21 Aralık 2021 Salı
NAMAZ, ABDEST ve ALLAH'A GİDEN YOL: Hadis rivayetlerinin çoğunun Kur'an'a aykırı olması, Nebi döneminden sonra vahiy eğitiminin değil, aynen şimdiki gibi kulaktan duyma bilgilerin revaçta olduğunu göstermektedir. Nebi ve Resülün arasında bulunan farkların bilinmemesinden doğan bir cehaletle hadisleri dinde tek kaynak kabul eden bir ümmet, zamanla âyetleri bağlam ve bütünlüğünden kopararak kendi inanç ve anlayışına göre yorumlamaları kaçınılmaz olmuştur. Yüce Allah'ın vahiy ve tevhid yani İslam nimeti hadis küfrüne dönüşmüştür. (İbrahim-28)Nebi (a.s) vefat ettikten sonra o çağların ümmeterine dikkat ederseniz; büyük çoğunluğunun Kur'an'ı dokunulmaz bir kutsal olarak benimsediklerini görürsünüz.Uydurulan hadislerden de Allah'ın mesajından habersiz olduklarını da hemen anlarsınız. Şia ve Ehl-i Sünnet dininin günümüzde yaşayan din adamlarını düşünün. Birde bin üç yüz yıl önceki kitaptan yani her türlü eğitimden mahrum olan ümmeti bir düşünün. Günümüzdeki proflara bile hakkı kabul ettiremezken, varın o zamanki cehaleti hayal edin. Üstelik şartlar bugünün dünyasından çok daha zor ve çetindi. Kavga ve savaşlar, geçim sıkıntısı ve açlık her tarafta kol geziyordu.Sadece Kerbela ve Harre katliamını veya Mekke baskınını düşünün. İşte bu zor şartlar altında, tüm ümmetlerde yaşanılan inanç, gelenek ve uygulamalar hadis adı altında Allah'ın dini olarak intikal etti. Saf insanların önüne konan kavramlardan bir tanesi de “salât-ı ikâme" idi.Şunu gönül rahatlığı ile yani tereddüt etmeden söyleyebilirim. Şia ve Ehl-i Sünnet'in din adamları Kur'an'da var olan bin altı yüz küsür kavramın hepsini tahrif ederek anlamını buharlaştırdılar. Düşünebiliyor musunuz, kavramın hangi anlama geldiğini Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde yani hikmetinde yer almasına rağmen tahrif ettiler. O halde "salât" kavramını niye doğru olarak taşısınlar ve doğru olarak yaşasınlar? Ümmetlerin içinden çıkan müctehid ve müfessirler yani âlimler, Kur'an'ın hikmetine vakıf olmadıkları için kavramların tümünü kendi inanç ve kültürlerine göre yorumladılar ve o şekilde hayata taşıdılar. İşte “salât” kavramını da, eski inanç ve geleneklerin uygulamalarına göre yepyeni bir anlam kazandırıp halka bu şekilde yansıttılar. Tabi ki bunu düşmanca bir tavır yani bilinçli olarak yaptıklarını iddia etmiyoruz. Yüce Allah şöyle buyuruyor. "Biz, Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik" (Tâhâ- 2)Yüce Allah'ın emir ve yasakları insana ağırlık vermek için değil, aksine onun yükünü almak ve bir öğüt olarak indirmiştir. Gelelim Abdest Olayına Yüce Allah'ın bütün “salât” kavramları için “temizlenmeyi yani yüz ve ellerin yıkanmasını, baş ve ayakların meshedilmesini” tavsiye etmemiştir. Çünkü âyetlerde geçen salât kavramlarının çoğunda temizlik yapmanın bir anlamı bulunmamaktadır. Mesela: “Allah ve melekler Nebi'ye Salât eder” (Ahzab-56) âyetinde Allah ve melekleri temizlik yapmaz. “Göklerde olanlar ve kuşlar salât'ını bilmiştir!” (Nur-41) derken, kuşların temizlik yapmalarını düşünmek gülünç