldan engellemesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.63-) İsa, beyyinelerle geldiği zaman şöyle demişti: "Ben size hikmeti getirdim yani (dinde) hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin."64-) Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin, işte sırât'ı müstakim budur.65-) Ama aralarından çıkan hizipler ayrılığa düştüler. Elem dolu bir günün azâbından vay o zulmedenlerin hâline!

14 Haziran 2022 Salı

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(235.YAZI)16-) Yoksa (Allah), yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?! 17-)Onlardan biri, Rahmân’a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir. 18-) (Şöyle derdi) "Süs içinde (nazik bir şekilde) yetiştirilip de tartışma bile yapamayacak olan mı ? (bana müjdeleniyor?) 19-) Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarına şahit mi oldular ? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir. 20-) Ve dediler ki: Rahmân dileseydi biz onlara ibadet etmezdik. Onların bu husustpa bir bilgileri yoktur. Onlar sadece saçmalıyorlar. 21-) Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? 22-) Hayır! "Sadece, biz babalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izinde hidayetteyiz" diyorlar. 23-) Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı şımarıkları: Atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerine iktida ediyoruz, derlerdi.24-) Ben size, (din) atalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha hidayet edicisini getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)? deyince, dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeye kâfir oluyoruz. 25-) Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu? 26-) Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: Ben sizin ibadet ettiklerinizden beriyim. 27-) Ancak beni yoktan yaratan (Rabbim) beni hidayete iletecektir. 28-) Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler. (Yukarıdaki iki âyette, İbrahim (a.s) ın bıraktığı mirasın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.Yüce Allah'tan sonra yani Kur'an'dan sonra en önemli tevhid kahramanı, hanif dininin önderi, hidayet yolunun dev zirvesi ve iman edenlerin büyük babası olan İbrahim (a.s) ın Kur'an'daki mücadelesi olmasaydı, mezhepçi müşriklere karşı nasıl mücadele edecektik? Vahyi tebliğ görevlerinde, iman edenler için İbrahim (a.s) en önemli örnektir.(Bakara 125; Mümtehine-4) 29-) Doğrusu bunları da atalarını da kendilerine hak yani onu açıklayan bir Resûl gelinceye kadar (dünyadan) yararlandırdım. 30-) Fakat kendilerine hak gelince: Bu bir sihirdir ve biz ona kâfir oluyoruz, dediler. 31-) Yani dediler ki: Bu Kur’an iki şehirden azim bir adama indirilmeli değil miydi ? 32-) Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların mâişetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine musahhar olmaları için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. 33-) Şayet insanların küfürde birleşmiş tek bir ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’a kâfir olanların evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten kılardık. 34-) Yani evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları (hep gümüşten yapardık). 35-) Yani (onlara çeşitli) zinetler verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise, Rabbinin indinde muttakilere özeldir. 36-) Kim Rahmân’ın zikrine karşı (Kur'an'a) duyarsız olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. 37-) Şüphesiz bu şeytanlar onları hidayetten engellerler de onlar, kendilerinin hidayette olduklarını hesap ederler. 38-) (O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına:) Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der. 39-) Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız. 40-) (Ey Nebi!) Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapkınlıkta olanları hidayete sen mi ileteceksin?(Hidayete ulaşmanın tek yolu Kur'an'dır. Kur'an haricinde hiç kimse hidayet bulamaz ve hiç kimse Kur'an'dan bağımsız olarak başkasına hidayet veremez.) 41-) Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız. 42-) Yahut onlara vâdettiğimiz azabı, sana gösteririz. Çünkü bizim onların üzerine muktediriz. 43-) Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, (vahiy sayesinde) sırat'ı müstakim üzerindesin. (Kur'an'a sımsıkı sarılmak demek, din ve hüküm olarak ondan başka kaynak edinmemek demektir. Hadislere ve mezhep ictihatlarına iman edenler Kur'an'a iman etmemiş olurlar.) 44-) Yani o (Kur’an), sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. (İnsanlar Kur'an'dan başka hiçbir kitaptan sorguya çekilmeyeceklerdir. Dolayısıyla akıllı insan hadis kaynaklarına iman etmeyen ve onlara itibar etmeyendir.) 45-) Senden önce gönderdiğimiz Resullerimize (vahiy'lere) sor! Rahmân’dan başka ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (8.YAZI)Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde iktidarı ele geçirmiştir.Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.Yöneticiler, devletin zulüm ve gasp ile ele geçirildiğini biliyorlardı. Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde ümmeti, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.Mesela:Kur'an'a son derece aykırı rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirilmiş en absürt bir yalan bile sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.Dünyada hadis ilmi kadar düşüncesizce ve ahmakça bir ilim dalı herhalde yoktur.Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak iken, tâbiin döneminde biraz, tabe-i tâbiin döneminde biraz daha, Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraki dönemlerde binlerce hatta milyonlarca hadis üretilmiş, hadis ilmi ve hadislerle ilgili yüzlerce kavram uydurulmuştur. Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete lgetirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı gelmenin, Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet din adamları Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis üretimi yapıyor ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu kendi üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde din ve inanç haline getiriyordu. Bundan sonra Ehl-i Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini itikadını geliştirmişlerdir. Bu inanç çerçevesinde milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp ediliyordu. Çünkü yöneticiler, biat'ın verdiği yetkiyle, kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını savunmuşlardır.Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken, yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir. Kur'an, iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir. Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı, yoksa Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır? Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler. İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir. Zaman ve zemine göre isyankarlar tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin kurulması da milletin görevidir. Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya belli bir süreye kadar otoriteyi geçici olarak devrederler. Çünkü idareci ile halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur. LYani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır. Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır. Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar. Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir. İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların değişmesine imkan yoktur. ( Ra'd- 11; Enfal- 53) Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil, tüm milletin bireylerini de ilgilendirmektedir."Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."(Enfal-25)Yukarıdaki âyete göre, toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dinin ve siyasi özgürlüğün sadece millete ait bir hak olduğunu açıkça gösteriyor.Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalimlere karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor. Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin gerekçesini kaderle yani mutlak adil olan Allah'la ilişkilendirilmektedir.Dolayısıyla her türlü zulüm ve adaletsizliğin faturası Allah'a kesilmektedir. Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle milletin başına açtıkları beladan kurtuluş, vahiy ehl-i muvahhidlerin öncülüğü olmaksızın mümkün değildir.Çünkü Şia ve Sünnet din adamları, sürekli olarak ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar. Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.Siyaseten yapılan zulmün Allah kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış din adamlarının uzmanlık alanı olmuştur.Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin, Allah tarafından indirilen vahye bir kelime bile ilave etmeden ve ondan bir şey eksiltmeden olduğu gibi insanlara beyan etmekten ibaret olduğunu (Ra'd-40; Nahl- 35, 82; Maide- 67, 99; Ahkaf- 23 Ankebut- 18 ; Hakka-44) yeterli bulmamışlardır. İşte bundan dolayı Allah Resulü'ne indirilen vahyin Kur'an'dan ibaret olmayacağını inancını geliştirmişlerdir. Aslında Kur'an'ın manasını etkisizleştirmenin en etkin yolu, yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen Allah kelâmının dışında başka vahiy'lerin de var olabileceğini yaygınlaştırılması olmuştur.Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları Hristiyanlıkta var olan vahiy inancını andıracak bir şekilde "vahy-i gayr-i metlüv" "okunmayan vahiy" fikrini üretmişlerdir.Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine göre hadislerde Kur'an gibi vahiy'dir, fakat salat'ı ikame esnasında sadece Kur'an okumak gerekir. Onlara göre Kur'an "vahy-i metlüv" "okunan vahiy" hadislerde "vahy-i gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dir. Vahiy çeşitliliği meydana getirerek, Kur'an'ın önemini görmezlikten gelme, milleti Şiilik ve Sünnilik dininin kaos ve karanlığına mahkum etmiştir. Mezheplerin "Vahy-i gayr-i metlüv" yalanı Kur'an'a yapılmış büyük bir iftira ve ağır bir darbe olduğu zamanla daha iyi anlaşılmıştır."Vahy-i gayr-i metlüv" fikri din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynakların da var olduğu inancını yerleştirmiştir. Artık dünyanın en karanlık cehaletinin eserleri olan rivayetler din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanına daha doğrusu Kur'an yerine konmuş oldu.Halbuki din ve hüküm olarak Kur'an'ın yetersizliğini iddia etmek, Kur'an'ın eksikliğini iddia etmek olur.Din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak dinde Kur'an dışında kaynak kabul etmek yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen bu ihaneti yaptılar.Allah'ın kitab'ını hadislerle eşitlemek, mesajın devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları büyük bir ihanetle Kur'an ile milletin arasına hadis ve Sünnet adı altında aşılmaz bir engel, geçilmez bir bataklık yarattılar. Allah tarafından indirilen hidayet'in yolu hadis adı altında sünnetle kesilmiş Allah'ın karşısına uydurma din vasıtasıyla sanal bir "resul" çıkarılmıştır. Sadece Resul (a.s) ı değil, tüm elçileri Kur'an'dan kopararak Allah ile araları sonsuza kadar açılmıştır.Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları "sünnet" kavramını Kur'an'i bir kavram olmaktan çıkararak ideolojik bir kavrama dönüştürdüler.Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın mesajını yok etmek, nurunu söndürmek için sadece "vahy-i gayr-i metlüv" ile iktifa etmemiş, "nasıh-mensuh, tefsir usul-u ve ilmi hadis, hadis usul-u ile esbab-ı nüzul, mücmel-mufassal, rivayet tefsiri ve fıkıh usul-u" gibi birçok sözde ilim dalları geliştirerek vahyin hidayetini sulandırmaya devam ettiler. Zaman içerisinde sadece vahyin Arapça okunmasına odaklanarak metin ile manasını ayırmış ve ikisi arasında bulunan bağlantıyı koparmışlardır.Halbuki vahiy insanın kabiliyetine, tarihi deneyimlerine, bulunduğu zaman ve zemine göre hayatı inşa etmektedir.Aslında İslam bütün elçilere indirilen evrensel dinin ortak adı olmakla birlikte şeriat, milletin vahyin bağlam ve bütünlüğünden anladığını uygulamasıdır. Tarihte yaşanan ümmetler arasında "hayırda yarış" olması gerektiğinden her ümmetin şeriati diğerlerinden farklı olmuştur. Yoksa ya hayatı, ya dini rehberliği dondurma durum ortaya çıkacaktır.İşte Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları hadis ve ictihadlaryla dini hayatı dondurarak İslam dininin gelişimini ve yayılma özelliğini engellemişlerdir. Yani İslam milletini bin dört yüz yıldan beri beşeri inanç ve statik fikirlere mahkum etmişlerdir.

13 Haziran 2022 Pazartesi

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(234.YAZI)15-) Yani onlar, kullarından bir kısmını, O’nun (Allah'ın) bir cüzü kıldılar. Şüphesiz ki (bunu yapan) insan apaçık olarak (Rabbine) kâfir olmuştur. HULUL İNANCI :Dinin şemsiyesine sığınarak bir "evliya ve ilâhlar dinî" kurup kutsala hürmet adı altında açık şirke giddilmesi, Kur'an'ın dikkat çektiği en büyük ve en önemli tehlikedir. Kur'an bize gösterdi ki, şirkin failleri her zaman din adamları olmuştur. Kur'an, yüzlerce âyetinde doğrudan ve açık olarak bu din adamlarından yakınmaktadır. Kur'an bilmektedir ki, elçiler mirası evliya ve ilâhlar hegemonyasıyla içinden çürütülmüş ve faturası Allah'a kesilen din, her zaman ve zeminde şeytanlara ve tağutlara hizmet eden bir yıkım kurumuna dönüşmüştür. İşte, İslam dünyasının asırlardan beri husrandan husrana ve akıl almaz katliamlara sürüklenmesinin gerçek sebebi burada yatıyor. Şirk, hulul inancı ve batınilik tevhid dininin yozlaştırıldığı anda ortaya çıkan bir dindir.Tevhid dininde, yani ilahi dinin herhangi bir ilkesinde vücut bulan bir yozlaşma o dini tartışmasız biçimde şirk yapar.Yozlaşan tevhid dininin yeni kimliği kesinlikle şirk olacaktır. Elçilerden sonra her zaman dinin akibeti bu olmuştur. Olmasaydı ardarda elçiler gönderilmezdi. Bundan dolayı insanların din adına Kur'an'dan başka gidecek bir yeri, başvuracak sağlam bir kaynağı yoktur. Kur'an'dan nasip yoksa varılacak sonuç ya şirk veya tümden Allah'ın inkar edilmesi olacaktır. Şu mesele gerçekten çok önemlidir. Şirk Kur'an'ın gösterdiği şekliyle tanınmadıkça İslam'ı ve tevhidi Kur'anın gösterdigi şekliyle anlamak mümkün olmayacaktır.Ümmetin ümmileri Kur'an'ın ortaya koyduğu şekliyle şirki tanımıyor. Tanıma yönündeki tüm gayretleri bilinçli ve şuurlu yani şeytani bir iradeyle sonuçsuz bırakılıyor. Çünkü şirk ve hulul inancının mahiyeti halk tarafından anlaşıldıkça Müslüman dünyaya İslam adı altında yaşatılan dinin gerçek İslam olmadığı ortaya çıkacaktır. Böyle bir gerçek dünyadaki bütün çıkar dengelerini sarsacaktır.Kelime-i tevhid formülü, hiçbir ilah yok sadece Allah var, şeklinde tezahür eder. Dikkat edilirse formülde öncelikle sahte ilahlar yani şeytanlar ve tağutlar yok ediliyor, onun ardından tek ve kahhâr olan âlemlerin rabbi egemen kılınıyor. Yani "olması gereken" gösterilmeden önce" olmaması gerekenler" tanıtılıyor. Bu o kadar önemli ki, ancak şirk olmadığı zaman tevhid'in hâkimiyetinden söz edilebilir. Yani hem iman hem de şirkin bir insanda bulunma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Bundan ötürü yüce Allah Şöyle buyurur."İmana ulaşan ve imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya. İşte onlar emniyette ve hidayette olanlardır"( Enam- 82)Kur'anda yüzlerce âyette bulunan küfür ve zulüm şirk anlamında kullanılmıştır. Yoksa insan bilerek veya bilmeyerek cahillikle, ailesine, akrabasına, çevresine, tabiata haksızlık ve zulüm edebilir. Kelime-i tevhidle formüllendirilen zıtlıkla kutuplardan herhangi birini gereğince tanımadığımızda ötekini gereğince tanımamız mümkün değildir. Bu da insanı, o kutupla ilgili tüm tespit, inanç ve eylemlerinde yanlış yapmaya mahkum eder. İslam dünyasının tevhid akidesine gerektiği gibi değer vermemesinin sebebi şirkin gerçek mahiyetini, tahrip gücünü ve yıkım özelliğini bilmediğindendir. Tevhide değer verilmeyince İslam dininin güzellikleri insanın hayatına yansımıyor.Dolayısıyla İslam'dan beklenen bereket, barış, nimet, huzur, mutluluk, merhamet uzaklarda kalıyor. Dünyayı şirke ve hululiyyet inancına yani kula kulluğa karşı uyaran, akli ve ilmi verilerle donatan tek kaynak Allah'ın kelâmı Kur'an'dır. Fakat maalesef Kur'an'ın iman eden çocuklarının şirki anlayamaz hale getirilmeleri insanlığın maruz kaldığı en büyük talihsizlik olmuştur. İslam dünyası şirkin ve huliliyyet inancının pençesinde can çekişmektedir. Yüzyıllardan beri belini doğrultamamasının sebebi budur. Yoksa yüce Allah hiçbir toplumu ufak tefek eksiklikleri yüzünden perişan etmez.Perişanlık ve hüsran sadece şirkin sonucudur. Şirk insanın emek ve üretimini yok eden en büyük beladır. İslamı anlamak için Kur'an'ı dikkatli okumak ve elçiler tarihini iyi incelemek gerekir. Kur'an hakkıyla okunursa (Bakara- 121) görülür ki, elçilerin mücadelesi dinsizliğe karşı değil, sahte din ve ilahlara karşı olmuştur.Bir kere elçilerin ve Kur'an'ın en büyük düşmanı şirktir ve şirk, dinsizlik değil, tarihin en yaman zorlu ve inatçı dinidir.

12 Haziran 2022 Pazar

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(233. YAZI)Zuhruf Süresi 89 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ. Mîm. 2,3-) Apaçık kitab’a andolsun ki biz, aklınızı kullanmanız için biz onu Arapça bir Kur’an kıldık. (Son vahyin tarihinde Şii ve Sünni din adamları, ümmileri Kur'an'dan engellemişlerdir. İnsanlar Kur'an'dan faydalanmadılar. Onun aydınlığına gitmediler. Halbuki yüce Allah ne buyuruyor."Apaçık kitab'a andolsun ki, aklınızı kullanmanız için biz onu Arapça (anlaşılır) bir Kur'an kıldık"Ne buyuruyor? Biz Kur'an'ı Arapça bir kitap kıldı ki aklınızı kullanasınız diye. Şimdi burada gerçekten çok ciddi bir konu var. Yüce Allah, "Kur'an'ı biz göndereceğiz, fakat aklınızı siz kullanacaksınız" buyuruyor."lealle" bir amacı bildiriyor.Yani aklınızı kullanasınız diye Kur'an'ı Arapça (anlaşılır) bir kitap olarak gönderdik.Şimdi Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları ve eğitimcileri gençlerin akıllarına kelepçe vuruyorlar. Çocukların ve gençlerin akıl ve iradelerini kilitleyip tarihin karanlıklarına mahkum ediyorlar. Çocuklarımızı ve gençlerimizi cemaat ve tarikatların buz gibi duvarların arasında, yobaz kafaların esaretinde kaybediyoruz.Âyetlere baktığımızda yüce Allah'ın her insanı özgür yarattığını ve aklını kendisinin kullanmasını emretmektedir. Herkes aklını kendisi kullanacaktır. Ben sana aklını kullanmak için gerekli kural ve kaideleri gönderdim ama aklını sen kullanacaksın.Şimdi dinde olay şudur. Resüllerin en önemli görevi, insanların akıllarına vurulan zincirleri kırıp, üzerlerinde bulunan yükleri kaldırıp atmaktır. Demek ki eğitimin amacı aklı özgür bırakmaktır.Eğitim demek, aklın önünde bulunan bütün engelleri kaldırmaktır. Bir çocuğu cemaat ve tarikatların zindanına bırakırsan, o çocuğun aklına düşünme fırsatını, sorgulama nimetini vermez, belli dogmaların, statik düşüncelerin, dar kalıpların içerisine sokar da ona esaret zincirlerini vurursan o çocuk intihar edecektir. Şimdi Enes Kara'nın intihar etmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi budur. Kaldığı yer yurt falan değil, gençlerin akıl ve iradelerinin kemirildiği karanlık hücrelerdir. Belli bir adamın eserlerini okuyorlar yani çocuklara bunu zorunlu kılıyorlar. Muhafazakar yobaz kafalar bu inancı çocuklara ve gençlere din diye dayatıyorlar. Genç üniversitede tıp dersi alıyor, aynı zamanda gelecek bu yurtta da Risale-i Nur okuyacak, bunlar kendilerine kul yaratıyorlar.Çocukların ve gençlerin beyinlerine egemen olarak kendi kullarını oluşturuyorlar. Burası yurt değil, insan kaynaklarımızın yok edildiği merdiven altı bir şirk merkezidir. Bunlar çocukların akıl ve gönüllerini mahkum etmeye çalışıyorlar. Bunlar yüce Allah'a kul değil, muhafazakar cahillerin gözetiminde kendilerine mürit devşiriyorlar. Bunlar din eğitimi falan yapmıyorlar. Çocuklarımızı ve gençlerimizi sürü yapıyorlar Müslümanın iradesi var, zihni var, aklı var, gönlü var, duyguları var yani onları beşeri kaynaklara esir edemezsiniz. Onları sürü yapamazsınız çünkü onlar hayvan değiller. Çocukları ve gençleri birer hayvan sürüsü gibi görmek, onları hayvan muamelesi yapmak affedilir bir suç değildir.Olay şu: Biz Kur'an'ı bir kenara attık, mezhepleri öne çıkarttık onları birer din yaptık tarikatları ve cemaatleri öne çıkarttık, onları da birer din yaptık. Bu sefer yüce Allah'ın indirmiş olduğu hidayet ve rahmet kaynağı terkedilmiş bir vaziyette önemsiz kaldı. Adama soruyorsun, İmam-ı Azam böyle dedi, Şafi böyle dedi, Buhari, Müslim böyle rivayet etti.İtikatta mezhebin nedir? Maturidi diyor. Halbuki itikadda tek yol, yüce Allah'ın indirdiği vahiy'dir. Müslümanın iman ve itikadını bir beşer nasıl belirleyebilir?Dinlerini parçalayıp fırka fırka edip şialara ayrılanlar varya, (Ey Nebi!) Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allaha kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir"(Enam- 159)Âyette geçen "leste minhum fi şey'in, inneme emruhum ilallâhi" cümlesi önemlidir. Yani, rivayet ve ictihadlarından, alim ulemalarından, efendi olarak gördükleri büyüklerinden, cemaat ve tarikatlarından, mezhep ve farkalarından vazgeçmedikleri sürece, ey Nebi! Sen bile onların işini çözemezsin, onların işini halledemezsin. Onların dinlerini parçalamaları çözümsüz bir problemdir. Ey Nebi! Sen bunlara bir çözüm getiremezsin" gerçeğini ortaya koymaktadır.)4-) Yani O, katımızda bulunan ana kitap’ta (levh-i mahfuzda) mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır. 5-) Siz, müsrif bir kavim da oldunuz diye, sizi zikirle (Kur’an’la) uyarmaktan vaz mı geçelim? (Yani hayatınızı şirk ve hurafe, yalan ve iftiralarla israf ettiniz diye sizi Kur'an ile uyarmaktan vaz mı geçelim?) 6-) Daha önceki ümmetlerde nice Nebileri (Resul olarak) göndermiştik.("Daha önceki" ifadesi, ancak ümmetler için kullanılır.Bu gibi yerlerde milletler kavramını kullanmak yanlış olacaktır. Çünkü aynı zaman ve zeminde yaşayanlara ümmet denirken, insanlık tarihinde ister şirk, isterse İslam olsun aynı inanca sahip olanlara millet denilmiştir. Dolayısıyla millet için daha önceki ifadesini kullanmak hatalıdır. Ama şimdiye kadar binlerce ümmet gelip geçmiştir. Millet geçmez, sürekli devam eder. Geçenler ümmettir. Onun için "her ümmetin eceli vardır..." (Âraf-34) "her ümmet için bir mensek kılınmıştır..." (Hac-34) "her ümmet için Resul gönderilmiştir..." (Yunus-47) Her milletin değil, çünkü millet ölmez kıyamet gününe kadar devam eder. İşte Kur'an bunun için mükemmel bir kitaptır. Kavramları muhteşem bir şekilde kullanmıştır.) 7-) Onlar, kendilerine gelen her Nebiyi mutlaka alaya alırlardı.(6.ve 7. âyetlerde Nebi kavramının kullanılmasının sebebi, Resullerin Nebilerden seçilmiş olmasındandır. 6.âyete dikkat edilirse anlatılan kişi Nebi'lerden seçilen Resûl'dur. Çünkü "her ümmetin Resul'u olur..." (Yunus-47)Ayrıca âyette "erselnêke" "elçi olarak gönderdik" fiili kullanılmıştır. Her Resul daha önce mutlaka Nebi'dir. Bazıları Resul olur. Bazıları da Resul olmadan vefat eder veya müşrikler tarafından öldürülür.)8-) Biz bunlardan daha zorba olanları da helâk ettik. Nitekim öncekilerde örneği geçmiştir. 9-) Andolsun ki, onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan; "Onları şüphesiz aziz olan, her şeyi bilen Allah yarattı" derler. 10-) O, size yeri beşik kılmış yani yollarınızı bulasınız diye yeryüzünde size yollar kılmıştır. 11-) Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O’dur. Biz onunla (kupkuru), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız. 12,13-) Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar vâretmiştir ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin ni’metini anarak yani bunu bize musahhar kılanı tesbih ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz. 14-) Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz (demelisiniz).

10 Haziran 2022 Cuma

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(232.YAZI)17-) Kitab’ı yani mizanı hak (bir amaca yönelik) olarak indiren Allah’tır. Onu sana idrak ettirecek nedir ki! Belki de (son) saat yakındır. 18-) Ona iman etmeyenler, acele gelmesini isterler. İman edenler ise, ondan korkar yani onun hak olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat hakkında tartışanlar (anlamsız konuşanlar) derin bir sapkınlık içindedirler. 19-) Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, azizdir. 20-) Kim âhiret ekinini (mahsülünü) isterse, onun ekininde artırma yaparız. Kim de sadece dünya ekinini isterse ona da ondan veririz yani onun âhiretten yana hiçbir nasibi olmaz.21-) Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini şeriat olarak belirleyen şerikleri mı var? Eğer fasl sözü olmasaydı, derhal aralarında karar verilirdi. Yani zalimlere elim bir azap vardır.(Kur'an'ı bir kenara iterek ve onu terkederek, dinlerini rivayetlerin üzerine inşa eden mezhepcileri bu âyetten daha güzel anlatan bir şey yoktur. "Yoksa onların Allah'ın onaylamadığı bir dini (Şiilik-Sunnilik) şeriat (yol) olarak belirleyen (Allah'a karşı) şerikleri (ortakları) mı var? Dolayısıyla Mezheplerin şirk oldukları şüphe götürmez bir gerçektir.) 22-) Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zalimlerin, korkudan titrediklerini göreceksin. İman edip yani salih ameller işleyenler de cennet bahçelerindedirler. Rablerinin indinde onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük fazilet budur.23-) İşte Allah’ın, iman eden yani salih ameller işleyen kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık saygısından başka bir ücret istemiyorum. Kim güzel bir harekette bulunursa onun güzelliğini fazlasıyla arttırırız. Şüphesiz Allah Ğafur'dur, şükrün karşılığını fazlasıyla verendir. (Şia din adamları, yukarıdaki âyetin ehli beyt hakkında indiğini iddia ederler. Yani bu âyeti delil göstererek "ehli beyti" sevmenin farz olduğunu söylerler.Halbuki Kur'an'da var olan ehli beyt Nebi'nin hanımlarıdır. Bu âyetin Ali, Fatma, Hasan, Hüseyin ve on iki imamla hiç bir ilgisi yoktur. On iki imam diye bir şey de yoktur. Halbuki yukarıdaki âyette, "Ey Mekkeliler hepimiz birbirimize komşuyuz, akrabayız, dostluk ilişkilerimiz var, ben sizden bu yakınlıklara saygı ve sevgiden başka hiçbir şey istemiyorum. Biraz saygılı olun, beni dinleyin, hakaret etmeyin" demek istenmiştir.) 24-) Yoksa onlar, (senin için) Allah’a karşı iftira etti mi diyorlar? Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah bâtılı (vahiy'le) yok eder yani kelimeleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz ki O, göğüslerde olanları bilendir. 25-) Ve O, kullarının tevbesini kabul eden yani kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. 26-) Allah, iman edip, salih ameller işleyenlere icâbet eder yani faziletinden onlara fazlasıyla verir. Kâfirlere gelince, onlara da şiddetli bir azap vardır. 27-) Allah kullarına rızkı alabildiğine yaysaydı, yeryüzünde azarlardı. Yani O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görendir. (Yani onları yaratan Allah, ahlak ve karakterlerini de en iyi bilendir. Onlara her şeyi bir ölçü ve hesapla verir. Dolayısıyla göklerde ve yerde ince bir ayar ve çok hassas bir denge mevcuttur.) 28-) O, insanlar umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. Yani O, gerçek veli ve hamid olandır. 29-) Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O’nun âyetlerindendir. O dilediği zaman bunları biraraya toplamaya da kadirdir. 30-) Size isâbet eden herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah bir çoğunu da affediyor. 31-) Yerde (O’nu) âciz bırakamazsınız. Allah’ın dununda bir veliniz yani bir yardımcınız yoktur. 32-) Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O’nun âyetlerindendir. 33-) Dilerse O, rüzgârı durdurur da onun (denizin) sırtında kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için âyetler vardır. 34-) Yahut yaptıkları yüzünden onları cezalandırır. Birçoğunu da affeder (kurtarır). 35-) Böylece âyetlerimiz hususunda mücadele edenler, kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler. 36-) Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının metaıdır. Allah’ın yanında bulunan (nimetler) ise daha hayırlıdır yani kalıcıdır. Bu mükâfat iman edenler yani yalnız Rablerine tevekkül edenler içindir. 37-) Onlar, büyük günahlardan ve fuhşiyattan (cimrilik-ahlaksızlık) kaçınırlar; gazaba geldikleri zaman bile bağışlarlar. (Yukarıdaki âyette bulunan "kebeiral ismi" "büyük günahlar" kelimesini, tekil formunda yani "kebiral ismi" "büyük günah" olarak da okuyan kıraat imamları olmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle oluyor."Onlar, büyük günahtan ve fuhşiyattan (cimrilik-ahlaksızlık) kaçınırlar; gazaba geldikleri zaman bile bağışlarlar...") 38-) Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve salât'ı ikâme ederler. Yani işleri, aralarında şura iledir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler. 39-) Onlara bir bağiy isâbet ettiği zaman, yardımlaşırlar. (Bağiy, inanç, ırk, milliyet, mezhep, cemaat ve tarikat taassubu anlamına gelmektedir. Kur'an'ın bir çok âyetine göre bağiy, insanların ve toplumların hakkı kabul etmelerinin önündeki en önemli engellerden biridir.) 40-) Bir kötülüğün cezası, onun misli bir kötülüktür. Fakat kim affeder yani barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.41-) Kim zulme uğradıktan sonra yardım almışsa, artık onların üzerine bir yol yoktur. 42-)Ancak yol, insanlara zulmedenlere yani yerde haksız yere bağiy yapanlaradır. İşte bunlara elim bir azap vardır. 43-) Kim sabreder yani bağışlarsa şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir. 44-) Kim Allah'tan (vahiy'den) saparsa, artık bundan sonra onun hiçbir dostu yoktur. Yani azabı gördüklerinde zalimlerin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün. (Hiç kimse Allah'tan sapamaz, fakat vahiy yüce Allah'ı temsil ettiği için vahiy'den sapan Allah'tan sapmış olacaktır.) 45-) Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin. İman edenler de: İşte asıl hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü nefislerini ve ailelerini hüsrana sokanlardır, diyecekler. Dikkat edin, zalimler, sürekli bir azap içindedirler. 46-) Onların Allah’ın dununda kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Kim Allah'tan saparsa artık onun (hidayete giden) bir yolu yoktur. 47-) Allah’tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce, Rabbinize (Kur'an'a) icâbet edin. Çünkü o gün, hiçbiriniz iltica edecek hiçbir yer bulamazsınız, (yaptıklarınızı) inkar da edemezsiniz. 48-) Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine muhafız olarak göndermedik. Sana düşen görev sadece (vahyi) tebliğ etmektir. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama ellerinin takdim ettikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek kefûr'dur (nankördür!) 49-) Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine dişiler bahşeder, dilediğine de erkekler bahşeder. 50-) Yahut onları, hem erkek hem de dişiler olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir. 51-) Allah bir beşerle ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir. 52-) İşte böylece sana da emrimizle bir ruh (Kur’an) vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. (Ey Resul!) Şüphesiz ki sen (vahiy'le) sırat'ı müstakim'e hidayet etmektesin. (Âyette bulunan "men neşeû min ibâdinê" "kullarımızdan dilediğimizi" ifadesi, normal hidayet verme anlamında değil, Resul seçip gönderme anlamına gelmektedir. Yoksa yüce Allah vahiy'den bağımsız olarak hiç kimseye sapkınlık ve hidayet vermez. Ama istediğini Resul seçer.)53-) O sırât göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın sırâtıdır. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner.(Şûra Süresinin Sonu)

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (7. YAZI)Emevi Devleti zamanında altyapısı kurulan, Abbasiler döneminde gelişen Hadis ve Sünnet dini son vahiy öncesi Arap geleneğinin ve ırkçılığının kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü hadis ve Sünnet geleneği Arap geleneğini ve egemenliğini korumayı esas almaktaydı. Hayatın her alanına hadisleri egemen kılmanın peşinde koşan bu hastalıklı zihin yapısı, hakkı sadece kendi dininde gören, başkasına ait olanları reddeden, kendi inanç ve aklına göre üstün bir dava için bireyi feda eden, cemaate kudsiyet atfeden, farklı inanç ve düşünceleri büyük bir tehlike olarak algılayan, dışa tamamen kapalı bir toplum modeli doğurmuştur. Özellikle cemaate uyma ve cemaatin önemli olduğu inancı bu rivayetçi inanç yapısında çok önemli bir yer tutar.Şia ve Ehl-i Sünnet'te cemaat olma ilkesi atalarının yolundan sapmamanın garantisi olarak görülmüştür. Çünkü cemaatçi zihin yapısı özgür bireylerin oluşmasının önünde en büyük bir engel en aşılmaz bir bataklıktır.Dolayısıyla özgür bireylerin yetişmediği toplumlarda erdem ve güzel ahlakın, adalet ve ilmin gelişmesine de imkan yoktur. İşte bu yüzden ataların şirk dinine uyma ve cemaat olma inancı aslında Kur'an'ın saf dinine karşı bir dayanışma çağrısı olarak meydana getirilmiştir.Şia, Ehli Sünnet ve Selefi inancına göre; din, Allah ile Muhammed'in ortak yapımı bir kurumdur.Onların dininde Nebi ve Resul diye bir şey bulunmamaktadır. Daha sonra da sahabe, tabiin ve tabe-i tâbiin olan muhaddis ve müctehidler bu kuruma alt yardımcılar olarak katılmışlardır.Onlara göre dinde önemli olan Kur'an değil, Muhammed (a.s) ın sünnetidir, bu yüzden "hadisler Allah'ın indirdiği âyetleri nesheder" derler.Tabi hadis dedikleri şey tamamı Allah Resulü'ne iftira olan saçma sapan sözlerden başka bir şey değildir.Yine onların dininde "essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a (Kur'an'a) egemen olarak görülmüştür.Yine onlara göre; islam dininde aklın kullanılmasına, tefekkür ve sorgulamaya gerek yoktur. Çünkü Allah'ın muhatabı bireyler değil, müctehidler, mezhep imamları ve cemaat liderleridir.Yani onların dinlerine göre milletin yöneticileri ve idarecileri çoban, milletin geri kalanı sürüdür. Sürü çobanın emir ve yasaklarına uymak zorundadır. Şiilik, Sünnilik ve Selefilik anlayışına göre dinin yaşanması için Kur'an'a gitmeye hiç gerek yoktur.Çünkü hadisler Kur'an'ın, içtihatlar da hadislerin açıklamasıdırlar.Dolayısıyla İslam denildiğinde sadece din bilgisi olan fıkıh ve ilmihal kitaplarını alıp okumak gerekiyor.Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayışta Muhammed (a.s) vahiy alan bir Resul değil, din ve hüküm koyan Allah'ın ortaklarından biri olarak görülmüştür.Şia, Ehli Sünnet ve Selefi âlimleri Allah'ın dinini "İslam" değil, Muhammed'ilik olarak benimsemişlerdir. Ehli Sünnet ve Selefi mantık, yüzlerce âyette Kur'an'ın tek kaynak olması gerektiğini idrak edemediğinden "vahy-i gayri metlüv, hadis-i kutsi" gibi Kur'an açısından tamamen şirk olan kavramlar üretmiştir.Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayış, ilim kavramının içini boşaltmış, yani ilim Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, onu anlamak ve yaşamak iken, onu hadislerden ve beşeri ictihadlardan ibaret görmüş, tabiat kitabını, insan âyetini ve vahyin ahlakını arkalarına atmışlardır. Ehli Sünnet ve Selefi düşünce milleti geçmiş ataların dinine ve takdirine sığınan, yaşadıkları çağa yabancı ve gelecek zamanı planlamadan uzak kalarak, kaderci bir inanç sistemi geliştirmiştir.Dolayısıyla geleneksel din anlayışı yani Sünnilik, Şiilik ve Selefilik Müslüman düşünürlerin yetişmesini engellemiştir.İşin doğrusu Şiilik, Sünnilik ve Selefilik Kur'an ahlak ve aklından uzak, sanat ve estetiğe düşman, merhametsiz bir düşünce ve inanç inşa etmiştir.Geleneksel mezhebi anlayış, icat ve medeniyet yarışında kendisine iman eden milletin önünü durağan düşünce ve kokuşmuş inanç sayesinde kesmiştir.Şia ve Ehl-i Sünnet'in din atalarından kaynaklanan bu yozlaşmayı düzeltmek zorundayız. İman edenler, vahiy, aklı selim ve doğru bilgi sahibi olmadan sırat-ı müstakim yani hanif din olan islam'a sahip olamazlar.Aslında vahyin esas amacı, bir kulluk sistemi, ekonomi veya siyasi bir sistem kurmak değildir.Vahyin esas amacı, hanif islam'ı yani mala- mülke, kula- kulluğu ortadan kaldırmak, güzel ahlakı inşa etmek, yeryüzünde adaleti ve merhameti gerçekleştirmektir.Din, insanların hayatlarını ve yaşam tarzlarını etkileme gücüne sahiptir. Bireyi değiştirip dönüştürmeden milletin değişip dönüşmesine de imkan ve ihtimal yoktur.Tüm vahiy'lerle birlikte son vahiy'de bireyin hayatını kolaylaştırmak, ahlakını güzelleştirmek ve yolunu islam'a doğru açmak için gönderilmiştir.Yani son vahyin amacı, insana problemlerini çözmede yardımcı olacak bir sistem sunmasıdır."Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden önceki iyilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.Allah hakkıyla bilendir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar (şirk'in esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden yükünü hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"( Nisa- 26- 27 -28) Kur'an'ın emir ve yasakları tek tek her bireye yönelik olarak ortaya konmuştur. Yani din cemaat ve gruplar ile değil, bireyde başlar ve bireyde son bulur.İslam dininde toplum için bireyi feda etmek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla tek hidayet kaynağı olan vahiy, bireyin kaliteli bir ahlak ve doğru bilgi ile yetişmesine değer verir.Bireylerin inanç ve fikir dünyası kalite kazanınca toplumsal olarak hayat kolay hale gelecektir.Vahiy ehl-i muvahhidler, geleneksel din anlayışına yani mezheplere karşı onurlu hareket etmek ve atalar dinini tüm yönleriyle sorgulamak zorundadırlar. Aslında ataların dinini sorgulamak Kur'an'daki islam için bir varolma savaşıdır. İslam dini hakkında araştırma ve inceleme yapmak Allah'ın emridir. İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ı okumak, üzerinde düşünmek Allah'ın ilk ve en önemli emridir."Ey Resul! Kuran'ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni yine dönülecek yere döndürecektir.De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu kitabın sana vahyedileciğini ummuyordum. Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiştir.O halde sakın kâfirlere arka çıkma. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et asla müşriklerden olma. Allah ile birlikte başka bir İLAHA tapıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"(Kasas- 85, 86, 87, 88) Bu farz Kuran'ı anlamadan asla gerçekleşmeyecektir. Dolayısıyla Kur'an'ı herkes anlamaz inancı Kur'an'ın birçok âyetine aykırı olduğu için Allah'a karşı büyük bir iftiradır. Kur'an'ı herkes kendi bilgi, araştırma, düşünme, akletme, güzel ahlak ve merak seviyesine göre anlayabilir.

YER YÜZÜNDE BÖYLE BİR CEHALET YAŞANMADI.İnsanlık için hidayet ve rahmet olarak Allah'ın indirdiği vahyin tek bir kavramını çözemeyen Şia ve Ehli Sünnet âlimleri iftira dinde yüzlerce, hatta binlerce lafız ve kavram geliştirerek korkunç bir cehalet örneği göstermişlerdir. Şii ve Sünni ilim âdamları, Kur'an'da bulunan en basit kavramları bile anlamaktan aciz iken, bakın saçma sapan dinde nasıl bir çalışma ve çaba içine girmişler. MESELA:Nebi ve Resul, salavat ve şefaat zikir ve tebyin, ümmet ve millet, tafsil ve tasrif, tefsir ve te'vil, ihlas ve İslam, din ve iman gibi kavramların hangi anlama geldiğini bilmezler. Dolayısıyla bu makalede "Usul'u hadis, hadis ıstılahları, sünnet ve hadis ilimleri" adı altında nasıl korkunç bir şirk dini meydana getirdiklerini göreceğiz. İŞTE ŞİA ve EHLİ SÜNNET DİNİNİN ŞİRK BATAKLIĞI."Usul-ü hadis, Allah Resulü'nün sünneti,Hasen hadis, hasen lizâtihi, sahih li gayrihi, hasen li gayrihi,zayıf hadis, mevaiz, mevzu hadis, mu'an'an, sahabe ve tabiinin hadisleri, merfu hadis, maktu hadis, mevkuf hadisler. metin, senet, muttasıl, muallak hadisler, munkatı hadisler,müdrec, mürsel, muselsel, musahhaf, muharref, müsnet muhaddis,hadis hafızları, mütevatir ve meşhur hadisler, aziz, garip, mu'daf,mudelles, mürselul hafi, şazz, mahfuz, münker, maruf hadisler,metruk ve ahad hadisler, muallak hadisler, muallel, muzdarip, maklub, muttasıl, senetlerde mezit, garip hadis, sahih lizatihi, haberi vahid, tedribu'r râvi, itibâr,muhkem, muhteliful hadis, nâsih- mensuh, ilelu'l hadis, garip hadisler.Muhaddisler için kullanılan bazı kelimeler. Tabaka, sahabe, tabiin, muhadram, zayıf, sika, hafız. Cerh ve ta'dil ilmi, zayıf hadis, gayri sahih hadis, galat, cehalet, hâl, inkitâ, bid'at, muhalefet, muallak hadisler, haber ve eser, hadisi kutsi, semâ, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i'lam, vasiyet, vicadet, eda şekilleri,hadis ravileri ilmi, muhalefetul hadis ilmi, garibul hadis ilmi,rivayet kitaplarının dereceleri, belli başlı rivayet kitapları ve musnetler. sahih hadis kitapları, câmiler, müsnedler, mü'cemler, müstedrekler, müstehrecler, cüz'ler, hadislerin kısımları,şaz hadis, müselsel hadis, musahhaf hadis, hadise tedvini, hadis tasnifi, ehli hadis, ehli rey,Kütübü Sitte(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ,İbni Mace, Nesai, Sünen'ler, âbâ ve âbnâ, âdalet, abâdile, adaletu'r-Râvi, adl, ahad, ahberânâ, ahberânâ kira'eten, aleyh, akvâl, esanid, âli, arz, asahhul ahadis, asahhul esanid, asahhul kütüb, ashab, ashâbul bid'a, ashâbil hadis, asl, aziz, bedel, beyan, bid'atu'r râvi, cehalet, câmi, el- camiu's- Sahih, cârih, ceyyid, ehlu'l heva, ekâbir ve esâğir, elkab,ercâhul esanid, esbet, esbetul esanid, eser, esma ve kuna, etkan, evsakun nas, ferd, ferdi muhalif, ferdi mutlak, ferdi nisbi, fikhu'r-râvi, fısk, fukaha-i seb'a, gayru sika, hadisi ilahi, hadisi rabbani, hasen garip hadis, hasenu'l İsnad, hıyar, hücce, illet, ilmul hadis, ilmi nazari, ilmi zaruri, ibdal, i'cam, idrac, ihtilat, kadh, kavl, ma'lul, meçhul, mechulu'l adale, meçhulul ayn, mechulu'l hal, merdut, mevali, mestür, mu'addil, müphem, mücalese, mücaz, müdebbec, müdevven, müdrec, müfredat, müfterik, muhazram, muhkem, mukabele, mukatebe, mukillun, muksirun, mumli, münavele, mürüvvet, musafaha, musahhaf, musannef, musavât, müstefiz, müstemil, müteşabih, mütevatir, mutkin, muttasıl, müttefik, muttehemun bi'l kizb, muvafakat, muvatta, muzdarib, nazil, râvi, rivayet, rivaye bi'l manâ, sabık ve lâhik, sabit sadıka, sadık, sahife, sahih, sahiheyn, sahih garip, sahih hasen garip, sakıt, salih, sâmi, sened, şahid, şakk, şâz, tabakât, tabi'i, tahric, tahrif, takti, takebul hadis, ta'lik, tashif, tashih, tasnif, tazbib, tedlis, telkin, tedvinu'l hadis, temriz, tercih, tesviye, tevarih ve vafeyat,uluvv, vasiyyet, vaz, vehim, vuhdan, zabt, za'if hadis, za'ıfun cidden, zarb, zevaid, zındık, ziyade, zü'afa.Daha yüzlerce lafız ve kavram, binlerce âlim ve müfessir, muhaddis ve fakih bu uydurma şirk dini ile hayatını çürütmüş,Allah'ın kitabından hiçbir haberi olmadan sapmış, dünya hayatında milleti cehennemin mutfağına mahkum ederek sapıtmasına sebep olmuş en sonunda cehennemin alevli ateşine odun olmuştur.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(231. YAZI)Şura Süresi 53 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ. Mîm. 2-) Ayn. Sîn. Kaf. 3-) Azîz ve Hakîm olan Allah, senden öncekilere vahyettiği gibi sana da aynı şekilde vahyetmektedir. 4-) Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Yani O yücedir, azimdir. 5-) Neredeyse üstlerinden gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar yani yerdekiler için istiğfar ediyorlar. Dikkat edin ki Allah Ğafur ve Rahîm olandır.(Rüzgar ve yağmur gibi meleklerin yerdekiler için istiğfar etmeleri, yüce Allah'ın onları yerdeki canlılar hayatı için yaratması anlamına gelmektedir. Güneş, ay, gezegenler, yıldızlar, bulutlar, yağmur, rüzgar, fırtına ve bütün doğal güçlerin tesbih ve istiğfarlarının anlamı, yerde yaşayan canlıların hizmetinde olmalarından başka hiçbir şey değildir. Çünkü meleklerin âdeme secde etmesi bu gerçeği sembolüze ediyor. Bir sefer melekler ademoğlunun aklının önünde secde ederek boyun eğmişlerdir.) 6-) O'nun dununda evliya edinenler Allah'ın gözetimi altındadırlar yani sen onlara vekil değilsin. 7-) Şehirlerin anası ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları uyarman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik. Bir fırka cennette, bir fırka da çılgın sâirdedir. 8-) Allah dileseydi (iradelerine ipotek koysaydı) onları tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dileyeni rahmetine kavuşturur; zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. 9-) Yoksa onlar Allah’ın dununda evliya mı edindiler? Halbuki veli olan yalnız Allah’tır. O ölüleri diriltir, her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir. 10-) (Dini konularda) düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek yalnız Allah’a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O’na tevekkül ettim yani sadece O’na yönelirim. 11-) O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendi nefislerinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler kılmıştır. Bu suretle orada çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun misli hiçbir şey yoktur. Yani O işitendir, görendir. 12-) Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Dilediğine rızkı alabildiğine yayar, dilediğine ölçülü verir. O, her şeyi bilendir. 13-) "Dini ikâme edin yani onda ihtilafa düşmeyin" diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de dinde bir şeriat kıldı. Fakat kendilerini dâvet ettiğin bu (tevhid dini), müşriklere büyük geldi. Allah dileyeni (vahiy'le) kendisine yöneltir yani kendisine yöneleni hidayete ulaştırır. YER YÜZÜNDE BÖYLE BİR CEHALET YAŞANMADI.İnsanlık için hidayet ve rahmet olarak Allah'ın indirdiği vahyin tek bir kavramını çözemeyen Şia ve Ehli Sünnet âlimleri iftira dinde yüzlerce, hatta binlerce lafız ve kavram geliştirerek korkunç bir cehalet örneği göstermişlerdir. Şii ve Sünni din âdamları, Kur'an'da bulunan en basit kavramları bile anlamaktan aciz iken, iftira dinde saçma sapan bir çalışmanın içine girmişler. MESELA:Nebi ve Resul, salavat ve şefaat zikir ve tebyin, ümmet ve millet, tafsil ve tasrif, tefsir ve te'vil, ihlas ve İslam, din ve iman, secde ve rükû, ibadet ve takva, fakir ve miskin, hamd ve şükür, kıraat ve tilavet, ihsan ve iftira gibi kavramların hangi anlama geldiğini bilmezler. Dolayısıyla bu makalede "Usul'u hadis, hadis ıstılahları, sünnet ve hadis ilimleri" adı altında nasıl korkunç bir şirk dini meydana getirdiklerini göreceğiz. İŞTE ŞİA ve EHL-İ SÜNNET DİNİNİN ŞİRK BATAKLIĞI."Usul-ü hadis, Allah Resulü'nün sünneti,Hasen hadis, hasen lizâtihi, sahih li gayrihi, hasen li gayrihi,zayıf hadis, mevaiz, mevzu hadis, mu'an'an, sahabe ve tabiinin hadisleri, merfu hadis, maktu hadis, mevkuf hadisler. Metin, senet, muttasıl, muallak hadisler, munkatı hadisler,müdrec, mürsel, muselsel, musahhaf, muharref, müsnet muhaddis,hadis hafızları, mütevatir ve meşhur hadisler, aziz, garip, mu'daf,mudelles, mürselul hafi, şazz, mahfuz, münker, maruf hadisler,metruk ve ahad hadisler, muallak hadisler, muallel, muzdarip, maklub, muttasıl, senetlerde mezit, garip hadis, sahih lizatihi, haberi vahid, tedribu'r râvi, itibâr, muhkem, muhteliful hadis, nâsih- mensuh, ilelu'l hadis, garip hadisler.Muhaddisler için kullanılan bazı kelimeler. Tabaka, sahabe, tabiin, muhadram, zayıf, sika, hafız. Cerh ve ta'dil ilmi, zayıf hadis, gayri sahih hadis, galat, cehalet, hâl, inkitâ, bid'at, muhalefet, muallak hadisler, haber ve eser, hadisi kutsi, semâ, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i'lam, vasiyet, vicadet, eda şekilleri,hadis ravileri ilmi, muhalefetul hadis ilmi, garibul hadis ilmi,rivayet kitaplarının dereceleri, belli başlı rivayet kitapları ve musnetler. sahih hadis kitapları, câmiler, müsnedler, mü'cemler, müstedrekler, müstehrecler, cüz'ler, hadislerin kısımları,şaz hadis, müselsel hadis, musahhaf hadis, hadise tedvini, hadis tasnifi, ehli hadis, ehli rey,Kütübü Sitte:(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace, Nesa'i, Sünen'ler, âbâ ve âbnâ, âdalet, abâdile, adaletu'r-Râvi, adl, ahad, ahberânâ, ahberânâ kira'eten, aleyh, akvâl, esanid, âli, arz, asahhul ahadis, asahhul esanid, asahhul kütüb, ashab, ashâbul bid'a, ashâbil hadis, asl, aziz, bedel, beyan, bid'atu'r râvi, cehalet, câmi, el- camiu's- Sahih, cârih, ceyyid, ehlu'l heva, ekâbir ve esâğir, elkab,ercâhul esanid, esbet, esbetul esanid, eser, esma ve kuna, etkan, evsakun nas, ferd, ferdi muhalif, ferdi mutlak, ferdi nisbi, fikhu'r-râvi, fısk, fukaha-i seb'a, gayru sika, hadisi ilahi, hadisi rabbani, hasen garip hadis, hasenu'l İsnad, hıyar, hücce, illet, ilmul hadis, ilmi nazari, ilmi zaruri, ibdal, i'cam, idrac, ihtilat, kadh, kavl, ma'lul, meçhul, mechulu'l adale, meçhulul ayn, mechulu'l hal, merdut, mevali, mestür, mu'addil, müphem, mücalese, mücaz, müdebbec, müdevven, müdrec, müfredat, müfterik, muhazram, muhkem, mukabele, mukatebe, mukillun, muksirun, mumli, münavele, mürüvvet, musafaha, musahhaf, musannef, musavât, müstefiz, müstemil, müteşabih, mütevatir, mutkin, muttasıl, müttefik, muttehemun bi'l kizb, muvafakat, muvatta, muzdarib, nazil, râvi, rivayet, rivaye bi'l manâ, sabık ve lâhik, sabit sadıka, sadık, sahife, sahih, sahiheyn, sahih garip, sahih hasen garip, sakıt, salih, sâmi, sened, şahid, şakk, şâz, tabakât, tabi'i, tahric, tahrif, takti, takebul hadis, ta'lik, tashif, tashih, tasnif, tazbib, tedlis, telkin, tedvinu'l hadis, temriz, tercih, tesviye, tevarih ve vafeyat,uluvv, vasiyyet, vaz, vehim, vuhdan, zabt, za'if hadis, za'ıfun cidden, zarb, zevaid, zındık, ziyade, zü'afa.Daha yüzlerce lafız ve kavram, binlerce âlim ve müfessir, muhaddis ve fakih bu uydurma şirk dini ile hayatını çürütmüş,Allah'ın kitabından hiçbir haberi olmadan sapmış, dünya hayatında ümmetleri cehennemin mutfağına mahkum ederek sapıtmasına sebep olmuş en sonunda cehennemin alevli ateşine odun olmuştur.14-) Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki (ırk-kâbile-aşiret-mezhep- cemaat- tarikat) taassubu yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen karar verilirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler. 15-) İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına tabi olma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a iman ettim yani aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin sizin amelleriz de sizedir. Aramızda tartışacak bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır. (Âyette "İstikâmet sahibi ol" değil de, "emrolunduğun gibi istikâmet sahibi ol" denilmesi çok önemlidir. Yani vahye göre inanç ve hayat yoksa, istikâmet olmayacaktır. İkincisi, bizim mezhepçi hurafecilerle tartışacak bir şey yoktur. Çünkü dinlerin biri tevhid dini olan İslam yani Allah'ın hanif dini, diğeri ise, şirk dini olan Şiilik ve Sunnilik yani Allah adına iftira edilmiş beşeri din. Bunlar arasında tartışma olur mu? Biri hakkın ta kendisi, diğeri şirk ve küfrün en önde gideni.) 16-) Yani kendilerine (her türlü ilmi ve mantıklı) cevap verildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında anlamsızdır. Onların üzerinde bir gazap yani onlar için şiddetli bir azap vardır. 17-) Kitab’ı yani mizanı hak (bir amaca yönelik) olarak indiren Allah’tır. Onu sana idrak ettirecek nedir ki! Belki de o (son) saat yakındır.

9 Haziran 2022 Perşembe

VAHYİ GAYRİ METLÜV" MESELESİ:Şia ve Ehli Sünnet'in din adamları; "Nebi (a.s) ın, eşlerinden Hafsa'ya bir sır söyledi. O ise bu sırrı bir diğer şahsa ifşa etti. Nebi (a.s) bu sırrın eşi tarafından ifşa edildiğini öğrenince ondan bir açıklama istedi.Eşi, Nebi (as)a bu sırrın ifşa edildiğini kimden öğrendiğini sordu. Nebi (a.s), bunun kendisine Allah tarafından haber verildiğini söyledi. Bu olay Kur'an'ı Mübin'de şu âyetle haber veriliyor."Nebi, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Nebi'ye açıklayınca, Nebi bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Nebi bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Nebi: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi."(Tahrim- 3)Ehl-i Sünnet'in din adamlarına göre, yukarıdaki âyette geçen "Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi" ifadesi, söz konusu sırrın ifşa edildiğini Nebi (a.s)a yüce Allah tarafından haber verildiğini gösteriyor.Yani bu haber verme olayı Kur'an'ın hiç bir yerinde geçmez. Dolayısıyla bu âyet, Allah Resulü'nün Kur'an'da yer alan vahiy dışında Allah'tan başka vahiy aldığının da bir göstergesidir."Cevap:Kur'an ehli muvahhidler her ne kadar, "Kur'an'dan başka hiç bir kaynağın ümmeti bağlamadığını, ümmetin sadece vahiy'den sorumlu bulunduğunu" delilleriyle ilgili onlarca âyeti detaylı olarak ortaya koysalar da, sıra mukallit mezhepçilere geldiğinde, uydurma hadislerin üzerine inşa ettikleri dinlerine alan açabilmek ve rivayet dininin meşru bir yol olduğunu göstermek için bu gibi âyetleri tahrif etmeye çalışıyorlar.Bu durum Şia ve Ehli sünnet âlimlerinin hiç bir zaman Allah'ın kitabına itibar etmediğini açık olarak gösteriyor.Öncelikle Şia ve Ehli Sünnet ruhbanlarının mezheplerinde "vahyi gayri metlüv" inancıyla ne kasdedildiğini anlamaya çalışalım."Allah Resulü'ne genel olarak tatbikatta ortaya çıkan bazı konularda hüküm ve karar yetkisi verildiği gibi, Kur'an'da olmayan hususlarda O’na haram ve helal koyma yetkisi de verilmiştir."(Hayrettin Karaman, "Kur'an'ın Hz. Peygamber'in sünnetine verdiği değer, sünnetin Dindeki yeri, tartışmalı ilmi toplantılar dizisi, s, 68, Ensar yayınları)Şia ve Ehli Sünnet'in din adamlarının anlayışına göre dinde, hükümlerin kaynağı "vahyi metlüv" ve "vahyi gayri metlüv" olmak üzere ikidir."Vahyi metlüv" "Okunan vahiy" demektir. Yani namazda okunduğu için Kur'an âyetlerine "Vahyi Metlüv" denilmiş,namazda okunmadığı halde, hadislerde aynen Kur'an âyetleri gibi, insanları bağlayıcı farzlar, vâcipler, hükümler, haramlar ve helaller bildiren vahiy'dir. "Okunmayan Vahiy" adı verilmiştir.Fakat mezhebin din adamları rivayetlere"vahyi gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dedikleri halde, yine de"tahiyyat, sübhaneke, salli-bârik dualarını namazda okurlar. Yani gene kendileriyle çelişkiye düşerler.Aslında İslam tarihine baktığımızda Ehli Sünnet ve Şia âlimlerinin itikadi ve ameli olarak bütün konuları "vahyi gayri metlüv" üzerine bina ettiklerini görürüz.Yani onların hayatlarını sözde Kur'an, özde vahyi gayri metlüv şekillendirmiştir.Ehli Sünnet ve Şia âlimleri Nebi (a.s)a Kur'an dışında hükümler verildiğinin bir delili olarak Tahrim suresinin 3. âyetini gösterirler.Oysa ki daha ilk bakışta bu âyetin "gayri metlüv!!!" vahye işaret etmediğinin anlaşılması gerekirdi. Çünkü ayette şöyle bir ifade geçiyor;"...O da onun birazını eşine anlattı, birazını da anlatmaktan vazgeçti....."(Tahrim-3)Eğer bu ayette geçen olay, Şia ve Ehli Sünnet din adamlarının iddia ettiği gibi "gayri metlüv vahiy" olayına bir örnek olsaydı Nebi (a.s)'ın birazını anlatmaktan vazgeçmesi mümkün olur muydu?Bir elçinin kendisine gelen vahyi insanlara tebliğ etmemesi olacak bir şey değildir. Allah Resulü'nün kendisine gelen vahyi insanlara bildirmemesi büyük bir suçtur.Yüce Allah şöyle buyurur:"Ey Resul! Rabbin'den sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez!"(Maide-67)Tahrim süresinde anlatılan olayda ise, Nebi (a.s)'ın kendisine gelen haberin sadece bir kısmını anlatıp kalanını gizliyor.Zaten bu olay bir aile meselesi olduğu ve aile içinde gizli kalması için ayette hep "Nebi" kavramı kullanılmıştır.Bu olay, tüm insanlık için bağlayıcı olduğu iddia edilen "gayri metlüv vahye" örnek olamaz. Bu örneğin baştan sona kadar hatalı olduğu çok açıktır.Ancak vahiy konusunu Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde, Allah'ın tarif ettiği şekilde anlamamış zihinlerin böyle çok basit hatalara düşmeleri normaldir.Onlar bir şekilde iddialarındaki çelişkiyi görseler bile kafa karışıklığı ve bilgi kirliliği içerisinde bocalamaktan kendilerini kurtarmayı başaralamazlar.Bu kafa karışıklığını gidermenin tek yolu "vahiy" meselesini âyetler arası ilişkileri kurarak konuları saf bir şekilde anlamaktan geçer.Sonuç olarak:"Nebi, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu onun için açığa çıkarınca, Nebi'ye bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Nebi bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi.Nebi: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi"(Tahrim- 3)Bu âyet ailevi bir meseleyi anlattığı için hep Nebi kavramı kullanılmıştır.Aslında bu âyette ümmeti ilgilendiren bir şey yoktur. Fakat yüce Allah vahiy ile elçilerin beşeri özelliklerini ortaya koyması gerekir ki, insanlar âlimlerini ve liderlerini yüceltmesinler.Aslında bu olayda kasdedilen haberi Nebi (a.s)'a Allah haber vermemiş de olabilir. Nebi (a.s)'ın hanımları tarafından olay yayılınca Nebi (a.s) da başkalarından duymuştu.Fakat Nebi (a.s) da var olan yüksek ahlak ve mükemmel edep gereği, kendisine dedikodu yapmayı yakıştırmadığı için bu duyma ve haber almayı yüce Allah'a izafe etmiştir. Kur'an'da bu güzel ahlaka işaret eden ayetler vardır.Mesela:"Her ne zaman Zekeriya (a.s) Meryem'in yanına gidip onun yanında bol bol rızık gördüğünde, "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorduğunda, Meryem, "Bu, Allah tarafındandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir, derdi."(Âli İmran-37)Yani Meryem insanların kendisine hediye olarak getirmiş oldukları yiyecekleri Allah'a izafe etmiştir.Yoksa sürekli olarak Allah tarafından Meryem'e yiyecek gelmiyordu.Mesela:Nasıl ki çalışıp çabalayarak, emek sarfederek ekonomik bakımdan durumu yerinde olan birine, "Hayırdır, bu variyet nereden? diye sorulduğunda, nezaket ve güzel ahlak gereği, "Allah tarafından" demesi gerekiyorsa, Allah tarafından bu olay (Tahrim-3) ile alakalı Nebi'ye bir haber veya vahiy gelmiş değildir.Dolayısıyla Ehli Sünnet ve Şia din adamlarının bu âyeti vahyi gayri metlüv için delil göstermeleri tam bir cehalettir.

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(230.YAZI)27) O kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız yani onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. 28-) İşte bu, Allah düşmanlarının cezası, ateştir. Âyetlerimize karşı gelmelerinden dolayı, orada onlara ceza olarak devamlı kalacakları yurt vardır. 29-) Kâfirler orada: Rabbimiz! Cinlerden yani insanlardan bizi saptıranları bize göster de aşağılanmışlardan olsunlar diye onları ayaklarımızın altına alalım! diyecekler. 30-) Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmet sahibi olanların üzerine melekler iner. Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! (Yukarıdaki âyette bulunan "melekler" iman edenlerin üzerine indirilen güzel duygulardır. Çünkü âyette "derler" diye bir ifade yoktur.) 31,32-) Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin evliyanınız. Gafûr ve Rahîm olan Allah’tan inme olarak orada nefislerinizin çektiği yani istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır. 33-) Ve insanları Allah’a dâvet eden yani salih amel işleyen ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır? (Yukarıdaki âyet, rivayet ve ictihadlarıyla bütün mezhep ve fırkalara bir reddiye hükmündedir. Yani bu âyete göre bütün mezhepler ve fırkalar şirktir. İnsanları yüce Allah'a yani Kur'an'a dâvet etmeyen din adamları fasıktır, zalimdir, kafirdir, müşriktir.)34-) Güzellikle kötülük müsavi olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde def'et. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki hamim (candan) bir dost olur. 35 -) Buna (en güzel ahlaka) sabredenlerden başkası kavuşturulmaz. Yani buna ancak (hayırdan) azim pay sahipleri kavuşturulur.36-) Eğer şeytanın dürtülerinden bir dürtü sana uğrayacak olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Nezğ kavramı, Kur'an'da dört yerde geçmektedir. Bulunduğu bütün süreler Mekke'de nazil olmuş sürelerdir. (Âraf-200; Yusuf 100; İsra 53; Fussilet-36) Yani buradan söz konusu olan şeytan din adamları anlamında kullanılan şeytan değil, zihinsel şeytan anlamındadır. Hepsi şeytan bağlamında geçen nezğ kavramı, arayı bozma, kötü duygu ve düşünceler anlamında kullanılmıştır.)37-) Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin!(Kur'an'da ibadet, salât, secde, rükû, ihsan, ihlas, şeriat, takva, iman, İslam gibi kavramlar yüce Allah ile sürekli olarak bağlantı içerisinde olmak, kayıtsız şartsız ona itaat etmek, dini Allah'a özel kılmak, dinde Kur'an'dan başka kaynağa yönelmemek, sadece vahye boyun eğmek, Kur'an'da var olanlarla yetinmek yani dinin Allah tarafından tamamlandığına iman etmek, Resullerin yolu, Allah'a güvenip dayanmak ve sadece Kur'an'a teslim olmak anlamında kullanılmışlardır. Bu kavramların hiç bir tanesinde ritüel yoktur.)38-) Eğer insanlar kibirlik taslarlarsa (bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunanlar hiç usanmadan, gece gündüz O’nu tesbih ederler. 39-) Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah’ın âyetlerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabarır. Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir. 39-) Yani O'nun ayetlerinden biri de, senin gerçekten yeri huşu içinde (solmuş, boynu bükülmüş ve kupkuru) görmendir. Ama biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, deprenir yani kabarır. Şüphesiz onu dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeyin üzerinde bir güce sahiptirir.40-) Âyetlerimiz hakkında ilhâda sapanlar bize gizli 3. O halde, ateşin içine atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü emniyetle gelen mi? Dilediğiniz ameli yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir.22(Âyetlerde ilhad etmek, kendi batıl inanç ve mezhebine göre âyetlerin anlamını bozmak anlamına gelmektedir.)41-) Kendilerine zikir geldiğinde ona kâfir oldular. Halbuki o, (Kur'an) aziz bir kitaptır. (Kur'an'da "aziz" kavramı, yüce Allah, vahiy ve Resul (Tevbe-128) bağlamında kullanılmıştır. Aziz kavramı Nebi hakkında geçmez. Aziz olan yüce Allah, aziz olan vahyi indirir. Görevi sadece aziz vahyi tebliğ etmek olan Resul de aziz oluyor. Aziz, Nebi ve Resûlun arasında bulunan farklardan biridir.) 42-) Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, Hakim, Hamid olandan indirilmiştir. 43-) (Ey Resul!) Sana söylenen, senden önceki Resullere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de elem verici bir azabın sahibidir. 44-) Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, iman edenler için hidayet ve şifadır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır yani Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar.) 45-) Andolsun biz Musa’ya kitab’ı verdik, onda da ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal karar verilirdi. (işleri bitirilirdi). Onlar Kur’an hakkında derin bir şüphe içindedirler. 46-) Kim salih bir amel işlerse, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. 47-) Kıyamet gününün bilgisi, sadece O’na döndürülür. Çünkü O’nun ilmi dışında hiçbir meyve (çekirdeği) kabuğunu yarıp çıkamaz yani (onun ilmi dışında) hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: Şeriklerim nerede! diye nida ettiği gün: Buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arzederiz, derler. 48-) Yani önceden yalvarıp dua ettikleri onlardan uzaklaşmıştır. Ve artık kendilerinin kaçacak yerleri olmadığını anlamışlardır. 49-) İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir. 50-) Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: Bu, benimdir (benim başarımdır) saatin kalkacağını zannetmiyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O’nun katında benim için daha güzeli vardır, der. Biz, kâfirlere amellerini mutlaka haber vereceğiz yani muhakkak onlara ağır azaptan tattıracağız. 51-) İnsana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirir ve yan çizer. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur. 52-) De ki: Ne dersiniz, eğer o (Kur’an), Allah tarafından ise siz de ondan sonra ona kâfir olduysanız, o halde (haktan) uzak bir çatlağa düşenden daha sapkın kim vardır? 53-) Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an’ın) hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi? 54-) Dikkat edin; onlar, Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. Yine dikkat edin O, her şeyi (ilim ve kudretiyle) kuşatmıştır.(Fussilet Süresinin Sonu)

7 Haziran 2022 Salı

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(229. YAZI)Fussilet Süresi 54 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ. Mîm. 2-) (Bu kitap) Rahmân, Rahîm olan Allah'tan indirilmiştir. 3-4) (Bu) Arapça bir Kur'an olarak âyetleri tafsil edilmiş (detaylandırılmış), bilen bir kavim için müjdeleyici ve uyarıcı olsun diye (indirilmiş) bir kitaptır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık duymazlar. 5-) Yani dediler ki: Bizi dâvet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız! 6-) (Ey Nebi!) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na doğru istikâmet sahibi olun, O’na istiğfar edin. Müşriklere veyl olsun! 7-) Onlar zekât'a (arınmaya) gelmezler yani onlar ahirete kâfirdirler. (Yukarıdaki âyette bulunan "lê yu'tunez-zekête" ibaresi, "zekât'ı vermezler" değil, "Zekât'a (arınmaya) gelmezler" anlamına gelmektedir. Çünkü Kur'an'da bulunan bütün "zekât" kavramları "arınma" anlamında kullanılmıştır.İkincisi, müşrikler zekât verseler ne olacak, vermeseler ne olacak? Müşriklerin zekat vermesinin bir anlamı yoktur. Ama müşrik, tevbe ederek yani İslam'ı kabul ederek şirkten arınabilir.)8-) Şüphesiz iman edip yani salih ameller işleyenler için minnetsiz bir mükâfat vardır. 9-) De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratana kâfir olup O’na denk ilâhlar mı kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. 10 -) Yani O, (Allah) dört günde (evrede), yerin üstüne araziler yerleştirdi, orayı bereketlendirdi yani orada soruşturanların ihtiyaçlarına uygun olarak gıdalar takdir etti.11-) Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yere: İtaat ederek veya zorla, gelin! dedi. İkisi de "İtaat ederek geldik" dediler. 12-) Böylece onları, iki günde yedi gök olmalarına karar verdi yani her göğe emrini (görevini-işini) vahyetti. Ve biz, dünya semâsını kandillerle süsledik yani onu (tehlikelerden) koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah’ın takdiridir. 13-) Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırım misâli bir yıldırımla uyarıyorum! 14-) Resüller onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, dedikleri zaman, "Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeylere kâfiriz" demişlerdi. 15-) Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere kibirlik tasladılar yani bizden daha şedit kuvvete sahip kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha şedit kuvvete sahip olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimize karşı geliyorlardı. 16-) Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o alçaltıcı günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok alçaltıcıdır. Onlara yardım da edilmez. 17-) Semûd’a gelince onlara hidayeti gösterdik, ama onlar körlüğü hidayetin üzerinde sevdiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden aşağılayıcı azabın yıldırımı onları çarptı. 18-) İman edenleri kurtardık çünkü onlar takva sahibi idiler. 19-) Allah’ın düşmanları (olan müşrikler) ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi (cehenneme doğru) sevk edilirler. 20-) Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. 21-) Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk kez de sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz, derler. 22-) Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyordunuz. 23-) Yani bu zannınız, Rabbiniz hakkında beslediğiniz işte bu zan sizi mahvetti de husrana uğrayanlardan olarak sabahladınız.24-) Şimdi eğer sabredebilirlerse (dayanabilirlerse), zaten onların yeri ateştir. Ve eğer özür dilemek isterlerse özürleri kabul edilmeyecektir. 25-) Biz onların başına birtakım arkadaşlar sardık da onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Yani kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap sözü onlar için de hak olmuştur. Şüphesiz onlar hüsrana düşenlerdi. 26-) Kâfir olanlar: Bu Kur’an’ı sakın dinlemeyin, ona karşı gürültü yapın. Umulur ki galip gelirsiniz, dediler. "SAKIN KUR'AN'I DİNLEMEYİN..."Siz siz olun, atalarınızın kitaplarını bırakıp da sakın Kur'an'ı dinlemeyin! Sakın Kur'an'ı okumayın! Aslında dünya hayatı ve ahiretiniz için ondan daha önemli bir kitap yoktur. Hayat kitabıdır, içerisi rahmet ve hidayet, güzel ahlak ve öğütlerle dolu bir kitaptır Ama olsun, siz bizim gibi gariban cahillere! kanıp da sakın bu kitabı ciddiye almayın!Müşrik atalarınızdan emir var! "SAKIN KUR'AN'I DİNLEMEYİN. ONA KARŞI PROPAGANDA YAPIN. İŞTE O ZAMAN GALİP GELİRSİNİZ ! Aslında bu kitap ölü olan kalpleri dirilten, topluma hayat veren aydınlık bir kitaptır. Ama olsun, din atalarınız Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nese'i, İbni Mace, Tirmizi, Gazali, Celaleddin'i Rumi, Said Nursi'nin kitapları ondan daha değerli iken!! sakın bu kitapla vaktinizi geçirmeyin! zamanınızı telef etmeyin ! Bin dört yüz yıl önce inmiş ! İsmi Kur'an-ı Mübin, yüce Allah'ın kelamı olan bu son kitap, gerçekte tek kurtuluş reçetesi ve yol haritasıdır, ama size lazım olan bir kitap değildir!!!Siz, muhaddislerinizin, müctehidlerinizin, gavslarınızın, mehdilerinizin, on iki imamınızın sözlerine ve inançlarına tapmaya devam edin, bu kitap size gerekmiyor! bir gömlek fazla geliyor! Siz atalarınıza, heva ve hevesinize, keyfinize bakın!Mekke ve Medine’de çok rağbet görmüş olsa da! Sizin yanılmaz ve hata etmez mezhep imamlarınız ve mâsum efendileriniz varken, on dört asır önce Allah'tan indirilmiş bir kitabı ne diye okuyasınız! Siz o kadar akılsız mısınız! Dünyanın en çok satılan ama anlaşılmak için hiç okunmayan bir kitabı okumak ve anlamak sizin gibi kodamanlara yakışır mı! Ağababalarınız"sevad'ı âzam'a" "çoğunluğun yanında yer alın, çoğunluğun yolu doğrudur"demediler mi? Artık din atalarınızın sözünü dinlemeyip "Çoğunluğun Allah'a iman etmeleri şirkle beraberdir" (Yusuf-106) diyen Kur'an'a tâbi olmak size caiz olur mu? Demek ki Kur'an'ı okumaya ve anlamaya hiç gerek yok! Ama illa ki okumak istiyorsanız manasına ihtiyacınız yoktur, onun kutsal ve mukaddes metnini okumanız daha makbuldür, anlamını değil, akıllı olun, sapkın mezhep düşmanlarına zinhar kulak asmayın!.Atalarınızdan gelen ve din namına her şeyi açıklayan hadis ve tefsir kitaplarınız, fıkıh ve ilmihal kaynaklarınız mevcut iken, anlaşılması zor olan bir kitapla kafanızı karıştırmanızın âlemi var mı ? Kur'an haricinde her türlü kitab'ı okuyun, fakat Kur'an ile sakın aklınızı ve zihninizi bulandırıp zehirlemeyin! Gerçi Nebiler sadece kendilerine vahyedilene tâbi olmuş ve Resuller yalnız indirilen vahyi tebliğ etmişler ama olsun Allah'ın elçileri imam ve muctehidlerinizden daha mı değerli !!! Siz ancak âlimlerinizden gelenleri anlarsınız, Allah'ın yüce ve kutsal kitabını anlamak, onu idrak etmek mümkün değildir! Siz Allah'ı ve O'nun kitabını boş verin, din atalarınızın kitapları size yeter ve artar bile! Çünkü Allah’ın kitabına bakar ve hükümlerine uyarsanız mezhepsiz birer sapkın olur, atalarınızın dinine ihanet etmiş olursunuz! Çok dikkatli olun ve sakın "dinde Kur'an tek hüküm kaynağıdır" diyen Kur'an sapkınlarına kanmayın, onlar yeni piyasaya çıkmış çağımızın en büyük fitnesidirler. Dahası bu Kur'an sapkınları, usulü hadis ve usulü fıkıh bilmeyen zındıklardır. Siz, siz olun, din atalarınızı dinleyin! Size bir konu hakkında beş yüz âyet de getirilse, yelkenleri hemen indirmeyin. Selefi salihin olan atalarınız ne diyor, asıl ona bakın. Abdestsiz ve cunüb, hayız ve nifas hallerinde sakın Allah’ın kutsal kitabına dokunmayın, yoksa çarpılırsınız!! Aslında Kur'an hayat kitabıdır, hayatta olanlar için inmiştir, ama olsun sizin ölüleriniz yaşayanlardan daha değerlidir! Kur'an'ı ölülere okumaya devam edin! onu güzelce sarıp sarmalayın, sakın belden aşağı gelmesin, özellikle çocukların ve gençlerin ulaşamayacağı yüksek bir yere asın, güzel bir çeyiz hediyesidir haberiniz olsun, tecvidle okumayı ihmal etmeyin, okunurken ağlayın, ağlayamazsanız ağlar gibi yapın, sizden istenen en kutsal görev işte budur. Kur'an'ın anlaşılması önünde atalarınızın gürültü olarak bunca emek ve çaba ile meydana getirdikleri kaynaklara ihanet etmek reva mıdır? Onun için sakın Kur'an-ı okumayın ve anlamaya çalışmayın, haddinizi bilin!Kralların, sultanların, halifelerin ve devletlerin ihtişamlı, resmi dini dururken, üç beş garip gurabanın, fakir fukaranın hanif tevhid dini sizin klasınıza uyar mı? Sakın ha karizmanızı çizdirmeyin, atalarınızın dininden yan çizmeyin, akıllı olun!!Gerçi Allah katında hak birdir, o da hanif olan islam dinidir. Fakat siz Kur'an'ın ne dediğine bakmayın, sakın Allah'ın kitabını ciddiye almayın! Siz, bir değil, tam dört hak!! mezhebe sahipsiniz, yanlış mı söylüyoruz ? Birde cemaat ve tarikatlarınız, onlar da hak yolda size ekstra bir zenginlik kazandırmıyor mu? Sizin Kur'an'a hiçbir ihtiyacınız kalmadı, dünya hayatında ve âhirette belanızı buldunuz!!Ey Sünni ve Şii din adamları! Size tek bir soru soruyoruz."Dünyada Kur'an'dan başka, bir kitab'ı anlamak için, yanında bir kamyon eşek yükü de rivayet, sebeb-i nüzul, tefsir kitabı, hermeneutic, yorumbilim kitab'ı taşınması gereken başka bir kitap var mı?Sizin rivayetlerinize göre Osman bin Affan Kur'an'ı teksir edip dünyanın her tarafına gönderdiği zaman yanında birer eşek yükü de muktesebat kitapları mı gönderdi?Ya da biz bugün Amerikalı bir ateist dostumuza islam'ı anlatabilmek için güzel bir İngilizce meal göndersek bu yetmez mi diyeceksiniz? Yanında bir kamyonet de hadis, hermönötik, sebebi nüzul, tefsir, mezhep ilmihali kitabı mı göndermemiz gerekecek?Siz bunu böyle iddia ettiğiniz zaman Allah'ın meramını anlatmada diğer bütün yazarlardan daha başarısız olduğunu söylemiş olmuyor musunuz?

"SAKIN KUR'AN'I DİNLEMEYİN..."Siz siz olun, atalarınızın kitaplarını bırakıp da sakın Kur'an'ı dinlemeyin! Sakın Kur'an'ı okumayın! Aslında dünya hayatı ve ahiretiniz için ondan daha önemli bir kitap yoktur. Hayat kitabıdır, içerisi rahmet ve hidayet, güzel ahlak ve öğütlerle dolu bir kitaptır Ama olsun, siz bizim gibi gariban cahillere! kanıp da sakın bu kitabı ciddiye almayın!Müşrik atalarınızdan emir var! "SAKIN KUR'AN'I DİNLEMEYİN. ONA KARŞI PROPAGANDA YAPIN. İŞTE O ZAMAN GALİP GELİRSİNİZ ! Aslında bu kitap ölü olan kalpleri dirilten, topluma hayat veren aydınlık bir kitaptır. Ama olsun, din atalarınız Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nese'i, İbni Mace, Tirmizi, Gazali, Celaleddin'i Rumi, Said Nursi'nin kitapları ondan daha değerli iken!! sakın bu kitapla vaktinizi geçirmeyin! zamanınızı telef etmeyin ! Bin dört yüz yıl önce inmiş ! İsmi Kur'an-ı Mübin, yüce Allah'ın kelamı olan bu son kitap, gerçekte tek kurtuluş reçetesi ve yol haritasıdır, ama size lazım olan bir kitap değildir!!!Siz, muhaddislerinizin, müctehidlerinizin, gavslarınızın, mehdilerinizin, on iki imamınızın sözlerine ve inançlarına tapmaya devam edin, bu kitap size gerekmiyor! bir gömlek fazla geliyor! Siz atalarınıza, heva ve hevesinize, keyfinize bakın!Mekke ve Medine’de çok rağbet görmüş olsa da! Sizin yanılmaz ve hata etmez mezhep imamlarınız ve mâsum efendileriniz varken, on dört asır önce Allah'tan indirilmiş bir kitabı ne diye okuyasınız! Siz o kadar akılsız mısınız! Dünyanın en çok satılan ama anlaşılmak için hiç okunmayan bir kitabı okumak ve anlamak sizin gibi kodamanlara yakışır mı! Ağababalarınız"sevad'ı âzam'a" "çoğunluğun yanında yer alın, çoğunluğun yolu doğrudur"demediler mi? Artık din atalarınızın sözünü dinlemeyip "Çoğunluğun Allah'a iman etmeleri şirkle beraberdir" (Yusuf-106) diyen Kur'an'a tâbi olmak size caiz olur mu? Demek ki Kur'an'ı okumaya ve anlamaya hiç gerek yok! Ama illa ki okumak istiyorsanız manasına ihtiyacınız yoktur, onun kutsal ve mukaddes metnini okumanız daha makbuldür, anlamını değil, akıllı olun, sapkın mezhep düşmanlarına zinhar kulak asmayın!.Atalarınızdan gelen ve din namına her şeyi açıklayan hadis ve tefsir kitaplarınız, fıkıh ve ilmihal kaynaklarınız mevcut iken, anlaşılması zor olan bir kitapla kafanızı karıştırmanızın âlemi var mı ? Kur'an haricinde her türlü kitab'ı okuyun, fakat Kur'an ile sakın aklınızı ve zihninizi bulandırıp zehirlemeyin! Gerçi Nebiler sadece kendilerine vahyedilene tâbi olmuş ve Resuller yalnız indirilen vahyi tebliğ etmişler ama olsun Allah'ın elçileri imam ve muctehidlerinizden daha mı değerli !!! Siz ancak âlimlerinizden gelenleri anlarsınız, Allah'ın yüce ve kutsal kitabını anlamak, onu idrak etmek mümkün değildir! Siz Allah'ı ve O'nun kitabını boş verin, din atalarınızın kitapları size yeter ve artar bile! Çünkü Allah’ın kitabına bakar ve hükümlerine uyarsanız mezhepsiz birer sapkın olur, atalarınızın dinine ihanet etmiş olursunuz! Çok dikkatli olun ve sakın "dinde Kur'an tek hüküm kaynağıdır" diyen Kur'an sapkınlarına kanmayın, onlar yeni piyasaya çıkmış çağımızın en büyük fitnesidirler. Dahası bu Kur'an sapkınları, usulü hadis ve usulü fıkıh bilmeyen zındıklardır. Siz, siz olun, din atalarınızı dinleyin! Size bir konu hakkında beş yüz âyet de getirilse, yelkenleri hemen indirmeyin. Selefi salihin olan atalarınız ne diyor, asıl ona bakın. Abdestsiz ve cunüb, hayız ve nifas hallerinde sakın Allah’ın kutsal kitabına dokunmayın, yoksa çarpılırsınız!! Aslında Kur'an hayat kitabıdır, hayatta olanlar için inmiştir, ama olsun sizin ölüleriniz yaşayanlardan daha değerlidir! Kur'an'ı ölülere okumaya devam edin! onu güzelce sarıp sarmalayın, sakın belden aşağı gelmesin, özellikle çocukların ve gençlerin ulaşamayacağı yüksek bir yere asın, güzel bir çeyiz hediyesidir haberiniz olsun, tecvidle okumayı ihmal etmeyin, okunurken ağlayın, ağlayamazsanız ağlar gibi yapın, sizden istenen en kutsal görev işte budur. Kur'an'ın anlaşılması önünde atalarınızın gürültü olarak bunca emek ve çaba ile meydana getirdikleri kaynaklara ihanet etmek reva mıdır? Onun için sakın Kur'an-ı okumayın ve anlamaya çalışmayın, haddinizi bilin!Kralların, sultanların, halifelerin ve devletlerin ihtişamlı, resmi dini dururken, üç beş garip gurabanın, fakir fukaranın hanif tevhid dini sizin klasınıza uyar mı? Sakın ha karizmanızı çizdirmeyin, atalarınızın dininden yan çizmeyin, akıllı olun!!Gerçi Allah katında hak birdir, o da hanif olan islam dinidir. Fakat siz Kur'an'ın ne dediğine bakmayın, sakın Allah'ın kitabını ciddiye almayın! Siz, bir değil, tam dört hak!! mezhebe sahipsiniz, yanlış mı söylüyoruz ? Birde cemaat ve tarikatlarınız, onlar da hak yolda size ekstra bir zenginlik kazandırmıyor mu? Sizin Kur'an'a hiçbir ihtiyacınız kalmadı, dünya hayatında ve âhirette belanızı buldunuz!!Tam bu yazıyı paylaşırken, iki lise öğrencisinin Kur'an'ı tekmelediklerine dair görüntüleri ekrana düştü, çok kötü bir hakaret ve hareketti.Ama asıl Kur'an'ı tekmeleyen rivayet ve mezhepleriyle Sünni ve Şiî din adamlarıdır.Ey Sünni ve Şii din adamları! Size tek bir soru soruyoruz."Dünyada Kur'an'dan başka, bir kitab'ı anlamak için, yanında bir kamyon eşek yükü de rivayet, sebeb-i nüzul, tefsir kitabı, hermeneutic, yorumbilim kitab'ı taşınması gereken başka bir kitap var mı?Sizin rivayetlerinize göre Osman bin Affan Kur'an'ı teksir edip dünyanın her tarafına gönderdiği zaman yanında birer eşek yükü de muktesebat kitapları mı gönderdi?Ya da biz bugün Amerikalı bir ateist dostumuza islam'ı anlatabilmek için güzel bir İngilizce meal göndersek bu yetmez mi diyeceksiniz? Yanında bir kamyonet de hadis, hermönötik, sebebi nüzul, tefsir, mezhep ilmihali kitabı mı göndermemiz gerekecek?Siz bunu böyle iddia ettiğiniz zaman Allah'ın meramını anlatmada diğer bütün yazarlardan daha başarısız olduğunu söylemiş olmuyor musunuz?(Rüştü Emir)

KUR'AN'DA SALÂT(4.YAZI)Kur'an'da öyle iki âyet vardır ki bu âyetler sadece Nebi (a.s) a özel olarak salât'ı ikame etmesi için günün bazı zamanları değerlendirmesinden bahseder.Bunlar Hud süresi 114.âyet ve İsra süresi 78. ayettir.İlginç bir şekilde iki âyet de tekil formundaki "ekimissâlâte" "salât'ı ikâme et" kelimesi ile başlamaktadırlar.Bu da demek oluyor ki bu âyetler tamamen Nebi (aleyhisselam) a hitap etmektedir.O zaman burada şöyle bir soru doğuyor. Allah neden Nebi (a.s) a günün belli vakitlerinde "salât-ı ikâme etmesini" tavsiye ediyor? "Tesbih, Salat ve Vakit" yazılarını okumadan önce Allah Resülünün vahyin içinde nasıl bir yoğunlaşma yaşadığını bilmek çok önemlidir. Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarının rivayetler dininde yaşadıkları yoğunlaşmanın bin katı kadar vahyin merkezinde bir hayat yaşıyordu. Çünkü Mekke'de bütün yük onun sırtında idi. İşte bu yüzden tesbih ve salat'ı ikame ile ilgili emir ve tavsiyeler her zaman tekil formunda yani ona özel gelmiştir. Yani gece vakitlerinde Allah Resülüne özel bir motivasyon ve enerji sağlıyordu. Şii ve Sünni din adamları Nebi ve Resülün arasında bulunan farkları, Kur'an'daki kavramları, Mekke ve Medinenin şartlarını bilmedikleri için daha doğrusu Kur'an'a hakkıyla iman etmedikleri için bu gerçekleri anlamaktan uzak kalmışlardır. Yani Mekke'de vakit ayırma ihtiyacı salât'ı ikamenin içinde öncelikle bireysel olarak ortaya çıkan bir gerçektir.Bağlantınızın (salâtınızın) bir daha asla kopmamasını istediğiniz için öğrendiklerinizin üstüne koyarak ilerlemeye artık kesinlikle vakit ayırmak ihtiyacı hissedeceksiniz. "Salât'a kalktığınızda Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Ne zaman ki güvenliğinizden tatmin oldunuz artık salât'ı ikame edin. Çünkü salat'ın vakitlerini yazmak(tayin etmek) müminlerin üzerine belli bir görevdir" Yani onun vaktini belirlemek müminlerin üzerine düşen bir görevdir.((Nisa-103) Herhangi acil bir durum ve ihtiyaç hallerinde tayin edecekleri zamanlarda mescidlerde bir araya geleceklerdir. "innes saléte kénet alelmüminine kitében mevkuten" cümlesi, bunu apaçık olarak ortaya koymaktadır. Şii ve Sünni din adamları namaz ritüelinden dolayı âyetin son cümlesini tahrif etmişlerdir. "Sabredenler, sâdık olanlar yani gönülden boyun eğenler yani infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir"(Âli İmran-17)Bu ayetteki “seher vakitleri” ifadesi “Ey müminle! Hepiniz her sabah seher vaktinde af dileyin” anlamında değildir. Hûşû ile bağlantısını ayakta tutanların tesbihleri için örnek olarak gösterilen bir zaman dilimidir. Kesin bir emir ya da görev değil, ibret alınacak bir misaldir. Yalnız başına kalınabilecek ve rahatça tesbih edilebilecek ve Allah’tan af dilenebilecek çok özel bir zaman dilimidir. Uykusuz kaldığımız bir gecenin sabahında bile mutlaka kalkıp o saatte yapacağımız bir görev değildir. "Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir ümmet vardır ki; gece vaktinde ayakta durup Allah'ın âyetlerini tilâvet ederler yani secde ederler" (Âli İmran-113)Benzer bir durum burada da vardır. Gece vakti ayakta kalıp Allah’ın âyetlerini okuyup çözümlemek, üzerinde düşünmek ve tam bir kavrayışa ulaşmak için farkındalık sahibi olmaya çalışmak erdemli bir meziyettir. Salât'ı ikâme etmek (vahiy'le bağlantısını ayakta tutmak) isteyenler için örnek bir ahlak biçimidir. Gecenin sessizliğinde çalışmak, kavrama kolaylığı açısından çok faydalıdır. Ama her gece için emredilen mutlak bir vazife değil, örnek gösterilen bir emek ve yöntemdir. Fırsatı olanların ve kendine fırsat yaratanların zaten yapmak isteyeceği bir ders çalışma işidir."(Zekeriya) “Rabbim! Bana bir delil (âyet) kıl.” dedi. Senin âyetin, işaretleşme dışında, insanlarla üç gün konuşmamandır. Rabbini çokça zikret yani akşam sabah O’nu tesbih et"(Âli İmran-41)"Böylelikle (Zekeriya) mihraptan kavminin karşısına çıkıp onlara işaret etti: Sabah akşam tesbih edin"(Meryem-11)Sabah ve akşam olarak diğer tesbih âyetlerine uygun olarak da alınabilir, süreklilik ifadesi olarak da kabul edilebilir. Her iki şekilde de tesbih geçmektedir."Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar salâtı ikame et yani fecir Kur’an’ı (okumasını yap): Öyle ki fecir okuması müşahede edilebilirdir (görünürdür, şahit olunurdur).Gecenin bir kısmında sana özel ilave olarak onunla uyanık kal. Umulur ki Rabbin seni hamd edilecek bir makama (yere) ulaştırır"(İsra-78, 79) Buradaki vakitler yine sadece Nebi'ye özel olan Hud 114’de yazılı vakitlerin farklı bir üslupla yazılmış halidir. Âyette bulunan vakitler ve Hud 114’deki vakitler aynı vakitlerdir: Sabah, akşam ve gecenin bir kısmı."Kur'ânel-fecri" “Fecir okuması” tabirine gelecek olursak. Kur'an’da ne yazdığını anlamak gibi bir derdi olan ve o kitab'ı bir ikon ve fetiş yapmak için değil mesajı alıp doğruya ulaşmak üzere o kitab'ı okuyanların eminim ki birçok kere kulaklarının tırmalanıp takıldığı bir yerdir İsra 78. âyet. Ki bu âyeti, geleneksel meal yazarlarının hemen hepsi aynı biçimde çevirmişler. “Sabah namazı tanıklıdır” Hatta kimileri hızını alamamış ve “sabah namazına melekler şöyle şahit olurlar, böyle şahit olurlar” diyerek kelimeleri tahrif etmekle kalmayıp, olmayan kelimeleri de kitabın meâline eklemişler. Peki, neden böyle yapmışlar? Konunun hastalıklı yani mezhepsel bir saplantıyla namazla bağdaştırılıyor olmasıdır. Halbuki burada ikame edilmesi istenen salât, namaz değil yine bir tesbihtir. Nebi'yi ve arkadaşlarını Mekke'den çıkarma planları yapan veya kendi istedikleri kıvama getirmek isteyen müşriklere karşı yapılacak mücadelenin zihinsel hazırlığıdır. Âyetin önündeki ve arkasındaki âyetleri de okursanız bunu net olarak göreceksiniz. Nebi bu konuda sıkıntı çekiyor. Ne yapılması gerektiği üzerinde düşünüyor ve Allah’ın yardımını umuyor. Enine boyuna iyice düşünmeden karar vermek istemiyor. Buradaki tesbih bir hal tarzı çalışmasıdır. Kendi hayatımızda karşılaşabileceğimiz farklı konularda da ibret alınabilecek bir örnektir. Detaylandırılabilir ana mesaj kabaca şudur: “Başkaları tarafından başına bir sıkıntı getirildiğinde etraflıca düşünmeden hareket etme. Yol gösterici kitabın üzerinde çalış yoğunlaş. Konuyu analiz etmeye vakit ayır, sonra kararını ver ve yalnız Allah’a tevekkül et, sabırlı ol ve ümidini kesme. Oysa âyetlerin önüne ve arkasına bakmayanlar. O kadar sıkıntı içerisinde bulunan Nebi (a.s) ın başındaki belayı unutup hangi saatlerde nasıl namaz kılacağının ve kılacağı namaza meleklerin şahit olup olmayacağının derdine düştüğüne inanıyorlar. Hatta Şii ve Sünni din adamlarına kalsa Nebi (a.s) başında kılıç sallanırken bile namazını bozmayacağını ileri süreceklerini biliyoruz. Ama Kur'an’da böyle saçma sapan bir manzarayı göremezsiniz. Tam tersine tehlike anlarında salât'ın kısa tutulması gerektiği bile söylenir.Ayette geçen “fecr”in “sabah aydınlığı”, Kur'an’ın ise “okunan, okuma” anlamına geldiğini herkes bilir. “Meşhuden” ifadesi ise “görünen, görünür, görülebilir, tanık olunabilir, müşahede edilebilir” demektir. Yani âyette anlatılmak istenen şey, fecir’deki okumanın sadece dille değil, gözle ve gönülle de görülebilir bir okuma olduğudur. Okuyup düşünme işinin aydınlıktan dolayı kolaylaşmış olduğudur. Çünkü akşam alacakaranlığından gecenin kararmasına kadar ve gecenin bir bölümünde de konu üzerinde düşünen Nebi (a.s) ın osaatlerde fecir ile birlikte aydınlığa da kavuşmuş olması söz konusudur.Evet kelime “şâhit olunan” diye de çevrilebilir ama bu tanık olunma hali başkalarının gelip bize şâhit olması değildir. Şu halde onların söylediklerine rağmen sen sabırlı ol yani güneşin doğuşundan ve batışından önce ve geceden bir vakitte Rabbini hamd ile tesbih et yani böylece gündüzün taraflarında tesbihte bulun. Umulur ki razı olursun"(Tâhâ-130)Tâhâ 130. âyetteki vakitler, yine Hud 114; Rum 17, 18; Kaf 39,40 ve İsra 78-79’daki zaman dilimlerinin farklı cümlelerle aynısının ifadesidir ve yine vakitli salât değil tesbih içindir. Âyetlerin içinde bulunduğu sürelerin hepsi Mekke'de nazil olmuş ve tamamen Nebi (a.s) a özel olarak gelmişlerdir. Çünkü Mekke'de inen seksen küsür sürenin hiç bir tanesinde çoğul olarak "salât'ı ikame edin" diye bir emir yoktur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları tarafından "namaz vakitleri" olarak görülen âyetlerin hiç birinde vakit açısından müminleri ilgilendiren bir şey bulunmamaktadır. Yani müminlerin kendi aralarında istişare ile belirledikleri vakitler haricinde salâtın vakti diye bir şey yoktur.Ancak cuma salat'ı ve acil durumlar bundan müstesnadır. Yani şu gerçeği iyi anlamak gerekiyor. Mezhep imamları ve müctehidler tarafından Salât vakitleri olarak algılanan âyetler Nebi(a.s) özel olarak inmişlerdir. Ancak müminlerin de bu vakitleri değerlendirmelerinde hiç bir sakınca yoktur. Yeter ki büyük bir farz gibi telakki edilerek ümmeti de bundan sorumlu tutmasınlar. “Gündüzün tarafları” ifadesi bu vakitlerin gündüzün içinde olmadığından, etrafında (dışında) olduğundandır. Ön ve arka âyetlere bakıldığında yapılacak tesbihin de yine bağlamdaki sorunlar çerçevesinde olduğu görülür."(Allah’ın nuru) Allah'ın, onların yükseltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir. Onların içinde sabah akşam O'nu tesbih ederler"(Nur-36)Bu âyet toplu halde yapılan vakitli salât'a katılanların kendi evlerinde de süreklilik gösteren biçimde tesbih ettiğini gösteren bir âyettir. Bu salât cuma suresinde geçen ifadelere benzemektedir ve salât'ı ikame bağlamında açıklanıyor."(Onlar öyle) adamlar ki; ne ticaret yani ne alış-verişin onları Allah'ın zikrinden (Kur'an'dan) yani salât'ı ikame etmekten ve zekât'a (arınmaya) gelmekten alıkoymadığı kimselerdir. Onlar kalplerin ve bakışların altüst olacağı günden korkarlar"(Nur-37)Şimdi konu ile ilgili en önemli âyetlerden birine geldik."Ey iman edenler! Himayeniz altında olanlar yani sizden erginliğe ulaşmamış olanlar üç kez izin istesinler: Fecir salâtından önce, gün içinden (öğle vakti) elbiselerinizi çıkarttığınız vakit ve işa (akşam) salâtından sonra. Üçü de özel (avret vakitleri)dir. Bunların dışında size de onlara da bir günah yoktur. Yanınızda dolaşabilirler, birbirinizin yanında olabilirsiniz. İşte Allah, size âyetleri böyle beyan ediyor. Allah bilendir, hâkim olandır" (Nur-58)Meşhur üç vakit âyeti! Aslında burada üç değil iki vakit var. Konu da esasen vakit değil aile içi terbiye. Yani iki vakit de namazla veya vakitli salâtla ilgli değil, tesbihle ilgili yukarıda konuştuğumuz vakitler. Salât kelimesinin kullanılmasının bir nedeni de aile içinde sabah ve akşam ailece tesbihin yapılabilir olması (Nur- 36) da olabilir. Neticede fecir ve işa olarak burada geçen salâtlar sabah ve akşam tesbihleridir. Öğle elbiselerin çıkarılması vakti ise salâtla ilgili değil sıcak iklimde yaşanan yerel dinlenme saatleriyle ilgili bir zaman aralığıdır."Onlar, (Rahmanın kulları) Rablerine secde ederek ve kıyama durarak (ayakta kalarak)gecelerler"(Furkan-64) Vakit bağlamı yönünden tamamen hûşûyla ve gece tesbihiyle ilgili bir âyet olarak görünüyor."Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah'ı tesbih edin yani göklerde ve yerde hamd O'nundur, günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de"(Rum-17, 18)Aslında özel vakitler olmasından ziyade burada o özel zaman dilimlerinin de kati bir şart olmayıp şartlar içinde bir tavsiye olduğu açık olarak anlaşılıyor.Yine sabah ve akşam var. Tesbih var. Ama bu iki âyeti ilginç kılan başka bir durum daha var: "Günün sonu ve öğleye erdiğiniz vakit" Bu ikisinin gündüzün iki bölümü; yani öğleden akşama (günün sonu) ve sabahtan öğleye (öğleye erdiğiniz vakit) olma ihtimali kuvvetli görünüyor. Bu âyetteki kelime seçimleri de anlamlıdır: Genelde hamd ile tesbih birlikte kullanılan kelimelerdir. Rum on yedinci âyette tenzih anlamında bir tesbih geçerken, 18.âyette tesbih de değil sadece hamd geçiyor. Yani “gündüz meşguliyetleriniz olduğu için tesbih edemeseniz de günün her vakti zaten hamd Allah’adır” şeklinde anlamak uygun olacaktır. Aşağıdaki âyetlerde yine hem sabah ve akşam vakitlerini hem de tesbihin farklı içeriklerini gösteren ifadelere rastlıyoruz. "Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah ve akşam tesbih edin. O (Allah) ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât ediyor yani O, müminlere karşı Rahim'dir" (Ahzab-42, 43)"Şu halde sen sabret. Gerçekten Allah'ın vaadi haktır.(Ey Nebi!) Günahın için mağfiret dile, akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et" (Mümin-55)"Öyleyse sen, onların dediklerine karşılık sabret ve Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile tesbih et" (Kaf-39)Aşağıdaki âyette farklı bir tabir “secdelerin ardından” ifadesi geçmektedir. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin arkasından da O'nu tesbih et"(Kaf-40)“Secdelerin ardından” ifadesinin tesbihini “belli vakitlerle sınırlı tutmamak” anlamına yakın olduğunu anlamak gerekiyor. Gerek vakitli salâtlardan sonra gerekse bireysel tesbihlerin ardından gece ve gündüz bir uyarıcı olarak zihnen meşgul olunmaya devam edilmesi öngörülüyor. "Artık, Rabbinin hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, gözetimimizin altındasın yani her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et yani gecenin bir bölümünde ve yıldızlar kaybolurken O'nu tesbih et"(Tur-48, 49, )"Ey iman edenler! Cuma(toplanma) günü salât için nida edildiği zaman, Allah'ın zikrine (Kur'an'a) koşun yani alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" (Cuma-9)Kur'an’da üzerinde özellikle durulan vakitli salât işte budur. Müminler üzerinde ortak akıldan faydalanacakları bir beraberlik sorumluluğudur. Çağrıyla yapılan ve iman edenlerin katıldığı geniş bir ortak tesbih ve dayanışma faaliyetidir.Durumun bu olması ayrıca geniş kapsamlı başka salât yapılamaz demek değildir. Kur'an’da emredilen bu salâtın dışında elbette müminler kendi aralarında anlaşıp farklı gün ve saatlerde de emredilmediği halde toplu salât yapabilirler. Gece tesbihlerinde de bir araya gelebilirler. Gelmişlerdir de. Bunun önünde hiçbir bir engel yoktur."Doğrusu gece neşesi etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüzde, senin için uzun uğraşılar vardır" (Müzzemmil-6, 7)Bu âyet açık olarak gündüzün öğütlenen bir ders tesbihi vakti olmadığını, gündüzün dışındaki saatlerde o tip tesbih saatlerinin öğütlendiğini gösteriyor. Sebeplerini de açıklıyor. Elbette vakitli olan toplantı salâtı bunun dışında. Bunu da Cuma süresi ve bağlantılı âyetlerden anlıyoruz. Şimdi geldik daha önce de bahsettiğimiz Müzzemmil 20.âyete. Hud 114’de konuştuğumuz ve link verdiğini belirttiğim gecenin zülüfleri bu ayetle ilgiliydi."Şüphesiz ki Rabbin, senin ve beraberindeki bir grubun gecenin üçte ikisine yakın, yarısı veya üçte birinde ayakta olduğunu biliyor…" (Müzzemmil-20)Bu âyete tekrar döneceğiz. Ama önce Nebi önderliğinde salât'ı ikame eden bireylerin gelişim evrelerinden bu sure kapsamında bahsetmemiz gerekiyor. Müddessir ve Müzzemmil sürelerinde genelde her ikisi de benzer biçimde “örtüsüne/elbisesine bürünen” olarak tercüme edilen “Müddessir ” kelimesi ile bir sonraki surede geçen “Müzzemmil” kelimesinin yakın anlamlara sahip olmakla birlikte aralarında bir nüans vardır. Müzzemmil kelimesi daha çok “elbisesine bürünen” anlamına müddessir ise “örtünerek gizlenen” anlamına yakın duruyor. Yani birisinde kendi olağan kıyafetine bürünen bir kişi varken, diğerinde bir üst giysisi ya da üzerine aldığı ilave bir örtü söz konusudur. Ancak her iki kelimenin de benzeşimli bir deyim olduğunu göz önüne alırsak aradaki farkı daha net görüyoruz. Şöyle ki…Müzzemmil’den yani elbisesine bürünen kişiden kasıt, kendisini toplum içinde, daha doğrusu kalabalıklar içinde yalnızlığa terk etmiş olan, toplumdan farklı düşündüğü halde kendi kendine bu farklılığı yaşayıp toplumla bu yönde ilişki kurmayan ya da kuramayan bir kişi anlaşılır. Yani düşüncelerini kendi içinde yaşar. Müddessir ise bir adım daha geride durup gizlenmeyi seçendir. Müzzemmil’in tüm anlamlarını taşımakla beraber Müddessir deyiminden kasıt, kendisini toplumun içinde yalnız görmekle kalmamış elbisesinin üzerine bir de battaniye/zırh çeker gibi kendisini daha bir korumaya almış olan kişi anlaşılır. Yani düşüncelerinden dolayı yalnızlaşmış olan kişinin ilave olarak toplumdan kaçmaya başlaması, kendi gibi düşünmeyenlerin şerrinden korunma gayreti söz konusudur.Peki, bu fark niçin önemli diye sorabilirsiniz. Bunu surelerin diğer âyetlerinde göreceğiz. Müzzemmil aşamasında olan kişi henüz öğrenim aşamasının daha alt basamaklarındadır. Uyanmıştır ama daha okuyacağı, öğreneceği çok şey vardır. Fakat müddessir aşamasında olan kişi öğrendiklerinin ne kadar önemli olduğuna daha bir farkındalıkla hâkimdir ve bu yüzden toplumun tepkisinden iyiden iyiye çekinmeye başlamıştır.Kısacası Müzzemmil’de bir acemilik, bir kendi halindelik ve hamlık, müddessir’de ise ilerleyen fikri olgunluğun verdiği bir gizlenme refleksi ve “şimdi ben ne yapacağım” tereddüdü söz konusudur. Bu anlamlar sürelerde gelen sonraki âyetlerde mevcuttur. Müzzemmil süresinin ikinci ve daha sonra gelen âyetlerinde emredilenlerle Müddessir süresinin ikinci ve daha sonra gelen âyetlerinde emredilen şeylerin birbirinden farkı bunu net biçimde ortaya koyar. Müzzemmil süresi bireysel eğitime yöneltirken, Müddessir süresi ise öğrendiğini uygulamaya yönelten bir süredir."Az bir kısmı dışında geceleri kalk (ayakta ol). Yarısı kadar veya ondan az eksiği ya da fazlası kadar. Kuran’ı azar azar düşüne düşüne oku. Gerçekten senin üzerine oldukça ağır bir söz bırakacağız" (Müzzemmil-2/5)Gördüğümüz gibi Müzzemmil’de Resül bir eğitim sürecine sokuluyor. Bu kapsamda biz de elbette üzerimize düşen dersialıyoruz. Peki, müddessir olana Müddessir süresinde ne deniyor? "Kalk, artık uyar yani Rabbini yücelt. Elbiselerini temizle ve kötülüklerden uzaklaş" (Müddessir-2/5)Gördüğümüz gibi Müddessir’de Resül'e harekete geçmesi emrediliyor ve uygulama süreci başlıyor. Kur'an insanlara âyetlerini yaşatır ve kendisini tekrar tekrar ispat eder. Sırası gelen âyet, izdüşümlerini bir şekilde herkese gösterir. Şu kitabı hakkıyla yani güzel niyetle okumaya başlayan herkes Müzzemmil ve Müddessir aşamalarını ve benzer süreçleri üç aşağı beş yukarı her zaman yaşamaktadır.Tâbi ki anlamadan iman eden çoğunluğu kastetmiyorum.Müzzemmil süresinin ana konusu gece okuma, düşünme, akletme ve öğrenme üzerinedir. Gece okumalarının (tesbihlerinin) nasıl yapılması gerektiği üzere tavsiyeler içerir. Aynı zamanda gerçeğe uyanmakta olan kişiye çevresinin tepkilerine karşı mucadele azmi yani psikolojik bir destek verir.Peki gece neden o kadar önemlidir?"Doğrusu gece neşesi etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır"(Müzzemmil-6 Günümüzden örnek verecek olursak. Öğrencilerin, çeşitli sınavlara hazırlanmakta olan gençlerin, kitap okumayı alışkanlık haline getirenlerin, akademisyenlerin, fikir üzerine çalışanların, yazarların, araştırma yapanların çok iyi bilebileceği gibi gece fikri çalışma yapmak gündüze göre çok daha verimlidir. İşte her şeyi en ince detayına kadar bilen yüce Allah'ın âyette bize hatırlattığı şey tam da budur. Periyodik olarak gece Kuran okumaları yapan kişiler de bu gece gündüz ayrımını çok iyi bilirler.Maalesef bugün elimizde olan birçok mealin yazarının (istisnalar hariç) âyetlerin çevirilerini yaparken bağlam ve bütünlükten kopmakta olduğunu muşahede ediyoruz. Önce ve sonra gelen âyetleri, söylemlerinin aksine kâfi biçimde dikkate almadıklarını, âyetlerde geçen kelimelerin anlamı üzerinde yeterince düşünmediklerini, çoğunun böyle bir yeteneğinin olmadığını görüyoruz. Kelimeleri çevirirken genelde başkasının çevirilerinde kullandığı kelimeyi aynen kopyaladıklarını, elde mevcut kadim sözlüklerden yeterince faydalanmadıklarını, Kur'an’ın içinde aynı kelimenin ne kadar, nerede ve cümle içerisinde nasıl kullanıldığını göz ardı ettiklerini, geleneğin dayattığı kirli bilgilerle kelimeler üzerinde hiç düşünmeden bazı anlamları baştan doğru kabul ettiklerini, en kötüsü akıllarını kullanmaktan korktuklarını görüyoruz.Dolayısıyla Kur'an’ı Türkçe olarak okuyan kişiler bile zaman zaman okuduklarını anlamakta zorlanıyorlar. Adeta alakasız birkaç konu peş peşe veriliyor ya da aynı ayet içinde bile farklı konulardan bahsediliyor zannı uyanıyor. Oysa çoğu zaman âyetler gruplar halinde, kendini, öncesini, sonrasını açıklayıcı ifadelerle dolu. Ama okunanı parça parça eden anlayış âyetlerdeki kelimelerin, hep kafasındaki veya din atalarından gelen anlamlarınkarşılığını verdiğini zannediyor. Kelimelerin kendi zamanlarına ve coğrafyalarına izdüşeceği ihtimalini göremiyorlar. Aykırı söylem sahiplerini ise dini eğitim, dil ve usul bilmemekle karalıyor, gerçeğin ortaya çıkmasına engel oluyorlar.Oysa kitap ister Arapça olsun ister bir başka lisanda, onu ancak hakkıyla okuyanlar, ona teslim olanlar, ona gerçekten iman edenler anlayacaktır. Elbette boş konuşanlar çoktur ve hep olacaktır. Ama bak her zaman haktır. Akademik yetkinlik Allah’ın ilminin yansıması değil, beşerî ilmin kurumlarında verilen diplomadan ya da fırkasal sivil yolların kişisel ve taraflı icazetlerinden ibarettir. Akademisyenler de keşke bunu bilseler ve beşerî ilimle hür tefekkürü birleştirdikleri oranda önlerinde daha güzel çalışmalar ve çeviriler yapabilme imkânlarının serili olduğunu görebilseler.Şayet öyle yapsalardı “Geceleyin kalkmak, pek meşakkatlidir, fakat ibâdet için de gece, pek uygun.” ya da “Gece ibadeti” ya da “teheccüd namazına kalkmak” vesair sözde çeviriler yapmaz, gerçeğin üstünü örttüklerine yanarlardı. Ama maalesef iş bununla da kalmamış, bırakın meali düzgün yazmayı, o Kur'an’ı insanlara dini kurumlarda ve camilerde anlatmak da toplumun bilgi ve fikri yeterliliği açısından çoğu zaman ortalamanın bile altında olan kişilere bırakılmıştır.Peki, neden gündüz değil?"Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır" (Müzzemmil-7)Aslında çok kolay anlaşılır ve net cümleler bunlar. Düzgün çevrildiklerinde akademik bir eğitime asla muhtaç bırakmayan, herkesin anlayabileceği şeyler. Ancak Kur'an’ın dışında dayatılan öyle bir sanal yani iftira bir din var ki, bu basit şeyler bile gözden kaçırılıyor. Gece okumaları tanımlanırken gündüzün nelere ayrılabileceği de açıkça belirtiliyor. Yani kimsenin “gündüz işten güçten ibadet yapamıyorum” diye kendini kınamasına ve kaygılanmasına gerek yok. Çünkü bir önceki gece, az da olsa kolayına gelen miktarda Kur'an okuyup düşünen birisi, ertesi gün zaten kolay kolay Allah’ı unutarak iş yapmaz. Ama ne dediğini bilmeden geceleyin teheccüd namazı kılan kişinin, ertesi gün yaşadığı uğraşlarda Kur'an’a, Allah’ın verdiği ilme ve hikmete göre nasıl davranması gerektiğini hiç bir zaman bilmeyecektir. Ezan okunduğunda camiye gitse de yaptığı işi Allah’ın öğrettiği gibi yapacak yeterli bir bilgisi zaten yoktur. Alışveriş yaparken, işinde çalışırken, patronla ya da işçisiyle konuşurken, minibüse binerken, önünden insanlar geçerken aklına Allah ve Allah’ın öğrettiği şeylerin gelmesi mümkündeğildir. Çünkü kitabından haberi yoktur. İnsanlara ezilirken ya da kendisi başka insanları ezerken ne halde olduğunu düşünmez. Dua ederken kimden ne isteyeceğini bilemez. Allah’tan istediğini zannederken O'dan başkasının yardımını ister. Allah’a dua ettiğini zannederken ettiği duanın davacısı olmaz. Her işinde Allah’ın değil hep birisinin gelip onu kurtaracağını zanneder. En ufak bir sorunda bile psikolojik durumu altüst olur.Müzzemmil süresinde kişi okumaya, akletmeye ve düşünmeye sevk edilirken sadece fikren yalnızlaşan kişiye değil, onun diğer insanlara karşı, daha doğrusu uyanmayanlara ve gerçeği yalanlayanlara karşı nasıl davranacağına dair de öğütler vardır."Onların söylediklerine karşı sabret ve onlardan güzellikle ayrıl"(Müzzemmil-10)Buradaki “güzellikle ayrılış” veya “güzellikle ayrı gidiş” onlardan hayatın içinde fiziksel bir ayrılış değildir. Gerçeğe uyanan insanın ona bu yüzden düşman olanlardan fikren ve bu fikrin açtığı yol bakımından ayrı gitmesidir. Yoksa artık onlarla alışveriş yapmaması, konuşmaması, yaşam şartlarının gerektirdiği durumlarda onları yok sayması değildir. İstenen, tüm çabalara rağmen gerçeğe ikna olmayan bu kişilerin daha fazla ikna edilmeye çalışılmamasıdır. İlmi verenin Allah olduğunun unutulmamasıdır.Müzzemmil süresi benzer öğütlerle devam eder ve ardından surenin en uzun olan yukarıda konuştuğumuz son âyeti gelir ve tüm bunları anlayabilmenin okumaktan ve düşünüp akletmekten geçtiği hatırlatılır. Sürenin en başında öğütlenen “gece okuma”sına dair biliş ve çarpıcı açıklamalar yer alır. Lütfen üşenmeyin ve âyeti dikkatlice kelime kelime okumadan geçmeyin. "Şüphesiz ki Rabbin, senin ve beraberindeki bir tâifenin gecenin üçte ikisine yakın yani yarısı veya üçte birinde ayakta olduğunu biliyor. Gece ve gündüzü ölçü çerçevesinde düzenleyen Allah, sizin onu hesap edemeyeceğinizi ve bundan dolayı özrünüzü bilir. O halde kolayınıza gelen kadar okuyun/akledin. Allah sizden hastalar olduğunu, diğerleri içinde Allah’ın fazlını aramak için yeryüzünde dolaşanlar ve Allah’ın yolunda savaşanlar olduğunu da bilir. O halde ondan kolayınıza geldiği kadarını okuyun. Salât'ı (ikame edin) ayakta tutun yani zekât'a (arınmaya) gelin yani Allah’a güzel bir borç verin yani önceden hayır olarak ne takdim ederseniz Allah'ın indinde kendiniz için onu daha hayırlı ve daha azim bir mükafat olarak bulacaksınız yaniAllah’a istiğfar edin. Muhakkak ki Allah Ğafur'dur, Rahim'dir. Âyette geçen “hesap edemeyeceğinizi biliyor” denen şey nedir acaba? Sadece gece ve gündüzün ne kadarına bu okuma işinin ayrılacağı mı? Neden Allah bu kadar önem veriyor bu hesap işine acaba? Bana göre, burada hesap edilemeyecek olan şey, okumaktan gerçeğin hazzını alan ve bu hazla düşünen kişinin zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağıdır. Bu nedenle “sabahlara kadar okuyup tüm zamanınızı harcamayın” öğüdü vardır burada. Çünkü “gündüz uzun uğraşlarımız vardır” belirtisi de bu öğüdü daha önce tamamlayan bir ifadedir. Üzerimize bırakılan ağır sözün mesuliyet hissinin omuzumuzu çökertmesini Allah’ın istememesidir.“Kolayımıza geldiği kadar okumamızla” çok uzatmayıp gecenin uyku için ayıracağımız kısmının da olması gerektiğine dair şu kadar zamanı aşmasanız iyi olur şeklinde ince ve merhametli bir uyarı vardır burada. “Abartıp da kendinizi hırpalamayın” merhameti mevcuttur. Sabahın soğuğunda pazar yerinde tezgâh açacak olan, gün doğmadan fırına ekmeğini sürecek olan, poliklinik saatinde beş dakikalık muayene için sırada bekleyecek olanlar var. Öğrencilerine insan olduklarını unutmadan ders anlatacak öğretmenler, hastasının derdini çözmeyi kendi derdi gibi görecek doktorlar, merhametli hemşireler, emniyet sağladığı yeri kendi evi gibi koruyan güvenlikçiler, bir çok zorluğun içinde görev yapacak askerlerimiz ve polislerimiz, davasına yetişecek adaletli hukukçular, az da olsa halkına hizmet için idari makamına koşacak insanlar var. Ve daha niceleri… Emin olun ki, Allah hepsinin farkında.Çeşitli nedenlerle sizin gibi yapamadıkları için sizin gibi okuyamadıkları için kendisini suçlu hissedenlere bile lütufkâr bir haber uçuruluyor bu âyette. Dinin ve kitabın içine abartılı biçimde dalıp da hayatı ve an’ı es geçenler olmamalıyız. Tam aksine hayatımızı daha bir bilinçle, özgüvenle, şuurla ve erdemle yaşamalıyız. Üstelik daha çok bilmek yetmez, hayata uygulamak daha önemlidir. Uykusuz kalıp ertesi gün işinizde gücünüzde mecalsiz kalmayın diye bir izdüşümü var bu âyette. İsterseniz yukarıya dönüp âyeti bir kez daha okuyun. Bu merhametleri ve belki de benim gördüğümden daha fazla izdüşümünü siz göreceksiniz."Sabah, akşam Rabbinin adını zikret. Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve O'nu uzun tesbih et"(İnsan-23,24, 25, 26, 27)

5 Haziran 2022 Pazar

KABİR AZABI VAR MI? Kur'an'ın yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir. Kur'an'a göre dünya hayatındaki cezalandırma ve kıyametten sonra sadece ve sadece cehennem azabı vardır. Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz. "Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"(Râd- 34)"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"( Fussilet- 16)"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"(Kalem- 33)"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi..."( Zümer- 71)"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"(Mülk- 8)Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi. Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir."Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"( Casiye- 27, 28) Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil, "kıyametin kopacağı gün" hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"( Mutaffifin-4-5-6) Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik, cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve azap diye bir şey mevcut değildir. Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. (Teğabun- 7)Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir. Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur."Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir"( Mücadele-7)Yukarıdaki âyette hesap ve azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur. Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü yaptıkları onlara haber verilecektir..." buyrulmaktadır. Kur'an'ın yüzlerce âyetinde Yüce Allah insanları sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.Bu konuda âyetlerin gösterdiği önemli bir gerçek de "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"(Rum- 55)Eğer kabir azabı olsaydı, zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır. Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56. âyeti bunu ortaya koymaktadırHiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır. Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır. Hatta ben şunu iddia ediyorum. Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir. Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım. "Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"( Müminün- 15,16 )Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez. "...Sonunda Allah' da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü. Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."(Nahl, 26-27)Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra kiyamet gününe geçiş yapılmıştır. "Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"( Yunus- 45)Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür. "Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün...""İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"(Hud- 16)Yukarıdaki âyetlerde açık olarak görünüyor ki Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez. Dünya hayatından yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını başlatır.Şu soru çok önemlidir. Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur. Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir. "... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"( Bakara -175) Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi. (Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"( Zümer, 15- 16)Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir. Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir. Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır. Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir. Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz. Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur. Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52) Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi. Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir. Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek âyeti kerime şudur. "Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"(Mümin-46) Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir. "Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi. Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"(Hud, 96- 97- 98- 99) İkinci âyet şöyledir. "Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"( Kasas- 40- 41- 42) Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur. Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler. (Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir. Çünkü kiyamet saatini sura üflemenin başlangıcından, cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor. Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir. Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir. Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır. Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez. Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir. Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar. Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari, Müslim, Kâfi, Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(228.YAZİ)Mümin Süresi47-) Kâfirler ateşin içinde birbirleriyle huccetleşirken zayıf bırakılanlar, o kibirlik taslayanlara: Biz size tâbi olmuştuk. Şimdi ateşin bir payını bizden savabilir misiniz? derler. 48-) O kibirlik taslayanlar ise: Doğrusu hepimiz bunun (şirkin) içindeydik. Şüphe yok ki Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi, derler. 49-) Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! derler. 50-) Resulleriniz size beyyinelerle gelmediler mi? Onlar da: belê (evet), derler: O halde kendiniz dua edin, derler. Halbuki kâfirlerin yalvarması boşunadır.51-) Şüphesiz Resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hemde şahitlerin kıyam edeceği günde yardım ederiz. (Bu âyet kıyamet gününe kadar kitaba bağlı resulluğun devam edeceğini gösteriyor. Fakat vahiy alan yani Nübüvvet'e bağlı Resul asla gelmeyecektir. (Ahzab-40)Nebi Resulun gelmemesinin sebebi vahiy dininin yani İslam'ın Kur'an tarafından tamamlanmasından dolayıdır. (Mâide-3)52-) O gün zalimlere, özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Yani artık lânet onlarındır yani kötü yurt onlarındır! 53,54-) Andolsun ki biz Musa’ya hidayeti verdik yani İsrailoğullarına, beyin sahipleri için bir zikir ve hidayet rehberi olan kitab’ı miras bıraktık. 55-) (Ey Nebi!) Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vâdi gerçektir. Günahın için istiğfar et. Akşam sabah Rabbini hamd ile tesbîh et. (Kur'an'ın Nebi ve Resûl sisteminde istiğfar, Nebi ile ilgili bir durumdur. Çünkü Nübüvvet özel hayatla ilgili olduğu için Nebi Allah'a karşı hata yapar. Fakat Resul masum olduğu için onun istiğfar etmesi söz konusu olamaz. Çünkü Resulun görevi vahyi tebliğdir ve tebliğde asla ihanet etmez yani hata yapması mümkün değildir. İşte bundan dolayı Resulun istiğfar etmesi Kur'an'ın Nebi ve Resûl sistemine aykırıdır.) 56-) Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenler var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde, asla yetişemeyecekleri bir kibirlik hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, işiten ve görendir. 57-) Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler. 58-) Körle gören, iman edip yani salih ameller işleyenlerle kötülük yapanlar musavi olmaz. Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz! (Tezekkür, Kur'an'da var anlatılan yani âyetlerde var olan mücizeler, olağanüstü hadiseler, tevhid, güzel ahlak, öğüt, önerilen hayat sistemi ve ideal yaşantı ile ilgilidir.Yani tezekkürün konusu Kur'an ve içinde anlatılan konulardır.Çünkü Kur'an'ın kendisi zikir olduğu için, tezekkür, ondan üretim yapma emek ve çabasıdır.Tefekkür ise, göklerde ve yerde var olan yüce Allah'ın âyetleriyle ilgili bir durumdur.) 59-) Saat günü mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar. 60-) Yani Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadette büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir. 61-) İçinde sükun bulasınız diye geceyi, (mâişetiniz için de) gündüzü aydınlık kılan Allah’tır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı fazilet sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler. 62-) İşte O, her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl oluyor da (haktan) sökülüp ayrılıyorsunuz! 63-) Allah’ın âyetlerine karşı gelenler işte (haktan) böyle sökülüp ayrılıyorlar. 64-) Yeri sizin için karar yeri (yerleşim alanı), göğü de bir bina kılan, size süret verip de süretinizi en güzel bir şekilde yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandıran Allah’tır. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah, bütün bereketlerin kaynağıdır. 65-) O daima diri olandır; O’ndan başka ilâh yoktur. O halde muhlisinler (dini O'na özel kılarak) olarak O’na dua edin. Hamd (güç- kuvvet- kudret-övgü) âlemlerin Rabbi Allah’a özeldir. 66-) (Ey Nebi!) De ki: Bana Rabbimden apaçık beyyineler gelince, sizin Allah’ın dununda ibadet ettiklerinize ibadet etmem bana yasaklandı yani âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi. 67-) Sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan sonra sizi (ana rahminden) bir tıfıl olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlamanız -ki içinizden daha önce vefat edenler de vardır- ve belli bir ecele ulaşmanız için sizi yaşatan O’dur. Yani umulur ki aklınızı kullanırsınız. 68-) O, hem dirilten hem de öldürendir. O, herhangi bir işin olmasını dilediği zaman yalnız "Ol!" der, o da oluşmaya başlar. 69-) Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenlere bakmadın mı? Nasıl döndürülüyorlar? 70-) Onlar, kitab’ı (vahyi) yani onunla gönderdiğimiz Resullerimizi yalanlayanlardır. Onlar yakında (gerçeği) anlayacaklar! (Tekzib, yani yalanlama Kur'an'da Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan bir kavramdır. Tekzib, Nebi bağlamında geçmez. Tekzib, sözle değil, rivayetlerle, mezheplerle, inanç ve karakterlerle vahyi yalanlamadır. Yani inatla hakkı reddetme anlamına gelmektedir. Dolayısıyla tekzib dinsizlerden daha çok din adamları ile ilgili bir durumdur. Küfür, kibir, zulüm, fusuk, şirk, ilhâd da böyledir. Kur'an'ın hedefinde dinsiz imansızlar değil, atalar dinine bağlı müşrik kâfir din adamları vardır.) 71,72-) Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde, sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte tutuşturulacaklardır. 73,74-) Sonra onlara: Allah’ın dununda (yanında-yöresinde-astında) şirk koştuklarınız hani nerededir? denilecek. Onlar da: Bizden kayboldular, sanki biz önceleri hiçbir şeye dua etmiyorduk, (gibi bizi terkettiler) diyecekler. İşte kâfirler Allah'tan (vahiy'den) bu şekilde saptılar. 75-) Bu, sizin yeryüzünde haksız olarak (şirk dininizle) sevinmenizden yani aşırı derecede (vahye karşı) böbürlenmenizden ötürüdür. 76-) İçinde devamlı kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Mütekebbirlerin yeri ne kadar kötüdür! 77-) Onun için (ey Nebi!) sabret! Şüphesiz Allah’ın vâdi gerçektir. Onlara söz verdiğimizin (azabın) bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni daha önce vefat ettiririz. (Her halükarda) bize döneceklerdir. 78-) Andolsun, senden önce de Resuller gönderdik.Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını sana bildirmediklerimiz de var. Hiçbir Resul Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez. Allah’ın emri gelince de hak ile karar verilir yani işte o zaman bâtılı seçenler hüsrana uğrayacaklardır. 79-) Allah, ondan kimine binesiniz ve kiminden yiyesiniz diye sizin için hayvanları (bir nimet olarak) kılandır. 80-) Onlarda sizin için daha nice menfaatler vardır. Göğüslerdeki bir arzuya, onlara binerek ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız. 81-) Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi, Allah’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz? (Yukarıdaki âyette bulunan kelime "tunkirune"dir. Yani inkâr ile küfür birbirinden farklı anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla küfür kavramına inkâr ile meal verilmemesi gerekir.) 82-) Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha şiddetli (sağlam) idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla bir zenginlik sağlamamıştır. 83-) Resulleri onlara apaçık beyyineler getirince, onlar kendilerinde bulunan (beşeri) ilimle (rivayetlerle ve ictihadlarla) sevindiler. (Hakkı alaya aldılar). Fakat alaya aldıkları şey kendilerini kuşatıverdi. 84-) Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman: Tek olan Allah’a iman ettik yani O’na şirk koştuğumuz şeylere kâfir olduk, dediler. 85-) Fakat âfetimizi gördükleri zaman imanları kendilerine hiçbir menfaat sağlamayacaktır. Kulları hakkında süregelen Allah'ın sünneti (yasası) budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır.(Mümin Süresinin Sonu)

4 Haziran 2022 Cumartesi

HANGİ ŞERİAT?"Şeriat" kelimesi "ş-r-a" kökünden gelmekte olup türevleri ile birlikte Kur'an'ı Mübin'de dört yerde geçmektedir.Sözlükte ise "su yolu, herhangi bir su kaynağından su içmek ve almak için gidilen yol, büyük ve geniş cadde, suyun kaynağı" anlamlarına gelmektedir.Istılahta yani din dilinde ise, "Allah tarafından indirilen tevhid dini, hak din yolu, aydınlık ve ışık" gibi manalara gelmektedir. Milletler için itikadi ve ameli hükümler, emir ve yasaklar anlamına gelen "şeriat" bütün ilahi vahiy'lerde elçiler aracılığıyla gönderilen emir ve kuralların ortak adıdır.Şeriat, zannedildiği gibi, siyasal anlamda hukukla ilgili bir kavram değildir. Şeriat, aynen ibadet, takva, iman, ihlas, salât, ihsan gibi Kur'an'ın tümünü temsil eder.Şeriatın hukukla hiç bir bağlantısı yoktur. Şeriat için söylenen kanun ve hukuk iddiası büyük bir iftira ve açık bir yalandır. "Sonra da seni din konusunda bir "şeriat" sahibi kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma"(Casiye-18)Şeriat kelimesi, cemaat ve tarikatların en çok konuştukları, istismar ettikleri, tartışma konusu yaptıkları ve çeşitli spekülasyonlara sebep olan önemli bir kavramdır. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi yüce Allah'ın, Nebi (a.s) a emirlerinden birisi de kendisine indirilen vahyin yani şeriatın üzerinde sabırla durmasını ve ondan ayrı bir yola sapmamasıdır.O halde şeriat Allah tarafından elçilere indirilen yolun yani dinin bir diğer adıdır."Sana da, daha önceki kitab-ı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak kitab-ı gönderdik.Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma.( Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik..."(Mâide-48) Ben müslümanım diyen şuurlu ve aklı başında hiç kimsenin yüce Allah tarafından indirilen emirlere dolayısıyla şeriata karşı gelmesi düşünülemez. Hiç bir mü'min ve hanif Müslüman, Allah'ın eşsiz iradesine ve sonsuz hikmetine karşı gelmez. Fakat Allah elçilerinden sonra, din adamları tarafından her zaman şeriat yani hanif din dejenere olmuş,indirilen vahyin manası bozulmuş, hak dine batıl karışmış ve ilahi emirlerin bazıları metin bazıları da mana yönünden tahrif edildikleri de bir gerçektir. "Din ve hüküm olarak vahiy'den başka hiçbir kaynak yoktur..." (Yusuf- 40; Şura-10) Yani son vahye baktığımız zaman "dinin Allah tarafından indirildiğini ve daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy ile din, Allah tarafından tamamlandığını..."(Enam-115; Maide- 3)"Allah elçilerinin sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini..." (Maide- 99; Râd- 40; Nahl- 35)"Nebi (a.s) ın sadece vahye tabi olduğunu..."( En'am- 106; Yunus- 15, 109 ; Ahkaf- 9)"Allah elçilerinin sadece indirilen vahiy'le insanları uyardıklarını, (Enbiya-45; Kaf- 45; En'am-51; Araf- 62, 67, 68, 69) açık ve net olarak görüyoruz. Yani şeriat dediğimiz zaman aklımıza Allah'ın indirdiği vahiy ve hak dinden başka bir şey gelmemesi gerekir. Şu halde şeriat denildiğinde, Allah tarafından Resul misyonu ile Muhammed (as) a indirilen İslam dini kasdediliyorsa bunda bir sorun yoktur. Bu şeriat baştan sona kadar barış ve ilimdir, olduğu gibi hidayet ve rahmettir, hüküm ve hikmettir, akıl ve mantıktır, kurtuluş ve mutluluktur, cennet ve Allah'ın rızasıdır. Fakat "şeriat'"tan maksat Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace, Ebu Davud ve Nesai'nin uydurma ve yalan rivayetleri ile oluşturulan mezheplerin vahşi "şeriatı" ise orada biraz durun, bu "şeriat"a aklımız ve vicdanımız kapalıdır.Yani "şeriat'"tan maksat, Ahmed bin Hanbel'in, Malik Bin Enes'in, Muhammet bin İdris'in, Numan bin Sabit'in, Ebu Yusuf'un, İmam-ı Muhammed'in, İmam-ı Nevevi'nin, Evzai'nin iftira "şeriat"ı ise, peşkeş çekilecek bir aklımız ve zihnimiz mevcut değildir. İslam milletini aldatmaktan ve yalan söylemekten vazgeçin.Bu "şeriat"a ilmimiz ve irfanımız yol vermiyor.Sizin "şeriat" dediğiniz şeyi, yani Allah'ın indirdiği vahye karşı uydurulmuş rivayet ve iftiralarla, paralel, vahşi ve katliamcı "şeriat" nızı şuurumuz, kitabımız ve hikmetimiz reddediyor. Biz, Allah'ın indirmiş olduğu şeriat'tan başka bir "şeriat"ı kabul etmiyoruz.Kur'an ehli muvahhidler olarak mezheplerin karanlık "şeriat"ını reddediyoruz."Dinden döneni öldüren, zina edenleri recmeden, namaz kılmayanları tekfir edip ölüme mahkum eden, kertenkeleleri öldürmeyi sevap sayan, kara köpekler için ölüm fermanı çıkaran, insanların saçına ve sakalına karışan, kadın düşmanı olan, kargaları bile fasık olarak gören, ressamları cehennemin en alt tabakasına gönderen, sanat ve estetik düşmanı "şeriat'ı" şiddetle reddediyoruz.Biz, Kur'an ehli muvahhidler, tevhid ve güzel ahlakı, merhamet ve adaleti, akıl ve mantığı, tefekkür ve hürriyeti olmayan "şeriat"ın düşmanıyız. Siz hangi şeriattan söz ediyorsunuz?Allah'ın dostu, muvahhidlerin atası İbrahim'in hanif ve saf şeriat'ından mı?Yoksa şirk ve zulüm olan Firavun ve Nemrud'un "şeriat"ından mı?Tağutların ve iblislerin uydurma şeriat'ı mı? Allah elçilerinin uymak zorunda oldukları ilâhi şeriat'mı?İŞTE SİZE EVRENSEL ŞERİAT İLKELERİ"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh'a tavsiye ettiğini(Ey Resul! ) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.Fakat kendilerini çağırdığın bu (tevhid-islam) dini müşriklere ağır gelir. Allah dilediğini kendisine Resul seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir"( Şura-13)"Ey iman edenler! Allah'tan ona yaraşır bir şekilde sorumluluk bilincine sahip olun ve ancak kendisine (Kur'an'a) teslim olarak can verin."Hep birlikte Allah'ın himayasine (Kur'an'a) sığının; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, günüllerinizi (vahiy'le) birleştirmişti ve O'nun (İslam) nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır"(Âli İmran-102,103,104,105) "Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; ona hiçbir şeyi şirk koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da (yanında, yöresinde, berisinde) kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman şahit olun ki biz sadece Allah'a (Kur'an'a) teslim olanlardanız, deyiniz"( Âli İmran-64)"İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan hanif (her türlü şirkten temiz) bir Müslüman idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran-67)Güncelleme açısından yukarıdaki âyette bulunan "İbrahim" kelimesinin yerine "Muhammed" "Yahudi" kelimesinin yerine "Şii" "Hristiyan" kelimesinin yerine de "Sünni" kelimesini koyarak okumak gerekiyor. Yoksa Kur'an okumamızın bir anlamı olmaz.

KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(227.YAZI)Mümin Süresi23,24-) Andolsun ki biz Musa’yı âyetlerimizle ve apaçık sultanla, Firavun, Hâmân ve Karun’a gönderdik. Onlar: Bu, çok yalancı bir sihirbazdır! dediler. (Firavun, devleti, hâman bürokrasiyi, Karun sermayeyi temsil etmektedir. Aslında devletin din adamı ayağı da mevcuttur. Fakat Firavun kendini rab ve ilâh olarak kabul ettiği için, din adamı ayağını da kendi uhdesine almıştı.) 25-) İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları diri bırakın! dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar. 26-) Firavun: Beni bırakın, dedi. Musa’yı öldüreceğim; Rabbine dua etsin! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yerde fesad çıkaracağından korkuyorum.Kıraat Farklılığı(Yukarıdaki âyette bulunan "ev en yuzhira fil'ardilfesêd" "yahut yerde fasad çıkaracağından korkuyorum" kelimesi, "ve yuzhira fil'ardilfesêd" "ve yerde fesad çıkaracağından korkuyorum" olarak da okunmuştur. Bu okuyuşa göre âyetin manası şöyle oluyor."Firavun: Beni bırakın, dedi. Musa'yı öldüreceğim; Rabbine dua etsin! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden ve yerde fesad çıkaracağından korkuyorum.Birinci okuyuşta Firavun, Musa (a.s) ı bir suçla itham ederken, ikinci okuyuşta iki suçla itham etmektedir. Fakat ikinci okuyuşta bulunan "vav" edatı yani anlamına gelecek olursa, bu sefer mana şöyle oluyor."... dininizi değiştireceğinden yani yerde fesad çıkaracağından korkuyorum"27-) Musa da: Ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım, dedi. 28-) Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen mümin bir adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah’tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık beyyinelerle gelmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir. Eğer sadık ise, sizi tehdit ettiğinin bir kısmı olsun gelip size isâbet eder. Şüphesiz Allah, müsrif olanı ve yalancı kimseyi hidayete ulaştırmaz. 29-) Ey kavmim! Bugün, yerde zâhiri olarak (görünüşte) mülk (saltanat) sizindir. Ama Allah’ın felaketi bize gelirse, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi öngörümü gösteriyorum yani sizi sadece reşad yoluna hidayet ediyorum, dedi. 30,31-) İman etmiş olan dedi ki: "Ey kavmim! Doğrusu ben sizin için, Nuh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin misâli gibi, (Resulleri yalanlayan) hiziplerin başlarına gelen (azap) gününden korkuyorum. Yoksa Allah, kullara asla zulüm dileyecek değildir."32,33-) "Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağrışıp çağrışma gününden, arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Allah’tan (O’nun azabından) sığınacağınız kimse yoktur. Kim Allah'tan (vahiy'den) saparsa, artık onun hidayet edicisi yoktur." 34-) Andolsun ki, (Musa’dan) önce Yusuf da size açık beyyinelerle gelmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o helâk olunca (vefat edince) "Allah ondan sonra Resul göndermez" dediniz. İşte Allah o müsrif şüphecileri böyle saptırır. 35-) Kendilerine gelmiş hiçbir sultan (delil) olmadığı halde Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenler gerek Allah'ın indinde, gerekse iman edenlerin indinde (bu ahlak ve karkterleri) büyük bir nefretle karşılanır. Allah, mütekebbir her zorbanın kalbini işte böyle mühürler. (Yukarıdaki âyette Kur'an'ı insanlara tebliğ eden müminler için büyük bir onur ve müjde vardır. Yani iman edenlerin kâfir müşriklere karşı kin ve düşmanlık beslemelerinin altında yüce Allah'ın ahlakının var olduğunu görüyoruz. Yoksa iman edenler, Kur'an'ı dinde tek kaynak kabul etmeyen müşriklere karşı niye bu kadar kin besleyip düşman olsunlar?Yani âyette bulunan "iman edenlerin indinde de bu durumları büyük bir nefretle karşılanır" cümlesi hem çok önemlidir hemde çok değerlidir.)36,37-) Firavun: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki (göklerin) yollarına erişirim de Musa’nın ilahına muttalî olurum! Doğrusu ben onun, yalancı olduğunu zannediyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü ameli süslü gösterildi yani yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı. (Âyette bulunan "ve sudde anis-sebil" "yani yoldan saptırıldı" kelimesi, "ve sadde anis-sebil" "yani yoldan saptı" olarak okunmuştur. Bu kıraat daha doğrudur.) 38-) O iman eden kimse: Ey kavmim! dedi, siz bana tâbi olun, sizi reşad yoluna hidayet edeyim. 39-) Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir yararlanmadır. Ama ahiret, gerçekten karar kılınacak yurttur. 40-) Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mümin olarak salih bir amel işlerse, işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık sunulacaktır. 41-) Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. 42-) Siz beni, Allah’a kâfir olmaya yani hiç tanımadığım nesneleri O’na şirk koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi, azîz ve Ğaffâr olan Allah’a davet ediyorum. 43-) Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah’adır. Yani o müsrif olanlar ateş ehlinin ta kendileridir. 44-) Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını çok iyi görendir. (Yukarıdaki âyetlere dikkatli bir şekilde bakıldığında iman eden kişinin Musa (a.s) dan başkasının olmadığını görüyoruz. Bu sözleri Nebi ve Resûlden başka kimse söyleyemez. 38.âyette bulunan "bana tâbi olun sizi reşad yoluna hidayet edeyim" cümlesini, Resûlden başka hiç kimse için câiz olmaz. Özellikle aşağıdaki âyet bunun en büyük delilidir.) 45-) Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden onu korudu, Firavun’un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi. 46-) Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Yani saatin kalkacağı gün: Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun (denilecek)! KABİR AZABI VAR MI? Kur'an'ın yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir. Kur'an'a göre dünya hayatındaki cezalandırma ve kıyametten sonra sadece ve sadece cehennem azabı vardır. Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz. "Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"(Râd- 34)"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"( Fussilet- 16)"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"(Kalem- 33)"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi..."( Zümer- 71)"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"(Mülk- 8)Yukarıdaki âyetlere göre eğer âhiretteki ateş azabı ve cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi. Âyetlerde sadece ateş azabı ve cehennem azabından söz edilmektedir."Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"( Casiye- 27, 28) Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil, "kıyametin kopacağı gün" hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"( Mutaffifin-4-5-6) Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik, cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve azap diye bir şey mevcut değildir. Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. (Teğabun- 7)Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir. Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur."Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir"( Mücadele-7)Yukarıdaki âyette hesap ve azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur. Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü yaptıkları onlara haber verilecektir..." buyrulmaktadır. Kur'an'ın yüzlerce âyetinde Yüce Allah insanları sadece âhiretteki ateş azabı ve cehennem azabından sakındırmaktadır.Bu konuda âyetlerin gösterdiği önemli bir gerçek de "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"(Rum- 55)Eğer kabir azabı olsaydı, zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır. Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56. âyeti bunu ortaya koymaktadırHiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır. Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır. Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım. "Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"( Müminün- 15,16 )Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez. "...Sonunda Allah' da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü. Bu azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."(Nahl, 26-27)Yukarıdaki âyette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra kiyamet gününe geçiş yapılmıştır. "Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"(Yunus- 45)Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür. "Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün...""İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"(Hud- 16)Yukarıdaki âyetlerde açık olarak görünüyor ki Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez. Dünya hayatından yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını başlatır.Şu soru çok önemlidir.Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur? Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir. "... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"( Bakara -175) Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi. (Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"(Zümer, 15- 16)Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir. Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir. Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır. Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir. Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz. Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur. Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52) Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi. Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir. Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek delil yukarıdaki âyettir. "Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Yani saatin kalkacağı gün Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun denilecek"(Mümin-46) Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir. "Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi. Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"(Hud, 96- 97- 98- 99) İkinci âyet şöyledir. "Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"( Kasas- 40- 41- 42) Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur. Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler. (Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir. Çünkü kiyamet saatini sura üflemenin başlangıcından, cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor. Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir. Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir. Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez. Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.Çünkü dinde Kur'an yüce Allah'ı temsil eder. Kur'an'ı başka kitaplarla yarışmaya sokmak tartışmasız küfürdür.Birinci derecede kaynak Kur'an, ikinci derecede kaynak Buhari, Müslim, Tirmizi, Kâfi, Ebu Davud, Nese'i, Ahmet bin Hanbel, Mâlik bin Enes, İbni Mace dediğiniz anda bu şirk ve küfür olur. Kur'an'ı beşeri kaynaklarla dereceye sokamazsınız.Kur'an dışında bütün kaynaklar tartışmaya açıktır. Tevhid, dinde vahyin egemenliği demektir. Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir. Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar. Ehli Sünnet ve Şia'nın kaynakları asla Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.

BİR MEZHEBE BAĞLI OLMAK ŞART MIDIR? (6. YAZI)Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman etmemek ve sadece Kur'an'a tâbi olmak kişinin kendisine kolay geleni alıp sadece onunla amel etmesi caiz olur.Din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur.İnsanın kendisi için en kolay olan bir yoldan yürüme hakkı vardır.Yeter ki Kur'an'a aykırı olmasın.Din kolaylıktır.İnsanları amel bakımından zora koşmaz.Onları altından kalkamayacakları yükü yüklemez. "...Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez..." (Bakara-185)" Allah size herhangi bir bir güçlük çıkarmak istemez" (Maide- 6)Salat'ı ikâme etmek için su bulunmadığı zaman teyemmüm, (herhangi bir şeyle temizlik) yolculukta ve hastalıkta şehri Ramazan savmının terk edilmesi gibi uygulamalar ameli konularda kolaylık ilkesini insanlara göstermek açısından ortaya konmuştur. Kur'an ilminde hükmün delilini bilmeyen ve böylece avamdan sayılan kimseye gerekli olan, Kur'an'ı bilen ve ondan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen birisinin görüşüne tâbi olmaktır.Ehli Sünnet ve Şia mezhebinin kaynakları ve içtihatları hurafe, yalan, iftira ve zorluklarla doludur.Kuran'a, akıl ve tefekküre, güzel ahlak ve sorgulamaya aykırı olan bu uydurma ictihadlara uymak caiz değildir.Çünkü Allah Resulü'nün görevi, dinde ve yaşam alanında olan zorlukları, uydurma ve yalanları, hurafe ve cehaleti kaldırmaktır."Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları ümmi Nebi olan Resul'e uyanlar var ya, işte o Resul onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir"O Resul'e iman edip, ona saygı gösteren yani ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nura (Kur'an'a) tâbi olanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır"(Araf- 157)Toplum, tamamen uydurma, Resul (a.s) adına iftira ve büyük çoğunluğu Allah'ın kitabına aykırı bölücü ve ayrıştırıcı mezhep ictihatlarından değil, Kur'an'dan hesaba çekileceğini bilmelidir.Yani hiçbir meselede ve hadisede belirli bir mezhebe tabi olmak caiz değildirİnsan için, itikâdi doğruluğu sabit olan âlimlerden dilediğini taklit etme ve dilediği Kur'an âliminin görüşü ile amel etme hakkı vardır.Kişinin bulunduğu görüş ve ictihattan başka bir görüş ve ictihada geçmesi kınanacak bir şey değildir.Aksine bu hareket tarzı tefekkür etme, sorgulama yapma, aklı kullanma ve bir erdemdir.Çünkü yüce Allah'ın vahiyle gerekli kıldığı şeyden başka hiçbir şey farz olmaz.Sonuç Olarak:Şia ve Ehl-i Sünnette en çok istismar edilen ve rant aracı olarak kullanılan şey dindir! Şii ve Sünni din adamlarının akıl ve zihin dünyaları problemlidir.Mezhep imamlarının ve muhaddislerinin inanç ve ahlak yapısı proproblemlidir. Toplum olarak yüzyıllardan beri bu problemlerin faturasını malımız ve mülkümüz, canımız ve kanımızla çok ağır olarak ödüyoruz. Bu problemli akılsız kafa, önce birini ilahlaştırıyor, sonra da gidip onun ürettiği şirk bataklığında kendisini ona boğduruyor.Bu akılsız mukallit kafa, çok tehlikeli bir kafadır! Bu kafa çağlar öncesinde kalmış yobaz bir kafadır. Bu kafa, şizofrenik bir kafadır! Bin üç yüz yıl öncesinin anlayışıyla bugünü yaşamaya çalışan medeniyetsiz ve merhametsiz blr kafadır.Bu çağdışı ve akılsız inanç malzemesiyle hayırlı bir icat ortaya koyamazsınız.Kur'an sayesinde ya hayırlı ve medeni bir ümmet olacaksınız ya da cehenneme odun olmak için yaşayan bir toplum.Aslında mesele bu kadar basittir.Yani dünya hayatında cehennemin mutfağına insanları mahkum eden bir din, âhirette onları nasıl cennete götürsün? Şiilik ve Sünnilik dininde Kur'an'ın zerresi, aklın "a" sı, tefekkür etmenin "t" si yoktur.Allah'ın rahmet ve sünneti gereğince "gavur" ve "cehennemlik" olarak gördükleri batı, ürettiği akıl ve teknolojiyi bize satıyor da, onu alıp rahat ediyoruz. Satmasa hepten birbirimizi yiyeceğiz. Resül (Kur'an) Allah'a ve selamet yurdu olan cennete davet ederken, Mezhepler şeytanlara ve cehenneme dâvet ederler.Bin yıl öncesinde yaşayıp ölen mezhep imamına, müctehidine itaat etmek ve tâbi olmak put perestliğin daniskasıdır.Yirmi birinci asırda biyolojik yönden akılsızların "evliyadır" diye, milyonların peşlerinden koşup gittiği, "bizim halimiz ne olacak?" diye de soran akıllılarımız! var.Batı dünyasını sömürgeci diye eleştirip duruyoruz! Esas sömürgeci vatandaşının dinini ve imanını, dünyasını ve âhiretini insafsızca sömürendir.Dini rant ve çıkarına alet edendir.Allah ile insanları aldatan, gözü dünya hayatından başka bir şey görmeyendir.Batı kendi insanını sömürmüyor. Biz ise binbir yalan ve dolanla kendi insanımızı aklen ve zihnen sömürüyoruz.Kur'an'a göre gerçek ihanet budur.(Enfal-27)Adam ilahiyat profu! olmuş yaptığı tek iş muhafazakar kanallarda milyonlarca insana çağlar öncesinin akıl almaz hurafe ve yalanlarını anlatmak.Adam prof olmuş ama hâlâ bin yıl öncesinin mağara hayatının faziletini anlatıyor.Kur'an üzerinde bütünsel bir çalışma yapmadığımız, Nebi ve Resülün hangi anlama geldiğini bilmediğimiz, vahyin kavramlarını çözmediğimiz, daha açık bir ifadeyle, Kur'anin hedefi nedir, ahlakı nasıldır, sorularına cevap bulmadığımız sürece, bin üç yüz yıl öncesinin beyni çürümüş fosillerine mahkum yaşarız.Uydurma dine karşı Kur'an ile aklımızın çapını genişletmeden mezheplerin karanlığından dışarıya çıkamayız.Ehl-i Sünnet ve Şia din adamları Kur'an'a düşman oldukları gibi, akla da düşmandırlar, halbuki batı'da aklın kullanılması ile ilgili yüzlerce eser vardır.Şunu kafamıza iyice yerleştirelim! Yirmi birinci yüzyılda mezhepsel dünya ve medeniyet diye bir şey olmayacaktır.Gelecek çağlar, akıl ve bilim eksenli düşünme çağı olacaktır. Bu çağda olduğu gibi, bundan sonraki çağlarda da mezhep tapıcılığı devam edecektir.Fakat hükmetmenin ve medeniyetin yolu akılcılıktan ve bilimsel düşünmekten geçecektir.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(226. YAZI)Mümin Süresi 85 Âyet olup Mekke'de inmiştir.Rahman Rahim Allah'ın Adıyla1-) Hâ. Mîm. 2,3-) Bu kitap Aziz, Alim, günahı mağfiret eden, tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli, geniş imkan (güç ve kuvvet) sahibi Allah tarafından indirilmiştir. O’ndan başka ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır. 4-) Kâfirler olanlardan başkası, Allah’ın âyetleri hakkında mücadele etmez. Onların beldelerde (refah içinde) gezip dolaşması seni aldatmasın.(Âyet mezhep tapıcıları ile ilgilidir. Her ne zaman onlara Kur'an okunsa, atalarından kendilerine gelen rivayetleri savunur. Dinde Kur'an'ın tek kaynak olduğunu kabul etmez, beşeri yalanlarla dinlerini müdafaa eder ve hakka karşı tüm güçleriyle mücadele ederler.) 5-) Onlardan önce Nuh kavmi ve bunlardan sonraki topluluklar da (vahyi) engellemeye, her ümmet kendi Resul'unu almaya yeltenmişti. Hakkı yok etmek için batılla (atalarının dini olan rivayetlerle vahye karşı) mücadele etmişlerdi. Bunun üzerine ben onları aldım. Cezalandırmamın nasılmış (gördüler!) 6-) Kâfirlerin ateş ashabı olduklarına dair Rabbinin sözü işte bu şekilde gerçek oldu. 7-) Arş’ı yüklenen yani onun çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler yani O’na iman ederler. Ve Müminlere istiğfar ederler: Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeye geniş gelmiştir. O halde tevbe eden ve senin yoluna tâbi olanları mağfiret et yani onları cehennem azabından koru! (Arşı yüklenenlerin müminlere istiğfar etmelerini şu şekilde anlamak gerekiyor.Yüce Allah müminlerden nasıl razı olmuş ve onları sevmiş ise, yağmur, su, rüzgar, fırtına, kasırga, deniz, madenler, bitkiler ve ormanlar gibi yüce Allah'ın yasaları olan melekler de lisanı halleriyle müminlere istiğfar ederler yani yüce Allah'ın bir kulu ve askeri olarak onların akılları emrinde hareket eder, onların sayesinde geniş imkanlar elde ederek medeniyet kurar, refah ve huzur içinde yaşarlar. Yüce Allah kimi severse, yerde ve göklerde yarattığı her şey de onu sever yani psikolojik bir rahatlama ve müreffeh bir hayatın içinde olur. Yüce Allah'ın müminlere destek verdiği en büyük gücü yani yasası yani meleği indirmiş olduğu vahiy'dir.Aşağıdaki âyetler, müminlerin, meleklerin (yağmur-ruzgar- fırtına- kasırga- güneş enerjisi ve diğerlerinin) lânetine değil, rahmet ve mağfiretine mazhar olduklarını göstermektedir. Yüce "Allah, iman edip salih ameller işleyenlere karşı eşyanın tümünde bir sevgi ve kabullenme meydana getirir" (Meryem-96)8-) Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vâdettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin! 9-) Bir de onları, kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Yani bu azim bir başarıdır. 10-) Kâfir olanlara şöyle nida edilir: Allah’ın (size karşı olan) nefreti, sizin kendi nefislerinizde (vahye karşı) taşıdığınız nefretinizden elbette daha büyüktür. Zira siz (vahye) imana davet ediliyor, fakat kâfir oluyordunuz. 11-) Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır? derler. (Âyette bulunan iki ölüm ve iki dirilmeden maksat, geçici ölüm olan uyku ve ondan dirilme (Zümer-41) dünya hayatından intikal etme olan yani gerçek ölüm ve yeniden dirilmedir. Yoksa İslam dini reenkarnasyon diye bir şeyi kabul etmez.)12-) (Onlara denir ki:) İşte bunun sebebi şudur: Yalnız Allah'a (Kur'an'a) dâvet olunduğu zaman kâfir oluyordunuz. O’na şirk koşulunca (hemen) iman ediyordunuz. Artık hüküm, yüce ve büyük olan Allah’ındır. (Yukarıdaki âyet, rivayetlere ve mezheplere iman edenlerin nasıl bir şirk içinde olduklarını apaçık bir şekilde ortaya koyuyor.) 13-) Size âyetlerini gösteren yani sizin için gökten rızık indiren O’dur. (ön yargısız Kur'an'a) yönelenden başkası tezekkür etmez. 14-) (Ey müminler!) Kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah'a karşı muhlis olarak dua edin!(İhlas, dini Allah'a özel kılmak, muhlis ise, dini Allah'a özel kılan kişi demektir. Muhlis olmayanın yani dini Allah'a özel kılmayanın hiç bir ibadeti kabul olmaz. Yani rivayetlere ve mezhep ictihatlarına iman edenlerin Allah'ın indinde hiç bir değerleri yoktur. Çünkü ameller vahiy'le yani ihlâsla yani dini Allah'a özel kılmakla değer kazanırlar.) 15-) Dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi olan Allah, kavuşma günüyle uyarmak için kullarından dilediğine emri (yasası) gereği ruhu (Kur'an'ı) indirir. (Yukarıdaki âyet Nebi'lere vahiy göndermekle ilgili olduğu için "alé men yeşêu min ibêdihi" "kullarından dilediğine" oluyor. Çünkü Resul seçimi yüce Allah'ın seçimine bağlı bir durumdur.Nahl-2 ve Şûra-52 âyetlerde de benzer mesajlar mevcuttur.)16-) O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır. 17-) Bugün her nefse kazandığının karşılığı verilir. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir. 18-) Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken kalpler ağızlara gelmiştir. (O gün) zalimler için candan bir dost ve itaat edilecek (sözü dinlenecek) bir şefaatçı yoktur. 19-) Allah, gözlerin hain bakışını yani göğüslerin gizlediğini bilir. 20-) Allah, adaletle karar verir. O’nun dununda dua ettikleri ise, hiçbir şeye karar veremezler. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten ve görendir. (Yani Allah tek olduğu için, sözü, emri, hükmü, kararı bellidir, başı ve sonu vardır yani her şey açık ve nettir. Fakat rivayet ve mezhep şirkinin onlarca ilâh ve rableri vardır. Dolayısıyla hiçbir şey açık ve net değildir. İnançlar ve fikirler muhteliftir.)21-) Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğunu görsünler! Onlar, kuvvet ve yerde yaptıkları eserler yönünden bunlardan daha da şiddetli idiler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın gazabından koruyan da olmadı.(Gerçekten de, Mısır medeniyeti ve eserleri yanında Mekke bir hiçtir, sözü bile edilmez.)22-) Bunun sebebi, Resulleri kendilerine beyyinelerle geldikleri halde, kâfir oldular. Allah da kendilerini tutup yakalayıverdi. Doğrusu O, kuvvetlidir; azabı da şiddetli olandır.

2 Haziran 2022 Perşembe

KUR'AN'DA SALÂT(3.YAZI)Bir âyet dizisine daha bakalım."Siz kitab'ı tilavet ettiğiniz halde kendinizi unutup başkalarına erdemli olmayı mı emrediyorsunuz? Aklınızı kullanmaz mısınız! Yani sabır ve salât ile yardım dileyin. Huşu duyanlar dışında kalanlara çok ağır gelir"(Bakara- 44,45)Burada yüce Allah insanlara anlaşılır bir şekilde buyuruyor ki: Siz kitab'ı okuduğunuz halde, kitab'ın emirlerini okuduğunuz halde kendinizi unutup başkalarına erdemli olmayı tavsiye mi ediyorsunuz?Sabırla yani kitab'ın içindeki emirleri takip etmekle ona tâbi olmakla yardım dileyin""Kendilerine, "elinizi çekin yani salât'ı ikâme edin "Allah'ın emirlerini takip edin" denilen kimseleri görmedin mi? Sonra savaş onların üzerine yazılınca içlerinden bir fırka Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla insanlardan korkuyorlar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın, bizi yakın bir süreye kadar geri bıraksan olmaz mıydı?" diyorlar.(Nisa-77)Burada bir anahtar kelime görüyoruz "yazılmak" yani Allah onlara belli bir işi yapmaları için emir verdi. Dolayısıyla onlara salât'ı emretti. Onlara her ne emredildiyse, ona tâbi olmalarını emretti.Hud süresi 84- 87. âyetlere bir göz atalım.(Şuayb) dedi ki: Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın..." "Ey kavmim! Ölçüye ve tartıya adaletle vefa gösterin yani insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde bozgunculuk yaparak başkalarına zarar vermeyin. Kavmi ise, "ey Şuayb! Atalarımızın ibadet ettikleri şeylerden yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana salât'ın (tabi olduğun vahiy, din) mı emrediyor?" yani Şuayb, onlara ilahi emirleri getirdi. Ve kavmi ona: Senin salât'ın mı, senin tabi olduğun din mi bunu emrediyor? diyorlar. Burada anlatılan namaz değil, yani bir ritüel değildir.Burada açıkça bahsedilen, Şuayb (a.s) ın sıkı sıkıya bağlı olduğu ilahi emirlerin tümüdür.Son üç âyetimizden biri olan Şura 38. âyette: Onlar, Rablerinin dâvetine icâbet eden yani salât'ı ikâme edenlerdir. Yani (dünya) işlerini aralarında şura ile (danışarak) yapanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edenlerdir"Burada açıkça görülüyor ki Allah'ın davetine cevap demek, onun emirlerinin hepsini yakından takip etmektir. Mâide- 91. Âyet: Şeytan ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak yani Allah'ın zikrinden yani salâttan (yakın takip etmekten) sizleri alıkoymak ister" Tekrardan söylüyorum, bu âyetler bir çeşit ritüelden bahsetmiyor. Bu âyetler, Allah'ın tüm emirlerini takip etmekten yani istisnasız onlara itaat ve ittibâdan bahsediyor. Tevbe- 5. ayet: Haram aylar geçtiğinde müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün. Eğer tevbe eder yani salât'ı ikâme ederlerse yani zekâta (arınmaya)gelirlerse onların yollarını bırakın" Bu âyet, bir ritüele başlayan müşrikleri anlatmıyor. Basit bir şekilde Kur'an'da anlatılan Allah'ın emirlerine saygı duyan ve onları takip eden yani tevhid dinini kabul eden birinin durumunu anlatıyor. Evet arkadaşlar, az önce salât kelimesinin anlamının Allah'ın emirlerini yakından takip etmek olduğunu bilinciyle Kur'an'dan toplam dokuz âyete göz attık.Bu kelimenin ritüellerle hiç bir alakası yoktur. Kısaca özetlemek gerekirse, "musalli", Allah'ın emirlerini yakından takip eden vahyin tümüne itaat ve ittibâ eden kişiye denir. Ve eğer daha öncesinde bahsettiğimiz iki at analojisini kullanacaksak, bu durum aslında Kur'an'ın kendisinin lider olduğunu ve imanlı bir kişinin Allah'ın emirlerine sıkıca sarılmış, onun himayesine girmiş kişinin onu yakından takip eden musalli olduğunu gösterir. Buda demek oluyor ki bu iman eden kişi, Kur'an'ın emirlerini çiğnemediği sürece Kur'an'ı takip etmektedir. Yani musallidir. Salat kelimesinin başka âyetlerde başka anlamlarla da kullanıldığından ötürü elbette bazı sorularımız da olacaktır.

KUR'AN-I MÜBİN'İN MEÂLİ(225. YAZI)Zümer Süresi 41-) Şüphesiz biz bu kitab’ı sana, insanlar için hak ile (bir amaca yönelik) olarak indirdik. Artık kim (buna bakarak) hidayeti seçerse, kendi nefsinedir; kim de (ondan) saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Yani sen onların üzerinde vekil değilsin. 42-) Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken nefisleri vefat ettirir de ölümüne karar verdiğini alır, diğerini adı konulmuş bir süreye kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda tefekkür eden bir kavim için âyetler vardır. (Gece vakti yatan bir insan aslında vefat etmiş sayılır. Bu geçici bir ölümdür. Sonra insan yeniden dirilir. Yani öldükten sonra dirilmeye en büyük kanıt uykudur. Yüce Allah, insana her gece öldükten sonra yeniden dirilişi gösteriyor.) 43-) Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçılar mı edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye mâlik olamazlar yani akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçı edineceksiniz)? (Kur'an'da geçen bütün şefaat (yarar veya zarar verme) kavramları dünya hayatı ile ilgilidir. Çünkü müşrikler öldükten sonra dirilmeye iman etmiyorlardı. Müşrikler, dünya hayatında evliya ve ilahlarının kendilerine yarar ve zarar dokundurabileceğine iman ediyorlardı. Yani onların aleyhinde söz söylenmesini istemiyorlardı. Şefaatle ilgili âyetlerin iniş sebebi budur. Dolayısıyla âhirette hiç kimsenin şefaati yoktur. (Bakara- 48, 254) Çünkü âhiret yarar ve zarar verme yeri değil, hasad yeridir yani ekilenin biçildiği yerdir. Yani ceza ve ödül yeridir.) 44-) De ki: (Dünyada) Bütün şefâat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz. (Yukarıdaki âyette bulunan "şefaat" kavramının dünya ile ilgili olduğunu, sonradan gelen cümle ortaya koyuyor. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz")45-) Allah, tek olarak anıldığı zaman, (gerçekte) ahirete iman etmeyenlerin kalplerine sıkıntı basar. Ama Allah’ın dununda başkaları anıldığı zaman hemen müjdelenmiş gibi sevinirler. (Yukarıdaki âyet mezhep ve tarikat müşriklerinin ahlak ve karakterlerini deşifre ediyor. Onlara "Kur'an'a gelin, sadece ona iman ve itaat edelim, dinde ondan başka kaynak yoktur, din onunla tamamlanmıştır" denildiğinde, rahatsızlık duyarak şiddetli bir şekilde karşı çıkarlar.)46-) De ki: Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gaybı da şehâdeti de bilen Allah'ım! Kullarının arasında, (din konusunda içine) düştükleri ihtilafın hükmünü (vahiy'le) ancak sen verirsin. (Yani ihtilaf edilen dini konularda vahiy'den başka hiçbir kaynak hüküm mercii olamaz. Âyette geçen "hüküm" dünya hayatı ile ilgilidir. Çünkü âyet dünya hayatı ile ilgili olmasaydı âhiret kaydı düşerdi.(Bakara-213; Âli İmran -23; Nisa-65, 105; Mâide-44, 45, 47, 48, 49; Nur-48,51)Dini konularda Kur'an'dan başka hiçbir şey ihtilafları çözemez.) 47-) Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın kötülüğünden (kurtulmak için) elbette bunu fidye olarak verirlerdi. Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesap etmedikleri şeyler ortaya çıkmıştır. 48-) Onların kazandıkları kötülükler (o gün) açığa çıkmış, alaya aldıkları şey, kendilerini sarmıştır. 49-) İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra, kendisine tarafımızdan (zararı) nimetle değiştirdiğimiz vakit, "Bu bana ancak bir ilimden dolayı verilmiştir" der. Hayır o, bir fitnedir, (sınamadır) fakat çokları bilmezler. 50-) Andolsun ki onlardan öncekiler de bunu söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi. 51-) Bunun için kazandıkları kötülükler onlara isâbet etti. Yani bu zalimlerin de işledikleri kötülükler kendilerine isâbet edecektir. Çünkü hiç bir şekilde (Allah’ı) âciz bırakamazlar. 52-) Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine yayar, dilediğine de ölçülü verir. Şüphesiz bunda inanan bir kavim için âyetler vardır. 53-) De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullar! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, Ğafur ve Rahim olandır. 54-) Yani size azap gelip çatmadan önce Rabbinize (Kur'an'a) dönün, O’na teslim olun, sonra size yardım edilmez. 55-) Yani siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur’an’a) tâbi olun.56-) Nefsin: Allah’ın (Kur'an'ın) yakınında (olduğum halde kötülüklerde) aşırı gittiğim için bana yazıklar olsun! Gerçekten ben (vahyi) alaya alanlardandım (diyeceği günden sakının)! 57,58-) Veya: Allah bana hidayet etseydi, elbette muttakilerden olurdum, diyeceği, yahut azabı gördüğünde: Keşke benim için bir kere daha(dönmeye) imkân bulunsa da güzel ahlak sahibi olanlardan olsaydım! demeden önce (Kur'an'a tâbi olun.) 59-) (Bu pişmanlık duyanlara karşı yüce Allah'ın cevabı) Hayır (dönemeyeceksin)! Âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, kibirlik taslamış yani kâfirlerden olmuştun. (Yukarıdaki âyetler dinde her şeyin Kur'an'a bağlı olduğunu gösteriyor. İbadet de, takva da, ihsan da, ihlas da salât da Kur'an'la ilgili kavramlardır. Yani dinde Kur'an'ı tek kaynak olarak kabul etmeyenler Allah'a değil, tağutlara ibadet etmiş sayılırlar. Kur'an'ın yanında başka kitaplara iman edenler muhsin, muhlis, musalli ve muttaki olamazlar. Çünkü bütün bu kavramlar Kur'an'a teslim olmakla ilgilidir. )60-) Yani kıyamet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir? 61-) Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir kötülük dokunmaz. Yani onlar mahzun da olmazlar. 62-) Allah her şeyin yaratıcısıdır. Yani O, her şeye vekîldir. 63-) Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Allah’ın âyetlerine kâfir olanlar var ya, işte onlar hüsrana uğrayanlardır. 64-) (Ey Nebi!) de ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz? 65-66) (Ey Nebi!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah’a şirk koşarsan, tüm amellerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun! Hayır! Yalnız Allah’a ibâdet et ve şükredenlerden ol. (Yukarıdaki iki âyette bulunan önemli noktalar. 1-) Bütün Nebiler vahiy alır, Resul olarak tebliğ ederler. Bu yüzden parantezin içine "Ey Nebi!" hitabı gelmesi gerekiyor.2-) Nübüvvet özel hayat olduğu için, Nebi'nin hata etme ihtimaline karşılık uyarılmıştır. Resul'un görevi tebliğ olduğu için hata etme ihtimali yoktur. Resul asla hata etmez. Çünkü Nebi hata yaptıktan sonra, Resul hata yapmadan önce uyarılır.3-) Şükür, şirkin zıttı olan bir kavramdır. Yani şükür dille yapılan bir şey değil, inanç, amel ve yaşanan hayatla ilgili bir kavramdır. 4-) İbâdet bazı ritüelleri yapmak değildir. İbâdet kulluk demektir. Yani ömrün tümünü içine alan bir inanç, ahlak ve hayat tarzıdır.)67-) Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir. (Dinde Kur'an'dan başka kaynağa iman edenler Allah’ı hakkıyla takdir etmemiş olurlar. İbâdet, ihlas, ihsan, takva, salât gibi kavramlar, Kur'an'ı bilmekle ilgili oldukları gibi, Allah’ı gerektiği gibi takdir etmekte Kur'an'la ilgili bir durumdur. Kimin eserine iman edersen, onu takdir etmiş olursun. Çünkü dinde Allah'ı Kur'an temsil eder. Kur'an'ı başka kitaplarla yarışmaya sokmak tartışmasız küfürdür.Birinci derecede kaynak Kur'an, ikinci derecede kaynak Buhari, Müslim, Tirmizi, Kâfi, Ebu Davud, Nese'i, Ahmet bin Hanbel, Mâlik bin Enes, İbni Mace dediğiniz anda bu şirk ve küfür olur. Kur'an'ı beşeri kaynaklarla dereceye sokamazsınız.Kur'an dışında bütün kaynaklar tartışmaya açıktır. Tevhid, dinde Allah’ın egemenliği demektir. Yüce Allah egemenliğine hiç kimseyi ortak yapmaz (Kehf-26) 68-) Sûr’a üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar! 69-) Ve yer, Rabbinin nûru ile aydınlanır, kitap konulur, Nebiler ve şahitler getirilir yani aralarında adaletle karar verilir, onlara asla zulmedilmez. 70-) Yani her nefse amellerinin karşılığı verilir. O (Allah), onların yaptıklarını en iyi bilendir.71-) Kâfir olanlar, zümre zümre cehenneme sevkedilir. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini tilâvet eden yani bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi? derler. «Evet geldi» derler ama, azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur.(Âyette bulunan "Resüller" vahiy alan yani Nebi olan Resüller değil, vahiy ile insanları uyaran kitaba bağlı Resüllerdir. Kitaba bağlı Resüller kıyamet gününe kadar bulunacaklardır. Yani her zaman var olacaklardır. Yoksa bekçilerin "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini tilâvet eden yani bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resüller gelmedi mi? ..." demelerinin hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü vahye bağlı yani Nebi olan Resüllerin ömürleri çok kısadır. Dünya hayatı ve insanlık tarihi açısından Nübüvvete bağlı yani vahiy alan Resüllerin ömrü bir yıldırım çakması kadar değildir. Kitaba bağlı Resüllerin olmasının sebebi ise, vahyin sözün gücüne sahip olmasındandır. Eğer insanları Kur'an ile uyaranlar olmazsa toplum tümden hurafe ve karanlıklara mahkum olacaktır. Çünkü vahyin dili yoktur. Vahiy konuşmaz. İşte bu yüzden bize "bilmediklerinizi zikir (Kur'an) ehline sorun buyurmaktadır.(Nahl-43; Enbiya-7) 72-) Onlara: İçinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin; kibirlenenlerin yeri ne kötü! denilir. 73-) Rablerine karşı takvâlı olanlar ise, zümre zümre cennete sevk edilir, oraya varıp yani kapıları açılıp da bekçileri onlara: Size selam olsun! Tertemiz geldiniz. Artık devamlı kalmak üzere oraya giriniz, derler. 74-) Onlar: Bize verdiği vâde (söze) sadık kalan yani bizi, dilediğimiz yerinde yerleşeceğimiz bu cennet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun. Salih amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş! derler. 75-) Melekleri görürsün ki, Rablerini hamd ile tesbih ederek Arş’ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve "alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun" denilmiştir.(Zümer Süresinin Sonu)

KUR'AN'A İHANET TARİHİ (6. YAZI)Rey ehl-i ile hadis ehl-i arasında en önemli tartışma, dini kurallar hakkında aklın kullanılmasının gerekli olup olmadığı ile ilgili olan tartışmadır.Rey ehl-i dinin emirleri konusunda, özellikle Kur'an'ı anlamada aklın kullanılmasını önemserken, hadis ehl-i din alanında aklın kullanmasına şiddetle karşı çıkmıştır. "Ehl-i hadis, Sünni ve Selefi anlayışa göre dini konuda âyetin, hadisin ve sahabe ictihadının dikkate alınması, bunlarda delil bulunmazsa Selef âlimlerinin ictihadlarına tabi olunması gerekir" görüşündedirler. Aslında Rey ehl-i de aynen Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefiler gibi din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak alıyor değiller. Rey ehl-i'nin din anlayışı Kur'an ve Sünnet'e dayalı bilginin akıl ve içtihadlarla geliştirilmesi idi.Bu anlayışın ileri gelen önemli şahsiyeti Ebu Hanife'dir. Ebu Hanife, dini düşüncede az da olsa aklı kullanmaya değer verdiği için ona karşı büyük bir savaş açılmıştır.Selefi ve Sünni anlayışa sahip olanlar içinde Ebu Hanife'yi kafir, fasık, sapkın ve mürted olarak görmeyen kimse yoktur.Siyasi iktidarların hadis ehlinden yana tavır almaları neticesinde hicri üçüncü asrın ortalarında rivayetçi inanç sahipleri akla değer veren düşünceyi yok etmiştir.Bu kahrolası cehalet günümüzde de devam etmektedir.Hanif din anlayışını hayat sahnesinden silen mezhebi bağnazlık ümmi insanlara tek hidayet olarak gösterilmiştir.Ehl-i hadis, Selefi inanç ve Sünni anlayış, islam dininin tek kaynağından sapmış, Kur'an'ı tek kaynak durumundan çıkarmış, birçok kaynaktan biri olarak görmüştür. Ebul Hasan el- Aş'ari, Muhammed bin İdris (Şafii), Ahmed bin Hanbel ve benzeri mezhep imam ve müctehidler, dinin Allah'ın kitabına ve Resulü'nün Sünnetine uymak olduğunu savunmuşlardır.Ashabul- Hadis'e göre dinde önemli olan Allah Resulü'nün hadisleri ve geçmiş üç neslin (sahabe-tâbiin-tabe'i tâbiin) ictihad ve uygulamalarıdır.Kur'an'dan kopuk olan Selefi akıl, geleceği planlama ve kurmaya yönelik değil, geçmişin yalan ve iftiralarını gelecek nesillere aktarmaya çalışan tamamen mukallit bir zihin ve inanç şeklidir.Ehl-i hadis, Şii, Sünni ve Selefi düşünceye göre, İslam dini, Allah tarafından tamamlanmış değildir.Bu anlayışa göre din ancak Muhammed (a.s) ın söz ve uygulamaları, sahabe- tâbiin-tebe'i tabiin'nin ictihadlarıyla tamamlanmıştır. Yani artık geçmişte ortaya çıkan mutlak hidayet!!! ve hakkın! üzerine hiç kimse bir şey koyamaz, Artık dinde hiç kimsenin söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.Bu gerici ve sefil anlayışa göre Kur'an, yedinci yüzyılın Mekke ve Medine'sine nazil olmuştur.Yani Kur'an'ın tüm insanları muhatap alması söz konusu değildir. Dolayısıyla gelecek olan insanlar vahyin değil, mezhep imamlarının ve onların içtihatlarının muhatabıdır. İşte bu bozuk din algısı yüzünden insanların orijinal ve heyecanlı fikir üretmelerinin önüne engel konulmuş, Kur'an'ın sesi susturulmaya çalışılmıştır.Sonuç olarak : Sadece vahyin muhatabı olması gereken insanlar, kurtuluşu ve hidayeti atalarının zehirli dininde bulmaya çalışan hastalıklı bir akıl yapısı ile dunya ve ahiretleri karartılmıştır. Ehl-i Sünnet ve Şia muhaddisleri rivayetler yoluyla Kur'an'la ilgisi bulunmayan yani Kur'an dışından uydurdukları sanal ve hayali bir "Muhammed" hakkında efsaneler geliştirmiştir. Resul (a.s) adına iftira ettikleri hadislerle Resulün beşeri yönü mitolojik masal kahramanına dönüştürülmüştür. Çok ilginçtir, Şia, Ehl-i hadis, Ehli Sünnet ve Selefiler, Kur'an cahili olduklarından dolayı Muhammed (a.s) ın beşer olma özelliğini, Resul olma niteliğinin önüne geçirmişlerdir. Yani bu ekollerin hepsi Allah Resulü'ne değil, Kur'an'dan koparılmış Muhammed'e itibar ettiler. Dolayısıyla geleneksel din mensuplarının yanında hadislerle anlatılan Muhammed, Kur'an'da bulunan Allah Resulü'nden daha önemlidir.Bu anlayışa göre Allah'ın yüzlerce âyette anlattığı Resul Muhammed diye bir kimse yeryüzünde yaşamış değildir. Buna bağlı olarak gelenekçilerin yanında diğer Allah elçilerinin de itibar gördüklerini söylemek imkansızdır.Sanki yeryüzünde Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Hafsa, Muaviye, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatima'dan başka hiç kimse yaşamamıştır. Maalesef bu sakat anlayış günümüzde de devam etmektedir. Kur'an bilinmediği için insanların Allah'ın Resulleri hakkında sahip oldukları bilgi yok denecek kadar azdır. Mevlid kandilleri ve kutlu doğum merasimleri de onun beşeri ve biyolojik kişiliğini "Allah'ın Resulü olma" misyonunun önüne alan inanç biçiminin göstergesidir.Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken, Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.Geleneksel İslam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına islam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, insanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.Geleneksel din âlimleri, İslam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir. Allah Resulü (a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkür ve sorgulamaya büyük bir hakarettir. Sünnetçi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır. Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur. Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz."Dinlerine tâbi olmadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir. Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına tâbi olacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"(Yusuf-76)Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir. Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir. Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır. Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır. Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir. Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir. Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur. Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.

BİR MEZHEBE BAĞLI OLMAK ŞART MIDIR?(5. YAZI)Bin sene önceki bir ilim adamı ile bugünkü ilim adamı arasında takva ve ihlas dışında hiçbir üstünlük bulunmamaktadır. Hatta Kur'an'a ulaşma, Kur'an'dan faydalanma, özgürlük ve ilim bakımından bugünkü âlimler öncekilerden daha akıllı ve daha geniş imkanlara sahiptirler. Bugünkü âlimler dünyayı daha net görmekte bilgi karmaşası geçmiş devirlere göre daha azdır.Allah elçisi adına yalan uydurma devri çok geride kalmıştır.Fakat kavram kargaşası ve batıl olanın hakka karıştırılması yüzünden ümmilerin Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü yani hikmetini anlama ve ondan hüküm çıkarma yetenekleri yok edilmiştir. Böyle olunca elbette ki, ümmiler Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilmeden yani araştırma yapmadan kendi ihtiyaçları için, keyfi amel yapmaları caiz olmaz. Bundan dolayı Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor. "Bilmiyorsanız zikir (Kur'an) ehline sorun"(Nahl, 43)Dolayısıyla, mukallidler ile Kur'an üzerinde tefekkür eden âlimler bir değildir. Mukallidin Kur'an ehli muvahhid âlimlere sormasından başka hiçbir yolu bulunmamaktadır.Mezheplere yani ölmüş kişilere uymak Kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekküre aykırı çok sakıncalı bir durumdur.Akıllı müslüman güncel olmak zorundadır.Yani sorunlarını ölmüşlerden değil, yaşayanlardan sormak ve ona göre hareket etmek zorundadır. Akıllı mümin 1350 sene önce uydurulan Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dininin ve kadim İran inançlarının kalıntılarına ve mezheplerine iman edemez.Müslüman sürekli kendisini yenileyen akıl ve fikir sahibi şuurlu insandır.Müslüman dini konularda kayıtsız şartsız olarak müracaat edeceği yer Kur'an ve Kur'an ehli muvahhid âlimler olmalıdır. (Bilenlere sormasıdır) Çünkü mukallidin delili yoktur.Delil olmadan da sorumluluk olmaz.Amel etmek için delil bulunmadığı vakit sorumluluk düştüğü gibi, fetva veren bilgili bir kimse bulunmadığı vakitte sorumluluk olmaz. İşte böylece Kur'an'ı hakkıyla bilen âlimin görüşünün mukallid için geçerli bir delil olduğu âyetle sabit olmuş olur. Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız yüce Allah'tır. (Allah günahlarımızı bağışlasın)Kur'an'ın dini, Mezheplerin, rivayetlerin, tarikatların ve fırkaların üzerine bulaştırdıkları kirlerden dolayı bütün güzelliklerini kaybetmiş durumdadır.Mezhep âlimleri ve müctehidler tarafından dine bulaştırılan kirliliği başka kurumlarda görmek mümkün değildir.Nasıl ki alimler, Allah'ın kitabını açık olarak ortaya koymaktan sorumlu tutuluyorsa,"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu Kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra _gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hemde bütün lânet ediciler lânet ederler""Ancak tevbe edip durumlarını duzeltenler ve hakikatı açıkça ortaya koyanlar başkadır""Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim""Ayetlerimizin üstünü örtmüş ve o şekilde ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerinedir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar..."(Bakara, 159, 160, 161, 162)İctihad etme yeteneği olmayan ümmiler de sadece Kur'an'ı anlatan ve yalnız Kur'an'dan konuşan âlimlerin inanç ve fetvalarını almakla sorumludurlar. Görünüşte âlimlerle mukallidler arasında ilmi bir farklılık görülüyorsa da, önemli olan güzel ahlak, ihlas ve takvada üstün olmaktır. Yani mukallid olanlar saygı dışında âlimlere kul ve köle konumuna kendilerini sokmamaları, âlimlerin ise bu gibi şeylerden mukallidleri men ederek, son derece tabii, güzel ahlak sahibi olmaları Kur'an'ın emirleri arasında yer almaktadır. Kur'an'ın, Allah Resulü için "sahibuküm" "arkadaşınız" tâbirini kullanması boşuna değildir.(Ey Mekke müşrikleri!) "Arkadaşınız (Muhammed-Nebi) mecnun değildir "(Tekvir-22)Yani Muhammed sizin arkadaşınızdır. Ona vahiy gelmesi ve güzel ahlak sahibi olması dışında sizden bir üstünlüğü yoktur."Deki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. Şu var ki bana, İlah'ınızın, tek bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amellerde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi şirk koşmasın"(Kehf-110)"Sakın ona kul ve köle olmayın, zaten o sizden böyle bir şey beklemez demek istenmiştir"Kur'an'ın yüzlerce âyeti olaylar ve sorulan sorular üzerine nazil olmuştur.Kur'an'ın apaçık olmasının en büyük sebebi ilim adamlarının rab edinilmemesi içindir."Elif. Lam.Râ (Bu sana indirilen)hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da detaylandırılmış bir kitaptır. Allah'tan başkasına kulluk yapmayasanız diye,..."(Hud-1,2)Fakat vahiy tamamen sözün gücüne dayandığı için onu okuyan, tebliğ eden, onu duyuran ve ilan edene ihtiyaç vardır.