KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN:
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(15. YAZI)
Şia'nın diğer önemli üç büyük eseri şunlardır.
1-) "Vesâilu'şia fi ahkami'ş-Şeri'a" Muhammed Bin el-Hasan el Hurr el Âmili
(H. 1032-1104)
Bu eser telif edildikten sonra fıkıh âlimlerinin vazgeçilmez kaynağı haline gelmiştir.
2-) "el-Vâfi" Muhammed Muhsin el Feyz el-Kaşâni (ö. H. 1091)
3-) "Bihâru'l Envâr" Muhammed Bakır el Meclisi (H. 1027-1111)
Bunlar arasında "el Kâfi" inanç ve amelle ilgili hadislere birlikte yer verdiği için "Câmii" nitelikte
"Sahih-i Buhari, Müslim, Sünen'i Tirmizi" benzeri bir hadis kaynağıdır.
Diğer üç hadis kitabı ise, sünnet ve hükümler içeren kaynaklardır.
Bütün bu kitaplara Hicri dördüncü asırda "müstedrek ül-vesâil" adında ansiklopedik bir kaynak daha eklenmiştir.
Şeyh Mirza Hüseyin en Nuri (Ö. M. 1320) tarafından kaleme alınan bu eserde "el Vesâil" adlı kaynakta yer almayan hadis ve rivayetlere yer verilmektedir.
Bir diğer ansiklopedik eser, İmam Burucerdi gözetiminde hazırlanan "Camiu'l-ehâdisi'l fikhiyye" adlı eserdir.
Bu eser, fıkhi hükümler ile ilgili bütün rivayetlere senet ve metinleriyle birlikte yer veren çok geniş kapsamlı bir eserdir.
Şia'nın hadislerine baktığımızda büyük bölümünün Ehli Beyt imamlarına dayandıklarını görürüz.
Doğrudan Nebi (as)a dayandırılan rivayetler gayet azdır.
Bu sebepledir ki Şii âlimler Ehlibeyt imamlarını (12 imam) fıkhın kaynaklarından biri sayarlar.
Yani on iki İmam, diğer mezhep imamları gibi takip edilmeleri caiz olan müctehidler konumunda olmayıp Nebi (as) ın "Size iki şey bırakıyorum, Allah'ın kitabı ve itretim" ( neslim, ,Ehlibeytim)övgüsüne mazhar olmaları bakımından tâbi olunması gereken yegane mercidirler.
Sünnilik ekolü'de aynı Şiilik gibi inanç ve ameli konuları tamamen rivayetler üzerine oturmuştur.
Yani Sünni kaynaklara baktığımızda özellikle ameli konularda Kur'an'ın bir etkisinin olmadığını açık olarak görüyoruz.
Sünni âlimler, hadisleri Kur'an'ın en önemli tefsiri ve pratik uygulaması olarak gördüklerinden din için hadisleri yeterli kaynak olarak görmüşlerdir.
Şia âlimleri gibi Sünni alimlerde son derece Kur'an cahili kimselerdir.
Eğer Şia ve Ehli sünnet âlimleri Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü,
vahyin sistemini, hikmetin hangi anlama geldiğini,
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmiş olsalardı dünyanın en yalan ve karanlık dinine çakılıp kalmazlardı.
Kur'an'ı bilen birisi Şiilik ve Sünniliğin dünyanın en karanlık, hurafe, batıl ve Kur'an'a en uzak dinler olduğunu bilir.
Fakat maalesef Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmediklerinden Kur'an'da geçen bütün "Resul" kavramlarına "hadis ve "sünnet" anlamı yüklemişlerdir.
Yani bu Kur'an'sız cahiller uydurma hadislerin Resul'ü temsil ettiklerini sanmışlardır.
29 Nisan 2018 Pazar
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN:
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(16.YAZI)
15.yazımda "Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Nebi" ile "Resul'ün" arasında bulunan farkları bilmediklerinden Kur'an'da geçen bütün "Resul" kavramlarına "hadis" ve "sünnet" anlamı yüklemişlerdir"
Yani uydurma hadislerin "Resul'ü" temsil ettiklerini sanmışlardır"demiştim.
MESELA,
Şu yazıya bir bakalım.
"Hadis ve Sünnet, fıkhi yönden olduğu kadar İslam kültür tarihi açısından da son derece önemlidir.
Hadis malzemesi ve bunları bir araya getiren muazzam hadis külliyatı, sahihiyle, zayıfıyla ve hatta uydurma olanıyla İslam toplumunun dini, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişiminin takip edilmesi açısından son derece zengin bir kaynak oluşturmaktadır.
Bu kaynak,
İslam'dan önce ve sonraki dönemlerde yaşayanların örf,
adet, kültür ve folklorik özelliklerinin yanı sıra, onların başka dinden toplumlarla olan ilişkilerine açıklık getirme bakımından da oldukça büyük bir öneme sahiptir.
Hadis ve Sünnet, İslami ilimlere delil, dayanak ve malzeme sağlama açısından en büyük kaynaktır.
Çünkü bu ilimler hem ilgilendikleri alanlar hem de üzerinde tartıştıkları meseleler bakımından bu ikiliye(hadisler- sünnet) son derece muhtaçtırlar.
Bu yüzden hadis ilmi, İslami kültür tarihini araştırmak isteyenler için de başvurulması gereken en önemli referanstır"
( Hadis ve Sünnet anlayışımız, Ay Yayıncılık Mayıs 2017, s.14, Prof.Dr Kadir Gürler)
Bir kaç haftadan beri Şia ve Ehli Sünnet'in kaynaklarını ve bu kaynaklar ile ilgili yazılmış olan önemli eserleri araştırıyorum.
Şiilik ve sünnilik denildiğinde Kur'an diye bir kaynaktan söz edilmediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Yani Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimleri hiçbir zaman Kur'an ilimlerine itibar etmemişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri hadisleri ve hadislerden çıkan fıkhi kaideleri din için yeterli kaynaklar olarak görmüşlerdir.
Yani Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Allah Resulü adına İftira edilmiş hadisleri ve bu hadislerden çıkan hükümleri din olarak kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri uydurma kaynaklarını din için yeterli gördüklerinden artık dinin tek kaynağı olan Allah'ın kitabına gitme gereği görmemişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmedikleri için hidayetin yolu onlara ebediyen kapalı kalmıştır.
İşte bu yüzden Şia ve Ehli Sünnet'in inanç ve amellerinde Kur'an'dan başka kerkesin bir görüş ve fikrinin bulunmasına karşı, sadece Kur'an'ın inanç ve hükmüne müracaat etmeyi gerekli görmemişlerdir.
Şiilik ve Sünnilik tam olarak batıl ve şirk konumunda olan iki din olduklarından asla şüphe yoktur.
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(16.YAZI)
15.yazımda "Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Nebi" ile "Resul'ün" arasında bulunan farkları bilmediklerinden Kur'an'da geçen bütün "Resul" kavramlarına "hadis" ve "sünnet" anlamı yüklemişlerdir"
Yani uydurma hadislerin "Resul'ü" temsil ettiklerini sanmışlardır"demiştim.
MESELA,
Şu yazıya bir bakalım.
"Hadis ve Sünnet, fıkhi yönden olduğu kadar İslam kültür tarihi açısından da son derece önemlidir.
Hadis malzemesi ve bunları bir araya getiren muazzam hadis külliyatı, sahihiyle, zayıfıyla ve hatta uydurma olanıyla İslam toplumunun dini, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişiminin takip edilmesi açısından son derece zengin bir kaynak oluşturmaktadır.
Bu kaynak,
İslam'dan önce ve sonraki dönemlerde yaşayanların örf,
adet, kültür ve folklorik özelliklerinin yanı sıra, onların başka dinden toplumlarla olan ilişkilerine açıklık getirme bakımından da oldukça büyük bir öneme sahiptir.
Hadis ve Sünnet, İslami ilimlere delil, dayanak ve malzeme sağlama açısından en büyük kaynaktır.
Çünkü bu ilimler hem ilgilendikleri alanlar hem de üzerinde tartıştıkları meseleler bakımından bu ikiliye(hadisler- sünnet) son derece muhtaçtırlar.
Bu yüzden hadis ilmi, İslami kültür tarihini araştırmak isteyenler için de başvurulması gereken en önemli referanstır"
( Hadis ve Sünnet anlayışımız, Ay Yayıncılık Mayıs 2017, s.14, Prof.Dr Kadir Gürler)
Bir kaç haftadan beri Şia ve Ehli Sünnet'in kaynaklarını ve bu kaynaklar ile ilgili yazılmış olan önemli eserleri araştırıyorum.
Şiilik ve sünnilik denildiğinde Kur'an diye bir kaynaktan söz edilmediğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Yani Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimleri hiçbir zaman Kur'an ilimlerine itibar etmemişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri hadisleri ve hadislerden çıkan fıkhi kaideleri din için yeterli kaynaklar olarak görmüşlerdir.
Yani Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Allah Resulü adına İftira edilmiş hadisleri ve bu hadislerden çıkan hükümleri din olarak kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri uydurma kaynaklarını din için yeterli gördüklerinden artık dinin tek kaynağı olan Allah'ın kitabına gitme gereği görmemişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmedikleri için hidayetin yolu onlara ebediyen kapalı kalmıştır.
İşte bu yüzden Şia ve Ehli Sünnet'in inanç ve amellerinde Kur'an'dan başka kerkesin bir görüş ve fikrinin bulunmasına karşı, sadece Kur'an'ın inanç ve hükmüne müracaat etmeyi gerekli görmemişlerdir.
Şiilik ve Sünnilik tam olarak batıl ve şirk konumunda olan iki din olduklarından asla şüphe yoktur.
27 Nisan 2018 Cuma
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(11. YAZI)
Şia, Kur'an da kendi mezhebi görüşlerini destekleyecek deliller bulamadığında âyetleri keyfi görüşlerine uygun biçimde te'vil ve tefsir etme yoluna gitmiştir.
Şia, genellikle Ehl-i Beyt kanallarından gelen rivayetlere İnanır ve onları tek kaynak kabul ederler.
Bunun en büyük sebebi rivayetlerini dayandırdıkları Ehli Beyt imamlarını her türlü günah ve hatadan masum olduklarına inanmalarıdır.
Bu yüzden Ehli Beyt olduklarına inandıkları imamların(12 imam)
Kur'an tefsiri ilgili rivayetlerine çok büyük bir değer verirler.
Hatta on iki İmamdan gelen rivayetlere Kur'an'dan daha çok değer verirler.
Şia âlimlerinin inançlarına göre Yüce Allah Kur'an'ın yorum ve tefsir görevini sadece imamlara (12 imama) vermiştir.
( el- müderrisi, el- İmamet, Mehdi- kudvetu't-sıddıkin, s. 63)
İsnâaşariye imamiyye Şia'sı, Kur'an'da nâsih, mensuh, muhkem,
müteşabih, genel, özel, mektu' mevsul, miras, payları, hükümler,
yasalar, görgü kuralları, ahlak kaideleri, helal- haram, azimet,
ruhsat, zahir- batın ve diğer konuların gerçek ilmini bilmek ve ayrımlarını yapmak ancak hânesine(12 imam) vahiy inenler için söz konusudur.
O da, elbette Allah'ın elçisi ve Ehli Beyt'idir.
Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimleri insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak için uydurdukları meşhur rivayetlerden bir tanesi şöyledir.
"Her kim Kur'an'ı kendi görüşüyle tefsir ederse, doğruyu bulsa da helak olur"
Başka bir rivayette "kafir olur"
MESELA,
Molla Muhsin el-Kaşâni es-Sâfi adlı tefsirinin ikinci Mukaddimesinde şu fikirler kayıtlıdır. "Kur'an ilmi Ehli Beyt'tedir. Aranızda hüküm verecek olan da sadece onlardır.
Allah Resulü (as) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.
"İlimde derinlik sahipleri biziz ve Kur'an'ın te'vilini biz biliriz"
el- Ayyaşi tefsirinde Ebu Abdullah'tan (as) şunu rivayet etmiştir.
" Biz Ehli Beyt'iz. Yüce Allah bizim İçimizden kitabı baştan sona bilenleri göndermeye devam edecektir"
(el- müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu't-sıddıkin, s.243)
Kur'an penceresinden bakıldığında yani vahyin bağlam ve bütünlüğüne gidildiği zaman Şia ve Ehli Sünnet arasında hiçbir farkın olmadığı görülür.
Her iki dinin muhaddis ve âlimleri rivayet ve ictihatlarında
Kur'an ahlakına ve tevhid akidesine tam bir muhalefet sergilemektedir.
(11. YAZI)
Şia, Kur'an da kendi mezhebi görüşlerini destekleyecek deliller bulamadığında âyetleri keyfi görüşlerine uygun biçimde te'vil ve tefsir etme yoluna gitmiştir.
Şia, genellikle Ehl-i Beyt kanallarından gelen rivayetlere İnanır ve onları tek kaynak kabul ederler.
Bunun en büyük sebebi rivayetlerini dayandırdıkları Ehli Beyt imamlarını her türlü günah ve hatadan masum olduklarına inanmalarıdır.
Bu yüzden Ehli Beyt olduklarına inandıkları imamların(12 imam)
Kur'an tefsiri ilgili rivayetlerine çok büyük bir değer verirler.
Hatta on iki İmamdan gelen rivayetlere Kur'an'dan daha çok değer verirler.
Şia âlimlerinin inançlarına göre Yüce Allah Kur'an'ın yorum ve tefsir görevini sadece imamlara (12 imama) vermiştir.
( el- müderrisi, el- İmamet, Mehdi- kudvetu't-sıddıkin, s. 63)
İsnâaşariye imamiyye Şia'sı, Kur'an'da nâsih, mensuh, muhkem,
müteşabih, genel, özel, mektu' mevsul, miras, payları, hükümler,
yasalar, görgü kuralları, ahlak kaideleri, helal- haram, azimet,
ruhsat, zahir- batın ve diğer konuların gerçek ilmini bilmek ve ayrımlarını yapmak ancak hânesine(12 imam) vahiy inenler için söz konusudur.
O da, elbette Allah'ın elçisi ve Ehli Beyt'idir.
Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve âlimleri insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak için uydurdukları meşhur rivayetlerden bir tanesi şöyledir.
"Her kim Kur'an'ı kendi görüşüyle tefsir ederse, doğruyu bulsa da helak olur"
Başka bir rivayette "kafir olur"
MESELA,
Molla Muhsin el-Kaşâni es-Sâfi adlı tefsirinin ikinci Mukaddimesinde şu fikirler kayıtlıdır. "Kur'an ilmi Ehli Beyt'tedir. Aranızda hüküm verecek olan da sadece onlardır.
Allah Resulü (as) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.
"İlimde derinlik sahipleri biziz ve Kur'an'ın te'vilini biz biliriz"
el- Ayyaşi tefsirinde Ebu Abdullah'tan (as) şunu rivayet etmiştir.
" Biz Ehli Beyt'iz. Yüce Allah bizim İçimizden kitabı baştan sona bilenleri göndermeye devam edecektir"
(el- müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu't-sıddıkin, s.243)
Kur'an penceresinden bakıldığında yani vahyin bağlam ve bütünlüğüne gidildiği zaman Şia ve Ehli Sünnet arasında hiçbir farkın olmadığı görülür.
Her iki dinin muhaddis ve âlimleri rivayet ve ictihatlarında
Kur'an ahlakına ve tevhid akidesine tam bir muhalefet sergilemektedir.
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI:
(14. YAZI)
ÖRNEK 74:
Enfal suresi "Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağını bozar" 18.âyetinde bulunan "mühinu" "bozar" kelimesini,
Ebu Amir "müvehhinü" "zayıflatır, çürütür, tuzağını kolaylaştırır"
olarak okumuştur.
ÖRNEK 75:
Casiye suresi "İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın âyetleridir. Artık Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar"
6.âyetinde bulunan "yü'minun" "inanacaklar" kelimesini,
Şu'be "tü'minün" "inanacaksınız" olarak okumuştur.
ÖRNEK 76:
Ahkaf suresi "İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar"
16. âyetinde bulunan "netekebbelu" "kabul edeceğimiz" ve "netecévezu"
"günahlarını bağışlayacağımız" kelimelerini, Şu'be "yetekebbelu" "kabul edeceği" ve "yetecévezu" günahlarını bağışlayacağı" olarak olmuştur.
ÖRNEK 77:
Ra'd suresi "O, gökten su indirdi ve vâdiler kendi hacimlerince sel olup aktı.
Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya diğer eşya
yapmak isteyerek ateşte eritikleri şeylerden de buna benzer köpük olur,,,"
17. âyetininde bulunan "ve mimmé yukidune" "ateşte erittikleri" kelimesini,
Nâfi "ve mimmé tukidune" "ateşte erittiğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 78:
Ra'd suresi ",,,Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular,,,,"
33. âyetinde bulunan "ve suddu" "alıkonuldular" kelimesini,
Nâfi "ve saddu" "alıkoydular" olarak okumuştur. ÖRNEK 79:
Bakara suresi "Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının"
281. âyetinde bulunan "turceune" "döndürüleceğiniz" kelimesini, Nâfi "terciune" "döneceğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 80:
Ra'd suresi
"Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır bütün kitapların aslı onun yanındadır"
39. âyetinde bulunan "veyüsbit" "sabit bırakır" kelimesini,
Nâfi "veyusebbit" "sağlamlaştırır" olarak okumuştur.
(14. YAZI)
ÖRNEK 74:
Enfal suresi "Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağını bozar" 18.âyetinde bulunan "mühinu" "bozar" kelimesini,
Ebu Amir "müvehhinü" "zayıflatır, çürütür, tuzağını kolaylaştırır"
olarak okumuştur.
ÖRNEK 75:
Casiye suresi "İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın âyetleridir. Artık Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar"
6.âyetinde bulunan "yü'minun" "inanacaklar" kelimesini,
Şu'be "tü'minün" "inanacaksınız" olarak okumuştur.
ÖRNEK 76:
Ahkaf suresi "İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar"
16. âyetinde bulunan "netekebbelu" "kabul edeceğimiz" ve "netecévezu"
"günahlarını bağışlayacağımız" kelimelerini, Şu'be "yetekebbelu" "kabul edeceği" ve "yetecévezu" günahlarını bağışlayacağı" olarak olmuştur.
ÖRNEK 77:
Ra'd suresi "O, gökten su indirdi ve vâdiler kendi hacimlerince sel olup aktı.
Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya diğer eşya
yapmak isteyerek ateşte eritikleri şeylerden de buna benzer köpük olur,,,"
17. âyetininde bulunan "ve mimmé yukidune" "ateşte erittikleri" kelimesini,
Nâfi "ve mimmé tukidune" "ateşte erittiğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 78:
Ra'd suresi ",,,Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular,,,,"
33. âyetinde bulunan "ve suddu" "alıkonuldular" kelimesini,
Nâfi "ve saddu" "alıkoydular" olarak okumuştur. ÖRNEK 79:
Bakara suresi "Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının"
281. âyetinde bulunan "turceune" "döndürüleceğiniz" kelimesini, Nâfi "terciune" "döneceğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 80:
Ra'd suresi
"Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır bütün kitapların aslı onun yanındadır"
39. âyetinde bulunan "veyüsbit" "sabit bırakır" kelimesini,
Nâfi "veyusebbit" "sağlamlaştırır" olarak okumuştur.
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(12. YAZI)
İmamet inancıyla tam bir uyum içerisinde, sadece Ehlibeyt imamlarına Kur'an'ı tefsir ve tevil sorumluluğu yüklenen Şia, tarih boyunca bu gibi uydurma rivayetlere(11. YAZI) sonuna kadar bağlı kalmıştır.
Bu konuda et-Tabersi "Bizi sırat-ı müstakime ilet" (Fatiha, 6) âyetinin tefsirinde şunları kaydeder.
"sırat-ı müstakim, Allah'ın elçisi Muhammed (as) ve O'nun yerini alan İmamlardır"
es- Safi tefsirinin sahibi "sırat" kelimesini, "imam" (on iki imamdan biri) olarak tefsir etmektedir.
Yani dünyada ilâhi bilgi olan marifetullah'a ulaşmanın yolu 12 imamdır.
Tabatabai'den yaptığı nakilde, onun da İmam Caferi Sadık'tan rivayet edilen şu sözü aktardığını belirtir.
"Sırat-ı müstakim, Müminlerin Emir Hz. Ali'dir. (el-müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu's-sıddıkin, s. 244)
Şia âlimleri ve muhaddisleri, kaynakları itibariyle
Ğadir Hum'da Hz.Ali'ye verdikleri biat sözünden dönerek sakifede Ebubekir'i halife seçtiklerinden dolayı
Selman-ı Farisi, Mikdat bin Esved, Ammar bin Yasir ve Ebu Zer
haricinde kalan bütün sahabeleri İslam dairesinin dışında görmektedir.
Şia âlimleri, genellikle imamlar kanalıyla gelen rivayetlerden başka hiçbir bilgiye itibar etmez. Şia âlimleri, 12 imamdan intikal eden rivayetleri tek kaynak olarak kabul ederler.
Kur'an'dan uzaklaşma ve uydurma kaynaklar edinme hususunda Şia ve Ehli Sünnet arasında hiçbir fark yoktur.
MESELA,
es Safi "İşte bu kitap ki onda şüphe yoktur, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır"
( Bakara, 2)
âyetinin tefsiriyle ilgili olarak imamı Caferi Sadık'tan yapılan şu nakli aktarır.
"Bu Hz Ali'ye işarettir.
Kitap ondan ibaret olup kitap ile Murat edilen, Hz Ali kitabıdır"
"takva sahipleri için idayet kaynağıdır"
(Bakara,2)
âyetinin te'vili hakkında ise yine imamı Caferi Sadık'tan şu söz nakledilmiştir. "Takva sahipleri" bizim Şia'mızdır"
(el-müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu's-sıddıkin s. 244)
Abartısız söylüyorum,
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin hiçbir zaman Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, Kur'an ilimleri ile ilgili bir işleri olmamıştır.
Batılı araştırmacılar Kur'an ilimlerinde Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinden çok daha üstündürler.
Batılılar sadece Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden habersizdirler.
(12. YAZI)
İmamet inancıyla tam bir uyum içerisinde, sadece Ehlibeyt imamlarına Kur'an'ı tefsir ve tevil sorumluluğu yüklenen Şia, tarih boyunca bu gibi uydurma rivayetlere(11. YAZI) sonuna kadar bağlı kalmıştır.
Bu konuda et-Tabersi "Bizi sırat-ı müstakime ilet" (Fatiha, 6) âyetinin tefsirinde şunları kaydeder.
"sırat-ı müstakim, Allah'ın elçisi Muhammed (as) ve O'nun yerini alan İmamlardır"
es- Safi tefsirinin sahibi "sırat" kelimesini, "imam" (on iki imamdan biri) olarak tefsir etmektedir.
Yani dünyada ilâhi bilgi olan marifetullah'a ulaşmanın yolu 12 imamdır.
Tabatabai'den yaptığı nakilde, onun da İmam Caferi Sadık'tan rivayet edilen şu sözü aktardığını belirtir.
"Sırat-ı müstakim, Müminlerin Emir Hz. Ali'dir. (el-müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu's-sıddıkin, s. 244)
Şia âlimleri ve muhaddisleri, kaynakları itibariyle
Ğadir Hum'da Hz.Ali'ye verdikleri biat sözünden dönerek sakifede Ebubekir'i halife seçtiklerinden dolayı
Selman-ı Farisi, Mikdat bin Esved, Ammar bin Yasir ve Ebu Zer
haricinde kalan bütün sahabeleri İslam dairesinin dışında görmektedir.
Şia âlimleri, genellikle imamlar kanalıyla gelen rivayetlerden başka hiçbir bilgiye itibar etmez. Şia âlimleri, 12 imamdan intikal eden rivayetleri tek kaynak olarak kabul ederler.
Kur'an'dan uzaklaşma ve uydurma kaynaklar edinme hususunda Şia ve Ehli Sünnet arasında hiçbir fark yoktur.
MESELA,
es Safi "İşte bu kitap ki onda şüphe yoktur, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır"
( Bakara, 2)
âyetinin tefsiriyle ilgili olarak imamı Caferi Sadık'tan yapılan şu nakli aktarır.
"Bu Hz Ali'ye işarettir.