olacaktır. Nebi(a.s) a “onlara salât et yani destek ol. Şüphesiz senin salât'ın onlar için bir sekinedir yani iman üzerinde sebat etmelerine sebep olur" (Tevbe-103) buyururken temizlik yapması istenmemiştir. Eğer öyle olsaydı âyet “Abdest al ve destek ver!” ya da “salât etmeden önce temizlik yap!” derdi. Dolayısıyla sabah-akşam müminlerin yapacakları kendilerine ait olan salâtları için de özel temizlik yapmaları gerekli değildir. (Nur-58) Zira âyette “salâtlar” çoğul anlamına gelen “salâvat” değil, tek “salât” der. Yani bireysel Kur'an çalışması kasdedilir. Demek ki temizlik, her salât için gerekli değildir. Mâide süresi 6. âyetinin gelişinden görüldüğü gibi, “Es-Salât” mârifeli “o herkes tarafından bilinen salât” anlamına gelmektedir. İşte farklı durumlardan, o andaki işlerden ve değişik yerlerden kalkıp salât’a gelen müslümanların (zihinsel ve bedensel bir arınma) yapmaları istenmiştir. Ama bu temizlik, bireysel salâtlar için değildir. Salât için temizlik olayı, toplumun rahatsız edilmemesiyle ilgili bir durumdur.Bu da “cuma yani genel bir istişâre, toplantı ve bir sorunu görüşme amacıyla yapılan salât'la ilgili olduğunu gösteriyor. Zaten nüzül sırasına baktığımızda içinde salât bulunan âyet, cuma süresinden sonra Mâide 6. âyetinde gelmektedir. Bu iki âyeti bir arada değerlendirirsek, temizlik âyetinin yani Mâide 6.âyetinin Cuma 9. âyetin bağlamında indirildiğini görebiliriz. Bu da Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne uygun, hedefini bulan, hikmete aykırı olmayan bir okuma olur. Bu salât'ları en güzel şekilde birbirinden ayıran burhan, Bakara 238. âyettir: “Salâvatları ve en faydalı salâtı (cuma) elbirliği ile muhafaza edin!” der. Gördüğünüz gibi salâtlar ve en hayırlı salât diye ikiye ayrılmıştır. Mealler çoğunlukla hayırlı, faydalı anlamındaki “vusta” sözcüğüne “orta” anlamı veriyorlar. Bu âyetteki "vusta" "orta" sözcüğü, Araplara göre “en mükemmel iş yapan yer” anlamındadır. “en” takısı, harfi tarif olan vusta’nın önüne “el” takısı gelmesinden dolayıdır. Vusta’nın tarifine örnek verecek olursak; Araplar atın, devenin ortasına en yararlı iş yapan yerine derler. Beline oturulduğu hayırlı, faydalı yeri anlamındadır. Âli İmran 110. âyette: “Siz insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz!” deyip orjinalinde “hayra” (hayırlı) geçerken, aynı cümle bakara 143.âyetinde: “İşte böylece sizi “Hayırlı-faydalı” bir ümmet kıldık! ..” derken de “vusta” kelimesi “dengeli, ideal, itidallı, hayırlı” anlamında kullanılmıştır. Kur'an'da Cuma 9. âyetinde de: “Bilirseniz bu, sizin için hayırlı’dır!” buyrulmaktadır. Dolayısıyla Bakara-238. âyette bulunan “vusta” kelimesi, herhangi bir sorun ve genel bir durum için toplanılan cuma salât-ı içindir. Nida (çağrı) temizlik, vakit ve orta- hayırlı salât; sadece ve sadece cuma (toplanma) salât-ı (Allah'ın zikri olan Kur'an) içindir! Mekke'de nazil olan Hud-114 ve İsra-78. âyetlerinin içinde bulunan salât emri Nebi (a.s) a özel olarak inmişlerdir. Çünkü iman edenlerin Mekke'de bir araya gelip cemaatle salât etmeleri mümkün değildi. Yani âyetlerin cuma (toplanma) ve Mâide 6. âyet ile de hiç bir ilişkisi yoktur. ”Ve gündüzün iki tarafında (sabah-akşam) yani gecenin gündüze yakın saatlerinde salât-ı ikâme et!..”(Hud-114)”(Ey Nebi!) Güneşin batmasından- kaybolmasından gecenin kararmasına (akşamdan yatsıya) kadar salât-ı ikâme et birde fecir Kur'an'ını (ikâme et). Çünkü fecir Kur'an'ı (şahitlik gibi) zihinde kalıcıdır.”)Burdan anlaşılıyor ki, yüce Allah, vahiy ehl-i muvahhidleri, yapacakları salât için (yani ferdi Kur'an araştırmsı ve hikmeti için) sakin ve dingin olan sabah ve akşam vakitlerini tercih etmelerini öneriyor.Bu bireysel salâtlar, kişiye özel olduğundan cuma (toplantı) salâtından ayrılıyorlar. Böylece zihinsel ve bedensel temizlik âyeti cemaat salat-ı ayeti ile uyum arz edip, sadece bir araya gelme veya müminlerin sağlıklı diyaloğu için “aklın şirkten arınmış ve bedenin temiz-bakımlı” olarak gidilmesi için öğütlenmektedir. Kur'an cahili teslimiyetçi akıl, her yerde Kur'an'ın hikmetine göre değil, hadislerin ve ictihadların kabul edilegelmiş inancına göre işlemektedir. Hareket noktası ataların batıl dini olunca, o zamanın karanlık yargıları da böylece Kur'an’ın önüne geçmektedir.Maalesef kadim İran tipi bir inanç Şii ve Sünni dünyayı esir almış durumdadır. Bilinmelidir ki, Kur'an'ın kavramları, onun dışındaki hiçbir eser ve kaynaktan açıklanamaz. Kur'an ancak kendi içindeki bağlam ve bütünlüğü ile yani hikmetle açıklanabilir. Kavramı Kur'an'dan çalıp, içini kendi batıl inanç ve hurafelerle doldurdukları için bir çok absürt tutarsızlıklar ve ahmaklıklar baş gösteriyor. Yüce Allah'ın evrensel rahmet ve eşitlik dini, ilkel, mağara adamlarının dini haline geliyor. Tüm insanlara gelen din, bir çadır aşiretinin dini olarak hayata hakim oluyor. "Namazın vakitleri, ruküda nasıl durulacak, harfler nasıl teleffuz edilecek, iki ayağın arası kaç santim olacak, eller nasıl bağlanacak, secdeye giderken ilk önce eller mi, dizler mi yere konacak, kıyamda eller nerede bağlanacak, eller bağlanacak mı, bağlanmayacak mı, tahiyatta ayaklar dik tutulacak, kıyamda iken secde edilen yere bakılacak, saflar böyle olacak şöyle olacak, daha abdestin farzları, sünnetleri, müstehapları, mendüpları, güslün farzları, namazın içindeki farzları, dışındaki farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, mendüpları var. Daha namazların kazası var ki, Allah düşmanıma böyle bir din nasip etmesin. Namazda akla hiçbir şey gelmemesi gerekiyormuş!Hasta da olsan, savaşta da olsan hiçbir zaman namazı kaçırmamak lazımmış! Adamlar işi o kadar abarttılar ki, işaret yani kaş ve gözlerle namaz kılmaktan söz ediyorlar. Daha bunlar gibi yüzlerce kural ve kaide ile yüce Allah'ın dinini yaşanmaz hale getirip Allah'a ve Resülüne en büyük ihaneti sergilediler. İşin en acınacak tarafı ise, saf ve gafil ümmeti bu Kur'an cahillerinin kulu ve kölesi yaptılar.Halbuki baştan sona kadar Kur'an'ın iman çocuklarından istediği tek bir şey vardır. "Sakın Allah'tan başkasına kul olmayın, dini Allah'a özel kılın, Kur'an'dan başka hiçbir kitaba tâbi olmayın" Ümmetin içinde bulunduğu kaos ve kargaşa, namaz olmadığından değil, salât olmadığındandır. Namaz, Nebi'siz, Resül'süz ve Kur'an'sız bir din ortaya çıkarmıştır. Fakirlerin ve miskinlerin olduğu bir taplumda hangi din devasa mabetlerin yapılmasına yol veriyorsa o dinden kaçmak gerekiyor. Hadislerle ve ictihadlarla Namaz kılmak o derece yüceltildi ki, namaz bütün kötülüklerin ve kirlerin sabunu oldu. Namaz sayesinde ne güzel ahlak ne de erdem kaldı. Nebi (a.s) adına öyle hadisler hatırlarım ki, anlatmaktan haya ederim. Sahabi Nebi'ye soruyor. "Şöyle bir günah işledim" Nebi buyuruyor, "Biraz sonra bizimle namaz kılmayacak mısın? " Evet! "Günahlarına keffaret olacaktır"Binlerce yüz binlerce Allah Resülüne iftiralar sorgulanamaz din haline gelirken, müfteriler eleştirilemez birer rab ve ilah yapılmıştır. Bu rab ve ilâhlara kim karşı çıkıp iki laf ederse, en kahpesinden linç kampanyası demoklesin kılıcı gibi başında sallanacak. Bu bakımdan Kur'an'la, fıtratla, akılla ve hayatla çelişen namazı da namazın kurallarının hiçbir tanesini yüce Allah koymamıştır. Yüce İslam dini, herhangi bir çağda şunun bunun, falan filanın, fişmekanın tarafından belirlenmiş, sonraları kalıplara dökülmüş ve dondurulmuş iftira farzlar ve haramlarla kuşatılacak olan babanızın dini değildir. İslam, yüce Allah tarafından vahiy'le Nebi ve Resüllere indirilen hanif dinin adıdır. ALLAH'A GİDEN YOL MÂBETLERDEN GEÇMEZ. Aslında insan, yüce Allah'ın ahlakını taşıyabilecek bir format ve kabiliyette yaratılmıştır.Yani insanın fıtratında hiçbir sorun yoktur.İnsanın fıtratına yerleştirilen ve evrensel ahlakın şiddetle benimsediği adalet, eşitlik, haktan- haklıdan taraf olmak, merhamet, cömertlik gibi duygular bu gerçeği ortaya koymaktadır.Dünyada bunca sorun yaşanıyorsa, bakmak ve korumak ile yükümlü olduğumuz insan tabiatını ve doğal dengeyi göz ardı ettiğimizden dolayıdır."İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattıracak; belki de tuttukları (kötü yoldan geri) dönerler"(Rum-41)İnsanlar arasında sağlıklı bir iletişim için insan hakları, sevgi, eşitlik ve merhamet ortamının gelişmesi gerekiyor.Bu sorumluluk yüce Allah tarafından tamamen insana yüklenmiş bir görevdir.İnsanın manevi dünyasını imar eden vahyin terk edilmesi sonucunda insanın yüreğinde büyük bir kuraklık baş göstermiştir.Ve bu kuraklık yüzünden insanlar birbirini dışlıyor.Aslında temiz fıtrata sahip olan bir insanın huzur duyacağı refah ve zenginlik değil, başka bir insanın sevgi ve merhamet dolu olan yüreğidir. Onun için kanunların verdiği haklar önemli olmakla beraber, asıl olan kişinin yüreğinde insanlara yer vermesidir. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun ümmi insanlara karşı yüreklerde merhamet ve sevgi yer ederse, dünya malı olarak kendilerine ait olan her şey diğerlerinin sayılır."Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiye (huzur-refah-mutluluk) eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu bilir"(Âli İmran-92) Fakat ümmi insanlara karşı yürekte sevgi ve merhamet yoksa, hiç bir şey insanı huzur ve mutluluğa götürmeyecektir.Özlemini çektiğimiz adalet, eşitlik, merhamet ve sevgi gibi güzellikler neden yoktur? Bu iki tür insandan kaynaklanmaktadır. Birisi: Hidayeti sapıklığa, dini dünyaya satan aşağılık din adamlarından, diğeri iktidar ve hakimiyeti her şeyin üstünde gören gururlu ve kibirli siyaset adamları yüzündendir.Din adamları insanlara doğruları söylemiyorlar, indirilen vahyi gizliyorlar, (Bakara-159, 174;Âli İmran-187) siyasiler de devletin imkan ve kabiliyetini yandaşlardan yana kullanıyorlar.Böylece adalet ve barış, güven ve istikrar, hak ve istikamet ortamı yok oluyor. Aslında Allah'ın ahlakında barış var, sevgi var, adalet var, merhamet ve eşitlik vardır."Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor. "Allah'ındır" O, merhamet etmeyi kendi zatına gerekli kıldı..."(En'am-12) Rahmân ve Rahim olan Allah kendine ait olan bu ahlaki güzelliklerinin tohumlarını insanın fıtratına yani yüreğine yerleştirmiştir. Fakat ihtiras ve cehaletine yenik düşen insan Allah'ın yüreğine koyduğu merhamet, sevgi, barış, eşitlik ve adalet tohumlarını sulamayı bilemedi.Din adamları, camilerde, kiliselerde, havralarda insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleme görevini üstlendiler. Dünya hâlâ güzelleşmemişse böyle din adamları ve böyle devlet adamları yüzündendir. Görevini hakkıyla yapan, doğruları anlatan, dünyayı güzelleştiren, sevgi ve merhamet tohumları eken insanlara ihtiyaç vardır."Sizden önceki toplumlarda insanları kötülüklerden alıkoyması gereken bir grubun olması gerekmez miydi? Onlardan pek azı müstesna kimse bu görevi yapmadı. Zulmeden (büyük çoğunluk) kendilerine verilen zevk ve saltanatın peşine düştüler..."(Hud-116)Onun için aklını kullanan, sağlam iradeli, özgür düşünceli insanlara ihtiyaç vardır. Ama sadece aklı kullanma, sağlam irade, özgür düşünce mutlu olmak için yeterli değildir. Onlarla birlikte sevgi dolu bir yürek de olmalıdır. Yoksa kaos ve kargaşa, zulüm ve istibdat olacaktır. Devleti idare eden siyasetçi sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse adaletsiz olur.Din anlatan bir din adamı sevgi dolu bir yüreğe sahip değilse merhametsiz olur. Bu yüzden insanlara karşı yüreği merhamet ve sevgi ile dolu olmayan insan, Allah'a karşı sevgi besleyemez. Kur'an'ın penceresinden baktığımızda, Allah'a giden yol camilerin, kiliselerin, havraların içinden, namazdan, oruçtan, geçmiyor.Vahiy'siz ve İbrahim'siz hac ve Umre'den Allah'a ulaşmak mümkün değildir.Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace ve Kâfi'nin hurafelerinden Allah'a giden bir yol yoktur.Mekke ve Medine'den de, Kudüs ve Vatikan'dan da Allah'a giden bir yol yoktur.Allah'a giden yol, tevhid ve infaktan, sevgi ve merhametten, fakir ve gariban insanların yüreğinden geçiyor. insanların acılarına ve ızdıraplarına ortak olmak, insanların gözyaşlarını silmekten, eşitlikten ve paylaşmaktan geçiyor.Bunu yapamıyorsak bizim din anlatmamızın bir önemi yoktur. İmanımızın da Allah indinde bir değeri olmaz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder