31 Ekim 2021 Pazar
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ (43.YAZI) 220-)(Kur'an'da var olan açıklamalar) Dünya ve âhiret hakkındadır. Ve sana yetimler hakkında soruyorlar: De ki: Onların durumlarını ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada karışık olarak yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, müfsid olanı, muslih olandan ayırmasını bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi de zahmete sokardı. Çünkü Allah Aziz'dir Hakim'dir.221-) İman etmedikçe müşrike kadınları nikâhlamayın. Mümine bir cariye, hoşunuza gitse de müşrike bir kadından daha hayırlıdır. İman edinceye kadar müşrik erkekleri nikahlamayın. Mümin bir abd( kul),-hoşunuza gitse de- bir müşrikten daha hayırlıdır. Onlar (müşrikler), ateşe davet eder. Allah ise izniyle( yasası-vahiy) ile cennete ve mağfirete davet eder. Ve âyetlerini insanlara beyan eder ki tezekkür etsinler. GAYRİ MÜSLİMLERLE EVLİLİK KONUSU: Müslüman olmayanlarla evlilik konusu Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne götürüldüğünde Allah'ın izin ve inayetiyle çözülmesi kolay olan konulardandır.Yeryüzünün bütün bölgelerinde din ve inanç sahiplerinin bir arada yaşamak zorunda olması gayri müslimlerle evlenme konusunun önemini artırmaktadır.Konu ile ilgili tüm âyetlere bir göz atalım."İman etmedikçe "müşrike" kadınları nikahlamayın. Hoşunuza gitse bile, "müşrike" bir kadından, iman sahibi bir cariye kesinlikle daha hayırlıdır.İman etmedikçe "müşrik" erkekleri nikahlamayın. Hoşunuza gitse bile, müşrik birisinden iman etmiş bir (kul) kesinlikle daha hayırlıdır.Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise izni (yasası-vahiy) ile cennete çağırır. Allah, tezekkür etsinler diye âyetlerini insanlara beyan ediyor"Yukarıdaki âyette bulunan "Müşrikler cehenneme çağırır" cümlesi önemlidir.Yani din konusunu bilmeyen birine şirk dinini kabul ettirmede müşrikler bir bilgi ve yeteneğe sahip olmaları gerekir.(Bakara, 221)"...Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla namuslu olmak,zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helaldir.Kim Allah'ın hükümlerine iman etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır"(Maide- 5) "Ey iman edenler!Mümin kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları imtihan edin, Allah onların imanlarını daha iyi bilir.Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helal değildir.Onlar da bunlara helal olmazlar. Onların (kocalarının) infak ettiklerini (mehirlerini) geri verin.Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.Kafir kadınları nikahınızda tutmayın, infak ettiğinizi isteyin. Onlarda infak ettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda sadece o hükmeder. Allah herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Mümtehine- 10) Âyetlerde gördüğümüz gibi "müşrik" ve "kafir"lerle evlenmenin caiz olmadığı açık olarak ortaya konmaktadır.Peki Yahudi ve ve Hristiyanlar "müşrik" ve "kafir" değiller mi? Aslında Kur'an, Yahudi ve Hristiyanların dolaylı yoldan "kafir" ve "müşrik" olduklarını bir çok âyette söylüyor. (Yahudiler) Allah ile beraber bilginlerini (hahamlarını), (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tekbir İlâha kulluk etmeleri emrolundu.O'ndan başka ilah yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"(Tevbe- 31) "İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi, fakat o, Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru hanif bir Müslüman idi, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran-67)"Ey ehli kitap! Hakikatı görüp bildiğiniz halde niçin Allah'ın ayetlerini inkar (tekfürüne) edersiniz"( Âli İmran-70) "Andolsun ki, "Meryem oğlu Mesih Allah'tır" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki Mesih "Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar, artık onun yeri ateştir ve için yardımcılar yoktur" demişti"(Mâide- 72) Dolayısıyla Yahudi ve Hristiyanların söyledikleri bazı kelimeler yüzünden "kafir" ve "müşrik" oldukları ile ilgili Kur'an'da onlarca âyet vardır. Konu ile alakalı âyetlere dikkatli bir şekilde baktığımızda bu konuda belirleyici olan şeyin "şirk" ve "küfür" kavramlarının olduğunu görebiliriz. Yani hangi dinden olursa olsun, ister Şii, ister Sünni, ister Alevi, ister Yahudi ve Hristiyan, isterse Budist olsun, bir kişi eğer taklidi yani şuursuz bir imana sahipse, atalarının dini üzerinde bilgisiz ve ilgisiz bir imanı bulunuyorsa, ister kadın, ister erkek olsun onunla evlenmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü Kur'an'ın kullandığı "müşrik, kafir, mümin, müslüman, münafık" kavramları, bir bilinç, şuur, irâde, inanç, araştırma ve inceleme gerektiren kavramlardır. Yani Kur'an, bu kavramları ümmi, saf, din adamları tarafından Allah yolundan engellenmiş insanlar için kullanmaz. Özellikle Mumtehine süresi 10.âyette bulunan "Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları imtihan edin, Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer sizde onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin..." denilmesi çok önemlidir.Yani küfrünü ve şirk dinini mudafa edebilecek kabiliyet ve kapasiteye sahip olan fanatik kafir ve müşriklerle evlenilmez. Çünkü inanç ayrılığı yüzünden huzur ve mutluluk meydana gelmeyecektir. (Mümtehine-4)Evlenilecek gayri müslim erkek ve kadın şirk ve batıl dinini şuur ve inançla sahipleniyorsa, şirk dinine bir bilgi ve araştırma ile sahip bulunuyorsa onlarla evlenmek caiz olmaz. Fakat anadan babadan, geleneksel olarak yani atalarından gelen taklidi bir imana sahiplerse, din hakkında fazla bir bilgiye, araştırmaya sahip değillerse, hangi dinden olurlarsa olsunlar İslam dini ve ahlakı açısından onlarla evlenmenin hiç bir sakıncası yoktur. Aynı şekilde Kur'an tarafından ortaya konan tevhid akidesinden ve ahlakından uzak bulunan fırka ve tarikat fanatikleriyle evlenmek caiz değildir. Yani din ve hüküm olarak Allah'ı yetersiz dolayısıyla Kur'an'ı dinde tek kaynak olarak kabul etmeyen, Allah'a noksanlık izafe eden, Kur'an müslümanlığını sapık olarak gören, tüm noksan sıfatlardan uzak olan yüce Allah'ın, yaratıklarından birine hulul ettiğine inanan, Allah Resulüne iftira edilmiş hadisler için "Kur'an'a egemendir" diyen, Allah'ın yanında ötesinde, berisinde veli, evliya, vekil, yardımcı, dayanak ve şefaatçi olacağına iman eden, şeyhin helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul eden yani şeyh'e mutlak bir şekilde itaat eden, uydurma rivayetlere yüce Allah'tan gelmiş "vahiy" olarak iman eden fanatiklerle evlenmek câiz değildir.Hatta en tehlikeli olanlar bunlardır. Çünkü cemaat ve tarikatlarda şirk inancı ve batıl din çok dinamik ve daha canlı olarak yaşanır. Cemaat ve tarikat ehlinin atalarından kendilerine intikal eden uydurma dini aşarak tevhid akidesini ve indirilen vahyi kabul etmeleri imkânsızdır. Elçiler tarihinde bunu başarmış bir millet gelmemiştir.Mesela: "...Allah ete kemiğe büründü ... diye göründü" "...on beş sene önce Azrail (a.s) efendi hazretlerine geldi, efendi hazretleri, Azrail'e "git ben şimdi gelmek istemiyorum" diyen, "...yarın âhirette azap melekleri birisini yaka paça cehenneme götürürlerken "ben Nakşibendi tarikatının Hâlidi kolundanım" derse, hemen serbest bırakırlar" inancına sahip olanlarla evlenmek caiz olmaz. Mesela: Bu kadar ağır cürüm ve cinayetlerden sonra hâlâ fetö'nün hata ettiğini ve günah işlediğini kabul etmeyenlerle evlilik hayatı kurulamaz. Sonuç olarak : Yaşayış bakımından atalarından gelen, dine bir kültür ve gelenek olarak bakan, taklidi imana sahip olan, Şii, Sünni, Yahudi, Hristiyan, Alevi ve Budistlerin arasında hiçbir fark yoktur.Bunlarla evlenmenin hiçbir bir sakıncası yoktur. Her dinin ümmileri ile yani sıradan insanlarla evlenilir, şirk'in fanatikleriyle evlenmek ise caiz değildir. Hatta Yahudi ve Hristiyan ümmilerin vahiy dinini ve tevhid akidesini kabul etmeleri Şii ve Sünni ümmilerden daha kolay olduğu için din ve iman açısından onlarla evlenmenin hiçbir sakıncası bulunmamaktadır. Nur süresi 3.âyeti nasıl anlamak gerekir?"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez, zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir.Bu, müminlere haram kılınmıştır"Daha önce söylediğimiz gibi, evlilik konusunda belirleyici olan şey şirk ve küfürdür. Yani onun nüfus cüzdanının din hanesinde "İslam" kelimesinin yazılı olması veya kendini müslüman olarak görmesi önemli bir şey değildir.Bir mezhebin, cemaatin veya tarikatın uydurma emirlerini Allah'ın emirleri gibi sorgulanamaz ve karşı gelinemez, dini bir ibadet ve kural olarak görüyor ve o şekilde iman ediyorsa onunla evlilik hayatı kurmak caiz değildir.Gelelim Nur süresinin 3.âyetine Aslında şu veya bu şekilde cehalet ve gaflet içerisinde, günaha girerek zina eden bir kadın veya bir erkekle evlenip yuva kurmanın bir sakıncası yoktur. Âyette yasaklanan şey "fahişelik" ve "ahlaksızlık"tır.Dolayısıyla haramlık, zina etmeyi bir ahlak ve huy edinmiş, ondan kendini kurtarmaya çalışmayan ve bu meslekten tevbe etmeyenlerle ilgilidir.Erkek içinde durum aynıdır.Nur süresi 3. âyette geçen "zâni" ve "zâniye" lafızları zina etmeyi sürekli olarak yapmayı ifade etmek için kullanılan kelimelerdir. Yoksa "ellezine yeznune" "zina edenler, onlar ki zina ettiler" denilirdi.Peki bu âyette noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah neden fahişeliği şirk'e benzetmiş ve şirk'le beraber anmıştır.Bunun bir çok sebebi vardır.Şirk'ten ve fahişelik pisliğinden kurtulmak kolay değildir.Birisi inanç yönünden diğeri amel yönünden en kötü yoldur.Şirk, zihni, aklı, iradeyi, beyni, gönlü hakketmeyene peşkeş çekmek, diğeri, arzuyu, vücudu, emaneti, sevgiyi, sadakati yabancıya peşkeş çekmektir. İkisini de yer altı mafyası idare etmektedir. Şeyhlik müessesesi beyaz kadın ticaretinden aşağı kalır bir tarafı yoktur. İkisinde de vücut pazarlığı mevcuttur. Fakat akıl ve beyin pazarlığı daha tehlikelidir. Tekke ve tarikatlar inanç ve fikirlerin, ahlak ve karakterlerin peşkeş çekildiği fuhuş merkezleri gibidirler. Bu konuda daha bir çok şey söylemek mümkündür.
29 Ekim 2021 Cuma
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ (42-YAZI) 219-Sana hamr (içki) ve meysir (şans oyunları) hakkında soruyorlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir kötülük ve insanlar için bir takım menfaatler vardır. Ancak her ikisinin de zararı yararından daha büyüktür. Ve sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Afv'ı. Allah size âyetlerini böyle beyan eder ki tefekkür edesiniz.("İçki ve kumarda insanlar için bir takım menfaatler vardır..." burulması, geniş ticari alana ve istihdam kapasiteleri ile ilgili bir durumu ortaya koymak içindir. Yoksa kumar oynama ve içki içme ile ilgili bir şey değildir. Afv: Yani "ne kadar verebilirseniz, af edebildiğiniz kadar, azami derecede, yüce Allah indinde sizin affınıza vesile olacak kadar" anlamına gelmektedir.Artakalan ve ihtiyaçtan fazlası gibi ifadeler mutlak ifadelerdir.Yani "arta kalan" veya "ihtiyaç fazlası, günlük mü, aylık mı, yıllık mı olacaktır? belli değildir. Onun için insanın" affedebildiği, özgür iradesiyle verebildiği, ne kadar bağışlayabildiği" anlamı daha uygundur. Ayrıca "Afv" ibaresine, "arta kalan" veya "ihiyaçtan fazlası" gibi anlamlar vermek şu iki âyete aykırı düşmektedir. "Allah size kendinizden bir misal verdi: Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeyler hususunda, elleriniz altındakilerden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda kendinizi saydığınız gibi, onları da sayıp kendinize eşit kabul eder misiniz. İşte biz, düşünecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz" (Rum-28)"Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi, bol rızık verilenler ellerinini altındakilere verip bu hususta kendilerini onlara eşit kılmak istemezler. Durum böyle iken Allah'ın!(Tevhid-İslam-İhlas) nimetini inkar mı ediyorlar?" (Nahl-71)Bu iki âyette yüce Allah, şeytan evliyasına ve ilahlara kulluk eden müşriklere cevap olması açısından güzel bir örnek ve akli bir kıyas yapmaktadır.Çünkü bütün müşrikler gibi Mekke müşrikleri de Allah'a iman etmekle beraber evliya ve ilahlarının Allah'ın yakın dostları olduklarına iman ediyorlardı.Yüce Allah onlara öyle bir örnek veriyor ki, doğruluğunu başka hiçbir şeye bakma ihtiyaçları olmadan kendilerinden bilebilecekleri bir delil sunmuştur. Delillerin en güzeli ve en etkilisi de, kişinin bizzat kendisinde bulunan ve inkar edemeyeceği bir şekilde kendisine karşı kullanılmasıdır.Yüce Allah şunu demek istiyor: Ey müşrikler! Sizin sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden, mal- mülk kuvvet- kudret, otorite- güç, yönetim bakımından kendinize eşit seviyede kimse var mı? Dolayısıyla köle ve cariyelerinizden mal ve mülk, kuvvet ve kudret, güç ve otorite hususunda size ortak olacak kadar mal ve servet, güç ve iktidar verip onları maddi olarak yüceltir misiniz ki, siz onlarla maddi bakımdan eşit hale gelesiniz? Bunun sonucunda da, mallarınızı sizinle birlikte istedikleri gibi paylaşsınlar ve onlar da tasarruf sahibi olsunlar. Çünkü bu bir ortağın, ortağına karşı taşıdığı korkudur."De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar olsaydı, o takdirde bu ilahlar arşın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı"(İsra-42)"Yoksa o müşrikler, yeryüzünde bir takım ilahlar edindiler de, onlar mı diriltecekler? Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök (bunların nizam-ı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir"(Enbiya-21,22)Dolayısıyla "sizden biriniz, kölesinin, mal ve mülk konusunda kendisine ortak olmasını istemez ve kabul etmezken"Yani siz bu konuda herhangi bir ortaklığa razı olmazken, nasıl olur da, noksan sıfatlardan uzak olan Allah, yarattığı aciz bir kulunu uluhiyet ve rububiyetine ortak eder? Bu sizin fıtrat ve aklınıza göre batıl ve yanlış bir hüküm olduğuna göre, halbuki bu sizin hakkınızda mümkün ve caizdir. Çünkü sizin köle ve cariyeleriniz gerçekte sizin malınız değil, onlarda sizin gibi kullardır. Sizin yaratılışınıza eşit bir şekilde aynı maddeden yaratılmışlardır. Bu durumda iken bile, siz kölelerinizi kendinize maddi güç bakımından eşit kılmak istemezken, Allah kullarından kendisine eşit olacak bir şekilde "evliya ve yardımcı ilahlar" edinir mi? Nasıl olur da, böyle bir şeyi Allah hakkından mümkün ve caiz görürsünüz?
28 Ekim 2021 Perşembe
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(41.YAZI) 215-) Sana neyi (kime) infak edeceklerini soruyorlar. De ki:Hayr olarak infak edeceğiniz şey, ana-baba akrabalar, yetimler, miskin, yol oğlunadır.Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir. ("İbnis sebil" "yol oğlu, yol evladı, yolda kalanlar olduğu gibi, evsiz işi gücü olmayan, sokakta yaşamaya mahkum olanlar" anlamına gelmektedir. Bunların koruma altına alınmaları ve kendilerine huzurlu bir ortamın yaratılması yüce Allah'ın en önemli emirlerinden biridir.) 216-) Hoşunuza gitmese de size Savaş (farz) yazıldı. Halbuki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin hayrınıza olabilir. Sevdiğiniz bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. 217-) Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. ( Ama insanları) Allah'ın yolundan engellemek, O'na küfretmek( hakkın üzerini örtmek) Mescid-i Haram'ın ehlini oradan çıkarmak Allah indinde daha büyük bir günahtır. Fitne de (insanları dinden ayırmak, inançlara baskı kurmak) adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onların güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları ameller dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar ateş ashabıdır ve orada devamlı kalırlar. (Âyette bulunan "...Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları ameller dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar ateş ashabıdır ve orada devamlı kalırlar" cümlesine rağmen, Ehl-i Sünnet âlimleri, Ebu Dabud adlı hadis kitabında olan bir rivayetten dolayı "dinden dönenlerin öldürülmelerine" hükmetmişlerdir. Yani kendilerine Allah'tan daha yüce bir makam vererek, Allah'a din öğretmeye kalkışmışlardır. Halbuki Kur'an, dinden dönenlerin durumunu kesin bir delille, açık bir şekilde hükme bağlamıştır.Yani dinden dönenlere Allah tarafından, ölünceye kadar hayat hakkı tanındığı halde, Ehl-i Sünnet âlimleri, "dinden döneni öldürün" iftirasına iman ederek, kendi batıl inançlarını reddedenlere karşı savaş açmışlardır.Halbuki yüce Allah'ın emri çok açıktır. "...Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse..." Demek ki insanlar, kafir olarak ölme özgürlüğüne sahiptirler. Sizde hiç mi akıl yok. 218-) İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah Ğafur'dur Rahim'dir.
27 Ekim 2021 Çarşamba
MUAVİYE EHLİ SÜNNET İLİŞKİSİ İnanç alanında Muaviye siyaseti, ekonomik ve siyasi alandaki Muaviye siyasetinin tamamlayıcısı ve zorunlu olarak ortaya çıkan, bu bağlamda da "siyasetin" inanç alanındaki dışa vurumudur. Bu siyaset, hakkı ters yüz eden, emir Muaviye siyasetini korumak için Muaviye ve Emevilere toz kondurmayan, dini hidayet kaynağından kopararak uydurma dine dönüştüren Ehl-i Sünnet'in anlayışı, batıl bir inanç biçimini ortaya koymaktadır. Bu inanç biçiminde özellikle kadercilik, iktidara mutlak itaat, güç ve kuvvete tapınma, kendi inanç dünyasına uygun bulduğu dini delilleri bağlamından alarak onları ön plana çıkarma ve rivayetler üzerinden ölülere kulluk etme, fosilleri taklit ve geleceği geçmişe mahkum etme anlayışı hakimdir. Hanif din insanları hak ve adalete, tevhid ve güzel ahlaka, ciddiyet ve sanata davet ederken, Muaviye'nin Ehli Sünnet dini ise, iktidara ve servete, kudret ve kuvvete, sorumsuz bir hayata ve sanat düşmanlığına davet etmektedir. İhlas dini, takva ve sorumluluk bilincine çağırırken, Muaviye'nin dini, efsane ve masallara çağırır. Ehl-i Sünnet zihniyeti siyasi ve ekonomik noktalarda Muaviye anlayış ve hakimiyetini, din alanında adeta bir inanç zırhı olarak korumakta ve meşrulaştırmaktadır. Gerek Türkiye özelinde cemaat, tarikat ve sivil toplum örgütleri, gerekse de dünya genelinde Ehl-i Sünnet âlimleri , Muaviye'nin inanç siyasetini taviz vermeden büyük bir kararlılıkla savunmaktadırlar Son vahyin tarihinde dokunulmaz ve kutsal Muaviye din anlayışının bu derecede kabul görmesi ve yaygınlaşması Ehli Sünnet âlimleri tarafından uydurulan hadislerin ve bu hadislerin üzerine bine edilen şirk ictihadların bir sonucudur. Akide alanında gözle görülecek biçimde yapılan Muaviye taraftarlığı, şüphesiz sadece takıntılı bir Muaviye sevdası ya da Muaviye safında yer almakla açıklanabilecek bir olay değildir. Bu hadisenin arkasında yatan en büyük etken, dün olduğu gibi bugünde ekonomik çıkarlardır ki, bu da beraberinde büyük bir maddi güç ile bu fikirleri savunanlara rahat, konforlu makamlar ve lüks hayatlar sunar. Öyle ki, son vahyin ilk dönemlerinde dil ile iman edip de gerçek mümin olmayanların yaşadığı kalbi sıkıntı, bunların ya ekonomik çıkarlar için ya da mahalle baskısı ile iman etmeleri idi. Dün gönülleri dine menfaat, ganimet ve kabile çıkarları için ısınanlar, bugünde yine aynı gerekçelerle inanç dünyalarında Kur'an'sız, başı boş, bir serseri gibi amaçsızca gezinip durmaktadırlar.Çünkü nasıl ki dünün ganimetçileri mülkü, serveti, sermaye birikimimini savunarak bir inanç merkezi yaratmışlarsa, bugünün inanç siyaseti de yine sermayeyi, kişisel serveti ve mülkiyeti kutsayarak Muaviye düzenini sürdürmektedirler. İslam tarihi açısından bir kırılma noktası olan ve mazlumlara, yoksullara, ezilenlere galip gelerek dönemin egemenlerini iktidara taşıyan Muaviye, kendi iktidarına uygun bir inanç fikriyatı yaratmış ve bu konuda da oldukça başarılı olmuştur. Dolayısıyla Muaviye, Ehli Sünnet'in inanç atası ve fikir babası olduğu için, sahabi kutsallığı adı altında ona söz söylettirmez, hanedanını eleştirmezler. Velev Allah Resülünün torunlarını katletseler, Medine'yi basıp yüzlerce sahabeyi vahçice kesip, malları yağma, namusları kirletseler de. Peki Medine'de öldürülenler sahabi değil miydi?
ESKİ İRAN ŞİA BAĞLANTISI İslam'da çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasında İran ve Hint dinleri ile eski Yunan felsefesinin büyük rolü olmuştur.Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eski İran kültürünün iman edenlerin üzerinde etkisi olmasaydı hanif dine bu kadar yoğun şirk ve hurafe girmeyecekti.İslam, sade ve özgürlükçü bir din olmasına rağmen baskıcı bir yönetim ile idare edilen eski İran'dan gelen inançlarla saflığını ve asaletini kaybetmiştir. İran, Yunan, Roma ve Mısır kültürleri son vahyin tarihine girdikten sonra hanif dinin saflığı ve sadeliği tamamıyla ortadan kalkmış, farklı bir şekil almıştır.İman edenler tarafından fethedilen İran beldelerindeki dindar insanlar, eski inançlarını unutamamış ve onları İslam dinine taşıyarak girmişlerdi.Daha sonra bunlara eski Hint ve Yunan'ın çok ilâhlı felsefesi de eklenmiştir.Yahudilerden İslam dinini kabul edenler ise, Kitab-ı Mukaddes'in hurafelerini müminlerin arasına sokmayı kutsal bir vazife olarak görüyorlardı.Son vahyin tarihinde ortaya çıkan batıl fırkaların ve şirk mezheplerinin köklerini yukarıdaki etkenlere bağlayabileceğimiz gibi hurafelerin esas kaynağını bu noktadan yola çıkarak aramak gerekiyor.İman edenlere tarihin en korkunç ve en yıkıcı darbesi İran tarafından gelmiştir.Eski İran'da dini düşüncenin her zaman en yüksek ve en geniş yeri işgal ettiğini görüyoruz.Eski İranlıların dini düşünceleri ki (en yükseği Zerdüşt tarafından kurulan dindir) siyasi olarak devletlerinin sona ermesinden sonra bile unutulamamış, her fırsatta tesirini göstermiştir.Eski İran dini, son vahyin gelişine kadar durumunu korumuştur. Fakat "Kadisiye" mağlubiyeti İran hükümranlığını alt üst ettiği gibi, Zerdüştlüğü de büyük ölçüde sarsmıştı. Yine de her şeye rağmen Mecüsilik tamamıyla ortadan kaldırılamamıştı.Kendisine uzun süre inanılan bir din, zahiren terkedilmiş olsa bile, onun zihinlerde bırakmış olduğu tesir kolay kolay silinmez. Şayet bu inanç ümmi halk içerisinde yerleşmişse onun ortadan kalkması daha da zorlaşır.Toplumların sosyal ve psikolojik gelişimleri hakkında yapılan araştırmalar bu gerçeği doğrulamaktadır.İranlıların İslam dinini kendi dinlerine ve geleneklerine uydurmak istemeleri buna en güzel örnektir. Zerdüşt İran'da doğmuş, İran halkının inanç ve geleneklerine uygun bir din oluşturmuştu. İran'da ortaya çıkan bu dinin İran halkının manevi ihtiyaçları gözetilerek oluşturulduğunda hiç şüphe yoktur. İman edenler Kadisiye savaşında İran devleti'ne büyük bir darbe vurarak siyasi hükümranlığına son vermiş iseler de İran felsefesinde bir değişiklik yapamamışlardır. Zira bu da hemen beklenemezdi! İslamiyetin ruhu ve sade hükümleri İranlıların ruhunu tatmin edememişti.Çünkü İranlılar, karmakarışık hurafeler ve hayallerle dolu ayinlere alışmıştı.Bu nedenle İslam inanç esasları ve ibadetleri İranlılara çok sade ve şa'şasız geliyordu.İranlıların ruhu, gösterişli Muharrem ayları, hazin ve tesirli matem dolu ağıtlar istiyordu.
26 Ekim 2021 Salı
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(40.YAZI) 207-) İnsanlardan öyleleri var ki Allah'ın rızasına karşılık nefsini satar.(kendini ve malını feda eder) Allah kullara karşı Rauf'tur. 208) Ey iman edenler! Hep birden silm'e (tevhide) girin. Sakın şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Çünkü o apaçık düşmanınızdır. ("Ey iman edenler!.." hitabının, hiç bir tanesi Mekke'de inen sürelerde yer almaz. Bunu sebebi, Mekkeli Müslümanların imanında bir sorun bulunmamasından dolayı idi. Mekkede İslam dinini kabul etmenin bedeli ağırdı. Müslümanlar hayatlarını feda etmeye hazdı. Nifakla ilgili âyet ve sürelerin hepsi yine Medine'de inmişlerdir. Çünkü Mekke'de munafık da bulunmuyordu. "Silm, islam demektir yani sadece Allah'a yani yalnız onun kitabına iman etmek yani dini Allah'a özel kılmak (ihlas) anlamına gelmektedir.İslam ve türevleri olan silm, selim, selam, müslim ifadelerinin hepsi saf iman yani yalnız Allah'ın kitabına teslim olma anlamındadır. Kısacası silm, İslam demektir. Sadece Allah'ın indirdiği vahye teslim olma anlamına geliyor. Kur'an'ın kavramlar sistemine baktığımızda iman ile şirkin beraber olma ihtimaline karşılık, İslam ile şirk'in bir arada bulunmasının mümkün olmadığını görüyoruz.Dolayısıyla Kur'an'da İslam saflığı temsil ediyor.209-) Size apaçık deliller geldikten sonra yine de kayarsanız, şunu iyi bilin ki Allah Aziz'dir, Hakim'dir.210-) Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi bekliyorlar? Halbuki iş bitirilmiş olur. Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.("O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir") (Furkan- 25)211-) İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık âyetler verdik. Kim âyetler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse bilsin ki Allah'ın azabı şiddetlidir. 212-) Dünya hayatı kafirlere süslü oldu. (züyyine) Bu nedenle onlar iman edenleri hakkı görüyorlar. Halbuki (şirkten) korunan takva sahipleri kıyamet günü onların üstündedir. Allah dileyene hesapsız rızık verir.(Bu âyetteki "rızık" İslam ve iman nimeti olup, dileyen kişiye Allah nasip eder. Çünkü hidayet ve sapkınlık tamamen insanın irade ve fiillerinin sonucu olarak kendisi bunları elde eder.Vahiy'den bağımsız olarak hidayet, sapkınlık, İslam, iman, küfür ve fısk olmaz. Bütün bunların oluşması için vahyin insanlara ciddi anlamda ulaşması gerekiyor) 213-) İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Nebiler gönderdi. İnsanlar arasında, ihtilafa düştükleri (dini) konularda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak ile kitab'ı da indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki taassuptan dolayı dinde ihtilafa düştüler.Bunun üzerine Allah iman edenleri (insanların) üzerinde ihtilafa düştükleri şeyi izniyle (vahiy'le) hidayete erdirdi. Allah dileyeni sırat-ı müstakime hidayet eder.Kur'an'a göre: Aynı çağda ve coğrafyada yaşayanlara ümmet denir. Başka bir ifadeyle ümmet, ulusal birlik yani vatadaşlık demektir.) "Beğyen beynehüm: İfadesi, Kuran'da dört yerde geçmektedir.(Bakara-213; Âli İmran-19; Şura-14; Casiye-17) "Hakkın kabul edilmesinin önünde en önemli engellerden birisi olan "beğy" kavramı, insanların kendi aralarında bulunan ırkçılık ve kabile taasubu, cemaat ve tarikat gibi yapıların fanatik taraftarlığı" demektir. Kendi dininden, ırkından, cemaat ve tarikatının inancından başka hiçbir şeyi hak olarak kabul etmeyen zihniyet demektir.) 214-) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri size de gelmeden cennet'e gireceğinizi mi hesap ettiniz? Sıkıntı ve zorluklar onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, hatta Resul ve onunla beraber olan iman edenler Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Dikkat edin Allah'ın yardımı yakındır.
25 Ekim 2021 Pazartesi
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(39.YAZI) 198- Hac mevsiminde alışveriş yaparak Rabbinizden gelecek bir fazileti aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meşari Haram'ın yanında (Müzdelife) Allah'ı zikredin ve O, sizi (vahiy'le) hidayete ulaştırdığı gibi siz de onu zikredin. Şüphesiz siz (vahiy'den) önce yolunuzu şaşırmış (ne yapacapını bilmez) sapkınlardan idiniz. 199-) Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden sizde akın. Allah'a istiğfar ediniz. Çünkü Allah Ğafurdur, Rahim'dir. 200-) Hac ibadetlerinizi (menasik) bitirdiğinizde, atalarınızı zikrettiğiniz gibi hatta ondan daha şiddetli bir şekilde Allah'ı zikredin. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimsenin ahiretten yana bir payı yoktur. (Her toplumda insanlar kendi atalarını aşırı bir şekilde övme, onları yüceltme, iyilik ve güzelliklerini, mertlik ve kahramanlıklarını anlatma gibi bir ahlakları vardır.Bu âyette yüce Allah buna dikkat çekerek "Atalarınızdan daha çok size sayılamayacak nimetler veren Rabbinizi anmanız gerekir" buyurarak önemli bir ilkeyi insanlığa hatırlatıyor. Yine bu âyette "...insanlardan öyleleri ver ki, Rabbimiz! Bize dünyada ver..." denilirken, ifadede neyin istenildiğinin yer almaması çok önemli bir belağat ve icaz örneğidir. Bu edebi üslub, insanların karşısında aciz kaldığı ince bir ayar ve hassas bir denge mevcuttur. Bu ifade genele delâletiyle, insanların yönelimleri farklı, emel ve arzuları başka başka olan bütün herkesi kapsıyor, gerek güzel, gerek çirkin, gerek hayır, gerek şer, gerek yüce, gerek değersiz ve gerekse burada anılması uygun olmayan hevesler açısından herkesin eğilimi ve istekleri birbirinden çok farklıdır.) 201-) Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver. Bizi ateş azabından koru derler.202-) İşte onlar için, kazandıklarına karşılık bir nasibi vardır.Allah'ın hesabı seridir.203-) Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Kim iki gün içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönerse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa takvalı olduğu takdirde ona da günah yoktur. Allah'a karşı takvalı olun ve bilin ki onun huzurunda toplanacaksınız. 204-) İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri senin acayibine gider. Hatta kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır. 205-) O, iş başına geçti mi, bütün çabası (yaşadığı) yeri fesada vermek, doğal dengeyi tahrip edip, nesilleri helak etmektir.("Tevalla" kendisine özel etki verilip, iktidar ve idareyi ele geçirdiğinde, söz ve yetki sahibi olduğunda, hüküm ve icraatı ele geçirdiğinde" anlamına gelmektedir.206-) Böyle kimselere "Allah'tan kork" denildiğinde, kütülükle izzet onu alır.(her tarafını ğurur kaplar) Ona cehennem yeter. O ne kötü bir dönüş yeridir. (Baskıcı ve zalim olan yönetici ve din adamları kendilerine herhangi bir öğüt ve çıkar bir yol gösterilmesi, ya da zararlı bir iş için uyarıda bulunulması nefislerine ağır gelir. Çünkü üzerinde bulundukları bu makamın ve oturdukları koltuğun kendilerini insanların en akıllısı ve en ileri görüşlüsü haline getirdiği düşünürler. Dahası Allah'tan korkmayan bu zorbalar kendilerini halktan üstün görürler. Onun için, kendilerinin en değersiz ve batıl olan görüşleri yönettikleri insanların en sağlam ve kaliteli görüşlerinden daha hayırlı olarak görürler. Din ve devlet alanında bu gibi kimseler her toplumun içinde bulunur. Bu kimseler Allah ile aldatıp yani dini kullanarak, yaldızlı ve parlak sözleriyle bütün bir toplumu aldatıp perişan edebilir. Özellikle yaşadığımız bu çağda sosyal medya toplumu islah etmenin aracı olduğu gibi yine kamuoyunu ifsad etmenin en önemli vesilesi de olabilir.)
23 Ekim 2021 Cumartesi
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(38.YAZI) 191-) (Size karşı savaşanlarla savaş alanında) karşılaştığınız yerde onları öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkartın. Fitne adam öldürmekten daha şiddetlidir. Mescid-i Haram'ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaşırlarsa onlarla savaşın. İşte kafirlerin cezası budur.(Fitne, bu âyette geçen fitne kelimesi, insanların kendi aralarında yaptıkları gıybet ve dedikodu cinsinden bir şey değildir.İnsanları din konusunda zorlama, inançlara baskı uygulama ve insanları zorla dinlerinden uzakkaştırmaya çalışmaktır. Zaten fitnenin kelime manası "ayırmak" demektir. Dolayısıyla insanların inançlarına baskı uygulamaktan daha büyük bir fitne yoktur. Yani esas fitne insanları zorla inançlarından uzaklaştırmaktır. İşte Kur'an, insanların inançlarına baskı olan fitnenin adam öldürmekten daha büyük bir günah olduğunu kesin bir hükme bağlamıştır.) 192-) Eğer (savaştan) vazgeçerlerse hiç şüphe yok ki, Allah Ğafurdur, Rahim'dir.193-) Fitne (inançlara baskı, zulüm ve şirk) tamamen yok edilinceye ve din yalnız Allah'a özel kılınıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet (savaş ve baskıdan) vazgeçerlerse, zalimlerden başkasına düşmanlık olmaz.(Kafir ve müşriklerden saldırı olmadığı sürece müslümanlar dinlerini yaymak için gayri müslimlerin yurtlarını işgal edemezler. Çünkü İslam dininin en önemli temsilcileri olan Resüllerin bile tek görevleri indirilen vahyi tebliğ etmektir,(Nahl-35; Mâide-9; Râd-40) devletin kurumlarını ele geçirmek ve devlet kurmak değildir.) Dolayısıyla bu âyette geçen "zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur" cümlesi çok önemlidir. Yani müşrik de olsa dinini yaşayacak fakat zulüm ve baskıya başladığı zaman haddi bildirilecek.) 194-) Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmaz kutsallar) karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, sizde ancak onun misli ile karşılık verin. Allah'a karşı takvalı olun ve biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir.(Âyetten şöyle bir anlam çıkarmak da mümkündür. "Modern silahlarla savaşanlara karşı onlardan daha gelişmiş silahlarla mukabele edilmelidir. Aksi takdirde savaşmanın hiçbir anlamı kalmaz. Gözetilen hikmet yok olur. Savaşın hikmeti zulmü ve tecavüzü, din ve vicdan özgürlüğüne karşı saldırıyı yani (fitneyi) önlemek, zorlanma ve aşağılanmaya karşı baş kaldırmak, özgürlükleri pekiştirmek, güven ortamı oluşturmak, adalet ve tevhidi yerleştirmek gibi şeylerdir. Bu şartlar ve uyulması gereken kurallar ancak İslam'da bulunur. Bunun içindir ki Yüce Allah, kısas ve mukabele'i bilmisil (aynı ile karşılık verme) ilkesini açıkladıktan sonra" Allah'a karşı takva üzere olunuz,(sorumluluk bilincine sahip olunuz) buyurarak hiç kimseye karşı haddi aşmayınız, taşkınlık ve zulüm yapmayınız, yaptıklarının dengi bir ceza verirken ölçüyü kaçırmayınız" buyurmuştur. Yüce Allah, takvanın kazandıracağı fayda ve meziyetleri açıklamak suretiyle şöyle buyurmuştur. "Allah'ın takva üzere olanlarla beraber olduğunu bilin" Buradaki beraberlikten maksat yüce Allah'ın yardım ve merhametinin onların üzerinde olmasıdır. Çünkü muttakiler hak sahibidirler ve hakkın devam ettirilmesi ve yaşatılması gerekir. Batıl olan mücadelesinde her zaman için zafer hakkın lehine tecelli etmiştir. Takva: Başta dini Allah'a özel kılmak, güzel ahlak sahibi olmak, salih amellerde bulunmak ve haramlardan kaçınmak" demektir Geniş anlamda takva: Kur'an'da var olan emir ve yasakları üzerine bir şey eklememek" yani onları olduğu gibi kabul etmek ve yaşamaktır. Takva, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmemktir.Dolayısıyla takva, Kur'an'ı anlama yani Kur'an'ın ilmi ile ilgili bir durumdur. Kur'an'ı bilmeyenler takva sahibi olamazlar. Takva sahibi olmak için en büyük şart Kur'an'ı bilmektir. Kur'an'dan başka kaynağa iman edenler ve başka kitaplara tâbi olanlar muttaki değil, müşrik olurlar.) 195-) Allah yolunda infak edin. Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Güzel ahlak sahibi olun. Çünkü Allah güzel ahlak sahiplerini sever.196-) Hacı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer engellenirseniz kolayınıza gelen hediyeyi gönderin. Hediye, yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa ya başından bir rahatsızlığı varsa, siyam (oruç) veya sadaka veya nüsük olmak üzere fidye gerekir. Emniyette olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye gerekir. Hediyeye gücü yetmeyen kimse hac günlerinde üç, döndüğü zaman yedi olmak üzere siyam (oruç) gerekir ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah'a karşı takvalı olun ve bilin ki Allah cezalandırmada şiddetlidir. Nüsük : Allah'a yakınlaşmak gayesiyle yapılan her türlü ibadet ve itaat anlamına gelmektedir.197-) Hac bilinen aylardır. Kim o aylarda hac görevine niyet ederse, hac esnasında kadına yakınlaşmak, fusuk yapmak hacda cedelleşmek yoktur. Yaptığınız her hayrı Allah bilmektedir. Azık edinin. Fakat azıkların en hayırlısı takvadır. Ey sağduyu sahipleri bana karşı takvalı olun. ("Hac bilinen aylardır" denilmesi, haccın, salat-ı ikame, siyam gibi, eskiden beri devam eden ve herkes tarafından bilinen bir ibadet olduğunu göstermektedir.
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ (37.YAZI) 186-) (Ey Nebi!) Kullarım sana, beni sorduğunda, şüphesiz ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dâvetine icâbet ederim. O halde (sadece) benim davetime uysunlar ve bana (Kur'an'a) iman etsinler ki (dinde) olgunluğa (ve erdeme) ulaşsınlar. ("Kullarım sana, beni sorarlarsa, ben yakınım..." denilerek, "kul" yani "onlara söyle" ifadesinin olmaması, dikkat çekicidir. Yüce Allah kendisini soranlara yakın olduğunu Nebi(a.s) ı aradan kaldırarak "ben yakınım" buyurmuştur. Dolayısıyla Nebi (a.s) dahil, yüce Allah, zatı ile kulları arasında hiç bir aracı kabul etmiyor. 187-) Siyam (oruç) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise, sizde onlar için bir elbisesiniz. Allah sizin nefislerinize hâinlik ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi affetti. Artık (Ramazan gecelerinde) onlarla mübaşeret yapın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını arayın. Fecrin beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) size göre belli oluncaya kadar yeyin için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarla mübaşeret etmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki (sorumluluk bilincine sahip olarak) korunurlar.(Mübaşeret, cinsel ilişkiden kinayedir. Kelimenin esas manası, tenin tene değmesi demektir. Bu kelime gerçek ve mecaz olarak aynen "mülaseme" (dokunma) gibidir ve bu kelimelerin kullanılması Kur'an'ın nezih uslubunun ve güzel ahlakının birer göstergesidir. "İMSAK VAKTİ" Âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah, kitabında imsak vaktine öyle bir açıklama ve tanımlama getirmesi gerekirdi ki, bu açıklamayı ihtiyar olan, çocuk, genç, dul, ümmi olan, tek başına yaşayan, çölde, dağda, bayırda, yaylada olan, takvim ve saati bulunmayan, yaz-kış değişmeyen, yağmurlu, karlı, kapalı, bulutlu havada bulunan, sadece gözle görülür bir kolaylıkla anlaşılabilen bir açıklamayla yani herkes, bütün insanlar, o anda hiç kimsenin kimseye sorma ihtiyacında olmayacağı bir beyanda bulunması gerekirdi ki, işte yüce Allah, Kur'anda Bakara 187. âyetinde aynen bunu yapmıştır. Hiçbir bilimsel açıklamaya ihtiyaç duyulmayan bu âyet cümlesi, "gecenin karanlığı gidip, gündüzün aydınlığının gelmesi olarak" sadece pencerenin açılıp bakılması ile görülebilen bir gerçeği hâlâ Diyanet anlamıyorsa, bu açık âyeti kabul etmiyorsa, bu İlâhi vahyi anlamak istemiyorsa, bile bile hakkı inkar ediyor demektir.) 188-) Mallarınızı aranızda batılla (haksız olarak) yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hüküm koyuculara (dinde Allah'ın ortağıymış gibi hüküm koyan din adamlarına) vermeyin. 189-) Sana hilal şeklinde yeni doğan ayı 🌙 soruyorlar. Deki: O, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir. Erdemli olmak (birr) evlere arkalarından girmeniz değildir. Lakin erdemli (sorumluluk bilincine sahip olan) takvalı kimsedir. Evlere kapılarından gelin ve Allah'tan korkun umulur ki felaha (kurtuluşa) eresiniz.190-) Size karşı savaşanlara siz Allah yolunda savaşın (fi sebililléhi) sakın aşırıya gitmeyin. Çünkü Allah aşırıya gidenleri sevmez. ("savaşta aşırıya gitmek, "savaş kurallarını ihlal edip sivilleri öldurmek, hayvanları telef etmek, mal ve mülkü talan etmek, doğal dengeyi bozmak, katliam yapmak, yakıp yıkmak, anlaşmaları çiğnemek" gibi anlamlara gelmektedir.Ayrıca Müslümanın tek savaş gerekçesi zülme karşı Allah yolunda savaşmaktır. Toprak ele geçirmek ve ganimet için savaşmak Müslümana yakışmaz)
22 Ekim 2021 Cuma
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(36.YAZI) 179-) Ey sağduyu sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (sorumluluk bilincine sahip olarak) kendinizi korursunuz. (Âyet, aklı başında, sağduyu sahibi, düşünen, öncü ve olgun akla sahip olan kimselere çağrıda bulunmasının sebebi şudur.Akıl sahibi, hayatın değerini, hayatı korumanın önemini, kamu yararının neye dayandığını ve hangi vasıtalarla bu sonuca vardığını bilir. Bu süreç iki aşamadan ibarettir.Biri, kısas ki gerçek adalettir, değeri de affetmektir.O da erdemdir. Sanki yüce Allah şöyle buyuruyor.Şüphesiz sağduyu sahibi, bu hükmün sırrını, kapsadığı hikmet ve yararları bilir. Öyleyse ilâhi hükümlerin inceliklerini ve bu hükümlerde insanlar için bulunan faydaları anlama konusunda her mükellefin aklını kullanması gerekir. Bu bakımdan âyet, kısasın faydasını inkar eden kimselerin akılsız, acımasız, kalpsiz ve merhametsiz olduklarını bildirmektedir.Yüce Allah'ın "Umulur ki kendinizi korursunuz..." cümlesi, kısasın yasallaştırılmasının gerekli olduğunu ortaya koyuyor.Cümlenin takdiri şöyledir."Kısasta sizin için hayat olduğu için bizde onu size yazdık, yasalaştırdık, gerekli kıldık" 180-) Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakmışsa, anaya, babaya, yakınlara maruf ile vasiyet etmesi Allah'tan muttakiler için bir hak olarak yazıldı.181-) Her kim bunu işittikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenin üzerindedir. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.182-) Her kim, vasiyet edenin hataya yahut günaha meyletmesinden korkarsa (ilgililerin) aralarını bulmasında kendisine herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz Allah Ğafur ve Rahim olandır. 183-) Ey iman edenler! Siyam (oruç) sizden öncekilere yazıldığı gibi size de (farz olarak) yazıldı.Umulur ki kendinizi korursunuz. 184-) Sayılı günlerde olmak üzere, sizden her kim hasta yahut yolculukta olursa, diğer günlerde tutar. (kazaya kalan oruçları tutmaya) gücü yettiği halde (tutmak istemeyen) için bir miskini doyuracak fidye gerekir.Bununla beraber kim (fidyeden daha fazla) hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Ama eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayrlıdır. (Fidye, bir miskin'i doyuracak kadar maddi bir karşılıktır. Âyette geçen fidye, hastalığından veya seferde olan kişinin kazaya kalan oruçları tutmaya gücü yettiği halde, tutmak istemeyen kişinin verdiği maddi bir bedeldir.Yani müzmin ve kalıcı hastalığı olanın verdiği bir şey değildir. Çünkü kronik hastalığa sahip olanın oruç tutma sorumluluğu olmadığı gibi, bedel vermek zorunda da değildir. Kur'an'a göre ibadetlerde hastaya zorluk ve sorumluluk yoktur. (Nur-61; Fetih-17; Tevbe-91)Gerçekten de Ramazan ayından sonraya kazaya kalan oruçları tutmak bazı insanlara ağır gelir. İşte bunun için yüce Allah kazaya kalan oruçları tutmaya insanları zorlamamış, isteyenin bunların yerine miskine fidye vermesini hükme bağlamıştır. Ancak her insan maddi durumuna göre vermeli, zengin olanlar bu konuda cömert olmalıdır. Yani fidye fakir ve zengin için bir değildir, onu bir standarta bağlamak doğru değildir. Kur'an'a baktığımızda "yemek yedirme, fidye, kefaretler ve hakkının verilmesi gereken kimseler" fakir bağlamında değil, miskin bağlamında kullanıldığını görüyoruz. Fidye=miskin: Bakara-184; Nisa-92)Keffaret= miskin: Mâide-95)İt'am= Yemek yedirme= miskin: Bakara-184; Mâide-89; Mucadele-4; Hakka; 34,İnsan-8; Fecr-18; Maun-3; Kalem-24; Muddessir-44)Halbuki fakir, maddi açıdan miskinden daha düşük bir seviyeye sahiptir. Fidye, keffaretler ve yemek yedirmenin miskin bağlamında geçmesinin sebebi, "miskinin belirli, bilinen, tanınan bir yerde ikamet etmesinden" dolayıdır.Yani ona hemen ulaşıp fidye ve keffareti ödeme ve istenildiği anda ona yemek yedirmek mümkündür. Yoksa bu gerçeklerden "fakiri nahrum etme" diye bir anlam çıkarılmaması gerekiyor. Fakir garibandır, yabancıdır, yeri yurdu belli değildir, bir anda ortaya çıkan bir kimliktir. Yani hemen, bir anda onu bulmak ve ona ulaşmak mümkün değildir. Tevbe-60 âyet haricinde fakir ve miskin kavramları hiçbir âyette beraber geçmezler. Miskin, evi ve çalıştığı bir işi olmasına karşılık, kazancı giderini karşılamayan kişidir. (Kehf-79)Yatalak hasta ve engelli olanlar, ağır ve kronik rahatsızlık dolayısıyla evinden dişarıya çıkamayanlar da miskin kategorisine giriyor. İşte bundan dolayı Kur'an fakirden daha çok miskinin üzerinde çok duruyor. Aynı zamanda miskin, komşudur, dosttur, akrabadır.) 185-) Ramazan ayı, insanlar için hidayet edici, hidayeti ve hakkı batıldan ayıranın (Furkan) açık delilleri olarak Kur'an'ın indiği aydır. Öyleyse Ramazan ayına şahit olan onda oruç tutsun. Kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin kolaylığınızı ister, sizin için zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size (vahiy'le) hidayeti göstermesine karşılık, Allah'ı büyüklemeniz ve umulur ki şükretmiş ulursunuz. (Şükür, fiil ve salih amellerle yapılan bir ibadet iken, hamd, dil ile yapılan bir ibadettir.)
21 Ekim 2021 Perşembe
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(35.YAZI) 174-) Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir değer karşılığında değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir ve kiyamet günü Allah kendileriyle konuşmaz, onları arındırmaz, onlar için elim bir azap vardır.175-) Onlar hidayete bedel sapkınlığı, mağfirete bedel de azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar sabırlıdırlar!176-) O azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak (bir amaca yönelik) olarak indirmiş olmasıdır. (Mezheb ve Şia'lara ayrılarak) kitapta ihtilafa düşenler uzak bir ayrılığın içine düşmüşlerdir.177-) Erdemli olmak, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Lakin erdemli olanlar, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, nebilere iman eder. Yakınlara, yetimlere, miskinlere, yol çocuklarına, yardım- borç isteyene, boynu büyüklere, (ağır hastalık-borç esareti altında olanlara) sevdiği maldan verir, salat'ı ikâme eder, arınmaya gelir. Ahitleşme yaptıkları zaman ahitlerine (sözlerine) vefalı olur. Sıkıntılı (hastalık) ve darlık zamanlarında ve toplumsal sıkıntılarda (salgın hastalık - yangın-sel-deprem gibi âfetlerde) sabredenler, (dayanışma içinde olanlar) İşte sadık olanlar ve sorumluluk bilincine sahip olan muttakiler bunlardır.(Âyette geçen "sokak çocuklarına, özgürlüğü için mucadele edenlere, borçlu olanlara" yapılacak yardım bireysel olabileceği gibi, kurumsal olarak da yapılması gerekir.Yani fon veya havuz sistemi yada bir vakıf aracılığıyla programlı olarak yürütülücektir. Âyette iki yerde "be's" (sıkıntı-âfet) kelimesi geçmektedir. Biri bireysel darlık ve sıkıntı, ikincisi ise, "hinel-be's" olarak geldiğinden, genel sıkıntı yani salgın hastalık, sel, yangın ve deprem gibi âfetler anlamına gelmektedir) Dolayısıyla yardımların kurumsal olarak yapılması, âfetlerde büyük ve genel bir dayanışma içinde olunması âyetin ruhuna ve gayesine daha uygundur) 178-) Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, abde abd, kadına kadın (öldürülür) Ancak her kim kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından affedilirse, taraflar marufa tâbi olmalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle eda etmelidir. Bunlar Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra her kim haddi aşarsa onun için elim bir azap vardır. (Vahyin katili öldürmeyi gerekli kılması, mazlum için adaleti sağlamak ve yapılan zulmü ortadan kaldırmaya yöneliktir. Fakat son zamanlarda iman edenler arasında kısasa karşı çıkanlar olmuştur. Onlara göre, kısas vahşet ve insandaki intikam duygusundan ileri gelmektedir.Yine şöyle diyorlar, "Amaç, kan döken suçludan intikam almak değil, onu eğitmek daha insancıl bir ahlaka sahip kılmaktır. Kısasa karşı gelenlerin sözlerini incelediğimiz zaman, onların modern metotlara göre öğrenim ve eğitim görmüş, yasalara ve medeni kanunlara göre yönetilen bir topluma ait hükümleri yasallaştırmak istediklerini anlıyoruz.Öyle ki maktulün yakınlarının katilden intikam almalarının veya öldürülene karşılık suçsuz kimselerin kanlarını dökmek kimsenin aklına gelmez. Onların bu değerlendirmeleri öldürenler ile öldürülen kimselerin aileleri arasında düşmanlığın ve kinin olmayacağından emin oldukları, her türlü eğitime ve rehabilitasyon imkanlarına sahip olan toplumlar için geçerli olabilir. Bedevi ya da medeni bütün insanlar için değil.Gerçek bu iken, birçok insanın hatta Müslüman geçinenlerin bile maalesef bu görüşlerle aldandıklarını görüyoruz.Halbuki akıllı ve vicdan sahibi her insan, kısası tamamen terk etmenin suçluları kan dökmeye teşvik edeceğini bilir."Hüre hür, abde abd ve kadına kadın(öldürülür) Yani konulan bu kısas hükmünde, tolerans ya da haksızlık yoktur. Bir hür, başka bir hürü öldürdüğü zaman, "kabilenin ileri gelenleri ve birden fazla kişi değil" öldürdüğü kimseye karşılık kendisi öldürülür.Bir köle birini öldürdüğü zaman, efendisi ve kabilesinden hür olanlardan herhangi biri değil, kendisi öldürülür. Aynı durum kadın için de geçerlidir. Bir kadın birini öldürdüğü zaman, kendisinin yerine fidye olarak başkası değil, kendisi öldürülür. Cahiliye dönemindeki uygulamalar, tamamen bunlardan ayrı ve değişik idi. Öyleyse kısas hükmü; katil kim olursa olsun, kabilesinden herhangi bir kimseye değil, bizzat katilin kendisine uygulanır. Af meselesi, kamuyu ilgilendirmeyen yani şahsi davalarla ilgili bir durumdur. Dolayısıyla terör ve anarşi, soygun gasp ve hırsızlık gibi devlet düzenini ilgilendiren durumlardaki cinayetlerde affetme yetkisi uygulanamaz, kısas uygulanır.Affetme şahsi ve ailevi durumlarda yani tasarlamadan, bir anlık kızgınlık ve öfke, aradaki düşmanlıktan kaynaklanan olaylarla ilgilidir. Ayrıca sivillere karşı işlenen cinayetleri devletin affetme yetkisi yoktur. Bu cinayetleri ancak maktulun velisi affeder. (İsra-33)
20 Ekim 2021 Çarşamba
ŞİA VE EHL'İ SÜNNET DİNİNİN KUTSALLARI:Sünni'lerin uydurma kutsal kaynakları:Buhari (ö-H-256-M, 869)Müslim (ö-H-261-M-875)Tirmizi (ö-H-279-M-892)Ebu Davud (ö-H 275-M-888)İbni Mace ve Nesai hadis kitaplarıdır.Şii'lerin uydurma kutsal kaynakları:Küleyni'nin(H-328 M-939) kâfi'siEbu Cafer İbni Babeveyh el Kummi (H-381-M-991) nin Men lé yahduruhul-FakihÜçüncü ve dördüncü kaynaklar Ebu Cafer et-Tusi(H-460-M-1067) ye aittir.Bunlar, Tehzibul-Ahkam ve el-İstibsar adlı hadis kitaplarıdır.Buhari'nin sünniler arasında sahip olduğu şöhret ne ise Şiiler arasında da aynı değere sahip Küleyni'nin el-Kâfi adlı eseridir.Ehli sünnet dininde dört halife ile Ebu Hüreyre, Enes bin Mâlik, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebi Süfyan gibi sahabeler kutsal olarak görülür.Ehl-i Sünnetin kaynaklarına göre on sahabe Allah Resulü tarafından cennetle müjdelenmiştir. Şia'nın hadis kaynaklarına göre ise Ali dışında kalan dokuz sahabe cehennem ile müjdelenmiştir. Aynı zamanda Sünniler kaynakları itibariyle bütün sahabeleri gökteki yıldızlar gibi masum ve günahsız olarak telakki ederler.Şia ise Gadir Hum'da Hz. Ali'nin imamet ve hilafetine biat ettikten sonra Sakifede Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönüp zalim olduklarını iddia ederler.Şia'nın hadis kaynaklarına göre mürted olmayan dört sahabi şunlardır.Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir.Şia'ya göre Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz Fatma ve beklenenMehdi (Mehdi-i Muntazır) ile birlikte geri kalan dokuz imam Allah tarafından bütün günahlardan tertemiz kılınmışlardır. Sahih kaynaklarına göre delil şu âyettir.",,,Ey Ehli Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"(Ahzab, 33)Şia'ya göre, Kerbela, Kum, Küfe gibi şehirler kutsaldır.Ehli sünnet'e göre Şam, Kudüs gibi şehirler kutsaldır.Şia'ya göre Ali bin Ebi Talib Allah'ın arslan'ıdır.Ehli sünnet'e göre Halid bin Velid Allah'ın Kılıcıdır. Sünni'lere göre Mekke ve Medine, Şia'ya göre ise Küfe ve Kerbela haremeyn'dir. Şia'nın kaynaklarına göre Fatma gelmiş geçmiş bütün kadınlardan daha üstün bir fazilete sahiptir. Ehli Sünnete göre ise bu dereceye Aişe sahiptir. Bu listeyi bir hayli uzatmak mümkündür.Allah'ın, Kur'an'ı Mübin'de neden Yahudi ve Hiristiyanlara çok fazla yer ayırdığını merak eden, Şia ve Ehli Sünnetin kaynaklarına, inançlarına ve ahlaklarına bir baksın. İnsanlık tarihinde Şia ve Ehli sünnet dini kadar birbirine zıt ve birbirlerine düşman başka bir toplum gelmemiştir. İlim adamları için Kur'an'da "Yahudiler" ve "Hristiyanlar" diye yazılır, "Şiiler" ve "Sünniler " olarak okunur. Gerçi on dört asır önce Kur'an Allah tarafından Muhammed (a.s) a yani yeryüzüne nazil olmuştur. Fakat maalesef Kur'an, hâlâ Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin yani âlimlerinin kalplerine inmiş değildir. Şia ve Ehli Sünnet, Allah'ın kitabından ve hidayetinden mahrum olarak, uydurma kutsal kaynakları sebebiyle kıyamete kadar aralarında bir kardeşlik olmayacak ve beyinlerinde barış kurulmayacaktır.
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(34.YAZI) 168-) Ey insanlar! Yerde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin. Şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Zira o sizin için apaçık bir düşmandır.169-) O size ancak kötülüğü, fahşâyı (ahlaksızlığı-cimriliği) ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.(Âyette bulunan "şeytan" paralel dinin ataları yani muhaddis ve müctehidleridir.Çünkü din adamlarından başka hiç kimse insanları Allah hakkında bilmediklerini söylettiremez. Allah Resülünün vefatından sonra özellikle Emevilerle başlayan süreçte din ve iman adına söylenenlerin büyük çoğunluğu yalandır. Şii ve Sünni din adamları binlerce rivayet ile Allah ve Resülüne iftira ettiler.) 170-) Onlara (müşriklere) Allah'ın indirdiğine tâbi olun, denildiğinde onlar, "Hayır! Biz (din) atalarımızı üzerinde karşılaştığımıza tâbi oluruz, dediler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış (dolayısıyla) hidayeti bulamamış idiyseler?ŞİA VE EHL'İ SÜNNET DİNİNİN KUTSALLARI:Sünni'lerin uydurma kutsal kaynakları:Buhari (ö-H-256-M, 869)Müslim (ö-H-261-M-875)Tirmizi (ö-H-279-M-892)Ebu Davud (ö-H 275-M-888)İbni Mace ve Nesai hadis kitaplarıdır.Şii'lerin uydurma kutsal kaynakları:Küleyni'nin(H-328 M-939) Kâfi'siEbu Cafer İbni Babeveyh el Kummi (H-381-M-991) nin Men lé yahduruhul-FakihÜçüncü ve dördüncü kaynaklar Ebu Cafer et-Tusi(H-460-M-1067) ye aittir.Bunlar, Tehzibul-Ahkam ve el-İstibsar adlı hadis kitaplarıdır.Buhari'nin Sünniler arasında sahip olduğu şöhret ne ise, Şiiler arasında da aynı değere sahip Küleyni'nin el-Kâfi adlı eseridir.Ehli Sünnet dininde dört halife ile Ebu Hüreyre, Enes bin Mâlik, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebi Süfyan gibi sahabeler faziletli olarak görülür.Ehl-i Sünnetin kaynaklarına göre on sahabe Allah Resulü tarafından cennetle müjdelenmiştir. Şia'nın hadis kaynaklarına göre ise Ali dışında kalan dokuz sahabe cehennem ile müjdelenmişlerdir. Sünniler kaynakları itibariyle bütün sahabelerin gökteki yıldızlar gibi masum ve günahsız olduklarına iman ederler. Şia ise Gadir Hum'da Ali'nin imamet ve hilafetine biat ettikten sonra Sakifede Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönüp zalim olduklarını iddia ederler.Şia'nın hadis kaynaklarına göre mürted olmayan dört sahabi şunlardır.Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir.Şia'ya göre Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma ve beklenenMehdi (Mehdi-i Muntazır) ile birlikte geri kalan dokuz imam Allah tarafından bütün günahlardan tertemiz kılınmışlardır. Sahih kaynaklarına göre delil şu âyettir."...Ey Ehli Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"(Ahzab-33)Şia'ya göre, Kerbela, Kum, Küfe gibi şehirler kutsaldır.Ehli Sünnet'e göre Medine, Şam, Kudüs gibi şehirler kutsaldır.Şia'ya göre Ali bin Ebi Talib Allah'ın arslan'ıdır.Ehli Sünnet'e göre Halid bin Velid Allah'ın Kılıcıdır. Sünni'lere göre Mekke ve Medine, Şia'ya göre ise Küfe ve Kerbela haremeyn'dir.(dokunulmazlıkları vardır.) Şia'nın kaynaklarına göre Fatma gelmiş geçmiş bütün kadınlardan daha üstündür. Ehli Sünnete göre ise bu dereceye Aişe sahiptir. Bu listeyi bir hayli uzatmak mümkündür.Allah'ın, Kur'an'ı Mübin'de neden Yahudi ve Hiristiyanlara çok fazla yer ayırdığını merak eden, Şia ve Ehli Sünnetin kaynaklarına, inançlarına ve ahlaklarına bir baksın. İnsanlık tarihinde Şia ve Ehli Sünnet dini kadar birbirine zıt ve birbirlerine düşman başka bir cehalet gelmemiştir. İlim adamları için Kur'an'da "Yahudiler" ve "Hristiyanlar" diye yazılır, "Şiiler" ve "Sünniler " olarak okunur. Gerçi on dört asır önce Kur'an Allah tarafından Muhammed (a.s) a yani yeryüzüne nazil olmuştur. Fakat maalesef Kur'an, hâlâ Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin yani âlimlerinin kalplerine inmiş değildir. Şia ve Ehli Sünnet, Allah'ın kitabından ve hidayetinden mahrum olarak, uydurma kutsal kaynakları sebebiyle kıyamete kadar aralarında bir kardeşlik olmayacak ve beyinlerinde barış kurulmayacaktır.) 171-) Kafirlerin misali, kendisine yapılan davet ve nida'yı haykırıştan başka bir şey olarak duymayan kimse gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar akıllarını kullanmazlar.172-) Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve sağlıklı olanlarıdan yeyin. Eğer gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, sadece ona şükredin. ("Ey iman edenler!" cümlesi ile başlayan âyetlerin hepsi Medine'de inen sürelerde yer almaktadır. Bunun nedeni Mekke'deki müminlerin imanlarında hiç bir sorun olmadığı içindir.Yani Mekke'de son vahyin başlangıcında İslam dinini kabul eden bir kişi, ölüm dahil, her türlü eziyet ve işkenceyi göz önünde bulundurması gerekiyordu.) Onun için munafıklarla ilgili âyetlerde Mekki değil, Medeni sürelerde yer alırlar. Mekke'de İslam ve küfür, şirk ve tevhid mucadelesi vardı.) 173-) Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeğe mecbur kalırsa, aşırıya gitmeden ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde onun için bir sakınca yoktur.(Âyetin başında bulunan "inneme" edatı, sınırlandırma içindir.Yani bu haram kılınan dört şeyden başka bir şey için "haramdır" demek doğru değildir.(Enam-145)Ayrıca âyette şöyle bir arka planda mevcuttur. Yüzyılda, belki bin yılda bir sefer bile iman edenlerin başına gelmeyecek bir olayın birkaç âyette anlatılması,(Bakara173; Mâide-3; En'am-145; Nahl-115) insanlara iman, güzel ahlak ve sağlıklı yaşam açısından gerekli her şeyin Kur'an'da var olduğu ortaya çıkıyor.)
18 Ekim 2021 Pazartesi
KUR'AN' MÜBİN'İN MEÂLİ(33.YAZI) 161-)(Âyetlerimizi gizleyerek) kafir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanlığın lâneti onların üzerindedir.(Lânet, dünyada ve âhirette Allah'ın rahmet ve mağfiretinden uzak kalmaktır..İnsanların lânetine gelince, çevrelerinde olan insanlardan hatta dost ve akrabalarından da hayır veya huzur görememe, sürekli olarak bir bunalım içerisinde olmalarıdır.) 162-) Onlar, sürekli olarak (lânet içerisinde) kalıcıdırlar. Onlardan (lânet) azabı hafifletilmez ve onlara (rahmet nazarıyla) bakılmaz.163-) Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilah yoktur. O Rahman'dır, Rahim'dir.164-) Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki yeri canlandırdığı suda, yerde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları musahhar kılmasında aklını kullanan bir kavim için âyetler (olağanüstü deliller) vardır.165-) İnsanlardan bazıları Allah'ın dununda( yanında- ötesinde- berisinde) benzer ilâhlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha şiddetlidir. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden görebilselerdi. (Allah'a denk ilâhlar edinenler aslında Allah'ın yaratma ve tedbirinde tek olduğunu bilirler. O'na denk tutulan varlıklar, onunla kulları arasında aracı konumundadırlar. Bu aracı ilâh ve evliyalar, "insanları ona yakın kullar olmaları için güya Allah'ın indinde şefaatçi olurlar" Ayrıca O'nun izniyle olağanüstü yetenekler (kerametler) ve güçler sergileyerek onların ihtiyaçlarını giderirler veya Allah bu ihtiyaçları onların hatırı (yüzü suyu hürmetine) giderirler. Onlar bu inanca delil olarak, günahkarların bizzat kendilerinin Allah'a ulaşmaya güçlerinin yetmeyeceğini, bazı işlerin görülmesi için vatandaşlarla amirler arasında bir aracı olduğu gibi, bunlarla Allah arasında da bir aracının bulunması gerektiğini gösteriyorlar.Endâd: Kendisinden, ancak Allah'tan istenmesi gereken şeylerin istendiği din adamlarıdır.Kıraat Farklılığı: "velev yarallezine zalamu" "zâlimler azabı gördükleri zaman" cümlesinde bulunun "velev yara" kelimesini, Kıraat âlimleri İbni Âmir Nafi ve Yakub "velev terallezine" (ey Nebi) "o zalimleri bir görseydin" olarak okumuşlardır. 166-) İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine tâbi olunanlar, tâbi olanlardan teberri ederler (uzaklaşırlar) ve (o anda her iki taraf da yani tâbi olunanlarla tâbi olanlar) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanmıştır.167-) Tâbi olanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha (dünyaya dönmemiz) mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden teberri ettikleri (uzaklaştıkları) gibi bizde onlardan teberri etseydik (uzaklaşsaydık!) Böylece Allah onlara, amellerini, hasret kaynağı (iç yarası) olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar. "HULUL İNANCI" Dinin şemsiyesine sığınarak bir "evliya ve ilâhlar dinî" kurup kutsala hürmet adı altında açık şirke giddilmesi, Kur'an'ın dikkat çektiği en büyük ve en önemli tehlikedir. Kur'an bize gösterdi ki, şirkin failleri her zaman din adamları olmuştur. Kur'an, yüzlerce âyette doğrudan ve açık olarak bu din adamlarından yakınmaktadır.Kur'an haber vermektedir ki, elçilerin tevhid mirası, evliya ve ilâhlara tapınma şirkiyle içinden çürütülmüş ve faturası Allah'a kesilen din, her zaman ve zeminde şeytan ve zulme hizmet eden bir yıkım kurumuna dönüşmüştür. İşte, İslam dünyasının asırlardan beri husrandan husrana ve akıl almaz katliamlara sürüklenmesinin gerçek sebebi burada yatıyor.Şirk, hulul inancı ve batınilik tevhid dininin yozlaştırıldığı anda ortaya çıkan dinin adıdır. Tevhid dininde, yani ilahi dinin herhangi bir ilkesinde vücut bulan bir yozlaşma o dini tartışmasız biçimde şirke bulaştırır. Yozlaşan tevhid dininin yeni kimliği kesinlikle şirk olacaktır. Elçilerden sonra her zaman dinin akibeti bu olmuştur. Olmasaydı ardarda elçiler gönderilmezdi. Bundan dolayı insanların din adına Kur'an'dan başka gidecek bir yeri, başvuracak sağlam bir kaynağı yoktur. Kur'an'dan nasip yoksa varılacak sonuç ya şirk veya tümden Allah'ın inkar edilmesi olacaktır. Şu mesele gerçekten çok önemlidir. Şirk Kur'an'ın gösterdiği şekliyle tanınmadıkça İslam'ı ve tevhidi Kur'anın gösterdigi şekliyle anlamak mümkün olmaz. Müslüman dünya gerçekten Kur'an'ın ortaya koyduğu şekliyle şirki tanımıyor. Tanıma yönündeki tüm gayretleri bilinçli ve şuurlu fasit bir iradeyle sonuçsuz bırakılıyor. Çünkü şirk ve hulul inancının mahiyeti halk tarafından anlaşıldıkça Müslüman dünyaya İslam adı altında yaşatılan dinin gerçek İslam olmadığı ortaya çıkacaktır. Böyle bir hakikat dünyadaki bütün çıkar dengelerini sarsacaktır. Kelime-i tevhid formülü, hiçbir ilah yok sadece Allah var, şeklinde tezahür eder. Dikkat edilirse formülde öncelikle sahte ilahlar yok ediliyor, onun ardından hak ilah olan alemlerin rabbi öne çıkarılıyor. Yani "olması gereken" gösterilmeden önce" olmaması gereken" tanıtılıyor. Bu o kadar önemli ki, şirk olmadığı zaman tevhid'in hâkimiyetinden söz edilebilir. Yani hem İman hem de şirkin bir insanda bulunma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Bundan ötürü yüce Allah Şöyle buyurur."İmana ulaşan ve imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya. İşte onlar emniyette ve hidayette olanlardır"( Enam- 82)Kur'anda bir çok ayette zulüm şirk anlamında kullanılmıştır. Yoksa insan bilerek veya bilmeyerek cahillikle, ailesine, akrabasına, çevresine, tabiata haksızlık ve zulüm edebilir. Kelime-i tevhidle formüllendirilen zıtlıkla kutuplardan herhangi birini gereğince tanımadığımızda ötekini gereğince tanımamız mümkün değildir. Bu da insanı, o kutupla ilgili tüm tespit, inanç ve eylemlerinde yanlış yapmaya mahkum eder. İslam dünyasının tevhid akidesine gerektiği gibi değer vermemesinin sebebi şirkin gerçek mahiyetini, tahrip gücünü ve yıkım özelliğini bilmediğindendir. Tevhide değer verilmeyince İslam dininin güzellikleri insanın hayatına yansımıyor.Dolayısıyla İslam'dan beklenen bereket, barış, nimet, huzur, mutluluk, merhamet uzaklarda kalır. Dünyayı şirke ve hululiyyet inancına yani kula kulluğa karşı uyaran, akli ve ilmi verilerle donatan tek kaynak Allah'ın kelâmı Kur'an'dır. Fakat maalesef Kur'an'ın iman eden çocuklarının sirki anlayamaz hale getirilmeleri insanlığın maruz kaldığı en büyük talihsizlik olmuştur. İslam dünyası şirkin ve huliliyyet inancının pençesinde can çekişmektedir. Yüzyıllardan beri belini doğrultamamasının sebebi budur. Yoksa yüce Allah hiçbir toplumu ufak tefek eksiklikleri yüzünden perişan etmez.Perişanlık ve hüsran sadece şirkin sonucudur. Sirk insanın emek ve üretimini yok eden en büyük beladır. İslamı anlamak için Kur'an'ı dikkatli okumak ve elçiler tarihini iyi incelemek gerekir. Kur'an hakkıyla tilâvet edilirse( Bakara- 121) görülür ki, elçilerin mücadelesi dinsizliğe karşı değil, sahte din ve ilahlara karşı olmuştur.Bir kere elçilerin ve Kur'an'ın en büyük düşmanı şirktir ve şirk, dinsizlik değil, tarihin en yaman en zorlu ve en inatçı dinidir.
17 Ekim 2021 Pazar
ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR (75.YAZI) "Ali hocam!Zurnanın zırt dediği yere gelmişsiniz.Tebrik eder ve uğrayayacağınız onca eleştiri ve ithama şimdiden hazırlıklı olmanızı dilerim.Umarım Rüştü bey de sizinle aynı düşünceleri paylaşıyordur" (Şevket Karaköse- "Salat Kavramı" adlı yazıya yaptığı yorum)--------------------------------------------"Osman Çoban! Ankebut 45. âyeti iyi anlamak lazım. "Salat" kavramı özden yoksun, sadece belirli hareketleri ortaya koyma değildir. Nebi(a.s) bizim bu gün kıldığımız namazı mescidde kılmıştır. Sadece farzları ile. Cuma namazının önce hutbesini sonra iki rekat farzını kılmıştır. Fakat dayanışmaya, yardımlaşmaya büyük önem vermiştir. Bu gün cuma namazında binlerce kişi toplandı ve namaz kıldı. Birbirlerinden habersiz olarak camiden dağılıp gittiler. Salat bu değil..."(Mehmet Baştürk- "Salat Kavramı" adlı yazıya yaptığı yorum)-----------------------------------------------------"Sevgili Ali hocam!Olay basit, ama uygulama çok zor. Müslümana diyeceğiz ki, işte Nebi (a.s) karşında, sana senin anlayacağın dil ve şekilde hitap/tebliğ ediyor. İlk defa sana sesleniyor ve ne mutlu sana ki kaynağı vahiy/Kur'an'dan öğrenip müslüman oluyorsun. Çevrene bakma öyle, yardım alabileceğin/edebilecek kimse yok.Ön koşulsuz, şartsız, art niyet olmaksızın şu KUR'AN'I ANLAYARAK oku..." Selamlar, saygılar.Çok mu zor !?(Fuat Ceylan Ceylan- "Yalnız Yaşayanlardan Değil Ölülerden De Çekeceğimiz Var" adlı yazıya yaptığı yorum)-------------------------------------------------------"Çok muhteşem bir yazı!Ömrümün cidarına oturdu. Memnuniyetimi anlatamam Ali hocam! Allah Razı olsun, ilmini âmali ömrünü aydınlatsın inşaAllah. (Mücahit Güleç- "Yalnız Yaşayanlardan Değil, Ölülerden De Çekeceğimiz Var" adlı yazıya yaptığı yorum)--------------------------------------------------------"Sihir gerçek değildir, bir illüzyondur, göz boyamadır.Hiç kimse sihir yapamaz, hiç kimse sihri bozamaz, sihirbazlar ne kadar sahtekarsa, sihri bozduğunu iddia edenler de en az sihir yapanlar kadar sahtekardırlar.Olmayan bir şeyin neyini bozuyorsun. Sihir yapanlara bir tek soru sordun mu, sihir hemen bozulur.Bu soruyu ben düşünerek buldum" (Bedrettin Köprücü- "Kur'an'ı Mübin'in Meâli" adlı yazıya yaptığı yorum) -------------------------------------------------------"Yine muhteşem açıklamalar...Ya Rabb..!!Ali Aydın kardeşime doğru yolunda sebat ve selamet nasip eyle, ilmini artır ve onu doğru bir meal yazmayı nasip eyle, ömrünü bereketli kıl, son nefesimizde hepimize kamil bir ruh ve haskul imanı nasip eyle..." (Murat Karadağ- "Kur'an'ı Mübin'in Meâli" adlı yazıya yaptığı yorum)-------------------------------------------------------"Gerçekten düşününce aslında İsveçlinin küfrü ve hakareti uydurulmuş din algısıyla ilgili bir durumdur.Oysa bu dinin mensupları Allah Resülüne düşüncesizce en büyük hakaret ve zulmü yapar ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar" (Ali Uykur "Sizden Olmayınca Hakaret Etmek Kolay Oluyor" adlı yazıya yaptığı yorum) --------------------------------------------------"Hocam!Meal çalışmanızı okudukça ne kadar yerinde bir karar olduğunu anlıyor ve çok istifade ediyorum.Ozellikle kavramlara verilen yanlış manalar Kur'an'ın anlaşılmasını önemli ölçüde etkiliyor.Bütün bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum .Allah yardımcınız olsun inşallah" (Mahmut Pınar İkizek "Kur'an'ı Mübin'in Meâli" adlı yazıya yaptığı yorum) ------------------------------------------------------------"Bugün bir tarikata veya cemaate tabi olan veya hurafe rivayetlere itibar ve itikat etmiş kişilerin fetö hurafecisini gerçek olarak asla tenkit ettiklerini göremezsiniz. Zira onlar taklidi bir imana sahip oldukları için fetö'ye kainat imamı sıfatıyla iltifat ediyorlardı. Hatta diyanette bile bir çok görevli inançlarını Kur'an'ın süzgecinden geçirip fetö'ye eleştirel bakacak durumda değillerdir.(Mevlüt Özcan "Risâle'i Nur'da Bulunan Şirk, Hurafe ve Yalanlar" adlı yazıya yaptığı yorum) -----------------------------------------------------"Allah razı olsun hocam!Yıllardır anlatmaya çalıştığım en önemli kavram ve konulardan biri de salat idi.Salat, infak, salihat sanki bir zincirin üç halkası gibi bir birine içten bağlı kavramlar olarak görüyorum saygı değer Hocam! Allah sizden razı olsun, Allah’ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun İnşaAllah" (Saim Tohumoglu "Salat Kavramı" adlı yazıya yaptığı yorum) -----------------------------------------------Çok değerli Ali hocam! Her öğrendiğimiz kavramlar kulaklardan dolma. Bu değerli bilgileri paylaştığınız için memnun oluyor, şahsım adına teşekkür ediyorum. (Mücahit Güleç "Ümmet ile Millet Arasında Bulunan Farklar" adlı yazıya yaptığı yorum) ----------------------------------------------------"Diyanet emevi ehli sünnet, şia, tarikat vs. ne müslümana nede insana yalan ve güzyaşından başka verecekleri bir şeyleri yoktur.Bunu tarih bizlere acı bir şekilde güsterdi.Malesef Müslüman coğrafya kan ağlıyor.Uydurulmuş paralel dine bağlı toplumlar yörüngeden çıkmış bir gezegen misali, peşlerine takılan takılmıyan herkesle beraber heran patlamaya hazır bir bomba gibi.Daha da sapmaya devam ediyor.Bunu tehlikeli gidişi ancak samimi, sorumluluk bilincine sahip olan müslümanlar durdurabilir diye düşünüyorum.Yüce Rabbimiz Kur'an rehberliğinde yürüyen kullarına yardım etsin inşallah amin" (Ali Uykur "Diyanet" adlı yazıya yaptığı yorum)
GÜZEL AHLAK VE NEZAKET GİBİSİ YOKTUR. 1-) Pikniğe gittiğinizde ormanlık alanda asla ateş yakmayın, piknik yerinde yakılan ateşin söndüğünden emin olun, piknik alanında çöp bırakmayın, arabanın penceresinden dışarıya sigara izmariti atmayın. 2-) Komşunuzun bahçe ve balkonuna hiçbir şey atmayın, Allah'ın cezalandırmasından korkun. 3-) Misafirlerinizi araçlarına kadar uğurlayın, ufak çocuğunuz olsa dahi jest yaparak aracın kapısını ona siz açın. 4-) Arkanızda bulunan araçların geçişleri için kolaylık sağlayın, sizi ikaz etmelerine fırsat vermeyin, yol dar ise kenara çekilerek yol verin, güzel ahlak gibisi yoktur. 5-) Bir kişiyi telefonla üç defadan fazla çaldırmayın. Çağrınızı anında yanıtlamazsa, ilgilenmesi gereken önemli işlerinin olduğunu farz edin. 6-) Borcunuzun vâdesi dolduğunda size borç veren arkadaş hatırlatmadan önce mutlaka iade edin. Bu hareket sizin dürüstlüğünüzü ve karakterinizi gösterir. Aynı şey para haricindeki diğer şeyler için de geçerlidir.7-) Hangisinin hayırlı olduğunu bilmediğiniz için kız ile erkek çocukların arasında maddi-manevi asla ayırım yapmayın. 8-) Karşınızdaki insanın dinini, fikrini ve kültürünü bilmeden genelleme yaparak rastgele konuşmayın. 9-) Erkek, kadın, yaşlı genç fark etmez misafirleriniz için arabanın veya evin kapısını siz açın, toplum içinde birine iyi davranmak insanı küçültmez.10-) İsterse zengin olsun bir arkadaşınız size bir ikramda bulunduysa, durumunuz el veriyorsa bir dahaki sefere siz ikramda bulunun. 11-) Mirasınızı erkek çocuklarının üzerine tapulayarak kız çocuklarını mahrum etmek büyük bir zulüm ve son derece çirkin bir harekettir, sakın böyle bir şeye tevessül etmeyin. 12-) İnsanların konuşmasını asla bölmeyin. Konuşmalarına izin verin, yanlış olanları güzel bir üslupla dile getirin. İnsanların hakkı kabul etmeleri, onu duymaları kadar değerli değildir.Yani önemli olan hakkı duymalarıdır. 13-) Özellikle toplu taşıma araçlarında konuşurken sesinizi fazla yükselterek insanları rahatsız etmeyin. 14-) Size yapılan iyiliği dile getirmenin hiçbir sakıncası yoktur.İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez. 15-) Dost ve arkadaşlarla karşılaşıldığında "seni çok iyi gördüm" demek, gönüllerini kazanmanızı sağlayacaktır. Kötümser olmanın hiçbir mantığı yoktur. 16-) Kendi çocuklarınız dahi olsa hiç kimsenin özel eşyasını karıştırmayın, özellikle cep telefonlarını, empati yapın. 17-) Irkçılık hastalığına yakalananlara asla yüz vermeyin, insanın kendisini cehennem azabından kurtarmasından daha büyük bir sorunu yoktur. 18-) Konuşmalarınızda son derece nezaket sahibi olun, doğru olan "çöpçü" değil, "temizlik görevlisi" demenizdir. 19-) Kendi çocuğunuz da olsa basit bir şey istediğiniz zaman "sana zahmet" demenizin hiçbir zararı yoktur.20-) Ticaret dahil bütün insani ilişkilerde karşı tarafı daha fazla düşünün, Allah'ın ihsan ve nimetinin her şeyden daha engin olduğuna iman edin. 21-) Mabedlere değil, insanlara yardım edin. Bir fakirin bir damla gözyaşının kâbe dahil bütün mabedlerden daha değerli olduğunu hiç bir zaman unutmayın. 22-) İnsanların ne kadar maaş aldıkları, gelirlerinin ne kadar olduğu sizi ilgilendirmez. 23-) Maddi durumu yerinde olanlarla durumu düşük olanlar arasında saygıda ayırım yapmak çok çirkin bir ahlaktır. 24-) Daima islah edici olmak Allah Resüllerinin mesleğidir. 25-) Özellikle kapalı mekanlarda ve toplu taşıma araçlarında cep telefonu ile konuşurken, başkalarının rahatsız olmamasına dikkat edin.26-) Her zaman ve her yerde hakkınızdan vazgeçerek başkalarını kendinize tercih edin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 27-) İhtiyaç sahibi olduklarından dolayı değil, alışkanlık ve meslek edindiklerinden dolayı çocuklu dilencilere bir şey vermeyin. Yaz kış, sıcak soğuk demeden zavallı çocukları hem istismar ediyor, hemde zulmediyorlar Onlara bir şey vermek Kur'an'a aykırıdır. (Bakara-273)İnfak yapmada akraba, komşu ve tanıdıklarınız içinde çocuk sahibi olanları tercih edin. 28-) Toplu taşıma araçlarında yaşlı ve özürlü olanlara anında yer verin, hiçbir zaman zarar etmezsiniz. 29-) Dağ başında da olsanız elinizdeki çöpü yere atmayın, doğanın çöpünüze ihtiyacı yoktur. 30-) Cimri olmayalım, çünkü göklerin ve yerin mirası Allah'ın'dır. Biz ölüp gittikten sonra malın kime kalacağı önemli değildir. 31-) Göçmenlere kin beslemeyin hiç kimse vatanını keyfinden bırakacak değildir. İnsanların daha özgür yaşama hakları vardır. Aynı zamanda bu Allah'ın emridir. Yeryüzü hiç kimsenin malı-mülkü değildir. Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ın'dır. İnsanların ülkenize gelmesi, korkulacak bir olay değil, onur duyulacak bir olaydır. Çünkü insanlar özgürlük ve güvene doğru giderler. 32-) Ahlakınız güzel değilse, ibadet etmenize gerek yoktur, çünkü ahlakı güzel olmayanın ibadeti yoktur. 33-) Çocuklarınız evde mutlaka misafir görsünler, yoksa bu değerli ahlak zamanla kaybolacaktır. 34-) Çocuklarınızın yanında dostlarınıza ikramda bulunun ki, onlarda bu güzel ahlaka sahip olsunlar. 35-) Çay ocağında, özellikle restoran veya lokantada içtiğiniz çay için kötü ve pis kelimelerini kullanmayınız, sizin bu kelimeleri kullanmanız hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. 36-)(Keşke bırakbilseniz) sigara içtiğinizde hiç kimsenin dumanınızdan rahatsız olmadığına dikkat edin. En doğrusu temiz havada yani hiç kimsenin rahatsız olmayacağı bir ortamda için. 37-) Ağız kokusu sarımsak kokusundan çok daha rahatsız edici bir özelliğe sahiptir. 38-) Nerede olursa olsun elinde ağır yük taşıyan kadın ve ihtiyarlara yardım edin. Çok büyük bir zevk ve makbul dua alacaksınız. 38-) Söz verdiğinizde mutlaka sözünüze sadık kalın, söze sadakatsizlik, yüce Allah'ın hoşuna gitmeyen kötü bir ahlak ve büyük bir sorumluluktur. (İsra-34)Yukarıdaki özellikten dolayı yüce Allah, İsmail (a.s) ı Kur'an'da övmüştür. (Meryem-54)39-) Yediğiniz ve içtiğiniz maddenin arta kalanlarını yere atmayın, medeni ve temiz olan zarar etmez. Hatta dinlendiğiniz yerde başkasından kalan maddeleri toplamaktan büyük bir haz alacaksınız. 40-) Ortalık aydınlık olsa dahi banyo ve lavabo gibi yerlere girdiğiniz zaman ışığı yakın, ev halkı için ani korku ve paniklemeyi engellemiş olursunuz. 41-) Bir kaç günlüğüne evden ayrıldığınızda, bir iki odanın ışığını açık bırakın, hırsızları uzaklaştırmaya yarayacaktır. 42-) Evinizde para, antika ve değerli ziynet eşyası bulunduğuna dair yabancı kimseye hiç bir şey söylemeyin. 43-) Değerli bir şey gizlediğinizde ev halkından bir iki kişinin nerede olduğundan haberi olsun. 44-) Cimrilik, dünya hayatında fakir yaşama, âhirette zengin olarak hesap vermektir. Hiç bir zaman bunu unutmayın. Malınızın hepsini çocuklarınıza miras olarak bırakmayın, ilk önce kendinizi cehennem azabından koruyun. (Bakara-254)Bir insan cimrilikten dolayı cehenneme girdikten sonra, malının çocuklarına veya bir vakfa ya da düşmanlarına kalması arasında hiç bir fark yoktur. 45-) Günlük hayatta, özellikle trafikte hakkınızdan vazgeçin, büyük olayların çıkmasına engel olacaksınız. 46-) Çocuklarınıza ve hanımınıza sakın sert davranmayın, özellikle insanların içinde onlara bağırıp çağırmayın, son derece sabırlı olun. Asla pişman olmazsınız.47-) Banyodan çıkarken mutlaka paspas yapın, başkasının kaymasını engellemiş olursunuz. 48-) Arkadaşlarınızın ayıp ve kusurlarını yüzlerine karşı söyleyin, bir kişi arkadaşının yüzünde ve elbisesinde bulunan bir lekeyi söylemesinden üzüntü değil, minnet duymalıdır. 49-) Halka açık lavoboları kendisinden sonraki insanlar için temiz bırakandan yüce Allah razı olsun. 50-) Arkadaşı beş dakika bekletmektense, siz onu on dakika bekleyin, gönlünüz rahat olsun, vicdanınız huzur dolsun. 51-) Banyodan çıkmadan önce mutlaka paspas yaparak zemini kurutun, lavabo ve banyo çıkışında terlikleri dik bırakın. 52-) Çamaşırları asmak gibi basit işlerde hayat arkadaşınıza destek olun, onu memnun etmenizden daha önemli bir şey yoktur. 53-) Alışverişlerinizde mutlaka üretici ve köylüleri tercih edin, onlara fazladan gidecek üç beş kuruşu düşünmeyin. Hem üretime destek olursunuz hemde sebze ve meyvelerin temiz, organik ve tazesinden beslenmiş olursunuz. 54-) İlinize ait marketlerden alışveriş yapın, hem paranın ilde kalmasına katkıda bulunmuş hemde dayanışmaya sebep olursunuz. Aynı zamanda ilinizin kalkınması ve işsizliğin azalmasında önemli bir yararı olacaktır. 55-) Yabancı bir yerde adres soracağınız zaman, güvenlik açısından yayalara değil, esnaflara sormak daha iyidir. Çevreyi tanıma yönünden esnaflar adresin tarifini daha yaparlar. 56-) Akşam yemeğini erken yemenin önemli faydaları vardır. Özellikle yemek yendikten üç saat sonra 45 dakika kadar spor veya yürüyüş yapın. 67-) Ev yemeklerine kendinizi alıştırın, sofrada mutfakta sulu yemek bulundurun. Her gün sabah aç karınla bir iki diş sarımsağı dilimlere ayırarak yutmayı alışkanlık haline getirin. 68-) Saatinizi yumuşak bir zeminin üzerinde takın. 69-) Size yol verenlere karşı elinizi kalbinizin üzerine koyarak hafif bir eğilmeyle memnüniyetinizi açık olarak gösterin. (Saygılar sunuyorum, Allah sizden razı olsun)
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(32.YAZI) 151-) Nitekim kendinizden size âyetlerimizi tilâvet eden, sizi (vahiy'le şirkten) arındıran, size kitab'ı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Resül gönderdik.(Bir çok kavram gibi, "âyetleri tilâvet etme, tezkiye (arındırma) kitab'ı ve hikmeti öğretme Resül bağlamında geçmektedir.Buda Nebi ve Resül arasında bulunan farklardan birkaçıdır.Çünkü bu kavramlar hiçbir ayette Nebi (a.s) bağlamında kullanılmamıştır.) 152-) Öyle ise siz beni zikredin ki bende sizi zikredeyim. Bana şükredin;sakın bana nankörlük etmeyin.(velé tekfuruni) (Yani tevhid ve İslam nimetimi ihmal ederek veya ilahi mesajın dışında din ve hüküm açısından başka yollara saparak nimetime nankörlük yapmayın. Dolayısıyla dini sadece Allah'a özgü kılarak, Allah'ın size verdiği duygu, akıl ve servet nimetlerini meşru olmayan yollarda israf ederek yaratıldığınız amacın dışına çıkmayın) (Şükür, dil ile yapılan bir şey değil, fiillerle ilgilidir. Şükür bir çok âyette tevhid yani İslam yani şirk koşmama anlamında kullanılmıştır. (Zümer-65,66; Yunus-22)153-) Ey iman edenler! Sabır ve salat ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 154-) Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Bilakis onlar diridirler, lakin siz bunun şuurunda değilsiniz.(Yani onlar sizin yaşadığınız hayattan başka bir hayatın içindedirler, fakat siz onların yaşadığının farkında değilsiniz)155-) Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden biraz azaltma ile sınarız. Sabredenleri müjdele.156-) O sabredenler, kendine bir musibet isabet ettiğinde biz Allah'a aidiz ve biz ona döneceğiz, derler.157-) İşte Rablerinini salavat ve rahmeti bunların üzerindedir. Hidayette olanlar da bunlardır. (Âyette geçen "salavât" kelimesi, "yüce Allah'ın sabreden müminlere yapmış olduğu "destekler" anlamına gelmektedir.) 158-) Şüphe yok ki, Safa ve Merve Allah'ın koyduğu şeairlerdendir. Kim beyti hac veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz ki Allah şükrün karşılığını veren (her şeyi), bilendir. 159-) İndirdiğimiz beyyinâtı ve hidayeti-kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet ederler. (Şirkten sonra en büyük günahın âyetleri gizlemek olduğunu bu âyet apaçık göstermektedir. Hatta belki âyetleri gizlemek şirk belasından daha büyük bir günahtır. Çünkü âyetler gizlendiği zaman insanların şirk ve küfrü anlamaları ve İslam nimetinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmayacaktır.Aynı zamanda hidayet'in vahiy'le indirildiğini, hidayet'in vahiy'den bağımsız yani ayrı bir şey olmadığını gösteriyor. Âyetleri gizlemek din adamları ile ilgili bir durumdur. Ümmi insanların böyle kahredici ve lânetlik bir günah işlemeleri mümkün değildir.) 160-) Ancak tevbe edip salih olanlar (durumlarını düzeltenler ve vahyi) beyan edenler başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben Tevvab( tevbeleri kabul eden) ve Rahim olanım. (Allah'ın âyetlerini gizleyen din adamları ile kitaptan habersiz ümmiler bir değildir. Ümmilerin tevbeleri için şart aranmazken, din adamlarının affedilmeleri için bazı şartlar mevcuttur.1-) Allah'ın âyetlerini gizlediklerinden dolayı ilk önce pişman olarak tevbe edecekler.2-) Lânetten kurtulmak için durumlarını düzeltip salih kullar olacaklar.3-) Daha önce yaptıkları şeyin yani âyetleri gizlemenin çok kötü olduğunu insanlara açıklayacaklar ve insanlar onların daha önce anlattıkları dinin yalan ve iftira olduğunu duyacaklar.Ancak bundan sonra yüce Allah'ın af ve mağfiretine nail olacaklardır.)
16 Ekim 2021 Cumartesi
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(31.YAZI) 144-) Biz senin yüzünün göre doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Razı olacağın bir kıbleye seni çevireceğiz. Artık yüzüne Mescid-i Haram tarafına çevir. Sizde nerede olursanız olun yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, kitap verilenler, onun Rablerinden gelen bir hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta oldukları amellerden gâfil değildir.145-) Ve andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü âyeti getirsen yinede onlar senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi olmazlar. Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevalarına tâbi olacak olursan, işte o zaman sen (Ey Nebi) zalimlerden olursun.(Kur'an'da Resül ve Nebi sistemine baktığımız zaman tâbi olma ifadesi Resül için değil, Nebi bağlamında kullanıldığını görüyoruz) (Ahzab- 1,2)(Nebi (a.s) aynen müminler gibi sadece vahye tâbi olur. Resül ise Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder.( Maide- 60)İşte Nebi ve Resülün arasında bulunan farklardan bir tanesi de budur. Nebi, vahye tâbi olur, Resül, vahyi tebliğ eder. Dolayısıyla zalim olma Resül misyonu ile ilgili bir şey değildir.Çünkü Resül vahye asla ihanet edemez. Resul Allah'a karşı hata etmez. Fakat Nübüvvet özel hayat olduğu için Nebi'nin Allah karşı hataları olmuştur.( Tevbe-113; Tahrim- 1; Enfal-67) Resül'e kayıtsız şartsız itaat varken, Nebiye kayıtsız şartsız itaat emredilmemiştir) 146-) Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (son vahyin muhatabı olan Nebi(a.s) ı öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir fırka bile bile hakkı gizlerler.(Allah tarafından gönderilen tüm Nebi ve Resüller inanç, fıtrat, güzel ahlak ve karakter olarak birbirine benzediklerinden dolayı Medine'de yaşayan Yahudiler Nebi (a.s) ı tanıyorlardı.Aynı zamanda Resüllere gönderilen vahiy'ler'de bir pınarın kolları gibi olduklarından, kendilerine birçok Nebi, Resul ve vahiy gelen İsrailoğulları, hem Muhammed (a.s) ın Nebi ve Resül olduğunu, hemde Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğini biliyorlardı) 147-) Hak Rabbinden gelendir. O halde sakın tereddüt edenlerden olmayasın! ("Hak Rabbinden gelendir" demek, din olarak "Rabbinden gelmeyen hak olamaz" demektir) 148-) Herkesin yöneldiği bir taraf vardır. Öyleyse sizde hayırlarda müsabaka yapın. Nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir.149-) Her nereden çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu Rabbinden gelen haktır. Allah yaptıklarınız amellerden gafil değildir. 150-) Her nereden çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yöne çevirin ki, aralarında zulmedenler müstesna, insanların aleyhinizde kullanabilecekleri bir hücretleri olmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da bidayet bulasınız. (Âyette bulunan "hidayet" vahiy'den başka bir şey değildir. Kur'an'a göre en büyük nimet vahiy'dir yani hanif İslam dinidir. Gerisi yalan, küfür ve şirktir)
15 Ekim 2021 Cuma
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(30.YAZI) 140-) Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve esbâtın (torun Nebiler) Yahudi yahut Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz, Yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptığınız amellerden gafil değildir.Kıraat farklılığı: (Yahudilere hitâben, âyetin başında bulunan "em tekulûne" (öyle mi söylüyorsunuz?) kelimesi, bazı kıraat âlimleri tarafından "em yekulune" (öyle mi söylüyorlar?) olarak da okunmuştur) 141-) Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız de size aittir. Siz onların yaptığı amellerden sorguya çekilmezsiniz.(Ümmet: Kur'an'a göre, aynı zamanda ve coğrafyada yaşayanlara ümmet denir. Yani bir köyde, bir kasabada, ilçede, şehirde, aynı ülkede hatta bütün dünyada yaşayanlara Kur'an ümmet demiştir.Ümmetin günümüzdeki karşılığı vatandaşlık, kültür ve gelenekte ulusal birlik demektir. Kur'an'ın bazı Nebileri andıktan sonra, "siz onların yaptıkları amellerden sorguya çekilmezsiniz" buyurması, son Nebi olan Muhammed (a.s) ın Nübüvvet makamında, yani Nebi olarak yaptıklarının din ve hüküm olarak hiçbir zaman müminleri bağlamadığını gösteriyor. Dolayısıyla din ve hüküm olarak tebliğ ettiği Kuran'dan başka hiçbir şey insanları ilgilendirmez.İman edenler Kur'an'daki emirlerden sorumludur, Nebi'nin yaptıklarından değil) 142-) İnsanlardan bir takım ahmaklar: Daha önce yöneldiğiniz kıbleden sizi çeviren nedir?" diyecekler.De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O, dileyeni sırat'ı müstekime hidayet eder.(Hidayete ulaşmanın tek yolu vahiy'dir. Vahiy'den bağımsız olarak Yüce Allah hiç kimseyi hidayet ve sapkınlığa sevketmez. Yani hidayet tamamen insanın seçimi ile ilgili bir durumdur.Dolayısıyla yüce Allah'ın adaletinin ve rahmetinin gereği olarak sadece vahiy ile insanlara hidayet'in yollarını gösterir.Kıble: İnanç, fikir, görüş ve ilke olarak üzerinde bulunulan yol, gidilen yön, zihinde var olan hedef ve strateji anlamına gelmektedir) 143-) Böylece sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık ki insanların üzerine şahitler olasınız; Resül de sizin üzerinizde şahit olsun. Senin yöneldiğin yeri biz ancak Resül'e tâbi olanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu Allah'ın (vahiy'le) hidayet ettiği kimselerden başkasına büyük gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı Rauf ve Rahim'dir. (Resül, kendi döneminde yaşayan insanlara şahid olur. Onun vefatından sonra gelen insanlara şahid olması mümkün değildir. Çünkü Resül İsa (a.s) şöyle buyuruyor. "...İçlerinde bulunduğum muddetçe onların üzerine şâhid idim. Beni vefat ettirince artık onların üzerine rakib olan yalnız sen oldun. Sen her şeyin üzerine şâhid olansın..." (Mâide-117)"... Rabbinin her şeyin üzerine şahid olması, yeterli değil mi?" (Fussilet-53)
ZEKÂT'A--ARINMAYA GELIN!Kur'an’da “salât'ı ikâme" ile "âtûz zekâte” deyimi yirmi altı kez beraber geçer. Hiç birisinin konusu dua ve namazla, maldan maddi bir şey vermekle ilgili değildir, ya zihinsel öğrenim ya da dayanışma ile ilgilidir.Aşağıdaki âyetlere bakabilirsiniz. Bakara-43,83,110,177; Nisa-77, 162; Mâide-12, 55; Tevbe - 5, 11; Kehf-71;Meryem-31,55; Enbiya-73; Hac-41,78; Nur-37,56; Neml-3; Lokman-4; Ahzab-33; Mucadele-13; Cin-20; Beyyine-5) Daha çok “salâtı ikame”yle birlikte kullanılan “zekât” kavramı ne yazık ki ilk muhaddis ve mezhep müctehidlerinin tamamen hatalı bir meal vererek aslında "dayanışmayı ayakta tutun, ve arınmaya gelin" olması gereken meâli “Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin!” meâliyle günümüze kadar intikal etmiştir. Kur'an'ın deyimiyle "Allah'ın vahiy nimetini değiştirip sonunda toplumlarını helak yurduna sürükleyen din adamlarını" haber veriyor. (İbrahim-28)Bir çok konuda olduğu gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet din adamlarının bu konuda da hatalı oldukları konusunda bizi uyaran en önemli etken günümüz namazının zekâtla hiç bir ilgisinin olmadığıdır. Kur'an'da var olan bin yedi yüze yakın kavramın mükemmel bir konumu ve diziliş sistemi mevcuttur. Yani Kur'an'da var olan kavramlar tesadüfi ve rastgele olarak konumlanmış değildir. Yıldızların konumu gibi her birinin önemli bir amacı ve manası bulunmaktadır. Halbuki mezheplerde uygulanan Namaz ve zekatın birbiriyle hiç bir uyumu bulunmamaktadır. Madem ikisi beraber geçiyor, o halde aralarında sıkı ve mantıklı bir bağ olması gerekiyor.Burada “salât'ı ikame”nin “vahyi öğrenme, âile ve toplum psikolojisini destekleme” anlamında olduğunun şuuruna erince, uydurma dinin psikolojik baskısı altında kalmadan “zekât”ın ne olduğunu bilmek zor olmayacaktır.Yani zekat, vahyi öğrenme ve dayanışma ile ilgili, uyumlu bir fiil ve faaliyet olması gerekirdi. Zekâtın manası olarak kelime "ve'tü" gelin, diye okunacağına "ve étü" “verin” olarak okunması gerçek meâli yok etti. Böylece "zekat" her türlü batıl inanç, hurafe ve yalan bilgiden hem zihni hemde malı arındırma anlamına gelirken, ne olduğu belli olmayan bir manaya evrildi. Aslında zekat, insanın zihnini ve malını yani maddi- manevi arınma anlamına gelmektedir. Temizlenme ile arınma arasında şöyle ince bir fark vardır. Temizlenme, vucudu sabunla iyice yıkayıp kaba bir kir bırakmama yani vucudu temizleme anlamına gelirken, arınma ise, banyodan çıkmadan önce her ihtimale karşı vucutta sabun kalıntısı bırakmamak için vucudun üzerine bir kaç tas su dökerek tamamen vucudu arındırma anlamına geliyor. Yani "tezkiye" temizlenmeyi tamamlıyor. Salat ve zekat kavramlarının geçtiği âyetlere şöyle bir meal verilmesi gerekiyor. “salât'ı ikame edin, zekâta (arınmaya) gelin!” Yani "ve étü" "verin" değil, "ve'tü" "gelin" olacaktır. Dolayısıyla “Allah'ın indirdiği vahiy ile âile ve toplum psikolojisini ayakta tutun, inanç, zihin ve mâli yönden kendinizi arındırın. İnfak ve sadakaların hangi mallardan ve kimlere verileceği ile ilgili en ince detaylar bulunmasına rağmen, zekatla ilgili hiçbir detayın olmaması onun arınma anlamına geldiğini göstermektedir. Mesela: İnfak beş sınıf insana yapılması gerekiyor. "Ana-baba, akrabalar, yetimler, miskinler, ve sokak çocukları" (Bakara-215)Sadakalar ise, sekiz sınıfa yapılması gerekiyor. "Fakirler, miskinler, üzerinde çalışanlar, müellef'i kulub, özgürlüğü için mucadele edenler, iflas edenler (borçlu olanlar), Allah yolunda olanlar ve sokak çocukları" İnfak "... gece gündüz..." (Bakara- 274) "... az çok..." (Tevbe- 121) genel olarak yapılan bir hayır iken, sadakalar özel hallerde yani bir anda ortaya çıkan durumlarda yapılması gereken bir hayırdır.( Bakara- 196, 280; Nisa- 4,92; Mâide- 45; Tevbe-58, 103)İnfakı gizli veya açık olarak yapma arasında bir fark olmazken,(Bakara-274) sadakaları ise gizli yapmak daha makbuldur. (Bakara-271)Kur'an, Salâtta olduğu gibi zekâtta da iki yönden toplumun kalkınmasını esas alır."Vahyi anlama, Kur'an ahlakını ikâme ve maddi yardım ile arınma.Zaten bu ikisi gerçekleştiği zaman toplumda şikayet edilen bir çok sorun ortadan kalkacaktır. Bireyi, aileyi ve toplumu Aziz Kur'an gibi hiç bir şey temizleyip arındıramaz. (Bakara- 129)Kur'an ile temizlenme zihinsel olarak her türlü şirk ve küfürden temizlenmedir. Kur'an ile temizlenip arınmayan bir toplumda her türlü manevi hastalıklar zuhur eder. Mesela: Nifak ve iman arasında şaşkın olarak dolaşanların neyle temizleneceklerini Kur'an şu şekilde ortaya koyuyor. “Onların mallarından sadaka al ki, kendilerini temizlersin ve onları arındırırsın, (tutahhiruhüm ve tüzekkihim bihe) birde" ve salli aleyhim" "onlara zihinsel destek ver" âyet devam ediyor, "inne salâteke sekenün lehüm" "senin onlara zihinsel olarak destek vermen ve eğitmen onlar için bir huzur ve sekinet olacaktır" Hem birey hem aile hemde toplum için Kur'an'dan daha önemli bir arınma veya temizlenme aracı bulunmamaktadır.(Cuma-2; Bakara-151; Nur- 21; Fatır-18; Naziat-18,19; Abese-3,4; Âlâ-14,15; Şems-9,10)Aynen Yahudi ve Hristiyan din adamları gibi, Şii ve Sünni din adamları da son vahyi mistik duygusal bir din olarak empoze ettiler. Yüce Allah buyurmadığı halde, sanki Allah'a din öğretircesine “İslâmın şartı beştir, dinin direği namazdır!” diyerek evrensel olan merhamet ve adaletin dinini namazın üzerine bina ederek daraltıp yerelleştirdiler. Oysa vahiy dini, yani Nebi ve Resüllerin dini, yani takva dini, ihlasın dini olan hanif İslam dini, beşeri dinlerden aydınlık ile karanlık, gölge ile hararet ölü ile diri kadar birbirinden farklı idi. Hanif din doğrudan doğruya insanların ve tolumların birbiriyle sosyal, siyasal, ekonomik, eğitim-öğretim ve ahlâki ilişkilerini düzenlemeyi hedef alıyordu.Hidayet ve Nur olan Tevrat'ın inmeye başlamasından son vahye kadar vahyin en büyük amacı ve ana hedefi, insanları kula kul olmaktan kurtarmak, özgür bir hayata kavuşturmak olmuştur. Ama namaz hiç kimseyi özgürlüğüne kavuşturmadı, tam aksine devletlerin kurumlarıyla, tarikat ve cemaat yuvalarıyla hem kula kulluk hemde her türlü yalan ve dolanın aracı haline geldi. Halbuki "salât'ı ikâme" ve "zekât" her türlü temizlenme ve arınmayı gerçekleştirmenin en önemli iki yoluydu. Yüce Allah “...Rahmetimi, takva sahibi olanlara, arınmayı yapanlara ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım” (Âraf-156) buyuruyor. “Onlar ki zekâta (zihinsel arınmaya) gelmezler ve onlar ahireti inkâr ederler.” Âyet, âhireti inkâr edenlerden bahsediyor. Yani bu âyette bulunan zekâtı “maddi bir şey vermek" olarak yorumlamak çok hatalıdır. Fakat Kur'an'la zihinsel arınmayı yapmış olsalardı şirk ve küfürden kurtulmuş olacaklardı. Ayetin göstermek istediği gerçek budur. Mücadele 13. âyet: “...Sadaka vermek size ağır geldi, imkanınız olmadı, Allah sizi afetti.O halde artık salât'ı ikame edin, zekât'a (arınmaya) gelin, arının ...” Yine bu ayette geçen "zakat" "maddi olarak birşey vermek" anlamında değil, zihinsel olarak arınmak anlamındadır. Yani "maddi olarak bir şey vermeye gücünüz yoksa, arının, temiz olun, güzel ahlak sahibi olun" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla maddi olarak bir şey veremeyen birisinden yani sadaka veremeyenden zekât istenmez, çok açık görülüyor ki, zihinsel bir arınma isteniyor. "(Yahya’ya) Tarafımızdan yumuşak kalplilik ve zekat /arınma verdik. Ve o takva sahibi idi" (Meryem-13)Bu âyette yüce Allah Yahya (a.s) maddi bir şey vermediğine göre ona vahiy vererek arındırdığı anlaşılmaktadır.
