CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(3.YAZI)
Dönem: 1970'lerin ortaları
İstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığım Trabzon yurdunda ziyaret etti.
Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve beraber yola koyulduk.
Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi.
Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi.
Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan
"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum:
"Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu kesiyorsun buralarda!"
Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.
Sus ve sadece izle" dedi.
Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm abiler" dedi..
Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.
Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.
Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım.
Dayıoğlu bu arada beni tanıttı:
"Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor"
Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:
- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde el sıkışmaktır.
Hemen sordum:
- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın bir hikmeti mi var?
-Var hem de çok var.
Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.
-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.
Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.
-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.
İtiraz ettim:
-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu gel seni bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.
Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:
-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.
10 küsur kişi hep bir ağızdan:
-Elhamdülillah.
Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine bana döndü ve şunları söyledi:
-Muhterem sen ne nasipli adammışsın!
Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin.
Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.
Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.
Bütün Salon yine "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.
Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.
Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını bitiren Elhamdülillah deyip başlıyor ağlamaya.
Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.
Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:
"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"
Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı.
İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:
"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?
"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.
Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"
Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.
Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna sordum
-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim?
Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:
-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.
Nakşibendi tarikatına
mensubuz.
Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var, sadece akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var.
Dayanamayıp sordum:
-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?
- Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır.
Yine söz kestim:
-Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.
- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine gelen o adam değildi.
Cocuk olandı.
-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret oluyor?
-Bu konularda şaka yapma, imanın gider.
Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim.
Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak.
-Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek? -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre giriyorsun...
- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum.
-Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak.
-Müceddid ne demek?
-Bin yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek.
Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi.
Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.
-O çocuk öyle biri olacak öyle mi?
Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?
- Ne olur sus, imanın gider.
- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.
-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.
-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi?
İlkokul mecburiyeti var.
-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip bitirecek.
Özel hocaları var. İngilizce, Arapça öğreniyor.
Kur'an öğreniyor.
Tam burada bir parantez...
Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum.
Bu görevim hasebiyle de babası Enver Ören ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok yakından tanıdım.
Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana teslim ederdi.
O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu.
Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına tanıktım.
Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı söylenen Mücahid akıl almaz bir biçimde Amerikan hayranıydı.
Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu.
Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu sizin bin yılın evliyası" dedim.'
(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder