28 Şubat 2021 Pazar

 ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR 

(5.YAZI) 

  "Ali kardeş! Ellerine ve yüreğine sağlık. 

Duygularımıza rehber olduğunuz kadar, ufkumuzu açmakta da mahirsiniz.  

Yüce Allah sizin gibi ilim ehli kardeşleri var etsin. 

Selam ve dualarımla"

Hls Krc 

------------------------------------------------

"Değerli bilgilendirmeleriniz için teşekkür ediyorum. 

Yaklaşık 30 yıl önce Kütüb-ü Sitte'yi (Ehl-i Sünnet'in hadis kaynağı) çok konuşan insanlar gördüm.

Merak ediyordum.

Tesadüfen internette e-kitap olarak buldum, indirip biraz okudum ve güldüm. 

Kendime de kızdım. 


Bir diğer konu hadis uyduranlar.

 Son Nebi Muhammed (a.s) vahye muhatap olduktan sonra bir çok işle uğraştı.

Cehaletle ve cahillerle savaştı. 

Allah Resulü adına hadis uyduranlar kısa bir süreye binlerce hadis sığdırmışlar. 

 

Eğer yüce Allah'ın  bizim içim takdir ettiği İslam dini Nebi (a.s) ın, (ki neticede bir beşerdir)

Sözleriyle tamamlanacak idiyse vahye ne gerek vardı ve ne önemi olurdu? 


KUR'AN tek ve muhteşem bir kaynaktır.

 Hz. bilmem kim efendinin,  kerremallahu bilmem kimin  söyledikleri beni bağlamaz. 


Günümüzde artık her türlü bilgiye rahatlıkla ulaşabiliyoruz.


 Kur'an'ın meali, siyer ve din tarihi konusundaki eserler okununca bir çok şey açığa çıkıyor. 


Efendim sahih mi, senetli mi, sepetli mi tartışmalarını da hiç sevmiyorum. 


Çünkü ben hangi hadisin Kur'an'ın  filtresinden geçtiğini bilmiyorum. Tek kaynak Kur’an’dır.

Esenlikler dilerim"

(Ali Kurtar)

----------------------------------------------------

"Kardeşim! Sağol, emeğine sağlık! Gün gelecek yeni nesil, bu Kur'an'sızlığa ya isyan edecek, yada yolunu değiştirecek ! 


Artık insanlar bir şeylerin yanlış olduğunu anlamaya ve sorgulamaya başladı diye düşünüyorum!

 

İnşallah yanılmıyorum ve bu konuda emeği geçen kardeşlerimin daha cesur ve sadece Kur'an'ı ve Allah’ı merkeze alan yazılarının  devamını diliyorum!


Yüce Allah, hakkın, doğrunun ve müminlerin yardımcısıdır, sevgiler" 

(Hüseyin Bostan)

----------------------------------------------------

Yazıların ufkumuzu açiyor. 

Gönlümüzü, vicdanımızı, aklımızı  rahatlatıyor.

 Olayların berrakligi ortaya çıkıyor.   


Kaynağından temiz olarak çıkıp  sonra kirlenen su misali bize hep  temiz kaynağı gösteriyorsun.


(Kur'an'ın Resül olduğu) aşağıdaki  âyetlerde de belirgin


(Bakara 2/89)

 وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْۙ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِه۪ۘ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِر۪ينَ

"Nihayet Allah katından, yanlarında olanı onaylayan "kitap" geldi. Önceleri kâfirlere karşı önlerinin bu kitapla açılmasını bekliyorlardı. Ama tanıdıkları [*] "kitap" gelince onu görmezlik edip kendileri kâfir oldular. Allah’ın laneti (dışlaması) böylesi kâfirleredir"



[*] Geleceğini bildikleri.


(Bakara 2/101)

 وَلَمَّا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَر۪يقٌ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَۗ كِتَابَ اللّٰهِ وَرَٓاءَ ظُهُورِهِمْ كَاَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

"Allah katından, yanlarındakini (Tevrat’ı) onaylayan bir "Resül"[*] gelince, Kitap verilenlerden bir kısmı Allah’ın bu "kitab"ını, sanki hiç bilmiyorlarmış gibi kulak ardı ettiler" 


 [*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir. (Rağıb el İsfahani- Müfredat)


 Allah’ın elçilerinin görevi, O'nun mesajlarını yani emirlerini insanlara ulaştırmaktır. 

Söz, elçiden önemli olduğundan yüce Allah şöyle demiştir: “Muhammed sadece elçidir. Ondan önce de elçiler geldi. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz?...”

 (Al-i İmran 3/144) 


Elçimiz Muhammed’in, Allah’tan getirdiği bilgiler Kur’an’da toplandığından artık bizim için Resul, Kur’an’dır. 


Bu yüzden Resul kelimesine, yerine göre Allah’ın Kitab’ı anlamını vereceğiz.


  

ilk ayette ilk pasajda "kitébun" ikinci âyette de birebir aynı pasajda "Resulün" diyor

(Erdeme Ayhan)


 

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(15. YAZI) 

Söz mü? 

Yazı mı? 

"Silahlara başvurmadan önce sözün gücünü deneyeceğiz"

(Yevgeni Zamyetin)


Kadim felsefeciler insanı konuşan canlı olma özelliği ile tanımlamışlardır.


Konuşmanın belki de en büyük işlevi iletişim denilen hadiseyi mümkün kılmasıdır.

 

Zamanla insanlar iletişim olanaklarını konuşma dışında, başka birtakım araçlarla geliştirmişlerdir.


 İçinde bulunduğumuz yirmi birinci asır ise bu gelişimin zirvesi sayılabilir.


Öte yandan insanlara önemli bir mesaj sunan ilâhi vahiy'lerin de en önemli  özellikleri yazı ve metin değil,  bir sözün (kelam-hadis) ürünü olmalarıdır.


 Bu anlamda bizim bu yazılarımızda ele almayı düşündüğümüz sorun şudur.

 

Belli bir iletişim biçimini seçmiş olan son vahiy,  sonraki dönemlerde iletişim alanında yaşanan gelişmelerden nasıl etkilenmiştir ve halen nasıl etkilenmektedir.

 

Daha özelde yazı alanında kaydedilen gelişmeler, Kur'an'ı (menfi ya da müspet) ne ölçüde etki etmiştir? 


Şunu kesin olarak biliyoruz ki Kur'an,

 kelimenin bugünkü anlamıyla Allah tarafından bir bütün halinde indirilmiş bir kitap değildir. 


Son Nebi'ye indirilen vahiy,  belli bir süreç içinde, sorunlar ortaya çıktıkça vahyedilmiş olan bir hitaptır, bir sözdür. 


Onun mushaf haline getirilmesinin Allah Resulü  ile hiçbir alakası olmayıp kendisinden sonra meydana gelmiştir.


Bir metin ve kitap formuna sokulan, ancak bugünkü anlamda bir kitap özelliği taşımayan  Kur'an, Allah ve O'nun Resulüne rağmen kendine zorla giydirilen ancak  hiçbir zaman üzerine yakışmayan bu dar elbiseden nasıl etkilenmiştir.

 

Daha da önemlisi, Allah Resulü'nden sonra ona muhatap olan  insanların karşısına çıkan anlama sorunları ne  derece bu gelişmelerle bağlantılı olmuştur. 


Aslında söz de, yazı da birer iletişim aracıdır.  


Ancak mesajın sunumu ve sürekliliği açısından ortada temel bir sorun bulunmaktadır. 


Bu ikisinden hangisi daha kalıcıdır?


Bu soru yazılı kültür ile sözlü kültür arasındaki ayrımının belkemiği durumundadır.


Sesin zamanla ilişkisi, kaydedilen diğer insan duyularının  zamanla ilişkisinden oldukça farklıdır.


Mesela ses, ancak varlığını yitirirken işitilir.

 

Aynı zamanda ses, yalnız yok olabilir değil, özünde geçicidir ve geçici niteliğinde duyulur. "İşitilirken" kelimesini söylerken bile "ken" hecesine geldiğimizde "işitilir" heceleri çoktan  yok olmuştur. 

 

Bu hakikat,  sözlü kültür içinde yer alan insanları, hafızalarını kuvvetlendirecek araçlar geliştirmeye zorlamıştır.  

 

Zira sözün sürekliliği hafızanın gücü oranındadır.


Bu  açıdan bakıldığında sözlü kültürde hafızayı  güçlendirme sanatı ve kalıplarının son derece gelişmiş olduğu görülecektir. 


Sözlü geleneğe bağlı özel eğitim ve yaşam tarzı, mücadeleci havasıyla okur-yazarları çarpar.


Atasözleri ve  bilmeceler yalnız bilgi depolamakla kalmaz, aynı zamanda çevredekileri de sözlü zeka yarışlarına  sevk eder. 



Sözlü gelenekte konuşma, mesafeli olmak yerine duygu yönü kuvvetli ve katılımlı bir özelliğe sahiptir. 


Sözlü gelenek canlı ve samimidir.

Etkisi kuvvetli taraftarı yaygındır.


Sözlü gelenek yayılmacıdır aynı zamanda özgürlükçüdür. 

Sözlü kültürde insan, olayların durmadan akıp gittiği evrenin merkezindedir.


27 Şubat 2021 Cumartesi

 DİNİ NİKAH DİYE BİR ŞEY YOKTUR.


Sözlükte "evlenmek ve cinsi ilişkide bulunmak" anlamına gelen nikah, 

karşı cinsten iki kişinin meşru daire içinde  birlikte yaşamalarına imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşmedir.


Maalesef

 İslam toplumu Kur'an'dan kopuk olarak yaşadığı için hangi taşı kaldırırsak altından cehalet ve yobazlık çıkıyor.

 

Aslında Kur'an'a baktığımızda nikahın bir sosyal güvenlik, huzur ve güven,  güzel ahlak ve psikolojik yönden sayılamayacak kadar faydası vardır.


Kur'an, erkek ile kadının  bir araya gelerek yuva kurmalarının üzerinde önemle durmuştur. 

 

"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de onun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır" 

 (Rum-21)

 

Psikolojisi bozuk, kötü niyetli, hasta kişilerden başka hiç kimse evlilik müessesesine karşı gelmez.

 

Evliliğin en önemli yönü insanın psikolojisi üzerinde yapmış olduğu müspet onarım ve olgunluktur.

 

MESELA,

 Said Nursi ve F Gülen evlenmiş olsalardı inanç ve  fikirlerinde, ahlak ve psikolojilerinde bu kadar bozukluk bulunmayacaktı.


Nikah kıyma yetkisinin müftülüklere verilmesinin sebebi Diyanet İşleri Başkanlığı ile  halkın cehaletidir.

 

İnsanlar belediyede kıyılan resmi  nikahı yeterli görüp ayrıca dini nikah kıymak için imamların peşinde koşmasalardı bu yetki  müftülüklere verilmezdi.


Yani Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı fetva kurulunun cehaletinden  kaynaklanan bir tasarruf olmuştur. 


Halbuki resmi olarak kıyılan nikahtan  sonra bir daha dini nikah kıymanın hiçbir anlamı yoktur. 


Aslında nikahın din ile hiç bir alakası yoktur. 


Nikah esnasında Kur'an okunmaz, dua edilmez, hatta "Allah" bile denilmezse nikah kesinlikle geçerli olur .


Hristiyan,Yahudi ve Budist bir ülkede o ülkenin kanun ve kurallarına göre müslüman iki gencin nikah kıymasının hiçbir sakıncası yoktur.

 

Müslüman eşlerin nikahının bir Yahudi veya  bir Hristiyan tarafından  kıyabilir.

 

Yahudi ve Hristiyan eşlerin  nikahını bir müslüman kıyabilir.

 

Diyanet o kadar cahil bir kafa yapısına sahip ki insanlara dini nikah kıymanın din ile ilgili bir şey  olmadığını  söyleme bilgisine ve cesaretine  sahip değildir.

 

Mesela 

Kur'an, Kendini ilâh  (Kasas-38) ve Rab (Naziat, 24) olarak gören ve İsrailoğullarına büyük bir zulmü reva gören geçmiş tarihin en zalim ve müşriğı sayılan Firavun'un evliliğini  bile  kendi şirk dininin kuralları çerçevesinde olduğu halde meşru bir evlilik olarak kabul eder.

 

"Allah, inananlara da Firavun'un hanımını misal gösterdi..."

(Tahrim- 11)


 Kur'an, en büyük İslam düşmanı ve azılı bir müşrik olan Ebu Leheb'in  evliliğini meşru bir evlilik olduğunu kabul eder. 


"Odun taşıyıcı olarak boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde Ebu Leheb'in karısı da ateşe girecek"

 (Tebbet- 4,5)

 Hükümetin nikah kıyma yetkisini müftülüklere devretmesinin altında Diyanet'in bu konuda insanları aydınlatmaması yatıyor.


Kur'an'dan habersiz muhafazakar toplum esas nikah olan resmi nikah ile yetinmeyince bu iş müftülüklere devredilip kendilerince  kolaylık sağlanmış oldu.


Müftüler tarafından veya müftüluklerde kurulacak bir masada görevli marifetiyle nikah kıyılmasının herhangi  bir sakıncası yoktur.


Fakat halkımız dini nikah  diye bir şeyin olmadığını da bilmek zorundadır.


Nikah kıyma yetkisinin müftüluklerde kıyılmasının ardından cemevlerinde veya muhtarlara da nikah kıyma yetkisi verilmesi  gerekir.


Çünkü Caferi ve Alevi vatandaşlar hiç bir sakıncası olmamakla beraber  nikahlarının Sünni bir müftü veya  imam tarafından kıyılmasını kabul etmemeleri bir haktır. 


Bu onlara karşı bir zorlama ve zulüm olacaktır.


Diyanet İşleri Başkanlığı akıl ve tavsiye kabul etmeyen bir kurumdur. 


Benim Alevi ve  Caferi vatandaşlara ve Diyanet'e  karşı mesafeli olanlara  tavsiyem şudur.


Eğer nikah kıyma olayında diyanete resmen mecbur kalırsanız, nikah esnasında hiç bir dua ve  tören kabul etmeyin, sadece imzayı atın ve oradan ayrılın. 

Gerisi yalandır.

26 Şubat 2021 Cuma

 

KABİR AZABI VAR MI?

Kur'an'ın yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir.

Kur'an'a göre dünya hayatındaki  cezalandırma ve kıyametten sonra sadece ve sadece cehennem azabı vardır.

Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz.

"Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"
(Râd- 34)

"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"
( Fussilet- 16)

"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"
(Kalem- 33)

"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller  gelmedi mi..."
( Zümer- 71)

"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"
(Mülk- 8)

Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi. 

Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün  yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"
( Casiye- 27, 28)
Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil,  "kıyametin kopacağı gün"  hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.

Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki,  büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
( Mutaffifin-4-5-6)
Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik,  cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve  azap diye bir şey mevcut değildir.

Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.

Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.
(Teğabun- 7)

Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız  size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir.
Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur.

"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Üç  kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş  kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O,  onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir.  Doğrusu Allah herşeyi bilendir"
( Mücadele-7)

Yukarıdaki âyette hesap ve  azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur.
Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü  yaptıkları onlara haber verilecektir..."
buyrulmaktadır. 

Kur'an'ın yüzlerce âyetinde  Yüce Allah insanları  sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.

Bu konuda âyetlerin gösterdiği  önemli bir gerçek de  "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"
(Rum- 55)

Eğer kabir azabı olsaydı,  zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.

Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin  "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır.

Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği  gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56.  âyeti bunu ortaya koymaktadır

Hiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır.

Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır.

Hatta ben şunu iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir.
Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım.

"Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette  öleceksiniz.  Sonra da şüphesiz, sizler  kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"
( Müminün- 15,16 )

Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez.
"...Sonunda Allah' da onların binalarını  temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü.

Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."
(Nahl,  26-27)

Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra  kiyamet gününe geçiş yapılmıştır.

"Allah'ın onları, sanki günün  ancak bir saati  kadar kaldıklarını  zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"
( Yunus- 45)

Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür.
"Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün..."

"İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"
(Hud- 16)

Yukarıdaki  âyetlerde açık olarak görünüyor ki  Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez. 
Dünya hayatından  yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını  başlatır.

Şu soru çok önemlidir.

Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.

"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar,  (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)

Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.

Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.

(Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki:  Gerçekten hüsrana  uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana  sokanlardır.  Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır.

Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor.  Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer,  15- 16)

Allah'ın kitabında  bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.

Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin  mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.

Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.

Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s)  döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen  arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.

Zaman dünya hayatında yaşayanlar için  vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.

Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.

Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)

Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi  dikkat çekicidir.

Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.

Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin  dayandıkları tek âyeti kerime şudur.

"Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar.  Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)

Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.

"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri  gelenlerine gönderdik.  Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.

Firavun,  kıyamet gününde kavminin  önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir.

Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete  uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud,  96- 97- 98- 99)

İkinci âyet şöyledir.

"Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte,  zalimlerin sonu nice oldu. Onları  ateşe çağıran öncüler kıldık,  kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar,  kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas- 40- 41- 42)

Dolayısıyla Mümin süresi 46.  âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak"  kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın  onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır.
Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani  cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)

Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini sura üflemenin başlangıcından, cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.

Yasin süresi 51-65  ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.

Önemli bir gerçek  daha vardır ki bu çok önemlidir.

Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.

Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden  hiçbir şey nasip etmez.

Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve  rakip kabul etmez.

Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.

Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari,  Müslim, Kâfi,  Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif  edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.

25 Şubat 2021 Perşembe

 ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR 

(4.YAZI)

"Kur’an Müslümanlığına sapık diyenlere ithaf olunur.


İslam dini babanızın malıymış gibi davranmaktan vazgeçin.


 Kur'an'ı  hayatınıza rehber etmediğiniz için hezeyan ve paranoyalarınızı din edinmişsiniz, 


Dinin gerçek kaynağı olan Kur'an'ı hayatınızdan çıkarıp din atalarınızın  size bıraktığı uydurma hadislerle,  mezheplerle, hurafelerle, şirklerle dolu atalar dinini sahiplenip bu paranoyaları insanlara din diye yutturdunuz.


İçeriğini bilmediğiniz için Kur'an'ı tek kaynak ve tek rehber olarak kabul eden Kur'an'ın tabiriyle  hanif olan müslümanlara yapmadığınız iftira kalmadı. 


Biz sizlerin şirklerle dolu kitaplarınızı okuyup çoktan attık, sizde Kur'an'ı bir kez olsun anlayarak okuyun bakalım.


İftira atmak hayat rehberiniz olmuş,

hadi bize misyoner, sapık, mezhepsiz ve buna benzer iftiralarla saldırıyorsunuz.

 

Biz size hakkımızı helal ederiz, önemli degil, ama Allah'a, Kur'an'a  ve Allah Resulü'ne attığınız iftiraların hesabını asla veremezsiniz. 


 Kur'an'ın anlaşılmaz,  yetersiz olduğunu bağıra bağıra haykırıyorsunuz.


Çünkü Allah’tan başka kutsadığınız  şeyhleriniz,  gavslarınız, mezhepleriniz, tanrılaştırdığınız  sözde evliyanızın  hiçbir hükmü kalmayacak, su taşıdığınız şirk değirmenine malzeme bulamayacaksınız.


EVET PAYLAŞIMLARIMIZ SİNİRİNİZİ BOZUYOR.


Bozsun, çok şükür. 


Beyniniz çatlayıncaya kadar Allah'ın âyetlerini paylaşmaya devam edeceğiz. 


Sizin hurafe ve hezeyanlarınız, hakaretleriniz ve küstah tavrınız bizim sinirimizi bozmuyor. 


Aksine imanımızı pekiştiriyor. 

İyi ki varsınız. 


 Hocam! Siz Allah'ın dinine taraftar olup destek verdikçe inşallah Allah'ın rızasına ve desteğine mazhar oluyorsunuz. 


Yolunuz ve bahtınız açık olsun. 


Allah'ın bağışının zekatını bizden esirgemediğiniz için dualarımızda Allah için yer alıyorsunuz. 

Selam hidayete tabi olanadır"

Hasan Ayhan Karakuş

---------------------------------------------------

"Hocam! Saygılar sunuyorum.

 Allah sizden razı olsun. 


Duygularımıza tercüman oluyorsunuz.


 Yalnız şunu iyi bilin hocam.

Bu millet dinini okuyarak değil, duyarak öğreniyor.


İnandıkları şeyhler ve gavslar ne derse koşulsuz itaat ediyorlar. 


Bu ön yargıyı kırmak çok zor. Einstein'ın dediği gibi. 

"Atomu parçalamak bunların ön yargılarını kırmaktan daha kolay"


Dini tilki'den öğrenen kümesten  tavuk çalmayı ibadet zanneder.

(Mehmet Onay)

---------------------------------------------

Şirk ve tevhid arasındaki fark bu kadar mı güzel anlatılır.


RABBIM yardımcın olsun.

RABBIM emeklerinin karşılığını bol bol versin inşaAllah

(Irfanla hertelden)

-----------------------------------------------------

  Hocam!  

"Çok güzel bir yazı olmuş. 


Emin olun, şu düşünceyi bütün İslam âlemi idrak etse ve bu inanç uygulansa, gerçek olarak Allahın  dinini yaşamış olacağız. 


Bugün hurafe dinle, şeyhlerle ve  onların müritleriyle, uydurdukları taaa Mısır'dan gelen yalan yanlış dinlerle uğraşmaktan bıktık.


Ama Rabbim de diyorki:  "Bu sözü yalanlayanı bana bırak..."

(Kalem-44)


Biz gerçek din olan Kur'an'ı  ve Allah tarafından yapılan te'vilini Allah'ın izniyle ve inayetiyle yaşamaya devam edecegiz.  


Bugün bakıyorsunuz sosyal medyada herkes "Noel Hristiyan adetidir" diyerek paylaşım yapmakta.


Bir kişi çıkıp da, bu hurafe ve  uydurma hadislerle insanları Allah'ın yolundan uzaklaştıran mezhep ve  cemaatlerle ilgili bir paylaşım yapmıyor. 


Biri "Hadise göre deve sidiği içilir" diyor 

Diğeri "Allah ete kemiğe bürünmüş mahmut diye görülmüş" şirkini işliyor.  


Biri çıkmış Allah'tan korkmadan,  "Muhammed eşittir Allah"  hezeyanını savuruyor.


Bu nedir hocam? 


Allah'tan korkmuyorlar. 

Ama şunu bilsinler.

 Rabbim "İbrahim tek başına bir ümmetti" buyuruyor.


Saygılarımla

Allahın rahmeti üzerinize olsun.

(Recep Akçi)


 "ŞERİAT" AMA HANGİ ŞERİAT?

"Şeriat" kelimesi "ş-r-a" kökünden gelmekte olup türevleri ile birlikte Kur'an'ı Mübin'de dört yerde  geçmektedir.


Sözlükte ise"su yolu, herhangi bir su kaynağından su içmek ve almak için gidilen yol, büyük ve  geniş cadde, suyun kaynağı" anlamlarına gelmektedir.


Istılahta yani din dilinde ise, "Allah tarafından indirilen tevhid dini, hak din yolu, aydınlık ve ışık" gibi manalara gelmektedir.


 Milletler için itikadi ve ameli hükümler, emir ve yasaklar anlamına gelen "şeriat" bütün ilahi vahiy'lerde elçiler aracılığıyla gönderilen emir ve kuralların ortak adıdır.


"Sonra da seni din konusunda bir "şeriat" sahibi kıldık. Sen ona tâbi ol,  bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma"

(Casiye-18)


Şeriat kelimesi, cemaat ve tarikatların en çok 

konuştukları, istismar ettikleri, tartışma konusu yaptıkları ve çeşitli spekülasyonlara sebep olan önemli  bir kavramdır. 


Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi yüce Allah'ın, elçisi Muhammed  (as) a emirlerinden birisi de kendisine indirilen vahyin yani şeriatın üzerinde sabırla durmasını ve ondan ayrı bir yola  sapmamasıdır.


O halde şeriat Allah tarafından elçilere indirilen yolun bir diğer  adıdır.


"Sana da, daha önceki kitab-ı doğrulamak ve onu  korumak üzere hak olarak kitab-ı gönderdik.

Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma.( Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik..."

Mâide-48)

 

Ben müslümanım diyen şuurlu ve aklı başında hiç kimsenin yüce  Allah tarafından indirilen emirlere dolayısıyla şeriata karşı gelmesi düşünülemez.

 

Hiç bir mü'min ve hanif  Müslüman, Allah'ın eşsiz  iradesine ve sonsuz  hikmetine karşı gelmez.

 

Fakat Allah elçilerinden sonra, din adamları tarafından her zaman şeriat yani hanif din dejenere olmuş,

indirilen vahiy bozulmuş, hak dine  batıl karışmış  ve ilahi emirlerin bazıları metin bazıları da mana yönünden tahrif edildikleri de bir gerçektir.


 "Din ve hüküm olarak vahiy'den başka hiçbir kaynak yoktur..."

 (Yusuf- 40; Şura-10)

 

Yani son vahye baktığımız zaman "dinin  Allah tarafından indirildiğini ve daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy ile din, Allah tarafından  tamamlandığını..."

(Enam-115; Maide- 3)


"Allah elçilerinin sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini..." 

(Maide- 99; Râd- 40; Nahl- 35)


"Nebi (a.s) ın  sadece vahye tabi olduğunu..."

( En'am- 106; Yunus- 15, 109 ; Ahkaf- 9)


"Allah elçilerinin  sadece indirilen vahiy'le insanları uyardıklarını, (Enbiya-45; Kaf- 45; En'am-51; Araf- 62, 67, 68, 69) açık ve net olarak görüyoruz. 

 


 Yani şeriat dediğimiz zaman aklımıza Allah'ın indirdiği vahiy ve hak dinden  başka bir şey gelmemesi gerekir.

 

Şu halde şeriat denildiğinde, Allah tarafından Resul misyonu ile  Muhammed (as) a  indirilen İslam  dini kasdediliyorsa bunda bir sorun yoktur.

 

Bu şeriat baştan sona kadar barış ve ilimdir,  olduğu gibi hidayet ve rahmettir, hüküm  ve hikmettir, 

akıl ve mantıktır, kurtuluş ve mutluluktur, cennet ve Allah'ın rızasıdır.

 

Fakat "şeriat'"tan maksat Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace,

 Ebu Davud ve Nesai'nin  uydurma ve yalan rivayetleri ile oluşturulan vahşi "şeriat" ise orada biraz durun, bu "şeriat"a aklımız ve vicdanımız   kapalıdır.


Yani "şeriat'"tan maksat, Ahmed bin Hanbel'in, Malik Bin Enes'in, Muhammet bin İdris'in, Numan bin Sabit'in, Ebu Yusuf'un, İmam-ı Muhammed'in, İmam-ı Nevevi'nin iftira "şeriat"ı ise, peşkeş çekilecek bir aklımız ve zihnimiz mevcut değildir. 


 İslam milletini aldatmaktan ve yalan söylemekten vazgeçin.


Bu "şeriat"a ilmimiz ve irfanımız yol vermiyor.


Sizin "şeriat" dediğiniz şeyi, yani  Allah'ın indirdiği vahye karşı uydurulmuş rivayet ve  iftiralarla, paralel, vahşi ve katliamcı "şeriat" nızı şuurumuz ve hikmetimiz reddediyor. 

 

Biz, Allah'ın indirmiş olduğu şeriat'tan başka bir "şeriat"ı kabul etmiyoruz.


Kur'an ehli muvahhidler olarak  mezheplerin karanlık "şeriat"ını reddediyoruz.


"Dinden döneni öldüren, zina edenleri recmeden, namaz kılmayanları tekfir edip ölüme mahkum eden,

 kertenkeleleri öldürmeyi sevap sayan, kara köpekler için ölüm fermanı çıkaran, insanların saçına ve sakalına karışan, kadın düşmanı olan, kargaları bile fasık olarak gören, ressamları cehennemin en alt tabakasına gönderen, sanat ve estetik düşmanı "şeriat'ı" şiddetle reddediyoruz.


Biz, Kur'an ehli muvahhidler, tevhid ve güzel ahlakı,  merhamet ve adaleti, akıl ve mantığı, tefekkür ve hürriyeti  olmayan "şeriat"ın düşmanıyız.

 

Siz hangi şeriattan söz ediyorsunuz?


Allah'ın dostu, muvahhidlerin atası  İbrahim'in hanif ve saf şeriat'ından mı?


Yoksa şirk ve zulüm olan Firavun ve  Nemrud'un "şeriat"ından mı?


Tağutların ve iblislerin uydurma şeriat'ı mı? 

Allah elçilerinin uymak zorunda oldukları ilâhi  şeriat'mı?

 

F Gülen, Ebu Hanzala, Haydar Baş, Ramazan Ayvalı, Tuğrul İnançer, Vehbi Güler, Osman Ünlü, İskender Evrenosoğlu,

Ömer Döngeloğlu, Mustafa Karataş, Fatih Çıtlak, Cemal Nur Sargut, Necmettin Nursaçan, Alparslan Kuytul,

Ubeydullah Aslan, Yusuf Kavaklı, İhsan Şenocak, Ebubekir Sifil, Nurettin Yıldız, Diyanet İşleri Başkanlığı,

Nihat Hatipoğlu, Cubbeli Ahmet, Adıyaman şeyhinin "şeriat"ı  ile hayat sürmektense, biz Kur'an ehli muvahhidlere ahiretin yolu daha sevimli geliyor.


İŞTE SİZE EVRENSEL ŞERİAT İLKELERİ

"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh'a  tavsiye ettiğini

(Ey Resul! ) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.

Fakat kendilerini çağırdığın bu (tevhid-islam) dini  müşriklere ağır gelir.  Allah dilediğini kendisine Resul seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir"

( Şura-13)


"Ey iman edenler! Allah'tan ona yaraşır bir şekilde sorumluluk bilincine sahip olun ve  ancak kendisine (Kur'an'a) teslim olarak can verin.


 Hep birlikte Allah'ın himayasine  (Kur'an'a) sığının; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:  Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, günüllerinizi  birleştirmişti ve  O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.

 Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı. 


İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.


 Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır"

(Âli İmran-102,103,104,105) 


"Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım;  ona hiçbir şeyi şirk koşmayalım ve Allah'ı  bırakıp da (yanında, yöresinde, berisinde) kimimiz kimimizi  ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman şahit olun ki biz sadece Allah'a (Kur'an'a)  teslim olanlardanız, deyiniz"

( Âli İmran-64)

"İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan hanif (her türlü şirkten temiz)  bir Müslüman idi;  hiçbir zaman  müşriklerden olmadı"

(Âli İmran-67)


Güncelleme açısından yukarıdaki âyette bulunan "İbrahim" kelimesinin yerine "Muhammed" "Yahudi" kelimesinin yerine "Şii" "Hristiyan" kelimesinin yerine de "Sünni" kelimesini koyarak okumak gerekiyor. 


Yoksa Kur'an okumamızın bir anlamı olmaz. 

24 Şubat 2021 Çarşamba

 ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR 

(3.YAZI) 

 Hocam! selam hanif müminlere olsun inşallah.

 Aslında İsra 82.âyeti   mevzuyu kökten çözüyor.


Haddim olmadan sizinle tanışana kadar bu âyeti hastalanınca ve hatalara şifa olarak dua amaçlı okurdum.


El hak, kısmen de olsa doğrudur.


Lâkin Kur'an'ın engin rahmet iklimiyle tanışınca (Elâ lillâhid dinül

halis" (Dikkat edin, Allah'ın dini hâlistir- hâlis din sadece Allah'ındır ),

(Zümer-2)  

"lebenen halis" (din temiz ve halis bir süt gibi olmalı, yani din Allah'a özel kılınmalı) 

(Nahl -66) âyetlerinde 

 gördüm ki, Kur'an her derde deva ve  şifa imiş.


Yalnız yaralara, şansınıza değil,

kalbimiz ve ruhumuzdaki mikropları bir bir temizleyerek

bize Rahman olan Rabbimizin 

şifasını sunuyormuş.


Elhamdülillah ben bunu gördüm can hocam.

Demem o ki, ölüler eyvallah da,

asıl yaşayan ölüleri ne yapmalı, nasıl diriltmeli?


Hocam suçlu biz yaşayan ölüler diye düşünüyorum. 


Hatta ben şeytanı bile hiçbir günahımda suçlamam.


Aynı şeytan neden hanif bir mü'mini kandıramaz da türlü hilelerine karşı, bir ışılar ile beni ağına takar.


Hocam! vahyin sahibi ebeden razı olsun inşallah.

 Size çok teşekkür ediyorum.

Dua ediniz ölmeden önce Kur'an ile yasayalım ve başka değirmenlere su taşımayalım inşallah. 

Vesselamü aleyküm.

(Ismail Kilic)

------------------------------------------

 Ali Aydın bey!

 Yazılarınızı büyük bir ilgi ve dikkatle okuyorum. 


Bu tür aydınlatıcı ve gerçek dini anlamaya yardımcı olan bilgilendirmeleriniz için teşekkürü bir borç bilirim. 


Şimdi gelelim sayfanızdaki parazitlere. 


Bu tarz adamlar kendilerine tebliğ edilen Kur'an-ı Kerim'in kapağını kaldırıp okumamış,


(yüzlerce defa hatim adı altında anlamadan yaptıkları okumaları da bu kapsamda değerlendiriyorum) 


Onun bunun salya sümük anlattıklarını din zannetmiş ahmaklar ve cahiller topluluğudur. 


Sizin teferruatıyla, süre ve âyet vererek anlattığınız bilgiyi okumaktan, okusa okuduğunu anlamaktan âciz, fitneci, illaki kendini bir mezhebe, bir tarikata, bir  hoca efendiye, bir şeyhe v.s, ait hisseden cahiller ve ahmaklar topluluğudur. 


Bu yaşıma kadar kafamda soru işareti olan ve (İslam dininde) böyle birşey nasıl olabilir?  diye sorduğum ama cevabını ilmi manada veremediğim sorulara verdiğiniz aydınlatıcı açıklamalardan dolayı gerçekten müteşekkirim. 


Doğru bildiğinizden ve bunları bizler gibi doğruyu arayanlara açıklamaktan vaz geçmeyin bence. 


Nacizane bu tarz fitne fesat saçanları da sayfanızdan atın gitsin.  


Çünkü iyi niyetli değiller. 

İlmi olarak sizinle tartışabilecek durumda değiller. 

Saygılar, selamlar.

(Serkan Duyuk)

----------------------------------------------

 Hocam! Yazıları okurken eleştiri de çıkarırım, ama sizi takip ettiğimden beri hiç bir yazıda eleştirecek birşey bulamadım.

Demem o ki, vahyin ve aklın yolu birdir. 

(Abdurrahman Dalyan)


-------------------------------------------- 

 Ali hocam!..." 

Yazılarınız çok güzel..

Arşivlik hepsi..

Kaynakları sabit bilgiler

Atmasyon yok..


Ve 

Tabiki 

Öyle ulu orta herkesin yüzeysel okuyup öğrendiği sıradan mektep- medrese bilgileri de değil, 

iğneyle kazılan kuyu gibi. 


Tırnağınla kazıyarak ulaştığın küçük altın gramı gibi. 

Zor badirelerden geçerek 

Ulaştığın bilgiler.


Yani kıymetli. 

Çoğu bu kıymetin farkında değil.

Ama hocam..

Şu güzel yazıyı okudum.

Beğenen kaç kişi 

30- 40 kişi.


Yarın 

Bilemedin bir hafta sonra kimse de okumayacak bunları..

Üzücü bu durum tabi.


Altın yüzüğün çöplükte kaybolup gitmesi gibi bir şey.

Aklıma.. 

Bu yazılarınızı 

Her ay kitaplaştırsanız.

Kalıcı olur bir. 


İkincisi daha çok kişiye ulaşır 

Üçüncüsü derli toplu olur.

Nurculuk yazıları 

Hadis yazıları 

Gibi değerler 

Kaybolup gitmesin..


Benimki bir öneri tabi .

Maddi durum ise sorun.

Oda çözülür .

Nelere para harcamıyoruz ki.

(Mehmet Topallar)

 MEZHEPLERDE KUR'AN, AKIL VE MANTIK ARAMAYIN.

 Ehli Sünnet ve Şia, itikadi ve ameli bütün konuları rivayet ve ictihadların  üzerine bina etmişlerdir.

 

Size bu konuda gerçekten çok  çarpıcı bir örnek vereceğim.


Bu mezheplerin Allah'ın kitabını hakkıyla okumadıkları onu anlamadıkları ve ona saygı duymadıkları görülecektir.


Daha vahimi nasıl Allah'a din öğretmeye çalıştıkları açık ve net olarak görülecektir.


Uzmanları daha iyi bilir, tıbbın bilimsel verilerine göre kadınların  gebelik müddeti, erken doğum neticesinde en az altı ay olup, en fazla dokuz ay olduğu halde,

Hanefilere göre iki yıl, Şaffilere göre dört yılda olabilir. 

(Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an dili, Sad. Doç. Dr. İsmail Karaçam, 8. Cilt, s. 122, Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 1. Cilt, s. 394)

 

İster inanın ister inanmayın.

Yukarıdaki içtihadlara göre âyetlerde Allah'ın emrettiği iddet bekleme sonrasında bile yapılacak herhangi bir evlilikte nesebin birbirine karışma ihtimali ortaya çıkıyor.


Yani bir kadının kocası vefat ettiğinden iki veya üç yıl sonra evlenmediği (cinsel hiçbir temas olmadığı)  halde hamile olduğunu fark edip, çocuğunu vefat eden kocasına nispet edebilecektir.


 2009 yılında Suudi Arabistan gazetelerinde buna benzer bir haber okumuştum.

 

Kocası beş  sene önce ölmüş bir kadının hamile çıkması üzerine ailesi nereden hamile kaldığını  sorarlar.


Beş yıl önce ölmüş olan kocasından  hamile kaldığını söyleyince, ailesi mahkemeye başvurur.

 

Alt mahkeme işin içinden çıkmayınca yüksek mahkemeye sevk eder.   

 Gazetelerin haberine göre  Suudi Arabistan yüksek Mahkemesi'nin kararı şu şekilde oluyor. 


"Evet bu kadın şer'an beş  sene önce ölmüş olan kocasından hamile kalabilir"


Çünkü yüksek mahkeme kararında  tıb ilmini değil, âlimlerin ictihadlarını esas almıştır. 


 ARKADAŞLARDAN GELEN YORUMLAR.

(2.YAZI) 

Kardeşim çok etkilendim ve hüzünlendim! 


Önce emeğinize, bilginize, katkınıza ve bizim gibi arayışta olan, sorgulayan ve aklını kullanarak yolu bulmak isteyenlere yaptığınız katkı çok büyük! 


Tabi ki Kur'an merkezli ve günümüzdeki yanlışlara örnek vererek. 


Kardeşim! Allah razı olsun, sağ olun. 

Sizden isteğim bu aydınlatıcı  yazıları hiç bir etki, korku, çekingenlik duymadan ve kime dokunursa dokunsun, sadece Kur'an ve Allah düzeni merkezli olarak yazarak, insanları bilinçlendirmeye devam etmenizdir! 


Kardeşim inanın bugünüm çok daha güzel olacak, ferah ve mutlu olacak; çünkü en azından bu kadar doğruları bir arada gördüm ve öğrendim sayenizde! 


İnsanlara ve bilhassa aydınlara ve bilhassa sorgulayan solculara Kuran’ın ulaşması gerekir diye düşünüyorum.


Çünkü sorgulayan biri diyaneti görünce niye Müslümanlığı seçsin, yada ilgi duysun ki? 

Sevgiler

(Hüseyin Bostan)

----------------------------------------------------

Kur'an'ı mehcur bırakmamak için gayret gösterenleri, din gününün sahibi Allah'tan sıddıklar olarak haşretmesi için dua ederim.


Kıymetli hocam, şahsım için 2020 nin en büyük kazancı sizi sosyal medyadan tanımam oldu. 


Emeğinize sağlık, eğmeden bükmeden devam ettiğiniz sürece gönüldaşınız.

 İnşaallah, selam ve dua ile

(Hasan Ayhan Karakuş)

--------------------------------------------------

''Kur'an'da bir çok ayette Rabbimiz bizlere,

 ''Sakın ihtilaf çıkartıp tefrikaya düşüp dinlerini fırka- fırka, hizib- hizib bölüp parçalayanlar gibi olmayın'' buyuruyor.

Ve bu "bölünme ve  parçalanmanın sebebini de beyan ediyor'' 


"Kendilerine apaçık âyetler, kitab ve Resul gelip, ihtilaflar giderildikten, din tamamlandıktan sonra ancak aralarındaki "BAĞY" den  başkası değildir'' buyuruyor..! 


Ben "bağy" kavramı nedir? 

Araştırdım ve şu sonuca vardım.  "Bağy, siyasi emellerine dini alet edip, din üzerinden insanları kandırıp, kendine, kavmine, soyuna iktidar, servet, güç, saltanat devşirme hırsı ve ihtirası için Allah'a baş kaldıran, azgın, saldırgan, hased ve kibirle düşmanlık eden her  kavmiyetçi (ırkçı) kimseler'' olarak anladım .! 


Ve Kur'an'da daha önce Allah'ın kitab ve Rasul gönderdigi kavimlerin Yahudileşerek veya Hristiyanlaşarak (mezhebleşip) dinlerini parça parça ettigini gördüm.


 Allah'ın bunu biz müslümanlara kesinlikle yasak ettigini gördüm.


Olayları Kur'an'da geçen kıssalardan ve tarihten ibret alarak yine Kur'an ile akledip düşününce şu sonuca vardım.


 ''Mekke ve Medine'de Allah ve Rasul'üne ( vahye) karşı 23 sene iktidarı, hakimiyet gücünü ve zenginlik kaynaklarını (Devleti) kaybeden Emevilerin ''kitab üzerinde sırf nefislerindeki yönetme hırsını hakim kılmak, iktidar ve saltanat, güç ve servet, hırs ve hasedle kin ve  düşmanlıkla" Allah'a baş kaldırarak, din üzerinden  kendi siyasi emelleri istikametinde,  kasden ihtilaf çıkartıp dini parçalayıp ümmeti tefrikaya düşürüp böldüğünü gördüm.


''Ve anladım ki, dinde ihtilafın sebebi siyasidir asla din degildir.

Ali Hocam! 

Sizden Allah Rızası için bu güzel yazılarınıza birde bu "bağy" likten bahs eden âyetleri öncesi sonrası âyetleri de tetkik ederek Kur'an'da var olan mana bütünlügüne göre derli toplu bir yazı yazmanızı rica ediyorum . 


Görüyorum ki, siz çok derli toplu ve anlaşılır yazma kabiliyeti olan birisiniz.


 Ben anlıyorum, fakat anladığımı dağıtıyorum. 

"Bağy kelimesi geçen âyetleri lütfen inceleyin ve çevirilere bakın, hemen hemen hepsi ''haddi aşan -taşkınlık eden- azgınlık yapan, kıskançlık eden" şeklinde mana verilmiş  doğrumu, doğru (!) çok anlamlara gelen vucuh bir kelimenin sadece bir manasını almışlar.

 

Ama maksat asla hasıl olmuyor. 


Oysa ''BAĞY" "Devlet, iktidar ve zenginligi servet ve hakimiyeti kendine, soyuna, kavmine özel kılmak için din üzerinde kasten ihtilaf çıkartan, Allah'a baş kaldıran, azgın saldırgan''  diye çevirseler, mezheblerin niçin türediğini ve Allah'ın kitabının niçin "mehcur" (Furkan-30) edilişini bu ümmet doğru anlardı.


Müslümanlar bunu bilmeli ve tercihlerini hakka göre âdil ve hür bir  akılla yapabilmeli. 


İmamlar her hafta Nahl süresinin 90.âyetini okuyup  açıklıyorlar.


İnsan,  emredildigi adaleti akrabaya, yakınlara ve  yoksullara ihsan ve iyilik etmeyi anlıyor. 

 

Yasaklanan üç şey olan fahşayı yani  hayasızlığı, münkeri ve  kötülükten men etmeyi de anlar.

 

Fakat en önemlisi  ''Allaha başkaldırıp azgınlık ederek haddini aşan, Allahın koyduğu sınırları (haram ve helalleri ) çiğnemek olan, ihtilaf çıkartıp, din koyuculuğa kendi siyasi emelleri için soyunmak anlamına gelen "BAĞY" kelimesini  nasıl anlasın? 


Ali hocam! önceki yazınız gibi bu yazınızda gerçekten çok dogru,

 Allah Razı olsun.

Lütfen beni mazur görün, çünkü İslam âleminin haline bakınca  içim yanıyor.


Nasıl amel edersen et, yeter ki diğerini tekfir edip iman  kardeşligine ve hepimizin dini olan islama zarar verme.

 

Dünya ve devlet işlerinde insanlar arasında şura- istişare ehliyet- liyakat hakk-adalet üzere taksimat edilmesi gerekirken.  


Hanif olan dinde yasak olan ihtilaf ve içtihadla bölüp parçalayıcı yani  çoğulcu ve katılımcı şirk dini oluşturmuşuz. 


Ehil ve liyakatli, adalet ve merhamet sahibi ortak akıl havuzu ile yapılması gereken dünya işlerinde ise teklik yapmışız! 


Allah'a ve İslam dinine şerikler ilave etmişiz, şerikli işlerde ise bilenlerden şura oluşturacağımız işlerde vahidlik (teklik)  yapmışız ve yapıyoruz.

23 Şubat 2021 Salı

 NEBİ İLE RESUL'ÜN ARASINDA BULUNAN FARKLARIN BİLİNMESİNİN ÖNEMİ: 

(7. YAZI) 

Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü kavramayan, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamayan, Kur'an'da bulunan kavramların hangi anlama geldiğini bilmeyen, Allah'tan, Allah Resulü'nden ve İslam dininden konuşması doğru değildir. 


Çünkü Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anlamayan dinde sağlam bir usul ve sağlıklı bir kaide elde edemez. 


İkincisi: Allah'ın kitabını hakkıyla anlamak için mana ve hikmetinin inceliklerini kavramak zorunluluğu vardır.

 

Mana ve hikmetinden uzak sadece  Kur'an'ın metnini yani arapçasını okumanın ne topluma ne bireye hiç bir faydası yoktur. 


Üçüncüsü: Kur'an'ı anlamak için Arapça bilmekten daha önemli olan aklın kullanılması ve sorgulama yeteneğidir.  


Batılı ilim adamları her ne kadar Kur'an'ı bilmiyor ve inanmıyor olsalarda, sorgulama nimetinden  mahrum olmadıkları için maddi bir ilerleme kaydettiler. . 


Yani akıl ve iradelerine  değer vererek başkalarına peşkeş çekmiyorlar.


Hangi dine ve inanca sahip olursa olsun insanların akıl ve zihinlerini, ahlak ve vicdanlarını vahiy'den başka hiçbir şey gerçek anlamda temizleyip arındıramaz. 


İşte Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan kavramlardan biri de "tezkiye" "arındırma" "kitap ve hikmeti öğretme" olarak karşımıza çıkmaktadır. 


Söz konusu kavramlar Muhammed ve Nebi bağlamında değil Resül için  kullanılmaktadır. 


"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, SİZİ KÖTÜLÜKLERDEN ARINDIRAN, size kitab'ı ve hikmeti tâlim edip  bilmediklerinizi size öğreten bir RESUL gönderdik"

(Bakara- 151) 


"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (ŞİRKTEN ve KÜFÜRDEN) kendilerini TEMİZLEYEN, kendilerine  kitab ve hikmeti öğreten bir RESUL  göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler"

(Âli İmran-164) 


"O öyle lütufkar bir Allah ki, ümmilere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları VAHİY'LE TEMİZLEYEN, onlara kitab'ı ve hikmeti öğreten bir RESUL gönderendir. Kuşkusuz onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler"

(Cuma-2)


Âyetlere baktığımızda her üç âyette bulunan kavramın Resul olduğunu görüyoruz. 


Bunun sebebi şudur. 

Beşer Resul vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil edebilir. 


İkincisi: vahiy canlı bir organizma gibidir. 


Yani hariçten hiçbir inancın etkisinde kalmayan temiz akıl ve vicdan sahipleri vahyin hidayetine  zorlanmadan sahip olabilirler. 


Yeter ki, kalp ve zihinlerini ön yargılara mahkum etmeyecekler.


 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(14. YAZI) 

Bütün konularda değil, ama birçok konuda Kur'an'ı karmaşık parçalara  sahip bir mekanizmaya  benzeyebiliriz.  


Mekanizmanın her parçası kendi içinde ve diğer parçalarla olan bağlantıları doğru bir şekilde kurulmayacak olursa sağlıklı ve düzenli çalışmayacağı gibi ölümcül   zararlar verecektir. 


Bir nesne ne kadar yüksek bir mesafeden düşerse parçalanma ve dağılma da o derece şiddetli olacaktır. 


Son derece şifalı, temiz ve saf olan bir madde bozulduğu andan itibaren son derece zehirli ve ölümcül olacaktır. 


 Mesela : Kur'an'ı iyi bilen, bağlam ve bütünlüğünü gözeten, hikmetini anlayan,  yani onunla arkadaşlık ve dostluk kurabilen bir kişi, ahirette Allah'ın şefaatinden ve kendi amelinden başka hiç bir şefaatin olmadığının bilincinde ve şuurunda olur. 


Fakat Kur'an'ı hakkıyla okumayan ve onu anlamayan kimse Allah'ın yanında ve berisinde birçok şefaatçilere iman  edecektir. 


Hem de Kur'an'ın bir çok âyetini kaynak göstererek bu açık küfür ve şirk zulmünu irtikap edecektir. 


Hatim yapma veya  sevap kazanma kastıyla  Kur'an'ın metnini okuyan kimse  onu anlamaktan çok uzak bir mesafeye savrulmuş  olacaktır. 


"Müminler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetlerinin  okunması onların imanını artırır..."

( Enfal- 2 )


"Elçiye indirileni işittiklerinde, tanıdıkları  haktan dolayı onların gözlerinin  yaşla dolduğunu görürsün..."

( Maide- 83)


"Eğer bu Kur'an'ı  bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusundan baş eğerek parça parça olduğunu görürdün..."

(Haşr-21)


Dolayısıyla Kur'an'ı beşer mahsulu bir eseri  okur gibi okuyamayız.


Acaba iman eden bir kişinin kitaptan kalbinin  ürpermesi, gönlünün  yatışması  gibi içsel hadiseler ne anlama gelir?


Her türden kitapla böyle iletişime geçmek mümkün müdür?


Emerson'un kutsal kitaplar yani Allah tarafından indirilen vahiy'ler  hakkındaki şu sözleri, bu sorulara açıklık getirir mahiyettedir.

 

"Kutsal kitapların anlamları ne dille ne de dudakla alınıp verilmeli, yanağın kırmızısında ve yüreğin çırpıntısında ses bulmalıdır.


"İman edenlerin  Allah'ı anma ve ondan inen  Kur'an sebebiyle kalplerinin  ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? 

 Onlar daha önce kendilerine kitap verilen (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi olmasınlar, onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir"

(Hadid-16)


Vahiyle kurulan bu duygusal yön, kutsal kitapları diğer metinlerden ayıran önemli bir yöndür.

 

Eğer bir kişi bu yoğun iletişimi doğru  kuramazsa, Allah mesajının ona iletecek bir şeyi de olmayacaktır. 


"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? 

 (Sanki) biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. 

Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"

( Kehf-57)


"Eğer bu Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı inkarcılar yine de  inanmazlardı"

( Ra'd- 31; Kehf-101)


Özetle şunu söyleyebiliriz ki, Kur'an söz konusu olduğunda her okuyanın iletilen gerçek anlamı yakalayabilmesi gibi bir  şey söz konusu değildir.  


Kur'an bilgi- kültür arttırmak, daha fazla bilgilenmiş olmak,  estetik bir malzeme, edebiyatta kullanma, teğanni ve zevk almak için değil, Allah'ın kişisel ve toplumsal konulardaki emrini elde etmek, daha ötede elde edilen bu anlamı "pratiğe koymak" yani "onu yaşamak" için okunmalıdır.


 Kur'an, her şeyden çok hayırlara sevk edici, hayat bahşeden, dinamik ve canlı bir organizma olarak algılanmalıdır.

 

Özetle iman eden kişinin Kur'an okuması

 "Ne yapmalıyım? 

Nasıl bir ahlaka sahip olmalıyım?  sorusu eşliğinde cereyan eder. 


Oysa bu tasavvur ve anlayış, Şia ve Ehli Sünnet  din adamları indinde  unutulmuş ve kendilerine yabancılaşmış bir tasavvurdur.

 RECM(TAŞLAMA)CESAZI  


Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin yanında Kur'an, bir çeyiz eşyası, bir müzik güftesi, gönül eğlencesi, bir süs ve sanat  kitabıdır. 


Şiilik ve Sünniliğin temeli aynen Yahudilik ve Hristiyanlık gibi  muhaddislerin ve müctehidlerin  uydurdukları rivayetler üzerine inşa edilmiştir. 


Abartısız olarak söylüyorum. 

Şia ve Ehl-i Sünnet dininde Kur'an'a uygun bir ahlak ve ibadet mevcut değildir. 


"Muhammed'e salavat ibadetinden, şefaate, kabir azabından kader inancına, Mehdi inancından İsa'nın nüzülüne kadar her şeyleri Kur'an'a aykırıdır. 


Bunlardan bir tanesi de, zina eden dul ve evlileri öldürme cezası olan "recm" cezasıdır. 


Allah'a karşı iftira, İslam ahlak ve merhametine göre zulüm ve haddi aşma olan "recm"  (taşlayarak öldürme) cezası en vahşi uygulamalardan biridir. 


Şiilik ve Sünnilik dendiğinde akla ilk gelen şey Kur'an'sızlık ve akılsızlık olması gerekir. 


Şiilik ve Sünniliğin bu vahşi ve  zalimâne uygulamalarından dolayı zina ettiğinden değil, sırf erkeklerle konuştuğundan dolayı yüzlerce genç kız aile meclisleri tarafından "namusu temizleme  ve namus cinayeti" adı altında acımasızca katledilmiştir.  

 

Ehl-i Sünnet mühaddis ve müctehidleri yani mezhep âlimleri "recm" (taşlayarak öldürme) cezasını sorunsuz infaz edebilmek için Kur'an'ın eksik yazıldığını bile iddia etmişlerdir. 


Yani Kur'an'ın metninde var olan âyetin bir keçi tarafından yenildiğini söylemişlerdir. 


Ve bu "keçinin yediği âyet" le ilgili rivayetlere hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi karşı çıkmamıştır. 


Yani bu konuda tam bir ittifak söz konusudur. 


Aslında Nebi ve Resulün arasında bulunan farklar bilinmiş olsaydı, hadislerin dinde hiçbir öneminin olmadığı anlaşılmış olacaktı.  


İşte o zaman Şiiliğin ve Sünniliğin, Yahudilik ve Hristiyanlıktan hiç bir farkının olmadığı,  sadece şirk ve  batılı temsil ettikleri de ortaya çıkmış olacaktı. 

 

 Hanif İslam dini, Allah tarafından vahiy vasıtasıyla Resüllere indirilen hidayet ve merhametin ortak adı ve 

yaşam tarzıdır. 


Kur'an'da olmayan bir emir ve yasağın İslam ile hiçbir ilgisi olamaz. 


Kur'an'nın olmazsa olmazı olan takva ve ihlas, dini Allah'a özel kılma anlamına gelmektedir. 

 

 Recm cezası gibi yüzlerce emir ve yasağın, farz ve vacibin, helal ve haramın Kur'an ile hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. 


Bu emir ve yasaklar, helal ve haramlar, sünnet ve müstehaplar, mekruh ve menduplar, tesbih ve zikirler, salavat ve dualar milletin sırtında bir esaret zinciri ve çok kötü bir yüktür. 


Şia ve Ehl-i Sünnet'in hadis kaynaklarında öyle rivayetler var ki, İslam adına, Kur'an adına, Allah Resulü adına, akıl ve mantık adına, tefekkür ve sorgulama adına güzel ahlak adına tam bir rezillik ve yüz karasıdır. 


Kur'an cahili Buhari başta olmak üzere, Müslim, Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel,İbni Mace,Mâlik bin Enes Nesai gibi Ehl-i Sünnet'in bütün muhaddis ve müctehidleri recm cezasını savunurlar. 


Hemde "recm" (taşlayarak öldürme)  cezasının içinde bulunduğu âyetin bir keçi tarafından yendiğinin mücadelesini hiç utanmadan ve  sıkılmadan yaparlar.  


Burada biz bir tiyatro ve bir şakadan söz etmiyoruz. 


Emevi-Abbasi mahsulu Ehl-i Sünnet dininden ve rivayetlerinden konuşuyoruz. 


Halbuki yüce Allah tarafından zina cezasının kararı verilmiş ve hükme bağlanmıştır. 

Ama bu müfteriler ille de Allah'a din öğretecekler. 

(Hucurat-16)

 

Şia ve Ehl-i Sünnet  dininde Kur'an'la çelişmeyen ve Kur'an'a aykırı olmayan ictihad yoktur. 


"Zina eden kadın ve zina eden erkeğe yüz celde vurun. Allah'a ve âhiret gününe imanınız varsa, Allah'ın dini konusunda acıma duygusu sizi almasın. Müminlerden bir grup da cezalarına şâhid olsun"

(Nur-2)


Zina etmenin  cezasının yüz celde olduğu âyette açık ve net olarak görülüyor. 


Âyette geçen "celde" kelimesi, cildi incitecek, iç uzuvlara zarar vermeyecek şekilde değnekle vurmak demektir. 


Şia ve Ehl-i Sünnet dininin namus anlayışı ile Kur'an'ın namus anlayışı birbirinden çok farklıdır. 


Zinanın ispatı için âyette (Nur-13) dört şahidin gerekli görülmesi, bu işin toplumda yayılmasını engellemeye yöneliktir. 


Yoksa İslam'da esas olan mülkiyetin dokunulmazlığı ve mahremiyet ilkesidir. 


Gizli olarak zina edenlerin dört kişi tarafından görülmeleri çok zor bir durumdur. 


En doğrusunu yüce Allah bilir, zina cezası (celde), bu  fiilin kurumsallaşmasının önüne geçmek için ön görülmüştür. 


 Yani genelevler şeklinde bir yapılanmaya gidilmemesi için verilmiştir. 


Allah o kadar merhametli ki, cilde vurulacak yüz değnek için "onlara acımanız tutmasın" buyururken, Şia ve Ehl-i Sünnet dini taşlayarak öldürüyor. 


 Şimdi gelin Kur'an cahillerinin iftira ettikleri "recm" (taşlayarak öldürme) uygulamasına bir bakalım. 


"Âyet keçi tarafından yeniliyor"


Ehl-i Sünnet'in muhaddisleri "recm"(taşlayarak öldürme)cezasını ümmete kabul ettirmek için ilginç bir hikaye uydurdular. 


 Bu hikâyeye göre söz konusu âyet şöyledir. 

 "eşşeyhu veşşehatu ize zeneyâ fercumuhumé nekélen minallâhi vallâhu azizun hakim"

"İhtiyar (evli ve dullar) zina ettiklerinde Allah'tan bir ceza olarak onları recmedin. Allah aziz ve hakimdir"


Ehl-i Sünnet dininin âlimlerine göre bu âyet Nebi (a.s) ın eşi Aişe’nin evinde bir sahifede yazılı olarak bulunuyordu.  


Nebi (a.s) ın vefatından sonra Aişe (radiyallâhu anhe) onun cenaze işleriyle uğraşırken, odaya giren aç bir keçi âyeti yemiştir! 


Böylece keçi tarafından yenilen âyetin metni yok olmuş fakat hükmü baki kalmıştır. 


Evet inanç ve görüş bu, 

"Her ne kadar âyetin metni keçi tarafından yenilmiş olsa da hükmü baki kalmıştır"


Dolayısıyla evli ve dullar için Kur'an'da var olan "celde" cezası değil, hâlâ  "recm" cezası uygulanıyor.   


Bu hükmün  ve hikayenin doğru olduğunu savunma adına bir çok   kitap yazılmıştır. 


Mesela: Ehl-i Sünnet âlimlerinin  "sahih" dediği İbni Mace,  Nikâh- 36; dört mezhep imanından biri olan  Ahmed bin Hanbel'in  5,131,132,183 ve 6/269) Müsnedin'de bunları  bulabilirsiniz.  


Daha Allah Resulü hayatta iken Allah tarafından tamamlanan ve onlarca sahabenin hafızasında koruma altında bulunan Kur'an’ın âyeti keçinin yemesiyle nasıl ortadan kalkar? 


Ehl-i Sünnet'in âlimlerinden biri olan  

 İbni Küteybe'ye göre bunun olması mümkündür! 


Der ki: 

"Keçi mübarek bir hayvandır! 

Hud  (a.s) ın kavmi “Ad" ve Salih (a.s)ın kavmi  "Semud" u  ortadan kaldıran "yüce Allah"  bir âyetini keçiye yedirerek ortadan kaldıramaz mı ?


Türkçeye “Hadis Müdafaası” olarak  çevrilen orijinal ismi “Te'vilu Muhteliful Hadis” olan İbni Küteybe’nin eserine bakmanızı tavsiye ediyoruz. 


Ehl-i Sünnet'in muhaddisleri ikinci halife Ömer'i de bu keçinin yediği âyetle ilgili hikayeye âlet etmeyi ihmal etmemişler. 

 

Güya Ömer demiş ki: 

"İleride bazı kişiler çıkacak ve "recm cezasını Allah'ın kitabında  bulmuyoruz" diye recmi inkar edeceklerdir! 


İşte bu kişiler okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır! 


"Eğer insanların “Ömer Kur'an’a ilave yapıyor” demelerinden korkmasaydım recm âyetini Kur'an’a yeniden eklerdim!


Ömer'in bu söylediklerini Ehl-i Sünnet'in en önemli altı hadis  kaynağından (kütüb-ü sitte) üçü olan Buhari-93/21; Müslim-Hudud, 8/143 ve Ebu Davud-41/1) rivayet etmiştir. 


 "Zina yapan Maymunların "recm"  edilmeleri" rivayetine  bir göz atalım. 


Keçi rivayetleriyle yetinmeyen muhaddis ve müctehidler görüşlerini takviye etmek için Maymunlardan da bir hikaye rivayet  ettiler.  


Rivayete göre: 

"Maymunlar, kendi aralarında zina eden iki maymunu yakalayarak "recm" ettiklerini, sahabeden birinin  de "zina yapan Maymunların" "recm" edilme olayına katılarak bu kutsal görevde onlara  yardımda bulunmuştur. 


Yani "recm" cezasını uygulamayan  müminlerin, Maymunlardan daha aşağı bir konumda oldukları anlatılmaya çalışılmıştır. 


Ehl-i Sünnet âlimleri son vahyin tarihinde bu saçma sapan ve akılsızca rivayetleri kabul etmeyen vahiy ehli muvahhidleri tekfir etmiş ve "Buhari ve Müslim'in bir hadisini bile inkar edenin dinden çıkacağını" söylemişlerdir. 


Ehl-i Sünnet'in önemli âlimlerinden    Kurtubi de, "Ahzab süresi’nin sonunda "recm" âyetinin mevcut  olduğunu, üçüncü halife  Osman’ın bunu mushafa kaydetmediğini" iddia etmiştir.  


RECM'İ KABUL EDENLER VE GEREKÇELERİ:


"İslam hukukunda recm cezası olduğunu ileri sürenler de görüşlerini birden fazla gerekçeye dayandırmışlardır. 


 Her şeyden önce Hz. Ömer'in sözünü ettiği recm âyetinin lafzı mensuh olsa dahi hükmü bakidir. 


Ayrıca Hz. Ömer'in minberde recm âyeti ile ilgili konuşmasına sahabeden bir itiraz gelmediğinden bu hususta suküti (karşı görüş olmaması dolayısıyla) icma oluşmuştur. 


İkincisi, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Şii hukukçuların çoğunluğuna göre recm,  Hz. Peygamberin sözü, fiili ve tevatüre yakın haberlerle sabittir.


 Hz. Peygamberin sünneti ile Kur'an'ın bir hükmü tahsis edilmiştir. 


Ayrıca ashab ve tabiin'de bu konuda icma etmiştir.

Gerçekten Kur'an'da pek çok hüküm genel olarak gelmiştir.


Daha sonra bu hükümler sünnetle tahsis veya takyid edilmiştir.


 Mesela:  Hırsızın elinin Kur'an'a göre en küçük bir şey çaldığında dahi kesilmesi gerekirken sünnet bunu takyit ederek miktarını belirlemiştir.


Keza namazın vakitleri, rekatları, zekatın hangi maldan ne kadar verileceği, ölü hayvan eti yemenin yasaklığının kara hayvanlarına tahsisi hep Hz. Peygamberin tahsis ve takyit  yetkisi çerçevesinde konulan hükümlerdir.


Bu durumda genel olarak zina edenlere sopa cezası verileceğini hükme bağlayan ayet, bekarlara tahsis edilmiş, evlilere ise recm uygulanacağı Hz. Peygamber tarafından hem ifade edilmiş hem de uygulanmıştır.


Keza Şafii'ye göre de celde  ayetinden sonra Hz. Peygamber Allah'tan aldığı bir emir (vahyi gayri metlüv)  ile zina eden evlilere recmi uygulamıştır.


 Hz. Peygamberin zina eden Yahudilere Tevrat'ın hükmü olarak recmi uyguladığı doğru olmakla birlikte daha sonra zina eden muhsan Müslümanlara kendi içtihadi ile recm uygulamıştır.


 İkisi de ilahi olan dinlerin hükümleri arasında bu tür benzerliklerin olması tabiidir.


Şu kadar var ki birisinde kitaba giren husus diğerinde peygamberin söz ve uygulaması ile sabit olmuştur. 


Doğrusu değişen bir şey olduğu söylenemez. 


Sahabi ravilerin recmi bizzat görerek naklettikleri anlaşıldığından Maiz,  gamidli kadın ve Asif'in  recminin celde ayetinden sonra olduğunun anlaşılması ve sahabe ile tabiinin recmi uygulamaya devam etmeleri recmin celde  ayetinden sonra da uygulandığı hususundaki kanaati güçlendirmektedir. 


 Bu sebeple recmin celde  ayetinden önce mi sonra mı olduğu hususunda herhangi bir şüphe kalmamıştır.


 Hz. Peygamberden "zina eden evlilere yüz sopa ve recm,  bekarlara ise yüz sopa ve bir yıl sürgün" cezası verileceğine ilişkin rivayetten hareketle Hz. Ali zina eden evli bir kadına önce sopa vurup sonra da recm ettikten sonra "Allah'ın kitabına göre sopaladım, Hz. Peygamberin sünnetine göre de recm ettim" demesinden hareketle İslam hukukçuları recmle birlikte sopa vurulup  vurulmayacağı hususunda farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.


 İbni Abbas, İbni Mesud, Übey bin Kâb, Ebuzer, Hasan Basri, İshak bin Rahuye, İbn-i Hanbel ve Davut ez- Zahiri de önce sopa sonra recm cezası verilir.


 Cumhur'a göre ise, Hz. Peygamber, söz konusu hadise rağmen sadece recm uygulamıştır.


 Bu nedenle ayrıca sopaya gerek  yoktur. 


 İslam tarihi boyunca da cumhur'un görüşü uygulanmıştır.


(e-akademi, hukuk, ekonomi ve siyasal bilgiler aylık internet dergisi.

Makale: İslam hukukunda recm cezası Doç. Dr. Osman Kaşıkçı) 


Her şey geliyor Kur'an'a iman etmeye ve Kur'an'ın bilinmesine dayanıyor. 


Kur'an bilinirse akıl ve mantık, fikir ve sorgulama, ilim ve hikmet devreye girer.  


Kur'an'a itibar olmazsa yani Kur'an'dan yüz çevrilirse insan hayvanlardan daha aşağı bir dereceye mahkum olur. 

(Furkan-44; Enfal-22) 


Nisa süresi 25.âyette bulunan bir cümle Ehli Sünnet ve Şia'nın  uydurdukları "recm" cezasını tek başına çöpe atmaya yeterlidir.

 

"...cariyeleriniz evlendikten sonra bir huhuş yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı uygulanır..."

 (Nisa- 25)


Şimdi can alıcı soru şu: 

"Hür kadınların cezası "recm"  yani ölüm ise, cariyelere ölümün yarısı nasıl uygulanacak? 


Yüzlerce âyet var ki, din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli olduğunu, din için başka hiçbir kaynağa ihtiyaç bırakmadığını ortaya koyuyor. 


Kur'an, fırka ve mezhepleri dinde parçalanma ve dağılma, ihtilaf ve kargaşa,  fitne ve fesat olarak görmektedir. 

(En'am-159; Âli İmran-103/106; Rum-30,31,32)

 

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre "recm" cezası şöyle gerçekleşir. 


"Taşlanarak öldürülecek kadın açılan bir çukurun içine yarıya kadar gömüldükten sonra nohut büyüklüğünde çakıl taşları ile "recm"  edilir"

"Zina eden erkek ise ayakta taşlanır"

 ( Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı- 7/97 ) 


Sonuç: 

 Maalesef Şia ve  Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kur'an'a karşı  cehaletlerinden dolayı tamamen şirk olan mezhep ve fırkalar sürekli olarak övüldü ve yüceltildi. 


Mezhep şirkine karşı çıkma ümmi insanlara "din ve Resul düşmanlığı" olarak lanse edildi. 


Mezhepsizlik bir övünç kaynağı, hanif müslüman olmayı temsil ederken, cahil halka hakaret unsuru olarak gösterildi. 


Ölü gönülleri dirilten, manevi hastalıklara şifa ve hidayet kaynağı olan Allah'ın kitabı ise ölülere ve mezar taşlarına layık görüldü. 


Rivayet ve ictihadlarla öyle bir din  inşa edildi ki, bu din sadece Kur'an'ın düşmanı yapılmadı. 


Bu şeytanların ve tağutların dininde akıl ve mantık, ilim ve hikmet, icad ve yetenek, sanat ve sorgulama da hedefe kondu. 


Bu batıl ve küfür dini tamamen fosillerin inanç ve ictihadlarına mahkum edildi.

21 Şubat 2021 Pazar

 SAHABELER GÖKTEKİ YILDIZ DEĞİL, BİZİM GİBİ İNSANLARDI.

 Kur'an'da hangi âyette 

"Ey iman edenler!..." varsa, orada bir sorun vardır. 


Yani Nebi (a.s) ın arkadaşlarının bazılarının imanlarında bir problem yaşanıyordu. 


Zira imanda sorun olabiliyor. 

Fakat İslam sorunsuz bir kavramdır. 


Çünkü İslam, dini Allah'a özel kılma,  hanif yani katışıksız, saf, organik ve orijinal bir imandır.  


Yani takva ve ihlastır. 

İman ise Allah'a olabileceği gibi, başkalarına da olabiliyor 

(Yusuf-106)


İşte bundan dolayı iman ile değil,  İslam ile ahirete intikal etme  istenmiştir. 

(Âli İmran-102; Bakara-132) Yusuf-101)

 "SİZ İSLAM'IN YÜZ KARASISINIZ"

Uydurma dinin yani mezhepler dininin yani evliya ve ilahların şirk dininin yani fosillerin ictihadlarına  tapmanın ne kadar korkunç olduğunu, 

birde Prof.Dr. Mehmet Çelik'in söyledikleri üzerinden düşünmek gerekir. 


Ülke TV de Turgay Güler'in "sıradışı tarih" programına katılan Mehmet Çelik,  bu uydurma din hakkında   çizdiği olağanüstü manzara aynen şöyledir. 


"Tarih boyunca, biz millet olarak da, bunun (islam dininin) bin yıl bayraktarlığını yapmışız, 


Allah'ın kelamını, emirlerini, yasaklarını ve bu barış dinini kâinatta her yere ulaştırmak ve her insana ulaştırmak.


Bu nasıl ulaştırmak ya, ya sizin bu halinizden ancak nefret edilir kardeşim, nefret edilir.


Ne Müslümanlığı?

Neden bahsediyorsunuz?


Yani günde beş sefer spor yaparak, takla atarak Allah'a ibadet ettiğinizi mi zannediyorsunuz?


Senede bir ay aç durarak Allah'a ibadet ettiğinizi mi zannediyorsunuz?


 Siz islam'ın yüz karasısınız, yüz karası.


 Siz insanlığın yüz karasısınız.

Batı kötü, batı hain, batı şöyle, batı böyle de, sen ne haltsın sen ?


Sen insan değilsin.

Senin insanlık sınıfında yerin yok senin.

Ve sen islam'ın üzerinde bir yüksün. 


Keşke putperest olaydın, keşke ateist olaydın, keşke şintoist olaydın, hatta keşke hayvan olaydın. 


Sen insan olmayaydın.

Kim üretti kardeşim?

Bu algıyı kim üretiyor?


Batı üretmiyor.

Boşu boşuna hedef saptırır da kendi içimizi rahatlatmayalım. 


 Dokuz ay on gün anne karnında, anne rahminde yetişen bir çocuk,  çıkıyor o.

Siz onun sağ kulağına ezan okuyorsunuz, sol kulağına kamet okuyorsunuz.


İsmini bir müslüman ismi koyuyorsunuz.

Bilmem dişi çıktığında hedik yapıp dağıtıyorsunuz.

 


Bilmem doğduğunda akika kurbanları yapıyorsunuz.

 Bilmem törenlerle sünnet ediyorsunuz.

 

Siz bu masum bebekten bir canavar yaratıyorsunuz sonunda. 


Bir katil yaratıyorsunuz sonunda.  Başında sarığı var bunların, yüzlerinde sakalı var, ellerinde kalaşnikofları var, ağızlarında cihad âyetleri var.


Siz Allah'a iftira ediyorsunuz. Allah'ın kitabını ve dinini ters  çevirdiniz. 

Neyin bahsini yapıyorsunuz?

Esad orada öldürmüş, vay vay vay, Esad böyle zalim.

 

Sadece bir iktidarı devirdiğiniz zaman iş bitiyor mu?

Bakın bütün İslam dünyasında kan var.

 Bütün İslam dünyasında gözyaşı var.

 

Amerika gelmiş burayı işgal etmiş, zemin hazırlama.

 Amerika böyle kötü, siz temiz misiniz?

Siz temiz misiniz?


Yani Mısır'daki NUSRA'dan tut da, bilmem Suriye'deki IŞİD'den tut da, Afganistan'daki TALİBAN'dan tut da. 


Ben sizinle aynı camide olmak istemiyorum.

 Ben sizinle o inandığınız Allah'a secde etmek istemiyorum. 

 

O elinizdeki kitap sizin, Allah'ın gönderdiği Kur'an olamaz.

Sonra anlamıyor, algılayamıyorsunuz bile.


Ve şu düştüğünüz duruma bakın ya! Neden böyle?

Hanginiz Kur'an'a göre yaşıyorsunuz?

Hani o meşhur hikayedir. 


 İncil'de anlatılan bir hikayedir.

Bir kadın zina suçu işliyor, recmedilecek.


İnsanlar toplanıyor,  âdeta büyük bir kin ve öfke ile toplanıyorlar. Hahamlar da orada.


 İsa orada onlara diyor ki:

İlk taşı günahsız olan atsın

 diyor içinizden.

Hepsi birbirlerine bakıyorlar. 


Kimsenin eli gitmiyor  ilk taşı atmaya.

Önce insan olarak kendi kendimizi sorgulayalım.


Yalan söylemeyen, iftira atmayan,  dedikodu yapmayan, tarikat şeyhinden tut, sokaktaki çocuğa kadar.

Herkesin günlük hayatında olan bir şey.

Bence bu dinden vazgeçin.

 Bu dinin yakasından düşün kardeşim!

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(13. YAZI) 

Kur'an yazıya geçirilmeseydi  kaybolurdu, değişirdi diyenlerin Allah Resulü'nden üç asır  sonra koruma altında olmayan uydurma  rivayetleri onun ağzından çıkmış gibi kabul etmeleri hayret edilecek bir anlayıştır.


Şu bir gerçektir ki, Kur'an'ı anlama yediden yetmişe her insan için iletilebilir sıradan bir haber ve bilgi değildir.


Her şeyden önce son vahyin nazil olduğu günden bu yana, bu hakikatı bir vakıa olarak bilmekteyiz. 


Kur'an'ın kendisi de böyle bir yargıyı destekler mahiyettedir.

 

Mesela,  Kur'an'da birçok âyette Allah Resulü ( a.s) a  hitâben  bu mesajın aklını  kullananlara ve tefekkür edenlere iletilebileceğinden söz edilir.

 

Bu bağlamda şu âyetlere göz atmakta fayda vardır. 


"İşte bu Kur'an, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın bir tek ilah olduğunu bilsinler ve aklını kullananlar düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir bildiridir"

( İbrahim- 52)


Her ne kadar kabul edilmesi zor olsa da, bu gibi âyetler, Kur'an metninin anlamının herkese açık olmadığını ima eder.

 

Örneğin, Kur'an her okuyanın okuduğunu anladığı bir romana benzemez.

 

Onu her okuyanın, onunla istenilen gerçek iletişimi kuramaz.

 

Bunun birçok sebebi vardır.

 Bunlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkündür. 

1-) Kur'an'ı Mübin'in konuları dağınıktır.

 Bir konuyu anlamak için diğer süre ve âyetlerde bulunan bütün parçaları ve detayları bir araya getirip sırasına göre anlamak gerekmektedir. 

 

Mesela: 

"Ona (Kur'an'a) temiz olmayanlar dokunamaz" 

(Vakıa- 79) âyetini ele alalım.

 Bu konuyla alakalı Kur'an'da dağınık bir halde  bulunan  bütün âyetleri bir ayara getirmedikten sonra bu âyeti tam olarak anlamak mümkün değildir. 


Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne göre âyetin iniş sebebi nedir?


Temiz olanlar, olmayanlar kimlerdir? 

Ona nasıl dokunamaz?

Âyette bulunan "nehiy" bildiğimiz anlamda bir yasaklama mıdır? 


Yoksa "nefiy" yani mümkün değil, istese de dokunamaz anlamına mı geliyor? 


 Bu maddelerin hepsi Kur'an'ın diğer sürelerinde serpiştirilmiş durumdadır. 

 

2-) Kur'an'ın kendi içindeki bütünlüğüne sahip olmayanlar Kur'an'a yanlış meal  vereceklerinden hiç kimsenin şüphesi olmasın.


 3-) Âyetlerin üzerinde uzun bir tedebbür, tezekkür ve tefekkür safhasının geçirilmesi gerekmektedir.


Yani uzun süre âyetler zihin ve fikir mutfağında pişirilmeleri gerekir.

 

4- ) Ön yargı ile Kur'an'a yaklaşanlar ondan hiçbir şey anlayamazlar. 


"Biz Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir. Zalimlerin  ise sadece husranını arttırır"

( İsra- 82)

 

5-)  Kur'an ara sıra, lazım olduğu zaman başvurulacak sıradan bir eser değildir.

 

Kur'an, tek bir sözdür (hadis)  yani bölünüp   parçalanamaz bir özelliğe sahiptir. 


Kur'an'a hakkıyla iman eden ve sadece ondan  konuşan kimse için hayatın her alanını işgal etmesi, âdete onunla yaşaması, onunla haşır neşir olması, onunla hayatını bütünleştirmesi,  her yerde derdini paylaşacağı candan bir dost  haline gelmesi  gerekmektedir. 


Yani sürekli olarak Kur'an ile konuşması icap edecektir. 


İşte o zaman Kur'an sır ve hikmetlerinin hazinesini candan dostuna sonuna kadar açacaktır. 


Yoksa ben şahsen bir çok müfessirin, Kur'an'ı tefsir etmelerine karşılık onu tam olarak anlamadıklarını görüyorum.  


6-)  Nebi ile Resul arasında bulunan farkları bilmeyenler Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü anlamaktan mahrum olacaklardır. 

 

Bütün bunların sebebi Kur'an'ın olağan (sıradan) bir metin olmadığıyla alakalı bir durumdur.

 NÜBÜVVETE BAĞLI RİSÂLET İLE KİTAB-A BAĞLI RİSÂLET 

(8. YAZI) 

6-) Nübüvvet'e bağlı Resüllere karşı  gelmenin  yani onlara isyan etmenin karşılığı cehennemdir.


Fakat kitab'a bağlı resullere karşı gelmek azap sebebi değildir.

  

Çünkü kitab'a bağlı resüllerin Allah tarafından düzeltime imkanları bulunmamaktadır.  


Dolayısıyla yüzde yüz vahye uyup uymadıkları yani vahye sadık olup olmadıkları tam olarak bilinmediğinden onlara mutlak itaat olmaz. 

 

 Nübüvvet'e bağlı Resül vahyin ikinci kaynağı iken, kitab'a bağlı resüller vahyin kaynağı değillerdir.


Kitab'a bağlı elçiliğin mükafatı yüce Allah indinde büyük olmakla birlikte aslında basit bir görevdir. 

 

Kitab'a bağlı risâlet, din ve hüküm olarak vahiy'den başka hiçbir kaynak kabul etmeme, sadece kitab'ı okuma, yalnız onu duyurma, sadece vahyi tebliğ etme, Allah'tan indirileni koruma ve onun mücadelesini yapma  anlamında kullanılmıştır. 


Dolayısıyla Nübüvvet'e bağlı Resüllere saygısızlık yapılamaz.

"Yine onlardan: O (Nebi, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek Nebi'yi incitenler de vardır. De ki:  O, sizin için bir hayır kulaklıdır. Çünkü o Allah'a emanet eder,  müminlere güvenir  ve o,  sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah'ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"

( Tevbe- 61)

 

"Allah melekleri Nebi'ye salat ederler (yardım eder ve destek olurlar)

 Ey iman edenler!  Siz de ona salat edin( yardım eden ve destek olun) (Fakat tam olarak sadece )Allah'a teslim olun.

 Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve  onlar için alçaltıcı  bir azap hazırlamıştır"

(Ahzab-56,57)


Âyetler iyice incelendiğinde Nübüvvet'e  bağlı olan Resul'ün Nebi'lik vasfına  özellikle dikkat çekilir ki, Nübüvvet'e bağlı Resul ile âyetlere bağlı Resülün  arasındaki fark belli olsun.


 7-) Nübüvvet'e bağlı Resüller  haricinde hiç kimseye mutlak itaat yoktur.

 Kur'an'a göre sadece vahyin iki  kaynağına yani Allah'a ve Resulüne mutlak itaat vardır.

Rahman ve Rahim olan Allah ve Nübüvvet'e bağlı Resül haricinde dinde hiç kimseye kayıtsız şartsız itaat edilemez. 

 Dolayısıyla kitab'a bağlı olan resüllere itaat olmaz. 

 Çünkü kitab'a bağlı resüller vahyin kaynağı değillerdir.


Hatta kitab'a bağlı resellere yani görevi sadece âyetleri tebliğ etmek ve duyurmak olan resüllere ittiba da edilmez. 


Okudukları Kur'an dinlenir, tebliğ ettikleri vahye kulak verilir fakat ittiba ve itaat sadece Kur'an'a olacaktır. 


En doğrusunu Allah bilir. 


Şu âyetler buna delildir. 

Birinci âyet:  "Eğer biz bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azap ile  helak etseydik, muhakkak ki şöyle  diyeceklerdi: 


Ey Rabb'imiz! Ne olurdu bize bir Resül  gönderseydin de,  şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ÂYETLERİNE UYSAYDIK"

(Tâhâ- 134)


İkinci âyet:  "Rabbin, kendilerine AYETLERİMİZİ OKUYAN bir Resulü memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan ülkeleri helak etmişizdir"

(Kasas-59)


Üçüncü âyet: "Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde:

 Rabbimiz! Ne olurdu bize bir Resul gönderseydin de ÂYETLERİNE UYSAK ve müminlerden olsaydık!  diyecek  olmasalardı (Resul göndermezdik)"

(Kasas-47)


Birinci âyette bulunan "...Ey  Rabbimiz! Ne olurdu, bize bir resul gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ÂYETLERİNE UYSAYDIK"

(Tâhâ-134)

İkinci âyette bulunan, "...Rabbin, kendilerine AYETLERİMİZİ OKUYAN bir resulü memleketlerin merkezine göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir"

(Kasas-59)


Üçüncü âyette bulunan, "...Rabbimiz! Ne olurdu bize bir resül gönderseydin de, AYETLERİNE UYSAK..."

(Kasas-47)

  

Cümlelerinde bulunan "resül" kavramının marife değil de, nekre olarak gelmesi, söz konusu elçilerin vahye bağlı değil, kitab'a bağlı yani âyetleri tebliğ eden resüller olduklarını anlıyoruz. 


Kur'an'a göre sadece vahyin iki kaynağına yani Allah ve Resulüne itaat vardır. 


 Allah ve Nübüvvet'e bağlı  Resul haricinde hiç kimseye mutlak anlamda itaat olmaz. 

Vahyin ikinci kaynağı olan Resul vefat ettikten sonra sadece kitap Resul'e itaat edilir.


İşte bundan dolayı Kur'an'a baktığımızda itaat kavramının "Resuller" bağlamında değil, sadece  "Nübüvvet'e bağlı Resül" bağlamında kullandığını görüyoruz. 


Gerçekten çok ilginç, "ittiba,tilâvet, inzar (uyarma)" tebliğ" gibi kavramlar çoğul olarak "Resuller" bağlamında kullanıldığı halde, itaat kavramı tekil ve kimliği belli olan Nebi olan Resul bağlamında kullanılmıştır.


 "Nübüvvet'e bağlı Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir" (Nisa- 80)

 KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 

(14. YAZI) 

Bütün konularda değil, ama birçok konuda Kur'an'ı karmaşık parçalara  sahip bir mekanizmaya  benzeyebiliriz.  


Mekanizmanın her parçası kendi içinde ve diğer parçalarla olan bağlantıları doğru bir şekilde kurulmayacak olursa sağlıklı ve düzenli çalışmayacağı gibi ölümcül   zararlar verecektir. 


Bir nesne ne kadar yüksek bir mesafeden düşerse parçalanma ve dağılma da o derece şiddetli olacaktır. 


Son derece şifalı, temiz ve saf olan bir madde bozulduğu andan itibaren son derece zehirli ve ölümcül olacaktır. 


 Mesela : Kur'an'ı iyi bilen, bağlam ve bütünlüğünü gözeten, hikmetini anlayan,  yani onunla arkadaşlık ve dostluk kurabilen bir kişi, ahirette Allah'ın şefaatinden ve kendi amelinden başka hiç bir şefaatin olmadığının bilincinde ve şuurunda olur. 


Fakat Kur'an'ı hakkıyla okumayan ve onu anlamayan kimse Allah'ın yanında ve berisinde birçok şefaatçilere iman  edecektir. 


Hem de Kur'an'ın bir çok âyetini kaynak göstererek bu açık küfür ve şirk zulmünu irtikap edecektir. 


Hatim yapma veya  sevap kazanma kastıyla  Kur'an'ın metnini okuyan kimse  onu anlamaktan çok uzak bir mesafeye savrulmuş  olacaktır. 


"Müminler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetlerinin  okunması onların imanını artırır..."

( Enfal- 2 )


"Elçiye indirileni işittiklerinde, tanıdıkları  haktan dolayı onların gözlerinin  yaşla dolduğunu görürsün..."

( Maide- 83)


"Eğer bu Kur'an'ı  bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusundan baş eğerek parça parça olduğunu görürdün..."

(Haşr-21)


Dolayısıyla Kur'an'ı beşer mahsulu bir eseri  okur gibi okuyamayız.


Acaba iman eden bir kişinin kitaptan kalbinin  ürpermesi, gönlünün  yatışması  gibi içsel hadiseler ne anlama gelir?


Her türden kitapla böyle iletişime geçmek mümkün müdür?


Emerson'un kutsal kitaplar yani Allah tarafından indirilen vahiy'ler  hakkındaki şu sözleri, bu sorulara açıklık getirir mahiyettedir.

 

"Kutsal kitapların anlamları ne dille ne de dudakla alınıp verilmeli, yanağın kırmızısında ve yüreğin çırpıntısında ses bulmalıdır.


"İman edenlerin  Allah'ı anma ve ondan inen  Kur'an sebebiyle kalplerinin  ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? 

 Onlar daha önce kendilerine kitap verilen (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi olmasınlar, onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir"

(Hadid-16)


Vahiyle kurulan bu duygusal yön, kutsal kitapları diğer metinlerden ayıran önemli bir yöndür.

 

Eğer bir kişi bu yoğun iletişimi doğru  kuramazsa, Allah mesajının ona iletecek bir şeyi de olmayacaktır. 


"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? 

 (Sanki) biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. 

Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"

( Kehf-57)


"Eğer bu Kur'an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı inkarcılar yine de  inanmazlardı"

( Ra'd- 31; Kehf-101)


Özetle şunu söyleyebiliriz ki, Kur'an söz konusu olduğunda her okuyanın iletilen gerçek anlamı yakalayabilmesi gibi bir  şey söz konusu değildir.  


Kur'an bilgi- kültür arttırmak, daha fazla bilgilenmiş olmak,  estetik bir malzeme, edebiyatta kullanma, teğanni ve zevk almak için değil, Allah'ın kişisel ve toplumsal konulardaki emrini elde etmek, daha ötede elde edilen bu anlamı "pratiğe koymak" yani "onu yaşamak" için okunmalıdır.


 Kur'an, her şeyden çok hayırlara sevk edici, hayat bahşeden, dinamik ve canlı bir organizma olarak algılanmalıdır.

 

Özetle iman eden kişinin Kur'an okuması

 "Ne yapmalıyım? 

Nasıl bir ahlaka sahip olmalıyım?  sorusu eşliğinde cereyan eder. 


Oysa bu tasavvur ve anlayış, Şia ve Ehli Sünnet  din adamları indinde  unutulmuş ve kendilerine yabancılaşmış bir tasavvurdur.


20 Şubat 2021 Cumartesi

 İNFAKIN ÖNEMİ 

(6.YAZI) 

Hanif din olan yani Allah tarafından indirilen İslam dinine dayalı iman, diğer insanlarla  paylaşımı esas alır.


Paylaşım, dayanışma, yardımlaşma ve birbirine destek olmanın göstergesidir. 

 

İslam toplumunda bu gösterge, daha çok kendini infak ahlakı ile  gösterir. 


İnfak, özü itibariyle "harcamak ve sarf etmek" anlamlarına gelmektedir.  


Terim anlamı ise, sözlük anlamını kapsayacak şekildedir.


İnfak, "İman edenlerin, Allah yolunda sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapmış oldukları harcamalar"dır.


Bu harcamalar, mal, zaman, ilim,  mesai,  maddi ve manevi değeri olan her imkandır. 

Yapılan infakların ibadete  dönüşmesi için iki önemli şart vardır.


1-) İnfakın Allah rızası için olması:

İnfakın ihlasla yani dini Allah'a özel kılarak ve takva ile yerine getirilmesi gerekir.


İhlas ve takva ile Allah rızası için yapılacak infak, mükafat olarak katlanarak geri dönecektir.


 2-) İnfakın Allah yoluna uygun olarak yapılması. 

İnfak edilen her şeyin Allah'ın emir ve yasaklarına uygun bir tarzda gerçekleşmesi gerekir.

 Mesela:

Yolsuzluk ve hırsızlıkla yani gayri meşru  olarak elde edilenler gerçek anlamda mal ve mülk hükmünde olmazlar.  


Her hangi bir şeyin infak olabilmesi için meşru yani İslam'ın öngördüğü  helal yollardan kazanılmış olması gerekir.


Sadakalar, hayırlar, hediyeler  bağışlar, karz-ı hasen kısaca her türlü salihat, iyilikler ve fedakarlıklar infak  kapsamında  düşünülmesi gerekir. 


İnfak, bu anlamıyla çok kapsamlı bir  dayanışma ve yardımlaşma kurumudur. 


Kur'an'da dini Allah'a özel kılmaktan yani tevhid akidesinden sonra  en çok övülen amelin infak, yerilen ve kınanan ahlakın da cimrilik olduğunu görüyoruz. 


Mesela: 

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler.


Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (muhacirleri) kendilerine tercih ederler.

 Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir"

(Haşr-9)


"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın.

 Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.


Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! 


Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin.  Allah eceli geldiğinde hiç kimsenin  ölümünü ertelemez. 

Allah yaptıklarınızdan haberdardır"

(Munafikun-9,10,11)


"Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır..."

(Hadid-10)

19 Şubat 2021 Cuma

 "SİZ İSLAM'IN YÜZ KARASISINIZ"

Uydurma dinin yani mezhepler dininin yani evliya ve ilahların şirk dininin yani fosillerin ictihadlarına  tapmanın ne kadar korkunç olduğunu, 

birde Prof.Dr. Mehmet Çelik'in söyledikleri üzerinden düşünmek gerekir. 


Ülke TV de Turgay Güler'in "sıradışı tarih" programına katılan Mehmet Çelik,  bu uydurma din hakkında   çizdiği olağanüstü manzara aynen şöyledir. 


"Tarih boyunca, biz millet olarak da, bunun (islam dininin) bin yıl bayraktarlığını yapmışız, 


Allah'ın kelamını, emirlerini, yasaklarını ve bu barış dinini kâinatta her yere ulaştırmak ve her insana ulaştırmak.


Bu nasıl ulaştırmak ya, ya sizin bu halinizden ancak nefret edilir kardeşim, nefret edilir.


Ne Müslümanlığı?

Neden bahsediyorsunuz?


Yani günde beş sefer spor yaparak, takla atarak Allah'a ibadet ettiğinizi mi zannediyorsunuz?


Senede bir ay aç durarak Allah'a ibadet ettiğinizi mi zannediyorsunuz?


 Siz islam'ın yüz karasısınız, yüz karası.


 Siz insanlığın yüz karasısınız.

Batı kötü, batı hain, batı şöyle, batı böyle de, sen ne haltsın sen ?


Sen insan değilsin.

Senin insanlık sınıfında yerin yok senin.

Ve sen islam'ın üzerinde bir yüksün. 


Keşke putperest olaydın, keşke ateist olaydın, keşke şintoist olaydın, hatta keşke hayvan olaydın. 


Sen insan olmayaydın.

Kim üretti kardeşim?

Bu algıyı kim üretiyor?


Batı üretmiyor.

Boşu boşuna hedef saptırır da kendi içimizi rahatlatmayalım. 


 Dokuz ay on gün anne karnında, anne rahminde yetişen bir çocuk,  çıkıyor o.

Siz onun sağ kulağına ezan okuyorsunuz, sol kulağına kamet okuyorsunuz.


İsmini bir müslüman ismi koyuyorsunuz.

Bilmem dişi çıktığında hedik yapıp dağıtıyorsunuz.

 


Bilmem doğduğunda akika kurbanları yapıyorsunuz.

 Bilmem törenlerle sünnet ediyorsunuz.

 

Siz bu masum bebekten bir canavar yaratıyorsunuz sonunda. 


Bir katil yaratıyorsunuz sonunda.  Başında sarığı var bunların, yüzlerinde sakalı var, ellerinde kalaşnikofları var, ağızlarında cihad âyetleri var.


Siz Allah'a iftira ediyorsunuz. Allah'ın kitabını ve dinini ters  çevirdiniz. 

Neyin bahsini yapıyorsunuz?

Esad orada öldürmüş, vay vay vay, Esad böyle zalim.

 

Sadece bir iktidarı devirdiğiniz zaman iş bitiyor mu?

Bakın bütün İslam dünyasında kan var.

 Bütün İslam dünyasında gözyaşı var.

 

Amerika gelmiş burayı işgal etmiş, zemin hazırlama.

 Amerika böyle kötü, siz temiz misiniz?

Siz temiz misiniz?


Yani Mısır'daki NUSRA'dan tut da, bilmem Suriye'deki IŞİD'den tut da, Afganistan'daki TALİBAN'dan tut da. 


Ben sizinle aynı camide olmak istemiyorum.

 Ben sizinle o inandığınız Allah'a secde etmek istemiyorum. 

 

O elinizdeki kitap sizin, Allah'ın gönderdiği Kur'an olamaz.

Sonra anlamıyor, algılayamıyorsunuz bile.


Ve şu düştüğünüz duruma bakın ya! Neden böyle?

Hanginiz Kur'an'a göre yaşıyorsunuz?

Hani o meşhur hikayedir. 


 İncil'de anlatılan bir hikayedir.

Bir kadın zina suçu işliyor, recmedilecek.


İnsanlar toplanıyor,  âdeta büyük bir kin ve öfke ile toplanıyorlar. Hahamlar da orada.


 İsa orada onlara diyor ki:

İlk taşı günahsız olan atsın

 diyor içinizden.

Hepsi birbirlerine bakıyorlar. 


Kimsenin eli gitmiyor  ilk taşı atmaya.

Önce insan olarak kendi kendimizi sorgulayalım.


Yalan söylemeyen, iftira atmayan,  dedikodu yapmayan, tarikat şeyhinden tut, sokaktaki çocuğa kadar.

Herkesin günlük hayatında olan bir şey.

Bence bu dinden vazgeçin.

 Bu dinin yakasından düşün kardeşim!