Kitap ondan ibaret olup kitap ile Murat edilen, Hz Ali kitabıdır"
"takva sahipleri için idayet kaynağıdır"
(Bakara,2)
âyetinin te'vili hakkında ise yine imamı Caferi Sadık'tan şu söz nakledilmiştir. "Takva sahipleri" bizim Şia'mızdır"
(el-müderrisi, el İmamet, Mehdi kudvetu's-sıddıkin s. 244)
Abartısız söylüyorum,
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin hiçbir zaman Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, Kur'an ilimleri ile ilgili bir işleri olmamıştır.
Batılı araştırmacılar Kur'an ilimlerinde Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinden çok daha üstündürler.
Batılılar sadece Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden habersizdirler.
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(13.YAZI)
ŞİİLİK ve SÜNNİLİK'TE HADİS İNANCI:
"O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu ilahların ve evliyanın batıl olduklarından) asla şüphen olmasın.
Onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar.Biz onların azaptan nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz"
(Hud, 109)
Şiilik ve Sünnilik'te her ne kadar sözde birinci kaynak veya temel kaynak olarak
"Kur'an" söylense de, icraat ve amelde "sünnet" adı altında en büyük kaynak Allah Resulü adına İftira edilen hadislerdir.
Yani dinlerinde hadislerin ana kaynak olduğuna dair Şii ve Sünni ilim adamları arasında bir ihtilaf ve anlaşmazlık yoktur.
Şii ve Sünni âlimler dinlerini tamamen, yüzde yüz sünnet adı altında hadisler üzerinde bina etmişlerdir.
Şiilik ve Sünniliğin hadis ve fıkıh kaynaklarını okuyan ümmi biri bile bu gerçeği açık olarak görecektir.
Sünnilik ve Şiilik'te Kur'an, İlim, aklı kullanma, tefekkür ve sorgulamadan söz etmek mümkün değildir.
Şiiler ve Sünniler arasında hadislerin en önemli kaynak oldukları ile ilgili prensipte ayrılık yoktur.
Yani Şiirler'de Sünniler'de Allah Resulü'nden asırlar sonra uydurulan ve tamamen fitne olan hadislerle amel edilmesi gerektiğine candan iman ederler.
Burada tek ayrılık, hadislerin aktarımı noktasında bir anlaşmazlık içine düşmektedirler.
Dolayısıyla içinde bulundukları en büyük sorun, Nebi (as) adına iftira edilen binlerce rivayet sahabe kanalıyla mı, yoksa Ehli Beyt imamlarının yoluyla mı aktarılmalıdır?
Bilindiği gibi Sünniler, başını Hanefi mezhebinin imamı Ebu Hanife'nin çektiği rey ehli ile Hanbeli mezhebinin İmamı Ahmed bin Hanbel'in öncülük ettiği hadis ehli bile iki gruba bölünmüşlerdir.
Hatta Sünniler arasında yüzlerce âlim Ebu Hanife'yi küfür ve dinden dönme, sapıklık ve zındıklıkla itham etmiştir.
Bunlardan birkaç örnek şöyledir.
Buhari'nin Ebu Hanife hakkında söylediği suçlamalar.
"Sapık mürcie mezhebinin mensubu"
( Tarihul Evsat, cilt, 2- sayfa. 93)
"Küfünden dönmesi için iki defa tevbeye çağrılan adam"
( kitabu'z Zuafa, sayfa.132)
Ehli Sünnet'in meşhur muhaddis ve fıkıh âlimi Sufyan Bin Uyeyne,
Ebu Hanife'nin ölüm haberi kendisine gelince, kendisi İmamı Buhari'den geri kalmayan şu sözü söylemiştir:
"Allah ona lanet etsin! İslam'ın can damarlarını bir bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha kötü biri doğmamıştır"
( İbni Abdilberr, el-intika, s.149, 150)
İbnu Carud ise Ebu Hanife'yi tanıtırken şu sözü söylemiştir.
" Müslüman olup olmadığı tartışmalıdır"
( el- intikal- s. 150)
Bir diğer mezhep imamı olan Malik ise şöyle demiştir.
"Ebu Hanife, İslam bünyesinde doğan en kötü varlıktır. Bu ümmete, fikirleri yerine kılıçla vursaydı daha iyi olurdu"
( el- intika- s. 150)
Ebu Hanife hakkında pek çok iddia ortaya atılmıştır.
İşte onlardan bazıları:
Ebuşşeyh Tabakat- Dedi ki:
Asım Bin Yezid'i şöyle derken işittim,
Süfyan es-Sevri söyledi ki:
"Ebu Hanife hem "dâl" "sapık" hem de "mudill" "saptırıcı" idi"
(Ebuşşeyh Tabakat 2 /110)
AHMET BİN HANBEL KİTABUL-İLEL
"Ebu Hanife'nin iki kere tevbeye davet edildiğini nakleder"
( Ahmet Bin Hanbel kitabul- ilel.2 /69/ 428- 432)
Malik Bin Enes (Maliki mezhebinin imamı)
"Ebu Hanife az kalsın dini yıkacaktı"
demiştir.
(Ahmet Bin Hanbel kitabul-ilel 2/69/ 428- 32) Hammad Bin Seleme:
"Ebu Hanife bir şeytandı, Allah Resulü'nün sözlerini kendi görüşlerine dayanarak red ederdi"
(İbni Âdi el- Kamil fi Zuafair-Rical, 8/ 239)
Ebu'l Hasan el-Eş'ari :
Süfyan es-Sevri, imam Ebu Hanife'nin hocası Hammad Bin Ebu Süleyman'dan şu sözü nakletmiştir.
"O müşrik Ebu Hanife'ye söyle ben ondan tamamen beriyim, onunla hiçbir ilişkim yoktur"
(Eş'ari el ibane, 77)
İmamı Müslim şöyle der:
İmam Malik (Maliki mezhebinin imamı)
"Ebu Hanife dini mahveden hastalıklardan biridir" demiştir.
( İbni Âdi el Kamil fi Zuafair-Rical, 8- 237)
Ebu Davud (Sünni dininin diğer önemli âlimlerinden) şöyle demiştir.
"Ebu Hanife'ye saldırı ve onu itham, İslam âlimlerinin İcma ettiği noktalardan biridir. Basra'nın fıkıh imamı
Eyyüb es-Sahtiyani Ebu Hanife'nin aleyhinde çok kötü konuşmuştur.
Küfenin imamı Süfyan es-Sevri ile Hicaz Bölgesi'nin imamı
Malik Bin Enes (İmam Malik) ile Mısır'ın imamı Leys bin Sa'd ile Şam'ın imamı Evzai ile Horasan'ın imamı Abdullah Bin Mübarek de Ebu Hanife'nin aleyhinde çok ağır sözler söylediler.
Kısacası yeryüzünün her yanındaki Ehli Sünnet'in uleması Ebu Hanife hakkındaki kanaati menfidir"
( İbni Âdi el- Kamil fi Zuafair-Rical- 8- 241) Sufyan bin Uyeyne:
"Allah Ebu Hanife'ye lanet etsin, İslam'ın can damarlarını bir bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha kötü biri doğmamıştır" demiştir.
( İbni abdilberr el- intika, 150)
İbni Ebi Şeybe
"Sanıyorum Ebu Hanife yahudi idi" demiştir. (Hatib El Bağdadi 13, 413)
Süfyan es-Sevri:
"Ebu Hanife'yi zındıklığından dönmesi için iki kez, kafirliğindenden dönmesi içinse defalarca tevbeye çağrıldı"
( Hatib El Bağdadi 13/ 382- 383)
İmamı Malik:
"Benim için Ebu Hanife'nin sözüyle hayvan pisliği arasında hiçbir fark yoktur"
( Hatib El Bağdadi Tarihul Bağdadi, 13/411)
Ebu Davud Süleyman Es Sicistani şöyle der: "İmamı Malik,
İmamı Şafi, Ahmet Bin hanbel Ebu Hanife'nin küfür ve dalalet içinde olduğunda ittifak etmişlerdir"
(Hatib El Bağdadi Tarihul Bağdadi 13/ 383 -384)
Görüldüğü gibi Allah Resulü'nden iki asır sonra gelen rivayet tapıcıları sapıklık ve zındıklıkta günümüzde bulunan çömezleri arasında bir fark olmadığı gibi,
inanç ve fikirde bunlarla
beş bin yıl sonra gelecek müşrikler arasında da bir fark olmayacaktır.
Bu Kuran cahili mezhep imamlarının Ebu Hanife'yi kafir, zındık ve sapık demelerinin tek sebebi,
Allah Resulü'ne isnat edilen bazı sözlerin ona yakışmayacağını söylemeseydi.
Yani Ebu Hanife, biz Kur'an ehli muvahhidler gibi yaşadığı zamana intikal eden rivayetlerin tümünü de inkar etmiyordu.
Belki de uydurma rivayetlerin binde birine karşı gelmiyordu.
Buna rağmen bu Kur'an düşmanı hurafeci muhaddis ve Mezhep imamları ona her türlü hakareti yapmayı dinden bir farz gibi telakki etmişlerdir.
Dolayısıyla Tevhid ve şirk mücadelesi on bin sene önce nasıl olduysa, bundan on bin sene sonra da devam edecektir.
Burada aklıma şu iki âyet geldi.
"İşte o ülkeler (ve halkları)onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, elçileri onlara apaçık deliller getirmişlerdi.
Fakat önceden (inanç atalarının) yalanladıkları gerçeklere (bunlar) iman edecek değillerdi.
İşte kafirlerin kalplerini
Allah böyle mühürler. Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk"
(Âraf, 101, 102)
Ancak vicdan sahibi insana acı ve ızdırap veren şey,
masum bir ilâh gibi gösterilen bu cahil Mezhep imamlarının
aklını biraz kullanan ve vicdanın sesini dinleyen insaflı bir âlime nasıl saldırdıklarını ümmi halkın bilmemesidir.
Her müslüman kitabını, o kitaptaki dini, niçin indiğini, amaç ve hikmetini bilmekle sorumludur.
Müslüman Allah tarafından indirilen vahyin aydınlığıyla, kimin sapıklıkta bulunduğunu ve kimin hidayet üzerinde olduğunu bilmekle yükümlüdür
(13.YAZI)
ŞİİLİK ve SÜNNİLİK'TE HADİS İNANCI:
"O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu ilahların ve evliyanın batıl olduklarından) asla şüphen olmasın.
Onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar.Biz onların azaptan nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz"
(Hud, 109)
Şiilik ve Sünnilik'te her ne kadar sözde birinci kaynak veya temel kaynak olarak
"Kur'an" söylense de, icraat ve amelde "sünnet" adı altında en büyük kaynak Allah Resulü adına İftira edilen hadislerdir.
Yani dinlerinde hadislerin ana kaynak olduğuna dair Şii ve Sünni ilim adamları arasında bir ihtilaf ve anlaşmazlık yoktur.
Şii ve Sünni âlimler dinlerini tamamen, yüzde yüz sünnet adı altında hadisler üzerinde bina etmişlerdir.
Şiilik ve Sünniliğin hadis ve fıkıh kaynaklarını okuyan ümmi biri bile bu gerçeği açık olarak görecektir.
Sünnilik ve Şiilik'te Kur'an, İlim, aklı kullanma, tefekkür ve sorgulamadan söz etmek mümkün değildir.
Şiiler ve Sünniler arasında hadislerin en önemli kaynak oldukları ile ilgili prensipte ayrılık yoktur.
Yani Şiirler'de Sünniler'de Allah Resulü'nden asırlar sonra uydurulan ve tamamen fitne olan hadislerle amel edilmesi gerektiğine candan iman ederler.
Burada tek ayrılık, hadislerin aktarımı noktasında bir anlaşmazlık içine düşmektedirler.
Dolayısıyla içinde bulundukları en büyük sorun, Nebi (as) adına iftira edilen binlerce rivayet sahabe kanalıyla mı, yoksa Ehli Beyt imamlarının yoluyla mı aktarılmalıdır?
Bilindiği gibi Sünniler, başını Hanefi mezhebinin imamı Ebu Hanife'nin çektiği rey ehli ile Hanbeli mezhebinin İmamı Ahmed bin Hanbel'in öncülük ettiği hadis ehli bile iki gruba bölünmüşlerdir.
Hatta Sünniler arasında yüzlerce âlim Ebu Hanife'yi küfür ve dinden dönme, sapıklık ve zındıklıkla itham etmiştir.
Bunlardan birkaç örnek şöyledir.
Buhari'nin Ebu Hanife hakkında söylediği suçlamalar.
"Sapık mürcie mezhebinin mensubu"
( Tarihul Evsat, cilt, 2- sayfa. 93)
"Küfünden dönmesi için iki defa tevbeye çağrılan adam"
( kitabu'z Zuafa, sayfa.132)
Ehli Sünnet'in meşhur muhaddis ve fıkıh âlimi Sufyan Bin Uyeyne,
Ebu Hanife'nin ölüm haberi kendisine gelince, kendisi İmamı Buhari'den geri kalmayan şu sözü söylemiştir:
"Allah ona lanet etsin! İslam'ın can damarlarını bir bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha kötü biri doğmamıştır"
( İbni Abdilberr, el-intika, s.149, 150)
İbnu Carud ise Ebu Hanife'yi tanıtırken şu sözü söylemiştir.
" Müslüman olup olmadığı tartışmalıdır"
( el- intikal- s. 150)
Bir diğer mezhep imamı olan Malik ise şöyle demiştir.
"Ebu Hanife, İslam bünyesinde doğan en kötü varlıktır. Bu ümmete, fikirleri yerine kılıçla vursaydı daha iyi olurdu"
( el- intika- s. 150)
Ebu Hanife hakkında pek çok iddia ortaya atılmıştır.
İşte onlardan bazıları:
Ebuşşeyh Tabakat- Dedi ki:
Asım Bin Yezid'i şöyle derken işittim,
Süfyan es-Sevri söyledi ki:
"Ebu Hanife hem "dâl" "sapık" hem de "mudill" "saptırıcı" idi"
(Ebuşşeyh Tabakat 2 /110)
AHMET BİN HANBEL KİTABUL-İLEL
"Ebu Hanife'nin iki kere tevbeye davet edildiğini nakleder"
( Ahmet Bin Hanbel kitabul- ilel.2 /69/ 428- 432)
Malik Bin Enes (Maliki mezhebinin imamı)
"Ebu Hanife az kalsın dini yıkacaktı"
demiştir.
(Ahmet Bin Hanbel kitabul-ilel 2/69/ 428- 32) Hammad Bin Seleme:
"Ebu Hanife bir şeytandı, Allah Resulü'nün sözlerini kendi görüşlerine dayanarak red ederdi"
(İbni Âdi el- Kamil fi Zuafair-Rical, 8/ 239)
Ebu'l Hasan el-Eş'ari :
Süfyan es-Sevri, imam Ebu Hanife'nin hocası Hammad Bin Ebu Süleyman'dan şu sözü nakletmiştir.
"O müşrik Ebu Hanife'ye söyle ben ondan tamamen beriyim, onunla hiçbir ilişkim yoktur"
(Eş'ari el ibane, 77)
İmamı Müslim şöyle der:
İmam Malik (Maliki mezhebinin imamı)
"Ebu Hanife dini mahveden hastalıklardan biridir" demiştir.
( İbni Âdi el Kamil fi Zuafair-Rical, 8- 237)
Ebu Davud (Sünni dininin diğer önemli âlimlerinden) şöyle demiştir.
"Ebu Hanife'ye saldırı ve onu itham, İslam âlimlerinin İcma ettiği noktalardan biridir. Basra'nın fıkıh imamı
Eyyüb es-Sahtiyani Ebu Hanife'nin aleyhinde çok kötü konuşmuştur.
Küfenin imamı Süfyan es-Sevri ile Hicaz Bölgesi'nin imamı
Malik Bin Enes (İmam Malik) ile Mısır'ın imamı Leys bin Sa'd ile Şam'ın imamı Evzai ile Horasan'ın imamı Abdullah Bin Mübarek de Ebu Hanife'nin aleyhinde çok ağır sözler söylediler.
Kısacası yeryüzünün her yanındaki Ehli Sünnet'in uleması Ebu Hanife hakkındaki kanaati menfidir"
( İbni Âdi el- Kamil fi Zuafair-Rical- 8- 241) Sufyan bin Uyeyne:
"Allah Ebu Hanife'ye lanet etsin, İslam'ın can damarlarını bir bir kopardı. Müslümanlar arasında ondan daha kötü biri doğmamıştır" demiştir.
( İbni abdilberr el- intika, 150)
İbni Ebi Şeybe
"Sanıyorum Ebu Hanife yahudi idi" demiştir. (Hatib El Bağdadi 13, 413)
Süfyan es-Sevri:
"Ebu Hanife'yi zındıklığından dönmesi için iki kez, kafirliğindenden dönmesi içinse defalarca tevbeye çağrıldı"
( Hatib El Bağdadi 13/ 382- 383)
İmamı Malik:
"Benim için Ebu Hanife'nin sözüyle hayvan pisliği arasında hiçbir fark yoktur"
( Hatib El Bağdadi Tarihul Bağdadi, 13/411)
Ebu Davud Süleyman Es Sicistani şöyle der: "İmamı Malik,
İmamı Şafi, Ahmet Bin hanbel Ebu Hanife'nin küfür ve dalalet içinde olduğunda ittifak etmişlerdir"
(Hatib El Bağdadi Tarihul Bağdadi 13/ 383 -384)
Görüldüğü gibi Allah Resulü'nden iki asır sonra gelen rivayet tapıcıları sapıklık ve zındıklıkta günümüzde bulunan çömezleri arasında bir fark olmadığı gibi,
inanç ve fikirde bunlarla
beş bin yıl sonra gelecek müşrikler arasında da bir fark olmayacaktır.
Bu Kuran cahili mezhep imamlarının Ebu Hanife'yi kafir, zındık ve sapık demelerinin tek sebebi,
Allah Resulü'ne isnat edilen bazı sözlerin ona yakışmayacağını söylemeseydi.
Yani Ebu Hanife, biz Kur'an ehli muvahhidler gibi yaşadığı zamana intikal eden rivayetlerin tümünü de inkar etmiyordu.
Belki de uydurma rivayetlerin binde birine karşı gelmiyordu.
Buna rağmen bu Kur'an düşmanı hurafeci muhaddis ve Mezhep imamları ona her türlü hakareti yapmayı dinden bir farz gibi telakki etmişlerdir.
Dolayısıyla Tevhid ve şirk mücadelesi on bin sene önce nasıl olduysa, bundan on bin sene sonra da devam edecektir.
Burada aklıma şu iki âyet geldi.
"İşte o ülkeler (ve halkları)onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, elçileri onlara apaçık deliller getirmişlerdi.
Fakat önceden (inanç atalarının) yalanladıkları gerçeklere (bunlar) iman edecek değillerdi.
İşte kafirlerin kalplerini
Allah böyle mühürler. Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk"
(Âraf, 101, 102)
Ancak vicdan sahibi insana acı ve ızdırap veren şey,
masum bir ilâh gibi gösterilen bu cahil Mezhep imamlarının
aklını biraz kullanan ve vicdanın sesini dinleyen insaflı bir âlime nasıl saldırdıklarını ümmi halkın bilmemesidir.
Her müslüman kitabını, o kitaptaki dini, niçin indiğini, amaç ve hikmetini bilmekle sorumludur.
Müslüman Allah tarafından indirilen vahyin aydınlığıyla, kimin sapıklıkta bulunduğunu ve kimin hidayet üzerinde olduğunu bilmekle yükümlüdür
SON VAHİY'DE KADİM VAHİY'LER GİBİ BÜYÜK BİR İHANETE UĞRADI.
(1.YAZI)
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Resul der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler"
( Furkan, 30)
"De ki: Bu Kur'an büyük bir haberdir. Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz"
(Sâd, 67, 68)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'ın halktan koparılması, iyice susturulması, tevhid sisteminin bozulması ve ahlakının dejenere edilerek arka planı atılması ve tamamen terk edilmesi için cildini, şeklini, müzik ve ahengini ön plana çıkardılar.
Ümit ediyoruz ki, bir gün gelecek Kur'an ehli muvahhidler bu tuzağın farkına varacak, Allah'ın kitabını hakkıyla okuyacak ve insanlara mesajını ulaştıracak, ondan ilham alacak, ümmetin arasında inanç ayrılıklarını, düşünce karmaşasını, mezhep belasını,
"Allah'ın ipine sığınarak" sorunları çözmeye çalışacaklardır.
İşte o zaman İslam yeniden kaynağını Kur'an'dan alarak dirilişe geçip ölümcül hastalığa yakalanmış, mezheplerin şirk tuzağına düşmüş, geri kalmış İslam ümmetini yeniden vahdete kavuşturur.
Yoksa Kur'an olmadan hayat, hareket, bilinç, sorumluluk, doğru yön ve derin düşünce bulmak mümkün değildir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a öyle kötülükler yaptılar, öyle ihanetler ettiler ki, düşünme, tevhid, adalet, merhamet, onu anlama, onunla aydınlanma,
(İbrahim, 1)
doğru yönü bulma, dirilme ve amel kitabı olan bu hayat kitabını sadece istihâre yoluyla yararlanılan ve ölülere okunan bir sevap kitabı haline getirdiler.
Artık ümmi insanların Kur'an'a karşı sorumluluğu, sadece ona kuru bir tazimde bulunma,
onu anlamadan yüceltme, üzerinde tefekkür etmeden öpüp koklamak,
abdestsiz ellememe, güzel bir kılıfa sarmalama, evin en güzel köşesine yerleştirme, bebeğin beşiğine muhafız yapma ve güzel sesle okumaktan ibaret oldu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Kur'an, nazardan korunma,
büyüleri geçersiz kılma ve cinleri uzaklaştırmak için kullanılan tılsımlı bir takım hareket ve ayinler eşliğinde okuma, muska yapıp yeni doğum yapan kadınların,
süt veren ineklerin ve kafadan çatlak adamların yakasına takmak için ahmakça geleneklere alet edildi.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerine göre hiç kimse Kur'an'ı anlamaya çalışmamalıdır.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin tek bir amaçları vardır.
Kur'an'ı açıp okuyan, onu anlamaya çalışan, onun üzerinde düşünen,
ondan ders çıkaran ve ibret alan herkesi çeşitli yaftalamalarla karalamak ve Kur'an ehli muvahhidleri mahkum etmeye çalışmaktan ibarettir.
Tek gaye Kur'an'ın anlaşılmasının zor olduğunu ümmetin ümmilerine kabul ettirmektir.
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimlerine göre Kuran, içi muamma dolu, mücmel, şüpheli, çok zor, sırlar dünyasına benzer.
Dolayısıyla İnsanların onu anlaması mümkün değildir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri aklı kullanmayı reddettiler.
Halbuki akıl olmadan bir sözü, bir kitabı okumak, anlamak ve onunla amel etmek mümkün olmadığına göre,
ümmi halkı cehenneme gidersiniz diye korkutarak Kur'an'ın manasını okumaktan, anlamaktan ve onunla amel etmekten alıkoydular.
"İnkâr edenler: Bu Kur'an'ı sakın dinlemeyin, okunurken (aleyhinde) propaganda yapın, Umulur ki sesini bastırırsınız, dediler"
( Fussilet, 26)
Sonunda Kur'an'ı tamamen kendi rivayet, mezhep ve içtihatlarına göre uyarlayarak manasını tahrif ettiler.
Kur'an'ı baştan sona kadar Allah Resulü'nün etrafındaki birkaç kişiyi övmek, yalan yere onları yüceltmek veya birkaçını tahkir ve kötülemekten ibaret olan bir kitap olarak tanıttılar.
Halbuki Kur'an, hayat, kurtuluş, huzur, diriliş şuur ve yaratıcılık bağışlayan bir kitap olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
"De ki: Onu, Mukaddes ruh, iman edenlere Sçsebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi"
(Nahl, 102)
Aslında ümmi olan birinin Kur'an'ı okumadan, bilmeden ve anlamadan kabul etmesi mümkündür.
Ancak ilim sahibi birinin onu açıp okumadan, üzerinde düşünmeden ve anlamaya çalışmadan ondan yüz çevirmesi
hakkına sahip değildir.
"Nihayet, (hesap yerine) geldikleri zaman Allah buyurur: Siz benim ayetlerimi, ne olduğunu iyice kavramadan yalanladınız öyle mi? Değilse yaptığınız neydi?
(Neml, 84)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'la konuşmayı, ruhunu, fikrini,
tevhid sistemini, bağlam ve bütünlüğünü bırakıp şekline, sesine, tecvidine kulluk etmeye başladıkları günden itibaren hurafelere tapmaya başladılar ve toplumsal gerilim, fikri donukluk, mezhebi taassup, ilmi, İktisadi ve siyasi yozlaşma ile karşı karşıya kaldılar.
Biz İslam toplumunu şirk, sömürü, hurafe, tefrika, bencillik, kör taassup ve cehaletin karanlığından kurtaracak tek gerçek, Kur'an'ın tek kaynak olarak kabul edilmesi ve merkeze konması olacaktır.
Kur'an, din ve hüküm olarak hem Diyanette, hem Milli Eğitim'de, hem medreselerde hem de bütün kamuoyunda tek kaynak olarak ortaya konsun.
Diyanet ve okullarda Kur'an dersleri, İmamlar arasında Kur'an araştırmaları, ilahiyatçılar arasında
Kur'an meseleleri, daha ilkokullardan başlayan Kur'an eğitim ve öğretimi hayati ve asli bir görev olarak ele alınmalıdır.
Bu bilinç ve hayırlı faaliyet her geçen gün yayılmalıdır.
İşte o zaman Kur'an'ın rehberliğinde ümmet uyanışa, direnişe, sorumluluk bilincine, güç ve birliğe ulaşmış olacaktır.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sığının, parçalanmayın, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve onun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı.
işte Allah size âyetlerini böyle açıkları ki doğru yolu bulasınız"
(Âli İmran, 103)
Yoksa bu ümmet şirk, tefrika, karanlık, zillet dolu, utanç verici bir hayata mahkum olarak kalacaktır.
Kur'an, bize ahirette kurtuluş yolunun dünyadan geçtiğini, dünyada kurtuluşa ve refaha ermeden ahirette kurtulmanın mümkün olmadığını öğretiyor.
"Kim de benim zikrimden (Kur'an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.
O: Rabbim!
Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim! der.
Allah buyurur ki: İşte böyle, çünkü sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde unutuluyorsun"
(Tâhâ- 121, 125 ,126)
ÇARE: Kutsallık ve yüceltme raftan indirilip eğitim ve tefekkür, rahmet ve inancın dayanağı olacak.
Kur'an bize, özgürlük, uyanıklık ve izzet sahibi olmanın yolunun ilim ve aklı kullanmaktan geçtiğini öğretti.
Dolayısıyla bu dünyada zelil olarak ölen ahirette zillet içinde dirilir.
Yani müntesiplerini bu dünyada rezil rüsvay eden bir din, ahirette kurtuluşa vesile olabilir mi?
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri yukarıdaki soruya cevap verebilir mi?
Allah'a yakın olmanın yolu ibadetlerde olmadığını, aklı kullanmaktan ve tefekkürden geçtiğini yine Kur'an öğretti.
İbadet eden cahil değirmene bağlanan eşek gibidir.
Kur'an'sız kalan bu ümmet bir adım ilerlemeden yerinde döner durur.
(1.YAZI)
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Resul der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler"
( Furkan, 30)
"De ki: Bu Kur'an büyük bir haberdir. Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz"
(Sâd, 67, 68)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'ın halktan koparılması, iyice susturulması, tevhid sisteminin bozulması ve ahlakının dejenere edilerek arka planı atılması ve tamamen terk edilmesi için cildini, şeklini, müzik ve ahengini ön plana çıkardılar.
Ümit ediyoruz ki, bir gün gelecek Kur'an ehli muvahhidler bu tuzağın farkına varacak, Allah'ın kitabını hakkıyla okuyacak ve insanlara mesajını ulaştıracak, ondan ilham alacak, ümmetin arasında inanç ayrılıklarını, düşünce karmaşasını, mezhep belasını,
"Allah'ın ipine sığınarak" sorunları çözmeye çalışacaklardır.
İşte o zaman İslam yeniden kaynağını Kur'an'dan alarak dirilişe geçip ölümcül hastalığa yakalanmış, mezheplerin şirk tuzağına düşmüş, geri kalmış İslam ümmetini yeniden vahdete kavuşturur.
Yoksa Kur'an olmadan hayat, hareket, bilinç, sorumluluk, doğru yön ve derin düşünce bulmak mümkün değildir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a öyle kötülükler yaptılar, öyle ihanetler ettiler ki, düşünme, tevhid, adalet, merhamet, onu anlama, onunla aydınlanma,
(İbrahim, 1)
doğru yönü bulma, dirilme ve amel kitabı olan bu hayat kitabını sadece istihâre yoluyla yararlanılan ve ölülere okunan bir sevap kitabı haline getirdiler.
Artık ümmi insanların Kur'an'a karşı sorumluluğu, sadece ona kuru bir tazimde bulunma,
onu anlamadan yüceltme, üzerinde tefekkür etmeden öpüp koklamak,
abdestsiz ellememe, güzel bir kılıfa sarmalama, evin en güzel köşesine yerleştirme, bebeğin beşiğine muhafız yapma ve güzel sesle okumaktan ibaret oldu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Kur'an, nazardan korunma,
büyüleri geçersiz kılma ve cinleri uzaklaştırmak için kullanılan tılsımlı bir takım hareket ve ayinler eşliğinde okuma, muska yapıp yeni doğum yapan kadınların,
süt veren ineklerin ve kafadan çatlak adamların yakasına takmak için ahmakça geleneklere alet edildi.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerine göre hiç kimse Kur'an'ı anlamaya çalışmamalıdır.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin tek bir amaçları vardır.
Kur'an'ı açıp okuyan, onu anlamaya çalışan, onun üzerinde düşünen,
ondan ders çıkaran ve ibret alan herkesi çeşitli yaftalamalarla karalamak ve Kur'an ehli muvahhidleri mahkum etmeye çalışmaktan ibarettir.
Tek gaye Kur'an'ın anlaşılmasının zor olduğunu ümmetin ümmilerine kabul ettirmektir.
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimlerine göre Kuran, içi muamma dolu, mücmel, şüpheli, çok zor, sırlar dünyasına benzer.
Dolayısıyla İnsanların onu anlaması mümkün değildir.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri aklı kullanmayı reddettiler.
Halbuki akıl olmadan bir sözü, bir kitabı okumak, anlamak ve onunla amel etmek mümkün olmadığına göre,
ümmi halkı cehenneme gidersiniz diye korkutarak Kur'an'ın manasını okumaktan, anlamaktan ve onunla amel etmekten alıkoydular.
"İnkâr edenler: Bu Kur'an'ı sakın dinlemeyin, okunurken (aleyhinde) propaganda yapın, Umulur ki sesini bastırırsınız, dediler"
( Fussilet, 26)
Sonunda Kur'an'ı tamamen kendi rivayet, mezhep ve içtihatlarına göre uyarlayarak manasını tahrif ettiler.
Kur'an'ı baştan sona kadar Allah Resulü'nün etrafındaki birkaç kişiyi övmek, yalan yere onları yüceltmek veya birkaçını tahkir ve kötülemekten ibaret olan bir kitap olarak tanıttılar.
Halbuki Kur'an, hayat, kurtuluş, huzur, diriliş şuur ve yaratıcılık bağışlayan bir kitap olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
"De ki: Onu, Mukaddes ruh, iman edenlere Sçsebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi"
(Nahl, 102)
Aslında ümmi olan birinin Kur'an'ı okumadan, bilmeden ve anlamadan kabul etmesi mümkündür.
Ancak ilim sahibi birinin onu açıp okumadan, üzerinde düşünmeden ve anlamaya çalışmadan ondan yüz çevirmesi
hakkına sahip değildir.
"Nihayet, (hesap yerine) geldikleri zaman Allah buyurur: Siz benim ayetlerimi, ne olduğunu iyice kavramadan yalanladınız öyle mi? Değilse yaptığınız neydi?
(Neml, 84)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'la konuşmayı, ruhunu, fikrini,
tevhid sistemini, bağlam ve bütünlüğünü bırakıp şekline, sesine, tecvidine kulluk etmeye başladıkları günden itibaren hurafelere tapmaya başladılar ve toplumsal gerilim, fikri donukluk, mezhebi taassup, ilmi, İktisadi ve siyasi yozlaşma ile karşı karşıya kaldılar.
Biz İslam toplumunu şirk, sömürü, hurafe, tefrika, bencillik, kör taassup ve cehaletin karanlığından kurtaracak tek gerçek, Kur'an'ın tek kaynak olarak kabul edilmesi ve merkeze konması olacaktır.
Kur'an, din ve hüküm olarak hem Diyanette, hem Milli Eğitim'de, hem medreselerde hem de bütün kamuoyunda tek kaynak olarak ortaya konsun.
Diyanet ve okullarda Kur'an dersleri, İmamlar arasında Kur'an araştırmaları, ilahiyatçılar arasında
Kur'an meseleleri, daha ilkokullardan başlayan Kur'an eğitim ve öğretimi hayati ve asli bir görev olarak ele alınmalıdır.
Bu bilinç ve hayırlı faaliyet her geçen gün yayılmalıdır.
İşte o zaman Kur'an'ın rehberliğinde ümmet uyanışa, direnişe, sorumluluk bilincine, güç ve birliğe ulaşmış olacaktır.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sığının, parçalanmayın, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve onun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı.
işte Allah size âyetlerini böyle açıkları ki doğru yolu bulasınız"
(Âli İmran, 103)
Yoksa bu ümmet şirk, tefrika, karanlık, zillet dolu, utanç verici bir hayata mahkum olarak kalacaktır.
Kur'an, bize ahirette kurtuluş yolunun dünyadan geçtiğini, dünyada kurtuluşa ve refaha ermeden ahirette kurtulmanın mümkün olmadığını öğretiyor.
"Kim de benim zikrimden (Kur'an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.
O: Rabbim!
Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim! der.
Allah buyurur ki: İşte böyle, çünkü sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde unutuluyorsun"
(Tâhâ- 121, 125 ,126)
ÇARE: Kutsallık ve yüceltme raftan indirilip eğitim ve tefekkür, rahmet ve inancın dayanağı olacak.
Kur'an bize, özgürlük, uyanıklık ve izzet sahibi olmanın yolunun ilim ve aklı kullanmaktan geçtiğini öğretti.
Dolayısıyla bu dünyada zelil olarak ölen ahirette zillet içinde dirilir.
Yani müntesiplerini bu dünyada rezil rüsvay eden bir din, ahirette kurtuluşa vesile olabilir mi?
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri yukarıdaki soruya cevap verebilir mi?
Allah'a yakın olmanın yolu ibadetlerde olmadığını, aklı kullanmaktan ve tefekkürden geçtiğini yine Kur'an öğretti.
İbadet eden cahil değirmene bağlanan eşek gibidir.
Kur'an'sız kalan bu ümmet bir adım ilerlemeden yerinde döner durur.
SON VAHİY'DE KADİM VAHİY'LER GİBİ BÜYÜK BİR İHANETE UĞRADI:
( 2.YAZI)
Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır!
Biz onların kalplerine Kur'an'ı anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarında sağırlık verdik.
Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"
(Kehf, 57)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'ı teberrük edilen, ölü kitabı olmaktan çıkarıp hakkıyla okunan ve anlaşılan bir kitap olduğunu anlamak zorundadır.
Kur'an kulak verilmesi gereken bir kitaptır.
Kuru kuruya tapılması gereken bir "fetiş" değildir.
Kur'an eğer anlamsız bir zikir kitabı, ahiret için okunan bir sevap kitabı ya da ölmüşlerin ruhuna hediye edilmek için okunan, dokunulmaz,
bir "kutsal" değil de bir hayat ve şuur, aydınlanma ve adalet kitabı olarak okunursa insana uyanma ve direniş hissi,
hareket kabiliyeti, izzet, rahmet ve bilinç bahşedecektir.
Böylece iman gücü zulme, zillete ve cehalete karşı bir kudrete, bir baş kaldırışa bir isyana dönüşür.
Ama maalesef geçmişte olduğu gibi, Kur'an bugün cehaletin ve düzenbazların elinde bir rant ve menfaat aracı, uğurlu ve teberrük edilen bir nesne olmuştur.
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanları açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü oldu"
( Âli İmran,187)
Tıpkı dün Emevi zulüm ve istibdadının mızraklarının ucunda sömürü ve nifak vesilesi olduğu gibi.
Ben şuna hayret ediyorum!
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a karşı gelmede, ona saldırı yapmada, onunla alay etmede, onu rant yapmada, onun gerçeklerini gizlemede, kulak ardı etmede nasıl bir İcma ve İttifak içine girdiler.
Rahmân ve Rahim olan Allah indirmiş olduğu ilk vahiy'den son vahiy olan Kur'an'a kadar elçilerden sonra gelen ilim adamları bu emrin tam tersini icra ettiler.
Allah "Onu yalanlamayın buyurdu" yalanladılar, onun gerçeklerini gizlemeyin" buyurdu,
gerçekleri gizlemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
"Ona ihanet etmeyin" buyurdu her türlü ihaneti gösterdiler.
Yani anlayacağınız kadim vahyin sahipleri gibi Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinde Kur'an ilmi ve hikmeti, rahmet ve ahlakı namına hiçbir güzellik bulunmamaktadır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri vahye ihanet edince bütün güzelliklerini ve değerlerini kaybettiler.
Şia Ehli sünnet âlimleri hakkıyla Kur'an'a iman etmedikleriden dolayı Allah Kur'an'ın anlaşılmasını onlara imkansız kılmıştır.
Yani anlayacağınız, Şia ve Ehli Sünnet âlimlerine Kur'an'ın hidayet ve rahmet kapıları sonuna kadar kapanmıştır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz
Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.
Allah'ın ayetlerine inanmayanlar ancak yalan uydurur. işte onlar yalancıların kendileridir"
( Nahl, 104, 105)
( 2.YAZI)
Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır!
Biz onların kalplerine Kur'an'ı anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarında sağırlık verdik.
Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"
(Kehf, 57)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'ı teberrük edilen, ölü kitabı olmaktan çıkarıp hakkıyla okunan ve anlaşılan bir kitap olduğunu anlamak zorundadır.
Kur'an kulak verilmesi gereken bir kitaptır.
Kuru kuruya tapılması gereken bir "fetiş" değildir.
Kur'an eğer anlamsız bir zikir kitabı, ahiret için okunan bir sevap kitabı ya da ölmüşlerin ruhuna hediye edilmek için okunan, dokunulmaz,
bir "kutsal" değil de bir hayat ve şuur, aydınlanma ve adalet kitabı olarak okunursa insana uyanma ve direniş hissi,
hareket kabiliyeti, izzet, rahmet ve bilinç bahşedecektir.
Böylece iman gücü zulme, zillete ve cehalete karşı bir kudrete, bir baş kaldırışa bir isyana dönüşür.
Ama maalesef geçmişte olduğu gibi, Kur'an bugün cehaletin ve düzenbazların elinde bir rant ve menfaat aracı, uğurlu ve teberrük edilen bir nesne olmuştur.
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanları açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü oldu"
( Âli İmran,187)
Tıpkı dün Emevi zulüm ve istibdadının mızraklarının ucunda sömürü ve nifak vesilesi olduğu gibi.
Ben şuna hayret ediyorum!
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a karşı gelmede, ona saldırı yapmada, onunla alay etmede, onu rant yapmada, onun gerçeklerini gizlemede, kulak ardı etmede nasıl bir İcma ve İttifak içine girdiler.
Rahmân ve Rahim olan Allah indirmiş olduğu ilk vahiy'den son vahiy olan Kur'an'a kadar elçilerden sonra gelen ilim adamları bu emrin tam tersini icra ettiler.
Allah "Onu yalanlamayın buyurdu" yalanladılar, onun gerçeklerini gizlemeyin" buyurdu,
gerçekleri gizlemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
"Ona ihanet etmeyin" buyurdu her türlü ihaneti gösterdiler.
Yani anlayacağınız kadim vahyin sahipleri gibi Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinde Kur'an ilmi ve hikmeti, rahmet ve ahlakı namına hiçbir güzellik bulunmamaktadır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri vahye ihanet edince bütün güzelliklerini ve değerlerini kaybettiler.
Şia Ehli sünnet âlimleri hakkıyla Kur'an'a iman etmedikleriden dolayı Allah Kur'an'ın anlaşılmasını onlara imkansız kılmıştır.
Yani anlayacağınız, Şia ve Ehli Sünnet âlimlerine Kur'an'ın hidayet ve rahmet kapıları sonuna kadar kapanmıştır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz
Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.
Allah'ın ayetlerine inanmayanlar ancak yalan uydurur. işte onlar yalancıların kendileridir"
( Nahl, 104, 105)
(Son)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI
(15.YAZI)
ÖRNEK 81:
ÂLİ İmran suresi" Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve Nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara:
Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir.
Bilakis (şöyle demesi gerekir) okutmakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe halis Kullar olunuz"
ÂLİ İmran 79. âyetinde bulunan "tuallimunel kitébe) "öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca" kelimesini,
Ebu Amir "te'lemune" "bilmiş olduğunuz kitap uyarınca" olarak okumuştur.
ÖRNEK 82:
ÂLİ İmran suresi "Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilir"
115. âyetinde bulunan "vemé yef'alu min hayrin felen yükferuhu" kelimelerini, Ebu Amir "vemé tef'alu min hayrin felen tükferühu" "yaptığınız hiçbir hayır karşılıksız bırakmayacaktır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 83:
ÂLİ İmran suresi "Nice Nebi'ler vardı ki, beraberinde birçok
Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik göstermediler, boyun eğmediler, Allah sabredenleri sever"
146. âyetinde bulunan "kâtele" "savaştılar" kelimesini, Ebu Amir "kutile" öldürüldüler" olarak okumuştur.
ÖRNEK 84:
Enfal suresi
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için savunma gücü hazırlayın, onunla
Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz,,,"
60. ayetinde bulunan "turhibune" "korkutursunuz" kelimesini,
Ebu Amir "yurhibune" "korkuturlar" olarak okumuştur.
Bu okuyuşta savunma gücünün ne kadar caydırıcı olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Yani o hazırlayacağınız savunma gücü sayesinde düşmanlarınızı korkutmuş olursunuz.
ÖRNEK 85:
Tevbe Suresi
"Binasına Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır.
Yoksa yapısını yıkılacak bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi?
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez" 109. âyetinde bulunan "essese" "kuran, bina eden" kelimesini,
Nâfi "üssise" "(Allah) tarafından kurulan, bina edilen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 86:
Tevbe suresi "Haram ayları) ertelemek, sadece kefillikte İleri gitmektir. Çünkü onunla, kafir olanlar saptırılır" 37. ayetinde bulunan "yudallu" "saptırılır" kelimesini, Nâfi "yudillu" "saptırır" olarak okumuştur.
O zaman âyet şöyle olur.
(Haram ayları) ertelemek, sadece kafirlikte İleri gitmektir. Çünkü kafir olanlar onunla saptırırlar,,,"
Bu okuyuş âyetin bütününe daha uygun düşüyor.
ÖRNEK 87: Âli İmran suresi
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden (âlimlerden) "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemiyeceksiniz" diyerek söz almıştı" 187. âyetinde bulunan "letubeyyinunnehu" "onu açıklayacaksınız" ile "velé tektümünehu" "onu gizlemiyeceksiniz"
(15.YAZI)
ÖRNEK 81:
ÂLİ İmran suresi" Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve Nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara:
Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir.
Bilakis (şöyle demesi gerekir) okutmakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe halis Kullar olunuz"
ÂLİ İmran 79. âyetinde bulunan "tuallimunel kitébe) "öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca" kelimesini,
Ebu Amir "te'lemune" "bilmiş olduğunuz kitap uyarınca" olarak okumuştur.
ÖRNEK 82:
ÂLİ İmran suresi "Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilir"
115. âyetinde bulunan "vemé yef'alu min hayrin felen yükferuhu" kelimelerini, Ebu Amir "vemé tef'alu min hayrin felen tükferühu" "yaptığınız hiçbir hayır karşılıksız bırakmayacaktır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 83:
ÂLİ İmran suresi "Nice Nebi'ler vardı ki, beraberinde birçok
Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik göstermediler, boyun eğmediler, Allah sabredenleri sever"
146. âyetinde bulunan "kâtele" "savaştılar" kelimesini, Ebu Amir "kutile" öldürüldüler" olarak okumuştur.
ÖRNEK 84:
Enfal suresi
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için savunma gücü hazırlayın, onunla
Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği düşmanları korkutursunuz,,,"
60. ayetinde bulunan "turhibune" "korkutursunuz" kelimesini,
Ebu Amir "yurhibune" "korkuturlar" olarak okumuştur.
Bu okuyuşta savunma gücünün ne kadar caydırıcı olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Yani o hazırlayacağınız savunma gücü sayesinde düşmanlarınızı korkutmuş olursunuz.
ÖRNEK 85:
Tevbe Suresi
"Binasına Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır.
Yoksa yapısını yıkılacak bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi?
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez" 109. âyetinde bulunan "essese" "kuran, bina eden" kelimesini,
Nâfi "üssise" "(Allah) tarafından kurulan, bina edilen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 86:
Tevbe suresi "Haram ayları) ertelemek, sadece kefillikte İleri gitmektir. Çünkü onunla, kafir olanlar saptırılır" 37. ayetinde bulunan "yudallu" "saptırılır" kelimesini, Nâfi "yudillu" "saptırır" olarak okumuştur.
O zaman âyet şöyle olur.
(Haram ayları) ertelemek, sadece kafirlikte İleri gitmektir. Çünkü kafir olanlar onunla saptırırlar,,,"
Bu okuyuş âyetin bütününe daha uygun düşüyor.
ÖRNEK 87: Âli İmran suresi
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden (âlimlerden) "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemiyeceksiniz" diyerek söz almıştı" 187. âyetinde bulunan "letubeyyinunnehu" "onu açıklayacaksınız" ile "velé tektümünehu" "onu gizlemiyeceksiniz"
kelimelerini, Nâfi "leyubeyyinunnehu" onu açıklayacaklarına" ile "velé yektümünehu" "onu gizlemiyeceklerine" diyerek söz almıştır" olarak okumuştur.
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(14. YAZI)
İmamiyye Şia'sı, sahabenin büyük bölümünü Ehli Beyt'te sırt çevirmekle ve hilafet haklarını gasbetmekle suçladıkları için hadislerin nakli noktasında onlara karşı olumsuz bir tavır takınmışlardır.
Şii âlimlerin büyük çoğunluğunun üzerinde fikir birliği ettikleri konulardan biri, Ömer ve ardından Buhari ve Müslim gibi ehli Sünnet hadisçilerinin Hz Ali ve Ehli Beyt hakkındaki rivayetlerin ümmetin geneli tarafından dinlenmesini istemedikleridir.
Şia âlimlerine göre Ömer hadis rivayeti konusunda çok katı ve yasakçı bir zihniyete sahip idi.
Şia, işte bu ve benzeri sebeplerden dolayı hadis aktarımını İmam Zeynelâbidin, oğlu Muhammed el- Bakır, oğlu imamı Caferi es- Sadık gibi Ehli Beyt imamları ile sınırlı tutmuştur.
Şia'nın önemli bölümünü oluşturan İmamiyye, Ehli Beyt imamlarının sözlerini ve içtihadi görüşlerini din için tamamlayıcı olarak görmüşlerdir.
Çünkü onların gözünde Ehli Beyt,
"Size iki şey bırakıyorum:
Allah'ın kitabı ve itretim" (neslim) hadisinde ifade edildiği gibi
Allah Resulü'nün Kur'an'ın yanında takip edilmesini emrettiği ikinci kaynağı oluşturmaktaydı.
Şia âlimleri, Allah Resulü'nün sürekli olarak kızı Fatıma ve amcasının oğlu Hz. Ali'nin evlerine gidip onlarla konuştuğunu, imamı Ali'nin de bu ziyaretlerde söylenenleri bir sahifeye yazdığını söylerler.
Şia âlimlerine göre Hazreti Ali'nin bu sahifesi elde bulunan hadis kitaplarının en sağlam olanıdır.
Bu sahife ve kitap daha sonra masum imamlara geçmiştir.
Allah Resulü'nün H.Ali'ye öğrettiği bu hadis kitabı her şeyi içerdiğinden mâsum imamlarda her şeyi bilirler.
Şia, bu konuda bazı âyetleri delil olarak göstermiştir.
Dolayısıyla Şii âlimlerine göre imamlardan gelen rivayetlerde kuşkuya yer yoktur.
Çünkü Hz. Ali'nin yazdığı bu kitap imamlardan intikal etmiştir.
Ali Şeriati'nin bu konudaki görüşleri şöyledir. "İmamlar Kur'an'ı diğer insanlardan daha iyi anlar ve anlamlandırırlar"
Şia âlimleri Ehli Beyt'e nispet edilen hadisleri, yaşadıkları dönemde yazıya döküp derlemişlerdir.
Bunlar, büyük bölümü kaybolmuş bulunan "Usul'i- erbaa Mi'e =Dörtyüz asıl" olarak bilinir. Şeyh Ebu Câfer Muhammed Bin Yakub el-Küleyni (ö. H. 329)
bu hadislerden ulaşabildiklerini Hicri dördüncü asırda "el- kafi" adıyla kitap haline getirmiştir.
Şia'da "el-Kâfi" hadis kitabı, Ehli Sünnette bulunan "Buhari" gibidir.
Küleyni'nin Kâfi'si iki bölümden oluşmakta olup birinci bölümü usul (itikat- iman) ikinci bölümü ise fürü ( ibadet ve ahkamla) alakalı hadisleri içerir.
"el-Kâfi, 34 kitap, 346 bab altında 16.000 civarında hadis içeren geniş bir hadis kitabıdır.
(Dr. Haşim Maruf El- Hüseyni, Diraset, s 19, Sıtkı Necmi, Adva ale's-Sahihayn, s 87)
Sonra Şeyh Saduk lakabıyla ünlenen Muhammed bin Ali bin Bâbeveyh El Kummi (ö.H.381 "Men lé yahduru'l-Fakih" adlı bir hadis kaynağı derlemiştir.
Hadislerin senetlerine yer verilmeyen bu eserde 9.000'den fazla hadis bulunmaktadır.
Bu İkisinden sonra gelen Şeyh Ebu Cafer Muhammed bin el-Hasan et-Tusi (ö.H. 380- 462) iki büyük hadis kitabı derlemiş olup bunlardan biri
"Tehzibu'l-ahkam" diğeri ise "el-İstibsar fimé uhtilife mine'l-ahbar" kitabıdır.
et-Tusi bu iki eserde "el-Kâfi"de bulunmayan bazı hadislere yer vermiştir.
( a. g.e--s 292)
Bu kitaplar, on birinci yüzyılda derlenen üç büyük hadis kaynağına kadar Şii fıkıhçıların vazgeçilmez başvuru kaynağı olmuşlardır.
(14. YAZI)
İmamiyye Şia'sı, sahabenin büyük bölümünü Ehli Beyt'te sırt çevirmekle ve hilafet haklarını gasbetmekle suçladıkları için hadislerin nakli noktasında onlara karşı olumsuz bir tavır takınmışlardır.
Şii âlimlerin büyük çoğunluğunun üzerinde fikir birliği ettikleri konulardan biri, Ömer ve ardından Buhari ve Müslim gibi ehli Sünnet hadisçilerinin Hz Ali ve Ehli Beyt hakkındaki rivayetlerin ümmetin geneli tarafından dinlenmesini istemedikleridir.
Şia âlimlerine göre Ömer hadis rivayeti konusunda çok katı ve yasakçı bir zihniyete sahip idi.
Şia, işte bu ve benzeri sebeplerden dolayı hadis aktarımını İmam Zeynelâbidin, oğlu Muhammed el- Bakır, oğlu imamı Caferi es- Sadık gibi Ehli Beyt imamları ile sınırlı tutmuştur.
Şia'nın önemli bölümünü oluşturan İmamiyye, Ehli Beyt imamlarının sözlerini ve içtihadi görüşlerini din için tamamlayıcı olarak görmüşlerdir.
Çünkü onların gözünde Ehli Beyt,
"Size iki şey bırakıyorum:
Allah'ın kitabı ve itretim" (neslim) hadisinde ifade edildiği gibi
Allah Resulü'nün Kur'an'ın yanında takip edilmesini emrettiği ikinci kaynağı oluşturmaktaydı.
Şia âlimleri, Allah Resulü'nün sürekli olarak kızı Fatıma ve amcasının oğlu Hz. Ali'nin evlerine gidip onlarla konuştuğunu, imamı Ali'nin de bu ziyaretlerde söylenenleri bir sahifeye yazdığını söylerler.
Şia âlimlerine göre Hazreti Ali'nin bu sahifesi elde bulunan hadis kitaplarının en sağlam olanıdır.
Bu sahife ve kitap daha sonra masum imamlara geçmiştir.
Allah Resulü'nün H.Ali'ye öğrettiği bu hadis kitabı her şeyi içerdiğinden mâsum imamlarda her şeyi bilirler.
Şia, bu konuda bazı âyetleri delil olarak göstermiştir.
Dolayısıyla Şii âlimlerine göre imamlardan gelen rivayetlerde kuşkuya yer yoktur.
Çünkü Hz. Ali'nin yazdığı bu kitap imamlardan intikal etmiştir.
Ali Şeriati'nin bu konudaki görüşleri şöyledir. "İmamlar Kur'an'ı diğer insanlardan daha iyi anlar ve anlamlandırırlar"
Şia âlimleri Ehli Beyt'e nispet edilen hadisleri, yaşadıkları dönemde yazıya döküp derlemişlerdir.
Bunlar, büyük bölümü kaybolmuş bulunan "Usul'i- erbaa Mi'e =Dörtyüz asıl" olarak bilinir. Şeyh Ebu Câfer Muhammed Bin Yakub el-Küleyni (ö. H. 329)
bu hadislerden ulaşabildiklerini Hicri dördüncü asırda "el- kafi" adıyla kitap haline getirmiştir.
Şia'da "el-Kâfi" hadis kitabı, Ehli Sünnette bulunan "Buhari" gibidir.
Küleyni'nin Kâfi'si iki bölümden oluşmakta olup birinci bölümü usul (itikat- iman) ikinci bölümü ise fürü ( ibadet ve ahkamla) alakalı hadisleri içerir.
"el-Kâfi, 34 kitap, 346 bab altında 16.000 civarında hadis içeren geniş bir hadis kitabıdır.
(Dr. Haşim Maruf El- Hüseyni, Diraset, s 19, Sıtkı Necmi, Adva ale's-Sahihayn, s 87)
Sonra Şeyh Saduk lakabıyla ünlenen Muhammed bin Ali bin Bâbeveyh El Kummi (ö.H.381 "Men lé yahduru'l-Fakih" adlı bir hadis kaynağı derlemiştir.
Hadislerin senetlerine yer verilmeyen bu eserde 9.000'den fazla hadis bulunmaktadır.
Bu İkisinden sonra gelen Şeyh Ebu Cafer Muhammed bin el-Hasan et-Tusi (ö.H. 380- 462) iki büyük hadis kitabı derlemiş olup bunlardan biri
"Tehzibu'l-ahkam" diğeri ise "el-İstibsar fimé uhtilife mine'l-ahbar" kitabıdır.
et-Tusi bu iki eserde "el-Kâfi"de bulunmayan bazı hadislere yer vermiştir.
( a. g.e--s 292)
Bu kitaplar, on birinci yüzyılda derlenen üç büyük hadis kaynağına kadar Şii fıkıhçıların vazgeçilmez başvuru kaynağı olmuşlardır.
18 Nisan 2018 Çarşamba
DİN'DE KAOS VE KARGAŞANIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ:
(2.YAZI)
Allah tarafından indirilen vahyin en önemli kavramlarından biri olan "itaat" kavramı Kur'an'da hiçbir zaman tek başına Allah lafzının yanında yer almaz.
Mutlaka yanında "Resul"kavramı vardır.
Çünkü Allah'ın insanlarla diyalog kurmasının en iddial yolu budur.
Bundan daha ideal ve olumlu bir yol olsaydı Allah bu yolu kullanırdı.
Resul Allah'ın emirleri ve iradesi dışında hiçbir şey söylemez.
Yani "Nebi" olan şahsiyet hayatı boyunca, gece gündüz, yedi gün, yirmi dört saat her an, hiç bir zaman, ahirette bile Nübüvvet kimliğini kaybetmez.
Fakat "Resul" Allah'ın kendisine vahiy indirip o da onu tebliğ edip insanlara duyurduğu andaki resmi konumudur.
Bu yüzden aşağı yukarı Kur'an'da "Resul" için kullanılan kavramların büyük çoğunluğu "Nebi" için kullanılmaz.
MESELA,
"tekzib" (yalanlama) "İsyan" (karşı çıkma) "küfür" (gerçeğin üstünü örtme) "tehaddi"
(meydan okuma)
"şikak" (yolları ayırma) "galebe" (zafere ulaşma) gibi, birçok kavram sadece Allah, vahiy ve resul için kullanılıyor.
Yani Allah tarafından Resul'e vahiy indiriliyor, Resul indirilen vahyi olduğu gibi, içine hiçbir şey katmadan ve ondan bir şey eksiltmeden insanlara ulaştırıyor.
(Hakka, 44, 45, 46, 47)
Kur'an'ın diline ve dinine göre vahiy ile Elçi arasında bir fark yoktur.
Allah'ın elçileri indirilen vahiy kadar değerlidirler.
Resul ile kendisine indirilen vahiy bir bütünün iki parçası gibidir.
Bazı özellikleriyle "Beşer Resul'ün" avantajları, bazı özellikleriyle de "Kitap Resul'ün" avantajları ve önemi ön plana çıkar.
MESELA,
Güzel ahlak, olağanüstü edep, canlı iletişim ve anlatımı, sözün gücü, mükemmel örnekliği ve mimik hareketleriyle "Beşer Resul"vahyin önüne geçer.
Fakat her yere ulaşma, ölümsüz olma, kayıt altına alınma, ona hiçbir şeyin engel olmaması özelliği ile
"Kitap Resul" ön plana çıkar.
Resülü hidayete ulaştıran vahiy'dir, fakat Resul olmadan vahiy hayat bulamaz.
Yani "kitab Resul" ile "Beşer Resul"ü birbirinden koparmak büyük bir ihanet ve büyük bir küfürdür.
Hayatta olduğu sürece "Beşer Resul" canlı vahiy'dir.
Yani kur'an odur.
Vefat ettikten sonra "Beşer Resul"ü sadece onun dilinde hayat bulan,ondan tek miras kalan Kur'an temsil eder.
Dolayısıyla indirilen vahyi ve gönderilen Resul'ü birbirinden ayırmak,
Resulü Kur'an'dan koparmak ve başka kaynaklara götürmek,
dine ve vahye yapılacak en büyük alçaklık, en büyük bir zulüm, en büyük kötülük ve en büyük cinayettir.
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri bu kötülüğü yaparak ortaya Allah'ın indirdiği vahye tamamen aykırı düşen ve tevhid akidesine düşman, uydurma ve son derece tehlikeli bir din meydana getirdiler.
Bu şirk dininin ortaya çıkmasının en önemli nedeni Allah Resulü'nü Kur'an'dan koparmaları olmuştur.
Vahiy'den koparılınca her türlü yalan ve alçakça iftiralara karşı Resul serbest hedef haline geldi.
Resul'ün değeri,
Allah tarafından indirilen vahiy'den alınarak Emevi- Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlere indirgenmiş oldu.
Elçin'in fazileti en yüksek mertebeden alınarak yerlere serildi.
Uydurma rivayetler sayesinde ona en büyük hakaretler yapıldı.
(2.YAZI)
Allah tarafından indirilen vahyin en önemli kavramlarından biri olan "itaat" kavramı Kur'an'da hiçbir zaman tek başına Allah lafzının yanında yer almaz.
Mutlaka yanında "Resul"kavramı vardır.
Çünkü Allah'ın insanlarla diyalog kurmasının en iddial yolu budur.
Bundan daha ideal ve olumlu bir yol olsaydı Allah bu yolu kullanırdı.
Resul Allah'ın emirleri ve iradesi dışında hiçbir şey söylemez.
Yani "Nebi" olan şahsiyet hayatı boyunca, gece gündüz, yedi gün, yirmi dört saat her an, hiç bir zaman, ahirette bile Nübüvvet kimliğini kaybetmez.
Fakat "Resul" Allah'ın kendisine vahiy indirip o da onu tebliğ edip insanlara duyurduğu andaki resmi konumudur.
Bu yüzden aşağı yukarı Kur'an'da "Resul" için kullanılan kavramların büyük çoğunluğu "Nebi" için kullanılmaz.
MESELA,
"tekzib" (yalanlama) "İsyan" (karşı çıkma) "küfür" (gerçeğin üstünü örtme) "tehaddi"
(meydan okuma)
"şikak" (yolları ayırma) "galebe" (zafere ulaşma) gibi, birçok kavram sadece Allah, vahiy ve resul için kullanılıyor.
Yani Allah tarafından Resul'e vahiy indiriliyor, Resul indirilen vahyi olduğu gibi, içine hiçbir şey katmadan ve ondan bir şey eksiltmeden insanlara ulaştırıyor.
(Hakka, 44, 45, 46, 47)
Kur'an'ın diline ve dinine göre vahiy ile Elçi arasında bir fark yoktur.
Allah'ın elçileri indirilen vahiy kadar değerlidirler.
Resul ile kendisine indirilen vahiy bir bütünün iki parçası gibidir.
Bazı özellikleriyle "Beşer Resul'ün" avantajları, bazı özellikleriyle de "Kitap Resul'ün" avantajları ve önemi ön plana çıkar.
MESELA,
Güzel ahlak, olağanüstü edep, canlı iletişim ve anlatımı, sözün gücü, mükemmel örnekliği ve mimik hareketleriyle "Beşer Resul"vahyin önüne geçer.
Fakat her yere ulaşma, ölümsüz olma, kayıt altına alınma, ona hiçbir şeyin engel olmaması özelliği ile
"Kitap Resul" ön plana çıkar.
Resülü hidayete ulaştıran vahiy'dir, fakat Resul olmadan vahiy hayat bulamaz.
Yani "kitab Resul" ile "Beşer Resul"ü birbirinden koparmak büyük bir ihanet ve büyük bir küfürdür.
Hayatta olduğu sürece "Beşer Resul" canlı vahiy'dir.
Yani kur'an odur.
Vefat ettikten sonra "Beşer Resul"ü sadece onun dilinde hayat bulan,ondan tek miras kalan Kur'an temsil eder.
Dolayısıyla indirilen vahyi ve gönderilen Resul'ü birbirinden ayırmak,
Resulü Kur'an'dan koparmak ve başka kaynaklara götürmek,
dine ve vahye yapılacak en büyük alçaklık, en büyük bir zulüm, en büyük kötülük ve en büyük cinayettir.
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri bu kötülüğü yaparak ortaya Allah'ın indirdiği vahye tamamen aykırı düşen ve tevhid akidesine düşman, uydurma ve son derece tehlikeli bir din meydana getirdiler.
Bu şirk dininin ortaya çıkmasının en önemli nedeni Allah Resulü'nü Kur'an'dan koparmaları olmuştur.
Vahiy'den koparılınca her türlü yalan ve alçakça iftiralara karşı Resul serbest hedef haline geldi.
Resul'ün değeri,
Allah tarafından indirilen vahiy'den alınarak Emevi- Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlere indirgenmiş oldu.
Elçin'in fazileti en yüksek mertebeden alınarak yerlere serildi.
Uydurma rivayetler sayesinde ona en büyük hakaretler yapıldı.
DİN'DE KAOS VE KARGAŞANIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ:
(3.YAZI)
"Allah, vahiy ve Resul" sisteminde en önemli kavram "itaat" kavramıdır.
İTAAT:
"ve etiullâhe verrasüle leeleküm turhamun" "Allah ve Resulü'ne itaat edin ki merhamete nail olasınız"
( Âli İmran, 132)
Allah'a itaat etme emrinin yanında mutlaka Resul'e itaat etme emri de vardır.
Yani Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Resul" kavramı geçmeden tek başına "Allah itaat edin" diye bir âyet yoktur.
Ama bazı âyetlerde Allah lafzı olmaksızın sadece Resule itaat edin emri mevcuttur.
"Ve ekimussalete ve étüzzekéte ve etiurrasüle leeleküm turhamun"
"Salatı ikame edin, zekatı verin Resul'e itaat edin ki merhamete nail olasınız"
Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi "Allah" lafzı geçmeden
"Resule itaat edin" emri geçmiştir.
Resul tamamen Allah'ı temsil ettiğinden dolayı böyle olmuştur.
İCABET:
"Ellezinestecébu lilléhi verrasüli,,,,"
"Allah'ın ve Resul'ün çağrısına uyanlar,,,"
( Âli İmran, 172)
HARP: (SAVAŞ)
"Fe'zenü biharbin minallâhi ve Resülihi,,,,"
",,,,,Allah Ve Resulu tarafından savaş bekleyin,,,"
(Bakara, 279)
ÜLTİMATOM: (BERAAT, ÇAĞRI, DUYURU, İLAN, İHTAR)
"Beraatün minallâhi ve Resülihi,,,,"
"Allah ve Resulü'nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir İhtar, bir ültimatomdur"
( Tevbe, 1)
İSYAN: (BAŞ KALDIRMA )
"Ve men ya'silléhe ve Resülehü,,,"
"Her kim Allah'a ve Resulü'ne âsi olursa,,,,"
( Nisa, 14)
İSTİHZA (ALAY)
",,,Kul ebilléhi ve éyétihi ve Rasülihi küntüm testehziun"
",,,,Deki: Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun Resulü ile mi alay ediyorsunuz?"
Tevbe, 65)
SİSTEM ŞÖYLE KURULMUŞTUR:
"Allah, onun ayetleri ve onun Resulü" yani vahiy ve Elçi Allah'ı temsil ederler.
Allah'ın iradesinin ve hükmünün ortaya çıkması ve tecelli etmesi Resulü'n dilinde hayat bulan vahiy'le oluyor.
İŞTE BAŞKA BİR SİSTEM:
"Ve keyfe tekfürüne ve entüm tütlé aleyküm éyétüllâhi ve fiküm
Rasülühü ve men ya'tasim billéhi feked hudiye ilé siratin mustekim"
"Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah Resulü'de aranızda iken nasıl küfre saparsınız? Her kim Allah'a sığınırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir"
(ÂLİ İmran, 101)
SİSTEM ŞU:
"Allah'ın âyetleri, Allah'ın Resulü ,Allah'a bağlanma ve hidayet'in yolu olan sırat-ı müstakim"
TEKZİB: ( YALANLAMA)
"Küllün kezzeburrüsüle fehakka veid"
"Bu kavimlerin hepsi Resulleri yalanladılar da azabım gerçekleşti"
( Kaf, 14)
Kur'an'da tekzib(yalanlama) kavramı onlarca yerde sadece Allah, vahiy ve Resul için kullanılmıştır.
KÜFÜR: (HAKKIN ÜSTÜNÜ ÖRTME)
"İnnehüm keferu billéhi ve Resülihi,,,"
",,,Çünkü onlar Allah ve Resul hakikatının üstünü örttüler,,,,"
( Tevbe, 84) Aynı şekilde Kur'an'da küfür kavramı sadece Allah, vahiy ve Resul için kullanılıyor.
TAHRİM: (HARAM KILMA)
",,,,,velé yuharrimune mé harramallâhu ve Resülehü,,," "Allah ve Resulü'nün haram kıldığını,,,"
( Tevbe, 29)
Yani burada Allah haram olan şeyleri Resul'e vahyeder, o da onları insanlara tebliğ eder ve duyurur.
Dolayısiyle Allah ve Resulu haram etmiş oluyor. ŞİKAK: ( ÇATLAK SES, ANLAŞMAZLIK)
"ve men yuşékikirrasüle,,,"
"Kendisi için hidayet yolu açık olarak belli olduktan sonra Resul ile yollarını ayıran ve anlaşmazlığa düşenler,,,,"
( Nisa, 115)
TEHADDİ: ( MEYDAN OKUMA, KARŞI GELME)
"innellezine yuhâddunellâhe ve Resülehü üleike fil ezelline" "Allah'a ve Resulüne meydan okuyanlar, işte onlar aşağıların aşağısındadırlar"
(Mücadele, 20)
GALİBİYET: (ZAFER)
"keteballâhu leeğlibenne ene ve Rusülihi,,"
" Allah: elbette ben ve Resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır"
(Mücadele, 21)
İTTİBA : ( UYMA, TABİ OLMA)
"Rabbené émenné bimé enzelte vetteba'ner-resüle fektübné meeş şéhidin"
" Rabbimiz! indirdiğine İnandık Ve Resul'e uyduk. Bizi birliğini tasdik eden şahitlerden yaz"
(ÂLİ İmran, 53)
EZİYET ETME:
"innellezine yü'zünellâhe ve Resülehü,,,"
" Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş,,,,
(Ahzab, 57)
NUR:
Kur'an'da "Nur" kavramı, hem Allah, (Nur, 35) hem "vahiy"( Nisa, 174) hemde "Elçi" (Ahzab, 45) için kullanılmıştır.
HAK:
Yine "Hak" kavramı, hem "Allah"( Yunus, 32) hem "vahiy"( Bakara, 147) hemde "Elçi" (Âli İmran, 86)
için kullanılmıştır.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri Resûl kavramının önemini, taşıdığı değeri ve hangi manaya geldiğini bilselerdi, Nebi'nin sözünün diğer insanların sözünden bir farkının olmadığını,
Resul'ün değerinin uydurma hadislerden değil, Kur'an'dan, dolayısıyla vahiy'den kaynaklandığını ve Resul'ün rivayetlere değil, vahye eşit olduğunu bilirlerdi.
(3.YAZI)
"Allah, vahiy ve Resul" sisteminde en önemli kavram "itaat" kavramıdır.
İTAAT:
"ve etiullâhe verrasüle leeleküm turhamun" "Allah ve Resulü'ne itaat edin ki merhamete nail olasınız"
( Âli İmran, 132)
Allah'a itaat etme emrinin yanında mutlaka Resul'e itaat etme emri de vardır.
Yani Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Resul" kavramı geçmeden tek başına "Allah itaat edin" diye bir âyet yoktur.
Ama bazı âyetlerde Allah lafzı olmaksızın sadece Resule itaat edin emri mevcuttur.
"Ve ekimussalete ve étüzzekéte ve etiurrasüle leeleküm turhamun"
"Salatı ikame edin, zekatı verin Resul'e itaat edin ki merhamete nail olasınız"
Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi "Allah" lafzı geçmeden
"Resule itaat edin" emri geçmiştir.
Resul tamamen Allah'ı temsil ettiğinden dolayı böyle olmuştur.
İCABET:
"Ellezinestecébu lilléhi verrasüli,,,,"
"Allah'ın ve Resul'ün çağrısına uyanlar,,,"
( Âli İmran, 172)
HARP: (SAVAŞ)
"Fe'zenü biharbin minallâhi ve Resülihi,,,,"
",,,,,Allah Ve Resulu tarafından savaş bekleyin,,,"
(Bakara, 279)
ÜLTİMATOM: (BERAAT, ÇAĞRI, DUYURU, İLAN, İHTAR)
"Beraatün minallâhi ve Resülihi,,,,"
"Allah ve Resulü'nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir İhtar, bir ültimatomdur"
( Tevbe, 1)
İSYAN: (BAŞ KALDIRMA )
"Ve men ya'silléhe ve Resülehü,,,"
"Her kim Allah'a ve Resulü'ne âsi olursa,,,,"
( Nisa, 14)
İSTİHZA (ALAY)
",,,Kul ebilléhi ve éyétihi ve Rasülihi küntüm testehziun"
",,,,Deki: Allah ile, O'nun ayetleriyle ve O'nun Resulü ile mi alay ediyorsunuz?"
Tevbe, 65)
SİSTEM ŞÖYLE KURULMUŞTUR:
"Allah, onun ayetleri ve onun Resulü" yani vahiy ve Elçi Allah'ı temsil ederler.
Allah'ın iradesinin ve hükmünün ortaya çıkması ve tecelli etmesi Resulü'n dilinde hayat bulan vahiy'le oluyor.
İŞTE BAŞKA BİR SİSTEM:
"Ve keyfe tekfürüne ve entüm tütlé aleyküm éyétüllâhi ve fiküm
Rasülühü ve men ya'tasim billéhi feked hudiye ilé siratin mustekim"
"Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah Resulü'de aranızda iken nasıl küfre saparsınız? Her kim Allah'a sığınırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir"
(ÂLİ İmran, 101)
SİSTEM ŞU:
"Allah'ın âyetleri, Allah'ın Resulü ,Allah'a bağlanma ve hidayet'in yolu olan sırat-ı müstakim"
TEKZİB: ( YALANLAMA)
"Küllün kezzeburrüsüle fehakka veid"
"Bu kavimlerin hepsi Resulleri yalanladılar da azabım gerçekleşti"
( Kaf, 14)
Kur'an'da tekzib(yalanlama) kavramı onlarca yerde sadece Allah, vahiy ve Resul için kullanılmıştır.
KÜFÜR: (HAKKIN ÜSTÜNÜ ÖRTME)
"İnnehüm keferu billéhi ve Resülihi,,,"
",,,Çünkü onlar Allah ve Resul hakikatının üstünü örttüler,,,,"
( Tevbe, 84) Aynı şekilde Kur'an'da küfür kavramı sadece Allah, vahiy ve Resul için kullanılıyor.
TAHRİM: (HARAM KILMA)
",,,,,velé yuharrimune mé harramallâhu ve Resülehü,,," "Allah ve Resulü'nün haram kıldığını,,,"
( Tevbe, 29)
Yani burada Allah haram olan şeyleri Resul'e vahyeder, o da onları insanlara tebliğ eder ve duyurur.
Dolayısiyle Allah ve Resulu haram etmiş oluyor. ŞİKAK: ( ÇATLAK SES, ANLAŞMAZLIK)
"ve men yuşékikirrasüle,,,"
"Kendisi için hidayet yolu açık olarak belli olduktan sonra Resul ile yollarını ayıran ve anlaşmazlığa düşenler,,,,"
( Nisa, 115)
TEHADDİ: ( MEYDAN OKUMA, KARŞI GELME)
"innellezine yuhâddunellâhe ve Resülehü üleike fil ezelline" "Allah'a ve Resulüne meydan okuyanlar, işte onlar aşağıların aşağısındadırlar"
(Mücadele, 20)
GALİBİYET: (ZAFER)
"keteballâhu leeğlibenne ene ve Rusülihi,,"
" Allah: elbette ben ve Resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır"
(Mücadele, 21)
İTTİBA : ( UYMA, TABİ OLMA)
"Rabbené émenné bimé enzelte vetteba'ner-resüle fektübné meeş şéhidin"
" Rabbimiz! indirdiğine İnandık Ve Resul'e uyduk. Bizi birliğini tasdik eden şahitlerden yaz"
(ÂLİ İmran, 53)
EZİYET ETME:
"innellezine yü'zünellâhe ve Resülehü,,,"
" Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş,,,,
(Ahzab, 57)
NUR:
Kur'an'da "Nur" kavramı, hem Allah, (Nur, 35) hem "vahiy"( Nisa, 174) hemde "Elçi" (Ahzab, 45) için kullanılmıştır.
HAK:
Yine "Hak" kavramı, hem "Allah"( Yunus, 32) hem "vahiy"( Bakara, 147) hemde "Elçi" (Âli İmran, 86)
için kullanılmıştır.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri Resûl kavramının önemini, taşıdığı değeri ve hangi manaya geldiğini bilselerdi, Nebi'nin sözünün diğer insanların sözünden bir farkının olmadığını,
Resul'ün değerinin uydurma hadislerden değil, Kur'an'dan, dolayısıyla vahiy'den kaynaklandığını ve Resul'ün rivayetlere değil, vahye eşit olduğunu bilirlerdi.
DİN'DE KAOS VE KARGAŞANIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ:
(4.YAZI)
Önemine binaen tekrar ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet in âlimleri Resûl kavramının önemini, taşıdığı değeri ve hangi manaya geldiğini bilselerdi
Nebi'nin sözünün diğer insanların sözünden bir farkının olmadığını,
Resul'ün değerinin uydurma hadislerden değil, Kur'an'dan,
dolayısıyla vahiy'den kaynaklandığını ve Resul'ün uydurma rivayetlere değil, vahye eşit olduğunu bilirlerdi.
Yani Muhammed'i diğer insanlardan ayıran tek şeyin hadisler değil, Allah tarafından indirilen vahyin olduğunu bilirlerdi.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu konuda ne buyuruyor.
"De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim (şu var ki) bana ilâhınızın tekbir ilah olduğu vahyediliyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, ameli salih işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"
(Kehf, 110)
"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. Artık ona yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin, müşriklerin vay haline"
( Fussilet, 6)
Dolayısıyla elçiyi önemli ve dokunulmaz kılan tek şey taşıdığı emanettir.
Bu emanet dışında diğer insanlardan bir farkı yoktur.
Yani vahiy'den bağımsız olarak değişik zamanlarda söylediği sözler hiçbir zaman insanları bağlamaz.
Bu en yalın hakikatı kendisi de arkadaşları çok iyi biliyorlardı.
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in müctehid, muhaddis ve âlimleri bu kadar Kur'an ve tarih cahili kişilerdir.
Çünkü daha Elçin'in hangi anlama geldiğini bilmiyorlar.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin Kur'an'ın bağlam bütünlüğünden habersiz olmaları ve Resulün hangi anlama geldiğini bilmemeleri dinde büyük bir kaos, fitne, cehalet, şirk,
kargaşa, ayrışma, ihtilaf, kavga ve katliamlara sebep olmuştur.
Eğer Nebi'nin sözleri bağlayıcı olsaydı, Allah ona insanlarla istişare etmesi gerektiğini emretmezdi.
",,,,dünya İşleri hakkında onlarla istişare et,,,"
( Âli İmran 159)
Eğer Nebi'nin sözleri bağlayıcı olsaydı,
Zeyd onun tavsiyesini dinler emrine karşı gelmezdi.
(Ahzab, 37)
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmeyen, Kur'an'ın en önemli kavramlarından habersiz olan cahillerin dinden konuşmaları ve fetva vermeleri caiz değildir.
Onların İslam dinine alternatif uydurma bir din meydana getirmelerinin getirisi dünyada zillet ve sapıklık âhirette cehennem azabı olacaktır.
Bu uydurma şeytan dini Allah tarafından kabul edilir mi ki, bizde bu tağutların dinini kabul edelim?
Hani dinin Allah'a özgü kılanılması gerektiği, (Zümer-- 2, 3, 11, 13, 14, 15-- Beyyine,5)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri öyle korkunç, tehlikeli ve acımasız bir din ortaya koydular ki, bu din bin dört yüz seneden beri masum kanı döküyor.
Dünyada bu dinden daha tehlikeli bir silah icad edilmemiştir.
Şu soru gerçekten çok önemlidir.
Allah Resulü Muhammed (as) ı Kur'an'ın temsil etmesi mi daha büyük onur ve fazilettir.
Yoksa zalim Emevi- Abbasi
Devleti'nin Ehli sünnet dininin kaynaklarındaki uydurma
rivayetler ile Şia'nın kadim İran'dan taşıyıp getirdiği absürt hurafeler mi?
Bu soruya cevap verilmesi gerekir.
Allah Resulü dediğimiz zaman, aklımıza Allah'ını kitabının gelmesi mi bir üstünlüktür?
Yoksa Allah Resulü'nden asırlarca sonra uydurulan sanal dinin yalan rivayetleri mi?
(Son)
(4.YAZI)
Önemine binaen tekrar ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet in âlimleri Resûl kavramının önemini, taşıdığı değeri ve hangi manaya geldiğini bilselerdi
Nebi'nin sözünün diğer insanların sözünden bir farkının olmadığını,
Resul'ün değerinin uydurma hadislerden değil, Kur'an'dan,
dolayısıyla vahiy'den kaynaklandığını ve Resul'ün uydurma rivayetlere değil, vahye eşit olduğunu bilirlerdi.
Yani Muhammed'i diğer insanlardan ayıran tek şeyin hadisler değil, Allah tarafından indirilen vahyin olduğunu bilirlerdi.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu konuda ne buyuruyor.
"De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim (şu var ki) bana ilâhınızın tekbir ilah olduğu vahyediliyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, ameli salih işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"
(Kehf, 110)
"De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. Artık ona yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin, müşriklerin vay haline"
( Fussilet, 6)
Dolayısıyla elçiyi önemli ve dokunulmaz kılan tek şey taşıdığı emanettir.
Bu emanet dışında diğer insanlardan bir farkı yoktur.
Yani vahiy'den bağımsız olarak değişik zamanlarda söylediği sözler hiçbir zaman insanları bağlamaz.
Bu en yalın hakikatı kendisi de arkadaşları çok iyi biliyorlardı.
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in müctehid, muhaddis ve âlimleri bu kadar Kur'an ve tarih cahili kişilerdir.
Çünkü daha Elçin'in hangi anlama geldiğini bilmiyorlar.
Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin Kur'an'ın bağlam bütünlüğünden habersiz olmaları ve Resulün hangi anlama geldiğini bilmemeleri dinde büyük bir kaos, fitne, cehalet, şirk,
kargaşa, ayrışma, ihtilaf, kavga ve katliamlara sebep olmuştur.
Eğer Nebi'nin sözleri bağlayıcı olsaydı, Allah ona insanlarla istişare etmesi gerektiğini emretmezdi.
",,,,dünya İşleri hakkında onlarla istişare et,,,"
( Âli İmran 159)
Eğer Nebi'nin sözleri bağlayıcı olsaydı,
Zeyd onun tavsiyesini dinler emrine karşı gelmezdi.
(Ahzab, 37)
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmeyen, Kur'an'ın en önemli kavramlarından habersiz olan cahillerin dinden konuşmaları ve fetva vermeleri caiz değildir.
Onların İslam dinine alternatif uydurma bir din meydana getirmelerinin getirisi dünyada zillet ve sapıklık âhirette cehennem azabı olacaktır.
Bu uydurma şeytan dini Allah tarafından kabul edilir mi ki, bizde bu tağutların dinini kabul edelim?
Hani dinin Allah'a özgü kılanılması gerektiği, (Zümer-- 2, 3, 11, 13, 14, 15-- Beyyine,5)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri öyle korkunç, tehlikeli ve acımasız bir din ortaya koydular ki, bu din bin dört yüz seneden beri masum kanı döküyor.
Dünyada bu dinden daha tehlikeli bir silah icad edilmemiştir.
Şu soru gerçekten çok önemlidir.
Allah Resulü Muhammed (as) ı Kur'an'ın temsil etmesi mi daha büyük onur ve fazilettir.
Yoksa zalim Emevi- Abbasi
Devleti'nin Ehli sünnet dininin kaynaklarındaki uydurma
rivayetler ile Şia'nın kadim İran'dan taşıyıp getirdiği absürt hurafeler mi?
Bu soruya cevap verilmesi gerekir.
Allah Resulü dediğimiz zaman, aklımıza Allah'ını kitabının gelmesi mi bir üstünlüktür?
Yoksa Allah Resulü'nden asırlarca sonra uydurulan sanal dinin yalan rivayetleri mi?
(Son)
16 Nisan 2018 Pazartesi
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN:
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(10.YAZI)
Şiilere göre Allah Resulü'nün ardından sona eren şey, Resullük ve Nübüvvettir.
Son Nebi'den sonra insanlığa yeni bir din ve şeriat tebliğ edecek başka bir insan gelmeyecektir.
İslamiyet dışında başka bir dinde olmayacaktır.
Son Nebi ile birlikte Risalet ve Nübüvvet sona erdirilmiştir.
Hüccet (örnek, delil) ve insan'ı kamil'e gelince, evrendeki ilk insani varlık kamil insan olduğu gibi, yeryüzündeki yaratılış hattında son insanın da öyle olması gerekir.
Bilindiği gibi bu hat, insan türünün mensupları arasında asla kapanmayacaktır.
(a. g. e -s,232)
Aynı anlama gelen ifadeleri, Muhammed Tâki- el Müderrisi'nin bir kitabında da görüyoruz. "Vahyin, ilâhi kudretin tecellilerinden bir tecelli ve beşeriyete yönelen rahmetin ifadesi olduğuna inanan insan, Hüccet (delil'e) imam'a da inanmalıdır.
Çünkü yeryüzünün vahiy sayesinde gökyüzüne bağlandığı düşünüldüğünde,
Resullerin ve Nebilerin sonuncusu Muhammed (as) ın vefatından sonra vahiy bağının kopmasıyla birlikte
ilâhi rahmetin ve beşeriyeti kuşatan engin lütfun kesilmesi
sonucunu doğuracak şekilde insanın kendisini gökyüzüne bağlayacak bir bağdan yoksun kalması söz konusu olacaktır.
Yeryüzü, insanın var olduğu ilk andan son Nebi (as) ın gönderildiği zamana kadar, ilâhi hüccetsiz kalmamıştır.
Şanı yüce Allah'a şu yeryüzünü hüccetsiz bırakır mı?
Geçmişte yaşayan insanlar O'na daha mı yakın idiler ki onlara vâsiler dışında yüz yirmi dört bin elçi gönderilmişken
bizleri Allah Resulü'nün vefatından sonra hüccetsiz mi bırakmıştır?
Vahye inanan insan, imamların şahsında temsil olunan bu vahyin sürekliliğine de inanmalıdır.
Bu süreklilik, somutlaşarak yükselmekte, gelişerek doruğuna yani gaip imam( Allah çıkışını çabuklaştırsın) ve hüccetin şahsında kendini gösteren İslami mesajın zirvesine ulaşmaktır"
(el-Müderrisi, el-imam- Mehdi kudvetu's sıddıkin, sayfa 9)
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(10.YAZI)
Şiilere göre Allah Resulü'nün ardından sona eren şey, Resullük ve Nübüvvettir.
Son Nebi'den sonra insanlığa yeni bir din ve şeriat tebliğ edecek başka bir insan gelmeyecektir.
İslamiyet dışında başka bir dinde olmayacaktır.
Son Nebi ile birlikte Risalet ve Nübüvvet sona erdirilmiştir.
Hüccet (örnek, delil) ve insan'ı kamil'e gelince, evrendeki ilk insani varlık kamil insan olduğu gibi, yeryüzündeki yaratılış hattında son insanın da öyle olması gerekir.
Bilindiği gibi bu hat, insan türünün mensupları arasında asla kapanmayacaktır.
(a. g. e -s,232)
Aynı anlama gelen ifadeleri, Muhammed Tâki- el Müderrisi'nin bir kitabında da görüyoruz. "Vahyin, ilâhi kudretin tecellilerinden bir tecelli ve beşeriyete yönelen rahmetin ifadesi olduğuna inanan insan, Hüccet (delil'e) imam'a da inanmalıdır.
Çünkü yeryüzünün vahiy sayesinde gökyüzüne bağlandığı düşünüldüğünde,
Resullerin ve Nebilerin sonuncusu Muhammed (as) ın vefatından sonra vahiy bağının kopmasıyla birlikte
ilâhi rahmetin ve beşeriyeti kuşatan engin lütfun kesilmesi
sonucunu doğuracak şekilde insanın kendisini gökyüzüne bağlayacak bir bağdan yoksun kalması söz konusu olacaktır.
Yeryüzü, insanın var olduğu ilk andan son Nebi (as) ın gönderildiği zamana kadar, ilâhi hüccetsiz kalmamıştır.
Şanı yüce Allah'a şu yeryüzünü hüccetsiz bırakır mı?
Geçmişte yaşayan insanlar O'na daha mı yakın idiler ki onlara vâsiler dışında yüz yirmi dört bin elçi gönderilmişken
bizleri Allah Resulü'nün vefatından sonra hüccetsiz mi bırakmıştır?
Vahye inanan insan, imamların şahsında temsil olunan bu vahyin sürekliliğine de inanmalıdır.
Bu süreklilik, somutlaşarak yükselmekte, gelişerek doruğuna yani gaip imam( Allah çıkışını çabuklaştırsın) ve hüccetin şahsında kendini gösteren İslami mesajın zirvesine ulaşmaktır"
(el-Müderrisi, el-imam- Mehdi kudvetu's sıddıkin, sayfa 9)
DİN'DE KAOS VE KARGAŞANIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ:
(1.YAZI)
Savaşı kaybeden komutana Halife sormuş, savaşı niye kaybettiniz?
Komutan, yüz tane sebebinin olduğunu söyleyince, Halife, say demiş,
Komutan, bir, demiş, barutumuz kalmamıştı.
Halife gerisini saymana gerek kalmadı, demiş. Bu hikayeyi şunun için anlattım.
Şia ve Ehli Sünnete bağlı toplum ve ülkelerin içinde bulundukları kaos ve güvensizliğin en büyük nedenini bu hikaye çok güzel ortaya koyuyor.
Şia ve Sünnet âlimleri en önemli silah olan Kur'an'ı yalanladılar, kaybettiler.
Şia ve Ehli Sünnet'in barutları yok.
Yani Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a hakkıyla inanmadıkları için her türlü savaşı kaybetmeye mahkum edilmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri Allah'ın yardım ve desteğini zayi ettiler.
Dolayısıyla baştan mağlup olmayı hak ettiler.
"Eğer Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek kimse yoktur.
Eğer sizi alçaltırsa ondan sonra size kim yardım eder? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar"
(ÂLİ İmran, 160)
Âhirette Allah'ın ilk soracağı şey Kur'an olacaktır.
Çünkü her şey geliyor Kur'an'da ortaya konan Tevhid ve ahlaka, yani Allah'ın gösterdiği sırat-ı müstakim olan vahye dayanıyor.
"Sura üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, birbirlerini de arayıp sormazlar.
Artık kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.
Kimlerinde tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebedi cehennem dediler.
Ateş yüzlerini yakar, orada suratları çirkin ve gülünç bir halde olurlar.
(ALLAH BUYURUR) Size âyetlerim okunur da, siz onları yalanlardınız değil mi?
Derler ki:
Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti, biz, bir sapıklar topluluğu idik. (Müminun, 101, 102, 103, 104, 105, 106)
Kur'an Allah tarafından indirilmiş, din Allah tarafından tamamlanmıştır.
( Maide, 3-- Enam, 114)
Vahiy Resul'ün dilinde hayat bulduğu için yani elçi Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ ettiği için,
insanları Allah'a karşı bağımlı kılan ve sorumlu oldukları tek şey Resul'ün okuduğu ve ilan ettiği vahiy olduğu için onlarca âyette sadece ona itaat etmeleri emredilmiştir.
Yani Resul, Allah'ın vahyettiği emirleri tebliğ ettiği için Resul'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş oluyor.
( Nisa, 80)
Allah elçilerine emir ve hükümlerini vahyeder, elçilerde vahyedilen emir ve yasakları insanlara ulaştırırlar, onu duyurur ve sadece onu ilan ederler.
(Tâhâ, 134-- Enbiya, 45, --En'am, 51--Kaf, 45) Dolayısıyla, elçi olan kişi Resul makam ve mertebesiyle ilan ve beyan ettiği vahye itaat eden Allah'a itaat etmiş oluyor.
İşte bu yüzden "Resul" ve "Nebi'"nin kavramları arasında bulunan farkları çok iyi anlamak gerekir.
Yani Allah Ve Resulu hiç bir zaman iki ayrı otorite değildirler, ve olamazlar.
Kur'an'da bulunan Allah ve Resulu demek, "Allah elçilere vahiy indirir, elçilerde bu indirilen vahyi tebliğ ederler" demektir.
Bu gerçeği ortaya koymak için Kur'an'da öyle sistemler kurulmuş ki,
Bu sistemler çok olmakla beraber ben sadece iki örnek vermek istiyorum.
MESELA.
1) "Ey iman edenler! Allah ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin"
( Enfal, 20)
Âyette "Allah ve Resulü'ne itaat edin" emredildiği halde "O'ndan yüz çevirmeyin" buyrulmuştur.
Doğrusu "Onlardan, veya "ikisinden" olması gerekirdi.
2) "Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü'ne uyun.
Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız"
(Enfal, 24)
Âyette "Allah ve Resulü'ne uyun" denildiği halde "çağırdığı zaman" buyrulmuştur.
Yani aslında davetin tek bir kişi tarafından yapıldığı ortaya konmuştur.
O tek kişi de sadece Allah'tır.
İŞTE SİZE EN KESİN KANIT
"Allah kullarını selamet yurduna davet ediyor ve dileyeni doğru yola iletiyor"
(Yunus, 25)
(1.YAZI)
Savaşı kaybeden komutana Halife sormuş, savaşı niye kaybettiniz?
Komutan, yüz tane sebebinin olduğunu söyleyince, Halife, say demiş,
Komutan, bir, demiş, barutumuz kalmamıştı.
Halife gerisini saymana gerek kalmadı, demiş. Bu hikayeyi şunun için anlattım.
Şia ve Ehli Sünnete bağlı toplum ve ülkelerin içinde bulundukları kaos ve güvensizliğin en büyük nedenini bu hikaye çok güzel ortaya koyuyor.
Şia ve Sünnet âlimleri en önemli silah olan Kur'an'ı yalanladılar, kaybettiler.
Şia ve Ehli Sünnet'in barutları yok.
Yani Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a hakkıyla inanmadıkları için her türlü savaşı kaybetmeye mahkum edilmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri Allah'ın yardım ve desteğini zayi ettiler.
Dolayısıyla baştan mağlup olmayı hak ettiler.
"Eğer Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek kimse yoktur.
Eğer sizi alçaltırsa ondan sonra size kim yardım eder? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar"
(ÂLİ İmran, 160)
Âhirette Allah'ın ilk soracağı şey Kur'an olacaktır.
Çünkü her şey geliyor Kur'an'da ortaya konan Tevhid ve ahlaka, yani Allah'ın gösterdiği sırat-ı müstakim olan vahye dayanıyor.
"Sura üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, birbirlerini de arayıp sormazlar.
Artık kimlerin tartıları ağır basarsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.
Kimlerinde tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebedi cehennem dediler.
Ateş yüzlerini yakar, orada suratları çirkin ve gülünç bir halde olurlar.
(ALLAH BUYURUR) Size âyetlerim okunur da, siz onları yalanlardınız değil mi?
Derler ki:
Rabbimiz! Azgınlığımız bizi alt etti, biz, bir sapıklar topluluğu idik. (Müminun, 101, 102, 103, 104, 105, 106)
Kur'an Allah tarafından indirilmiş, din Allah tarafından tamamlanmıştır.
( Maide, 3-- Enam, 114)
Vahiy Resul'ün dilinde hayat bulduğu için yani elçi Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ ettiği için,
insanları Allah'a karşı bağımlı kılan ve sorumlu oldukları tek şey Resul'ün okuduğu ve ilan ettiği vahiy olduğu için onlarca âyette sadece ona itaat etmeleri emredilmiştir.
Yani Resul, Allah'ın vahyettiği emirleri tebliğ ettiği için Resul'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş oluyor.
( Nisa, 80)
Allah elçilerine emir ve hükümlerini vahyeder, elçilerde vahyedilen emir ve yasakları insanlara ulaştırırlar, onu duyurur ve sadece onu ilan ederler.
(Tâhâ, 134-- Enbiya, 45, --En'am, 51--Kaf, 45) Dolayısıyla, elçi olan kişi Resul makam ve mertebesiyle ilan ve beyan ettiği vahye itaat eden Allah'a itaat etmiş oluyor.
İşte bu yüzden "Resul" ve "Nebi'"nin kavramları arasında bulunan farkları çok iyi anlamak gerekir.
Yani Allah Ve Resulu hiç bir zaman iki ayrı otorite değildirler, ve olamazlar.
Kur'an'da bulunan Allah ve Resulu demek, "Allah elçilere vahiy indirir, elçilerde bu indirilen vahyi tebliğ ederler" demektir.
Bu gerçeği ortaya koymak için Kur'an'da öyle sistemler kurulmuş ki,
Bu sistemler çok olmakla beraber ben sadece iki örnek vermek istiyorum.
MESELA.
1) "Ey iman edenler! Allah ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin"
( Enfal, 20)
Âyette "Allah ve Resulü'ne itaat edin" emredildiği halde "O'ndan yüz çevirmeyin" buyrulmuştur.
Doğrusu "Onlardan, veya "ikisinden" olması gerekirdi.
2) "Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü'ne uyun.
Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız"
(Enfal, 24)
Âyette "Allah ve Resulü'ne uyun" denildiği halde "çağırdığı zaman" buyrulmuştur.
Yani aslında davetin tek bir kişi tarafından yapıldığı ortaya konmuştur.
O tek kişi de sadece Allah'tır.
İŞTE SİZE EN KESİN KANIT
"Allah kullarını selamet yurduna davet ediyor ve dileyeni doğru yola iletiyor"
(Yunus, 25)
Elçiler sadece daveti dillendirici bir konuma sahip oluyorlar.
12 Nisan 2018 Perşembe
İNSANLARI ALLAH'IN YOLUNDAN ENGELLEYENLER KAHROLSUN!
Aslında düşünen, aklı başında ve sağlıklı bir zihin yapısına sahip olan insanlar Allah'ın hidayet ve rahmet yolu olan vahye rahatlıkla ulaşabilirler.
Fakat ümmi insanları Allah'ın tevhit yolundan engelleyen alçak ilim!!adamları büyük bir sorun oluşturmaktadır.
Eğer müşrik ilim adamları yani uydurma dinin menfaat devşiren Kur'an düşmanı dinciler olmazsa ümmi halkın hidayete ulaşmalarının önünde bir engel kalmayacaktır.
İşte bu yüzden
Kur'an gibi indirilen bütün vahiy'ler tarih boyunca insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleyen ve Allah'ın dosdoğru yolunu yamuk gösteren din adamlarını sürekli şikayet ve en sert tepkiyi gösterirler.
Kur'an'ı Mübin'de bir çok âyette bu ahlaksız dincileri lânetler.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri de son vahye aynı ihaneti yaptıklarından dolayı lanetlenmişlerdir.
Hatta Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Yahudi ve Hristiyan din adamlarını aşarak insanları Allah'ın dosdoğru yolu olan Kur'an'dan o derece engellemişler ki, bu ümmet Kur'an'ın en önemli meselesini bilmezken, rivayetlerin en yalan olanını bilmeyen yoktur.
MESELA,
Bu ümmet şirk'in en önemli günah ve en büyük zulüm olduğunu bilmezken tuvalete sol ayakla girip sağ ayakla çıkmanın gerektiğini bilmeyen yok gibidir.
Ben dünya hayatında Şii ve Sünni ilim adamları kadar Kur'an'a karşı cahil ve onu umursamaz bir millet olacağına ihtimal vermiyorum.
Bir millet kitabına karşı nasıl bu kadar lakayd ve vurdumduymaz olabilir?
Daha doğrusu bir ümmetin ilim adamları kitabına ve o kitaba sahip çıkan muvahhidlere nasıl bu kadar düşmanlık besleyebilir? Dolayısıyla
Kur'an'a baktığımızda Allah Elçilerinin vahyi tebliğ karşısında bir menfaat beklentisi içinde olmadıklarını tekrar tekrar vurgulamaları dinin nasıl büyük bir rant kapısı olduğunu ortaya koyuyor.
Tarih boyunca alçak ilim adamları her zaman dini dünyalık elde etmek için hiç çekinmeden sattılar.
İŞTE BU KONU İLE İLGİLİ BİR KAÇ ÂYET.
"Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime
( Kuran'a) iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın! ÂYETLERİMİ az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
(Bakara, 41, 42)
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu,
işte onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet ederler.
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır.
Zira ben onların tevbelerini kabul ederim.
Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim"
(Bakara, 159, 160)
"Âyetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerindedir.
Onlar ebediyen lanet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.
"İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O Rahmandır, Rahimdir"
(Bakara, 161, 162,163)
"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir değer ile değişenler yok mu, İşte onların yiyip de karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir.
Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Onlar doğru yok karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir.
Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
O azabın sebebi Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır.
(Buna rağmen onlar mezheplerine göre yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir"
(Bakara, 174, 175, 176)
"Ey ehli kitap! (Âlimler) Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
(Âli İmran, 71)
Allah tarafından indirilen vahyi gizleme ve onu yamuk ve eksik gösterme din adamları ile ilgili bir durumdur.
Ümmi halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir.
"Ehli kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler.
Halbuki okudukları kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde:
Bu Allah katındandır, derler.
Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
(Âli İmran, 78)
Ben bu manzaranın aynısını cübbeli Ahmet'te gördüm.
Yemin ederek söylüyorum, okuduğu hurafe ve yalanları o kadar süsleyerek okuyordu ki, Kur'an'ı iyi bilmeyen biri onun Allah'ın kitabını okuyor zannederdi.
"Allah kendilerine kitap verilenlerden, onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü oldu"
(Âli İmran, 187)
"Eğer ehli kitap iman edip kötülüklerden sakınsalardı, herhalde geçmiş kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar
Tevrat'ı İncil'i ve Rablerinden onlara indirilen Kur'an'ı doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden,
hem de ayaklarının altından ( yeraltı ve yer üstü servetlerinden) istifade ederek refah içinde yaşarlardı. o
Onlarda aşırılığa kaçmayan (Muvahhit) bir zümre vardır, fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"
(Mâide, 66)
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez'"
(Mâide, 67)
Allah Resulü'ne hitap eden yani tamamen onunla ilgili olan bir âyetin sonunun "Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez" ile son bulması çok önemli bir olaydır.
Yani Allah'ın ayetlerini gizleyen Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ne kadar büyük bir vebal ve lanet altında oldukları çok açık olarak ortaya çıkıyor.
"Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, doğru bir yol üzerinde değilsiniz" de.
Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette arttıracaktır. Kafirler topluluğuna üzülme"
(Maide, 68)
"Onların ardından da âyetleri tahrif karşılığında şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanalacağız, diyerek kitab'a varis olan bir takım kötü kimseler geldi.
Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.
(Yani din satma karşılığında hiçbir menfaati reddetmiyorlar)
"Peki, kitapta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar kitaptakini okumamışlar mıydı?
Ahiret yurdu muttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?
Kitaba sımsıkı sarılıp salat'ı ikame edenler var ya, İşte biz böyle iyiliğe çalışanların mükafatlarını zayi etmeyiz"
(Âraf, 169)
"Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sarılıp çıkan o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku" "Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik.
Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer:
Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssası anlat belki düşünürler.
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür"
(Âraf, 175, 176)
"Yahudiler Allah'a bırakıp bilginlerini (hamamlarını) (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Halbuki onları ancak tek ilâh'a kulluk etmeleri emrolundu.
O'ndan başka ilah yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe, 31)
"Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolunda engellerler.
Altın ve gümüş'ü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azap müjdele!
Yukarıdaki âyetin
"Ey iman edenler! diyerek başlaması çok ilginçtir. Yani Yahudi ve Hristiyan din adamları nasıl din, iman diyerek milleti soymuşlarsa,
"Ey son vahyin muhatapları!
Sizde kendinize dikkat edin, din adamları sizi Allah ile aldatmasın" demek istenmiştir.
"De ki: Ey ehli kitap!
Gerçeği görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
(Âli İmran, 99)
"İnkâr edip de insanları Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle, azaplarını kat kat arttıracağız"
(Nahl, 58)
"İnkar edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların bütün amellerini Allah boşa çıkarmıştır"
(Muhammed, 1)
"İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Elçiye karşı gelenler,
Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır"
(Muhammed, 32)
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Elçiye itaat edin. işlerinizi boşa çıkarmayın.
İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanlar ve sonra da kafir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz"
(Muhammed, 33, 34)
"Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu,
ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
(Cuma, 5)
Aslında hiçbir Yahudi âlimi Tevrat'ı yalanlamaz, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimlerinin yaptığı gibi onu bir kenara atarak zerre kadar değeri olmayan yalan ve uydurma rivayetlerin peşine düşer.
Aslında düşünen, aklı başında ve sağlıklı bir zihin yapısına sahip olan insanlar Allah'ın hidayet ve rahmet yolu olan vahye rahatlıkla ulaşabilirler.
Fakat ümmi insanları Allah'ın tevhit yolundan engelleyen alçak ilim!!adamları büyük bir sorun oluşturmaktadır.
Eğer müşrik ilim adamları yani uydurma dinin menfaat devşiren Kur'an düşmanı dinciler olmazsa ümmi halkın hidayete ulaşmalarının önünde bir engel kalmayacaktır.
İşte bu yüzden
Kur'an gibi indirilen bütün vahiy'ler tarih boyunca insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleyen ve Allah'ın dosdoğru yolunu yamuk gösteren din adamlarını sürekli şikayet ve en sert tepkiyi gösterirler.
Kur'an'ı Mübin'de bir çok âyette bu ahlaksız dincileri lânetler.
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri de son vahye aynı ihaneti yaptıklarından dolayı lanetlenmişlerdir.
Hatta Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Yahudi ve Hristiyan din adamlarını aşarak insanları Allah'ın dosdoğru yolu olan Kur'an'dan o derece engellemişler ki, bu ümmet Kur'an'ın en önemli meselesini bilmezken, rivayetlerin en yalan olanını bilmeyen yoktur.
MESELA,
Bu ümmet şirk'in en önemli günah ve en büyük zulüm olduğunu bilmezken tuvalete sol ayakla girip sağ ayakla çıkmanın gerektiğini bilmeyen yok gibidir.
Ben dünya hayatında Şii ve Sünni ilim adamları kadar Kur'an'a karşı cahil ve onu umursamaz bir millet olacağına ihtimal vermiyorum.
Bir millet kitabına karşı nasıl bu kadar lakayd ve vurdumduymaz olabilir?
Daha doğrusu bir ümmetin ilim adamları kitabına ve o kitaba sahip çıkan muvahhidlere nasıl bu kadar düşmanlık besleyebilir? Dolayısıyla
Kur'an'a baktığımızda Allah Elçilerinin vahyi tebliğ karşısında bir menfaat beklentisi içinde olmadıklarını tekrar tekrar vurgulamaları dinin nasıl büyük bir rant kapısı olduğunu ortaya koyuyor.
Tarih boyunca alçak ilim adamları her zaman dini dünyalık elde etmek için hiç çekinmeden sattılar.
İŞTE BU KONU İLE İLGİLİ BİR KAÇ ÂYET.
"Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime
( Kuran'a) iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın! ÂYETLERİMİ az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
(Bakara, 41, 42)
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu,
işte onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet ederler.
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır.
Zira ben onların tevbelerini kabul ederim.
Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim"
(Bakara, 159, 160)
"Âyetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerindedir.
Onlar ebediyen lanet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.
"İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O Rahmandır, Rahimdir"
(Bakara, 161, 162,163)
"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir değer ile değişenler yok mu, İşte onların yiyip de karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir.
Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Onlar doğru yok karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir.
Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
O azabın sebebi Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır.
(Buna rağmen onlar mezheplerine göre yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir"
(Bakara, 174, 175, 176)
"Ey ehli kitap! (Âlimler) Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
(Âli İmran, 71)
Allah tarafından indirilen vahyi gizleme ve onu yamuk ve eksik gösterme din adamları ile ilgili bir durumdur.
Ümmi halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir.
"Ehli kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler.
Halbuki okudukları kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde:
Bu Allah katındandır, derler.
Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
(Âli İmran, 78)
Ben bu manzaranın aynısını cübbeli Ahmet'te gördüm.
Yemin ederek söylüyorum, okuduğu hurafe ve yalanları o kadar süsleyerek okuyordu ki, Kur'an'ı iyi bilmeyen biri onun Allah'ın kitabını okuyor zannederdi.
"Allah kendilerine kitap verilenlerden, onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü oldu"
(Âli İmran, 187)
"Eğer ehli kitap iman edip kötülüklerden sakınsalardı, herhalde geçmiş kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar
Tevrat'ı İncil'i ve Rablerinden onlara indirilen Kur'an'ı doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden,
hem de ayaklarının altından ( yeraltı ve yer üstü servetlerinden) istifade ederek refah içinde yaşarlardı. o
Onlarda aşırılığa kaçmayan (Muvahhit) bir zümre vardır, fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"
(Mâide, 66)
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez'"
(Mâide, 67)
Allah Resulü'ne hitap eden yani tamamen onunla ilgili olan bir âyetin sonunun "Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez" ile son bulması çok önemli bir olaydır.
Yani Allah'ın ayetlerini gizleyen Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ne kadar büyük bir vebal ve lanet altında oldukları çok açık olarak ortaya çıkıyor.
"Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça, doğru bir yol üzerinde değilsiniz" de.
Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette arttıracaktır. Kafirler topluluğuna üzülme"
(Maide, 68)
"Onların ardından da âyetleri tahrif karşılığında şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanalacağız, diyerek kitab'a varis olan bir takım kötü kimseler geldi.
Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.
(Yani din satma karşılığında hiçbir menfaati reddetmiyorlar)
"Peki, kitapta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar kitaptakini okumamışlar mıydı?
Ahiret yurdu muttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?
Kitaba sımsıkı sarılıp salat'ı ikame edenler var ya, İşte biz böyle iyiliğe çalışanların mükafatlarını zayi etmeyiz"
(Âraf, 169)
"Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sarılıp çıkan o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku" "Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik.
Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer:
Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssası anlat belki düşünürler.
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür"
(Âraf, 175, 176)
"Yahudiler Allah'a bırakıp bilginlerini (hamamlarını) (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Halbuki onları ancak tek ilâh'a kulluk etmeleri emrolundu.
O'ndan başka ilah yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe, 31)
"Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolunda engellerler.
Altın ve gümüş'ü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azap müjdele!
Yukarıdaki âyetin
"Ey iman edenler! diyerek başlaması çok ilginçtir. Yani Yahudi ve Hristiyan din adamları nasıl din, iman diyerek milleti soymuşlarsa,
"Ey son vahyin muhatapları!
Sizde kendinize dikkat edin, din adamları sizi Allah ile aldatmasın" demek istenmiştir.
"De ki: Ey ehli kitap!
Gerçeği görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
(Âli İmran, 99)
"İnkâr edip de insanları Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle, azaplarını kat kat arttıracağız"
(Nahl, 58)
"İnkar edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların bütün amellerini Allah boşa çıkarmıştır"
(Muhammed, 1)
"İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Elçiye karşı gelenler,
Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır"
(Muhammed, 32)
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Elçiye itaat edin. işlerinizi boşa çıkarmayın.
İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanlar ve sonra da kafir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz"
(Muhammed, 33, 34)
"Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu,
ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
(Cuma, 5)
Aslında hiçbir Yahudi âlimi Tevrat'ı yalanlamaz, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimlerinin yaptığı gibi onu bir kenara atarak zerre kadar değeri olmayan yalan ve uydurma rivayetlerin peşine düşer.
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(9.YAZI)
Mutahhari kitabının ikinci bölümünde yer verdiği bir başlıkta imametle alakalı şunları kaydediyor.
"İmamet, Allah Resulü sonrasında dini açıklamaktır"
"İmamet öyle basit bir yaklaşımla açıklandığı zaman, onu sadece yönetimle sınırlı tutar ve "İmamet" sadece hükümete eşit bir makam olur.
Böyle yaptığımızda Ehli Sünnet teorisinin ve sahiplendikleri düşüncenin Şii teorisinden ve inanışından daha büyük bir cazibeye sahip olduğunu görürüz.
Asla böyle bir hataya düşmemeli, klasik Şii algısında olduğu gibi İmamet meselesini sırf hükümete denk görerek onun "yönetim" olduğunu söylememeliyiz.
Bu tür bir hataya düşmek, İmamet olgusunun basit ve sıradan bir boyut kazanmasına yol açacaktır.
Böyle bir durumda, (mantıksal ve objektif bakımdan) bu yönteme göre olması gerektiği türden sonuçlar ve fıkhi hükümler oluşacaktır"
(a.g.e, s. 67, 68)
"Günümüzde bu hata pek sık tekrarlanmakta ve "İmamet" anıldığında zihinler hemen onun eş anlamlısı olarak "yönetim" kavramına yönelmektedir.
Oysa yönetim, fer'i yani fıkhi bir konudur. İmametin asıl kapsamı içinde gerçekten büyük ve sınırlı bir alana sahiptir.
Sakınılması gereken bu ikisinin yani İmamet ile yönetimi karıştırmaktır.
(a. g. e. -s 69 72)
Mutahhari burada ilk İmam Hz. Ali'ye vahyin inişini veya risalette Allah Elçisine ortak oluşunu açık bir dille reddediyor olsa da, dönüp dolaşıp aynı konuya geliyor.
Ve Allah Resulü'nün vahiy olarak işittiği veya tanık olduğu şeye onu ortak etmekte ve şöyle demektedir.
"Şia inanışına göre İmamet, elçiliğe benzer"
a. g. e- s,187)
"Zira İmamet, yönetiminin dışında başlı başına bir olgudur.
Şii inanışına göre, gerçeklik ve anlayış bakımından elçiliğin en büyük makamları ile benzeşen bir kurumdur.
Şii inanışına göre İmamet elçilikle ardışık bir kurumdur.
Ancak bu ardışıklık, herhangi bir elçilik makamından aşağı derece veya makamda olması şeklinde değildir.
Kesinlikle böyle değildir.
Aksine o, büyük elçilerin elçiliklerine benzer bir durumdur.
Onlar imamete de mazhar olmuş, Nübüvvet ile İmamet makamlarını şahıslarında birleştirmiş insanlardır.
İmamet, bir dini ve manevi haldır"
(el Mutahhari, el- İmamet, sayfa 213)
(9.YAZI)
Mutahhari kitabının ikinci bölümünde yer verdiği bir başlıkta imametle alakalı şunları kaydediyor.
"İmamet, Allah Resulü sonrasında dini açıklamaktır"
"İmamet öyle basit bir yaklaşımla açıklandığı zaman, onu sadece yönetimle sınırlı tutar ve "İmamet" sadece hükümete eşit bir makam olur.
Böyle yaptığımızda Ehli Sünnet teorisinin ve sahiplendikleri düşüncenin Şii teorisinden ve inanışından daha büyük bir cazibeye sahip olduğunu görürüz.
Asla böyle bir hataya düşmemeli, klasik Şii algısında olduğu gibi İmamet meselesini sırf hükümete denk görerek onun "yönetim" olduğunu söylememeliyiz.
Bu tür bir hataya düşmek, İmamet olgusunun basit ve sıradan bir boyut kazanmasına yol açacaktır.
Böyle bir durumda, (mantıksal ve objektif bakımdan) bu yönteme göre olması gerektiği türden sonuçlar ve fıkhi hükümler oluşacaktır"
(a.g.e, s. 67, 68)
"Günümüzde bu hata pek sık tekrarlanmakta ve "İmamet" anıldığında zihinler hemen onun eş anlamlısı olarak "yönetim" kavramına yönelmektedir.
Oysa yönetim, fer'i yani fıkhi bir konudur. İmametin asıl kapsamı içinde gerçekten büyük ve sınırlı bir alana sahiptir.
Sakınılması gereken bu ikisinin yani İmamet ile yönetimi karıştırmaktır.
(a. g. e. -s 69 72)
Mutahhari burada ilk İmam Hz. Ali'ye vahyin inişini veya risalette Allah Elçisine ortak oluşunu açık bir dille reddediyor olsa da, dönüp dolaşıp aynı konuya geliyor.
Ve Allah Resulü'nün vahiy olarak işittiği veya tanık olduğu şeye onu ortak etmekte ve şöyle demektedir.
"Şia inanışına göre İmamet, elçiliğe benzer"
a. g. e- s,187)
"Zira İmamet, yönetiminin dışında başlı başına bir olgudur.
Şii inanışına göre, gerçeklik ve anlayış bakımından elçiliğin en büyük makamları ile benzeşen bir kurumdur.
Şii inanışına göre İmamet elçilikle ardışık bir kurumdur.
Ancak bu ardışıklık, herhangi bir elçilik makamından aşağı derece veya makamda olması şeklinde değildir.
Kesinlikle böyle değildir.
Aksine o, büyük elçilerin elçiliklerine benzer bir durumdur.
Onlar imamete de mazhar olmuş, Nübüvvet ile İmamet makamlarını şahıslarında birleştirmiş insanlardır.
İmamet, bir dini ve manevi haldır"
(el Mutahhari, el- İmamet, sayfa 213)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI:
(13.YAZI)
ÖRNEK 68:
Zuhruf suresi (Elçileri) ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmezsem (yine mi bana uymazsanız?) deyince, dediler ki:
Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi( tevhid-islam) inkar ediyoruz"
24. âyetinin başında bulunan "kâle" (elçileri) "deyince" kelimesini,
Şu'be "kul" (Ey Resul! böyle) "söyle" olarak okumuştur.
Yani âyetin başı "kâle" "dedi" iken Şu'be'ye göre "kul" Allah "böyle söyle" buyurmuş oluyor.
ÖRNEK 69:
İnşikak suresi
"Halden hale geçersiniz" 19. âyetinde bulunan "leterkebünne" "geçersiniz" kelimesini, Kisai "leterkebenne" (Ey insan! ) "geçersin" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 70:
Mutaffifin suresi
"Onun içiminin sonunda misk vardır"
İşte yarışanlar ancak bunun için yarışsınlar 26. âyetinde bulunan "hitémuhu" "sonunda" kelimesini, Kisai "hâtemuhu" "mührü" olarak okumuştur.
O zaman mana söyle oluyor.
(O cennet şarabı) "misk ile mühürlenmiştir"
"onun mührü misktendir.
ÖRNEK 71:
İnşikak suresi
"Alevli ateşe girecektir" 12. âyetinde bulunan
"veyes lé saira" "alevli ateşe girecek" kelimesini, Kisai "ve yusalli" "ateşe destek, kütük, odun olacak, ateşe yaslanacak" olarak okumuştur.
Yani burada tevhid akidesi ve Kur'an ile istihza eden kafir ve müşriklerle sanki bir istihza yapılmıştır.
ÖRNEK 72:
Yasin suresi
"O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde sefa sürerler"
55. âyetinde bulunan "fi şuğulin" "işler, nimetler"kelimesini,Kisai"şuğlin" "iş, nimet" yani tekil olarak olmuştur.
ÖRNEK 73:
Fecr suresi
"Artık o gün, Allah'ın edeceği azabı kimse edemez.
O'nun vuracağı bağı kimse vuramaz" 25. ve 26. âyetlerinde bulunan
"feyevmeizin lé yuazzibu azébehu" ile "velé yusiku" kelimelerini, Kisai "feyevmeizin lé yuazzebu" ile "lé yuseku" "onun azabı gibi kimse azap çekemez, onun vurulacağı bağa hiç kimse vurulmaz" olarak okumuştur.
O zaman Kisai'ye göre iki ayetin tam anlamı şöyle oluyor.
"O gün cehennem getirilir. insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!
(İşte o zaman insan)
"Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!" der.
Artık o gün onun azabı gibi kimse azap çekemez, onun vurulacağı bağa kimse vurulmaz"
(13.YAZI)
ÖRNEK 68:
Zuhruf suresi (Elçileri) ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmezsem (yine mi bana uymazsanız?) deyince, dediler ki:
Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi( tevhid-islam) inkar ediyoruz"
24. âyetinin başında bulunan "kâle" (elçileri) "deyince" kelimesini,
Şu'be "kul" (Ey Resul! böyle) "söyle" olarak okumuştur.
Yani âyetin başı "kâle" "dedi" iken Şu'be'ye göre "kul" Allah "böyle söyle" buyurmuş oluyor.
ÖRNEK 69:
İnşikak suresi
"Halden hale geçersiniz" 19. âyetinde bulunan "leterkebünne" "geçersiniz" kelimesini, Kisai "leterkebenne" (Ey insan! ) "geçersin" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 70:
Mutaffifin suresi
"Onun içiminin sonunda misk vardır"
İşte yarışanlar ancak bunun için yarışsınlar 26. âyetinde bulunan "hitémuhu" "sonunda" kelimesini, Kisai "hâtemuhu" "mührü" olarak okumuştur.
O zaman mana söyle oluyor.
(O cennet şarabı) "misk ile mühürlenmiştir"
"onun mührü misktendir.
ÖRNEK 71:
İnşikak suresi
"Alevli ateşe girecektir" 12. âyetinde bulunan
"veyes lé saira" "alevli ateşe girecek" kelimesini, Kisai "ve yusalli" "ateşe destek, kütük, odun olacak, ateşe yaslanacak" olarak okumuştur.
Yani burada tevhid akidesi ve Kur'an ile istihza eden kafir ve müşriklerle sanki bir istihza yapılmıştır.
ÖRNEK 72:
Yasin suresi
"O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde sefa sürerler"
55. âyetinde bulunan "fi şuğulin" "işler, nimetler"kelimesini,Kisai"şuğlin" "iş, nimet" yani tekil olarak olmuştur.
ÖRNEK 73:
Fecr suresi
"Artık o gün, Allah'ın edeceği azabı kimse edemez.
O'nun vuracağı bağı kimse vuramaz" 25. ve 26. âyetlerinde bulunan
"feyevmeizin lé yuazzibu azébehu" ile "velé yusiku" kelimelerini, Kisai "feyevmeizin lé yuazzebu" ile "lé yuseku" "onun azabı gibi kimse azap çekemez, onun vurulacağı bağa hiç kimse vurulmaz" olarak okumuştur.
O zaman Kisai'ye göre iki ayetin tam anlamı şöyle oluyor.
"O gün cehennem getirilir. insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!
(İşte o zaman insan)
"Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!" der.
Artık o gün onun azabı gibi kimse azap çekemez, onun vurulacağı bağa kimse vurulmaz"
KUR'AN'IN "RESÜL" ANLAMINDA KULLANILDIĞI ÂYETLER
(20. YAZI)
"Kendilerini azabının geleceği, bu yüzden zalimlerin
"Ey Rabb'imiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine icabet edelim ve elçilere tabii olalım diyecekleri gün hakkında insanları uyar"
(İbrahim, 44)
Yukarıdaki ayet vahiy ile Elçin'in misyonunun aynı şey olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
Demek oluyor ki, elçinin tek görevi insanları Allah'ın emirleri olan vahye davet etmektir.
Dolayısiyle Elçi vefat ettikten sonra Kur'an ehli muvahhidler sadece vahiy ile insanları hidayete davet edeceklerdir.
Çünkü vahiy'den başka hidayete ulaştıracak hiçbir kaynak yoktur. İşte iddiamızın en büyük kanıtları
( Ey Resul! )De ki:
Eğer Haktan saparam, kendi aleyhime sapmış olurum (sapmam kendi nefsimdendir)
Eğer hidayeti bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur'an sayesindedir" Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır"
(Sebe, 50)
"De ki: Allah'a şirk koştuklarınızdan (Nebi, evliya, Şeyh, Gavs) hakka iletecek olan var mı? De ki:
Hakka yalnız Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisine hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?
Size ne oluyor? Nasıl böyle (ahmakça) hükmediyorsunuz?"
(Yunus, 35)
(Müşriklerden ayrılan İbrahim:) Ben Rabbime gidiyorum. O bana hidayet'in yolunu gösterecektir, dedi"
( Saffat, 99)
"İşte bu Kuran, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir bildiridir"
( İbrahim, 52)
Kur'an'a inanmış muvahhidler kendileriyle alay edilmekten ve yalanlanmaktan ümitsizliğe düşmemeleri gerekir.
Çünkü yalanlanmayan ve alay edilmeyen elçi gelmemiştir.
"Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
Onlara bir elçi gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi. İşte böylece biz onu (Şirk ve küfrü) suçluların kalplerine sokarız.
Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hala Kur'an'a İnanmıyorlar"
(Hicr, 10, 11, 12, 13)
"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar"
(En'am, 33)
"Andolsun ki senden önceki elçilerde yalanlanmıştı.
Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti.
Allah'ın kanunlarını değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki elçilerin haberlerinden bazısı sana da geldi"
(En'am, 34)
(20. YAZI)
"Kendilerini azabının geleceği, bu yüzden zalimlerin
"Ey Rabb'imiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine icabet edelim ve elçilere tabii olalım diyecekleri gün hakkında insanları uyar"
(İbrahim, 44)
Yukarıdaki ayet vahiy ile Elçin'in misyonunun aynı şey olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
Demek oluyor ki, elçinin tek görevi insanları Allah'ın emirleri olan vahye davet etmektir.
Dolayısiyle Elçi vefat ettikten sonra Kur'an ehli muvahhidler sadece vahiy ile insanları hidayete davet edeceklerdir.
Çünkü vahiy'den başka hidayete ulaştıracak hiçbir kaynak yoktur. İşte iddiamızın en büyük kanıtları
( Ey Resul! )De ki:
Eğer Haktan saparam, kendi aleyhime sapmış olurum (sapmam kendi nefsimdendir)
Eğer hidayeti bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur'an sayesindedir" Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır"
(Sebe, 50)
"De ki: Allah'a şirk koştuklarınızdan (Nebi, evliya, Şeyh, Gavs) hakka iletecek olan var mı? De ki:
Hakka yalnız Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisine hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?
Size ne oluyor? Nasıl böyle (ahmakça) hükmediyorsunuz?"
(Yunus, 35)
(Müşriklerden ayrılan İbrahim:) Ben Rabbime gidiyorum. O bana hidayet'in yolunu gösterecektir, dedi"
( Saffat, 99)
"İşte bu Kuran, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir bildiridir"
( İbrahim, 52)
Kur'an'a inanmış muvahhidler kendileriyle alay edilmekten ve yalanlanmaktan ümitsizliğe düşmemeleri gerekir.
Çünkü yalanlanmayan ve alay edilmeyen elçi gelmemiştir.
"Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.
Onlara bir elçi gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi. İşte böylece biz onu (Şirk ve küfrü) suçluların kalplerine sokarız.
Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hala Kur'an'a İnanmıyorlar"
(Hicr, 10, 11, 12, 13)
"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar"
(En'am, 33)
"Andolsun ki senden önceki elçilerde yalanlanmıştı.
Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti.
Allah'ın kanunlarını değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki elçilerin haberlerinden bazısı sana da geldi"
(En'am, 34)
10 Nisan 2018 Salı
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN: ŞİİLİK VE SÜNNİLİK
(8.YAZI)
Şia'nın ileri gelen ilim adamlarından Şeyh Murtaza Mutahhari'ye ait olduğunu bildiğimiz "İmamet" adlı eserde şunun gibi ifade ve inançlarla çok karşılaşıyoruz.
"İmamlar (12 imam) İslam dininde uzmanlık sahibi insanlardır.
Fakat islamiyetle ilgili uzmanlık ve bilgileri, kendi akıl ve düşüncelerine dayanıyor değildir. Çünkü bu tür bilgi ve uzmanlık, zorunlu olarak hata ihtimaline açık olur.
Oysa İmamlar, İslami ilimleri bizim bilmediğimiz gaybi bir yolla Allah Resulü'nden öğrenmişlerdir.
Bilgi (marifet) Allah Resulü'nden Hz. Ali'ye, ondan sonra da imamlara geçmiştir.
İmamların (12 imam) yaşadıkları her devirde hata etmeyen masum bir İslami ilim bulunmuş, o ilim bir imamdan sonrakine geçmiştir"
(el- Mutahhari, el- İmamet- s. 47)
"İmametin, (siyasal ve ilmi liderliğe ek olarak) üçüncü bir derece ve makamı daha vardır ki o da İmamet anlayışının zirvesidir"
"Şia kütüphanesi, İmamet anlayışının bu yönünü ele alan kitaplarla doludur.
"Bu boyut, Şia ile tasavvuf arasındaki ortak noktadır"
"İnsanlık (sıfatlarına) tam ve kamil bir biçimde sahip olan kamil veli'nin zihinlerimizden çok uzak makamları vardır"
"Makamları arasında biri daha vardır ki o da tüm ruhları kuşatan külli bir ruh olmasından dolayı vicdanlara yani kalplere hükümran olmasıdır"
(a.g.e- s. 52)
"Velayet (Erk, Allah dostluğu) meselesi Şia dininde genel olarak inanç anlamında kullanılır, egemenlik ve hükümranlık anlamında değil, Şia dininde veli, devrin hüccetidir ve devir hiçbir zaman Hüccetsiz kalmaz.
Hüccet olmazsa, yeryüzü içindekilerle birlikte yere batardı.
Bunun anlamı, dünyanın kesinlikle kamil insandan (İmam) uzak kalmayacağıdır.
Şia bu kamil insanın birçok makam ve dereceye sahip olduğuna İnanır.
Ziyaret ve selamlamalarının çoğunda veliliği bu anlamda okur, imametin bu şeklini ikraz ederler.
Yani Şia, imamın böyle külli bir ruha sahip olduğuna İnanır.
Şia âlimleri, imamlarının türbelerini ziyaretlerinde okudukları dua ve zikirlerde bunu sürekli tekrar ederler.
Çünkü bu ziyaretler ve zikirler okuma Şia'nın esaslarından biridir.
Şia âlim ve ümmilerinin en çok tekrar ettikleri cümle şudur.
"Şahadet ederim ki durduğum yeri görür, sözümü işitir ve selamıma karşılık verirsin" İmamlar (12 imam) vefat ettikleri ve ölü oldukları halde Şia âlimleri bu şekilde dua eder ve zikir yaparlar.
Dolayısıyla Şia âlimlerinin yanında imamların (12 imam) dirisiyle ölüsü arasında bir fark yoktur.
MESELA
Şii âlimler, "Selam sana ey Ali bin Musa Rıza! dedikten sonra sözümü işittiğine ve selamıma karşılık verdiğine tanıklık ederim derler"
( el- mutahhari, el- İmamet, s.52)
(8.YAZI)
Şia'nın ileri gelen ilim adamlarından Şeyh Murtaza Mutahhari'ye ait olduğunu bildiğimiz "İmamet" adlı eserde şunun gibi ifade ve inançlarla çok karşılaşıyoruz.
"İmamlar (12 imam) İslam dininde uzmanlık sahibi insanlardır.
Fakat islamiyetle ilgili uzmanlık ve bilgileri, kendi akıl ve düşüncelerine dayanıyor değildir. Çünkü bu tür bilgi ve uzmanlık, zorunlu olarak hata ihtimaline açık olur.
Oysa İmamlar, İslami ilimleri bizim bilmediğimiz gaybi bir yolla Allah Resulü'nden öğrenmişlerdir.
Bilgi (marifet) Allah Resulü'nden Hz. Ali'ye, ondan sonra da imamlara geçmiştir.
İmamların (12 imam) yaşadıkları her devirde hata etmeyen masum bir İslami ilim bulunmuş, o ilim bir imamdan sonrakine geçmiştir"
(el- Mutahhari, el- İmamet- s. 47)
"İmametin, (siyasal ve ilmi liderliğe ek olarak) üçüncü bir derece ve makamı daha vardır ki o da İmamet anlayışının zirvesidir"
"Şia kütüphanesi, İmamet anlayışının bu yönünü ele alan kitaplarla doludur.
"Bu boyut, Şia ile tasavvuf arasındaki ortak noktadır"
"İnsanlık (sıfatlarına) tam ve kamil bir biçimde sahip olan kamil veli'nin zihinlerimizden çok uzak makamları vardır"
"Makamları arasında biri daha vardır ki o da tüm ruhları kuşatan külli bir ruh olmasından dolayı vicdanlara yani kalplere hükümran olmasıdır"
(a.g.e- s. 52)
"Velayet (Erk, Allah dostluğu) meselesi Şia dininde genel olarak inanç anlamında kullanılır, egemenlik ve hükümranlık anlamında değil, Şia dininde veli, devrin hüccetidir ve devir hiçbir zaman Hüccetsiz kalmaz.
Hüccet olmazsa, yeryüzü içindekilerle birlikte yere batardı.
Bunun anlamı, dünyanın kesinlikle kamil insandan (İmam) uzak kalmayacağıdır.
Şia bu kamil insanın birçok makam ve dereceye sahip olduğuna İnanır.
Ziyaret ve selamlamalarının çoğunda veliliği bu anlamda okur, imametin bu şeklini ikraz ederler.
Yani Şia, imamın böyle külli bir ruha sahip olduğuna İnanır.
Şia âlimleri, imamlarının türbelerini ziyaretlerinde okudukları dua ve zikirlerde bunu sürekli tekrar ederler.
Çünkü bu ziyaretler ve zikirler okuma Şia'nın esaslarından biridir.
Şia âlim ve ümmilerinin en çok tekrar ettikleri cümle şudur.
"Şahadet ederim ki durduğum yeri görür, sözümü işitir ve selamıma karşılık verirsin" İmamlar (12 imam) vefat ettikleri ve ölü oldukları halde Şia âlimleri bu şekilde dua eder ve zikir yaparlar.
Dolayısıyla Şia âlimlerinin yanında imamların (12 imam) dirisiyle ölüsü arasında bir fark yoktur.
MESELA
Şii âlimler, "Selam sana ey Ali bin Musa Rıza! dedikten sonra sözümü işittiğine ve selamıma karşılık verdiğine tanıklık ederim derler"
( el- mutahhari, el- İmamet, s.52)
"İNSANLARA RAHMET OLAN" MUHAMMED DEĞİL, ELÇİYE İNDİRİLEN "VAHİY'"DİR.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden habersiz, Nebi ve Resul'ün arasındaki bulunan farkları bilmeyecek
kadar cahil olan Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin en önemli hezayanlarından biri de Muhammed (as) ın şahsiyetini vahiy'den bağımsız insanlara rahmet olarak göstermeleridir.
Her zaman iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Kur'an, hiç sevilmeyen hatta nefret edilen bir kitaptır.
Onlara
"Kur'an" demeyin de, isterseniz "ana babalarına küfredin" bir şey demezler.
Onların Kur'an'a karşı durumları Arslan'dan kaçan eşekler gibidir.
(Müddessir, 49, 50, 51)
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin durumu bana şu âyeti hatırlattı.
"Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler, sevinirler"
(Zümer, 45)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri ve muhaddisleri içtihat ve uydurma hadisleri ile Kur'an'da bozmadıkları ve manasını buharlaştırmadıkları bir âyet bırakmamışlardır.
Bunlardan biride Enbiya süresinin 107.âyetidir. Âyet şöyledir.
( Ey Elçi! )Biz seni âlemlere (insanlara) ancak RAHMET olarak gönderdik"
Bu âyette geçen "âlemler"den maksat "insanlar"dır.
Kur'an'ın sadece insanlara hidayet ve RAHMET olduğu ile alakalı yüzlerce âyet vardır.
",,,,Seni insanlara elçi gönderdik, şahit olarak da Allah yeter" (Nisa, 78)
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, fakat insanların çoğu bilmezler"
(Sebe, 28)
"Âlemlere(insanlara) uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah'ın şanı yücedir"
(Furkan, 1)
"Rahmet"ten maksat'da bütün elçilere gönderilen vahiy'dir.
MESELA
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?" derler. De ki:
Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise söyle sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan kitab-ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda RAHMET ve ibret vardır"
( Ankebut- 50, 51)
MESELA
"Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız, sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Ancak Rabbinin RAHMETİ (sayesinde Kur'an'ı sana indirdik ve bâki kıldık) çünkü onun sana fazileti çok büyüktür"
( İsra- 86, 87)
MESELA
"Biz bu kitab-ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanları açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve RAHMET olsun diye indirdik"
( Nahl, 64)
MESELA
",,,,Ayrıca bu kitab-ı da sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve RAHMET kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik"
(Nahl, 89)
"Bu Kur'an uyduralabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır"
iman eden toplum için bir RAHMET ve bir hidayettir"
(Yusuf. 111)
"Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve RAHMET olarak, ilim(sistem) üzeri açıkladığımız bir kitap getirdik"
( Araf, 52)
"İşte bu ayetler, hikmet dolu kitabın âyetleridir. Güzel davrananlar için bir hidayet rehberi ve RAHMET olmak üzere indirilmiştir"
( Lokman-2,3)
"Apaçık olan kitab-a andolsun ki, biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.
Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, Rabb'inin bir RAHMETİ olarak elçiler(vahiy'ler) göndermekteyiz. O işitendir, bilendir"
( Duhan-2, 3, 4, 5, 6)
MESELA
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir RAHMET (vahiy) vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?
( Hud, 28)
( Salih) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden verilen apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir RAHMET(vahiy) vermişse, buna ne dersiniz,,,,"
(Hud,63)
"Melek: Öyledir, dedi, (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu (İsa'yı) insanlara bir delil ve kendimizden bir RAHMET kılacağız. Bu hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi"
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden habersiz, Nebi ve Resul'ün arasındaki bulunan farkları bilmeyecek
kadar cahil olan Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin en önemli hezayanlarından biri de Muhammed (as) ın şahsiyetini vahiy'den bağımsız insanlara rahmet olarak göstermeleridir.
Her zaman iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin yanında Kur'an, hiç sevilmeyen hatta nefret edilen bir kitaptır.
Onlara
"Kur'an" demeyin de, isterseniz "ana babalarına küfredin" bir şey demezler.
Onların Kur'an'a karşı durumları Arslan'dan kaçan eşekler gibidir.
(Müddessir, 49, 50, 51)
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin durumu bana şu âyeti hatırlattı.
"Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler, sevinirler"
(Zümer, 45)
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri ve muhaddisleri içtihat ve uydurma hadisleri ile Kur'an'da bozmadıkları ve manasını buharlaştırmadıkları bir âyet bırakmamışlardır.
Bunlardan biride Enbiya süresinin 107.âyetidir. Âyet şöyledir.
( Ey Elçi! )Biz seni âlemlere (insanlara) ancak RAHMET olarak gönderdik"
Bu âyette geçen "âlemler"den maksat "insanlar"dır.
Kur'an'ın sadece insanlara hidayet ve RAHMET olduğu ile alakalı yüzlerce âyet vardır.
",,,,Seni insanlara elçi gönderdik, şahit olarak da Allah yeter" (Nisa, 78)
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, fakat insanların çoğu bilmezler"
(Sebe, 28)
"Âlemlere(insanlara) uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah'ın şanı yücedir"
(Furkan, 1)
"Rahmet"ten maksat'da bütün elçilere gönderilen vahiy'dir.
MESELA
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?" derler. De ki:
Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise söyle sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan kitab-ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda RAHMET ve ibret vardır"
( Ankebut- 50, 51)
MESELA
"Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız, sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Ancak Rabbinin RAHMETİ (sayesinde Kur'an'ı sana indirdik ve bâki kıldık) çünkü onun sana fazileti çok büyüktür"
( İsra- 86, 87)
MESELA
"Biz bu kitab-ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanları açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve RAHMET olsun diye indirdik"
( Nahl, 64)
MESELA
",,,,Ayrıca bu kitab-ı da sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve RAHMET kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik"
(Nahl, 89)
"Bu Kur'an uyduralabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır"
iman eden toplum için bir RAHMET ve bir hidayettir"
(Yusuf. 111)
"Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve RAHMET olarak, ilim(sistem) üzeri açıkladığımız bir kitap getirdik"
( Araf, 52)
"İşte bu ayetler, hikmet dolu kitabın âyetleridir. Güzel davrananlar için bir hidayet rehberi ve RAHMET olmak üzere indirilmiştir"
( Lokman-2,3)
"Apaçık olan kitab-a andolsun ki, biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.
Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, Rabb'inin bir RAHMETİ olarak elçiler(vahiy'ler) göndermekteyiz. O işitendir, bilendir"
( Duhan-2, 3, 4, 5, 6)
MESELA
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir RAHMET (vahiy) vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?
( Hud, 28)
( Salih) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden verilen apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir RAHMET(vahiy) vermişse, buna ne dersiniz,,,,"
(Hud,63)
"Melek: Öyledir, dedi, (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu (İsa'yı) insanlara bir delil ve kendimizden bir RAHMET kılacağız. Bu hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi"
( Meryem, 21)
8 Nisan 2018 Pazar
KUR'AN'A GÖRE İKİ BATIL DİN:
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK.
(7.YAZI)
Yine İmam Humeyni'nin kitabındaki benzer ifadelerinden
(6.YAZI) bazıları da şöyledir.
"Tevhid hakikatı, onların (12 imam) erk'ine bağlılık göstermeksizin tam olamaz"
İmamın erk ve hükümranlık sahibi olması, Allah katında sahip olduğu makamdan sıyrılması anlamına gelmez.
Oysa bu, sıradan yöneticiler için geçerli değildir.
Bunun nedeni şudur:
İmam(12 imam'dan her biri) övülmüş bir makama, yüksek bir dereceye ve yaratıcı bir hilafete sahiptir.
Bu evreni oluşturan zerrelerin tümü bu hilafetin erk ve iktidarına boyun eğer"
(el Humeyni, el- Hükümetül- islamiyye, s. 25)
Şia'da on iki imamdan gelen rivayetler neredeyse âyetlerden daha fazla itibar görürler.
Ehli Sünnet'in âlimleri indinde de bu Buhari ve Müslim'den gelen rivayetler Kur'an'ın çok üzerinde bir değere sahiptir.
İnsanı en fazla kahreden, Kur'an'ı Mübin'in, Ehli Sünnet ve Şia'nın uydurma ve yalan rivayetlerinin sahip olduğu itibar ve değerin binde birini görmemesidir.
Bu iki batıl dinin âlimlerinin yanında en çok düşmanlık beslenen Allah tarafından indirilen vahiy ile muvahhidlerdir.
Bu karşı gelinemez gerçek, Şiilik ve Sünniliğin birer batıl ve şirk dini olduğunu açık olarak gösteriyor.
Çünkü müşriklerin tevhid dinine ve muvahhidlere büyük bir kin besledikleri Kur'an'da kayıt altına alınmıştır.
(Şura, 13)
Kitabü'l- Erbain (kırk hadis kitabı) adlı eserinde yine İmam Humeyni'ye ait şöyle ifadeler mevcuttur.
"Bedenlerindeki hamura, ruhlarının ve canlarının yaratılışına, kendilerine bahşedilen İsm-i Âzam bilgisine, elçiler ve meleklerin ilimlerinden sayılan ilâhi gaybi
ilimlerine dair nakledilip gelen söz ver rivayetler hiç kimsenin aklına gelmeyecek yücelikte bilgilerde saklıdır.
Saygın kitapların değişik baplarında, özellikle Usülü' Kâfi kitabında( Küleyni'nin meşhur hadis kitabı) o büyük imamların (12 imam) faziletlerine daire anlatılan rivayet ve haberler böyledir.
Bu tür haberler o kadar fazladır ki akılları şaşkınlığa sürükler ve o büyük imamların hakikatine kendilerinden başka kimse hakim olamaz"
(el Humeyni, el- Erba'une hadisen, s. 489, hadis No: 31 Dârul- Kitâbi'l İslâmi, Terc, Muhammed El -Garevi)
Ben şahsen şuna kesin olarak kanaat getirdim ki, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri Kur'an'a asla iman etmemişlerdir.
Hatta Yahudi ve Hristiyan din adamları, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimlerinden Kur'an'a daha yakın duruyorlar.
Şimdi ben İmam Humeyni'nin yukarıdaki fikirlerine karşı Kur'an'ın tek hidayet ve rahmet kaynağı olduğunu ortaya koyan hangi âyeti ile cevap vereyim?
Halbuki bırakın Şia'nın on iki İmamının hata yapıp yapmadıkları, Allah'ın elçileri bile "Nebi" sıfatında yani özel hayatlarında
Allah'a karşı hata etmişlerdir.
(Tevbe, 43, 113, Tahrim, 1)
Kur'an'ın hiçbir âyetinde Nebilere itaat etmekle ilgili bir emir bulunmaz.
Kur'an'daki bütün itaat emirleri elçilik misyonu ile alakalıdır.
Nebiler Allah'a karşı hata ederler, fakat görevleri vahyi tebliğ etmek, onu duyurmak,
âyetleri okumak ve ilan etme olan elçiler hata etmezler.
Bu yüzden elçilere itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
((Nisa, 80)
ŞİİLİK VE SÜNNİLİK.
(7.YAZI)
Yine İmam Humeyni'nin kitabındaki benzer ifadelerinden
(6.YAZI) bazıları da şöyledir.
"Tevhid hakikatı, onların (12 imam) erk'ine bağlılık göstermeksizin tam olamaz"
İmamın erk ve hükümranlık sahibi olması, Allah katında sahip olduğu makamdan sıyrılması anlamına gelmez.
Oysa bu, sıradan yöneticiler için geçerli değildir.
Bunun nedeni şudur:
İmam(12 imam'dan her biri) övülmüş bir makama, yüksek bir dereceye ve yaratıcı bir hilafete sahiptir.
Bu evreni oluşturan zerrelerin tümü bu hilafetin erk ve iktidarına boyun eğer"
(el Humeyni, el- Hükümetül- islamiyye, s. 25)
Şia'da on iki imamdan gelen rivayetler neredeyse âyetlerden daha fazla itibar görürler.
Ehli Sünnet'in âlimleri indinde de bu Buhari ve Müslim'den gelen rivayetler Kur'an'ın çok üzerinde bir değere sahiptir.
İnsanı en fazla kahreden, Kur'an'ı Mübin'in, Ehli Sünnet ve Şia'nın uydurma ve yalan rivayetlerinin sahip olduğu itibar ve değerin binde birini görmemesidir.
Bu iki batıl dinin âlimlerinin yanında en çok düşmanlık beslenen Allah tarafından indirilen vahiy ile muvahhidlerdir.
Bu karşı gelinemez gerçek, Şiilik ve Sünniliğin birer batıl ve şirk dini olduğunu açık olarak gösteriyor.
Çünkü müşriklerin tevhid dinine ve muvahhidlere büyük bir kin besledikleri Kur'an'da kayıt altına alınmıştır.
(Şura, 13)
Kitabü'l- Erbain (kırk hadis kitabı) adlı eserinde yine İmam Humeyni'ye ait şöyle ifadeler mevcuttur.
"Bedenlerindeki hamura, ruhlarının ve canlarının yaratılışına, kendilerine bahşedilen İsm-i Âzam bilgisine, elçiler ve meleklerin ilimlerinden sayılan ilâhi gaybi
ilimlerine dair nakledilip gelen söz ver rivayetler hiç kimsenin aklına gelmeyecek yücelikte bilgilerde saklıdır.
Saygın kitapların değişik baplarında, özellikle Usülü' Kâfi kitabında( Küleyni'nin meşhur hadis kitabı) o büyük imamların (12 imam) faziletlerine daire anlatılan rivayet ve haberler böyledir.
Bu tür haberler o kadar fazladır ki akılları şaşkınlığa sürükler ve o büyük imamların hakikatine kendilerinden başka kimse hakim olamaz"
(el Humeyni, el- Erba'une hadisen, s. 489, hadis No: 31 Dârul- Kitâbi'l İslâmi, Terc, Muhammed El -Garevi)
Ben şahsen şuna kesin olarak kanaat getirdim ki, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri Kur'an'a asla iman etmemişlerdir.
Hatta Yahudi ve Hristiyan din adamları, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimlerinden Kur'an'a daha yakın duruyorlar.
Şimdi ben İmam Humeyni'nin yukarıdaki fikirlerine karşı Kur'an'ın tek hidayet ve rahmet kaynağı olduğunu ortaya koyan hangi âyeti ile cevap vereyim?
Halbuki bırakın Şia'nın on iki İmamının hata yapıp yapmadıkları, Allah'ın elçileri bile "Nebi" sıfatında yani özel hayatlarında
Allah'a karşı hata etmişlerdir.
(Tevbe, 43, 113, Tahrim, 1)
Kur'an'ın hiçbir âyetinde Nebilere itaat etmekle ilgili bir emir bulunmaz.
Kur'an'daki bütün itaat emirleri elçilik misyonu ile alakalıdır.
Nebiler Allah'a karşı hata ederler, fakat görevleri vahyi tebliğ etmek, onu duyurmak,
âyetleri okumak ve ilan etme olan elçiler hata etmezler.
Bu yüzden elçilere itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
((Nisa, 80)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI
(12. YAZI)
ÖRNEK 63:
Bakara Suresi
"Doğrusu biz seni hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
Sen cehennemliklerden sonunu değilsin"
119. âyetinde bulunan "velé tus'elü an ashâbil cehim"
"sen cehennemliklerden sorumlu değilsin, sorulmazsın"
kelimesini, karaat âlimleri
Nâfi ve Ya'kub "velé tes'el an ashâbil cehim" "cehennemliklerin durumunu sorma, onları asla merak etme,
onlara ne yapacağımı ben bilirim" olarak okumuşlardır.
İbni Kesir, Ebu Amir, İbni Amir, Asım, Hamza, Kisai ve Ebu Cafer "velé tus'elü an ashâbil cehim" (Ey Muhammed!) Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin" olarak okumuşlardır.
ÖRNEK 64:
Kehf suresi "İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah'a mahsustur.
Mükafatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine odur"
44. âyetinde bulunan "el veléyetü" İşte burada yardım ve dostluk" kelimesini,
Hamza ve Kisai "el viléyetü" "işte burada hükümdarlık, saltanat hak olan Allah'a mahsustur.
olarak okumuşlardır.
Nafi, İbni Kesir, Ebu Amir, İbni âmir, Asım, Ebu Cafer, Ya'kub "el veléyetü" "işte burada yardım ve dostluk hak olan Allah'a mahsustur" olarak okumuşlardır.
ÖRNEK 65:
Rahman Suresi "Ey ins ve cin topluluğu! Sizin de hesabınızı ele alacağız"
31. âyetinde bulunan "senefruğu" "ele alacağız" kelimesini,
Kisai "seyefruğu" "hesabınızı (Allah) ele alacaktır, "seyefruğu" olarak okumuştur.
ÖRNEK 66:
Vakıa Suresi "Hayır! vahyin yer ettiği sinelere kasem olsun ki" 75. âyetinde bulunan "bimevé kiinnücüm" "vahyin yer ettiği sinelere" kelimesini,
Kisai "bimevkiin nücüm" "vahyin yer ettiği sineye" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 67:
Şura Suresi "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir" 25. âyetinde bulunan
"veye'lemu mé tef'alun" "yaptıklarınızı bilendir" kelimesini, Şu'be "veye'lemu mé yef'alun "yaptıklarını bilendir" olarak okumuştur"
(12. YAZI)
ÖRNEK 63:
Bakara Suresi
"Doğrusu biz seni hak (Kur'an) ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
Sen cehennemliklerden sonunu değilsin"
119. âyetinde bulunan "velé tus'elü an ashâbil cehim"
"sen cehennemliklerden sorumlu değilsin, sorulmazsın"
kelimesini, karaat âlimleri
Nâfi ve Ya'kub "velé tes'el an ashâbil cehim" "cehennemliklerin durumunu sorma, onları asla merak etme,
onlara ne yapacağımı ben bilirim" olarak okumuşlardır.
İbni Kesir, Ebu Amir, İbni Amir, Asım, Hamza, Kisai ve Ebu Cafer "velé tus'elü an ashâbil cehim" (Ey Muhammed!) Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin" olarak okumuşlardır.
ÖRNEK 64:
Kehf suresi "İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah'a mahsustur.
Mükafatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine odur"
44. âyetinde bulunan "el veléyetü" İşte burada yardım ve dostluk" kelimesini,
Hamza ve Kisai "el viléyetü" "işte burada hükümdarlık, saltanat hak olan Allah'a mahsustur.
olarak okumuşlardır.
Nafi, İbni Kesir, Ebu Amir, İbni âmir, Asım, Ebu Cafer, Ya'kub "el veléyetü" "işte burada yardım ve dostluk hak olan Allah'a mahsustur" olarak okumuşlardır.
ÖRNEK 65:
Rahman Suresi "Ey ins ve cin topluluğu! Sizin de hesabınızı ele alacağız"
31. âyetinde bulunan "senefruğu" "ele alacağız" kelimesini,
Kisai "seyefruğu" "hesabınızı (Allah) ele alacaktır, "seyefruğu" olarak okumuştur.
ÖRNEK 66:
Vakıa Suresi "Hayır! vahyin yer ettiği sinelere kasem olsun ki" 75. âyetinde bulunan "bimevé kiinnücüm" "vahyin yer ettiği sinelere" kelimesini,
Kisai "bimevkiin nücüm" "vahyin yer ettiği sineye" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 67:
Şura Suresi "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir" 25. âyetinde bulunan
"veye'lemu mé tef'alun" "yaptıklarınızı bilendir" kelimesini, Şu'be "veye'lemu mé yef'alun "yaptıklarını bilendir" olarak okumuştur"
GENÇLER NEDEN DEİZM'E VE ATEİZM'E KAYIYORLAR.
Aslında gençlerin Deizme' ve Ateizm'e kaymaları iyiye ve hayra yorumlanması gereken bir arayıştır.
Çünkü Deizm ve Ateizm mezhep ve tarikat şirkinden daha ehven bir arayış ve daha akılcı bir yoldur.
Ateistler ve deistler ataların dinine tâbi olan mezhepçilerden daha kolay vahyin yolunu bulabilirler.
Çünkü Kur'an'da insanı tefekkür etmeye ve aklı kullanmaya davet eden 700'den fazla ayet vardır.
Fakat mezhep tapıcılarının ataların uydurma dinini bırakıp vahye ulaşmaları mümkün değildir.
Şimdiye kadar tarihte bunu başarmış bir kavim ve millet bulunmamıştır.
Deistlerin ve Ateistlerin Kur'an'a yönelmeleri ve tevhid akidesini benimsemeleri, Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin Kur'an'ı kabul edip ona teslim olmalarından daha kolaydır.
Allah'ın bütün elçileri istisnasız Allah'ı kabul eden fakat vahye karşı gelen müşriklerle mücadele etmişlerdir.
Kuran'ı Mübin, bağlam ve bütünlüğü gözetilerek, kendi çözümü ve sistemi içinde ele alındığı zaman çözüme kavuşturmayacağı hiçbir konu yoktur.
Kur'an Allah tarafından bir ilim ve bir sisteme bağlı olarak indirildiği için hiçbir konuyu havada bırakmaz.
MESELA
"Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı"
( Nisa, 82)
Demek oluyor ki, insanlar din ve hüküm olarak Allah'ın kitabına gitmiş olsalardı,
Kur'an'ı Mübin ve tevhid dini olan İslam açısından ortada bir sorun ve çözülmeyecek bir konu kalmayacaktı.
Fakat bilim ve teknoloji çağında akıllarını kullanan ve sorgulama yapan gençlerin soru ve sorunlarına cevap veremeyen
Emevi- Abbasi Devleti'nin Diyanet İşleri Başkanlığı, mezhepçi cemaatler, hurafeci ve müşrik
tarikat şeyhleri gençlerin ileri sürdükleri zahiren çelişkili âyetlere karşı bir cevapları olmadığından boşlukta kalan gençler absürt rivayetlerden ve uydurma hadislerden uzaklaşarak,
fakat maalesef Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilmediklerinden veya bunu kendilerine anlatacak ehil,
aklı başında kimse olmadığından dolayı en çıkar yol olarak
Deizim'e ve Ateizm'e kayıyorlar.
Aslında mantıklı olan şey tarikat ve cemaatler yalanlarından ve absürt hurafelerinden uzaklaşan gençler çok rahat bir şekilde doğru yolu bulmaları gerekirdi.
Fakat burada gençlerin önünde bulunan en büyük sorun bağlam ve bütünlüğü içinde, her türlü hadis ve mezhep içtihatlarından temizlenmiş,
Allah'a özgü kılınmış,
Nebi ve Resul'ün arasındaki bulunan farklardan haberi olan,
Kur'an'ı din ve hüküm olarak tek kaynak olduğunu bilen, maddi çıkar peşinde koşmayan samimi ve hasbi ilim adamlarına gençler nasıl ulaşacaklar.
Gençler, derinlemesine, bağlam ve bütünlüğü içinde Kur'an'ı incelemeyi nasıl başaracaklar.
İşte burada sorunlar devasa bir şekilde büyüyor.
Teknoloji ve bilim çağında, bilgi karmaşası içinde, sürekli manevi arayışta bulunan gençlere en hızlı, en akılcı en sağlıklı ve sahih bilgiyi nasıl ulaştıracağız.
En büyük sorunlardan biri de şudur:
On dört asırdan beri uydurma ve içtihatlarla Kur'an'ın manası bozulmuş, bağlam ve bütünlüğü dağıtılmış,
sistemi hiçbir zaman göz önünde bulundurulmamış,
aynı zamanda bu ümmi halka bütün hurafe ve yalanlar zorla dağıtılmış ve sorgulanamaz bir din olarak intikal ettirilmiştir.
Sorunlardan bir tanesi de şudur:
Bu uydurma dinin ileri gelenleri tabulaştırılmış ve hiçbir zaman sorgulanamaz bir hüviyete sahip olmuşlardır.
Dolayısıyla tek çare şudur.
Kur'an'da yüzlerce ayette ortaya konulduğu şekilde Allah tarafından indirilen vahiy
din ve hüküm olarak tek kaynak olarak kabul edilmesi,
sadece vahyin ortaya koyduğu şekliyle din Allah'a özgü kılınması gerekir.
Allah Resulü'nün sadece Kur'an'a uyduğu (Ahkaf, 9)
ve sadece Kuranı tebliğ ettiği(Enbiya, 45, Kaf, 45, En'am, 51) dinin Allah tarafından daha Resul hayatta iken tamamlandığı
(Mâide, 3, En'am,114 )
kesin olarak bilinmesi gerekir.
Bu konuda o kadar ayet var ki, bu şüphe edilecek bir konu değildir.
Sonuç olarak:
Gençlerin sırat-ı müstakime ulaşmaları Kur'an'ın çok iyi bilinmesine gelip takılan bir mesele oluyor.
Çünkü Kur'an ne kadar iyi bilinirse hurafe yalanlardan o derece hızlı bir şekilde gençlerimizi uzaklaştırmış olacağız.
Aslında gençlerin Deizme' ve Ateizm'e kaymaları iyiye ve hayra yorumlanması gereken bir arayıştır.
Çünkü Deizm ve Ateizm mezhep ve tarikat şirkinden daha ehven bir arayış ve daha akılcı bir yoldur.
Ateistler ve deistler ataların dinine tâbi olan mezhepçilerden daha kolay vahyin yolunu bulabilirler.
Çünkü Kur'an'da insanı tefekkür etmeye ve aklı kullanmaya davet eden 700'den fazla ayet vardır.
Fakat mezhep tapıcılarının ataların uydurma dinini bırakıp vahye ulaşmaları mümkün değildir.
Şimdiye kadar tarihte bunu başarmış bir kavim ve millet bulunmamıştır.
Deistlerin ve Ateistlerin Kur'an'a yönelmeleri ve tevhid akidesini benimsemeleri, Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin Kur'an'ı kabul edip ona teslim olmalarından daha kolaydır.
Allah'ın bütün elçileri istisnasız Allah'ı kabul eden fakat vahye karşı gelen müşriklerle mücadele etmişlerdir.
Kuran'ı Mübin, bağlam ve bütünlüğü gözetilerek, kendi çözümü ve sistemi içinde ele alındığı zaman çözüme kavuşturmayacağı hiçbir konu yoktur.
Kur'an Allah tarafından bir ilim ve bir sisteme bağlı olarak indirildiği için hiçbir konuyu havada bırakmaz.
MESELA
"Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı"
( Nisa, 82)
Demek oluyor ki, insanlar din ve hüküm olarak Allah'ın kitabına gitmiş olsalardı,
Kur'an'ı Mübin ve tevhid dini olan İslam açısından ortada bir sorun ve çözülmeyecek bir konu kalmayacaktı.
Fakat bilim ve teknoloji çağında akıllarını kullanan ve sorgulama yapan gençlerin soru ve sorunlarına cevap veremeyen
Emevi- Abbasi Devleti'nin Diyanet İşleri Başkanlığı, mezhepçi cemaatler, hurafeci ve müşrik
tarikat şeyhleri gençlerin ileri sürdükleri zahiren çelişkili âyetlere karşı bir cevapları olmadığından boşlukta kalan gençler absürt rivayetlerden ve uydurma hadislerden uzaklaşarak,
fakat maalesef Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilmediklerinden veya bunu kendilerine anlatacak ehil,
aklı başında kimse olmadığından dolayı en çıkar yol olarak
Deizim'e ve Ateizm'e kayıyorlar.
Aslında mantıklı olan şey tarikat ve cemaatler yalanlarından ve absürt hurafelerinden uzaklaşan gençler çok rahat bir şekilde doğru yolu bulmaları gerekirdi.
Fakat burada gençlerin önünde bulunan en büyük sorun bağlam ve bütünlüğü içinde, her türlü hadis ve mezhep içtihatlarından temizlenmiş,
Allah'a özgü kılınmış,
Nebi ve Resul'ün arasındaki bulunan farklardan haberi olan,
Kur'an'ı din ve hüküm olarak tek kaynak olduğunu bilen, maddi çıkar peşinde koşmayan samimi ve hasbi ilim adamlarına gençler nasıl ulaşacaklar.
Gençler, derinlemesine, bağlam ve bütünlüğü içinde Kur'an'ı incelemeyi nasıl başaracaklar.
İşte burada sorunlar devasa bir şekilde büyüyor.
Teknoloji ve bilim çağında, bilgi karmaşası içinde, sürekli manevi arayışta bulunan gençlere en hızlı, en akılcı en sağlıklı ve sahih bilgiyi nasıl ulaştıracağız.
En büyük sorunlardan biri de şudur:
On dört asırdan beri uydurma ve içtihatlarla Kur'an'ın manası bozulmuş, bağlam ve bütünlüğü dağıtılmış,
sistemi hiçbir zaman göz önünde bulundurulmamış,
aynı zamanda bu ümmi halka bütün hurafe ve yalanlar zorla dağıtılmış ve sorgulanamaz bir din olarak intikal ettirilmiştir.
Sorunlardan bir tanesi de şudur:
Bu uydurma dinin ileri gelenleri tabulaştırılmış ve hiçbir zaman sorgulanamaz bir hüviyete sahip olmuşlardır.
Dolayısıyla tek çare şudur.
Kur'an'da yüzlerce ayette ortaya konulduğu şekilde Allah tarafından indirilen vahiy
din ve hüküm olarak tek kaynak olarak kabul edilmesi,
sadece vahyin ortaya koyduğu şekliyle din Allah'a özgü kılınması gerekir.
Allah Resulü'nün sadece Kur'an'a uyduğu (Ahkaf, 9)
ve sadece Kuranı tebliğ ettiği(Enbiya, 45, Kaf, 45, En'am, 51) dinin Allah tarafından daha Resul hayatta iken tamamlandığı
(Mâide, 3, En'am,114 )
kesin olarak bilinmesi gerekir.
Bu konuda o kadar ayet var ki, bu şüphe edilecek bir konu değildir.
Sonuç olarak:
Gençlerin sırat-ı müstakime ulaşmaları Kur'an'ın çok iyi bilinmesine gelip takılan bir mesele oluyor.
Çünkü Kur'an ne kadar iyi bilinirse hurafe yalanlardan o derece hızlı bir şekilde gençlerimizi uzaklaştırmış olacağız.
4 Nisan 2018 Çarşamba
İNSAN DUYGU BAKIMINDAN DÜNYA HAYATI İLE DEĞİL, AHİRET HAYATI İLE BAĞIMLI YARATILMIŞTIR.
Allah tarafından insana bahşedilen bir çok duygunun dünya hayatında karşılığı bulunmamaktadır.
MESELA: Allah inananlara sonsuz bir hayal gücü, geniş bir emel,
büyük bir arzu ve istek, sonsuz yaşama duygusu vermiştir.
Halbuki Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda bu kainattaki hiç bir şeyin boşuna ve abes olarak yaratilmadığnı,
Allah'ın her şeyi bir amaca yönelik olarak yarattığını görürüz.
"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.
Fakat onların çoğu bilmiyorlar"
(Duhan, 38, 39)
"Biz, göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun (eğlence) olarak yaratmadık"
(Enbiya, 16)
Yani, Rahman ve Rahim olan Allah ( cc) bu evrende boşuna hiçbir şey yaratmadığına göre insana gerçekleştiremiyeceği duyguları niye versin.
Hiç bir insan, kim olursa olsun, dünya hayatında Allah tarafından kendisine verilen hayallerine kavuşamaz, arzularını gerçekleştiremez, emellerine yetişemez, bütün isteklerini elde edemez, insanoğlu fıtratı gereği ebedi yaşamak ister.
Allah'ın insanoğlunun fitratına yerleştirdiği en önemli duygu ebedilik duygusu, uzun yaşama arzusu, sağlık ve mutluluk, huzur ve refah duygularıdır.
Halbuki hiçbir insan için dünya hayatında bu önemli duyguların gerçekleşmesi mümkün değildir.
O zaman insanın gerçek vatanı, ikametgahı, esas memleketi dünya değil, ahiret hayatıdır,ahiret hayatındaki cennettir.
İnsanın benliğine yüklenen duygu ve düşünceler ahiret hayatıyla ilgilidir, bu arzu ve istekler ahirette gerçekleşecek.
Dolayısıyla, ölüm kabir kuyusuna giriş, karanlık bir çukur değil, bizi yaratan, terbiye eden, merhamet edip büyüten, her şeyi yerli yerince yapan, her şeye yaratılışını bahşeden sonsuz nimetler sahibi Rabbimize dönüş, bir kavuşmadır.
Bu yüzden Allah ( cc) bir çok ayette ölüm için "Rabbinize döneceksiniz" buyuruyor. Akraba ve dostlarımızın bir çoğu zaten oraya gitmiş bizim gelmemizi bekliyorlar.
İşte bundan dolayı ölümün yüzü soğuk değildir, ölüm bir kurtuluş, bir dinlenmedir, Allah'a ulaşma, yaratıcı güce kavuşmaktır. Ölüm dünya hayatına geliş gibi bir göçüştur.
ALLAH'IN BİR DÜZEN VE BİR KANUNUDUR.
Aslında kabir diye bir şey yoktur.
Kur'an'ın dilinde ve aklında dünya ve ahiret hayatından başka hiçbir hayat yoktur.
Bizim bir gecelik uykumuz kabir uykusundan çok daha uzundur.
Kabir bir gün, bir günden az, bir saat, tanışma müddeti kadar bir süre, bir yemeğin bozulma süresi kadar bir zamandır, bir andır.
"Nihayet Sur'a üfürülmüş olacak. Bir de bakarsın ki onlar cesetlerden kalkıp koşarak Rablerine giderler.
(İşte o zaman) Ne oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Bu, Rahman'ın vâdettiği gündür. Elçiler gerçekten doğru söylemişler! denir.
Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.
O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz.
Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız"
Ölüm ve hemen ardından ahiret hayatının başlaması vardır.
"Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. DİKKAT! "Sonra da (hemen) Şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"(Mu'minun, 15, 16)
ÖLÜM ALLAH'IN BÜYÜK BİR MÜKÂFATI VE NİMETİDİR.
Allah tarafından insana bahşedilen bir çok duygunun dünya hayatında karşılığı bulunmamaktadır.
MESELA: Allah inananlara sonsuz bir hayal gücü, geniş bir emel,
büyük bir arzu ve istek, sonsuz yaşama duygusu vermiştir.
Halbuki Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda bu kainattaki hiç bir şeyin boşuna ve abes olarak yaratilmadığnı,
Allah'ın her şeyi bir amaca yönelik olarak yarattığını görürüz.
"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık.
Fakat onların çoğu bilmiyorlar"
(Duhan, 38, 39)
"Biz, göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun (eğlence) olarak yaratmadık"
(Enbiya, 16)
Yani, Rahman ve Rahim olan Allah ( cc) bu evrende boşuna hiçbir şey yaratmadığına göre insana gerçekleştiremiyeceği duyguları niye versin.
Hiç bir insan, kim olursa olsun, dünya hayatında Allah tarafından kendisine verilen hayallerine kavuşamaz, arzularını gerçekleştiremez, emellerine yetişemez, bütün isteklerini elde edemez, insanoğlu fıtratı gereği ebedi yaşamak ister.
Allah'ın insanoğlunun fitratına yerleştirdiği en önemli duygu ebedilik duygusu, uzun yaşama arzusu, sağlık ve mutluluk, huzur ve refah duygularıdır.
Halbuki hiçbir insan için dünya hayatında bu önemli duyguların gerçekleşmesi mümkün değildir.
O zaman insanın gerçek vatanı, ikametgahı, esas memleketi dünya değil, ahiret hayatıdır,ahiret hayatındaki cennettir.
İnsanın benliğine yüklenen duygu ve düşünceler ahiret hayatıyla ilgilidir, bu arzu ve istekler ahirette gerçekleşecek.
Dolayısıyla, ölüm kabir kuyusuna giriş, karanlık bir çukur değil, bizi yaratan, terbiye eden, merhamet edip büyüten, her şeyi yerli yerince yapan, her şeye yaratılışını bahşeden sonsuz nimetler sahibi Rabbimize dönüş, bir kavuşmadır.
Bu yüzden Allah ( cc) bir çok ayette ölüm için "Rabbinize döneceksiniz" buyuruyor. Akraba ve dostlarımızın bir çoğu zaten oraya gitmiş bizim gelmemizi bekliyorlar.
İşte bundan dolayı ölümün yüzü soğuk değildir, ölüm bir kurtuluş, bir dinlenmedir, Allah'a ulaşma, yaratıcı güce kavuşmaktır. Ölüm dünya hayatına geliş gibi bir göçüştur.
ALLAH'IN BİR DÜZEN VE BİR KANUNUDUR.
Aslında kabir diye bir şey yoktur.
Kur'an'ın dilinde ve aklında dünya ve ahiret hayatından başka hiçbir hayat yoktur.
Bizim bir gecelik uykumuz kabir uykusundan çok daha uzundur.
Kabir bir gün, bir günden az, bir saat, tanışma müddeti kadar bir süre, bir yemeğin bozulma süresi kadar bir zamandır, bir andır.
"Nihayet Sur'a üfürülmüş olacak. Bir de bakarsın ki onlar cesetlerden kalkıp koşarak Rablerine giderler.
(İşte o zaman) Ne oldu bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? Bu, Rahman'ın vâdettiği gündür. Elçiler gerçekten doğru söylemişler! denir.
Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.
O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz.
Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız"
Ölüm ve hemen ardından ahiret hayatının başlaması vardır.
"Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. DİKKAT! "Sonra da (hemen) Şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"(Mu'minun, 15, 16)
ÖLÜM ALLAH'IN BÜYÜK BİR MÜKÂFATI VE NİMETİDİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)