14 Ekim 2021 Perşembe
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ (29.YAZI) 138-) Allah'ın (tevhid) boyası (varya) Allah'ın (tevhid) boyasından daha güzel boya var mı? Biz ancak ona ibadet ederiz.(deyin) (Yani İbrahim (a.s) dini olarak ifade edilen, yaratılışımızda var olan, Allah'ın onunla Nebi ve Resulleri boyadığı İslam vr ihlas boyası ile boyanın. Şüphesiz bu boyada yapaylığa, muhaddis ve mezhep müctehidlerinin görüşlerine yer yoktur.Bu, yalnız Yüce Allah'ın vasıtasız ortaya koyduğu ve fıtratta var olan İlâhi boyadır.Allah'ın tevhid boyası ümmetin arasını bulup barıştıran, nefisleri her türlü şirkten arındıran, akılları ve gönülleri tertemiz hale getiren orijinal bir boyadır. Halbuki mezheplerin şirk boyası ilahi boyayı bozan, tek inancı değişik fırkalara ve mezheplere ayıran, ümmeti birbirine karşı kin ve düşman yapan bir boyadır. Nasıl ki usta bir ressam tarafından yapılan orijinal, çok değerli antika bir eserin üzerine az miktarda bir boyanın sıçramasıyla değerini kaybettirecekse, veya orijinal antika bir esere acemice bir elin karışmasıyla o eserin kıymetini yok edecese, veya orijinal bir mimari yapının boyanması çirkin bir manzaraya yol açacaksa veya antika orijinal saatin bir parçasının degiştirilmesiyle değerini yitirecekse, hanif dinin orijinal bir parçasının değiştirilmesi de değerini ve önemini yok edecek, büyük zararlara ve felaketlere yol açacaktır.Din Allah tarafından nasıl gelmiş ise boyasına kadar o şekilde yaşanması hayati bir öneme sahiptir.Mezhepler, içtihatlar, firkalar, cemaatlar, tarikatlar Allah'ın tertemiz, saf, sâde, apaçık, rahmet ve hidayet olan dinini bozup hükümsüz bırakmamalıdır. İşte Kur'an'ın, "Allah'ın boyası" dediği şey budur) 139-) De ki: Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Biz dini ona özel kılarız.(ve nehnu lehu muhlisûn) İHLASŞia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'da manasını değiştirmedikleri kavram bırakmamışlardır. Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın bütün kavramlarını dejenere etmişlerdir.Mesela:Kur'an'ın en önemli kavramlarından bir tanesi "ihlas"tır.Bir düşünün!Dinin en önemli kavramlarından biri olan "İhlas" kavramının anlamından habersizdirler. Kur'an'a göre "ihlas" kavramı, dini Allah'a özel kılma, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeme, dini kaynak olarak Kur'an'dan başka bir kitaba iman etmeme, sadece Allah'a dayanma ve güvenme, dini orijinal ve organik yani indiği gibi katışıksız yaşama, dinde Allah'ın hükmünden başka hüküm mercii kabul etmeme iken,Şia ve Ehli sünnet dininde İhlas ise:Amelleri Allah rızası için yapma ve dinde samimi olma olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla dinde Allah'ın hükmünden başka hiçbir hüküm kabul etmeme yani itikadı olan "ihlas" kavramını ameli bir kavram olarak ele almışlardır. HAK DİN:"Rahman ve Rahim olan Allah'ın tevhid özgürlüğüne ulaştırmak üzere, vahyin önderliğinde, elçileri vasıtasıyla, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle dünya hayatında ve ahirette mutluluğa kavuşturan hükümler" anlamına gelmektedir. Kur'an'da en açık olarak ortaya konan gerçek şudur. Din itikadi ve ameli olarak tamamen Allah'a özel kılınması gerekir. (Ey Nebi! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik.O halde sende dini Allah'a özel kılarak kulluk et" (Zümer- 2) "Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nun berisinde kendilerine bir takım dostlar (evliya-muhaddis-müctehid ) edinenler:Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.Doğrusu Allah, ihtilâfa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.Şüphesiz Allah, yalancı kafirleri hidayete erdirmez"(Zümer- 3) "De ki: Bana, dini sadece Allah'a özel kılarak O'na kulluk etmem emrolundu. Bana Müslümanların( muvahhidlerin) ilki olmam emrolundu"( Zümer- 11- 12) "De ki:(şirk koşarak) Rabbime karşı gelirsem, doğrusu azim günün azabından korkarım.De ki: Ben dinimde İhlas ile sadece Allah'a ibadet ederim"(Zümer- 13, 14)( Hakikatin üstünü örten) kafirlerin hoşuna gitmese de Allah için, dini yalnız O'na özel kılarak dua edin"(Mü'min, 14) "De ki: Rabbim tevhidi emretti, her mescidin yanında, tüm benliğinizle sadece O'na yönelin ve dini kendisine özel kılarak yalvarın. İlkin sizi tevhid üzere yarattığı gibi dönmüş olacaksınız"(Araf-29) "O devamlı diri olandır. O'ndan başka ilah yoktur. Bu nedenle dini sadece ona özel kılın ve yalnız ona dua edin. Tüm övgüler yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur"( Mü'min-65)"İnsanlık tarihindeki bütün kavimlere) dini yalnız Allah'a özel kılarak ibadet etmeleri, salat-ı ikame etmeleri, zekatı vermeleri emredildi. İşte toplumları ayakta tutan dosdoğru din budur.( Beyyine- 5)(De ki: Ben, yalnız sizin gibi bir beşerim ( şu bir gerçektir ki) bana, ilâhınızın sadece bir tek ilah olduğu vahyedilmiştir. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, (o güne imanı varsa) yararlı amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi şirk koşmasın"(Kehf-110)"Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler, Allah'ın koruması altına girip dinlerini yalnız Allah'a özel kılanlar (ahlasu dinehüm lilléhi) başkadır.İşte bunlar gerçekten müminlerle beraberdir ve Allah müminlere yakında büyük bir mükafat verecektir"( Nisa- 145,146)"Ey Elçi!) Senden önce hiçbir Resul göndermedik ki ona:"Benden başka hiçbir ilah yoktur, şu halde sadece bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım"( Enbiya- 25) Dolayısıyla bütün bu âyetlerde konu edilen ihlası, Kur'an'daki emir ve yasaklar haricinde dine hiçbir şeyin karıştırılmaması, dinin Allah'tan indirildiği gibi saf ve tertemiz kalması, içinde Allah'ın koymadığı hiçbir inanç ve amelin bulunmaması, Kur'an'ın yanında başka sözlerin otorite olarak alınmamasıdır.Din ve hüküm koyma yetkisi sadece Allah'a aittir. "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a emrettiğini (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya, ve İsa'ya emrettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (tevhid dini) müşriklere çok zor gelir..."( Şura- 13) Bu âyetlerde, dinin Yalnız Allah'a ait olduğu, Nebi (Aleyhisselam) ın dine hiçbir şey karıştıramayacağı açık olarak görülmektedir. Dolayısıyla din, Allah tarafından indirildiği orijinal haliyle yaşanmalıdır. Muhaddislerin, mezhep imamlarının, sözde müçtehid âlimlerin, fakihlerin, hahamların, rahiplerin, azizlerin, kardinallerin, mollaların, söz sahibi olmaları, İslam dinine bir şey eklemeleri ve ondan bir şey çıkarmaları söz konusu olamaz. Beşer tarafından bazı şeylerin katıldığı din "saf, hanif, İslam dini" değil, şeytanların ve tağutların şirk dinidir. Onlarca ayette geçen "dinin Allah'a özel, has, halis kılınması" ifadelerinden, insanlık tarihinde her zaman tevhid dininin bozularak yozlaştırıldığını anlıyoruz. Allah Resulü'nden sonra, özellikle Emevi ve Abbasilerle beraber gelen, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri tarafından hayata hakim kılınan din, Kur'an'ın saf, organik tevhid dini değildir. Bu konuda bize düşen vazife, her zaman ve her yerde Allah'ın hanif dinini her türlü hurafe ve şirkten arındırmak ve dini Allah tarafından indirildiği gibi sâde ve orijinal yaşamak ve insanlara açık olarak tebliğ etmek olmalıdır. Yani annenin göğsünden yavrunun ağzına akan saf ve hâlis süt misali, "lebenen hâlisen" (Nahl-66) Allah tarafından indirilen vahyin de katışıksız, saf ve tertemiz olarak insanlara ulaştırılması gerekir.
İKÂME ETME” HANGİ ANLAMA GELMEKTEDİR? Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri yani din adamları Kur'an'da bulunan bütün kavramları tahrif etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi de "ikamis- salâti" (salât'ı ikâme etme) ifadesidir. "İkâme" ifadesi, "k-v-m" kökünden gelmektedir. Âyetlerde ikâme fiilinin anlamını "âyağa kaldırmak, sürekli olarak âyakta tutmak, doğrultmak, düz tutmak, düzeltmek“ anlamına geldiğini herkes bilir. Fakat "salat" namaz yapılınca, "ikâme" de "kılma" yapılmıştır. Kur'an'ın hiçbir ayetinde "salat'ı ikame etmeye" "namaz kılma" diye bir anlam verilemez. Bunlar birbirinden çok farklı uygulamalardır. Birisi Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu orijinal uygulama, diğeri Şia ve Ehl-i Sünnet dininin uydurma uygulamalarıdır. Mesela: "Şahitliği ikâme etme" (Talak-2)"Ölçü- tartıyı ikâme etme" (Rahman-9)"Yönünü, benliğini ikame etme" (Âraf-29) "Duvarı ikâme etme" (Kehf-77)"Tevrat ve İncil'i ikâme etme" (Mâide-66)"Allah’ın sınırlarını ikâme etme" (Bakara-229, 230)"Dini ikâme etme" (Tevbe-36; Yusuf-40; Rum-30; Şura-13)Kur'an'a baktığımızda "ikame-ekâme-yukimu) fiilinin, kılmak, yapmak, etmek’’ gibi bir anlamının bulunmadığını görürüz. Peki"ikâme" fiilinin en çok kullanıldığı "salât'ın" esas amacı nedir?İşte âyetler. "Ben seni seçtim. Şimdi vahyedileni dinle. Muhakkak ki ben, Allah'ım. Benden başka ilah yoktur. Bana ibadet et; zikrim (vahiy) için salat'ı ikâme et"(Tâhâ-13,14) Kur'an'a iman etmeyenler, dinde Allah'ı yeterli görmeyenler, yüce Allah'ın yanında, ötesinde, berisinde ilâh ve evliya edinenlerin amelleri ruzgarın şiddetle savurduğu küle benzediğini âyet haber veriyor. (İbrahim-18)Dini Allah'a özel kılmayanın imanı da, ameli de, mabedi, ibadeti de, ahlakı da yoktur. Kuran’ın sesinin kesildiği, tehlikeli görüldüğü, Kur'an müslümanlığının sapkınlık ve en büyük şer olarak görüldüğü din Allah'ın hanif dini değil, şeytanların ve tağutların batıl ve şirk dinidir.Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları "insanlara namaz kıldırmakla" aslında Allah'a değil, kendi dinlerine kulluk ettiriyorlar. Kur'an'da var olan kavramları değiştirerek, rivayetlerle Allah'ın Resülünü Kur'an'dan kopararak en büyük cinayeti işlediler.Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları Allah'a değil, rivayetlerin ilâhlarına iman ediyorlar. Salât ile birlikte geçen “ikâme” kelimesi, âile ve toplum için Kur'an öğrenimini ve sosyal dayanışmayı “ayağa kaldırmak” anlamına gelmektedir. Çünkü toplumu ayağa kaldıracak olan milyon dolarlık mabedler ve ritüel hâle gelmiş anlamsız ibadetler ve israf kurumlar değil, Kur'an'ın inanç ve ahlakı, değişen kavramlarının düzeltilmesi ve ona bağlı olarak gelişecek olan sosyal yardımlaşma ve dayanışma ahlakıdır."İkâme" kelimesi, Kuran’da ibadetler için değil, itikadi ve ahlaki kavramlar için kullanılmaktadır. "Din için, yön ve istikamet için, şehadet yani tevhid için, ölçü tartı yani ahlak için, tevrat, incil yani vahiy yani Kur'an için. Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni mabed ve ibadetleri hiçbir zaman onları ayağa kaldırmamış, sürekli olarak onları süründürmüş ve düşmanlarına ezdirmiştır. Çünkü bunlar gerçek anlamda salat'ı ikâme etmediler. Esas salat'ı ikâme, yüce Allah'ın âyetlerini ümmetin zihnine yeniden nakşetmek, ümmeti Kur'an ile canlandırmak, toplumu onunla temizlemek ve onun ruhuyla ayağa kaldırmaktır. Zaten “ikame” ile ilgili âyetler incelendiğinde bu gerçek net bir şekilde görülecektir. Mesela: Birçok âyette geçen “Salâtı ikame edin ve arının” cümleleri, din öğrenimini ve dayanışmayı ayağa kaldırın, her türlü şirk ve hurafelerden arının" anlamına gelmektedir.Yani âyetlerde geçen "ve étüz zekéte" (zekatı verin) değil, "ve'tüz zekéte" (zekâta gelin, arınmaya gelin" demektir. Halbuki "ve yü'tünez zekéte" (arınmaya gelirler) ibaresini de "ve yütünez zekéte" (zekatı verirler) olarak da okumazlar. Gerçekleri kabul etmede zorlananlara söyleyecek bir sözümüz yoktur. Yüzyıllardan beri gelmiş bir ritüelin psikolojik baskısından bir anda kurtulmak kolay değildir. Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet dininde Kur'an'a uygun bir ahlakın bulunmadığı ve Kur'an'daki kavramların büyük çoğunluğunun tahrif edildiğinin bilincinde olmak da önemlidir. Çünkü anlamsız ritüllerden kurtulmanın önünde engel olan psikolojik ve mahalle baskılardan kurtulmaya öncülük edecektir. Bir düşünün, Nebi'ye destek olan bir âyet,(Ahzab-56) nasıl olur da, Muhammed'e salavat çekmek olarak evrilmiştir. Çok ilginçtir Esas “kılmak” anlamına gelen "ceale" kelimesi, "salât" için hiç bir âyette kullanılmamıştır. Çünkü salâtın "namaz kılmakla" hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.Salat'ı ikâme etme; tevhid din ve ahlakını, adalet ve merhametini, insan hak ve özgürlüğünü, toplumun hayatına hakim kılmanın, ümmetin sorunlarına destek için devlet ve sivil toplum kuruluşları eliyle eğitim, öğretim, yardımlaşma ve dayanışma sisteminin kurulması, ayakta tutulması” olarak anlamak mümkündür. "Salâtı ikame etme" ile ilgili âyetlere baktığımızda, bu organizasyonun kıyamete kadar ümmetin ve beşeriyetin ihtiyaçlarına cevap verecek bir program olduğunu görürüz. Kur'an'ın ilim ve hikmeti, ahlak ve fazileti, adalet ve merhameti yani Furkan'ın içinde bulunan kavramlar bağlam ve bütünlüğüne göre çözülmediği sürece ne imanın, ne ibadetin Allah indinde bir değeri yoktur. Her şey gelip Kur'an'ı anlamaya dayanıyor. Kur'an anlaşılmadan, dinde onu tek kaynak kabul etmeden, haccın da, kâbenin de, mescitlerin ve eğitim kurumlarınızın da Allah'ın indinde bir değeri yoktur. Dinin doğru yaşanması tamamen Kur'an'ın doğru anlaşılması ile ilgili bir durumdur. Kur'an, bağlam ve bütünlüğü yani hikmet ve kavramlarıyla zihinlere hakim değilse, diğer inanç ve ibadetler Allah indinde yok hükmündedirler. İşte bundan dolayı âhirette ilk sorgu şöyle olacaktır. "Elem tekün éyéti tütlé aleyküm feküntüm bihé tükezzibune" (Âyetlerim size okunurdu da onları yalanlardınız öyle mi?)Müminun-105)Âyette geçen "yalanlamak" "sözle yalanlamak, karşı gelmek, iman etmemek" değildir. Rivayetlerle, ictihatlarla, ataların dinine uymakla, âlimlerin kitaplarını din ve hüküm edinmekle ilgili bir yalanlamadır. Kur'an'da geçen bütün "âyetleri yalanlama" ifadeleri, sözlü yalanlama değil, inanç, tavır, ahlak ve hareketlerle yalanlamadır. İşte bu şekilde Kur'an, kavramlarıyla birlikte doğru olarak anlaşılsaydı, altmış kişilik bir cemaat için, altmış bin kişilik israf mâbedler yapılmayacaktı. Eğer Kur'an bilinseydi, salatın anlamsız ritüel değil, toplumu ayağa kaldıran ilâhi bir rahmet ve hidayet olduğu bilinecekti. Yüce Allah adına doğru konuşun, sizin ihtişamlı mabedlerinizin, ses gösterisi olarak yaptığınız ezanlarınızın ve anlamını bilmediğiniz yani Kur'an'sız ve ihlassız inanç ve ibadetlerinizin size zerre kadar bir yararını gördünüz mü?Dünya hayatında size huzur vermeyen bir din, âhirette niye cennete götürsün? Şia ve ehli Sünnet'te din, Kur'an'ın değil, namazın üzerine inşa edilmiştir.Eğer namaza verdikleri mesai ve emeğin yüz binde birini Kur'an'ın ilmine vermiş olsalardı, inanç, ahlak, ekonomi, sanayi ve medeniyette bu kadar geri kalmazlardı. Bir toplumda hangi değerler yerde ise onları ayağa kaldırmak yani "ikâme etmek" gerekir. İhtişamlı ve süslü câmileriyle, yüksek yüksek minareleriyle, üstün kaliteli halı ve mermerleriyle Şia ve Ehl-iSünnet'te tek ayakta kalan şey namazdır.Geri kalan bütün erdemler yerde sürünüyor.
13 Ekim 2021 Çarşamba
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(28.YAZI) 135-) Yahudi yada Hristiyan olan ki hidayette olasınız, deliler. De ki: Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in milletine uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.("Hanif, her türlü batıl inanç ve şirkten uzak, tertemiz, yalnız Allah'a teslim olan, dinde vahiy'den başka hiçbir kaynak kabul etmeyen" demektir.Kur'an'da "hanif" ifadesi, iman ile değil, İslam bağlamında kullanılmaktadır. Çünkü iman ile şirk birlikte mümkün iken, İslam ile birlikte olması mümkün değildir. İslam, "saf iman" anlamına gelmektedir. Fakat "Allah'a iman ettim" diyenlerin çocukluğunun aslında şirk koştuklarını Kur'an haber veriyor.(Yusuf-106)Hatta iman olmadan şirk olmaz. Şirkin olabilmesi için insanın ilk önce Allah'a iman etmesi gerekir.Hanif, aynı zamanda bütün insanlar şirk yolunda birleştikleri halde, tek başına onlara muhalefet eden muvahhid için de kullanılmıştır) 136-) "Biz, Allah'a ve bize indirilene; (ünzile ileyné) İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbâta (torun Nebilere) indirilene (ünzile) Musa ve İsa'ya verilenlerle (ütiye) Rableri tarafından diğer Nebilere verilenlere (ütiyennebiyyûne min rabbihim) onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk deyin. ORİJİNAL DİNİN ÖNEMİ:Kur'an'a dikkatli bir şekilde baktığımızda "inzal" kavramının çok geniş bir yer kapladığını görürüz.Sadece "inzal" kavramı değil,Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş olduğunu, koruma altında bulunduğunu, önünden ve arkasından kendisine batılın karıştırılamayacağını, kendisine vahiy gelen Muhammed (a.s) dan bile korunduğunu, tam bir rahmet ve mutlak hidayet olduğunu açıklayan yüzlerce âyet mevcuttur.Bu konunun önemini ortaya koyan yüzlerce kavramlardan bir kaçı şöyledir."Enzelné" (indirdik), "Evheyné" (vahyettik), "Enzelallâhu" (Allah indirdi), "ünzile" (indirildi), "enzelehû, nezzelehu" (onu indirdi) "Kitaballâhi" (Allah'ın kitabı), "Éyétilléhi" (Allah'ın ayetleri), "Éteyné" (verdik), "Resülüllah" (Allah'ın Resülü), "Resulihi" (Resülü), "Rusulilléhi" (Allah'ın Resülleri), "Min İndilléhi" (Allah'ın katından" "Levhi mahfuz" (korunmuş kitap), "Erselne" (gönderdik), "Ünzile ileyhim" (kendilerine indirilen), "Dinilléhi" (Allah'ın dini), "Hablullâhi" (Allah'ın himayesi), "Ni'metallâhi"(Allah'ın nimeti) ,"bime enzalallâhu" (Allah'ın indirdiği) "elhakku min rabbike" (hak Rabbinden gelendir, Rabbinden gelen haktır) gibi, onlarca kelime ile vahyin Allah tarafından orijinal olarak gönderildiğini, saf, temiz, hâlis, arı duru, aydınlık, ihtilafı ve karışıklığı olmayan, kolay, sâde, apaçık ve organik bulunduğunu ısrarla vurgulamaktadır.Rahman ve Rahim olan yüce Allah bütün bu kavramları şu önemli gerçeği ortaya koymak için bu kadar sık kullanmıştır.Din yüce Allah tarafından gönderildiği gibi halis yani orijinal olarak yaşanmalıdır."De ki: Bana, dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu.Bana Müslümanların ilki olmam emrolundu. De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkuyorum.De ki: Ben dini yalnız O'na özel kılarak, ihlas ile sadece Allah'a ibadet ederim"(Zümer-11/14)Dini hayat mutlaka Allah tarafından indirilen kitaba göre dizayn edilmelidir."De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"(Enbiya-45)Yani Allah tarafından indirilen orijinal din beşeri heva ve arzulara, uydurma ve iftiralara, hurafe ve yalanlara mahkum edilmemesi gerekir."Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"(Bakara- 42)(Ey Resul! Sana şu tâlimatı verdik) : Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et... "(Mâide-49)Yüce Rabbimiz, bundan dolayı dinin mükemmel olarak kendi tarafından tamamlandığını bildirmektir."Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır.O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir"( En'am-115)"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'a (Tevhid akidesine) razı oldum"(Mâide-3)Dolayısıyla, nasıl ki usta bir ressam tarafından yapılan orijinal, milyon dolarlık antika bir eserin üzerine az miktarda bir boyanın sıçramasıyla değerini kaybettirecekse, veya orijinal antika bir esere acemice bir elin karışmasıyla o eserin kıymetini sıfıra indirecekse veya orijinal bir mimari yapının boyanması çirkin bir manzaraya yol açacaksa veya çok pahalı bir saatin bir parçasının degiştirilmesiyle saat arıza verecekse, dinin bir parçasının değiştirlmesi daha büyük zararlara ve felaketlere yol açacaktır. 137-) Eğer onlar da, sizin inandığınız gibi iman ederlerse hidayeti bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, her şeyi bilendir"(Yukarıdaki âyette vahiy'den bağımsız imanın Allah katında bir değerinin olmadığı ve hidayete asla vesile olmayacağı açık olarak görülüyor.İman, ancak Allah'ın indirdiği kitab-a özel kılındığı zaman "teslim" yani İslam mertebesine ulaşıyor.Yani vahyin öngördüğü iman tahakkuk etmeyince Allah'a tam teslim anlamında olan İslam gerçekleşmiyor."Kim de iyi amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler bunlar içindir"( Tâhâ-75)"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar hidayette olanlardır. ( Enam- 82)İman ettim demenin hiçbir zaman yeterli olmadığını gösteren en büyük delillerden biri de, "Ey iman edenler!...." diye başlayan onlarca âyettir.Bu âyetlerde "Ey iman edenler!..." denildikten sonra iman iddiasına sahip olan Allah Resulünün arkadaşlarına yani ehl-i sünnet âlimlerinin "gökteki yıldızlar gibidir" dedikleri sahabilere çok sert eleştiriler getirilmektedir. Hatta âyetlerin "Ey iman edenler! diye başlamasının sebebi, Nebi (a.s) in arkadaşlarının imanlarında bir sorun olduğundandır. İmanda bir sorun olmadığı yani saf iman anlamında İslam'ınolduğu Mekke'da inen sürelerde "Ey iman edenler! diye başlayan âyet bulunmaz. Mesela: "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir"( Hücurat- 1)"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebi'ye yüksek sesle bağırmayın; Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurat-2) Mesela: "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Biriniz diğerinizin gıybetini yapmasın. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, engin merhamet sahibidir"(Hucurat-12)Mesela: "Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'e ihanet etmeyin; sonra bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz"(Enfal-27) Dolayısıyla Allah tarafından indirilen vahiy ahlakına göre aracısız, şirkten uzak iman olmadan hiçbir zaman İslam gerçekleşmiş olmayacaktır.Yani Şii ve Sünni ilim adamlarının "Biz Müslümanız, Allah'a teslim olduk, dinimiz islamdır" demelerinin Allah katında hiç bir değeri bulunmamaktadır.Çünkü elçiler tarihinde yani Allah Resullerinin muhatap kılındığı tüm zamanların müşriklerinin zihin dünyalarında yaratıcı olarak daima Allah vardır. Onların Allah'ın varlığı ve büyüklüğü konusunda hiçbir sıkıntıları olmamıştır.Zaten Kur'an tarafından "müşrikin" yani "şirk koşanlar, müşrikler" olarak tanımlanmaları da bu yüzdendir.Onlar din büyüklerini, âlimlerini, iman önderlerini, evliya ve İlâhlarını Allah'a şirk koştukları için müşrik sayılmışlardı.Yoksa Allah'a inanmadıkları veya O'nu inkar ettikleri için değildir.Şu dua Mekke müşriklerinindir."Ey Allah'ım! Eğer bu hak (Kur'an- Resul) senin kadından gelmişse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir"(Enfal- 32) Başka bir âyette şöyle buyrulmuştur."De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik ve hakim bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor?Her türlü işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki: Öyleyse (O'na şirk koşmaktan) sakınmıyor musunuz? İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıtan başka ne kalır? O halde nasıl şirke dönderiliyorsunuz"(Yunus- 31,32) Dolayısıyla mezhep, cemaat ve tarikat müşrikleri gibi kadim müşrikler de gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı hareket ettirenin, yağmur yağdıranın, rızkı verenin, hayatı ve ölümü takdir eden gücün Yüce Allah olduğunun farkında oldukları ve Allah'a kendilerince iman ettikleri onlarca âyette çeşitli şekillerde dile getirilmiştir.
11 Ekim 2021 Pazartesi
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(27.YAZI) 127-) Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber (özgürlük ve tevhid) evinin kaidelerini yükseltiyor, (ve şöyle diyorlardı)Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul et; şüphesiz sen işitensin, bilensin.128-) Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, zürriyetimizden de sadece sana teslim olan bir ümmet kıl, bize menasikimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, merhametli olan ancak sensin. (Menasik= Yüce Allah'a yaklaştıran her türlü ibadet ve salih ameller demektir) 129-) Ey Rabb'imiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine tilâvet edecek, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir Resül gönder. Şüphesiz sen Aziz ve Hakim olansın.(Bir çok kavram gibi, âyetleri tilâvet Resül bağlamında, tezkiye (arındırma), Allah ve Resül bağlamında, kitab ve hikmeti öğretme yine Allah ve Resül bağlamında kullanılan kavramlardandır.(Bakara-129,174; Âli İmran-77, 164; Cuma-2)Hikmet= Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, kendi içinde bulunan sistemi yani kendi içindeki çözümüdür. Hikmet'in Ehl-i Sünnet ve Şia'nın uydurma rivayetleriyle yani sünnetle hiçbir ilgisi yoktur)130-) İbrahim'in milletinden kendini bilmez ahmaklardan başka kim yüz çevirebilir? Andolsun ki, biz onu dünyada seçkin kıldık ve o ahirette de salihlerdendir.("İbrahim'in Milleti = İbrahim (a.s) ın sahip olduğu ve önderlik yaptığı inanç sistemi demektir. İnsanlar âhirette, dünya hayatında sahip oldukları maddi ünvanlarla değil, manevi ünvanlarla karşılanıp tanınacaklar."Bu muttaki idi, bu muhlis idi, bu salihlerden idi gibi) 131-) Çünkü Rabbi ona "eslim" (Allah'a teslim ol) demiş, o da âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. "İMAN" VE "İSLAM" HANGİ ANLAMA GELMEKTEDİR. Aslında "Müslim" kavramı Kur'an'ı Mübin'de "sadece Allah'a dolayısıyla onun hükümlerine yani indirdiği kitab'a teslim olan kişi" anlamında kullanılmıştır."İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan saf, dosdoğru bir Müslim idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"(Âli İmran- 67)"Müslim, selim, silm, müslümin, müslimün, eslim, selam, İslam kavramlarının bütün türevleri "saf inanç, şirksiz iman, temiz ve katışıksız, hanif yani orijinal ve organik din" anlamlarında kullanılmıştır.Kur'an'ın neresinde böyle bir kavram ile karşılaşırsak "şirksiz iman, temiz inanç, hanif İslam, saf ve halis din" aklımıza gelmesi gerekiyor.Kur'an'a göre, Allah'a iman ile şirk bir arada olabildiği halde, İslam ile şirk hiçbir zaman bir arada kullanılmamıştır. Kur'an'a göre "insanların çoğunun Allah'a imanları şirkle beraberdir"(Yusuf- 106)Tarihin bütün müşrikleri Allah'a iman ederlerdi, hem de dinlerinde samimi, candan, ölüm pahasına bir imana sahip bulunuyorlardı.Yani dinlerinin muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, mallarını infak ediyor (Enfal-36) her türlü fedakarlığı gösteriyorlardı.Fakat şirk ile İslam birbirine düşman, birbirine son derece aykırı iki zıt inanç ve ayrı din konumundadırlar.İşte bundan dolayı yüce Allah, mezheplerin söyledikleri gibi "iman" üzerine değil, kullarının İslam üzerine yani "Müslüman" olarak can vermelerini istemektedir."Ey iman edenler! Allah'a karşı takvalı olun sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin ve ancak Müslümanlar olarak can verin"(Âli İmran- 102)Allah'ın Resulleri de "iman" üzerine değil, İslam ve Müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmişlerdir.Yusuf (a.s) ın Allah'a yakarışı şöyledir."... Ey göklerin ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dostumsun. Beni Müslim olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarına ulaştır"(Yusuf- 101)Konumuz olan âyet. "Çünkü Rabbi ona Müslim ol, (eslim) demiş o da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti) 132-) Bunu (sadece Allah'a teslim olmayı) İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da, : Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslam-Tevhid) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz, dediler. (İslam kavramı "saf inanç, hanif din, pak sistem" anlamına geldiği için Kur'an'da mü'minlerin özellikleri sayılırken, Müslümanların özelliklerine yer verilmez. Mesela: "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanları arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar salat'ı ikame eden ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infak eden kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir"(Enfal- 2, 3, 4)"Müminler ancak Allah ve Resulü'ne iman eden, sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır"( Hücurat- 15) Kur'an'ı Mübin'e göre bir insanın gerçek mü'min olması için "iman ettim" demesi yeterli olmamaktadır.Gerçek olarak iman etmenin birçok şartı mevcuttur.İşte bundan dolayı bir çok âyette genellikle "iman edip ameli salih işleyenler..." buyrulmaktadır.İman ile beraber şirk illetinin olabileceği veya sırf iman etmenin yeterli olmadığını Kur'an bizlere haber vermektedir."İnsanlar sınanmadan, sadece "iman ettik" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"(Ankebut- 2) Bu konuda yanlış anlaşılmaya müsait bir âyet bulunmaktadır."Araplar "iman ettik" dediler. De ki: Siz gerçek olarak iman etmediniz, ama (dürüst olun ve doğru konuşun, İslam'ın ve Müslümanların gücü karşısında ister istemez) "gelip teslim olduk, boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir" (Hücurat- 14) Yukarıdaki âyette bulunan "eslemné- "Müslüman olduk, Allah'a teslim olduk" anlamlarında değil, güç karşısında Müslümanlara ve menfaate teslim olduk, boyun eğdik" anlamında kullanılmıştır.Çünkü iman kalbe iyice yerleşmeyince iman ve İslam yani Allah'a teslim olma tahakkuk etmiyor.İslam her türlü endişe, korku, şirk, şüpheden uzak tam bir emniyet içerisinde olma anlamına gelmektedir. Bu âyette Yüce Allah "iman ettik" diyen bedevilerin kalplerini bildiği için onların gerçekten iman etmediklerini İslam'ın ve Müslümanların zaferi karşısında mahalle ve akraba baskısı veya devletin maddi imkanlarından faydalanma amacıyla ister istemez güce teslim olup, boyun eğdiklerini bildiriyor.133-) Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman siz orada şahit miydiniz?(Yakub) oğullarına: Benden sonra kime ibadet edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail, ve İshak'ın ilahı olan tek Allah'a ibadet edeceğiz; biz sadece ona teslim olmuşuz, dediler.134-) Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların amellerinden sorguya çekilmezsiniz. (Nebileri anlattıktan sonra, "... Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıkları sizindir. Siz onların amellerinden sorguya çekilmezsiniz..." buyrulması çok ilginç olmuştur. Çünkü bu âyet tek başına bütün hadisleri ve hadislere bağlanan sünneti çöpe atmaya yeterlidir. Yani Nebi (a.s) ın yapmış olduğu hiç bir şey bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren ve sorumlu olduğumuz tek şey, iman etmek ve yaşamak zorunda olduğumuz vahiy'dir)
ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR(74.YAZI) "Bundan daha güzeli, yine bu olsa gerek değerli hocam, eline, diline, kalemine sağlık.Rabbim ilminizi artırsın, bedeninize sağlık, ömrünüze ömür katsın. Şunu da söylemeden geçmeyeceğım. Bunların nezdinde kâfir ilan edildiğinizi de hatırlatmak isterim. Saygı ve sevgilerimle"(Davut Yazici "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)-----------------------------------------------------------"Çok açıklayıcı bir yazı olmuş hocam! Allah razı olsun.Şu taklidi iman kısmı benim eskiden beri hep düşündüğüm bir şeydi.Nasıl olur da Hristiyan yada Yahudi bir beldede doğmuş olan bir çocuk cehennemlik olurda, Müslüman bir beldede doğan çocuk cennetlik olur diye. Burada bir adaletsizlik doğuyor çünkü"(Buğra Burak- "Gayri Müslimler Cennete Girer Mi? adlı yazıya yaptığı yorum)---------------------------------------------------"Hocam ne güzel izah etmişsiniz. Allah rahmandır, rahimdir.Bilinçli olarak O'na karşı çıkmayan her insan, Rahîm isminden yararlanacağını söylemek mümkündür diyebilir miyiz?En güzeli Rahman'a bilinçle boyun eğen, teslim olan, bilinç ile teslim olanlardır. Garaz ile Rahman'a karşı çıkan din adamları, onlara (evliyalara) bilinçle boyun eğip şirke düşenler, Allahın gazabına uğrayacak olanlardır diyebilir miyiz? Selâm ve muhabbetle..."İmanda esas olan, Allah'ın bir oluşu, ortağının olmayışı, ahiret inancı, bireye ve topluma salih ameller yapmaktır."Şüphesiz, iman edenler; Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîler’den de Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler" (Bakara-62)Bu demektir ki, islam diniyle tamışmayan bir kişi göklerin ve yerin bir yaratıcısı vardır ve yaratıcıyı kendi dilinde isimlendirmesi ve bu Rab bir gün bize hesap soracak demesi iyi işler yapması kişinin "Ey iman edenler!" zümresinden olduğunun kanıtıdır.Dediğiniz gibi Ali Aydın hocam! Arapça "slm" kökünden gelen islām إسلام " (özellikle yüce Allah'a) teslim olma, boyun eğme. Arapça sözcük "esleme" (teslim oldu, barıştı) anlamı taşımaktadır.Ahiret hayatının ve cehennemin sonsuz bir azab yurdu olduğunu düşündüğümüzde bu Rabbimizin rahmetidir diye düşünüyorum.Yani Kuranı tanımayan birisi mümin olabilir en doğrusunu Rabbimiz bilir"(Yaşar Övey- "Gayrı Müslimler Cennete Girer Mi?" adlı yazıya yaptığı yorum)----------------------------------------------------Hocam, çok teşekkür ederiz.Yine ufkumuzu açan bir makale kaleme almışssınız.Bu mevzu toplumda çokça tartışılan bir mevzu olup, özellikle sünni kesimin kendini cennetlik, diğer herkesi cehennemlik saydığı bir konudur.Mevzu bu güne kadar bu vuzuhlukta açıklanmamıştı.Beyninize, yüreğinize, ilminize sağlık.Rabbim sizlerden razı olsun"(Hüseyin Gölgeli- "Gayri Müslimler Cennete Girer Mi? adlı yazıya yaptığı yorum)---------------------------------------------------Değerli hocam!Şimdiye kadar okuduğum en uzuntebliğ idi ve çok güzel bilgiler edindim.Tavsiyeleriniz çok çok önemli.Vahiy ehli ile ilgili dikkat edilmesi gereken hususları iyi anladığımı düşünüyorum.Şahsınızla ilgili intibalarım daha bir özellik arz etti size çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.İnşaallah bize dua ediniz lütfen! Selam olsun vahye uyanlara" (Ibrahim Serin- "Kur'an'ı Mübin'in Meâli" adlı yazıya yaptığı yorum"------------------------------------------------------"Neredeyse ümmet ve millet kavramları yer değiştirmiş. Millet için ulus anlamı kullanılıyorken, ümmet için inanç topluluğu kullanımı vardır. Tam tersi" (Ali Shahini "Ümmet ile Millet Arasında Bulunan Farklar" adlı yazıya yaptığı yorum)
KURAN I MÜBİN İN MEÂLİ (26.YAZI) 122-) Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) âleminin (zamanınızdaki insanların) üzerine faziletli (farklı) kıldığımı zikredin.(Yüce Allah'ın onları faziletli veya farklı kılmasının sebebi, Firavun'un zulüm ve işkenceleri altında uzun bir zaman sabretmiş olmalarından kaynaklanıyor. Yüce Allah da onlara Musa(a.s)ı göndererek Firavun'ın zulmünden kurtarıp mukaddes toprakları kendilerine varis kıldı. (Âraf- 137; Kasas- 5)Kur'an'da, Musa (a.s) ın, "Ey İsrailoğulları!" diye hitap ettiğini görmüyoruz. Kur'an'a baktığımızda Musa (a.s) ın İsrailoğullarına "Ey kavmim!" diye hitap ettiğini görüyoruz.Fakat Firavun'a gittiği zaman, Yüce Allah'ın emri gereği "İsrailoğullarını benimle birlikte gönder" demiştir.(Tâhâ-47)Bunun sebebi, Firavun Musa (a.s) ı onlara gönderilmiş bir Resül olduğunu kabul etmemesinden dolayıdır.Onun için "İsrailoğullarını benimle birlikte gönder" demiştir.(Âraf-105; Şuara-17) Fakat İsa (a.s) ın onlara hitabı, "Ey kavmim!" değil, her zaman "Ey İsrailoğulları!" olmuştur. (Mâide-72; Saf-6)Bunun sebebi ise, İsa (a.s) ın tebliğ faaliyetinin İsrailoğulları ile sınırlı olmamasından dolayıdır.Musa (a.s) ın daveti Firavun, ileri gelenleri ve İsrailoğulları idi.İsa (a.s) dâveti ise, farklı din, kültür ve geleneklere sahip çeşitli halkların yaşadığı ulusal bir toplum idi, yani tebliğ yeri bölgesel değil, evrensel bir mahiyet taşıyordu. Bundan dolayı İsa (a.s) ile birlikte "Ey kavmim" ifadesi son bulmuş, Ey insanlar! ifadesi başlamıştır. Yani İsa (a.s) ile birlikte vahyin dâveti evrensel bir özellik kazanmıştır) 123-) Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiçbir nefis başka bir nefse faydalı olamaz, kimseden durumunu düzeltmesi kabul edilmez, (pişmanlık fayda vermez) ona şefaat yarar sağlamaz, onlara yardım da edilmez.124-) Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım demişti.(İbrahim) "Zürriyetimden de" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurdu.(Yüce Allah'ın İbrahim (a.s) ı sınadığı kelimeler, müşrik kavmine karşı meydan okuması, tevhidi savunmada pervasız ve korkusuz olması, müşriklere karşı çok sert ve ağır kelimeler kullanması idi.(Mümtehine-4; En'am- 79, 80, 81; Enbiya-67)Tevhid dininin en önemli önderi İbrahim (a.s) dır.Hanif İslam dininde İbrahim (a.s) zirvedir, büyük babadır. Kendisinden sonra gelen bütün Nebi ve Resüller İbrahim (a.s) çocukları sayılır. İnsanlık tarihinde beşer ve Nebi olarak İbrahim (a.s) dan daha üstün hiç kimse gelmemiştir) 125-) Biz, Beyt'i insanlara toplanma (toplantı, kongre, şura) merkezi ve güvenli bir yer kıldık. Sizde İbrahim'in makamından destek (musallé) edinin. İbrahim ve İsmail'e tavaf edenler, rüku ve secde edenler için beytimi temiz tutun, diye emretmiştik.(Makam-ı İbrahim'den Destek Alma Ne Demektir?= İbrahim (a.s) ın Nübüvvet makamından destek alma, Kur'an'ın anlattığı şekilde onun müşriklere karşı yapmış olduğu tevhid ve ihlas (dini Allah'a özel kılma) mücadelesini anlama, ondan şuur kazanma, onu örnek edinme ve dinde bir önder olarak onu kabul etme anlamına gelmektedir.(Mümtehine-4)Yoksa Kabe'nin yanında makam diye put yapıp ümmi insanlara taptırmak değildir) 126-) İbrahim demişti ki: Ey Rabbim! Bu beldeyi emin (güvenli) kıl ve ehlinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli ürünlerle besle. Allah buyurdu ki: Kim küfrederse onu az bir süre geçindirir, sonra onu ateş azabına sürüklerim. Orası ne kötü varılacak yerdir.(Metâ kelimesi= Dünya bağlamında kullanılan, dünyaya ait, insanın kendi kazancının eseri olan geçimlilik demektir. Sadece maddi şeyler için kullanılır yani "nimet" kavramı gibi geniş değildir)
9 Ekim 2021 Cumartesi
ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR (73.YAZI) "Kardeşim!Allah razı olsun.İnanın ki, aklını kullanan bir çok insana tercüman oldunuz ve bu konu bundan daha net ve açık anlatılamazdı! Hele cumhuriyet ve laiklik ve diğer ülkelerin( Afganistan v.s) karşılaştırılması!İnanın bu düşünce bunu bile anlamak istemez ve hep bir ama’ları vardır.Müminler ne zaman ki, Kur'an'ı anlayarak okur ve ahlakını hayatlarına geçirirlerse işte o zaman yüce Allah’ın tarif ettiği gerçek müslümanlardan oluruz! Ben her zaman şunu söylüyorum, Allah’ın tarifine uyan insan tipi, sol ve sosyalist olandır! Evet bu insanları Kur'an'la buluşturmalıyız; aklı kullanan, sorgulayan ve eleştiren, Allah’ın dediği sürüden olmayan insanlar bunlardır.Onları kazanırsak daha çok yol almış ve Allah’ın dinini hayata geçirmiş oluruz! Allah razı olsun, teşekkürler ve sevgiler" (Hüseyin Bostan-" Şia ve Ehl-i Sünnet Din Adamları" adlı yazıya yaptığı yorum)---------------------------------------------------------"Çok güzel ve gerçekçi bir yazı olmuş. Kalemine sağlık Aydın hocam. Furkan 30.âyet, durumun ne olacağını bize göstermiş zaten. Ama bir kişinin bile uyanışını sağlamak sevaptır diye düşünüyorum. Sevgiyle kal" (Ender Ansan "Şia ve Ehl-i Sünnet Din Adamları" adlı yazıya yaptığı yorum)-----------------------------------------------------------"ALİ hocam, teşekkürler tebrikler. Aklı kullanmak zor...Taklitçilik kolay...Ahireti/Cenneti garanti eden dinidar büyüklerimiz olunca...Getir yiyelim, ört uyuyalım...Allah akıl versin diyoruz ya yanlış gibi, Aslında Allah akıl vermiş, ama kullanmasını bilmiyoruz" (Fuat Ceylan Ceylan- "Şia ve Ehl-i Sünnet Din Adamları" adlı yazıya yaptığı yorum)-------------------------------------------------------"Kur'an'ın aslından saptıklarından dolayıdır ki, kendi inançlarını cemaatlerine dikta ederek ! Bugünlere gelinmiş. Bugün % 95 şi gelenekci bir yapîya sahip.Namaz bize yeter deyip yan yatanlar. Kur'an'dan hiç bir ilim arayan yok. Bizlerde mescidlerden soğuyoruz. Adeta diyanet hocaları da bir başka sorun.Diğer Allah Resüllerinin mescidlerde hiç ismi anılmıyor. Muhammed (a.s) ı nerede ise Allah'a ortak yaptılar. Selam ve saygı ile. Ali Aydın Hocam! Bu benim görüşüm" (Hüsamettin Aktas- "Şia ve Ehl-i Sünnet Din Adamları" adlı yazıya yaptığı yorum)---------------------------------------------------------"Kadir mısıroğlu anlatıyor. Bu konuşmasıyla ilgili (videosu var).Konuşmasında diyor ki, "Cinler çok uzun yaşarmış, Allah Resülünün zamanında yaşayan cinler, hadisçi Buhari ve Müslim'in zamanına kadar yaşamışlar.Buhari, uzun yaşayan cinlere bir gün sormuş, "Siz Resülüllah (a.s) ı canlı olarak dinlediniz.Benim topladığım hadislerden ona ait olmayan bir hadis var mı? Yani Buhari, Allah Resülü adına topladığı bütün hadisleri cinlere teyid ettikten sonra onları yazmaya başlamıştır. Buyrun size sahih hadis kaynağı, buyrun size Mısıroğlu belgesi, buyrun size ehli sünnet kaynağı.Buyrun size ehli sünnet vel cemaat din kaynağı.İyi ki bu şirk dinini terk ettik, iyi ki Kur'an var, Kur'an'dan sapan sapıktır.İyi ki Kur'an'daki dine döndük.(Bedrettin Köprücü- "Şia ve Ehl-i Sünnet Din Adamları" adlı yazıya yaptığı yorum)
KUR'AN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(25.YAZI) 119-) Doğrusu biz seni hak ile (bir amaca yönelik olarak) müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.Sen cahim ashâbından sorumlu değilsin.(Kıraat farklılığı: Âyette bulunan "velé tüs'elü" (sorumlu değilsin) kelimesini, "velé tes'el" olarak da okunmuştur. Bu kıraate göre meâl "cahim ashâbını sorma, onları boşver, merak edilecek değerde değiller" oluyor. 120-) Milletine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir. Sana gelen ilimden (Kur'an-İslam) sonra onların hevalarına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan (başka) sana ne bir veli ne de bir yardımcı vardır.(Bu âyet, din ve hüküm olarak Allah'tan gelmeyen her şeyin şirk ve batıl olduğunu açık olarak ortaya koymaktadır.Âyetin nazarında Yahudilik, Hıristiyanlık, Şiilik ve Sünnilik arasındaki fark yoktur.Yani Kur'an'ın yanında hepsi aynı değere sahiptir.Bu gruplar en çok Kur'an'dan uzak kalır ve vahiy ehli muvahhidlere kin duyarlar.Kur'an'ın hiç bir kavramını bilmezler. Mesela: "ÜMMET" İLE "MİLLET" ARASINDAKİ FARKLAR Ümmet :Sözlükte “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” mânalarındaki "emm" kökünden türeyen ümmet kelimesi, Kur'an'a göre, “kendilerine uyarıcı Resul gönderilen topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder” gibi anlamlara gelir.(Lisânü’l-ʿArab, “emm” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 175-176)ü Kur'an'a baktığımızda "Ümmet" kelimesi, din birliğinden daha çok "aynı toprak ve coğrafya üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü birliği, aynı duygu ve düşünce, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluklar yani vatandaş" anlamına gelmektedir. Ümmet, "Aynı zaman ve ve aynı coğrafyada bulunmuş insan ve her türden canlılarla ilgili kullanılan bir kavramdır. Millet : Kur'an'a baktığımızda millet kelimesi "İnsanlık tarihi boyunca aynı inanç sistemine sahip olan insan ve topluluklar için kullanıldığını görüyoruz. Yani ümmet, aynı zaman ve mekanda aynı tarz yaşam, aynı yol ve yordam, aynı inanç ve şeriat iken, millet ise, tarih boyunca yaşayan insan ve toplumların tevhid veya şirk olsun, aynı inanç sistemine sahip olan topluluk anlamına gelmektedir. Millet kelimesi en çok hanif İslam dinine sahip olan İbrahim (a.s) bağlamında kullanılmıştır. (Bakara-135; Âli İmran-95; Nisa-125;En'am-161; Nahl-123; Hac-78; Yusuf-38)Millet kelimesi, tamamen din ve inanç ile ilgili bir kelime iken, ümmet ise, aynı yaşam tarzı, aynı düşünce, aynı ülkü ve ulusal birliği temsil ediyor. İşte bundan dolayı ümmet için, "Her ümmetin bir Resulü vardır..."(Yunus-47)"Sizden, hayra davet eden, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun İşte bunlar kurtuluşa edenlerdir"(Âli İmran-104) buyrulmuştur. Ümmet kelimesi sanki "bir inanç sistemi" değil, "ulusal birlik" anlamına geliyor. Mesela: Kur'an'da bulunan bu fark ve anlama göre "Türk" veye "Kürt" kelimesi, millet değil, ümmet kavramının içine giriyor. Çünkü millet tek inancı sembolize ederken, ümmet aynı düşünce ve ülkü birliğini anlatıyor.Yani bu anlama göre "Türk milleti, Kürt milleti, Arap milleti isimlendirmesi kesinlikle hatalı oluyor. Dolayısıyla bu ırklarda her türlü inançtan insanlar ve topluluklar bulunmaktadır. Doğrusu "Türk ümmeti, Arap ümmeti, Kürt ümmeti" olacaktır.Aynı şekilde "İslam ümmeti" sözcüğünün de yanlış olduğunu görüyoruz. Doğrusu "İslam milleti" olması gerekirdi. Ümmet ve millet kelimeleri arasında en önemli farklardan biri, ümmet aynı zamanda ve aynı coğrafyada bulunmuş yaşayanları ele alırken, millet kelimesi ise, insanlık tarihinde aynı inanç sistemine sahip olan insanları anlatıyor. Millet kelimesi, tamamen din ile ilgili bir kavram iken, (Bakara-120; Âraf-88,89; Kehf 20; İbrahim-13; ) ümmet kelimesi aynı inanç, aynı yaşayış ve aynı yol, aynı fikir ve anlayış üzerinde bulunan insan ve her canlı türüne verilen bir isim oluyor. Hayvanlar içinde "ümmet" kelimesi kullanılırken, (En'am-38) millet kelimesi sadece insanlar için kullanılmıştır. Bu bağlamda insan topluluklarının yanı sıra hayvan ve cin topluluklarına (En‘âm-38; A‘râf -38), aynı zamanda ve mekanda yaşamış aynı hayat tarzına sahip insan gruplarına da (Bakara-213) ümmet denilmiştir.Ümmet kelimesi, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun” meâlindeki âyette (Âl-i İmrân-104) olduğu gibi büyük bir topluluk içindeki özel bir grubu de ifade etmektedir. Bazı âyetlerde ümmet, “din, inanç sistemi, yol” mânalarında kullanılmıştır. (Mü’minûn-52) “İbrâhim gerçekten Allah’a itaat eden, tevhid ehli, başlı başına bir ümmetti” âyetinde (Nahl-120) İbrâhim’in hidayet önderi ve bütün iyiliklere sahip bir kimse vasfıyla tek başına bir ümmet sayıldığı belirtilmektedir.Ümmet kelimesi bazı âyetlerde “zaman, müddet ve devir” mânasında da kullanılmıştır. (Hûd-8; Yûsuf-45)Zannedilenin aksine ümmet kelimesi, millet kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir. Yani ümmet kelimesinin içinde inançla birlikte yaşam tarzı, düşünce birliği ve ulus anlayışı olduğu halde, millet kelimesinin içinde sadece inanç birliği mevcuttur.Kur'an'ın bir çok kavramı gibi, insanlar bu iki kavramı iyi bilmedikleri için tam tersi bir anlam yüklemişlerdir.121-) Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu, hakkıyla okurlar. Çünkü onlar ona (gerçekten) iman ederler. Ve kim ona küfür ederse husranda kalanların ta kendileridir.
ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR(72.YAZI) "Emeğine, yüreğine sağlık olsun hocam.Bakara 285 ve 253 neyi emrediyor?Camilerde Allah ile Muhammed"i yan yana asanlara soruyoruz. 1-) Muhammed Allah'ın ortağı mı? 2 -) Yok saygıdan olduğunu söylüyorsanız neden diğer elçilerin isimlerini yazmıyorsunuz?3-) Bazı camilerde Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali yazılması, Emevi Ehl-i Sünnet dininden kaynaklanıyor? Tevhid isyanla başlar.Lâ ilahe illallahYolu tevhid olanlara selam olsun" (Salim Baykara- "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)-----------------------------------------------------------"İki Muhammed ancak bu kadar tarif edilebilir.Hocam yüreğimizin tercümanı oldunuz.Allah razı olsun.Uyandırmaya devam inşallah" (Adem Gölen- "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)---------------------------------------"Selamünaleyküm,Ali hocam!Şöyle avazım çıktığı kadar bağırmak, haykırmak istediğim ne kadar eğri doğru varsa siz tercüman oldunuz adeta. Size bu fırsatı veren Rabbime hamdolsun yüreğinize sağlık hanenize bereket" (Akif Kaya- "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)--------------------------------"Ali Hocam!Yine dopdolu yine ezberleri bozan yine din bezirganlarını yerle bir eden muhteşem bir paylaşım olmuş.Tabi biliyorum, bu tacirlerin ve müşterilerinin saldırılarına maruz kalacaksınız.Ama hocam emin olun yalnız kalmayacaksınız.Sizin Kur'an'dan aldığınız feyz ve ilham, hem bizlere yol olacak hemde sizi bu tüccarlar karşısında hep güçlü kılacak inşallah. Ali Hocam! Allah sizden razı olsun, yüreğinize sağlık. Allah sizi daha güçlü kılsın inşallah, selamlar" (Hayri Sipahi- "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)----------------------------------------------------"Rükû, Secde, kıyam, kıble tavaf vb. kavramlar yerli yerine oturmaya başladığında aydınlanmanın, Rönesans'ın yayılım hızı katsayılarla artacaktır inşallah.Ali hocam! Rabbim sayılarınızı arttırsın.Şu şarlatan din yobazlarına demir yumruk gibi iniyorsunuz maşallah.(Adem Gölen- "Salat, Rükû, Sucud" adlı yazıya yaptığı yorum)--------------------------------------------------------"Cihadın binbir yolu ve o kadar da alanı vardır. Bu alanların en önemlisi ve değerlisi ilimle yapılan cihaddır. Zira ilim sahibi olmak emek/zaman bağlamında çok meşakkatli bir yolu yürümeyi gerektirir.Edinilen bilginin tebliği ise, uzun zamanla birlikte şartlara göre, çoğu dönem yüreklilik de ister.İsteyen herkesin ilim sahibi olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Ancak, âlim/muallim sıfatıyla her engel ve tehlikeye rağmen tüm çarpıklıkları, Allah'ın nurunu öne çıkararak doğrularıyla birlikte delil/dayanaklarıyla ilan edebilme işi, , korkulmaya daha lâyık olan Allah'tan yeterince korkup, Allah'a dayanıp güvenenlere, ecri (rızai İlahiyi) yalnız Allah'tan bekleyip, kayıtsız şartsız sadece Allah'a teslim olanlara nasip olur. Savaş üzerimize yazıldığında âlim için geride bırakılmanın önemi/anlamı ve sorumluluğu üzerinde hiç mi düşünmezler. Maalesef düşünmezler, zira ahiret, dünyevi kaygı ve menfaat karşılığında çok az bir bedelle satılmıştır. Gerçek müflisler bu gruptakilerdir. Çünkü ilimleri kendilerine hiç bir fayda sağlamamış, tam tersine dünyevi menfaat edinme yolunda hırs ve iştahlarını artırarak hem kalplerini hem akıllarını mühürlemişlerdir. Yazık ki hemde ne yazık" (Zihni Dönmez-"Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)------------------------------------"Sayın Hocam! Yazınız çok güzel okuyanlar feyz alır inşallah. Mesele okumuyanlarda veya karşı olanlarda.Yazılarınız için teşekkürler.Rabbim ilminizi artırsın. Bu yazıyı okumuyanlara da Okumayı nasib etsin.Selam Olsun Kur'an'ı okuyup anlayarak yaşam tarzına uygulayanlara...!Saygılar" (Feyzullah Selcuk- "Mezhepçilere" adlı yazıya yaptığı yorum)
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(24.YAZI)112-) Aksine kim muhsin (güzel ahlak sahibi) olarak yüzünü sadece Allah'a teslim ederse (tevhid akidesine sahip olursa) onun ücreti Rabbi indindedir. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de mahzun olurlar.113-) Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil'i) tilavet ettikleri halde Yahudiler: Hıristiyanlar hiç bir şeyin üzerinde değillerdir,(dinlerinin hiçbir önemi yoktur, inançları boştur) dediler. Hristiyanlar da: Yahudiler hiç bir şey üzerinde değillerdir,(dinlerinin hiçbir önemi yoktur, inançları boştur) dediler. Kitab'ı bilmeyenler (ümmiler) de birbirleri hakkında onların (din adamlarının) söylediklerine benzer sözler söylediler. Allah ihtilafa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir. (Yahudi ve Hristiyanların inanç, ahlak ve karakterlerini güncelleme açısından, "Yahudi" ibaresinin geçtiği yerlere "Şii" "Hristiyan" ibaresinin geçtiği yerlere de "Sünni" ibaresini koymanın ve o şekilde okumanın hiçbir mahzuru yoktur.Çünkü inanç yönünden aralarında bir fark yoktur.Hatta Şii ve Sünniler inanç yönünden daha batıl bir yoldadırlar.Bunun nedeni kaynakların sayısız olmasıdır.Kaynaklar ne kadar fazla olursa din o derece şirk olur.Allah Resülü (a.s) dan sonra Şiilik ve Sünnilik diye Kur'an'dan bağımsız hatta Kur'an'a düşman iki din olmasaydı, Yahudilik ve Hristiyanlık diye bir şeyden söz edilmiyecekti. Tarih tekerrürden ibarettir. Ancak Kur'an'da geçen "Yahudiler" ve Hristiyanlar" ifadesi, ümmilerle değil, din adamlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla Kur'an'da bulunan Yahudi ve Hristiyanlar ifadesinde toplumun tamamı yer almaz. Âyetlerde sadece din adamlarının ortaya koydukları inanç ve ahlakları deşifre edilmektedir. Çünkü din adamlarının inançları nasıl olursa, ümmilerin inançları da öyle şekillenir. Ümmiler, inançta din atalarını aşamazlar) 114-) Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?Halbuki bunlarıın oralara ancak (zulüm ve şirkten) korkarak girmeleri gerekirdi. Onlara dünyada rezillik, âhirette de azim bir azap vardır. (Mescidlerde vahiy yerine, beşeri kaynaklar yani uydurma dinin kural ve kaideleri anlatılırsa, yüce Allah'ın isminin anılmasına engel olunmuş ve mescidlerin harap olmasına çalışılmış olacaktır. İslam dininin tek kaynağının yani Kur'an'ın anlatılmadığı mescidler Allah'ın mescidleri değil, dırar mescidleridir. (Tevbe-107,108; Cin-18)115-) Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmet ve mağfireti) geniştir, herşeyi bilendir.116-) "Allah çocuk edindi" dediler. O, bu gibi şeylerden uzaktır. Göklerde ve yerde olanların hepsi onundur.(İster istemez) hepsi ona boyun eğmiştir. 117-)(O), göklerin ve yerin Bediidir. Bir şeyin olmasını irade ettiğinde ona "ol!" der, o da hemen oluş sürecine girer.("Bedii" Daha önce göklerde ve yerde hiç bir örneği ve benzeri bulunmayan bir şeyi ilk olarak yaratan ve ortaya çıkaran, demektir.Veya göklerde ve yerde hiçbir benzeri ve dengi olmayandır)118-) Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de bunların sözlerine benzer sözler söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Yakin imana sahip bir toplum için âyetleri beyan ettik.(Yakin Ehl-i= Gönülleri her türlü, şüphe, kuşku, şirk ve hurafeden arınmış, hakkın arayışı içinde olan ihlas sahibi insanlar demektir.Bunlar olağanüstü olayların peşinde değil, akıllarını kullanır, delillere bakar, taklitten uzaklaşarak araştırma ve sorgulamaya değer verirler)
7 Ekim 2021 Perşembe
SALAT" KAVRAMI Günümüz Arapçası ile Kur'an'ın indiği dönemin Arapçası birbirinden çok farklıdır. Kadim Arapça Kur'an Arapçası idi. Mesela; sadece bir asır öncesine geriye gidildiğinde, Türkçe olmasına rağmen Osmanlıcayı anlamakta zorlandığımız görülecektir. Diller de aynen insanlar ve toplumlar gibidir, doğar yaşar ve zamanı geldiğinde ölürler. Aslında Ehl-i Sünnet ve Şia din adamları Kur'an'da var olan kavramların içini boşaltıp bozmasalardı hakkı ortaya koymak için uzun uzun yazmaya gerek olmayacaktı. Kur'an'da bir çok âyette geçen salât, Şia ve Ehl-i Sünnet'in namazlarıyla ilgisi yoktur. Salat kavramı çok daha geniş, kapsamlı, evrensel ve müminlerin hem bireysel hemde kurumsal olarak yerine getirmeleri gereken bir destekleşme ve yardımlaşma organizyonudur. Mesela, şu âyete bir bakalım. "felé saddaka velé sallé velékin kezzebe ve tevellé=O, ne tasdik etti ne de destekledi, ama yalanladı ve geri durdu"Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. "saddaka" nın karşıtı olarak "kezzebe" yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama” fiili kullanılırken, "sallé" fiilinin karşıtı olarak da "tevellé" fiili kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellé sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri engellemek” anlamına geldiğine göre, "tevellé" nın karşıtı olan "sallé" ise, “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak, aktif olmak” anlamına gelmektedir."Salât" sözcüğünün anlamını, “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, toplumu ayağa kaldırmak, sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla "salât" kavramının anlamını, “yakın çevrede bulunan miskin, yetim, fakir yani ihtiyaç sahiplerine destek ve toplumsal sorunların çözümüdür. Yani salat'ı, anlamı olmayan ritüellerden kurtarıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutuna taşımak gerekir.Yapılacak yardım ve desteğin, toplumsal dayanışmanın gerçekleştirilmesi "maddi" ve “manevi" olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:Manevi yönü ile salât; akli ve ilmi bir eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, hidayete ve sırat'ı müstakime ulaştırmaktır. Maddi yönü ile salât; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine kurumsal olarak yardım etmek, onları zor günlerde sırtlamak, böylece toplumun sıkıntılarını gidermektir. "Salat" ın destek olduğu ile ilgili en önemli delillerden bir tanesi de Tevbe 103.âyettir. "Onların mallarından sadaka al; bununla onları (nifaktan) temizler ve arındırırsın.Ve onlar için salat eyle, âyeti metni ile okuyalım (ve salli aleyhim, inne salâteke sekenün lehum) çünkü senin salatın onlar için sükunettir. Allah işitendir bilendir"Âyette Nebi (a.s) a emredilen "salli aleyhim" "onlara salat eyle" nin anlamı şudur.Nifak ile iman arasında gidip gelen, net bir çizgiye sahip olmayanlara söz ve fiille yani zihinsel destek olması, İslam dininin önem ve ehemmiyetinin sürekli olarak onlara dille anlatılması ve hanif dinin sürekli olarak onlara hatırlatılmasıdır. Söz konusu olan Tevbe-103 âyet, 101.âyetten itibaren alındığı zaman mesele daha iyi anlaşılacaktır) “Salat" kelimesi, destek anlamına geliyorsa, yardım anlamına gelen "teavun, te'yid, nasr- nüsret, istiâne, istiğase" kavramları hangi anlama geliyor.?Aslında Kur'an'ın kavramlar sisteminde benzer olmasına rağmen her bir sözcüğun değişik bir manası vardır. İşte Kur'an'da var olan yardım ve destekle ilgili kavramlar sistemi. "Teavun: Yardımlaşma anlamına gelen teavun kelimesi, daha çok iyilik, güzellik ve takva konularında insanların birbirlerine sözlü yardım yapmaları, kötülük, ahlaksızlık ve düşmanlık gibi günahlardan yine sözlü olarak uyarmaları anlamında kullanılır.(Maide-2)Te'yid: Yüce Allah'ın manevi olarak yani vahiy ile Resüllere yardım etme ve destek verme anlamında kullanılmıştır.(Bakara- 87; Enfal- 62,63) gönüllerini Nasr- Nüsret: Maddi ve manevi yardım olmak üzere çok geniş kapsamlı bir kullanım alanı mevcuttur.Her türlü yardım anlamına gelmektedir.İstiâne:İstiâne ile nasr (yardım) arasında şöyle bir fark vardır. İstiâne sadece Allah'tan istenirken,(Bakara-45, 153; Âraf-128) "nasr" hem Allah'tan hemde insanlardan istenebilen bir yardım çeşididir.(Âli İmran-81; Âraf-153; Enfal-72; Tevbe-40; Muhammed-7)İstiğâse ise, açlık, kıtlık ve hayati tehlike gibi zor şartlardan kurtulmak için "imdat-istimdat" türünden Allah'tan ve gücü yetenlerden yardım dileme anlamına gelmektedir. (Yusuf-49; Kehf-29; Enfal-9: Kasas-15)"Destek" anlamına gelen "salât" kelimesi ise, zihinsel ve ruhsal yani duygusal bir yönelmeyi, bağ kurmayı ve toplumsal dayanışmayı ifade etmektedir. Yardım anlamına gelen kavramlar arasında mutlaka bazı farklar mevcuttur. "Korku" anlamına gelen kelimeler de böyledir. Kur'an'da "salât" ın geçtiği yerde hangi konu anlatılıyorsa, o tür bir manevi ve duygusal bir yardım ve destekten söz ediliyordur. Mesela: "O musallinlere veyl olsun. Onlar salâtlarında gaflet içindedirler" (Maun-4,5)Yani salat'a gereken desteği vermiyor, salatın ne kadar önemli olduğunu bilmiyorlar.Yani zihnen salat'ı umursamıyor değerinden habersizdirler, buyuruyor ve onları kınıyor. Mesela: "...Salât fahşa ve münkerden alıkoyar..." (Ankebut-45)Tebliğ ve irşad yani sözlü eğitim ve öğretim olmadan insanları kötülüklerden alıkoymak mümkün değildir. Yani ezberlenmiş ve alışılagelmiş, bilinçsizce ve şuursuzca yapılan ritüeller insanları kötülüklerden nasıl engelleyecek? Böyle bir şey mümkün olur mu? Yediden yetmişe kadar bütün insanlar sözel ve zihinsel olarak eğitim ve öğretimden geçirilmeden, toplumu ahlaksızlıktan ve kötülüklerden alıkoymanın mümkün olmayacağını herkes bilir. Yani ancak eğitim ve öğretim araçlarıyla, sözle ve zihinsel destek vererek toplum arzu edilen olumlu bir seviyeye yükselir. İnsanların üzerinde yüce Allah'ın en büyük desteği indirmiş olduğu vahiy'dir. (Ahzab-43)"... Onların (müşriklerin) salât'ı el çırpmak ve ıslık çalmaktan ibarettir..." (Enfal-35) El çırpmak ve ıslık çalmakla salat olur mu? Yani ıslık çalmak ve el çırpmakla ilim ve güzel ahlak bakımından toplumu istenilen bir seviyeye taşımanız mümkün olur mu? Gerçekten de Şia ve Ehl-i Sünnet dininin yaşandığı coğrafyalara baktığımızda, ne mescid ve minarelerin, ne ezan ve ibadetlerin toplumun gelişmesi üzerinde olumlu bir katkı meydana getirmediklerini görüyoruz. Onlar istedikleri kadar mabed ve ibadetlerini övsünler, görünen köy kılavuz istemez. Kavramların yeri değiştiği için binlerce mabed ve eğitim kurumları ümmetin sırtında bir yük olmuş ve maalesef israftan başka hiç bir işe yaramıyorlar. Mesela: "Cuma günü salât için nida edildiğinde hemen Allah’ın zikrine koşun..."(Cuma-9) .. ..Allah’ın zikrine yani Kur'an'ı dinlemeye koşma, “bilgi edinme, eğitim ve öğretimle" ilgili bir durum olmadığını kim iddia edebilir? Bu da ancak zihinsel ve duygusal bir destek alma olmalıdır. Yüce Rabbimizin en büyük zikri olan Kur'an anlaşılsaydı, cehalet, taklit, vahşet ve katliamlar iman edenlerin hayatlarına bu kadar hakim olur muydu?(Âli İmran-103; Hac-31)Mesela: "Onlardan ölen birine asla salât etme ve onun kabri başında durma...!" (Tevbe-84)Bu âyetteki "salât" kavramı da, Nebi (a.s) a kesin bir emir olarak Allah ve Resülüne karşı gelmiş ve kafir olarak ölmüş olan munafıkların cenazelerine katılmaması, mezarlarına gitmemesi, dayanışma ve destek içine girmemesi onların cenazelerini teşyi etmemesi, uğurlamaması yani ölüsüne değer vermemesi ve insanlara olumsuz örnek olmaması ile ilgili bir durumdur. Mesela: "... kuşlar (yaratılışları icabı yüce Allah'ın yasası gereği havanın kaldırma) desteğini ve tesbihini bilmiştir. (Nur-41)Yani sünnetullâh gereği kuşların gökyüzünde uçmaları “salât” olarak ifade ediliyor. Mesela: "... Vettehizu min makâmi İbrahime musallé" "...İbrahim'in makamından destek edinin..."(Bakara-125)Yani Kur'an'da anlatılan İbrahim'in Nübüvvet makamından ve müşriklere karşı yaptığı mucadeleden destek alın, onu örnek edinin. Yoksa âyet, Mescid'i Haram'da, Kâbe'nin yanında put yaparak tapının demiyor.
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(23.YAZI) 105-)(Ey müminler!) Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler Rabbinizden size bir hayır (vahiy) indirilmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dileyene özel kılar. Allah, fazileti azim olandır. (Yukarıdaki âyette bulunan "men yeşéu" (dilediğini) değil, "dileyeni" demektir.Çünkü âyette geçen "rahmet" vahiy anlamına gelmektedir. Yüce Allah vahiy'den bağımsız olarak yani kişinin iradesine ipotek koyarak, onu zorla hidayete yönlendirmez. Hidayet ve sapkınlık insanın kendi iradesi ve seçimi ile ilgili bir durumdur) 106-) Biz bir âyeti neshedersek veya onu unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah'ın herşeyin üzerinde kadir olduğunu bilmez misin?(Allah'ın herşeyin üzerinde kadir olması, herşeyi belli bir ölçü, düzen, sistem ve kurala göre var etmesi ve yaşatması demektir) 107-) (Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? Sizin için Allah'ın dununda (yanında, yöresinde, berisinde) ne bir veli ne de bir yardımcı vardır.108-) Yoksa siz de (Ey iman edenler!) daha önce Musa'ya sorulduğu gibi, Resülünüze (sizi ilgilendirmeyen sorular) sormak mı istiyorsunuz?Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz ki, dümdüz yoldan sapmış olur.(Musa (a.s) ın kavmi olan İsrailoğulları onu usandırmak, zor durumda bırakmak ve sıkıntıya düşürmek için kendisine gereksiz sorular soruyorlardı.Musa (a.s) a sorulan sorular ve yapılan eziyetler için, (Bakara- 68, 69, 70; Ahzab- 69; Nisa-153; Âraf-138; Saf-5) âyetlerine bakılabilir.109-) Ehl-i Kitaptan bir çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetten ötürü, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmeyi arzu ederler. Yine de, Allah onların hakkında emrini getirinceye kadar siz affedip hoş görün. Şüphesiz Allah her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir.(Yüce Allah, burada özelden genele geçiş yaparak "...affedin ve hoş görün..." buyurmuştur.Yani sadece onları değil, "bütün insanlara karşı hoşgörü ile muamele ediniz" buyurdu.Muttakilerin şanına yakışan tavır ve ahlak budur.Kur'an'da bunun gibi edebi sanatlar çoktur. "Safh" kelimesi, bireysel olarak insanın şahsına karşı yapılan kötü muameleyi affetmesi yani Allah için hakkından vazgeçmesi ve hoşgörülü olması anlamına gelmektedir) 110-) Salat'ı ikâme edin, arınmaya gelin, kendi nefsiniz için yaptığınız her hayrı Allah'ın indinde bulacaksınız. Şüphesiz Allah amellerinizi görmektedir."SALAT" KAVRAMI Günümüz Arapçası ile Kur'an'ın indiği dönemin Arapçası birbirinden çok farklıdır. Kadim Arapça Kur'an Arapçası idi. Mesela; sadece bir asır öncesine geriye gidildiğinde, Türkçe olmasına rağmen Osmanlıcayı anlamakta zorlandığımız görülecektir. Diller de aynen insanlar ve toplumlar gibidir, doğar yaşar ve zamanı geldiğinde ölürler. Aslında Ehl-i Sünnet ve Şia din adamları Kur'an'da var olan kavramların içini boşaltıp bozmasalardı hakkı ortaya koymak için uzun uzun yazmaya gerek olmayacaktı. Kur'an'da bir çok âyette geçen salât, Şia ve Ehl-i Sünnet'in namazlarıyla ilgisi yoktur. Salat kavramı çok daha geniş, kapsamlı, evrensel ve müminlerin hem bireysel hemde kurumsal olarak yerine getirmeleri gereken bir destekleşme ve yardımlaşma organizyonudur. Mesela, şu âyete bir bakalım. "felé saddaka velé sallé velékin kezzebe ve tevellé=O, ne tasdik etti ne de destekledi, ama yalanladı ve geri durdu"Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. "saddaka" nın karşıtı olarak "kezzebe" yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama” fiili kullanılırken, "sallé" fiilinin karşıtı olarak da "tevellé" fiili kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellé sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri engellemek” anlamına geldiğine göre, "tevellé" nın karşıtı olan "sallé" ise, “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak, aktif olmak” anlamına gelmektedir.Sonuç olarak "salât" sözcüğünün anlamını, “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, toplumu ayağa kaldırmak, sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla "salât" kavramının anlamını, “yakın çevrede bulunan miskin, yetim, fakir yani ihtiyaç sahiplerine destek ve toplumsal sorunların çözümüdür. Yani salat'ı, anlamı olmayan ritüellerden kurtarıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutuna taşımak gerekir.Yapılacak yardım ve desteğin, toplumsal dayanışmanın gerçekleştirilmesi "maddi" ve “manevi" olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:Manevi yönü ile salât; akli ve ilmi bir eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, hidayete ve sırat'ı müstakime ulaştırmaktır. Maddi yönü ile salât; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine kurumsal olarak yardım etmek, onları zor günlerde sırtlamak, böylece toplumun sıkıntılarını gidermektir. "Salat" ın destek olduğu ile ilgili en önemli delillerden bir tanesi de Tevbe 103.âyettir. "Onların mallarından sadaka al; bununla onları (nifaktan) temizler ve arındırırsın.Ve onlar için salat eyle, âyeti metni ile okuyalım (ve salli aleyhim, inne salâteke sekenün lehum) çünkü senin salatın onlar için sükunettir. Allah işitendir bilendir"Âyette Nebi (a.s) a emredilen "salli aleyhim" "onlara salat eyle" nin anlamı şudur.Nifak ile iman arasında gidip gelen, net bir çizgiye sahip olmayanlara söz ve fiille yani zihinsel destek olması, İslam dininin önem ve ehemmiyetinin sürekli olarak onlara dille anlatılması ve hanif dinin sürekli olarak onlara hatırlatılmasıdır. Söz konusu olan Tevbe-103 âyet, 101.âyetten itibaren alındığı zaman mesele daha iyi anlaşılacaktır) “Salat" kelimesi, destek anlamına geliyorsa, yardım anlamına gelen "teavun, te'yid, nasr- nüsret, istiâne, istiğase" kavramları hangi anlama geliyor.?Aslında Kur'an'ın kavramlar sisteminde benzer olmasına rağmen her bir sözcüğun değişik bir manası vardır. İşte Kur'an'da var olan yardım ve destekle ilgili kavramlar sistemi. "Teavun: Yardımlaşma anlamına gelen teavun kelimesi, daha çok iyilik, güzellik ve takva konularında insanların birbirlerine sözlü yardım yapmaları, kötülük, ahlaksızlık ve düşmanlık gibi günahlardan yine sözlü olarak uyarmaları anlamında kullanılır.(Maide-2)Te'yid: Yüce Allah'ın manevi olarak yani vahiy ile Resüllere yardım etme ve destek verme anlamında kullanılmıştır.(Bakara- 87; Enfal- 62,63) gönüllerini Nasr- Nüsret: Maddi ve manevi yardım olmak üzere çok geniş kapsamlı bir kullanım alanı mevcuttur.Her türlü yardım anlamına gelmektedir.İstiâne:İstiâne ile nasr (yardım) arasında şöyle bir fark vardır. İstiâne sadece Allah'tan istenirken,(Bakara-45, 153; Âraf-128) "nasr" hem Allah'tan hemde insanlardan istenebilen bir yardım çeşididir.(Âli İmran-81; Âraf-153; Enfal-72; Tevbe-40; Muhammed-7)İstiğâse ise, açlık, kıtlık ve hayati tehlike gibi zor şartlardan kurtulmak için "imdat-istimdat" türünden Allah'tan ve gücü yetenlerden yardım dileme anlamına gelmektedir. (Yusuf-49; Kehf-29; Enfal-9: Kasas-15)"Destek" anlamına gelen "salât" kelimesi ise, zihinsel ve ruhsal yani duygusal bir yönelmeyi, bağ kurmayı ve toplumsal dayanışmayı ifade etmektedir. Yardım anlamına gelen kavramlar arasında mutlaka bazı farklar mevcuttur. "Korku" anlamına gelen kelimeler de böyledir. Kur'an'da "salât" ın geçtiği yerde hangi konu anlatılıyorsa, o tür bir manevi ve duygusal bir yardım ve destekten söz ediliyordur. Mesela: "O musallinlere veyl olsun. Onlar salâtlarında gaflet içindedirler" (Maun-4,5)Yani salat'a gereken desteği vermiyor, salatın ne kadar önemli olduğunu bilmiyorlar.Yani zihnen salat'ı umursamıyor değerinden habersizdirler, buyuruyor ve onları kınıyor. Mesela: "...Salât fahşa ve münkerden alıkoyar..." (Ankebut-45)Tebliğ ve irşad yani sözlü eğitim ve öğretim olmadan insanları kötülüklerden alıkoymak mümkün değildir. Yani ezberlenmiş ve alışılagelmiş, bilinçsizce ve şuursuzca yapılan ritüeller insanları kötülüklerden nasıl engelleyecek? Böyle bir şey mümkün olur mu? Yediden yetmişe kadar bütün insanlar sözel ve zihinsel olarak eğitim ve öğretimden geçirilmeden, toplumu ahlaksızlıktan ve kötülüklerden alıkoymanın mümkün olmayacağını herkes bilir. Yani ancak eğitim ve öğretim araçlarıyla, sözle ve zihinsel destek vererek toplum arzu edilen olumlu bir seviyeye yükselir. İnsanların üzerinde yüce Allah'ın en büyük desteği indirmiş olduğu vahiy'dir. (Ahzab-43)"... Onların (müşriklerin) salât'ı el çırpmak ve ıslık çalmaktan ibarettir..." (Enfal-35) El çırpmak ve ıslık çalmakla salat olur mu? Yani ıslık çalmak ve el çırpmakla ilim ve güzel ahlak bakımından toplumu istenilen bir seviyeye taşımanız mümkün olur mu? Gerçekten de Şia ve Ehl-i Sünnet dininin yaşandığı coğrafyalara baktığımızda, ne mescid ve minarelerin, ne ezan ve ibadetlerin toplumun gelişmesi üzerinde olumlu bir katkı meydana getirmediklerini görüyoruz. Onlar istedikleri kadar mabed ve ibadetlerini övsünler, görünen köy kılavuz istemez. Kavramların yeri değiştiği için binlerce mabed ve eğitim kurumları ümmetin sırtında bir yük olmuş ve maalesef israftan başka hiç bir işe yaramıyorlar. Mesela: "Cuma günü salât için nida edildiğinde hemen Allah’ın zikrine koşun..."(Cuma-9) .. ..Allah’ın zikrine yani Kur'an'ı dinlemeye koşma, “bilgi edinme, eğitim ve öğretimle" ilgili bir durum olmadığını kim iddia edebilir? Bu da ancak zihinsel ve duygusal bir destek alma olmalıdır. Yüce Rabbimizin en büyük zikri olan Kur'an anlaşılsaydı, cehalet, taklit, vahşet ve katliamlar iman edenlerin hayatlarına bu kadar hakim olur muydu?(Âli İmran-103; Hac-31)Mesela: "Onlardan ölen birine asla salât etme ve onun kabri başında durma...!" (Tevbe-84)Bu âyetteki "salât" kavramı da, Nebi (a.s) a kesin bir emir olarak Allah ve Resülüne karşı gelmiş ve kafir olarak ölmüş olan munafıkların cenazelerine katılmaması, mezarlarına gitmemesi, dayanışma ve destek içine girmemesi onların cenazelerini teşyi etmemesi, uğurlamaması yani ölüsüne değer vermemesi ve insanlara olumsuz örnek olmaması ile ilgili bir durumdur. Mesela: "... kuşlar (yaratılışları icabı yüce Allah'ın yasası gereği havanın kaldırma) desteğini ve tesbihini bilmiştir. (Nur-41)Yani sünnetullâh gereği kuşların gökyüzünde uçmaları “salât” olarak ifade ediliyor. Mesela: "... Vettehizu min makâmi İbrahime musallé" "...İbrahim'in makamından destek edinin..."(Bakara-125)Yani Kur'an'da anlatılan İbrahim'in Nübüvvet makamından ve müşriklere karşı yaptığı mucadeleden destek alın, onu örnek edinin. Yoksa âyet, Mescid'i Haram'da, Kâbe'nin yanında put yaparak tapının demiyor. 111-) Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların boş kuruntularıdır. Sen de onlara: Eğer sâdıksanız burhanınızı getirin, de.(Yahudiler, Hristiyanlar, Ehl-i Sünnet ve Şia'nın din adamları her zaman birbirlerini sapkınlıkla itham etmektedirler.Halbuki Kur'an'ı anlasalar dinlerinin Yüce Allah ve Resüllerinin dini olan hanif İslam'la hiçbir bağlantılarının olmadığını bileceklerdi. "Burhan" yüce Allah tarafından gelen delil demektir yani vahiy anlamına gelmektedir)
KURAN I MÜBİN İN MEÂLİ (22.YAZI) 99-) Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onlara ancak fasıklar küfreder.100-) (Bu fasıklar) ne zaman bir ahidleşme yapmışlarsa, onlardan bir fırka onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmezler.101-) Allah indinden kendilerine, onlarla beraber olanı tasdik edici bir Resül gelince, kendilerine kitap verilenlerden (ûtül'l kitébe) bir fırka, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına attılar. ("kitab'ı arkalarına atmalarından kasıt" onu tümüyle bir kenara atmaları, ona iman etmekten vazgeçmeleri, değildir. Kitabın bir kısmının ihmali, tümünün ihmal gibidir. Çünkü bir bölümünün terk edilmesi, vahyin insanların yanındaki saygınlığını yok eder ve tümünün ciddiye alınmaması tehlikesini doğurur."kitaplarını bir kenara atıp onu ihmal ettiklerini" haber verdikten sonra Yüce Allah'ın, "Bilmiyormuş gibi" buyurması, onların aşırı derece kitaplarını saf dışı ettiklerini vurgulamak içindir. Yani "Allah'ın emri" olduğunu bilerek ancak lanetlik şeytanların yani din adamlarının baskın gelmesi neticesinde korkunç bir ihmalkarlıkla hiçbir zaman kitaplarına geri dönmediler. Kur'an Yahudilerin rivayetlerine cevap vermeye devam ediyor.102-) Süleyman'ın mülkün (saltanatı) hakkında şeytanların (muhaddislerin-din adamlarının) tilavet ettiklerine tâbi oldular. Halbuki (rivayetlerinde iddia ettkleri gibi) Süleyman kafir olmadı. Lakin şeytanlar (Süleyman hakkında uydurdukları yalan rivayetlerle) kafir oldular. Çünkü insanlara (akıllarını başlarından alacak) sihri (hadisleri) öğretiyorlardı.(Ey Yahudi din adamları!) Babil'de Harut ve Marut adındaki iki meleğe (veya iki meliğe) bir şey inmedi. Hiç kimseye de biz ancak fitne için gönderildik, sakın kafir olmayasınız" diye bir şey öğretmiyorlardı.(iddianıza göre) o iki melekten (veya başka bir kıraata göre iki melikten) kadın ile eşinin arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni (yasası) olmadan onunla hiç kimseye zarar veremezler. Onlar (Yahudi din adamları, atalarından gelen hurafe rivayetlere iman ve onlara tabi olmakla) kendilerine zarar verecek, kendilerine hiçbir yararı olmayan şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onu (bu hurafe rivayetleri) satın alanların ve onlara iman edenlerin) ahirette bir payları olmadığını da iyi bilirler. Karşılarında nefislerini (din ve onurlarını) sattıkları şey ne kadar kötü olmuştur. Keşke bunu bilselerdi. "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar (Yahudi din adamları) şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman (vahiy'den sapıp) kafir olmadı. Lâkin insanlara sihir öğreten şeytanlar (hadisler uydurup) kafir oldular..."Yukarıdaki âyette bulunan "sihir" kavramı, insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleyen din adamlarının uydurduğu hadisler ve mezhep âlimlerinin ictihadlarıdır. Yoksa sünnetullâh gereği şeytanların insanlara sihir öğretmeleri mümkün değildir. Kur'an'ın hadis ve ictihadlara "sihir" demesinin sebebi insanların beyin ve zihinlerini Kur'an'dan uzaklaştırıp ahmaklaştırdığı içindir. Dolayısıyla yukarıdaki âyette geçenler Yahudi din adamlarının uydurdukları hurafelerdir. Kur'an Yahudilerin bu hurafelerini reddediyor.Fakat Şii ve Sünni din adamları, âyete öyle bir meal vermişler ki, sanki bu hurafelerin hepsi gerçekmiş gibi batıl bir inanç ve bozuk bir algı meydana getirmişlerdir. 103-) (Yahudi din adamları) Eğer (Kur'an'a) iman edip kendilerini (şirk ve hurafelerden) korusalardı, Allah indinden kendilerine verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi. 104-) Ey iman edenler! "râiné" demeyin, "unzurné" deyin.(Kur'an'ı) dinleyin.Kafirler için elim bir azap vardır.Bu âyet Nisa 46. âyetle birlikte okunmalıdır.
6 Ekim 2021 Çarşamba
KURAN I MÜBİN İN MEÂLİ21.YAZI) 93-) Hatırlayın ki, sizden misak almıştık ve Tur'u üstünüze kaldırmıştık: Size verdiklerimizi kuvvetle tutun, dinleyin demiştik. İşittik ve isyan ettik, dediler. Küfürlerinden dolayı buzağı (sevgisi) kalplerine içirildi. (sindirildi) De ki: Eğer müminseniz, imanınız size ne kötü şeyleri emrediyor.(Buzağı sevgisinin İsrailoğullarının kalplerine sinmesi, içirilmesi, rivayetlerin ve ictihadların Şia ve Ehli Sünnet din adamlarının kalplerine sinmesi ve içirilmesi gibidir. Âyetin güncellenmesi bu şekildedir. Yani mezhepler şirkinden uzaklaşmanın ne kadar zor olduğunu ifade ediyor)94-)(Onlara: Şayet iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu Allah indinde diğer insanlardan ayrı olarak yalnızca size özel (hâliseten) ise haydi ölümü temenni edin, de.(Kur'an'ı Mübin, Yahudilerin rivayetlerine cevap vermeye devam ediyor.İşte rivayetlerinden bir tanesi de "ahiret yurdunun yani cennetin kendilerine özel olacağını" iddia etmeleri idi. Dolayısıyla kendilerinden başka hiç kimsenin cennete girmeyeceğini söylüyorlardı.(Bakara- 111)Şia veEhl-i Sünnet din adamları da aynen Yahudi din adamları gibi cennetin kendilerine özel olarak hazırlandığını iddia ederler.Yahudi din adamlarının iddaları ne kadar doğru ise, bunların da iddiaları o kadar doğrudur) 95-) Onlar, kendi elleriyle yaptıkları işler sebebiyle ebediyen ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri çok iyi bilir.96-) Sen onları hayata karşı insanların en harisi olarak bulursun. Şirk koşanlardan her biri de arzular ki bin sene ömür sürsün. Halbuki o kadar ömür sürmesi onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.97-) De ki: Kim Cibril'e düşman ise iyi bilsin ki Allah'ın izniyle (yasası gereği) önceki vahiyleri tasdik edici, müminler için bir hidayet ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.98-) Kim, Allah'a, Meleklerine Resüllerine, Cibril'e ve Mikél'e düşman ise, bilsin ki Allah da kafirlerin düşmanıdır. "CİBRİL" MELEK MİDİR YOKSA VAHİY MİDİR? Yahudi rivayetlerini ve Hristiyan ictihadlarını yani İsrailiyattan intikal eden yanlış algıları düzelten vahiy, “Cibril” olmaktan çıkarılmış, geleneğin algıladığı kanatlı büyük bir melek “Cebrail” olmuştur. Kur'an'da bir çok detay bulunurken, hiçbir yerinde “Cibril vahiy meleğidir” şeklinde bir âyet bulunmaz. Bu inanç, Şii ve Sünni din adamları tarafından rivayetler ve ictihadlar kanalıyla Yahudi ve Hıristiyanlardan getirildi. Halbuki Kur’an’ın, "Cibril" anlayışı, tahrif olan tevhid sistemini “onaran" anlamındadır. Yani vahyin bir özelliğidir.Aslında Kur'an'ın kavramları insanlara bir aydınlıktır. İnsanlığı geliştirmek için ileriye dönük kavramlardır.Fakat ilk dönem muhaddis ve müctehidlerin dar anlayışları bu kavramların kararmasına sebep olmuştur. "Cibril" kavramı melek değil, vahiy'dir. Aslında "Cibril" Kur'an'ı indirmemiştir, Allah indirmiştir. Vahyini indirmede yüce Allah hiç kimseye ihtiyaç duymaz. Kur'an, hiçbir âyetinde Cibril'in “nebi" ve "resüllere"vahiy indirdiğini” söylemez!Cebr: Güç, kuvvet kullanmak. El: O gücün sahibi, İlâh. Yani; “İlah’ın onaran gücü vahiy” anlamındadır. Bize geldiği kök itibariyle “kudretli ilâh” anlamında, İbranice dilinde “Gabriel”dir.Fakat sonradan yahudiler rivayetlerinde vahyin bir özelliği olan "cibril'i" (büyük melek) anlamında kullanır olmuşlardır. Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri de Yahudilerden aldıkları bu anlamı yine rivayetler yoluyla kutsal kabul ettikleri kaynaklarına sokarak Kur'an’ın ortaya koymak istediği anlamı tahrif etmişlerdir. "Kutsal Ruh" melek değil, bozulmuşu tamir eden "Cibril" dir. Yani "vahiy" olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an'da bir çok kavram "Allah, vahiy ve Resül" bağlamında kullanılır. (Ruhu'l Kudus, nur, hak, kerim, aziz) gibi. Dolayısıyla Bakara 97.âyette geçen Cibril; “melek” değil, tahrif olan önceki vahyi tamir eden Allah’ın ruhu olan vahiy'dir.Bir başka değişle, Allah’ın toplumu onaran mesajlarıdır. Böylece "cibril" vahiy indiren değil, inen oluyor. "Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ruhu'l Emin uyarıcılardan olasın diye apaçık Arap dili ile senin kalbine inmiştir" (Şuara-193,194,195)194.âyette bulunan kelime" nezele bihi ruhu'l emin" dir. Yani (Ruhu'l emin onunla indi) anlamındadır. Bakara-197.âyette geçen “Allah’ın izni” deyimi; “kendisinin koyduğu yasaya tabi olarak” anlamındadır. Burada ilk bakışta “Kur'an'ı Allah’ın izniyle cibril indirmiştir” gibi bir algı doğabilir. Bu yanlış algıya sebep olan “izin” kelimesidir. Oysa “Allah’ın izni” ifadesi trafik polisinin vatandaşa izin vermesi, yada bir öğretmenin talebesine izin vermesi gibi bir izin anlamında değildir. Buradaki (insanın insana karşı) “izni”nde bir talep karşısında “isteğin yerine getirilmesi” durumu vardır. Fakat âyetlerde geçen "Allah’ın izni" ifadesi “yasası gereği” diye anlaşılmalıdır. Cibril yada Kur'an Allahtan “inmek ve indirmek izni” istememiştir ki Allah izin versin. Dileyen zaten Allah’ın kendisidir. "Kendi izniyle; kendi yasaları dahilinde demektir. Kur'an’da on’dan fazla yerde bu ifade geçer. Konumuzla ilgili Mâide 16.âyet şöyledir:Rızasına uyanları Allah onunla selâmet yollarına eriştirir, onları İZNİ ile zulümattan nûra çıkarır ve onları sırat'ı müstakime (dosdoğru bir yola) hidayet eder. “Allah’ın kendisine iznin” kendisi tarafından koyulan yasalara uymak olduğunun en güzel kanıtıdır. Bu âyette geçen"hi" “o” zamiri diğer birçok âyette olduğu gibi, kendisini yani yüce Allah'ı işaret eder, bir meleği işaret etmez. 98.âyette “Kim Cibril’e düşmansa” buyruluyor. Burada herkesin anlayabildiği ve inancına meydan okuduğu için düşman olabileceği bir cibril (onarıcı vahiy) vardır. İnsan bir şeyi görmeden, onu duymadan ve ona muhatap olmadan niye düşman olsun?Ona düşman olması için onun inancına, geleneklerine ve menfaatine saldırmsı gerekir.İşte bu yüzden de inen’dir. Ateistler dahil, hiç kimse meleklere düşman olmaz. Meleklere düşman olunacak bir sebep yoktur, ama vahye düşman olunacak sebep çoktur.Yani 98. âyette kastedilen "düşman" "melek" "Cebrail" değil, "vahiy" Cibril’dir. O kendisine düşman olan Yahudileri, Hristiyanları, Şiileri ve Sünnileri ilgilendiren “yasa”dır. Yanlış anlaşılmasın söz konusu gruplardan maksat insanları İslam'dan uzaklaştıran din adamlarıdır.Yoksa Kur'an'ın ümmilere karşı bir düşmanlığı yoktur. Bakara 98.âyette orjinal ifadeyle bir de "Mikéle" kelimesi eklenmiştir. Şia ve Ehl-i Sünnet'te "mikail" meleği olarak tahrif edilen bu kelime Kur'an’da yalnız bu âyette geçmektedir. Ümmi insanlara öğretilen, "yağmur ve kar yağdıran, rüzgârları estiren yani doğa olaylarını düzenleyen" meleğin adıdır.Oysa Kur'an'da yani orijinalinde "Mikail" geçmez. Yani “Mikéle” kelimesine, aynen cibril’de olduğu gibi “iyl” eki gelmemiştir. Kuran’da “Mikéle” geçer.Bu uydurma işlem anlamın değişmesine sebep olur. Kur'an’da var olan mikéle’yi, mikâil’e çevirirseniz sadece kavramları tahrif edersiniz. Yani Kur'an'ı anlamada hava almış olursunuz.Bunun düşmanlıkla ne ilgisi var? Bir insan "mikâle"ye niye düşman olsun?Sizin aklınız yokmu? Oysa biz orjinal anlamı olan “büyük reis” kavramını verirsek, Kur'an’ın bahsettiği “düşman olmak” deyimi, yerine oturur. İşte o zaman Yahudilerin ve benzerlerinin “neden” düşman olduklarını anlayabiliriz. Yine İbranice’den gelen ve 98. âyette geçen "mikéle" kelimesi; “büyük reis ” anlamına gelmektedir. Tevratta "miké" Nebi anlatımı mevcuttur. Kur'an’da geçen “mikéle” ifadesi, son Nebi ve Nübüvvete bağlı son Resül olan Muhammed(a.s) ın bir niteliği olduğu açıktır. Bu âyet Allah Resülüne düşmanlık eden yahudileri uyarmak için nazil olmuştur.Onların dilinden konuşulmaktadır. Onların düşmanlıkları Allah ve Resul’üne idi. İşte bu yüzden hurafe inançlarını ve kötü ahlaklarını deşifre eden "Cibril’e" (vahye) ve "mikéle’ye" (Resül'e) düşman oldukları bildirilmektedir. "Cibril" ve Mikél" ifadelerinin Yahudiler bağlamında kullanılması, Yahudilerin bunları biliyor olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü Mekke'de inen sürelerde Cibril ve Mikél kavramları geçmez. Zaten 99. âyette geçen “biz sana apaçık âyetler indirdik” cümlesi de cibril’in "toplumu onarıcı vahiy" olduğunu, mikéle’nin de "vahiy temsilcisi yaşayan Resul" olduğunu ispatlamaktadır. Bir çok kavram gibi "cibril’in "cebrail’e" dönüştürülmesi, Kur'an'ı anlaşılmaz bir metin haline getirmiştir.Kur'an'da “Cibril” kelimesi üç yerde geçmektedir. (Bakara-97,98; Tahrim-4)Tahrim süresi 4. âyette"...Onun (Nebi'nin) mevlâsı ancak Allah’tır, Cibril'dir (vahiy), müminlerin salih olanları ve bunların ardından melekler de ona destektir" buyruluyor. Şimdi bu âyette Nebi'ye yardımcı olanlar sayılırken,"vahiy" olan "Cibril’in" sayılmaması ne kadar büyük bir eksiklik olurdu. Bu âyette geçen “Cibril”in bir olay karşısında, ona hemen yardımcı olan Rabbimizin direk bildirdiği vahyin olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla Allah'ın izniyle Nebi(a.s) için en büyük ve en önemli destek vahiy'di Bu âyette bulunan "Cibril’in" melek olmadığına başka bir delil de; “Meleklerin” de Nebi'ye yardımcı olduklarını söylemesidir. Eğer Cibril bir melek olsaydı, bu âyette Cibril'i andıktan sonra bir de “melekler” diyerek tekrar yapmaması gerekirdi. Meallerin çoğunda Cibril kelimesi geçmediği halde parantez içinde “(Cebrail)” yazılması doğru değildir. Mesela: Tekvir süresi 19-25 âyetlerini incelediğimizde; Resülün Muhammed (a.s) olduğunu, vahyi aynen tebliğ ettiğini ve itaat edilen olduğunu görüyoruz: "Şüphesiz o (Kur'an) kerim, kuvvetli ve Arş'ın sahibi indinde mekin, kendisine itaat edilen bir Resül'dür. (Tekvir-19/21)“Şüphesiz o çok kerim bir Resul sözüdür“ âyetindeki "hu" (o) zamiri, vahyi/Kur'an'ı göstermektedir. Yani âyette bulunan “Resül sözü”, elçilik yapanın kendisine ait sözler değildir.Onu Resül olarak gönderen otoriteye ait sözlerdir. Söz konusu Resül, son vahyin sahibi olan Muhammed(a.s) dır.Resülün “Cebrail” olduğu şeklindeki ifadeler doğru değildir. “Resül sözü” ile kastedilen de vahiy'dir.Vahiy Resülün dilinde hayat buluyor.Resül olmadan vahiy, din, iman, İslam diye bir şey olmaz. Yüce Allah, Nebi ve Resüllere arada hiç bir aracı olmadan vahiy indirmiştir. Şimdi de Necm süresi 1-18 âyetlerinin mealini sunuyoruz.1-) Necm’e (bölüm bölüm açığa çıkararak hakkı anlatana) yemin olsun ki,2-) Arkadaşınız ne saptı ne de yanıldı! 3-)(Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) (O Resül) hevasından konuşmaz!(Bu konuşma normal hayatta ticaret yaparken veya hanımlarıyla yaptığı konuşma değil, Resul’ün görevli olduğu vahyi (Kur'an'ı) insanlara bildirme konuşmasıdır. Çünkü Mekke müşrikleri Resül (a.s) a iftira ederek vahyi uydurduğunu söylüyorlardı) 4-) O (okuduğu) yalnızca (kendisine) vahyedilen vahiy'dir. (Yani kendisine yüce Allah’ın vahyettiği vahiyden başka bir şey değildir) 5-) O’na kuvvetleri şiddetli olan talim etti!(Allahtan daha şiddetli kim olabilir?) Müfessir ve mealcilerin bu âyete (Cebrail) demeleri büyük bir hatadır. Çünkü herşeyi herkese direk öğreten yüce Allah'tır. Resülüne Kur'an'ı öğretmeye gelince neden bir aracı kullansın? Yüce Allah şöyle buyuruyor.“Rahman, Kur'an'ı öğretti” (Rahman-1,2)Necm 5.âyette bahsedilen fail, yüce Allah'tır. 6-) O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hale geldi) “zû mirratin” "kuvvet, akıl, güç olduğunu kabul edersek;“Kendisine o vahyi gönderen güç, kuvvetleri şiddetli, olağanüstü bir akla sahip olan Allah öğretti” demek mümkündür. Bu özellikleri Cebrail'e! vermek, Allah’a olan övgüyü başkasına yakıştırmak olur. Olağanüstü akla sahip olan kim? Bir melek! mi yoksa gökleri ve yeri ince ayar ve hassas denge ile mühteşem bir uyum içinde yaratan Allah mı?"Kuvvetleri şiddetli olan kim?Allah'ın izni (yasası) olmadan hiçbir şey üretemeyen bir melek mi yoksa sonsuz bir güce sahip olan yüce Allah mı?Öyleyse (vahyini Resul’ün kalbine indirmek için) kendini Resul’üne (bu konuda ve o anda) fark ettiren kim oluyor?Bu âyette ikinci bir saptırma ise, yine rivayetlerin etkisinde kalarak “festeva” kelimesini bir insan hareketi olan “doğruldu” kelimesiyle çevirmek olmuştur. Oysa burda kastedilen “kudretiyle hakimiyet kurmuş olan” anlamına gelmektedir.Bu da yüce Allah'ı ifade eder. “istiva” kelimesi kullanılırken, “O Rahman ki arşın üzerine istiva etmiştir"(Tâhâ-5) buyrulmuştur. Yani kudret ve kuvvetiyle onu hakimiyeti altına almıştır” anlamına gelmektedir. 7-) O, ufuk-u âlâ (tüm dışsallığı kaplamış - âfakta) olduğu halde!Bunun cebrail olması mümkün değildir. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse arşa hükmedemez. 8-) Sonra yaklaştı, tedelli etti. (Müfessir ve müctehidler yaklaşanı insan gibi tasavvur edip “cebrail” demişler. Oysa yaklaşan Kutsal-Ruh olan vahyin ta kendisiydi. Zaten bu âyetlerin konusu yüce Allahtan indirilen vahyin Resul’üne nasıl ulaştığı ile alâkalıdır. Eğer Cebrail diye bir varlık aracılık edip ulaştırsa idi, mutlaka adı bu âyetlerde geçerdi) 9-) İki yayın birleşimi (kâb-e kavseyn) veya edné (daha da yakın) oldu!Bu ifade Resülü Muhammed (a.s) la manevi yani simgesel bir yakınlaşma anlamına gelmektedir. 10-) Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti. Emin olun, bu âyet, bütün cebrail hikayelerini tek başına yıkmaya yeterlidir. Bu âyet, tam olarak taşı gediğine koyuyor, her şeyi yerli yerine oturtuyor, anlatılmak istenenleri mükemmel bir şekilde hulasa ediyor. Kendisine vahyedilen Muhammed (a.s) Cebrail’in kulu olamayacağına göre; gelen vahiy direk yüce Allah’tandır. Lütfen şimdi dikkat edelim. 11-) Füad gördüğünü yalanlamadı! Bu âyette “Görme” işleminin faili “gönül”dür yani fuad olarak gösteriliyor. Dolayısıyla bu âyete göre Allah Resul’ü (a.s) Melek Cebrail’i değil, “inen vahyi” “gönül gözüyle” görmüş ve onu yalanlamamıştır yani ona iman etmiştir. Biraz aklımızı kullanalım. Zira âyetler Cebrail’den değil, hep vahiyden bahsetmektedir. 12-) Gördüğü hakkında onunla tartışıyor musunuz?Yüce Allah, Resülünün Cebraili mi, vahyi mi yada Allah'ı mı gördü tartışmalarına noktayı koyuyor. 10. ve 11. âyetler “Vahyi gönül gözü ile gördü”ğünü açıkça söyledikten sonra 12. âyetin gelmesi muhteşem oldu. Çünkü âyetler, Cebraili değil, inenin vahiy olduğunu açık olarak ortaya koyuyorlar. 13-) Andolsun ki onu bir daha gördü 14-) Sidret-ül Mümteha yanında. 15-) Cennet-ül Me’va da Onun (Sidret-ül Mümteha’nın) yanındadır!(Sidratu'l Münteha ve Cennetu'l Me'va o günkü Mekke'de yaşayan herkesin bildiği, vahyin ilk geldiği yerleşim yerleridir) 16-) O an ki, Sidre’yi bürüyen bürüyordu. 17-) Basarı (basireti) ne kaydı ne de haddi aştı. 18-) Andolsun ki Rabbinin âyetlerinden (işaretlerinden) en büyüğünü gördü! Resul’ün kalp gözü ile gördüğü elbette ki; inen vahiydi!Şimdi de dört âyette geçen “Ruhul-Kudüs”ün, “Mukaddes -Ruh” un "noksan sıfatlardan uzak" anlamında “Allah’ın ilmi” olduğunu Kur'an'dan görelim. Üç âyette (Bakara-87, 253; Mâide-110) yüce Allah'ın, Ruhu'l Kudüs ile İsa (a.s) ı güçlendirdiği yer almaktadır. "... Meryemoğlu İsa’ya da beyyinâtı (açık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs ile destekledik..." (Bakara-87) Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları bu âyette İsa (a.s) ı bir Resül olarak, yüce Allah’ın onu vahiy'le güçlendirdiğini anlayamadaklarından dolayı konu ile hiç alâkası olmayan "Cebrail’i" araya monte ediyorlar. Böylece anlatımdaki edebi sanat, hikmet ve vahyin diriltici gücünü yok ediyorlar.Yahudilere “Vahiy'le ona destek verdik” demesi, O’nun da bir Resül olduğunun göstergesidir, ona iman edin" anlamına gelmektedir. Konumuz olan Bakara 87. âyetinin son cümlesinden de "kutsal ruhun" cebrail olmadığı, Resulullahın Allahtan aldığı ruhu/vahyi getirdiği anlaşılmaktadır:“... Fakat her ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir mesaj getirmişse, ...”İsa(a.s) neyi getirmiş?"kutsal ruhu" Yani Allah’ın vahyini. Böylece konunun cebrail olmadığını anlıyoruz. “... Meryemoğlu İsa'ya beyyinâtı (apaçık kanıtlar) verdik ve onu Ruhu'l Kudüs (Allah’ın vahyi-kutsal ruh) ile güçlendirdik. ...”Bu âyetteki Allah’ın ilmi olan kutsal ruh’a, Kuran’da geçmediği halde (yanlış ve alâkasız bir yorum olan) “cebrail”i ekliyorlar. “Apaçık kanıtlar”ın yanında “Allah’ın vahyi” mi uygun olur yoksa Cebrail mi uygun düşer. Şia ve Ehl-i Sünnet'in din adamları nazarları apaçık vahiyden, görünmez olan Cebrail’e dönderip konuyu anlaşılmaz kılıyorlar. ".. Hani sani Rûhü’l-Kudüs ile desteklemiştim... "(Bakara; 253)Bu âyette de yüce Allah İsa(a.s) ı güvenilir bilgi” olan vahi'yle destek verdiğini söylemektedir.Ve âyetin altında bu bilgiden kaynaklanan mucizeleri yapması sıralanmıştır. Âyetin Cebrail ile alâkası yoktur. Allah’ın izni olan tabiat yasasıyla ve uyum içindeki vahiy'le alâkası vardır. Yine diğer çevirilerde olduğu gibi “Cebrail Meleği” çevirisi müminlerin hayatında zerre kadar bir etkiye sahip değildir. Aksine noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah'a bir yardımcı tayin ederek tevhid sistemi çökertikmeye çalışılıyor. İslam dininde melek olarak "Cebrail'in" hiç bir önemi ve misyonu bulunmamaktadır. Ama “kutsal ruh, saf bilgi, Allah'ın noksansız ilmi” yani “Allah’ın vahyi” çevirisi orjinaline de uygun olup, müminlerin hayatlarını vahiy'le güçlendiren ve etkileyen sonsuz bir moral gücü ve tükenmez bir motivasyon olmaktadır. Şuara süresi 193.âyette geçen Ruh-ul Emin'i “Emin Ruh”u da Cebrail’e çevirmişlerdir. Bu deyim sadece bu ayette geçmektedir. Bu âyette geçen “Ruh-ul Emin” ifadesini, Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin tamamı, “Cebrail” diye açıklamışlardır. Bu doğru değildir. Yahudi kültüründen mezhep kaynaklarına sokulmuş, üzerinde düşünüp hiçbir eleştiriye tabi tutmadan uydurma kitaplarında kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmiştir. “Ruhu'l Emin”in cebrail değil bizzat vahyin kendisi olduğunu ve ruhun'da bizzat Allah’ın kendi işi olduğunu Kur'an açıklar. Mesela: "Sana Ruh’tan sorarlar deki, ruh, Rabbimin emrindendir..." (İsra-85)(Bu âyette ne Cebrail’e en ufak bir işaret, ne de onu aracı kılma mevcut değildir)"Bununla güvene lâyık olan vahiy indi"Şuara-193)Ruh: Kadir- 4; Mü’min-15; Şura- 52, Nahl- 2, ve İsra 85 de doğrudan “vahiy” yada “vahyin kaynağı” anlamında kullanılır. Yüce Allah müminleri kendinden bir ruh ile desteklediğini açık olarak ortaya koymaktadır. (Mucadele-22)“Bu ifade Kur'an’da sadece bu pasajdaki Şuara- 193.âyette geçmektedir. Âyette bir sıfat tamlaması olarak ER-ruhu’l-Emîn şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi “Ruhu’l-Emin” şeklinde telakki edilmekte ve böylece büyük bir yanlışlık yapılmaktadır. Nitekim Kur’an’ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, Şuara 193.âyeti “Onu Ruhu’l Emin (Cebrail) indirdi diye yanlış meallendirilmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, âyetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. âyetteki “O âlemlerin Rabbi’nin indirmesidir” ifadesi ile hem de Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce âyetle çelişik hâle getirilmektedir. Âyetin metni “nezele” (indi) fiilinin geçişsiz [etken] olmasına rağmen, geçişli [edilgen] anlama gelecek şekilde "nezzele" “indirildi” olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Şuara 192.âyette “O (Kur'an) Rabbinin indirmesidir” deyip, 193.âyette, “(hayır) onu cebrail indirmiştir” denilir mi? Bu geniş bilgilendirmeden sonra âyetlerin mealini bir daha verelim."O, Ruh-ul Emin (güvenilir vahiy, sağlam bilgiler) apaçık Arapça bir lisan ile uyarıcılardan olasın diye senin kalbine indi" (Şuara-193,194,195)Şura 51. âyette de vahyin Cebrail tarafından indirilğini söylemez. Aslında Kur'an'ın hiçbir yerinde söylemez. Aksine Allah’ın, vahyi indirdiğini söyler. Direk vahiy'le olduktan sonra niye perde arkasından veya elçiyle bildirim göndermeye gerek olsun. Resulullah’ın direk kalbine vahyi göndermeyi bırakıp, kendine bu işi yapacak bir elçi bulundurması yüce Allah'a yakışmaz. Allah’ın beşerle konuşması:1-) Direk kalbine gönderdiği vahiy'le oluyor. Allah Resülüne vahyettiği gibi. 2-) Perde arkasından ses kulak aracılığıyla. Musa Aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi. 3-) Elçi göndererek(Şura-51)Âyette geçen üçüncü şık konuşma olan "resül gönderme" ise, Lut ve İbrahim (a.s) a gönderdiği elçiler olabildiği gibi, Zekeriyya (a.s) ı yollayarak Meryem'e mesajlarını iletmesi de olabilir. Sonuç olarak:"Cibril" kavramının Medeni sürelerde bulunması hem Ensar hemde Yahudiler tarafından bilindiğini gösteriyor. Daha önce söylediğimiz bir cümleyi tekrar edelim, "Sırat'ı Müstekim, Hak, Nur, Aziz, Kerim, Mübin kavramları gibi, Ruh, Cibril, Ruhu'l Emin, Ruhu'l Kudüs" kavramları, Cibril ile ilgili kavramlar değil, Yüce Allah'ın fiil ve sıfatları ile yani vahiy'le ilgili kavramlardır.
4 Ekim 2021 Pazartesi
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ20.YAZI) 88-)(Yahudiler, Allah Resulüne) "Kalplerimiz örtülüdür" dediler.Bilakis: Küfürleri sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. Onların pek azı iman eder.(Ğulf: Herhangi bir şeyi muhafaza etmek için sarılan örtü, kılıf manasına gelmektedir.Lânet: Şiddetli bir şekilde her türlü hayır ve rahmetten uzaklaştırma anlamına gelmektedir.Lâneti hak eden kişi şeytaniyyet damga ve sicilini yediği için, artık yapmış olduğu hiçbir şeye değer verilmez) 89-) Onlara, beraberlerinde olanı (Tevrat'ı) tasdik eden bir kitap (Kur'an) gelip de, daha önce kafirlere karşı (gelecek olanla) fetih de umuyorlardı. Fakat bilip tanıdıkları kendilerine gelince ona kafir oldular. İşte Allah'ın lâneti böylesi kafirlerin üzerindedir. (Medine'deki Yahudi kabileleri Allah Resülü gönderilmeden önce Arapları korkutarak, yakında gelecek olan Nebi sayesinde büyük fetihler elde edip onunla bölgeye hakim olacaklarını söylüyorlardı. Âyetin anlatmak istediği şey budur) 90-) Allah'ın kullarından dilediğine (Nübüvvet- Risalet- vahiy) indirmesini ırkçılık taassubu (bağyen) yüzünden Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) kafir olmakla nefislerini ne kadar kötü bir şeye sattılar. Böylece onlar gazap üzerine gazaba uğradılar. Kafirler için alçaltıcı bir azap vardır.(Beğy kelimesi, kıskançlık anlamında değil, kabile ırkçılığı, soy üstünlüği, cemaat ve tarikat fanatizmi anlamına gelmektedir. Kıskançlığın karşılığı hasettir) 91-) Kendilerine Allah'ın indirdiğine iman edin, denildiğinde: Biz sadece üzerimize indirilene iman ederiz, derler ve ondan sonrakine (Kur'an'a) kafir olurlar. Halbuki o (Kur'an) kendileriyle birlikte bulunanı (Tevrat'ı) tasdik edici olarak gelmiş hak kitaptır. Onlara: Şayet siz gerçekten iman ediyorsanız daha önce Allah'ın Nebilerini neden öldürüyorsunuz" de. (Aslında Medine'de bulunan Yahudiler Nebi öldürmemişlerdi. Nebileri asırlar önce ataları öldürmüştü. Fakat inanç, taassub, karakter, mizaç ve ahlak aynı olduğu için böyle denilmiştir. Bu gibi ifadeler son vahyin i'caz, belağat ve edebiyatından kaynaklanıyor. Nebi kavramı, Resül kavramı gibi, tekil olarak lafzatullahın yanında yer almaz.Yani bir çok âyette "Resülüllâh" (Allah'ın Resulü) "Rüsülüllâh" (Allah'ın Resülleri) olmasına rağmen, sadece bu âyette çoğul olarak "Enbiyé Allah" (Allah'ın Nebileri) ifadesi geçmektedir."İstisnalar kaideyi bozmaz" diye güzel bir söz vardır.Hatta Kur'an'da yüzlerce âyette "Resülihi" (Resulü) "Rüsülihi, Rüsülehu" (Resülleri) geçmesine rağmen, hiçbir âyette "Nebiyyihi" (Nebisi) geçmez. "Nebi" kavramı tekil olarak hiçbir yerde Allah'a bağlanmamıştır. Yani Nebi kavramı bulunduğu bütün âyetlerde yalın olarak kullanılmıştır. "Resül" olmayan Nebi'ye indirilen vahiy, yalnız kendi şahsına özel olarak kalır.Çünkü indirileni tebliğ, âyetleri tilâvet, kitabı tâlim, vahiy'le arındırma olan tezkiye Nebi bağlamında kullanılmamıştır. Nebi, insanları o toplum içinde gelmiş bir Resül'ün yoluna davet eder.Şayet söz konusu toplulukta bir Resül gelmemişse, Nebi, kendisine indirilen vahiy'le insanları hayra ve güzelliğe dâvet eder ve onları daha sonra gelecek Resül'ü kabul etmeye hazırlar.Nebi aynen iman edenler gibi vahyi uygulayıcı sivil kimliktir. Resul ise teorik islam/Kuran kimliğidir. Resul uygulama yapmaz, vahyi tebliğ eder.Bu nedenle Resül'ün günahı hatası olmaz. Nebi uygular, uygulayıcı hata yapar. Bu yüzden hiç bir âyette nebiye itaat emredilmemiştir. Nübüvvet özel hayatı temsil eder. Bu yüzden hadis sünnet diye bir şeyden söz edilemez. 92-) Andolsun Musa size apaçık delillerle gelmişti. Ondan sonra, buzağıyı (ilah!) edinerek zalimler olmuştunuz.
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(19.YAZI) 83-) Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah'a ibadet edeceksiniz, ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere ve miskinlere güzellik yapacaksınız diye misak almış ve insanlara güzel siz söyleyin, salat'ı ikame edin, arınmaya gelin. Sonunda azınız müstesna yüz çevirerek karşı geldiniz. 84-)(Ey İsrailoğulları!) Kanınızı dökmeyeceğinize nefislerinizi (kendinizi) yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair misak almıştık, sonra bunu böylece ikrar (kabul) etmiştiniz; buna siz şahitsiniz.(Aslında âyette "birbirlerinin kanlarını ve birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına" dair misak alınmıştı."Kanınızı dökmeyeceğinize, nefislerinizi (kendinizi) yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza" denilmesinin sebebi, toplum içerisinde yer alan her ferdin kanının diğerinden farksız olduğu, kardeşinin kanını akıtanın aslında kendi eliyle kendisini yok ettiğini edebi bir şekilde ifade edilmiştir.) 85-) Bu misakı kabul eden sizler, nefislerinizi öldürüyor, aranızdan bir fırkayı yurtlarından çıkarıyor, zarar vermede ve düşmanlıkta onlara karşı sırt sırta veriyordunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram kılındığı halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitab'ın bir bölümüne iman edip, bir bölümüne küfür mü ediyorsunuz? Sizden kim böyle bir fiil işlerse, cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kiyamet gününde ise en şiddetli azaba döndürülmektir. Yapmakta olduklarınızdan Allah gafil değildir. (Allah'ın Resülleri vefat ettikten sonra onlara varis olanlar, genellikle kitab'ın belli bir bölümünü uygulamış bir bölümünü terk etmişlerdir. Son vahyin tarihinde Allah Resulünden sonra özellikle Emevi ve Abbasiler döneminde din adamları, rivayet ve ictihadlarla Kur'an'ı tamamen devre dışı bırakmışlardır) 86-) İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.87-) Andolsun biz Musa'ya kitab-ı verdik. Ondan sonra arka arkaya Resüller bulundurduk. Meryem oğlu İsa'ya beyyinét (apaçık deliller) verdik. Ve onu Ruhu'l Kudüs (vahiy) le güçlendirdik. Ama ne zaman size bir Resul nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse kibirlik taslayarak bir kısmını yalanladınız bir kısmını öldürdüğünüz.( doğru değil mi?) (Öldürülen Resüller vayhe bağlı Resüller yani vahiy alan Resüller değil, kitaba bağlı Resüller idi. Çünkü vahye bağlı Resüller koruma altındadır) VAHYE BAĞLI RİSÂLET VE KİTABA BAĞLI RİSÂLET:Kur'an'da yüzlerce âyette geçen Nebi ve Resül kavramları Osmanlı döneminde döneminde Farsça'dan dilimize geçmiş olan "peygamber" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kavram ister istemez Kur'an'ın en önemli kavramları olan "Nebi" ile "Resul'ün" arasında bulunan farkların yok olmasına neden olmuştur.Resul: Bazen yüklenen söze, bazen o sözü yüklenen şahsiyete denir.Bu kökten türüyerek Türkçe'ye girmiş olan bazı kelimeler şunlardır.Resül, irsaliye, mürsel, risale.Resül: Elçi İrsaliye: Gönderilen şeyle ilgili evrak.Mürsel: AktarmaRisale: Yazılı mektup, dergi ve kitap demektir. Resul: Belirli bir amaç için kendisini seçip gönderen tarafından tevdi edilen emanete herhangi bir katkı yapmaksızın muhataplara bilgi ve haber götüren kişiye denir.Resülü'n çoğulu Rüsül'dür.Risalet, Resül kelimesinin mastarıdır, Resülün görev icra ettiği işin adıdır.Nebi, nun, be, elif; ne-be-e kökünden veya ne-be-ve kökünden türemiştir."Nebee" kökünden türetildiğinde manası:Çok önemli haber alan, haberin kaynağı anlamına gelir."Nebeve" kökünden türetildiğinde ise manası: Mertebesi ve değeri çok yüksek anlamına geliyor.Yani bulunduğu toplumda derecesi yükseltilmiş anlamına gelmektedir. Kur'an'da kıraat imamları Nebi kavramını iki şekilde de okumuşlardır.Nebi: Haber veren mertebesi yüksek olan anlamına gelir. Nübüvvet, Nebi kelimesinin mastarıdır yani Nebi'nin yaptığı işin adıdır.Kur'an'da Nebi ile Resül'ün birbirinden farklı olduklarını gösteren bir çok âyet vardır."Biz, senden önce hiçbir Resül ve Nebi göndermedik ki..."( Hac- 52)"Hani Allah, Nebilerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızda olanları tasdik eden bir Resul geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz diye söz almış..."(Âli İmran- 81)Kur'an'da itaat, isyan, aziz, kerim, mübin, icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet, istihza, tekzip, emânet, hiyanet, hak, nur, inzar , tebliğ, küfür, savaş açılma, helal ve haram kılmak gibi birçok kavram Nebi değil, Resul bağlamında kullanılmıştır. Nübüvvet: MakamRisalet: Bu makama ait görevlendirmedir.Resül: Kendisinden hiçbir şey katmadan birinin emirlerini diğerine ulaştıran görevli kişidir. Nübüvvet unvan, Risalet ise bu ünvanın gereğinin icra edilmesi demektir.Tıpkı bir şehrin valisi olarak atanmış bir kişi görev esnasında kanunlar ve bu kanunlarca kendisine verilen yazılı yetkilerle makamında görev yapar. Fakat bu makama uygun olmayan hareket sergileyemez.Her zaman söz ve tavırlarında bu resmi makamın ağırlığına göre hareket eder.Özel hayatında bile bu resmi makamın şerefine herhangi bir lekenin sürülmesine fırsat vermez.Bu kişi görevde bulunduğu her anında validir, ama toplumu yönetirken vereceği emirlerde hiçbir zaman kendi kafasına göre hareket etmez, kanunlara göre hükmeder, görevini yapar.Özel hayatı ile ilgili konuları asla işine karıştırmaz, çünkü bu kanunlarla yasaklanmıştır.Görevde olduğu ve görevinde gereğince hareket ettiği müddetçe onun söyledikleriyle hareket etme zorunluluğu vardır.Fakat görevinin dışında yani kendi özel hayatında kimsenin onu dinleme ve ona itaat etme zorunluluğu yoktur.Aynen bunun gibi Nebi olarak kendisine vahyedilen kişi hayatı boyunca, gece gündüz, aralıksız Nebi kimliğine sahiptir.Nübüvvet kimliği ondan asla ayrılmaz, vefat edinceye kadar hatta ahirette bile Nübüvvet kimliğine sahip bulunur.(Nisa-69) Fakat Resullük her daim devam etmez.Resul kendisine Allah tarafından vahiy indirilip insanlara ulaştırdığı andaki konumudur. Resullük dünya hayatı ile sınırlı bir görevlendirmedir.Mesela:Muhammed (a.s), doğumundan kırk yaşına kadar Mekke vatandaşı olarak herkes gibi beşer kimliğine sahiptir.(Kehf-110; Füssilet-6)Nebi (a.s), kırk yaşından vefat edinceye kadar aralıksız Nübüvvet kimliğine sahiptir.Resul ( a.s), kırk yaşından vefat edinceye kadar kendisine vahiy indirilip onu tebliğ ettiği andaki görevidir.Onun için Resule itaat, Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir."Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."(Nisa-80)Fakat Nebiler söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata ettiklerinden dolayı (Tevbe-113; Tahrim-1 Enfal-67,68) onlara itaat etmek, Resule itaat etmek gibi kabul edilmemiştir. Hatta Nebi'nin dediğini yapmamak yani tavsiyesine uymamak günah bile sayılmamıştır. (Ahzab-37)Dolayısıyla Allah'ın Resulü, Nebi sıfatıyla özel hayatında yaptığı davranışların, onun kişisel davranışı olduğu, bu sıfatla onun Allah adına bir hüküm ortaya koyup bir şeyi haram kılamayacağı anlaşılmış oluyor.Yani Şia ve Ehli Sünnet muhaddislerinin Nebi adına uydurup çıkarttıkları bütün rivayetler iftira ve yalandır.Bütün bu hadislerin çıkış sebebi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların bilinmemesinden yani koyu karanlık bir cehaletten kaynaklanmıştır.Allah Resulü'nün vefatından sonra uydurulan hadisler ve onlara bağlı olarak gelişen Sünnet anlayışı ve mezhepler tamamen Kur'an'ın bilinmemesi yani vahiy'den yüz çevirme, Nebi ile Resul arasındaki farkların bilinmemesinden doğmuştur. Eğer bu ayırım sağlıklı bir şekilde çözülebilseydi en son Nebi ile beraber bütün Nebi'lerin her söz ve davranışları her yapıp ettikleri insanlar tarafından din olarak algılanmaz ve sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile ilgili söyledikleri şeylerin din ve hüküm olduğu anlaşılırdı.(Âraf-62,63, 67,68,69; Kaf-45; Enbiya-45)Resüllerin insanlara vahiy haricinde bir din anlatmaya hakları yoktur."Musa dedi ki: Ey Firavun! Allah ile alakalı haktan başka bir şey söylememek benim üzerime düşen bir görevdir. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrailoğullarını ( kendilerine vâdedilen topraklara) benimle bırak!"(Âraf-105)Eğer vahyin dışında yani Şia ve Ehli Sünnet'in hadis kaynakları din olarak kabul edilirse Allah'ın hükmüne karşı ortak koşulmuş dolayısıyla şirke düşülmüş olur. Çünkü Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmeyeceğini haber vermektedir.( Kehf- 26; Yusuf-40; Şura-10) Öyleyse Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin algıladığı gibi itaat Muhammed'e veya Nebiye değil, Allah'ın Resulü sıfatıyla vahyi anlatan, onu okuyan, tebliğ eden kişiye dolayısıyla beyan ettiği Allah'ın âyetlerinedir.Âyetlerde Allah'ın sözleri olduğu için aslında itaat, Allah'a yapılmış olur.Bu gerçek Nebi'ye iman etmenin gerekli olmadığı anlamına gelmez.Müminler hem Nebi'ye hem de Resule ve hem de Nebi Resule iman ederler.Çünkü Nebi'ler Allah'tan vahiy alırlar.Esasen Nebilere kitap verilmesinden kasıt olan vahiydir.Yoksa hiçbir Nebi ve Resul'e kitap indirilmemiştir.İndirilen vahye kitap denilmesinin sebebi onun koruma altında olması, bağlam ve bütünlüğünün bulunması ve bir sisteme sahip olmasından dolayıdır.Yüce Allah, emir ve yasaklarını yani indirdiği hükümlerini sadece Resuller aracılığıyla bildirdiği için onlara itaat ve ittiba etmemizi emretmektedir.Vahiy Resul'ün dilinde hayat bulduğu için Resule itaat, Allah'a itaat olmuş oluyor.Resul'ün helal kıldığı, Allah'ın helal kıldığı, haram kıldığı da Allah'ın haram kıldıklarıdır.Nebi ile Resul'ün arasındaki farklar anlaşıldıktan sonra şimdi Nebi'likten bağımsız bir Resul'ün olup olmadığına bakmamız gerekiyor.Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere her Nebi; kendisine kitap (vahiy) ilim ve hikmet verildikten sonra Resul sıfatıyla görevini yapmıştır.Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdıkarında Resul, geri kalan zamanlarda ise Nebi'dirler.Yani yüce Allah, seçtiği kimselere vahiy ile önce Nübüvvet, sonra hikmet ve ilim yani vahyin bağlam ve bütünlüğünü vererek bu kimseleri risaletle görevlendirmektedir.Yusuf, İsa, Yahya ve diğer bazı Nebiler daha küçük yaşta kendilerine Nübuvvet makamı verildiği âyetlerde yer almaktadır."Bunun üzerine Meryem çocuğu işaret etti."Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitab-ı (vahiy) verdi ve beni Nebi yaptı" (Meryem- 29, 30)"Onu (Yusuf'u) götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yusuf'a: Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar işin farkına varmadan kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik"(Yusuf- 15)"Ey Yahya! Kitab-a var gücünle sarıl!" dedik ve henüz sabi iken ona ilim ve hikmet verdik" (Meryem- 12)Bu Nebi'lere verilmiş bir onur ve makamdır. Nübüvvet, Allah ile Nebi arasında güzel ahlak, olgunlaşma, mukemmel bir şekilde yetiştirilme, elçilik makamına hazırlama ve Nebi'nin risalet kurumu için uygun hale getirilmesi ile ilgili bir tâlim ve terbiye kurumudur.Peki Nebi'lik yani Nübüvvet bittiğine göre risalet de sona ermiş midir?"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin, babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resul'ü ve Nebi'lerin sonuncusudur"(Ahzab- 40)Yani Muhammed(a.s) ile birlikte Nübüvvet'e son verilmiş Nübüvvet kurumu'na mühür vurulmuştur.Artık Muhammed (a.s) dan sonra Nübüvvet diye bir kurumdan ve Nebi diye başka bir kişiden söz etmek mümkün değildir. Bu âyet bize açık olarak Nübüvvet kurumunun ebediyen kapandığını kapısına kilit vurulduğunu haber vermektedir.Bunun sebebi dinin Allah tarafından tamamlanmış olmasındandır.Din tamamlandığından dolayı artık Nübüvvet kurumuna ve vahye dayalı yani vahiy alan Resül'e gerek kalmamıştır. ( Maide- 3; En'am-115) Dolayısıyla son vahyin koruma altına alınması, dinin en mükemmel bir şekilde tamamlanması, Muhammed (a.s) ın bütün insanlara Resul olarak gönderilmesi (Araf -158; Sebe- 28) son vahyin indirilmesi, artık Allah'tan haber alma makamının yani Nübüvvet'in olmayacağını göstermektedir. Peki Nübüvvet yani Nebi'lik kurumunun kapanması ile birlikte risâlet (Resül'lük)misyonu da bitmiş midir?Şurası açıktır ki Muhammed (a.s)dan sonra Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı Nübüvvet ve Risalet'in olması artık mümkün değildir.Yani son Nebi ve Resül olan Muhammed (a.s)dan sonra, Allah tarafından görev alma, Allah'tan herhangi bir yolla vahiy ve haber alma asla olmayacaktır.Çünkü iman, itikat, güzel ahlak, ibadet ve öğüt olarak Kur'an'ın indirilmesiyle din tamamlanmıştır. Dolayısıyla son Nebi ve Resul olan Muhammed (a.s) dan sonra hiçbir Nebi (Allah'tan vahiy alan) gelmeyecektir.Bu apaçık âyetten (Ahzab-40) sonra her kim bende Nübüvvet'e bağlı (Allah'tan vahiy alan) bir Resulüm derse kafir olur.Yani Muhammed (a.s) dan sonra Nübüvvet ve Risâlet davası güden herkes kafirdir. O halde, Nübüvvet'e bağlı risâlet sona ermiş ise, kitabın Resul oluşu veya kitabın Resul'ü olmak hükmen ne ifade eder.Yani din ve hüküm olarak kitab-ı tek kaynak kabul eden ve insanlara yalnız onu tebliğ edenlere Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı olmaksızın Resul denilebilir mi?Şimdi bu soruların cevaplarını Kur'an'ın sisteminde bulmaya çalışalım. Kur'an, Mısır kralının Yusuf (a.s) a gönderdiği elçiye "resul" (Yusuf- 50)Sebe kralliçesinin Süleyman (a.s) a gönderdiği elçilere "mürselun" (Neml-35)kavramlarını kullanmaktadır.Fakat bu âyetlerde kullanılan resul kavramı, Nübüvvet'e bağlı yani Allah'tan vahiy alan bir Resullük değildir.Bu manada değerlendirilirse yani vahiy almayan, Nübüvvet'e bağlı olmaksızın kitab'ın resülü olmak ne anlam ifade ediyor? Eğer bu kelimeyi Nübüvvet'e bağlı yani Allah'tan vahiy alan Resul makamında kendini görmeyip sadece vahyi insanlara ulaştıran, yalnız onu rehber alan, sadece onu anlatan ve tebliğ eden elçi manasında kullanılırsa bir sorun teşkil etmez.Tabi ki, Kur'an'ın sistemi buna bir açıklık getiriyor. Yani bu konuyu kendi kafamızdan uyduruyor değiliz. Fakat bu görevi yapanlar hiçbir zaman kendilerini kitab'ın resulü olarak göremezler. Çünkü örneklik, güzel ahlak, vahyin bağlam ve bütünlüğü, kendi içinde bulunan çözümü yani ilim olarak bu göreve layık olup olmadıklarını bilemezler. Muhammed (a.s) dan sonra her kim mehdi, nebi ve resül olduğunu iddia ederse, hem kafir, hem fasık, hem zalim hemde müşriktir. Bu yalancılara iman edenlerin hepsi munafık, kafir, fasık, zalim ve müşrik olurlar. Bunlar ahlaksız, onursuz, adi karakterli, basit, son derece cahil kimselerdir. Çünkü kitaba elçilik görevinin hakkıyla yapılıp yapılmadığı ancak âhirette Allah'ın huzurunda belli olacaktır.İnsanlık tarihinde binlerce Resul geldiği halde sadece yirmi sekiz tanesinin ismi Kur'an'da geçmektedir. Yani Allah'ın nazarında önemli olan resul'ün ahlak ve edebine sahip olmaktır.Bu konuda insanların teveccühüne değer vermemek gerekir. Bu görevi ifa edenlerin kendilerini Allah'ın resulü veya kitabın resülü olarak görmeleri birçok fitne, kargaşa, terör, anarşi, taklit, cehalet, zulüm, katliam, parçalanma, bölünme ve kula kulluğu yani şirki beraberinde getirecektir.İnsanların kendilerini "resül" olarak göstermeleri yobazlık ve bağnazlığa sebep olacak, ilim ve hikmet, tefekkür ve sorgulama açısından kapkaranlık bir darboğaza girilecektir.Herkes kendi elçisinin üstün olduğunun kavgasını verecek, bir nevi yeni bir tarikatçılık ve mehdiyet inancı hortlamış olacaktır.Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı değil de, sadece kitab'a bağlı resul'den söz edilir mi?Yani kimliği belirsiz, vahye değil de, kitaba bağlı resüllüğün devam edip etmediğine bir bakalım. Kitabın kendisi (vahiy); Resul yani risâlet görevini yerine getirdiğinden şüphe yok.O halde, "ben Allah'ın resulüyüm" demeden, yani resullük iddiasında bulunmadan, güzel bir ahlak ile kitab'ı insanlara aktaranların resül olduklarına dair Kur'an'da bir delil var mı? Şimdi bu soruların cevaplarını soğukkanlı bir şekilde âyetlerden bulmaya çalışalım.1.Âyet: "Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağut'tan sakının" diye (uyarmaları için) her ümmete bir elçi gönderdik..."(Nahl- 36) 2.Âyet: "...Biz, bir elçi göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz"( İsra- 15)3.Âyet: "O küfredenler bölük bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı İhtar eden elçiler gelmedi mi? derler...."( Zümer- 71)4.Âyet: "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugüne kavuşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? derler..."(Enam- 130)5.Âyet: "Ey Adem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak elçiler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"(Âraf-35)Bu âyetlere baktığımızda muvahhidlerin Kur'an'ın ilim ve hikmetinden beslenip insanlara onların diliyle vahyi ulaştırmalarının çok önemli bir görev olduğu görülüyor.İşte bu görevi ifa etme kitabın ifadesiyle resul (elçi) olma görevidir.İlgili âyetlere dikkatli bir şekilde bakıldığında Nebi- Resul yani Nübüvvet ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı Resullerin dışında da resullerin olduğu açık olarak görülüyor. Çünkü âyetlerde kullanılan Resul kavramlarının tamamı nekre yani bilinmeyen ve belli olmayan resüllerden söz edilmiştir. Hiç bir âyette Nübüvvet makam ve mertebesinden söz edilmiyor. Çünkü Nübüvvet tarihsel bir makam ve mertebe iken, Resül'lük evrensel bir görevdir. Nebi-Resul (Nübüvvet'e bağlı Resullük) anlatılırken genelde Resul kavramı elif lam'lı yani mârife ( belirlilik) takısı kullanılmıştır.Nekre (belirsizlik) takısıyla kullanılan yerlerde ise kitap-resul veya beşer- resul'e atıf yapmaktadır.Eğer Resul (elçi) kavramı sadece Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı elçilik olmuş olsaydı, her millete uyarıcı, hidayet edici elçilerin gönderildiği ile ilgili âyetleri nasıl anlamak gerekirdi.Yukarıdaki âyetlerde geçen, "...içinizden size âyetlerimi anlatan ve sizi bu gününüzle uyaran elçiler gelmedi mi?..." (En'am-130) ifadesini nasıl anlamak gerekir?Hemde Resul lafzı hem çoğul hem de cins olarak kullanılmışken.Yine "Ey ademoğulları! Aranızdan size âyetlerimizi okuyan Resuller geldiği zaman, kim korunur ve davranışlarını düzeltirse, artık onlara bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir"(Araf- 35)Yine yukarıdaki âyette geçen "Ey ademoğulları..! Hitabı kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlarla ilgili olmadığını kim iddia edebilir? Eğer bu ilâhi hitaplar kıyamet gününe kadar gelecek insanları ilgilendiriyorsa ki, bundan asla şüphe yoktur. Evet Allah Resulü'nden sonra hidayet, rahmet, din ve itikat olarak onu sadece vahiy yani kitab temsil etmektedir.Fakat kitabın dili yoktur, kitap konuşamaz, vahiy derdini anlatamaz.Halbuki vahiy kesinlikle satırların ve yazının gücüne değil, sözün gücüne sahiptir.Dünyanın bütün bilgisayarlarında, cep telefonlarında, kütüphanelerinde bulunan mushaflar Kur'an'dan konuşan bir kişi kadar etkili olamazlar.Mimik hareketleri, etkin hitabetleri, güzel ahlak ve örnek kişilikleriyle elçiler her zaman insanların üzerinde kitaptan daha çok tesir bırakırlar.Kur'an'ın Resüllere bu kadar yer ayırması ve üstün bir değer vermesi Resülün misyonunun çok önemli olduğundan kaynaklanıyor. Resül dinde olmazsa olmaz esaslardan biridir. Hiç bir zaman kitabın gücü sözün gücüne ulaşamaz.Yazı ve kitap sözün gücü karşısında etkili değillerdir.İşte burada vahiy onu anlatacak onu dillendirecek, onu okuyup beyan edecek ve tebliğ edecek muvahhid sözcülere gerçekten büyük bir ihtiyaç duyar.Ancak burada önemli olan bazı konular ortaya çıkıyor.1-) Vahyi tebliğ edenler onu bağlam ve bütünlüğü içinde bilecekler.Yani onun ilmine ve sistemine vakıf olacaklar. 2-) Kur'an'ı hayata aktarmada güzel ahlak sahibi olacaklar.Yani onu en güzel bir şekilde yaşayarak temsil edecekler.3-) Kendilerinin resul olduklarını asla söylemeyecek etrafında olanlarda böyle bir inanca ve fikre sahip olmayacaklardır. Çünkü vahyin elçiliğini hakkıyla yapıp yapmadıklarını bilen sadece Allah'tır. Dolayısıyla kimin ne olduğunu Allah'tan başka hiç kimse bilemez.4-) Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyecek ve sadece Kur'an ile uyarı ve ikaz yapacaklar.Bu elçilik Nübüvvet'e ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı bir elçilik olmayıp, sadece Allah'ın âyetlerini insanlara aktarma ve vahyin mücadelesinin yapıldığı bir elçiliktir.Dolayısıyla bu hak ışığında anlaşılan gerçek şudur.Nübüvvet'e ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı bir elçilik olmaz, fakat vahye yani kitaba bağlı bir elçilik devam etmektedir.Bir çok âyet bu gerçeği açık olarak ortaya koymaktadır."Kafirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir âyet indirilseydi ya! Ey Resul! Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir hidayet edicisi bir rehberi vardır"(Ra'd-7)"Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her ümmet için mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur"(Fâtır-24)Yukarıdaki âyette "ümmet" kavramının geçmesi çok önemlidir. Çünkü Kur'an'ı Mübin'e göre "ümmet" aynı zamanda ve aynı coğrafyada yaşayan insanların ulusal birliğini yani "vatandaşlık" anlamına geliyor. Millet ise: İnsanlık tarihinde ister şirk, ister islam (tevhid) olsun, aynı inanca sahip olan insanları ifade eder. Yeri gelmişken şu Kur'an'i gerçeği de geçmeyelim. Her Resül kendi döneminde yaşayan insanlar için şahittir. Kendisinden sonra gelen insanlara şahit olamaz. Bu gerçeği Kur'an, İsa (a.s) ın lisanıyla ortaya koyar. "...İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şahit idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun..."(Mâide-117)İşte bu yüzden Resül "millet" için değil, ümmet için şahittir. Şimdi Kitab-a bağlı resüllüğe delil olan âyetleri görmeye devam edelim. "Yerine göre müjdeleyici ve uyarıcı olarak elçiler gönderdik ki insanların Resullerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri kalmasın..."(Nisa-165)"Âd kavmi Resulleri yalanladı"(Şuara-123)"Nuh kavmi Resulleri yalanladı"(Şuara-105)Nuh (a.s) ın kavmine Nebi- Resul olarak sadece Nuh (a.s), Âd kavmine de sadece Hud (a.s) gönderilmişti.Fakat âyetlerde "Nuh kavmi de Âd kavmi de Resulleri yalanladı" denilerek Resul kavramları cemi (çoğul) olarak kullanılmıştır.Yalanlanan Resuller, o iki Nebiye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkası değildir."Şüphesiz elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz"(Mümin-51)"Allah: Elbette ben ve Resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir"(Mücadele-21)Yukarıdaki iki âyet risalet misyonunun dünya hayatı boyunca devam edeceğini ortaya koymaktadırlar.NEBİ ve RESUL İLE İLGİLİ ÂYETLERİN GÜNCELLENMESİ:Şimdi gelelim konunun en önemli yerlerinden biri olan Nebi ve Resul bağlamındaki âyetlerin güncellenmesi meselesine:Nübüvvet'e bağlı risâlet son bulmuş olduğuna göre kitaba bağlı yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen muvahhidlere atfen kitaba bağlı vahyin Resulu olarak âyetler nasıl güncellenmelidir.Bu âyetler incelenirken elçilerin hem Nebi, hem Resul, hem de Nebi- Resul, bir mümin, bir devlet başkanı olduğu göz önünde bulundurularak ilgili ayetler bu eksende güncellenmelidir.Bazı âyetler Resul"ün veya Nebi'nin şahsına hitap eder fakat bu hitaptan tüm müminler sorumludur.Çünkü aynı zamanda o bir mümindir. Bazı âyetlerde Resul'e veya Nebi'ye hitaben gelir, fakat bu hitaptan sadece önder ve öncü olan kimseler sorumludur.Bazı âyetler de vardır ki, sadece Nebi'ye hitaben iner ve bu hüküm müminlerin dışında sadece ona özel bir hüküm olur. Dolayısıyla bu güncelleme konusu ile ilgili olarak âyetlerin geçtiği bağlam ve bütünlüğe bakmak gerekir.Son nebi Resul'dür ve Allah'tan vahiy alan bir Resul'dür.Kitab-a resullük yapacak olanın âyetleri güncellemesi gerekliliğinden dolayı ben de resülüm diyemez. Yani siz genelin anladığı tarzda bir vahiy alma meselesine güncelleme adı altında kendinizi resul olarak göremezsiniz.Son Nebi olan Muhammed ( a.s) dan sonra kendisini Nebi veya Resul olarak ilan eden yalancı ve şarlatandır.İnsanların kendilerini resul ilan etmelerinin tarikat küfür ve şirkinden öte hiç bir anlamı ve değeri yoktur.Hatta "Kur'an!, Kur'an!" deyip, Kur'an'ı tek kaynak kabul ettiklerini söyleyenlerin böyle bir inanca sahip olmaları tarikat şirkinden daha alçakça bir ahlaktır. İnsanların Kur'an ahlakına sahip olup olmadıklarını yani Kur'an'ı hakkıyla temsil edip etmediklerini sadece Allah bilir. İnsanların gözünde çok faziletli, pek mübarek ve "evliya!" olarak bilinen biri, Allah'ın indinde hayvanlardan daha aşağı dereceye sahip olmadığını kim bilebilir. Aşağıdaki âyetler Nebi- Resul haricinde yani Allah'tan vahiy almaya bağlı olmaksızın, kitaba bağlı resüllerin insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığını gösterir."Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerinin haberleri size gelmedi mi? "ONLARI ALLAH'TAN BAŞKASI BİLMEZ. Resulleri kendilerine âyetler getirdi de onlar ellerini resullerin ağızlarına bastılar ve dediler ki:Biz, size gönderileni (hikmet- Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü) inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız (vahiy-tevhid) şeye karşı derin bir kuşku içerisindeyiz""(vahiy) elçileri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi ( atalarınızın yolundan hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz.Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirin""Elçileri onlara dediler ki: Evet biz sizin gibi beşerden başkası değiliz.FAKAT ALLAH (vahyin bağlam ve bütünlük) NİMETİNİ KULLARINDAN DİLEYEN (ahlâken hakkeden) KİMSEYE LÜTFEDER.Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allah'a dayansınlar""Hem, bize (vahiy ve tevhid) yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül ve sebat etsinler""Kafirler elçilerine dediler ki: "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!" Rableri de onlara: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz diye vahyetti"(İbrahim-9,10,11,12,13)Yukarıdaki âyetlerde geçen "Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri" ve "Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez" ile "Fakat Allah nimetini kullarından dileyen (ahlâken hakkeden) kimseye lütfeder"cümleleri önemlidir.1-) Nebi- olan Resullerden sonra sadece vahyi aktaran ve sadece vahyi rehber edinen resuller olmuştur.2-) Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Âhirette mükafatlarını Allah'tan alacaklardır. Önemli olan da budur.3-) Vahyi tebliğ edenler, kendilerini reddedenlere ve karşı gelenlere söyleyecekleri tek şey âyette geçtiği gibi"Fakat Allah (vahyin bağlam bütünlük, vahyin ilim) nimetini kullarından dileyen (ahlâken hakkeden) kimseye lütfeder" Âyetlerde bulunan"Müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler" (İbrahim-11) ile "Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler"(İbrahim-12)cümleleri de, vahyi anlatanların her türlü kibir ve gururdan uzak kalmalarının yolunu göstermektedir.Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyenler için sadece Allah'a dayanıp O'na güvenmek mertebelerin en büyüğüdür.Nübüvvet kurumu ile ilgili özel âyetler ve hükümler nazil olmuştur."Nebi, müminlere kendi canlarından daha evlâdır. Eşleri onların analarıdır..."(Ahzab-6)"Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça, zamanını gözetmeksizin Nebi'nin evlerine girmeyin.Ancak davet edilğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.Nebi'nin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasında isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.Sizin Allah'ın Resulünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarına nikahlamanız olcak bir şey değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır"( Ahzap- 53)Yukarıdaki âyetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki âyetlerde Resul değil Nebi lafzı kullanılmıştır.Sadece eziyet ibaresinde Resul kavramı kullanılarak Resulü üzmenin ciddiyetine gönderme yapılmıştır.Nübüvvet kurumu kapandığı için bu kuruma ait hükümler de kapanmıştır.Âyetleri güncelleme adına Allah'ın kitabına işkence etmenin bir anlamı yoktur.Nebi'nin hanımlarıyla evlenmeme emrinin güncellenmesi, kendisinden sonra Nebi'nin haysiyet ve şerefinin korunması Nübüvvet makam ve mertebesinin korunması, vahye bağlı Risalet'in namusuna bir iftira ve lekenin sürülmemesi içindir. Dolayısıyla dinin sahibi olan Allah, Nübüvvet müessesesini kapattım diyorsa (Ahzab-40) artık hiç kimse hakiki manada ne vahiy alabilir ne de bu kuruma özel âyetleri kendisi için güncelleyebilir.Buna bağlı olarak da kendisini Allah'ın resulü olarak ilan edemez.Şunu belirtmek gerekir ki, hem Nübüvvet'in ve hem de kitabın resulü kendi hevasından bir aktarım gerçekleştirmez. Aksi halde Allah'ın cezalandırması ile karşılaşır (Hakka-43, 44)Eğer birileri; Allah adına O'nun sözünden başka şeyleri insanlara söylüyorlarsa Allah'a karşı korkunç bir iftira etmiş ve büyük bir yalan uydurmuş olurlar.Yukarıdaki kitabın resullüğüne delil olarak aktardığımız âyetlerde de resullerin sadece Allah'ın ayetlerini insanlara okudukları anlatılmaktadır.( Kasas- 47; Tâhâ-134 )Özellikle Kasas- 47 de ifade edildiği gibi tüm resuller sadece Allah'ın âyetlerini okuyarak tebliğ etmekle mükelleftirler. İnsanlarda resullerin anlattıkları âyetlere tâbi olarak hakiki anlamda Müslüman olurlar.Çünkü insanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiyden sorumludurlar.(Zuhruf-43,44)Şimdi bu bağlamda "Resul'e itaat etme" ayetlerini nasıl anlamak gerekir."Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur...."( Nisa- 80)"De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinlerki Allah kâfirleri sevmez"( Âli İmran- 32)İkinci âyette "Allah'a ve Resul'e itaat ediniz" denilmiş ve "Eğer yüz çevirirseniz Allah kafirleri sevmez" denilerek vahyin kaynağına atıf yapılmıştırBu âyette "Allah'a itaat" "kitab-a itaat" ise, Resul'e itaat neye itaat olacaktır? CEVAPResul'e itaat etmek de Allah'a itaattir.Allah kendi sözlerini bizzat kitap yok iken, veya insanların büyük çoğunluğunun kitaba ulaşmaları mümkün değilken, vahyi yani Allah'ın emir ve yasaklarının ancak Resullerin kalplerine yani onların aracılığıyla haber aldıkları için yüce Allah, Resul'e itaat etmemizin kendisine itaat olduğunu bildirerek Resul'ün sözünü Allah'ın sözü olduğunu belirtmiştir. "Allah'a ve Resülüne itaat edin" de bulunan "ve" yani anlamına gelmektedir. "Onu Ruhu'l-Emin uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine inmiştir"(Şuara-193,194,195)"O (Kur'an), şüphesiz değerli bir Resulün sözüdür"(Tekvir-19) Bundan dolayı "Resul'e itaat" kesinlikle "Allah'a itaattir"Aslında Allah tarafından indirilen vahiy sözün gücüne dayanan bir özelliğe sahiptir yani vahiy kitap değil, hitaptır. Vahyin kendisine "kitap" demesi (Bakara-2) bağlam ve bütünlüğü, koruma altında bulunması, kendi içinde bulunan bir çözümü ve sistemi olduğundan dolayıdır.Yoksa Kur'an asla iki kapak arasında bulunan bir kitap değildir.İşte Kur'an'ın bildiğimiz anlamda bir kitap olmadığını gösteren âyetler."Bu Kur'an, kendilerine ilim (hikmet- tevhid) verilenlerin göğüslerinde yer alan apaçık âyetlerdir..."(Ankebut-49)"...İndimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"(Müminün-62)Halbuki yüce Allah'ın indinde iki kapak arasında maddi şeylere yazılmış bir kitap bulunmamaktadır."Hakikatte o (yalanladıkları) levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur'an'dır"(Buruc-21,22)Şimdi elimizde Allah'tan olduğuna inandığımız bir kitap var iken, artık "Resul'e itaat etme" ile ilgili âyetleri nasıl anlamak gerekir?Zaten elimizde kitap var, ayrıca Resul'e ne gerek var? gibi sorulara nasıl bir cevap vermek gerekir?Bir insanın Allah'a itaati, tabii ki Allah'ın kitabına yani sözlerine itaat demektir.O'nun sözleri; ya yazılı bir kitapta ya da Resullerin ( O'nun elçilerinin) dilinden ilahi sözler (âyetler)dir.Kitab-ı bilmeyenler kitab-ın resüllerinin vahiy'den aktardıklarına iman ederler.Çünkü bugün bile yani içinde bulunduğumuz teknoloji ve dijital çağda bile insanların büyük çoğunluğu Kur'an'ı kitaptan değil, kitab'ın elçilerinden dinleyerek ikna olur ve bu şekilde dinlerini öğrenirler. Dolayısıyla ister beşer resül'e itaat, ister kitab-a itaat olsun ikisi de sonuç olarak Allah'a itaat etmek sayılır. İnsanlar dini bir meselede kendi aralarında çelişkiye düştükleri zaman onun çözümünü mutlaka Allah'a ve onun Resul'üne götürmek zorundadır.Bu ilâhi bir emirdir.Eğer Allah'a gitmek kitab-a gitmek ise, resuller de kitabın âyetlerini okuyorsa ikisi de aynı şey değil mi?Burada çok önemli bir fark devreye giriyor. Ahlak ve karakteri, edep ve tavırları, konuşma ve mimik hareketleri bulunan canlı ve heyecanlı insan faktörü:Yani Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü, ilim ve hikmetini hayata aktaracak bir dile ve mücadeleye ihtiyaç vardır. Çünkü herkes vahyin bağlam ve bütünlüğünü vahyin sistemini, kendi içinde bulunan çözümünü kavrayamaz.Sadece son vahiy olan Kur'an değil, yüce Allah'ın elçilere göndermiş olduğu bütün vahiy'lerde sözün gücü geçerlidir.Kur'an dolusu binlerce kütüphane, bilgisayar, sadece Kur'an'dan konuşan, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen biri kadar etkili değillerdir.Satır ve yazı ölü, kitap yani metin cansız ve hareketsiz bir özelliğe sahiptir.Hiçbir zaman ölü olan yani yazı, yani kitap, onu dile getiren canlı, heyecanlı, dinamik, mucadele yüklü bir ruh, bir elçi, bir sözcü kadar etkili olmazlar. İşte bu yüzden Allah'ın Resulleri ile kitabın resulleri değerlidir.Sadece Kur'an'dan konuşan, sadece Kur'an'a dayanan ve sadece Kur'an'ı anlatan bir kişi güzel ahlak ve hitabetiyle dünya dolusu kitaptan daha etkilidir.Vahiy, onu dile getiren, onu açıklayan ve tebliğ edenlere ihtiyaç duyar kendi elçilerini de ortaya çıkarmaya çalışır. Yani vahyi anlatan, onun sözcülüğünü yapan, onun için mucadele eden elçiler olmadığı zaman, hakkın batıla karışması son derece kolaylaşır.İşte o zaman Kur'an'da bulunan kavramların içi boşaltılır, vahyin bağlam ve bütünlüğü bozulur, Kur'an'ın manası tahrif edilir. Bütün bunların önünde tek engel Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen, onun mücadelesini yapan ve sadece vahye tabi olan muvahhidler ile kitab-ın resülleridir.Kitab'a resüllük yapanlar sadece vahye tabi olurlar.Eğer sadece vahye tabi olmazlarsa uydurmacılar tarafından kitabın mealinde yapılacak ihanetleri keşfetme imkânına sahip olamazlar.Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul ederlerse, yüce Allah onları böyle değerli bir misyondan ve faziletli bir muvaffakiyetten mahrum edecektir.Daha önce ifade ettiğimiz gibi Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı Resullük görevi verilmeden Allah Nebi'lere muhakkak ilim ve hikmet vermiş yani onları Risâlete hazırlamıştır.Bu da bize şunu öğretir.İlimsiz ve hikmetsiz resul olmaz.İlim vahiy; hikmet ise vahyin bağlam ve bütünlüğü vahyin kendi içinde bulunan çözümü yani vahyin maksadı olmuş oluyor.İnsanlar neden Nebi ve Resul olan Muhammed (Aleyhisselam) a sorular sorarlardı da, sorularının cevaplarını indirilen vahiy'de aramazlardı.Veya neden hazır vahiy var iken, sorma ihtiyacı duyuyorlardı?Bir çok yerde geçen "sana soruyorlar" âyetlerini bir düşünelim.Peki, Allah'ın Resul'ü Muhammed (Aleyhisselam) onlara kendi akıl ve ictihadından cevap vermiş midir?Yoksa her seferinde indirilen vahiy'den mi cevap vermiştir. Onların sordukları bütün sorulara karşı, De ki: buyrularak Allah kendi emir ve yasaklarını insanlara Resul'ün dili ile aktarmıştır.İnsanlar tarafından gelen soruların hiçbir tanesine Resul kendi heva ve hevesinden cevap vermemiştir.İşte Resulullâh (a.s) ın indirilen vahiy ile verdiği cevaba itaat farzdır.Çünkü Resul olmadan vahiy, din, iman, İslam olmaz. Resul Allah tarafından indirilen vahiy dışında hiçbir şey söylemez."O (Resülün bildirdikleri kendine ) vahyedilenden başka bir şey değildir"(Necm-4)"...Resül size ne veriyorsa onu alın, size neyi yasaklıyorsa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah'ın azabı çetindir"(Haşr-7)"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."(Nisa-80)Dolayısıyla yüce Allah iki kapak arasında bir kitap indirmemiştir.Vahiy Resulullah'ın kalbine inmiştir. Kur'an'da bulunan bütün "kitap" kavramları "vahiy" anlamında kullanılmıştır.İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır. (Zuhruf-43,44)Fakat herkes her konuda ilgili âyetleri bilmeyebilir.Bundan daha doğal ve daha tabii bir şey yoktur.İnsanların farkına varmadıkları âyetlerle ilgili onların sorunlarını kim çözecek?Sorusunun cevabı kitapta var, fakat onlar bunu görmekten aciz ise, sorun kimin tarafından çözülmelidir?İşte tam bu noktada insan faktörü yani insan ile kitap arasında bulunan muhteşem fark ortaya çıkmaktadır. Kitap ile insanlar arasında aracılık yapıp hikmetten nasiplenmiş, kitabın elçileri sorunu çözecek merci olarak gösterilmiştir.Yani insanlar aralarındaki dini meselelerde öncelikle Allah'a dolayısıyla onun kitabına gitmek zorundadırlar.Eğer ihtilaf ettikleri meseleleri direk olarak kitap çözmez ise o zaman kitabın resüllerine giderek meselelerini çözerler.Çünkü kitap sözün gücüne sahip olduğu için içinde bulunan konular derli toplu değillerdir. O konuların bağlantıları kitabın içinde ufaklı çoklu olarak bir çok yere dağılmışlardır.Âyetlerin üzerinde tefekkür etmek, araştırmak, bulundukları yerden çıkarmak herkesin yapabileceği bir şey değildir.İşte bundan dolayı kitaba resul olanlar sadece vahye tâbi olacak, âyetlerin ince bağlantılarını bulacak, insanlara okuyacak ve indirilen mesajlarla onların sorunlarını çözeceklerdir."Onlar hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı""Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu resül'e veya aralarında bulunan emir sahibi kimselere götürmeleri, onların arasından (Kur'an'da )istinbat eden, onun içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz"( Nisa-82, 83)Bu âyette güven ve korkuya dair haber gelince meseleyi, kitab-a değil, resule ve emir sahiplerine götürmeleri istenmiştir.Şayet Nebi- Resül yoksa yani vahiy alan Resul yoksa, bu âyetteki resül'e götürmekten maksat ne olabilir?Çünkü Resül, kıyamet gününe kadar sürecek bir evrenselliğe sahip bulunuyor. Sorunlar kiyamet gününe kadar devam edecekse bu âyette sözü edilen sorunların çözümünü yapacak "resül" kimdir?Bu kitaba resüllük yapan ilim ve hikmetle donanmış isimsiz vahiy kahramanları ve işten anlayan söz sahibi kişiler (ulul emir) dir.Nübüvvet'e yani vahye bağlı Resul ile kitab-a bağlı Resul arasında bazı farklar bulunmaktadır.1-) Nübüvvet'e bağlı yani vahiy alan Resül "uyarıcı ve emin bir elçi" olduğunu ilan eder. Âyetler: "Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: Sorumluluk bilincine sahip olmaz mısınız? (Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir Resulüm" (Resul'ün emin)(Şuara-106,107)"Kardeşleri Hud onlara şöyle demişti: Sorumluluk bilincine sahip olmaz mısınız? (Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir Resulüm" (Resülün emin)( Şuara- 124-125)"Kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: Sorumluluk bilincine sahip olmaz mısınız? (Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?) Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir Resulüm" (Resülün emin) (Şuara- 142, 143)"Andolsun, biz Nuh'u kavmine Resül olarak gönderdik. Onlara: Ben (dedi) sizin için apaçık bir uyarıcıyım" (nezirun mübin) (Hud- 25)(Ey Resül! ) De ki: Ey insanlar! Ben ancak sizin için apaçık bir uyarıcıyım" (nezirun mübin) (Hac-49) Hac süresi 47. âyete baktığımızda yukarıdaki âyetin son vahyin temsilcisi olan Muhammed (Aleyhisselam'ın) bağlamında kullanıldığını açık olarak görüyoruz""Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında delilik yoktur. O, ancak apaçık bir uyarıcıdır" (nezirun mübin) Fakat Nübüvvet'e bağlı olmayan yeni vahiy almayan kitab-a bağlı resüller kendilerinin "Resul" ve "emin" bir uyarıcı olduklarını söyleyemezler. Kitab-a bağlı olan resüller sadece yüce Allah tarafından gönderilen vahyi insanlara ulaştırma görevi üstlenirler. Yani sadece ve sadece kitabın sözcülüğünü yaparlar. Kitab-a bağlı resullerin kendilerini "Allah'ın emin bir Resulü ilan etmeleri" hem riyakarlık, hem yalan, hem Allah'a iftira ve hem de küfür olacaktır. Çünkü vahyin bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan sistemini yani hikmetini, kendisine vahiy indirilen nebi resul gibi bilemezler.Kitab-a bağlı resüller, güzel ahlak ve örneklik bakımından Nübüvvet'e bağlı Resul gibi olamayacaklarından dolayı emin olduklarını da iddia edemezler. Kitab-a bağlı reseller, emin olduklarını iddia etmeden, güzel ahlak ve sağlam bir karaktere sahip olduklarını örnek yaşantılarıyla göstereceklerdir.Onların emin, güzel ahlak ve takva sahibi olup olmadıkları ahirette Allah tarafından ortaya çıkarılacaktır. 2-) Nübüvvet'e bağlı Reseller Allah tarafından koruma altına alınmışlardır:Nübüvvete bağlı Resuller yani Allah'tan vahiy alan Resuller ilahi koruma altındayken, kitab-a bağlı yani vahiy almadan sadece kitabı tebliğ eden resuller koruma altında değillerdir."Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. "Vallâhu ye'simuke minennési" Doğrusu Allah kafirleri topluluğunu (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete erdirmez"(Mâide-67) Mesela: İsa (Aleyhisselam) vahiy alan Nebi-Resul olduğu için onu öldüremediler. "Ve "Allah Resulü Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri yüzünden (onları lanetledik) Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar..."(Nisa-157)"Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamet gününe kadar kâfirlerden üstün kılacağım"(Âli İmran-55) Fakat kitab-a bağlı olan resüller koruma altında olmadıkları için zaman zaman muhatap kitle tarafından öldürmüşlerdir. "Andolsun biz Musa'ya kitab'ı verdik. Ondan sonra ardarda resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da deliler verdik. Ve onu, Ruhu'l Kudüs ile destekledik. Ama ne zaman size bir resul nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey (vahyin tek kaynak olduğunu) getirdiyse büyüklük taslayarak kimini yalanladınız kiminizi de öldürdüğünüz doğru değil mi!" (Bakara- 87) Yukarıdaki âyette bulunan "Andolsun biz Musa'ya kitab-ı verdik. Ondan sonra ardarda resüller gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da deliller verdik..." bölümü önemlidir. Çünkü bizim Kur'an'dan bildiğimiz kadarıyla Musa ile İsa (aleyhimusselâm) arasında vahye bağlı Resul olmamıştır. Fakat gerçekte onlarca kitab-a bağlı resüller gelip geçmiştir. Bununla ilgili âyetler çoktur. Yani Nübüvvet'e bağlı Risaletten sonra kitab-a bağlı risaletin devam ettiğini gösteren birçok ayet mevcuttur."Kitab-a bağlı resüller koruma altında değilerdir" demiştik"Andolsun ki İsrailoğullarından sağlam söz aldık ve onlara resüller gönderdik. Ne zaman bir resül onlara nefislerinin arzu etmediğini (vahyin dinde tek kaynak olduğunu) getirdiyse bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler. Yukarıdaki âyetten İsrailoğullarının Kitab-a bağlı yani sadece vahyi tebliğ eden bir çok resulü öldürdükleri belli oluyor.3-) Nübüvvet'e bağlı olan Resuller haram kılar.Fakat kitab-a bağlı olan Resuller haram kılamazlar. Çünkü Allah'tan indirilen vahiy sayesinde din, Nübüvvet'e bağlı olan Resul döneminde tamamlanmıştır. Artık kim olursa olsun helal ve haram kılma yetkisine sahip değildir.Helal ve haram olan şeyler Allah tarafından, vahiy'le Nübüvvet'e bağlı olan Resul aracılığıyla insanlara bildirilir. Aslında Allah'tan başka hiç kimse haram ve helal kılamaz.(Âraf-32; Nahl-116)Fakat vahiy Nebi olan Resul'ün kalbine indiği ve görünürde bir kitap olmadığı için ona da haram ve helal kılma izafe edilmiştir. "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Nebi'ye, o ümmi Resül'e tâbi olanlar var ya, işte o Resul (kendisine indirilene vahiy'le) onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, habis olan şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Resül'e iman edip, ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nur'a (Kur'an'a) tâbi olanlar var ya, işte kurtuluşa erenler bunlardır"(Âraf-157) 4-) Nübüvvet'e bağlı Resüllerin hanımları ile evlenmek haramdır. "Ey iman edenler! Siz bir yemeğe çağrılmadıkça zamanını gözetmeksizin Nebi'nin evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten utanmaktadır. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez. Nebi'nin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasında isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah'ın Resulü'nü üzmeniz ve (Nebi'den) sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz değildir. Çünkü bu Allah katında büyük bir günahtır"(Ahzab- 53)Fakat kitaba bağlı resüllerin hanımları ile evlenmenin bir sakıncası yoktur. Çünkü kitaba bağlı resüllerin kimler olduklarını sadece Allah bilir. Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilme, hikmetini anlama, güzel ahlak ve örneklik bakımından kimin ne olduğu Allah'ın ilminde olduğu için, kitaba bağlı olan kişilerin kendilerini resül ilan ve yanlarında bulunan kişilerin onları resül olarak kabul etmeleri küfürdür.Gaybı sadece Allah bilir.5-) Nübüvvet'e bağlı Resüller masumdur. Faruk kitab-a bağlı resüller masum değildir.(Ey Resül! ) Biz, senden önce hiçbir Resül ve Nebi göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun deliğine illede (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şey iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir"( Hac- 52)Nebi olan Resül Allah tarafından aldığı vahyi insanlara sağlam olarak ulaştırması gerektiğinden dolayı vahyi tebliğ etmede hata etmesi mümkün değildir. Çünkü vahiy onun dilinde hayat bulur. Nebi olan Resül yani Nübüvvet'e bağlı Resül olmadan vahiy, din, iman, İslam diye bir şey olmaz. Fakat kitab-a bağlı resüller zaten Allah tarafından tamamlanmış olan kitab-ı aktarmak, sadece onu tebliğ etmekle görevlidirler. Bu görevlendirme Nübüvvet'e bağlı resüller gibi direkt olarak değil, dolaylı yoldan, kişinin sağlam karakter ve güzel ahlakı ile ilgili bir durumdur.6-) Nübüvvet'e bağlı Resüllere karşı gelmenin yani onlara isyan etmenin karşılığı cehennemdir.Fakat kitab'a bağlı resullere karşı gelmek azap sebebi değildir. Çünkü kitab'a bağlı resüllerin Allah tarafından düzeltime imkanları bulunmamaktadır. Dolayısıyla yüzde yüz vahye uyup uymadıkları yani vahye sadık olup olmadıkları tam olarak bilinmediğinden onlara mutlak itaat olmaz. Nübüvvet'e bağlı Resül vahyin ikinci kaynağı iken, kitab'a bağlı resüller vahyin kaynağı değillerdir.Kitab'a bağlı elçiliğin mükafatı yüce Allah indinde büyük olmakla birlikte aslında basit bir görevdir. Kitab'a bağlı risâlet, din ve hüküm olarak vahiy'den başka hiçbir kaynak kabul etmeme, sadece kitab'ı okuma, yalnız onu duyurma, sadece vahyi tebliğ etme, Allah'tan indirileni koruma ve onun mücadelesini yapma anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Nübüvvet'e bağlı Resüllere saygısızlık yapılamaz."Yine onlardan: O (Nebi, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek Nebi'yi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulaklıdır. Çünkü o Allah'a emanet eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah'ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"( Tevbe- 61) "Allah melekleri Nebi'ye salat ederler (yardım eder ve destek olurlar) Ey iman edenler! Siz de ona salat edin( yardım eden ve destek olun) (Fakat tam olarak sadece )Allah'a teslim olun. Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"(Ahzab-56,57)Âyetler iyice incelendiğinde Nübüvvet'e bağlı olan Resul'ün Nebi'lik vasfına özellikle dikkat çekilir ki, Nübüvvet'e bağlı Resul ile âyetlere bağlı Resülün arasındaki fark belli olsun. 7-) Nübüvvet'e bağlı Resüller haricinde hiç kimseye mutlak itaat yoktur. Kur'an'a göre sadece vahyin iki kaynağına yani Allah'a ve Resulüne mutlak itaat vardır.Rahman ve Rahim olan Allah ve Nübüvvet'e bağlı Resül haricinde dinde hiç kimseye kayıtsız şartsız itaat edilemez. Dolayısıyla kitab'a bağlı olan resüllere itaat olmaz. Çünkü kitab'a bağlı resüller vahyin kaynağı değillerdir.Hatta kitab'a bağlı resellere yani görevi sadece âyetleri tebliğ etmek ve duyurmak olan resüllere ittiba da edilmez. Okudukları Kur'an dinlenir, tebliğ ettikleri vahye kulak verilir fakat ittiba ve itaat sadece Kur'an'a olacaktır. En doğrusunu Allah bilir. Şu âyetler buna delildir. Birinci âyet: "Eğer biz bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azap ile helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ey Rabb'imiz! Ne olurdu bize bir Resül gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ÂYETLERİNE UYSAYDIK"(Tâhâ- 134)İkinci âyet: "Rabbin, kendilerine AYETLERİMİZİ OKUYAN bir Resulü memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak etmişizdir"(Kasas-59)Üçüncü âyet: "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir Resul gönderseydin de ÂYETLERİNE UYSAK ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (Resul göndermezdik)"(Kasas-47)Birinci âyette bulunan "...Ey Rabbimiz! Ne olurdu, bize bir resul gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ÂYETLERİNE UYSAYDIK"(Tâhâ-134)İkinci âyette bulunan, "...Rabbin, kendilerine AYETLERİMİZİ OKUYAN bir resulü memleketlerin merkezine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir"(Kasas-59)Üçüncü âyette bulunan, "...Rabbimiz! Ne olurdu bize bir resül gönderseydin de, AYETLERİNE UYSAK..."(Kasas-47) Cümlelerinde bulunan "resül" kavramının marife değil de, nekre olarak gelmesi, söz konusu elçilerin vahye bağlı değil, kitab'a bağlı yani âyetleri tebliğ eden resüller olduklarını anlıyoruz. Kur'an'a göre sadece vahyin iki kaynağına yani Allah ve Resulüne itaat vardır. Allah ve Nübüvvet'e bağlı Resul haricinde hiç kimseye mutlak anlamda itaat olmaz. Vahyin ikinci kaynağı olan Resul vefat ettikten sonra sadece kitap Resul'e itaat edilir.İşte bundan dolayı Kur'an'a baktığımızda itaat kavramının "Resuller" bağlamında değil, sadece "Nübüvvet'e bağlı Resül" bağlamında kullandığını görüyoruz. Gerçekten çok ilginç, "ittiba,tilâvet, inzar (uyarma)" tebliğ" gibi kavramlar çoğul olarak "Resuller" bağlamında kullanıldığı halde, itaat kavramı tekil ve kimliği belli olan Nebi olan Resul bağlamında kullanılmıştır. "Nübüvvet'e bağlı Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir" (Nisa- 80)
2 Ekim 2021 Cumartesi
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(18.YAZI) 80-) (Yahudiler) Sayılı bir kaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki: Siz Allah indinden bir ahid mi aldınız- ki Allah vâdinde hilâf yapmaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?(Bakara süresinin bir çok âyetinde Yahudilerin bir nur ve hidayet olan Tevrat'ı bir kenara atarak, uydurdukları rivayetlere cevap verilmektedir. Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayetleri de aynen Yahudilerin rivayetlerine benzemektedir.Dolayısıyla yüce Allah'ın onlarca âyetle Yahudilerin uydurma rivayetlerine cevap vermesi, Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayetlerine de bir cevap teşkil ediyor.Aralarında hiçbir farkı yoktur. Yani Kur'an penceresinden bakıldığında Yahudi, Hıristiyan, Şii ve Sünni din adamları, Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söylüyorlar, Allah ve Resüllerine iftira ediyorlar.Çünkü yüce Allah, emir ve yasaklarını sadece elçilere gönderdiği vahiy'le bildirir.Allah'tan indirilen vahiy dışında din, iman, İslam, ihlas, takva diye bir şey olmaz.Din olarak vahiy dışında kalan her şey yalandır) 81-) Bilakis! Kim bir kötülük (seyyieten) eder de hataları çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte o kimseler ateş ashabıdırlar. Onlar orada kalıcıdırlar.(Âyette geçen "seyyieten" (kötülük) şirktir. İnsanı çepeçevre kuşatan, akıl ve iradesini mahkum eden en büyük günah şirktir.Aslında insanı ateşe sürükleyen de şirk zulmünden başka bir şey değildir. Şirkten kurtulmak kolay bir şey değildir.Çünkü hiç kimse inancının yanlış olduğunu kabul etmez. Herkes başkasını sapkın olmakla suçlar) 82-) İman edip salih amellerde bulunanlara gelince, onlar cennet ashabıdır. Onlar orada kalıcıdırlar. HASENÂT" İLE "SÂLİHÂT" ARASINDA BULUNAN FARKLAR:Şia ve Ehl'i Sünnet muhaddis ve müctehidleri rivayet ve icihadları ile Kur'an'da var olan bir çok kavramın anlamını tahrif etmişlerdir. "Nebi, Resul, ihlas, tekzib, ümmet, millet, cehalet, küfür, İslam kavramları örnek olarak gösterilebilir. Kur’an’da aşağı yukarı 1700 kadar kavram bulunur. “hasenat” ve “salihât” da, Kur'an'da bir çok yerde yer alan önemli iki kavramdır. "Hasenât" ile "Sâlihât" arasında önemli farklar vardır. Arapça'da "Hasenât" 'hasen' in "güzel'in çoğuludur. Yani "güzellikler" demektir. "Hasenât"ın zıttı "seyyiât’tır. Arapça'da "Seyyiât" 'seyyi'inin "kötü" nün çoğuludur. Yani “kötülükler” ve "çirkinlikler" demektir.Kur'an'da geçen "sâlihât" sözcüğü “sâlih ameller, dışa doğru yani başkalarına karşı yapılacak ıslah edici iyilikler, güzellikler” demektir. "Sâlihât" kavramının türetildiği "sulh" kökü, “başkaları arasında güven ve barışa yönelik hayırlı ve ıslah edici işler yapmak” anlamlarına gelmektedir. "Sâlihat" insanın kendi dışında kalan canlı ve cansız varlıklara yönelik bir iyilik ve barış hareketini yani bir iyileştirme faaliyetini ifade etmektedir. "Islâh, “düzeltme, iyileştirme, imar etme, onarma, güzelleştirme” demektir. Bu da insanın kendi dışında kalan varlıklara yaptığı iyilikler ve hayırlı hizmetler anlamına geliyor. "Sâlih amel" (el-‘amelu’s-sâlih) olarak Kur’an’da altı yerde tek başına, elli altı âyette ise iman ile birlikte geçer "Hasenât" kavramı ise, sonuçları itibariyle "kişinin kendisine yönelik olarak yaptığı güzellikler" demektir. "Sâlihât" başkalarını da kuşatan ıslah ve imar hareketi olurken, "hasenât" ise, sonucu sadece onu işleyene dönük iyiliklerdir. "Sâlihât" şahsıyla birlikte başkalarını da iyi etmek için çalışmak, "hasenât" ise "insanın kendisini imar etmesi, iyileştirmesi ve güzelleştirmesi" anlamına gelmektedir. "Sâlihât, göklerde ve yerde olan bütün yaratılmışlar için bir ıslah etme faaliyetidir. Islah çalışması, insanın kendisine iyilik talebinden daha öncelikli bir değere sahiptir. Bundan dolayı "hasenât'a "on sevap" verilirken, (En'am-160) "salihât'a "sınırsız bir sevap" öngörülmüştür. (Tin-6) Çünkü "ıslah" çalışması evrensel, hak talebi ise tarihsel ve bireysel bir özelliğe sahiptir. "Sâlihât’ı hasenât’tan ayıran en önemli özellik, insanın kendi ölümünden sonra “geriye neyin kalacağı” sorusudur. Kur’an’da insanın kendi ölümünden sonra geriye "hasenât"ının kalacağını söyleyen bir âyete rastlanmaz. Fakat geriye "sâlihât"ının kalacağını söyleyen âyetler mevcuttur. “Mal ve çocuklar dünya hayatının geçici süsüdürler. Baki kalacak olan "sâlihât, Rabbinin katında sevapça ve umutlanma açısından daha hayırlıdır” (Kehf-46).“Baki kalacak olan "sâlihât"tır. Bu, Rabbinin katında sevapça daha hayırlı ve kazanç bakımından daha üstündür.” (Meryem- 76)Dolayısıyla insanın "hasenât"tan daha önemli olan "salihât'a yönelmesi yani sadece kendini değil, tüm varlıkların güzelliği için çalışması Allah'ın indinde en makbul olan bir ameldir. Onlarca âyette "Hasenât"ın değil de, "sâlihât"ın iman ile birlikte geçmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Sanki "sâlihât" olmadan, sadece "hasenât" ile imanın sahih olmayacağı vurgulanıyor. Yani insan Allah katında iyi ve hayırlı bir kul olmak istiyorsa "hasenât" tan daha fazla "sâlihât" yapmaya öncelik vermelidir. "Sâlihât" yani "ameli sâlih"ten neyi anlamalıyız? Toplumu taklit ve cehalete sürükleyen, toplumu fakir kılan, ümmeti huzursuz eden, güvenliğini tehdit eden, ahlaki erozyona sürükleyen her türlü batıl inanç ve fikirlere karşı mücadele etme önemi bir "salihat"tır. İşsizliği azaltmak için yatırım yapma, açları doyurma, çıplağı giydirme, borç içinde olanlara infak yapma, hasta ve zor durumda olanlara yardımcı olma, meşru olan hizmet kurumlarına destek çıkma, hastalıklarla mücadele için uzman yetiştirme, sağlık merkezleri kurma, aşı ve ilaç geliştirme, hayatı kolaylaştırma, sanayileşme ve insanlığa faydalı ürünler üretme için bilim ve teknoloji geliştirme, ekolojik dengeyi korumak için çaba gösterme, geri dönüşüm tesisleri kurup tasarrufa katkıda bulunma, israfı önleme, suç unsurları ile mücadele etme, aklaki çürüme ile mücadele etme, kamuya ait yer ve mekanları temiz tutma, çevreyi ve doğal dengeyi koruma, insanların akletme ve sağlıklı düşünme becerilerini işletmesine katkıda bulunma, adaletle hükmetme, istişare ile hareket ederek şeffaf ve dürüst bir yönetim anlayışı ile hareket etme, çocukları sağlıklı bir şekilde yetiştirip terbiye etme, aile kurumunu ve gençliği kurtarıcı etkinlikler yapma , eğitim kurumları açmak, toplumun sorunlarının çözümü için Allah tarafından indirilen vahye uygun projeler geliştirme birer "sâlihât" tır.Şia ve Ehl'i Sünnet âlimleri "sâlihât" ve "hasenât" ın anlamını bilmediklerinden dolayı bir kaç vakıf haricinde dinlerini "hasenât"ın üzerine bina ederek, "sâlihât"ı terk etmişlerdir. Halbuki ahirette insan" hasenât" için değil, "salihât" yapmadığı için pişmanlık duyacaktır."O günahkarların, Rableri indinde başlarını öne eğecekleri," Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi (dünyaya) döndür de salih ameller yapalım, artık kesin olarak yakin getirdik diyecekleri zamanı bir görsen!"(Secde-12) "Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, önce yaptığımızın yerine salih ameller yapalım! diye feryat ederler..."(Fatır- 37)"Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip salihlerden olsam! demesinden önce size verdiğimiz rızıktan İnfak edin"(Munafikun-10)"Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: Rabbim! der, beni geri döndür. Ta ki boşa geçirdiğim dünyada salih amel yapayım..." (Müminun- 99, 100)Sonuç olarak "sâlihât" yapma, bir mü'minin en vazgeçilmez ahlakı olmalıdır.
1 Ekim 2021 Cuma
KURAN'I MÜBİN'İN MEÂLİ(17.YAZI) 72-) Hani siz bir nefis öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle çekişiyordunuz. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. 73-) "Onun bir kısmı ile ona vurun" dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye âyetlerini size gösterir.(Ashab-ı Kehf (Kehf-21) İsa (a.s) ın doğumu...(Zuhruf-61), Bakara- 259. âyette anlatılan kısa ve bu âyetlerde bulunan Bakara (sığır) boğazlama olayı, kadim tarihte yeniden dirilişin mümkün olduğunu insanlara göstermesi açısından yüce Allah'ın yasasıyla gerçekleşen olağanüstü hadiselerdir. Kur'an indikten sonra akıl ve ilim çağı başladığı için artık bu olağanüstü deliller akli ve ilmi verilere yerini bırakmıştır.(Rum-50; Meryem- 67-68; Yasin- 78 79 80) 74-) Bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da şiddetli bir şekilde katılaştı. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, içlerinden nehirler kaynar. Öylesi var ki, çatlar da ondan su çıkar. Taşlardan bir kısmı da Allah haşyetiyle (sünnetullah gereği) yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.75-) Şimdi (ey müminler!) onların size iman edeceklerini mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir fırka, Allah'ın kelamını işittiler de akılları erdikten sonra, bile bile onu onu tahrif ederler.Şii ve Sünni din adamları, Yahudi ve Hristiyan din adamlarını takip ederek, başta Nebi ve Resül olmak üzere, İslam, din, iman, ihlas, takva, ümmet, millet, beyan, ruh, ruhu'l emin, ruhul kudüs, salat, zekat, sadece, miskin, fakir gibi yüzlerce Kur'an kavramını tahrif etmişlerdir. (Âyetin başında bulunan "Şimdi (ey müminler!) onların size iman edeceklerini mi umuyorsunuz? sorusu, müminlerin onlara okudukları Kur'an'la ilgilidir. Yoksa Kur'an haricinde hiç kimsenin başkasına iman etme zorunluluğu yoktur) 76-) Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında" iman ettik" derler. Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, Allah'ın size açtıklarını Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz; aklınızı kullanmaz mısınız? derler. (Âyette bulunan "Rabbiniz katında" ibaresi, "Allah'ın kitabında" anlamına gelmektedir.Çünkü birçok konuda Tevrat ile Kur'an'ın birbiriyle örtüştüğünü ve aynı kaynaktan geldiğini bilen müminlerle Medineli Yahudiler arasında bu gibi konuşmalar oluyordu. Yani Muhammed (a.s) ın Allah'ın Resulü olduğu, karakter ve güzel ahlak bakımından İsrailoğullarının Nebi ve Resüllerine benzediği, Kur'an'ın Allah'tan geldiği üzerinde kafa yoruyorlardı.İleri gelen Yahudi din adamları bunun önüne geçmek için ümmi olan Yahudileri bu gibi şeyleri söylemekten men ettiler. "... Öz çocuklarını tanır gibi onu tanırlar âyeti de (Bakara-146) bu gerçeği dile getirmektedir) 77-) Önlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir.78-) İçlerinden bir takım ümmiler vardır ki, kitab-ı (vahyi) bilmezler. Bütün bildikleri şeyler kuruntudan ibarettir ve onlar sadece zanda bulunuyorlar.Bu âyetteki zann ifadesi olumsuz anlamda kullanılmıştır yani algı demektir. Hangi dinden olursa olsun insanların büyük çoğunluğu yukarıdaki âyetin kapsamına girerler.Bunlar Allah yolundan engellenmiş, Resul'ün tevhid daveti onlara ulaşmamıştır.Hiç bir cemaat ve tarikata bağlı olmayan bu ümmi insanlar, güzel ahlak, adalet, merhamet ve infaktan sorguya çekileceklerdir.Esas tehlike insanları yalanlarla Allah'ın hidayet yolundan engelleyen din adamı kılığındaki ahlaksız müşriklerdir. Bunlarla ilgili yüce Allah şöyle buyuruyor. 79-) Elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir para (semenen) karşılığında satmak için" Bu Allah katındandır" diyenlere veyl olsun!Elleriyle yazdıklarından ötürü onlaraveyl olsun. Ve kazandıkları şeylerden dolayı da onlara veyl olsun. ("Veyl, "yuh olsun, yazıklar olsun" gibi anlamlara gelmektedir. "Veyl" sözcüğünde hakkedenlere karşı büyük bir öfke, kınama ve azap mevcuttur. Aslında elleriyle kitap yazanlar, "Bu Allah katındandır" demiyorlar.Fakat onlara iman edenler yani akıl ve iradelerini onlara teslim edenler, insanlar arasında öyle bir inanç ve algı oluştuyorlar ki, bu kitapları alıp okuyanlar, zamanla bunları din ve iman olarak görüyor ve Allah katından gelmiş bir din gibi yaşayarak hayata hakim kılıyorlar.Fakat SaidNursi, Celaleddin-i Rumi, Muhyiddin-i Arabi gibi kimseler, yazdıklarını Allah'ın iradesiyle olduğunu ve kitaplarının Allah tarafından kendilerine yazıldığını iddia etmişlerdir)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)