30 Nisan 2019 Salı

ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(1.YAZI)
Allah'ın kelamına dikkatlice baktığımızda âyetlerin söyledikleri, birde söylemek istedikleri  esas hakikatın olduğunu görüyoruz.
Âyetlerin arka planda söylemek istedikleri şeyler ön planda  söylediklerinin açıklaması gibidir.
 Bazen de söylemek istedikleri yani âyetin arka planı direkt olarak âyetlerin  içinde yer almaktadır.
 MESELA
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu sakın  gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı edip arkalarına attılar. Onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü olmuştur"
(Âli İmran, 187)
Aslında vahyi açıklamak, onu gizlememek anlamına geldiği halde, âyette Yüce Allah "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız" dedikten  sonra "onu sakın  gizlemeyeceksiniz"  buyurmuştur.
Bunun hikmeti verilen emrin ve yapılması gereken görevin ne kadar önemli ve hayatı bir öneme sahip olduğunu ortaya koymak içindir. Yani yüce Allah hiçbir konuda insanların âhirette mazeret ileri sürme  ve bir  bahane ortaya koymamaları için âyetlerin arka planda kalan mesajlarını yani ne  demek istediklerini de beyan ediyor.
 MESELA
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) tâbi olun. O'nu bırakıp da başka dostların (evliya) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf- 3)
Aslında indirilen vahye tabi olmak, din ve hüküm olarak ondan  başka hiç kimseye tabi olmamak anlamına geldiği halde, "O'nu bırakıp da başka dostların ( evliya) peşlerinden gitmeyin" buyurması,  vahyin amaç ve  karakteri açısından yüce Allah,  böyle bir yöntemle âyetlerin detaylı bir şekilde anlaşılmasını sağlamak içindir. 
Yani Allah'ın gönderdiği âyetlerin açık ve  anlaşılır olmasını rahmeti açısından kendine gerekli kılmıştır.
"Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz"
( Enam- 55)
  "De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir dilile dayanıyorum..."
( Enam- 57)
 Kuran'a baktığımız zaman şirk ve tevhid akidesinden  sonra en çok vurgu yapılan şeyin kitabın açık ve anlaşılır olduğunu ortaya koyan âyetlerin olduğunu görebiliriz.
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(2.YAZI)
Aslında âyetlerin söylediklerinden daha önemli olan ne demek istedikleridir.
Bu yüzden Rahmân ve Rahim olan Allah âyetlerin arka planda kalan mesajlarına dikkatimizi çekmektedir.
Kur'an'ı Mübin'de en az yedi yüz âyette  "tezekkür, tefekkür, tefekküh, taakkul kavramlarının kullanılması bundan ileri gelmektedir.
Özellikle "tedebbür" kavramına dikkatimiz çekilerek şöyle buyruluyor.
"Hâlâ  Kur'an üzerinde gereği gibi "tedebbür" etmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı"
( Nisa- 82)
 "Ey Resul! Sana bu mübarek kitab-ı, âyetlerini "tedebbür" etsinler ve aklını kullananlar öğüt alsınlar diye indirdik"
(Sad- 29)
"Onlar hâlâ Kur'an'ı "tedebbür" etmiyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?
( Muhammed- 24)
 İşte bu yüzden âyetlerin arka planda kalan manaları ilâhi amacı ortaya koyuyor.
Dolayısıyla âyetlerin arka planda kalan manaları anlaşılmadan Kur'an'ın ne demek istediğini tam olarak kavramak mümkün değildir.
Yani Müslümanın gerçek kimliğini, müşriğin  kim olduğunu, tevhid'in hangi anlama geldiğini, fırka ve mezheplerin yıkılıcılığını iyice anlayabilmek için âyetlerin arka  planda kalan manalarını tedebbür etmek gerekiyor.
 Dolayısıyla "din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur"  dediğimiz zaman esas olarak anlatmak istediğimiz asıl maksadımız nedir?
 MESELA
"...Bugün sizin dininizi mükemmelleştirdim,  üzerinize tevhid nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'a razı oldum..." âyet pasajının arka planda kalan asıl anlamı şöyledir.
Daha Allah Resulü hayatta iken din  Allah tarafından indirilen vahiy ile tanımlanmıştır.
Artık din için indirilen vahiyden başka hiçbir kaynak yoktur.
Yani Allah'tan indirilen ve Resul  tarafından  tebliğ edilen dinin üzerine artık  hiç kimse bir şey ekleyemez  ondan bir şey eksiltemez"
Hatta Nebi'nin bile böyle bir şey yapma yetkisi yoktur.
(Yunus-15; İsra-73,74,75; Hakka-44,45,46,47)
 Eğer arka planda kalan bu mânâya ulaşamıyorsak, Kur'an'ı boşuna telaffuz ediyoruz demektir.
 MESELA
"Gerçek olan Rabbinden gelendir. O halde sakın  şüphe edenlerden olmayasın"
( Bakara- 147; Yunus- 94)
Âyetlerin arka planda kalan manaları:
"Din ve hüküm olarak Rabbimiz tarafından indirilmeyen,  Allah tarafından gelmeyen her şey batıldır"
Hak sadece Allah tarafından geliyorsa, O'nun tarafından indiriliyorsa, artık Allah tarafından gelmeyen bir şey hak olamaz.
Çünkü hak birdir ve hak bir yerden gelir.
Eğer öyle olmuyorsa herkes tarafından geleni hak olarak kabul etmemiz gerekiyor.
O zaman tam olarak hakkın kimin yanında olduğunu nerden bileceğiz?
Hak hangi mezhebin ve hangi fırkanın yanındadır?
Hangi âlim doğru söylüyor? 
İşte bütün bu keşmekeşten ve ihtilaflardan kurtulmanın tek çaresi tek kaynak, sonsuz ilim ve kudrete sahip olan  ilâhi zâtın indirdiği vahiy olmalıdır.
Aynen Yusuf  (a.s) ın dediği gibi.
"Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli rabler edinmek mi daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan tek Allah mı?"
(Yusuf, 39)
En basit dünya işinde bile insanlar bir şey almak istediklerinde organik, saf, kaynağında, orijinal ve bozulmamış olanı almak için emek sarfederler.
Halbuki dinin Allah'a özel kılınması, saf ve temiz olarak yaşanması her şeyden daha öncelikli bir konudur.
Âyetlerin bu arka planındaki manalarını idrak edemeyen Kur'an'ı tam manasıyla okumuyor demektir.
 Kur'an'ı hakkıyla  okumayan ona tam manasıyla iman edemez.
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu, hakkını gözeterek tilâvet ederler. Çünkü onlar ona iman ederler. Ama her kim (onun hakikatlerini gizleyip) kafir olursa işte gerçekten hüsrana uğrayanlar bunlardır"
(Bakara- 121)
 Kur'an'a hakkıyla iman etmeyen ve  hakkını gözeterek okumayanlar sadece yalan ve iftira   üretirler.
"Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler yok mu,  kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler ancak yalan uydurur. işte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl-104,105)
KUR'AN'I ANLAMA METODU
(2.YAZI)
Hikmet sahibi olan Allah kitab-ı ile birlikte onun bağlam ve bütünlüğünü yani hikmetini de  indirerek insanların ellerinin  ona karışmasını engellemiştir.
"Hiçbir beşerin,  Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve Nübüvvet vermesinden sonra kalkıp, insanlara:  Allah'ı bırakıp bana kul olun demesi mümkün değildir. Sadece şunu söylemekle  görevlidir.  Okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap (vahiy) uyarınca Rabbe dini özel kalarak sadece ona kulluk edin"
 (Âli İmran- 79)
Âyete göre kitab-ı (vahyi) insanlara ulaştıran Nebi'lerin kendilerini ön plana çıkarmayacak olmalarının, insanları kendilerine taptırmalarının mümkün olmamasının sebebi kendilerine kitapla birlikte hikmet yani vahyin bağlam ve  bütünlüğünün, iç bağlantı sisteminin de verilmiş olması olarak gösterilmiştir.
 Dolayısıyla Nebi'ler vahiy'den  doğru hükme  ulaşmanın metodunu Allah tarafından biliyor olmalarıdır.
"Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen ilim ile) biliyorum"
(Âraf-62)
Nebi'lerin bu metodu kendilerinin geliştirmiş olmaları veya âyetleri kendi heva ve heveslerine göre yorumlamaları mümkün değildir.
(Yunus-15; İsra-73, 74, 75; Hakka-44,45)
 Çünkü hikmet'in Allah tarafından vahiy ile nazil  olduğu ortaya konmuştur.
"... Allah sana kitab-ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.  Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur"
( Nisa- 113)
Kitap  ile birlikte hikmet'in de indirildiğini Hakim ve Rahim olan Allah sistemli bir şekilde şöyle açıklamıştır.
"...Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini (size verdiği hidayeti) onunla size öğüt vermek üzere indirdiği kitab-ı (vahyi)  ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, herşeyi bilir" (Bakara- 231)
 Yukarıdaki âyette kitap (vahiy) ve hikmet kavramları geçtiği halde "yeizukum bihi"  "onunla size öğüt vermek üzere"  demesi muhteşemdir.
Arapça dil kuralları gereğince "yeizukum bihi" "onunla size öğüt vermek üzere" değil, "yeizukum bihime" "ikisi ile size öğüt vermek üzere" olması gerekirdi.
Bu şekilde buyurmasının tek  sebebi hikmet'in kitap  ile birlikte Allah tarafından indirilmiş olmasıdır. 
Yani Rahmân ve Rahim olan Allah, vahiy üzerinde Nebi'lerin veya insanların oynamalarını,  kendi kafalarına göre yorumlamalarını engellemek için  hikmeti vahiy ile birlikte indirmiştir.
Allah tarafından vahiy ile birlikte hikmet'in verilmesi demek o hikmet'e (doğru hüküm) ulaşmanın verilmiş olması anlamına gelmektedir.
 Allah tarafından vahiy ile birlikte hikmetin  indirilmiş olması âlimlerin insanları kendilerine taptırmaları gibi tehlikeli bir inancın çıkmasını  imkansız hale getirmiştir.
"Elif. Lam. RA. ( Bu sana indirilen) hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri (hikmetle) sağlamlaştırılmış, sonra da detaylandırılmış bir kitaptır. Allah'tan başkasına kulluk etmemeniz için..."
(Hud-1,2)
 Oysa metodu bulunmayan, yani hikmetsiz, kişisel yorumlarla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri tarafından Kur'an'a her şeyi hatta batıl inançları bile söyletebileceklerini 1350 yıldan beri   görmekteyiz.
"Resul" kavramına uydurma hadisleri yüklemek bunun en kahredici örneğidir.
 Demek ki doğru sonuca ulaşmanın bir metodu olması hayati bir meseledir.
Yukarıda geçen Âli İmran 79. âyetine göre din ve hüküm olarak sadece vahyi kaynak  kabul eden muvahhidler kitab-ı doğru bir metotla okuduklarından dolayı kendilerine hikmet verilen Nebi'lerle aynı sonuca ulaşacak  ve Allah'ın tarafında olacaklardır.
 Bu da aynı metotla vahyi okuduklarından kaynaklanmaktadır.
Zaten vahyin saf, hanif, orijinal, temiz, güzel ahlak ve karakteri gereği kendisinden başka hiçbir kaynak kabul etmeyenlere hikmetini İhsan edecektir.
Dolayısıyla vahyin yanında başka bir kaynak kabul edenler veya vahyi kendi heva ve heveslerine göre yorumlayanlar hiçbir zaman hikmeti elde edemezler.
 Allah  onlara vahyi anlayacak bir metod ihsan  etmesi olacak bir şey değildir.
 Fakat muvahhidler sadece vahyi  kaynak olarak kabul ettiklerinden Kur'an'ı gönüllerine  sindirmekte,  metodunu özümsemekte  ve diğer insanlara da bu ahlakı ve ilmi öğretmektedirler. Yani sadece muvahhidler  hikmet'e ulaşmanın metodunu bilmektedirler.
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(3.YAZI)
MESELA
"İşte O,  sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?"
(Yunus- 32)
Arka plan: Din ve hüküm olarak vahiy'den başka yani Allah tarafından indirilen emirler dışında kalan herşey din adına bir sapkınlık, bir yozlaşma ve haktan ayrılmadır.
 MESELA
"...sapıtmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah herşeyi bilendir"
( Nisa- 176)
Arka plan: Din ve hüküm olarak vahiy'den başka hidayet yoktur.
Sadece Allah'tan indirilen vahiy ile hidayete ulaşılır.
Hidayet için Allah gerekli olan bütün açıklamaları yapmıştır.
Bunun aksi bütün yollar bölünme, dağılma  ve parçalanma ile neticelenir.
 MESELA
"(Nuh) Dedi ki: Ey kavmim!  Bende, herhangi bir sapıklık yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbi  tarafından gönderilmiş bir elçiyim.  Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum,  size vahiy'le öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum"
( Araf- 61, 62)
"(Hud) Dedi ki: Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir Resulüm.
Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için emin bir nasihatçıyım. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaşırdınız mı?..."
(Âraf-67,68,69)
Arka plan:  Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahiy'le kavimlerini  uyarmışlardır.
Yüce Allah tarafından indirilmeyen hiçbir şeye karşı insanlar sorumlu olmazlar, sorumluluk yalnız Allah tarafından indirilen emir ve öğütlerle olur.
 Yüce Allah'ın "...Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara beni ve anamı Allah ile beraber, ondan başka ilah edinin, diye sen mi söyledin" buyruğuna  karşı, İsa (Aleyhisselam) söyle cevap veriyor.
"...Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz..." Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabb'im sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim"
(Maide- 116,117)
Özellikle âyette bulunan "...ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim..." cümlesi önemlidir.
Kur'an'da arka plan bazen aynı âyetin içinde  bazen de diğer âyetlerin içinde yer almaktadır.  MESELA:
 Yukarıda geçen Âraf süresi-61,62,67,68,69 âyetlerinde Allah elçilerinin  sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini  gösteren âyetlerin  arka planda kalan manalarını şu ayetler ön plana çıkarmaktadır. 
"Ey Resul! De ki:  Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
(Enbiya- 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
Elçiler sadece Allah tarafından indirilen vahyi  insanlara tebliğ ederler.
 Bu gerçeği insanlara kabul ettirdiğimiz zaman dini ve sosyal bütün sorunlar çözülmüş,  ümmet hadis ve mezheplerin belasından ve hurafelerin esaretinden kurtulacağı gün olacaktır.
 MESELA
"Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azab gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun"
(Zümer- 55)
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
(Enam- 153)
"İşte bu Kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.  Buna tâbi olun ve  Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(Enam- 155)
 Yukarıdaki üç âyetin arka planda kalan manasını şu ayet açık olarak ortaya koymaktadır.
 "Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların ( evliya) peşlerinden  gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf-3)
O halde insanları Kur'an'dan uzaklaştıran bütün hadisler ve onların üzerine bina edilen tüm mezhep ve içtihatlar, cemaat ve tarikatlar batıldır, şeytanların ve tağutların şirk yolu ve karanlık yurdudur.
 Dolayısıyla din ve  hüküm olarak müracaat edilecek tek merci Allah, yegane kaynakta Kur'an olduğu için başka bir kaynağın peşinde gidenler dünya ve ahirette Allah'ın af ve  mağfiretini,  merhamet ve şefaatini  kaybederler. 
Bunlarda zerre kadar takva, ihlas,  aklı kullanma, sorgulama ve düşünce bulunmamaktadır.
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(4.YAZI)
MESELA,
(Ey Resul! ) De ki: Eğer haktan saparsam kendi aleyhime sapmış olurum (Bu kendi nefsimden kaynaklanan bir şeydir) Eğer hidayeti bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur'an sayesindedir. Şüphesiz O, (her şeyi)  işiten, (kullarına) yakın olandır"
(Sebe-50)
Âyetin arka planda kalan manası:
"Allah hiç kimseye vahiy'den bağımsız olarak hidayet vermez, hidayet bulmanın ve hidayete ulaşmanın tek yolu Kuran'dır"
Yukarıdaki âyet "mehdi, gavs, şeyh, evliya ve İlâhlara kulluk eden kafir ve müşriklere açık bir reddiye hükmünde olan bir âyettir.
Aynı zamanda Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerine yani âlimlerini de yalanlamaktadır.
Onların bütün rivayet ve içtihatlarını dolayısıyla mezheplerini yerle bir etmektedir.
MESELA,
 (Ey Resul! De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim (Sadece Kur'an'ı tebliğ etmekle memurum)
( Yunus- 108)
(Ey Resul! De ki: ) Ben ancak, bu şehrin Rabbine-ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Her şey de zaten O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve (sadece)  Kur'an okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse, yalnız  kendisi için gelmiş olacaktır; kim de saparsa ona de ki: Ben sadece(vahiy'le) uyarıcılardanım"
(Neml-91,92)
Âyetlerin arka planda kalan manaları:
"İnsanların  hidayetini  Kur'an'dan başka hiçbir kaynak gerçekleştiremez. Kur'an'ın aydınlığından uzak, rivayetlerin karanlığına mahkum olan toplumlar sapıklığın tam merkezinde bulunurlar.
Dolayısıyla dinde hadis ve mezhepleri kendine hidayet rehberi kabul eden âlimlerin  son durakları cehennem olacaktır.
Müntesiplerini bu dünya hayatında  cehennemin mutfağına  esir ettikleri gibi âhirette de toptan hüsrana uğrayacaklardır.
(Bakara-165,166,167)
 MESELA,
(Ey Resul! ) Sen, sana vahyedilene tâbi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır"
( Yunus-109)
(Ey Resul!) Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol,  O'ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
"...Ben bana vahyedilenden başkasına uymam. Çünkü Rabbime karşı gelirsem elbette büyük  günün azabından korkarım"
(Yunus- 15)
Âyetlerin arka planları:
 Yüce Allah hakikatı tüm açıklığıyla ortaya koyduktan sonra Allah Resulü adına iftira eden hadislerin peşinde giden bir toplumun dünyadaki durumu karanlık ahirette ise cehennem azabı olacaktır.
 MESELA,
(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini  Hristiyanlarda rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek Allah'a kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların konuştukları şeylerden münezzehtir"
(Tevbe- 31)
"Ey iman edenler! (Biliniz ki) hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollarında yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler..."
(Tevbe- 34 )
Âyetlerin arka planındaki manaları:
"Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiç kimse bir şey ortaya koyamaz.
 Din ve hüküm olarak Allah'tan başka otorite ve hüküm koyucu kabul edenler onları ilâhlaştırmış  olurlar.
Tekrar etmekte fayda vardır.
Bazı âyetlerin arka planda kalan manaları diğer âyetler tarafında ortaya konmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerin arka planlarını şu ayetler ortaya koymaktadır.
"Allah'ı bırakıp da (yanında, berisinde, yöresinde)  taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı bir takım (batıl)  isimlerden başka bir şey değildir.
 Allah onlar hakkında (hüküm koyabileceklerine dair) bir delil indirmemiştir. Hüküm yalnız Allah'ındır. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte  dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
)Yusuf- 40)
Yukarıdaki âyete göre Allah'ın hükmünden başka bir hüküm kabul edenler ona kulluk etmiş olurlar. 
Çünkü hüküm sadece ve sadece Allah'a aittir. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek; Allah'a (Kur'an'a) mahsustur.  İşte bu  Allah,  benim Rabbim'dir. O'na dayandım ve ona yönelirim"
(Şura- 10)
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(5.YAZI)
MESELA
"Ey Resul! De ki: Ben, sadece vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya-45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür?
De ki: ( Allah'tan başka ilah olmadığına dair) benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu..."
(En'am-19)
Âyakların arka planda kalan mealleri:
Din ve hüküm olarak uyarı ve ikaz sadece Kur'an ile yapılacaktır
 Hatta öğüt ve nasihat olarak da Kur'an yeterli bir kaynaktır.
"...Bu Kuran âlemlere (insanlara) ancak bir hatırlatmadır"
( Enam- 90)
"... Kur'an âlemler (insanlar) için ancak bir öğüttür, (hatırlatmadır)
(Yusuf- 104)
"Biz ona (resul'e) şiir öğretmedik, zaten ona yakışmazdı da, onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. Diri olanlar uyarsın ve kâfirler azabı hak etsinler diye"
(Yasin- 69, 70)
"Bu Kur'an ancak âlemler(insanlar) için bir öğüttür"
(Sâd- 87)
"O,  herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür"
(Tekvir- 27, 28)
 Allah elçilerinin sadece kendilerine  iletilen vahiy ile  tebliğ görevini yaptıklarını insanlara kabul ettirdiğimiz gün bütün sorunlar çözülmüş ve İslam toplumu arasında bölücülük ve anarşiye sebep olan rivayet ve mezheplerin gücü zayıflayacaktır.
 MESELA
"Rabbinizden size indirilene ( Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların ( evliya) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf-3)
"Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin  en güzeline. Kur'an'a tâbi olun"
( Zümer- 55)
"Şüphesiz bu Kur'an, benim dosdoğru yolumdur.  Buna tâbi olun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
(Enam- 153)
"İşte bu Kur'an, bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
( Enam- 155)
 Arka plan:
 Dn ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa iman edenler, başka bir kaynağın peşinde  gidenlerde takva olmaz.
 Onlar akıldan yoksun  ve düşüncesiz  insanlardır.
Bu yüzden  dünya ve ahirette Allah onlara merhamet etmeyecektir.
 Dolayısıyla din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak edinenler  hangi din adı altında olurlarsa olsunlar dünya ve ahirette perişan olmaları muhakkaktır. 
MESELA
"Ey Resul! Sen, sana vahyedilene tâbi ol ve Allah hükmedinceye  kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır"
( Yunus- 109)
"Ey Resul!  Rabbinden vahyedilene tâbi ol, O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
"Onlara ayetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler:
Ya  bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir!  dediler.
De ki: Onu  kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyedilenden  başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan  edersem elbette büyük günün  azabından korkarım"
( Yunus-15)
 Arka plan:
Yüce Allah vahiy ile hakikatı apaçık ortaya koymuş iken, Allah elçileri sadece indirilen vahye tâbi olmaları emredilmişken Nebi  adına  uydurulan  hadislerin peşinden giden toplumun dünyadaki inancı yalan, hayatı husran,  ahiretteki durumu  ise cehennem azabından başka hiçbir şey değildir.
 Çünkü Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri yani din önderleri Allah ve Resulü'ne iftira ederek apaçık olan aydınlık   hidayeti hadis ve sünnet  sapıklıklarıyla  değiştirmişlerdir.
 Yani Kur'an'ın ifadesiyle "sapıklığı hidayete bedel olarak satın almışlardır"
( Bakara- 175, 176)
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(6.YAZI)
Mesala 
"Musa dedi ki: Ey Firavun!  Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resulüm. Allah hakkında hakikatten (vahiy)  başkasını söylememek benim üzerime bir görevdir. Size Rabbinizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle bırak"
( Araf- 104,105 )
Arka plan:
Allah'ın Resulleri Rabbimiz olan Allah'tan sadece  indirilen apaçık âyetleri ve açık  delilleri tebliğ ederler.
 Bunun aksi "haktan başkasını söylemek" ve (hâşâ) Allah hakkında yalan ve  iftira söylemiş  olurlar"
Dolayısıyla 105. âyetteki "Allah hakkında gerçeklerden başkasını söylememek" cümlesi çok önemlidir.
Yani ilim adamları ancak vahiy ile uyarı yaptıkları zaman "Allah hakkında gerçeklerden başkasını söylememiş" olurlar.
Dolayısıyla Şia ve Sünnet âlimleri rivayetleri kendilerine tek kaynak edindikleri ve bunları Allah Resulü'ne nispet ettikleri için Allah hakkında yalan ve iftira etmiş olmaktadırlar ve Allah'a iftira edenden daha zalim hiç kimse yoktur.
Çünkü Allah'a iftira edilen bir dinden daha tehlikeli bir yol yoktur.
İnsanlık tarihinde Allah adına iftira edilen dinler nedeniyle birçok  katliam, kargaşa, terör, akılsızlık ve fakirlik, İsyan ve düşman istilaları, taklit ve cehalet, gericilik ve  vahşet meydana gelmiştir.
Yani Allah'a iftira bir din ve inanç çıkarmanın neticesi büyük bir zulüm olacaktır.
"Yalan sözlerle  Allah'a iftira edenden veya O'nun âyetlerini  yalanlayandan daha zalim kim vardır? şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler"
( Enam- 21)
"Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken nana da vahyedildi" diyenden ve "Bende Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indiririm diyenden daha zalim kim vardır?
(Enam- 93)
"Allah'a karşı iftira edenden daha Zalim kim vardır?..."
 (Hud- 18)
"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona  sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır?
 Biz onların kalplerine Kur'an'ı anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık  verdik.  Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir"
( Kehf-59 )
"Allah'a karşı iftira edenden yahut  kendisine hak gelmişken onu yalan sayandan daha zalim kim vardır? Cehennemde kâfirlere yer mi yok"
(Ankebut- 68)
"Kendisine Allah'ın âyetleri hatırlatıldıktan  sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz (vahyin yanında başka  kaynak kabul eden)  günahkarlar (müşriklerden) İntikam alacağız"
(Secde- 22)
 mesela
(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını): (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onları ancak bir tek Allah'a kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O,  bunların koştukları şeylerden münezzehtir"
(Tevbe- 31)
"Ey iman edenler! (Biliniz ki) hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan  yerler bu insanları Allah'ın dosdoğru yolunda engellerler..."
( Tevbe-34)
Arka plan
 Hiç fark etmiyor, insanlık tarihi boyunca Allah elçilerinden sonra din adamları Allah'ı ve dini kullanarak, insanların mallarını haksız yollardan yemiş ve uydurdukları din ile insanları Allah'ın hidayet yolundan uzaklaştırmışlardır.
 işte Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni din adamları  aynen bunu yaparak tarihte  büyük bir zulüm ve katliam, anarşi ve terör, kaos ve kargaşa  ihtilaf ve parçalanmanın ortaya çıkmasına sebep oldular.
ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(7.YAZI)
MESELA
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.
De ki:  Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir.
Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır"
( Bakara- 120)
 Arka plan:
Müşrikler hiçbir zaman Allah tarafından indirilen vahyin hidayetini tek kaynak kabul eden muvahhid Müslümanlardan razı olmayacaklardır.
 Dolayısıyla durum bundan ibaret olsa da  vahiy'den uzaklaşıp uydurma dinin  rivayetlerine gitmek büyük bir zulümdür.
Böyle yapanları yüce Allah yönsüz ve yardımsız olarak ortada bırakır.
 MESELA
"Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak isteyenler (veya düşünce sahibi olanlar) için kolaylaştırdık. Ondan öğüt alan yok mu?"
 (Kamer- 17, 22, 32, 40)
"Biz Kur'an'ı, sadece, onunla  Allah'tan sakınanları müjdeleyesin ve karşı gelenleri şiddetle uyarasın diye senin dilinle indirip okutarak kolaylaştırdık"
 (Meryem- 98)
"Biz onu (Kur'an'ı) öğüt alsınlar diye senin dilinde indirerek kolay anlaşılmasını sağladık"
(Duhan- 58)
 Arka plan:
 Bu âyetler gibi onlarca âyetten sonra yani Kur'an'ın açık, anlaşılır, detaylandırılmış kolay bir kitap olduğunu ısrarla vurgulandıktan sonra onun kapalı, zor, anlaşılmaz diyen Şia ve Ehli Sünnet'in  alimleri büyük bir iftira ile  Kur'an'a ihanet etmektedirler. 
MESELA
"(Hakikaten üzerini örten) kafirler, bu Kur'an'ı sakın dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki sesini bastırırsınız, dediler"
(Fussilet- 26)
 Arka plan:
Şia ve Ehli  Sünnet'in bütün rivayet ve içtihatları, fıkıh ve mezhepleri Kur'an'ı susturmak için bir provokasyon bir operasyon ve bir organizasyondur.
Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet'in  rivayet bataklığına düşenler hiçbir zaman Kur'an'ın selâmet sahiline ulaşamazlar.
 MESELA
"İnsanları Allah'a çağıran ameli salih işleyen ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır"
( Fussilet- 33)
"...O (Allah) gerek daha önce gelmiş kitaplarda gerekse bunda (Kur'an'da) Müslümanlar adını verdi"
( Hac-78)
Arka plan:
Kendilerini İslamdan başka bir isim ile niteleyenler yani Allah kendilerine vahiy  indirdikten ve Müslüman adını verdikten sonra kendilerine Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni adını verenler  Allah'a karşı haddi aşmış ve  vahiy'den uzaklaşmışlardır.
MESELA
"De ki: Kesin delil ancak Allah'ındır..."
 Arka plan:
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka delil  arayanlar yalan söylüyorlar.
 MESELA
"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılınlar var ya, (Ey Resul! ) senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur"
( Enam- 159)
"Ey Resul!  Sen yüzünü hanif (saf Müslüman) olarak dine,  Allah'ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir.
Allah'ın yaratışında (Tevhid- İslam) değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz O'na (Kur'an'a) yönelerek Allah'a  karşı gelmekten sakının, salat-ı ikame edin, müşriklerden olmayın.
Dinlerini parçalayan  ve bölük bölük olanlardan olmayın. Bunlardan her fırka  kendilerinde olan inanç ile  sevinip kibirlenmektedir.
( Rum-30, 31 32, 32)
 Arka plan:
 Hristiyanlık, Yahudilik, Şiilik ve Sünnilik ve bütün yan kolları ihtilaf, bölücülük ve şirkten başka bir şey değildir.
Yukarıdaki âyetlerde  arka plan âyetlerin  içinde yer almıştır.
Dolayısıyla Rum süresi 30  31 ve  32. ayetleri batıl dinleri ve mezhepleri deşifre etmede  gerçekten çok önemli âyetlerdir.
 MESELA
"Bunlar (evliya- ilâhlar- şeyhler- gavslar) sizin ve atalarınızın taktığı birtakım uydurma isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında (doğru yolda olduklarına dair) hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin  heva ve hevesine uyuyorlar.  Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici ve hidayet edici  Kur'an gelmiştir"
( Necm- 23)
"Andolsun biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz"
(Zuhruf-78)
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başkabir söz söylemezler"
(En'am-116)
"Bu âyetlerin arka planı:
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak edinenlerin hiçbir zaman hidayete tabi olmadıklarını, inanç ve fikir olarak çoğunluğa uymanın sapıklık olduğunu,  hidayete ulaştıracak tek kaynağın Kur'an olduğunu, vahiy'den başka bütün sözlerin sadece bir algı olduğunu  açık olarak göstermektedir.
Özellikle Necm süresi 23. âyetinde bulunan "... Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar.  Halbuki kendilerine Rableri tarafından hidayet gelmişti"
cümlesi çok önemlidir.
 Dolayısıyla hidayet sadece Allah katından  indirilen vahiy'le mümkün oluyor.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak ve hidayet edici yoktur.
(Son)

25 Nisan 2019 Perşembe

BİR BAŞKA AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(7.YAZI)
Şimdi bu bağlamda "Resul'e itaat etme" ayetlerini nasıl anlamak gerekir.
"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur...."
( Nisa- 80)
"De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinlerki Allah kâfirleri sevmez"
( Âli İmran- 32)
İkinci âyette "Allah'a ve Resul'e itaat ediniz" denilmiş ve "Eğer yüz çevirirseniz Allah kafirleri sevmez"
 denilerek vahyin kaynağına atıf yapılmıştır
Bu âyette "Allah'a itaat"  "kitab-a itaat" ise, Resul'e itaat neye itaattir?
 CEVAP
Resul'e itaatte Allah'a itaattir.
Allah kendi sözlerini bizzat kitap yok iken,  veya insanların büyük çoğunluğunun kitaba  ulaşmaları mümkün değilken vahyi yani Allah'ın emir ve yasaklarını  ancak Resullerin aracılığıyla  haber aldıkları için Rahmân ve Rahim olan  Allah, Resul'e itaat etmemizin kendisine itaat olduğunu bildirerek Resul'ün sözünü Allah'ın sözü olduğunu belirtmiştir.
"O (Kur'an), şüphesiz değerli bir Resulün sözüdür"
(Tekvir-19)
 Bundan dolayı "Resul'e itaat" kesinlikle  "Allah'a itaattir"
Aslında Allah tarafından indirilen vahiy sözün gücüne dayanan bir  özelliğe sahiptir yani vahiy kitap değil, hitaptır. 
Vahyin kendisine "kitap" demesi (Bakara-2) bağlam ve bütünlüğü, koruma altında bulunması,  kendi içinde bulunan bir çözümü  ve sistemi olduğundan dolayıdır.
Yoksa Kur'an asla iki kapak arasında bulunan bir kitap değildir.
İşte Kur'an'ın bildiğimiz anlamda bir kitap olmadığını gösteren âyetler.
"Bu Kur'an, kendilerine ilim (hikmet- tevhid) verilenlerin göğüslerinde yer alan apaçık âyetlerdir..."
(Ankebut-49)
"...İndimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
(Müminün-62)
Halbuki yüce Allah'ın indinde iki kapak arasında maddi şeylere yazılmış bir kitap bulunmamaktadır.
"Hakikatte o (yalanladıkları) levh-i mahfuzda bulunan şerefli bir Kur'an'dır"
(Buruc-21,22)
Şimdi elimizde Allah'tan olduğuna inandığımız bir kitap var iken, artık "Resul'e itaat etme" ile ilgili âyetleri nasıl anlamak gerekir?
Zaten elimizde kitap var, ayrıca Resul'e ne gerek var?  gibi sorulara nasıl bir  cevap vermek gerekir?
Bir insanın Allah'a itaati,  tabii ki Allah'ın kitabına yani sözlerine itaat demektir.
O'nun sözleri; ya yazılı bir kitapta ya da Resullerin ( O'nun elçilerinin) dilinden ilahi sözler (ayetler)dir.
Kitab-ı bilmeyenler kitab-ın resüllerinin vahiy'den  aktardıklarına iman ederler.
Çünkü bugün bile yani içinde bulunduğumuz teknoloji ve dijital çağda bile insanların büyük  çoğunluğu Kur'an'ı kitaptan değil, kitab'ın elçilerinden dinleyerek ikna olur ve bu şekilde dinlerini öğrenirler.
 Dolayısıyla ister resül'e itaat, ister kitab-a itaat olsun ikisi de sonuç olarak Allah'a itaat etmek sayılır. 
İnsanlar dini bir meselede kendi aralarında çelişkiye düştükleri zaman onun çözümünü mutlaka Allah'a ve onun Resul'üne götürmek zorundadır.
Bu ilâhi bir emirdir.
Eğer Allah'a gitmek kitab-a gitmek ise, resuller  de kitabın âyetlerini okuyorsa ikisi de aynı şey değil mi?
Burada çok önemli bir fark devreye giriyor. Ahlak ve karakteri, edep ve tavırları, konuşma ve mimik hareketleri bulunan canlı ve heyecanlı     İnsan faktörü:
Yani Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü, ilim ve hikmetini hayata aktaracak bir dile ve mücadeleye vahiy ihtiyaç duyar.
Çünkü herkes vahyin bağlam ve bütünlüğünü vahyin sistemini,  kendi içinde bulunan çözümünü kavrayamaz.
Sadece Kur'an değil, yüce Allah'ın  elçilere göndermiş olduğu bütün vahiy'lerde  sözün gücü geçerlidir.
Kur'an dolusu binlerce kütüphane, bilgisayar, sadece Kur'an'dan konuşan, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen biri kadar etkili değillerdir.
Satırlar, yazı, kitap cansız, hareketsiz bir özelliğe sahiptirler.
Hiçbir zaman ölü olan yani yazı, yani kitap,  onu dile getiren canlı ve dinamik, mucadele yüklü  bir ruh, bir elçi, bir sözcü kadar etkili olmazlar. 
İşte bu yüzden Allah'ın Resulleri ile kitabın resulleri değerlidir.
Sadece Kur'an'dan konuşan, sadece Kur'an'a dayanan ve sadece Kur'an'ı  anlatan bir kişi ahlak ve hitabetiyle dünya dolusu kitaptan daha etkilidir.
Vahiy, onu dile getiren, onu açıklayan ve tebliğ  edenlere ihtiyaç duyar kendi elçilerini de ortaya çıkarmaya çalışır.
 Yani vahyi anlatan, onun sözcülüğünü yapan, onun için mucadele eden elçiler  olmadığı zaman, hakkın batıla karışması son derece  kolaylaşır.
İşte o zaman Kur'an kavramlarının içi boşaltılır, vahyin bağlam ve bütünlüğü bozulur, Kur'an'ın manası tahrif olur. 
Bütün bunların önünde tek engel Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilen, onun mücadelesini yapan ve sadece vahye tabi olan muvahhidler ile kitab-ın resulleridir.
BİR BAŞKA AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(8.YAZI)
Kitab'a resüllük yapanlar sadece vahye tabi olurlar.
Eğer sadece vahye tabi olmazlarsa uydurmacılar tarafından kitabın mealinde yapılacak ihanetleri keşfetme imkânına sahip olamazlar.
Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul ederlerse, yüce Allah onları böyle değerli bir misyondan ve faziletli bir muvaffakiyetten mahrum edecektir.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi Nübüvvet'e (Allah'a Allah'tan vahiy almaya) bağlı Resullük  görevi verilmeden Allah Nebi'lere muhakkak İlim ve hikmet vermiş yani onları Risâlete  hazırlamıştır.
Bu da bize şunu öğretir.
 İlimsiz ve hikmetsiz resul olmaz.
 İlim vahiy;  hikmet ise vahyin bağlam ve bütünlüğü vahyin kendi içinde bulunan çözümü yani vahyin maksadı olmuş oluyor.
İnsanlar neden Nebi ve Resul olan Muhammed (Aleyhisselam) a sorular sorarlardı da,   sorularının cevaplarını indirilen vahiy'de aramazlardı.
Veya neden hazır vahiy var iken, sorma ihtiyacı duyuyorlardı?
Bir çok yerde geçen "sana soruyorlar" âyetlerini  bir düşünelim.
Peki, Allah'ın Resul'ü Muhammed (Aleyhisselam) onlara kendi kafasından cevap vermiş midir?
Onların sordukları bütün sorulara karşı "(Ey Resul! ) De ki: buyrularak Allah kendi emir ve yasaklarını insanlara Resul'ün dili ile aktarmıştır.
İnsanlar tarafından gelen soruların hiçbir tanesine Resul kendi kafasından yani heva ve hevesinden cevap vermemiştir.
İşte Resul'ün indirilen vahiy ile verdiği cevaba  itaat farzdır.
Çünkü Resul olmadan vahiy, din, iman, İslam olmaz.
 Resul Allah tarafından indirilen vahiy dışında hiçbir şey söylemez.
"O (Resülün bildirdikleri kendine ) vahyedilenden başka bir şey değildir"
(Necm-4)
"...Resül size ne veriyorsa onu alın, size neyi yasaklıyorsa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah'ın azabı çetindir"
(Haşr-7)
"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."
(Nisa-80)
Dolayısıyla yüce Allah iki kapak arasında bir kitap indirmemiştir.
Vahiy Resulullah'ın kalbine inmiştir.
 Kur'an'da bulunan bütün "kitap" kavramları "vahiy" anlamında kullanılmıştır.
İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır. 
Fakat herkes her konuda ilgili âyetleri bilmeyebilir.
Bundan daha doğal ve  daha tabii bir şey yoktur.
İnsanların farkına varmadıkları âyetlerle ilgili onların sorunlarını kim çözecek?
Sorusunun cevabı kitapta var fakat onlar bunu görmekten aciz ise, sorun kimin tarafından çözülmelidir?
İşte tam bu noktada insan faktörü yani  insan ile kitap arasında bulunan muhteşem fark ortaya çıkmaktadır. 
Kitap ile insanlar arasında aracılık yapıp hikmetten nasiplenmiş, kitabın elçileri sorunu çözecek  merci olarak gösterilmiştir.
Yani insanlar aralarındaki dini meselelerde  öncelikle Allah'a dolayısıyla onun kitabına girmek zorundadırlar.
Eğer ihtilaf ettikleri meseleleri direk olarak kitap çözme ise  o zaman kitabın resüllerine giderek  meselelerini çözerler.
Çünkü resul de onlara âyetleri okuyacak ve indirilen mesajlarla  onların sorunlarını  çözecektir.
"Onlar hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı"
"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu resül'e  veya aralarında bulunan emir  sahibi kimselere götürmeleri,  onların arasından (Kur'an'da )istinbat eden, onun içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.  Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz"
( Nisa-82, 83)
Bu âyette güven ve korkuya  dair haber gelince meseleyi,  kitab-a  değil,  resule ve emir sahiplerine götürmeleri istenmiştir.
Şayet Nebi- Resül yoksa, bu ayetteki resül'e  götürmekten maksat ne olabilir?
Sorunlar kiyamet gününe kadar devam edecekse bu âyette sözü edilen sorunların çözümünü yapacak "resül" kimdir?
Bu kitaba resüllük  yapan İlim ve hikmetle donanmış isimsiz vahiy kahramanları ve işten  anlayan söz sahibi kişiler (ulul emir) dir.
(Son)

20 Nisan 2019 Cumartesi

KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(6.YAZI)
İnsanlık tarihi boyunca bütün din ve inanç sahibi gruplar, mezhepler, cemaatler sadece kendilerinin doğru yolda olduklarını, kendileri gibi inanmayanları dinsizlik ve sapıklıkla suçlamışlardır. 
Halbuki Kur'an'a  baktığımızda karşımıza çıkan en açık gerçek bütün Nebi ve Resullerin sadece Allah tarafından indirilen vahye uymak zorunda olduklarıdır. 
Aslında İnsanların yaratılış ve elçilerin gönderiliş  sebebi ihlastır.
Yani dini sadece ve sadece Allah'a özel kılmaktır.  "Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım"
(Zariyat- 56)
Bu ayette geçen "li ya'buduni" "sadece bana kulluk etsinler" "beni birlesinler, iman ve ibadeti bana özel kılsınlar" demektir.
"Halbuki onlara(tarihin bütün milletlerine)  ancak, dini yalnız O'na özel kılarak ve hanifler (saf Müslümanlar)  olarak Allah'a kulluk etmeleri emrolundu. (İnsanları ayağa kaldıracak)  sağlam din işte budur"
( Beyyine-5)
Yaratılan her canlının yaratılış amacının dışına çıkması onun felaketine sebep olacağı gibi, insanın da yaratılış gayesinin dışına çıkıp Allah'tan başkasına kulluk yapması yani şirk evlıyasının  hükmüne göre hareket etmesi tam bir yıkım olacaktır.
"De ki: Bana, dini Allah'a özel kılarak kulluk etmem emrolundu.
Bana Müslümanların(Muvahhidlerin) ilki olmam emrolundu. De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım.
 De ki: Ben  dini sadece Allah'a özel kılarak kulluk ederim. (Ey müşrikler! ): Siz de O'ndan başka dilediğinize kulluk edin. De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kiyamet günü hem kendilerini, hemde ailelerini husrana sokanlardır. Bilesiniz ki bu apaçık hüsrandır"
(Zümer-11,12,13,14 15)
Bu konuda yüce Allah kullarını bir çok ayette  uyarmaktadır.
Mesela:
"Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanif (saf Müslüman) kulları olun. Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini vahşi kuşlar kapışmış, yahut rüzgar onu uzak bir mesafeye sürüklemiş bir nesne  gibi olur"
(Hac- 31)
Dolayısıyla hiç kimse atalarından intikal eden yani taklidi imana, cemaatine, liderine, mezhep imamına, muhaddis ve müctehidine  güvenmemelidir.
 Herkes kendi yaptıklarından, kendi inancından söyleminden, hal ve hareketlerinden sorguya çekilecektir.
Doğruları yapmak ve sırat-ı müstakim üzerinde bulunmak  ancak Allah'ın indirdiği ve Resulün  tabi olduğu âyetler ile mümkündür.
 Allah'tan indirilen hakikatın üzerini örterek şeytanın evliyasını  dost edinenler  kıyamet gününde yaşadıkları kötü akıbetin manzaraları Kur'an'da onlarca âyette gözlerinizin önüne serilmektedir.
"O gün zalim kimse pişmanlıktan ellerini ısırıp  şöyle der: Keşke o Resul ( Kur'an-vahiy) ile  beraber bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana keşke falancayı (evliya-şeyh-gavs) dost edinmeseydim.
Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o.  hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı insanı (şirk uçurumuna sürükleyip)  sonra yüzüstü bırakıp perişan eder" (Furkan- 27, 28, 29)
KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(7.YAZI)
Doğumundan günümüze intikal eden, doğru ve  hak olarak bildiğimiz Şia ve Ehli Sünnet'in bütün hadisleri, içtihatları ve  mezhepleri yalan ve iftiradır.
Kaynaklarının insanlığa vahşet ve zulümden başka verebileceği hiçbir şey olmadığı âşikar olarak ortaya çıkmıştır.
Halbuki Allah'ın hidayet ve rahmet kaynağı Kur'an bütün mazlum milletlerin gözündeki yaşları silecek, ahuvahları yok edip yeryüzünü cennete çevirecek bütün güzellikleri  içinde barındırmaktadır.
 "Allah, sizlerden iman edip salih amellerde bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve  hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve  hakim kalacağını,  onlar için razı olduğu (İslam) dini onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar yalnız bana kulluk ederler;  hiçbir şeyi bana şirk tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr edip gerçekleri örterse, işte bunlar yoldan çıkmışların kendileridir"
(Nur- 55)
Bütün bu gerçeklere rağmen, maalesef şuda  bir gerçektir.
 İslam toplumunda en çok okunan ve en az anlaşılan kitap hidayet ve rahmet kaynağı  olarak gönderilen Kur'an'dır.
Ne zaman Şia ve Ehli Sünnet'in rivayet ve içtihatları Allah'ın ayetlerinin önünden kaldırılırsa, kör olmuş gözler açılacak, duygusuz gönüller şenlenecek, pas tutan kulaklar öğütleri dinleyecek ve gerçek İslam medeniyetinin önü açılmış olacaktır.
 Yüce Allah insanı kendine muhatap olarak aldığı için, insan da buna karşılık dini yalnız ona özel kılmakla yükümlüdür.
 Dolayısıyla en kısa zamanda Allah tarafından fıtratımıza vurulan tevhid'e yani saf, hanif, orijinal, organik İslam dinine  yani vahye dönüş yapmak zorundayız.
Allah'ın ipine sığınmalı, İslam boyasıyla boyanmalı, 1350 yıldan beri Allah'a din  öğretme cahilliğini terkedip,  dini sadece  Allah'ın kitabından  öğrenmeliyiz.
 Aksi takdirde güç ve kuvvetimiz zayıflamaya devam edecek, emperyalistlerin oyuncağı olmaya devam edeceğiz.
"Allah ve Resulüne (Kur'an'a) itaat edin (Allah ile) çekişmeye kalkışmayın. Sonra korkuya  mahkum olur da kuvvetiniz gider. Bir de (vahiy) üzerinde sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir"
( Enfal- 46)
(Son)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI YÜZÜNDEN YAPISI VE MANASI DEĞİŞEN KELİMELER
(44. YAZI)
ÖRNEK 292
Tevbe süresi "Müşriklerin, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar etmeye hakları yoktur..."
17. âyetinde bulunan "mesécidi" "mescidler" kelimesini, İbni Kesir, Ebu Amr  ve Ya'kub tekil olarak "mescidi" "mescid"
Nafi, İbni Âmir, Asım, Hamza, Ebu Cafer ve Halefü'l-Âşir çoğul olarak "mesécidi" "mescidler" olarak  okumuşlardır.
Daha sonra gelen âyette bulunan "mesécidi" "mescidler" kelimesi ise ittifakla yani bütün kıraat âlimleri tarafından çoğul olarak okunmuştur.
Buna göre tekil kıraat olan "mescid"den  Mescid-i Haram'ın kastedildiği anlaşılır.
Çoğul kıraat olan "mesécidi" "mescidler"den  maksat ise Mescid-i Aksa gibi  Mekke'nin uzak mahallelerinde  bulunan küçük mescidler  olduğu anlaşılıyor.
Yani Allah Resulü'nün döneminde bulunan ve İsra süresi
1.âyetinde Allah Resulü'nün gece seyahati yaptığı Mescid-i Aksa  müşriklerin  iyi bildikleri Mekke'de olan bir mescittir, Küdüs'te olan bir mescit değildir.
Dolayısıyla Küdüs'te bulunan Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram'a alternatif olarak parlatılmış   bir Emevi-Abbasi adlandırması ve Emevi  Ehli Sünnet dininin kutsalıdır.
Yine aynı şekilde çoğul kıraatla bütün mescitlerin bu hükme dahil olacağı âşikârdır.  Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul eden, dini sadece Allah'a özel kılmayanların mescid  imar ve inşa etmeleri hak ve salahiyetine sahip değillerdir.
Allah onların taklidi imanlarına değer vermediği gibi ibadetlerine ve mâbetlerine de değer vermeyecektir.
 ÖRNEK 293
Âli İmran süresi "Nice Nebiler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf  göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever"
146. âyetinde bulunan "kâtele" "savaştılar" kelimesini, Nâfi "kutile" "öldürüldüler" olarak okumuştur.
 ÖRNEK 294
Âli İmran süresi "Eğer Allah yolunda öldürülür  ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları dünyalık  şeylerden daha hayırlıdır"
157. âyetinde bulunan "yecmeun" "topladıkları" kelimesini, Nâfi "tecmeun" "topladığınız" olarak okumuştur.
Bu kıraate göre âyetin manası şöyle oluyor.
"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti topladığınız dünyalık şeylerden daha hayırlıdır" ÖRNEK 295
Âli İmran süresi "Hiçbir Nebi'nin yolsuzluk yapması mümkün değildir, ona böyle bir şey yakışmaz (böyle bir şey yapmaz) 161. âyetinde bulunan "yeğul" "yolsuzluk yakışmaz" kelimesini, Kisai ile Nâfi "yuğel" ihanetle suçlanmamıştı" olarak okumuştur.
Yani "Ey Nebi nin arkadaşları!
 Sizin Nebi'ye karşı  yaptığınız bu  iftira çok fazla oldu, siz, Nebi'ye karşı saygısızlıkta haddi aştınız, sizden önce hiç bir Nebi böyle bir şeyle suçlanmamıştı.
Nebi'ye karşı nasıl böyle bir şey söylersiniz,  böyle bir şey söylemek yakışır mı? gibi anlamlara geliyor. 
 ÖRNEK 296
Fetih süresi "O (Allah) sizi onlara karşı muzaffer  kıldıktan sonra,  Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de  onlardan çekendir.  Allah yaptıklarınızı görendir. 24. âyetinde bulunan "ta'melune" "yaptıklarınızı" kelimesini, Ebu Amr "ye'melune" "yaptıklarını" olarak okumuştur.
Âyetin meali iki kıraate göre de uygun düşüyor.
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE  RESUL KAVRAMLARI
(1.YAZI)
Kur'an'ı Mübin'de çok sık kullanılan Nebi ve Resul kavramları Osmanlı İmparatorluğu döneminde farsçadan dilimize geçmiş olan "peygamber" "haber götüren" kelimesi ile ifade edilmektedir.
 Bu kavram ister istemez Nebi ile Resul'ün arasında bulunan sistemin yok olmasına neden olmuştur.
Resul: Bazen yüklenen söze, bazen o sözü yüklenen şahsiyete denir.
Bu kökten türüyerek Türkçe'ye girmiş olan bazı kelimeler şunlardır.
Resul, irsaliye, mürsel, risale.
Resul: Elçi 
İrsaliye: Gönderilen şeyle ilgili evrak.
Mürsel: Aktarma
Risale: Yazılı mektup, dergi ve kitap demektir. Resul: Belirli bir amaç için kendisini seçip  gönderen tarafından tevdi edilen emanete  herhangi bir katkı yapmaksızın muhataplara  bilgi ve haber götüren kişiye denir.
Resulü'n çoğulu Rusul'dür.
Risalet, Resul kelimesinin mastarıdır, Resulün
görev icra ettiği işin adıdır.
Nebi, nun, be, elif; ne-be-e  kökünden veya ne-be-ve kökünden türemiştir.
"Nebee"  kökünden türetildiğinde manası:
Çok önemli haber alan,  haberin kaynağı anlamına gelir.
"Nebeve" kökünden türetildiğinde ise manası: Mertebesi ve değeri çok  yüksek anlamına geliyor.
Yani bulunduğu toplumda derecesi yükseltilmiş anlamına gelmektedir.
 Kur'an'da kıraat imamları Nebi kavramını  iki şekilde de okumuşlardır.
Nebi: Haber veren mertebesi yüksek olan anlamına gelir.
 Nübüvvet, Nebi kelimesinin mastarıdır yani Nebi'nin yaptığı işin adıdır.
Kur'an'da Nebi ile Resul'ün  birbirinden farklı olduklarını gösteren âyetler vardır.
"Biz, senden önce hiçbir Resül ve Nebi göndermedik ki..."
( Hac- 52)
"Hani Allah, Nebilerden: "Ben size  kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızda olanları tasdik  eden bir Resul geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz diye söz almış..."
(Âli İmran- 81)
Kur'an'da itaat, icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet, istihza,  tekzip, emânet,  hak, nur, inzar , tebliğ, küfür, savaş açılma, helal ve haram kılmak gibi birçok kavram Resul  bağlamında kullanılmıştır. 
Nübüvvet: Makam
Risalet: Bu makama ait görevlendirmedir.
Resul: Kendisinden hiçbir şey katmadan birinin  emirlerini diğerine ulaştıran görevli kişidir.  Nübüvvet unvan, Risalet ise bu ünvanın gereğinin icra edilmesi demektir.
Tıpkı bir şehrin valisi olarak atanmış bir kişi görev esnasında kanunlar ve bu kanunlarca  kendisine verilen yazılı yetkilerle makamında görev yapar.
 Fakat bu makama uygun olmayan hareket sergileyemez.
Her zaman söz ve tavırlarında bu resmi makamın ağırlığına göre hareket eder.
Özel hayatında bile bu resmi  makamın  şerefine  herhangi bir lekenin sürülmesine fırsat vermez.
Bu kişi görevde bulunduğu her anında validir, ama toplumu yönetirken vereceği emirlerde  hiçbir zaman kendi kafasına göre hareket etmez, kanunlara göre hükmeder, görevini yapar.
Özel hayatı ile ilgili konuları asla işine karıştırmaz, çünkü  bu kanunlarla yasaklanmıştır.
Görevde olduğu ve görevinde gereğince hareket ettiği müddetçe onun söyledikleriyle hareket etme zorunluluğu vardır.
Fakat görevinin dışında yani kendi özel hayatında kimsenin onu dinleme ve ona itaat etme zorunluluğu yoktur.
Aynen bunun gibi Nebi olarak kendisine vahyedilen kişi hayatı boyunca, gece gündüz, aralıksız Nebi kimliğine sahiptir.
Nübüvvet kimliği ondan asla ayrılmaz, vefat edinceye kadar  hatta ahirette bile Nübüvvet  kimliğine sahip bulunur.
(Nisa-69)
 Fakat Resullük her daim devam etmez.
 Resul kendisine Allah tarafından vahiy indirilip insanlara ulaştırdığı andaki konumudur. Resullük dünya hayatı ile sınırlı bir görevlendirmedir.
Mesela:
Muhammed (a.s), doğumundan kırk yaşına kadar Mekke vatandaşı olarak herkes gibi beşer  kimliğine sahiptir.
Nebi (a.s),  kırk yaşından vefat edinceye kadar aralıksız Nübüvvet kimliğine sahiptir.
Resul ( a.s), kırk yaşından vefat edinceye kadar kendisine vahiy indirilip onu tebliğ ettiği andaki kimliğidir.
Onun için Resule itaat,  Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..."
(Nisa-80)
Fakat Nebiler söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata ettiklerinden dolayı (Tevbe-113; Tahrim-1 Enfal-67,68) onlara itaat etmek, Resule itaat etmek gibi kabul edilmemiştir. 
Dolayısıyla Allah'ın Resulü, Nebi sıfatıyla özel hayatında yaptığı davranışların, onun kişisel davranışı olduğu, bu sıfatla onun Allah adına bir hüküm ortaya koyup bir şeyi haram kılamayacağı anlaşılmış oluyor.
Yani Şia ve Ehli Sünnet muhaddislerinin  Nebi adına uydurup çıkarttıkları bütün rivayetler iftira ve  yalandır.
Bütün bu hadislerin çıkış sebebi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların bilinmemesinden yani koyu karanlık bir cehaletten kaynaklanmıştır.
Allah Resulü'nün vefatından sonra uydurulan  hadisler ve onlara bağlı olarak gelişen Sünnet anlayışı ve mezhepler tamamen Kur'an'ın bilinmemesi  yani vahiy'den yüz çevirme,  Nebi ile Resul arasındaki farkların bilinmemesinden doğmuştur.
 Eğer bu ayırım sağlıklı bir şekilde çözülebilseydi en son Nebi ile beraber bütün Nebi'lerin her söz ve davranışlarının  her yapıp ettiklerinin insanlar tarafından din olarak algılanmaz ve sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile ilgili  söyledikleri şeylerin din ve hüküm  olduğu anlaşılırdı.
(Âraf-62,63, 67,68,69; Kaf-45; Enbiya-45)
Resüllerin insanlara vahiy haricinde bir din anlatmaya hakları yoktur.
"Musa dedi ki: Ey Firavun! Allah ile alakalı haktan başka bir şey söylememek benim üzerime düşen bir görevdir. Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrailoğullarını  ( kendilerine vâdedilen topraklara) (Mâide-21) benimle bırak!"
(Âraf-105)
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(2.YAZI)
Eğer vahyin dışında yani Şia ve Ehli Sünnet'in hadis kaynakları din olarak kabul edilirse Allah'ın hükmüne karşı ortak koşulmuş dolayısıyla şirke düşülmüş olur.
 Çünkü Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmeyeceğini haber vermektedir.
( Kehf- 26; Yusuf-40; Şura-10)
 Öyleyse Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin algıladığı gibi itaat Muhammed'e veya Nebiye değil, Allah'ın Resulü sıfatıyla vahyi anlatan, onu okuyan, tebliğ eden kişiye dolayısıyla beyan ettiği Allah'ın ayetlerinedir.
Âyetlerde Allah'ın sözleri olduğu için aslında itaat, Allah'a  yapılmış olur.
Bu gerçek Nebi'ye iman etmenin gerekli olmadığı anlamına gelmez.
Müminler hem Nebi'ye hem de Resule ve hem de Nebi Resule iman ederler.
Çünkü Nebi'ler Allah'tan vahiy alırlar.
Esasen Nebilere kitap verilmesinden kasıt olan vahiydir.
Yoksa hiçbir Nebi ve Resul'e kitap indirilmemiştir.
İndirilen vahye kitap denilmesinin sebebi onun koruma altında olması, bağlam ve bütünlüğünün bulunması ve bir sisteme sahip olmasından dolayıdır.
Yüce Allah, emir ve yasaklarını yani indirdiği  hükümlerini sadece Resuller aracılığıyla bildirdiği için onlara itaat itaat ve ittiba etmemizi emretmektedir.
Vahiy Resul'ün dilinde hayat bulduğu için Resule itaat,  Allah'a itaat olmuş oluyor.
Resul'ün helal kıldığı, Allah'ın helal kıldığı,  haram kıldığı da Allah'ın haram kıldıklarıdır.
Nebi ile Resul'ün arasındaki farklar anlaşıldıktan sonra şimdi Nebi'likten  bağımsız bir Resul'ün olup olmadığına bakmamız gerekiyor.
Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere her Nebi; kendisine kitap (vahiy) İlim ve hikmet verildikten sonra Resul sıfatıyla görevini yapmıştır.
Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdıkarında Resul, geri kalan zamanlarda ise  Nebi'dirler.
Yani yüce Allah, seçtiği kimselere vahiy ile önce Nübüvvet , sonra hikmet ve ilim yani vahyin bağlam ve bütünlüğünü vererek bu kimseleri risaletle  görevlendirmektedir.
Yusuf, İsa, Yahya ve diğer bazı Nebiler daha küçük yaşta kendilerine Nübuvvet makamı verildiği âyetlerde yer almaktadır.
"Bunun üzerine Meryem çocuğu işaret etti."Biz, dediler,  beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi:
 "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitab-ı (vahiy) verdi ve beni Nebi yaptı"
 (Meryem- 29, 30)
"Onu (Yusuf'u) götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yusuf'a:  Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar işin farkına varmadan kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik"
(Yusuf- 15)
"Ey Yahya! Kitab-a var gücünle sarıl!" dedik ve henüz sabi iken ona İlim ve hikmet verdik" -(Meryem- 12)
Bu Nebi'lere verilmiş bir onur ve makamdır. Nübüvvet, Allah ile Nebi arasında güzel ahlak, olgunlaşma, mukemmel bir şekilde yetiştirilme,  elçilik makamına hazırlama ve Nebi'nin risalet kurumu için  uygun hale getirilmesi ile ilgili bir tâlim ve terbiye kurumudur.
Peki Nebi'lik yani Nübüvvet bittiğine göre risalet de sona ermiş midir?
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin, babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resul'ü ve Nebi'lerin sonuncusudur"
(Ahzab- 40)
Yani Muhammed(a.s)  ile birlikte Nübüvvet'e son verilmiş Nübüvvet kurumu'na mühür vurulmuştur.
Artık Muhammed (a.s) dan sonra Nübüvvet diye bir kurumdan ve Nebi diye başka bir kişiden söz edilemez.
 Bu ayet bize açık olarak Nübüvvet kurumunun  ebediyen kapandığını kapısına kilit vurulduğunu  haber vermektedir.
Bunun sebebi dinin Allah tarafından tamamlanmış olmasındandır.
( Maide- 3; En'am-115)
 Dolayısıyla son vahyin koruma altına alınması, dinin en mükemmel bir şekilde tamamlanması,  Muhammed  (a.s) ın  bütün insanlara Resul olarak gönderilmesi (Araf -158; Sebe- 28)
 son vahyin indirilmesi, artık Allah'tan haber alma makamının yani Nübüvvet'in olmayacağını göstermektedir.
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(3.YAZI)
Peki Nübüvvet yani Nebi'lik  kurumunun kapanması ile risâlet(Resüllük)misyonu da bitmiş midir?
Şurası açıktır ki Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı Nübüvvet ve Risalet'in olması mümkün değildir.
Yani Allah tarafından görev alma, Allah'tan herhangi bir yolla vahiy ve haber alma asla olmayacaktır.
 Dolayısıyla son Nebi ve Resul olan  Muhammed (a.s) dan  sonra hiçbir Nebi ( Allah'tan vahiy alan) gelmeyecektir.
Bu apaçık ayetten (Ahzab-40) sonra her kim bende Nübüvvet'e bağlı (Allah'tan vahiy alan) bir Resulüm derse kafir olur.
O halde, Nübüvvet'e bağlı risâlet sona ermiş ise  kitabın Resul oluşu veya kitabın Resulü olmak hükmen ne ifade eder.
Yani din ve hüküm olarak sadece kitab-ı tek kaynak kabul eden ve insanlara tebliğ edenlere  Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı olmaksızın Resul denilir mi?
Şimdi bu soruların cevaplarını Kur'an'ın  sisteminde bulmaya çalışalım. 
Kur'an, Mısır kralının Yusuf (a.s) a  gönderdiği  elçiye "resul" (Yusuf- 50)
 Belkıs'ın Süleyman (a.s) a  gönderdiği  elçilere "mürselun" (Neml-35)
kavramlarını kullanmaktadır.
Fakat bu ayetlerde kullanılan resul kavramı Nübüvvet'e bağlı Allah'tan vahiy alan bir Resullük değildir.
Bu manada değerlendirilirse yani  Nübüvvet'e bağlı olmaksızın kitabın  resulu olmak ne demektir?
Eğer bu kelimeyi Nübüvvet'e bağlı yani  Allah'tan vahiy alan Resul makamında kendini  görmeyip sadece vahyi insanlara ulaştıran,  yalnız onu rehber alan, sadece onu anlatan ve tebliğ eden elçi manasında kullanılırsa bir sorun teşkil etmez.
Önemine binaen tekrar ediyoruz.
Bu görevi yapanlar hiçbir zaman kendilerinin kitabın resulü dahi olduklarını iddia edemezler.
Çünkü örneklik, güzel ahlak, vahyin bağlam ve bütünlüğü, kendi içinde bulunan çözümü yani ilim olarak bu göreve layık olup olmadıklarını sadece Allah bilir.
Dolayısıyla bu elçilik görevinin  hakkıyla yapılıp yapılmadığı ancak âhirette Allah'ın huzurunda belli olacaktır.
İnsanlık tarihinde binlerce Resul geldiği halde sadece yirmi sekiz tanesinin ismi Kur'an'da geçmektedir.
 Yani önemli olan Allah'ın nazarında  resul vazifesine ve kimliğine sahip olmaktır, insanların yanında değil.
Bu görevi ifa edenlerin kendilerini Allah'ın resulü veya kitabın resülü olarak görmeleri birçok fitne, kargaşa, terör, anarşi, taklit, cehalet, zulüm, katliam, parçalanma ve bölünmeyi beraberinde getirecektir.
İnsanların kendilerini "resül" konumuna sokmaları yobazlık ve bağnazlığa sebep olacak İlim ve hikmet- tefekkür ve sorgulama  açısından kapkaranlık  bir darboğaza girilecektir.
Herkes kendi elçisinin üstün olduğunun  kavgasını verecek, bir nevi yeni bir tarikatçılık ve mehdiyet inancı hortlamış olacaktır.
Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı değil de, sadece kitab'a bağlı yani Nebi- Resul değil de kitap-resul'den veya beşer-resul'den söz edilir mi?
Kitabın kendisi (vahiy);  Resul görevini yerine getirdiğinden şüphe yok.
O halde,  bu kitabı "ben Allah'ın resulüyüm" demeden, yani resullük iddiasında bulunmadan insanlara aktaranlara resul denilir mi?
Bu soruların cevaplarını ilgili âyetlerden bulmaya çalışalım.
"Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tağut'tan sakının" diye (uyarmaları için) her ümmete bir elçi gönderdik..."
(Nahl- 36)
"...Biz, bir elçi göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz"
( İsra- 15)
"O  küfredenler bölük bölük  halinde cehenneme sürülür.  Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları  açılır,  bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı İhtar eden elçiler gelmedi mi? derler...."
( Zümer- 71)
"Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugüne kavuşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? derler..."
(Enam- 130)
"Ey Adem oğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak elçiler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendini ıslah ederse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"
(Âraf-35)
Bu âyetlere baktığımızda muvahhidlerin Kuran'ın  ilim ve hikmetinden beslenip insanlara onların diliyle vahyi ulaştırmaları çok önemli bir görev olduğu görülüyor.
İşte bu görev kitabın ifadesiyle resul (elçi)  olma görevidir.
İlgili âyetlere dikkatli bir şekilde bakıldığında Nebi- Resul yani Nübüvvet ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı Resullerin dışında da resullerin  olduğunu görmekteyiz.
Çünkü âyetlerde kullanılan Resul kavramlarının tamamı nekre olarak kullanılmıştır.
Nebi-Resul (Nübüvvet'e bağlı Resullük) anlatılırken genelde Resul kavramı elif lam'lı yani mârife ( belirlilik) takısı kullanılmıştır.
Nekre (belirsizlik)  takısıyla kullanılan yerlerde ise kitap-resul  veya beşer- resul'e atıf yapmaktadır.
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(4.YAZI)
 Eğer  Resul (elçi)  kavramı sadece Nübüvvet'e (Allah'tan vahiy almaya) bağlı elçilik olmuş olsaydı,  her millete uyarıcı, hidayet edici  elçilerin gönderildiği ile ilgili âyetleri nasıl anlamak gerekirdi.
Yukarıdaki âyetlerde geçen "... içinizden size âyetlerimi anlatan ve sizi bu gününüzle uyaran elçiler  gelmedi mi?..." (En'am-130) ifadesini nasıl anlamak gerekir?
Hemde Resul lafzı hem çoğul hem de cins olarak kullanılmışken..."
Yine "Ey ademoğulları! Aranızdan  size âyetlerimizi okuyan Resuller geldiği zaman,  kim korunur ve davranışlarını düzeltirse,  artık onlara bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir"
(Araf- 35)
Yine yukarıdaki âyette geçen "Ey ademoğulları! Hitabı  kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlığı alakadar etmiyor mu?
Eğer bu ilâhi hitaplar kıyamet gününe kadar gelecek insanları ilgilendiriyorsa ki, bundan asla şüphe yoktur.
 Evet Allah Resulü'nden sonra onu sadece vahiy yani kitab temsil etmektedir.
Fakat kitabın dili yoktur, kitap konuşamaz, vahiy derdini anlatamaz halbuki vahiy  kesinlikle satırların ve  yazının gücüne değil,  sözün gücüne sahiptir.
Dünyanın bütün bilgisayarlarında, cep telefonlarında, kütüphanelerinde bulunan mushaflar Kur'an'dan konuşan bir kişi kadar etkili olamazlar.
Mimik hareketleri, etkin hitabetleri, güzel ahlak ve örnek kişilikleriyle elçiler her zaman insanların üzerinde kitaptan daha çok tesir bırakırlar.
Hiç bir zaman kitabın gücü sözün gücüne ulaşamaz.
Yazı ve kitap sözün gücü karşısında  bir şey değillerdir.
İşte burada vahiy onu anlatacak onu dillendirecek, onu okuyup beyan edecek ve tebliğ edecek muvahhid  sözcülere âcilen büyük bir ihtiyaç duyar.
Ancak burada önemli olan bazı konular  ortaya çıkıyor.
1-) Vahyi tebliğ edenler onu bağlam ve bütünlüğü içinde bilecekler.
Yani onun ilmine ve sistemine vakıf olacaklar.   2-) Kur'an'ı hayata aktarmada güzel ahlak sahibi olacaklar.
Yani onu en güzel bir şekilde yaşayarak temsil edecekler.
3-) Kendilerinin resul olduklarını asla söylemeyecek etrafında olanlarda böyle bir inanca ve fikre sahip olmayacaklardır. Çünkü vahyin elçiliğini hakkıyla yapıp yapmadıklarını sadece Allah karar verecektir. Dolayısıyla kimin ne olduğunu Allah'tan başka hiç kimse bilemez.
4-) Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyecek ve sadece Kur'an ile uyarı ve ikaz yapacaklar.
Bu elçilik Nübüvvet'e ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı bir elçilik olmayıp, sadece Allah'ın âyetlerini insanlara aktaran ve vahyin  mücadelesi yapan bir elçiliktir.
 Dolayısıyla bu hakikat ışığında anlaşılan gerçek şudur.
Nübüvvet'e ( Allah'tan vahiy almaya) bağlı bir elçilik olmaz, fakat vahye yani kitaba bağlı bir elçilik devam etmektedir.
Bir çok âyet bu gerçeği açık olarak  ortaya koymaktadır.
"Kafirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir âyet indirilseydi ya!  Ey Resul! Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir hidayet edicisi bir rehberi vardır"
(Ra'd-7)
"Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur"
(Fâtır-24)
"Yerine göre müjdeleyici ve uyarıcı olarak elçiler gönderdik ki insanların Resullerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri kalmasın..."
(Nisa-165)
"Âd kavmi Resulleri yalanladı"
(Şuara-123)
"Nuh kavmi Resulleri yalanladı"
(Şuara-105)
Nuh (a.s) ın kavmine Nebi- Resul olarak sadece Nuh (a.s), Âd kavmine de sadece Hud (a.s) gönderilmişti.
Fakat âyetlerde "Nuh kavmi de Âd kavmi de Resulleri yalanladı" denilerek Resul kavramları cemi (çoğul) olarak kullanılmıştır.
Yalanlanan Resuller, o iki Nebiye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkası değildir.
"Şüphesiz elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz"
(Mümin-51)
"Allah: Elbette ben ve Resullerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir"
(Mücadele-21)
Yukarıdaki iki âyet risalet misyonunun dünya hayatı boyunca devam edeceğini ortaya koymaktadırlar.
NEBİ ve RESUL İLE İLGİLİ ÂYETLERİN  GÜNCELLENMESİ:
Şimdi gelelim konunun en önemli yerlerinden biri olan Nebi ve Resul bağlamındaki âyetlerin güncellenmesi meselesine:
Nübüvvet'e bağlı risâlet son bulmuş olduğuna  göre kitaba bağlı yani din ve hüküm  olarak Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen muvahhidlere atfen kitaba bağlı vahyin Resulu  olarak âyetler nasıl güncellenmelidir.
Bu âyetler incelenirken elçilerin hem Nebi, hem Resul, hem de Nebi- Resul, bir mümin, bir  devlet başkanı olduğu  göz önünde bulundurularak ilgili ayetler bu eksende güncellenmelidir.
Bazı âyetler Resulün veya  Nebi'nin şahsına hitap eder fakat bu hitaptan tüm müminler sorumludur.
Çünkü aynı zamanda o bir mümindir.
 Bazı âyetlerde Resule  veya Nebiye hitaben gelir, fakat bu hitaptan sadece önder ve öncü   olan kimseler sorumludur.
Bazı ayetlerde vardır ki sadece Nebi'ye hitaben iner ve  bu hüküm müminlerin dışında sadece  ona özel bir hüküm olur.
 Dolayısıyla bu güncelleme konusu ile ilgili olarak âyetlerin geçtiği bağlam ve bütünlüğe  bakmak gerekir.
Son nebi Resul'dür ve  Allah'tan vahiy alan bir Resul'dür.
Kitab-a resullük  yapacak olanın âyetleri güncellemesi gerekliliğinden dolayı ben de resülüm diyemez.
 Yani siz genelin anladığı tarzda bir vahiy alma  meselesine güncelleme adı altında kendinizi resul olarak göremezsiniz.
Son Nebi olan Muhammed ( a.s) dan sonra  kendisini Nebi veya Resul olarak ilan eden yalancı ve şarlatandır.
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE RESUL KAVRAMLARI
(5.YAZI)
İnsanların kendilerini resul ilan etmelerinin tarikat küfründen ve  şirkinden öte hiç bir değeri yoktur.
İnsanların Kur'an ahlakına sahip olup  olmadıklarını yani Kur'an'ı hakkıyla  temsil edip etmediklerini Allah'tan başka hiç kimse bilemez.
İnsanların gözünde çok faziletli, pek mübarek ve "evliya!" olarak bilinen biri Allah'ın indinde  hayvanlardan daha aşağılık dereceye sahip bir alçak olabilir.
Şu âyetler Nebi- Resul haricinde  yani Allah'tan vahiy almaya bağlı risâlete kimin sahip olacağının insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığını gösterir.
"Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve  onlardan sonrakilerinin  haberleri size gelmedi mi?
 "ONLARI ALLAH'TAN BAŞKASI BİLMEZ. Resulleri kendilerine âyetler getirdi de onlar ellerini resullerin ağızlarına bastılar ve dediler ki:
Biz,  size gönderileni (hikmet- Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü) inkâr  ettik ve bizi kendisine  çağırdığınız (vahiy-tevhid)  şeye karşı derin bir kuşku içerisindeyiz"
"(vahiy) elçileri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?
Halbuki O,  sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi ( atalarınızın yolundan hak dine) çağırıyor.
 Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz.
Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirin"
"Elçileri onlara dediler ki: Evet biz sizin gibi beşerden başkası değiliz.
FAKAT ALLAH (vahyin bağlam ve bütünlük)  NİMETİNİ KULLARINDAN DİLEYEN (ahlâken hakkeden) KİMSEYE  LÜTFEDER.
Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur.  Müminler ancak Allah'a dayansınlar"
"Hem, bize (vahiy ve tevhid)  yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?
Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül ve sebat etsinler"
"Kafirler elçilerine dediler ki: "Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!" Rableri de  onlara: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz diye vahyetti"
(İbrahim-9,10,11,12,13)
Yukarıdaki âyetlerde geçen "Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri" ve "Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez" ile  "Fakat Allah nimetini kullarından dileyen (ahlâken hakkeden) kimseye  lütfeder"
cümleleri önemlidir.
1-) Nebi- olan Resullerden  sonra sadece vahyi aktaran ve sadece vahyi rehber edinen resuller olmuştur.
2-) Onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Âhirette mükafatlarını alacaklardır. Önemli olan da budur.
3-) Vahyi tebliğ edenler, kendilerini reddedenlere   ve karşı gelenlere söyleyecekleri tek  şey âyette geçtiği gibi
"Fakat Allah (vahyin bağlam bütünlük, vahyin ilim) nimetini  kullarından dileyen  (ahlâken hakkeden)  kimseye lütfeder" 
Âyetlerde bulunan
"Müminler ancak Allah'a tevekkül etsinler" (İbrahim-11) ile "Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler"
(İbrahim-12)
cümleleri de, vahyi anlatanların her türlü kibir ve gururdan uzak kalmalarının yolunu göstermektedir.
Yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyenler için sadece  Allah'a dayanıp O'na güvenmek mertebelerin en büyüğüdür.
BAŞKA BİR AÇIDAN NEBİ VE RESUL
 KAVRAMLARI
(6.YAZI)
Nübüvvet kurumuna özel âyetler ve hükümler nazil olmuştur.
"Nebi, müminlere kendi canlarından daha evlâdır. Eşleri onların analarıdır..."
(Ahzab-6)
"Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça,  zamanını gözetmeksizin Nebi'nin evlerine girmeyin.
Ancak davet edilğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.
Nebi'nin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasında isteyin. 
Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.
Sizin Allah'ın Resulünü üzmeniz  ve kendisinden sonra onun hanımlarına nikahlamanız olcak bir şey değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır"
( Ahzap- 53)
Yukarıdaki âyetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki âyetlerde Resul değil Nebi lafzı kullanılmıştır.
Sadece eziyet ibaresinde Resul kavramı kullanılarak Resulü üzmenin ciddiyetine gönderme yapılmıştır.
Nebi; Nübüvvet makamından dolayı müminlere  kendi canlarından daha öncelikli bir konuma sahiptir ve Nebi'nin eşleri de Nebi'den sonra müminler tarafından nikah edilmezler.
Bu nikah edilmemeleri cümlesi; zaten bir inşa değil, haber cümlesidir.
Tıpkı "Nebi'nin hanımları onların (müminlerin) anneleridir" derken, gerçek anneleri olmadıkları  gibi, onlar, ümmetin anneleri olarak kabul edilmiş ve bunları müminlerin  nikahlamadıkları  ifade edilmiştir.
Yani âyetin manası "Müminler Nebi'den sonra onu hanımlarını nikahlamasınlar değil, nikahlamazlar" şeklinde anlaşılmalıdır.
Bu ise Allah'ın vahye bağlı Nübüvvet makam ve mertebesine verdiği değerin müminlerin yanındaki karşılığıdır.
Nübüvvet kurumu kapandığı için bu kuruma ait hükümler de kapanmıştır.
Âyetleri güncelleme adına Allah'ın kitabına  işkence etmenin bir anlamı yoktur.
Nebi'nin hanımlarıyla evlenmeme emrinin güncellenmesi, kendisinden sonra Nebi'nin  haysiyet ve şerefinin korunması Nübüvvet makam ve mertebesinin korunması, vahye bağlı  Risalet'in  namusuna bir iftira ve lekenin sürülmemesi içindir. 
Dolayısıyla dinin sahibi olan Allah, Nübüvvet müessesesini kapattım diyorsa (Ahzab-40) artık hiç kimse hakiki manada ne vahiy alabilir ne de bu kuruma özel  âyetleri kendisi için  güncelleyebilir.
Buna bağlı olarak da kendisini Allah'ın resulü olarak ilan edemez.
Şunu belirtmek gerekir ki, hem Nübüvvet'in ve hem de kitabın resulü  kendi hevasından bir aktarım gerçekleştirmez.
 Aksi halde Allah'ın cezalandırması ile karşılaşır (Hakka-43, 44)
Eğer birileri; Allah adına O'nun sözünden başka şeyleri insanlara söylüyorlarsa  Allah'a karşı korkunç bir  iftira etmiş ve büyük bir yalan uydurmuş olurlar.
Yukarıdaki kitabın resullüğünün  yapıldığını aktardığımız âyetlerde de  resullerin sadece Allah'ın ayetlerini insanlara okudukları anlatılmaktadır.
( Kasas- 47; Tâhâ-134 )
Özellikle Kasas 47.  ayetinde ifade edildiği gibi tüm resuller sadece  Allah'ın âyetlerini okuyarak tebliğ etmekle mükelleftirler.
 İnsanlarda resullerin anlattıkları âyetlere tâbi olarak hakiki anlamda Müslüman olurlar.
Çünkü insanlar sadece Allah tarafından indirilen  vahiyden sorumludurlar.
(Zuhruf-43,44)

15 Nisan 2019 Pazartesi

"ALLAH'U-EKBER" DEYİMİNİN İSLAMDA YERİ VAR MI?
Aynen "Muhammed'e salavat getirme, Muhammed'e salavat çekme"  gibi Şia ve Ehl-i sünnette "Tekbir"  olarak şöhret bulmuş olan "Allah-u Ekber" deyimi "Allah en büyüktür, ilâhların en büyüğü" anlamına gelmektedir.
 Aziz ve Mübin kitabımızda Rahmân ve Rahim olan Allah şöyle buyuruyor.
"En güzel isimler (el- esmâu'l- hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'nu güzel isimlerle çağırın. (O'na güzel isimlerle dua edin, yalvarın) O'nun isimleri hakkında ilhada sapanları (bana) bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır"
( Araf- 180)
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'da manasını tahrif etmedikleri bir âyet, içini boşaltmadıkları bir kavram bırakmadıkları için Kur'an'ı tek kaynak kabul eden akıllı ve mantıklı insanlar onların her uygulamasından şüphe etmeye hak kazanıyorlar.
Gerçekten de Kur'an'da Allah'ın onlarca ismi ve sıfatı varken Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri neden Kur'an'ın hiçbir ayetinde yer almayan "Ekber" sıfatını kullanmışlardır?
Mesela: Allah'ın "Rahmân, Rahim, Gafur, Gaffâr, Aziz, Kerim, Alim, Hakim, Halim, Semi',Basir, Rauf gibi isimleri onlarca âyette tekrar edilirken, neden bir âyette bile yer almayan "Ekber" kavramı seçilmiştir.
Acaba bu "Ekber" sıfatı Mekke müşriklerinden gelmiş olmasın.
Çünkü Mekke müşrikleri evliya ve İlâhlara iman etmekle birlikte "ilâhların en büyüğünün Allah olduğuna" inanıyorlardı.
Onlar tek ilah inancına yani hanif İslam ve hâlis  dine  karşı geliyorlardı.
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar ve kafirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İlahları tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler"
(Sâd-4,5)
Müşrikler, evliya ve İlâhlarını Allah ile aracı ve şefaat edici olarak kabul  etmelerine rağmen, Allah'ın en büyük ilâh olduğunu, zor durumlarda  istek ve niyazların sadece onda son bulacağını biliyorlardı.
"Hani (o müşrikler) bir zaman da: Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi"
(Enfal-32)
"Nebi"ye yardım ve destek olmayı..." emreden  bir âyeti (Ahzab-56) "Muhammed'e salâvât getirme, Muhammed'e  salavat çekme olarak tahrif eden, onu namaza koyan ve hutbeye farz olarak ekleyen..." bir zihniyetten her cehâlet beklenir.
Aslında Kur'an'ın hiçbir ayetinde Resul misyonundan bağımsız olarak Muhammed(a.s) ın şahsiyeti övülmez.
Çünkü vahye göre önemli olan Muhammed( a.s) değil, vahiy ve Resul misyonudur.
Muhammed ( aleyhisselâm) ı değerli kılan şey risalet görevidir.
Dolayısıyla son vahiy'de Muhammed yoktur, Resul vardır.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri çok basit olan  bu gerçeği bile anlamaktan âcizdirler.   
Yine aynı şekilde kabir hayatının olmadığını anlatan yüzlerce âyete rağmen kabir azabını kabul etmeyen vahiy ehli muvahhidleri sapık olarak  gören bir anlayışın hiçbir ictihadına güven duyulmaz. 
En önemlisi din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir  kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet bulunmasına rağmen Allah Resulü adına iftira  edilen rivayetleri kabul etmeyen muvahhidleri   kafir olarak gören bir akıl ve mantıktan şüphe etmek önemli bir basiret ve büyük bir şuurdur. 
 Mesela:  Ben şahsen Allah Resulü'nün diğer elçilerden kendisini ayırıp üstün göstereceğine   inanmıyorum.
Yani Allah Resulü Muhammed ( a.s) ezanda kendi adını sürekli olarak nida ettireciğini kabul etmiyorum.
Çünkü Allah Resulü (a.s ) kitabın hikmetini en iyi bilen ve onu en güzel bir şekilde yaşayıp örnekliğiyle ortaya koyan kişidir.
Allah Resulü'nün şu  Rabbani vahye  muhalefet edeceğini  hiçbir kimse iddia edemez.  "...onlardan (Resullerden)  hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk, deyin"
(Bakara-135 )
"Resul, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de ( iman ettiler) Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine iman ettiler. Allah'ın Resullerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..."
(Bakara-285)
"Allahu Ekber" deyimi, "Allah en büyüktür" anlamına geldiği için başka ilahların varlığını kabul etme gibi bir şirkin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
 Halbuki Kur'an'da Allah "...ve ennellâhe huvel aliyyul  Kebir" "gerçekten Allah çok yüce ve büyüktür" ( Lokman-30) buyurmaktadır.
 Dolayısıyla ben şahsen salat-ı ikame etme sırasında "Allahu Ekber" yerine "Allah'ul aliyyul Kebir" denilmesinin daha doğru olacağına inanıyorum.
Benim bu görüşlerimi garip olarak gören arkadaşların Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehiderinin rivayet ve içtihatlarıyla Kur'an'a tamamen aykırı düştüklerinin bilincine sahip  olmadıklarından dolayıdır.
Evet Şia ve Ehli Sünnet âlimleri yüzlerce âyete  zıt rivayet ve içtihatlarıyla Kur'an'ı anlamaktan  uzak tutulmuşlardır.
ÖLÜLER ADINA HAYIR YAPILMAZ, DUA BİLE EDİLMEZ.
 Allah'ın kitabına baktığımızda ölüler adına hiçbir hayrın yapılmayacağını görürüz.
 Dolayısıyla ölüler adına hacca gidilmeyeceği  gibi, ölüler adına kurban kesilmez, Kur'an okunmaz, sadaka verilmez, dua bile yapılmaz. Bir kişi yapmış olduğu bütün hayırları kendisi için yapmış olur.
 Cünkü Kur'an'ı Mübin'de şanı yüce Allah (Celle Celalühü) şöyle buyuruyor.
" Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur ve çalışması (emeği- çabası) da ileride görülecektir"
 Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir"
 (Necm- 39, 40, 41)
 "Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir"(Müddessir, 38) 
  Her kişi sadece  kazandığına karşılık bir rehindir"
(Tur 21) 
"O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlara asla zulmedilmez"
(Nahl, 111)
 Bu konuda onlarca ayet vardır.
 Ölülere dua edileceğine delil olarak gösterilen ayet şudur.
" Bunların arkasından gelenler şöyle derler. Rabbimiz!
Bizi ve bizden önce gelmiş geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!
 Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli çok merhametlisin"
 (Haşr, 10)
 Yanlış meal verilen bu ayetin doğrusu  şöyle olacaktır.
"Bunların arkasından gelenler (muhacirlerden sonra iman eden Ensar) şöyle derler.
" Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla,,,,, yani iman etmede bizi geçmiş, bizden önce kendilerine iman nasip olmuş kardeşlerimizi bağışlı" anlamına gelmektedir.
 " Âyet, bizden önce ölmüş kardeşlerimizi" değildir.
 Zaten ayetin içindeki cümle buna açık bir delildir.
" kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma"
 Peki neden ölüler  adına hayır yapılmaz, hatta dua bile edilmez.
 Aslında kabir hayatı ve ölüm  diye bir şey olmadığı içindir.
Onun için Allah ( cc) "Her nefis ölümü tadacaktır"
(Ankebut, 57) buyuruyor.
Yani nefis "ölümü sadece tadıyor" sonra kıyamet gününe kadar uyku moduna geçiyor.
 Vefat eden bir kimse kabirde(aslında kabir diye bir şeyde yoktur) uyku halindedir.
Hz Adem döneminde ölen ile  kıyametin son anında ölenler kabirde aynı zaman dilimini yaşarlar.
Kur'an'ın "kabir" kelimesini kullanması bizim anlayış kabiliyetimize uygun olduğundan dolayıdır.
 Bir insan kabirde yüz bin sene  kalsa bir saat kalmış  gibi geçecektir. Ashabı Kehf kıssası buna güzel bir örnektir.
 Bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatından çooooook uzundur.
 Ölümün hemen ardından kıyamet kopacaktır. "Nihayet sur'a üfürülecek.
Bir de bakarsın ki onlar cesetlerden  kalkıp koşarak Rablerine  giderler.( İşte o zaman) Eyvah, eyvah!
Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?
Bu, Rahman'ın vadettiği gündür.
 Elçiler gerçekten doğru söylemişler! derler.  Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurunuzda hazır bulunurlar.
O gün hiçbir kimseye en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada sadece yaptıklarınızın  karşılığını alırsınız"
( Yasin- 51, 52, 53, 54 )
"Sonra, muhakkak ki siz bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet tekrar diriltileceksiniz" (Mü'minün, 15, 16)
Yukarıdaki iki  ayette "ölümün hemen ardından kıyametin  kopacağını" haber vermektedir.
Vefat etmiş olan anne babamıza ve akrabalarımıza söyle dua edeceğiz.
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana babamı ve müminleri bağışla"
( İbrahim 41)
 Yani dua ederken aklımızda ölmüşlerimiz varsa ölü kelimesini kullanmadan "dünya ve ahiret" kelimelerini kullanarak dua edeceğiz.
 Çünkü Kur'an'ı Mübin " ölü olan" diye bir kelime kullanmaz. "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!derler"
 (Bakara, 201)
Zaman bu  dünya hayatında yaşayanlar için söz konusudur.
 Vefat edenler açısından zaman mefhumu diye bir şeyden söz edilemez.
  Dolayısıyla Kur'an'ın dilinde ve ilminde kabir hayatı ve ölülere dua diye bir şey yoktur.
 Birçok Allah Elçisinin  oğlu Elçi olduğu halde ana babasına dua ederken "ölmüş anne babama" demez.
Gerçekten çok ilginç,
Neden Kur'an'ın hiçbir ayetinde ölüler adına hayır yapılacağına ve dua edileceğine dair bir tane ayet geçmez?
Bu Şia ve Ehli sünnet dininin Kur'andaki İslam ile hiçbir alakası yoktur.
ŞİA VE EHL'İ SÜNNET DİNİNİN KUTSALLARI:
Sünni'lerin uydurma kutsal kaynakları:
Buhari (ö-H-256-M, 869)
Müslim (ö-H-261-M-875)
Tirmizi (ö-H-279-M-892)
Ebu Davud (ö-H 275-M-888)
İbni Mace ve Nesai hadis kitaplarıdır.
Şii'lerin uydurma kutsal kaynakları:
Küleyni'nin(H-328 M-939) Kâfi'si
Ebu Cafer İbni Babeveyh el Kummi (H-381-M-991) nin Men lé yahduruhul-Fakih
Üçüncü ve dördüncü kaynaklar  Ebu Cafer et-Tusi(H-460-M-1067) ye aittir.
Bunlar, Tehzibul-Ahkam ve el-İstibsar adlı hadis kitaplarıdır.
Buhari'nin Sünniler arasında sahip olduğu şöhret ne ise Şiiler arasında da aynı değere sahip Küleyni'nin el-Kâfi adlı eseridir.
Ehli sünnet dininde dört halife ile  Ebu Hüreyre, Enes bin Mâlik, Talha bin Ubeydullah, Muaviye bin Ebi Süfyan gibi sahabeler kutsal olarak görülür.
 Aynı zamanda Sünniler kaynakları itibariyle  bütün sahabeleri gökteki yıldızlar gibi masum ve günahsız olarak telakki ederler.
Şia ise Ğadir Hum'da Ali (r.a) ın  imamet ve hilafetine biat ettikten sonra Sakifede Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönüp zalim olduklarını iddia ederler.
Şia'nın Hadis kaynaklarına göre mürted olmayan dört sahabi şunlardır.
Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir.
Şia'ya göre Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz Fatma ve beklenen
Mehdi (Mehdi-i Muntazır) ile birlikte geri kalan dokuz imam Allah tarafından bütün günahlardan tertemiz kılınmışlardır.
  Sahih kaynaklarına göre delil şu âyettir.
",,,Ey Ehli Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"
(Ahzab, 33)
Şia'ya göre, Kerbela, Kum, Küfe gibi şehirler kutsaldır.
Ehli sünnet'e göre  Şam, Kudüs gibi şehirler kutsaldır.
Şia'ya göre Ali bin Ebi Talib Allah'ın Arslan'ıdır.
Ehli sünnet'e göre Halid bin Velid Allah'ın Kılıcıdır.
Ehl-i Sünnet'e göre Ebu Bekir ile Ömer cennetin ihtiyarlarıdır.
Şia'ya göre Hasan ile Hüseyin cennet ehlinin gençleridir.
Ehl-i Sünnet'in inancında cennet ile müjdelenen sahabiler, Şia'ya göre cehennemliktirler (Ali haric)
Ehl-i Sünnet'in yanında kadınların en faziletlisi  Aişe olurken, Şia'nın yanında tartışmasız olarak Fatma dünyaya gelmiş bütün kadınlardan daha üstündür.
Bu uydurma  listeyi bir hayli uzatmak mümkündür.
Allah'ın, Kur'an'ı Mübin'de  neden Yahudi ve Hiristiyanlara çok fazla yer ayırdığını merak eden, Şia ve Ehli Sünnetin kaynaklarına, inançlarına ve ahlaklarına bir  baksın.
 İnsanlık tarihinde Şia ve Ehli Sünnet dini kadar birbirine zıt ve birbirlerine düşman başka bir toplum gelmemiştir.
Şia ve Ehli sünnet, uydurma  kutsal kaynakları yüzünden kıyamete kadar aralarında bir kardeşlik olmayacak ve beyinlerinde  barış kurulmayacaktır.
HANGİ DİN BİR PROJEDİR?
Kur'an'ın dini mi?
Yoksa uydurma ve iftira din mi?
"Hak olan, Rabbinden gelendir. O halde sakın şüphe edenlerden olmayasın"
(Bakara, 147)
Yani İslâm düşmanları Kur'an Müslümanlığından   yana mı olurlar?
 Yoksa kur'an'sız bir İslam'dan  yana mı tavır takınırlar? 
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.
De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır"
(Bakara, 120)
Dış güçler Kur'an ve akla göre hareket eden bir Müslüman toplumuna mı razı olurlar?
 Yoksa Kur'an ve akıldan uzaklaşmış araştırma ve inceleme, uygulama  ve sorgulama  yapmayan  bir topluma mı razı olurlar? "İbrahim'in (tevhid) dininden kendini bilmez (ahmaklardan) başka kim yüz çevirir?
 Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir"
"Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin (insanların) Rabbine teslim oldum, demişti"
(Bakara, 130, 131)
Emperyalistler özgür düşünen  bir İslam ümmetini mi  isterler?
Yoksa aklını kullanmayan ahmak ve aptal, zihnini ve fikrini  şuna buna kiraya vermiş bir milleti mi isterler?
Yahudi ve İngiliz projesi olan din hangisidir? Akla ve tefekküre  değer veren Kur'an Müslümanlığını  mı?
Yoksa paramparça olmuş, sanat ve sanayiye, estetik ve yenilenmeye  değer vermeyen, statik düşüncelere sahip olan uydurma dinin müslümanlığını mı?
"Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, (Ey Muhammed! )senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir"
(En'am, 159)
 İslam düşmanı olan dış güçler hangi Müslümanlığı  boyunduruk altına almada fazla zorlanmazlar?
Kur'an ve tevhid  Müslümanlığını mı?
Yoksa anonim şirket  Müslümanlığını mı? İngilizlere rahatlıkla kul ve köle olacak hangi müslümanlıktır?
 Kur'an Müslümanlığı mı?
 Yoksa mezhep Müslümanlığı mı?
 Veya doğduğu andan itibaren  şu ana kadar ümmetin geneline  hakim olan ve  ümmeti perişan eden hangi müslümanlıktır?
 Kur'an Müslümanlığı mı?
Yoksa Allah'a öğretilen uydurma Müslümanlık mı ?
 Hangi din bizi perişan etti?
 Düşmanlarımıza karşı bizi rezil eden  ve sefil bırakan  din hangisidir? 
Cehennemin mutfağına hangi din bizi mahkum etti?
Allah'ın Kur'an vasıtasıyla indirdiği ve Allah Resulünün uyduğu din mi?
Yoksa uydurma Emevi-Abbasi şirk dini mi? "Rabbinden sana vahyedilene uy. O'dan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
(En'am, 106)
İnsanlık için Allah'ın  İndirdiği din  mi tehlikeli?
Yoksa Allah Resulünden asırlar  sonra uydurulan mezheplerin dini mi?
Size bir şey söyleyeyim mi,
Ne Kur'an Müslümanlığı bir projedir.
Nede uydurma Emevi-Abbasi uydurma dini bir projedir.
İnsanlık tarihinde her zaman ve zeminde iki din var olmuştur.
1) Allah'ın vahiy sayesinde elçilere indirdiği  tevhid dini olan İslam.
2) Şeytanların ilhamlarıyla uydurulmuş ilahların ve evliyanın dini şirk, buna ataların dini de diyebiliriz.
Ancak ataların uydurma  dini özünde ayrıştırıcı, parçalayıcı  ve ötekileştirici olduğu için islam düşmanları tarafından istismar edilmeye daha elverişlidir.
"NAMAZI MİLLETİN BAŞINA BELA ETTİLER" SÖZÜNÜN  ANLAMI:
 Kur'an'a baktığımızda Allah Elçilerine indirilen vahiy'lerde ve İslam dininde en önemli emirler  tevhid, güzel ahlak, adalet, emri bil'maruf- nehyi anil' münker, İnfak,
merhamet, Allah tarafından indirilen vahyin  tek kaynak olarak kabul edilmesi, elçilerin hayatlarının ve mücadelelerinin önemi, akraba, ana-baba ve insan hakları,
Allah yolunda cihad, vahyin başka sözlerle bozulmaması yani hakka batılın karıştırılmaması, helal ve haramların Allah tarafından belirlendiği,  Kur'an'a sımsıkı sarılma ve sadece ona tabi olmakla alakalı vb. yüzlerce ayet bulunmasına  rağmen,
 Allah Resulü'nden  sonra uydurulan rivayetlerle, rivayetlerden yapılan içtihatlarla, daha sonra ictihatlardan oluşan
mezhepler yoluyla vahyin ağırlık verdiği değerlerden daha çok uydurulan hadislerden ve ictihatlardan meydana getirilen  ibadetler ağırlık kazanmıştır.
  Tabi namaz dinin direği ve namaz eşittir din olunca, bu sefer İslam ümmetinin fakirlik ve sefaletinin karşısında büyük ve gösterişli mabetler inşa edilmiştir.
 Yani ümmet mâbetlere ve namaza  esir edilerek vahyin değer verdiği diğer önemli emirler ve hayati meseleler  zamanla unutularak yok edilmiştir.
 MESELA
 Ehli Sünnet mezheplerinin hadis kaynaklarında tevhid, güzel ahlak, adalet, insan hakları ile alakalı fazla bir şey yer almazken, namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve  kırkta bir  zekat vermek ile alakalı yüzlerce konu yer almaktadır.
 Özellikle dinin tevhid değil de, namazın üzerine oturtulması, namaz kılmak, temizlik,  suların durumu, kuyuların suyu, durgun ve akan su, suların hükmü, suyun  tadı, kokusu, rengi, miktarı, cemaatle namaz, sarık ve misvakla namazın fazileti, safların düzenli olması ile alakalı binlerce madde ortaya sererek  korkunç derecede zor ve yaşanmaz  bir din meydana getirmişlerdir.
Kur'an'dan bağımsız olarak  fındık kabuğunu doldurmayacak şeylerle yüzlerce "kutsal kaynaklar" yazmışlardır.
Namaz kılmak için temizlik, sular meselesi ve namazın üzerinde o derece durmuşlar ki, artık namaz kılmak eşittir din olmuştur.
 Temizlik,  suların hükmü,  namazın farzları, vacipleri, sünnetleri,  müstehapları, mekruhları abdestin farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehaplar, mekruhları  ve diğer teferruatlarından  İslam'ın ana konularına sıra gelmemiştir.
 MESELA
Ehli Sünnet'in "kutsal kaynakları" olan "kütübü sitte" de Allah Resulü adına İftira edilmiş  öyle hadisler vardır ki,  güya Allah Resulü  (Aleyhisselam)
 "Namaz kılmayan kafirdir, cemaate gitmeyenin evini yakmak içimden geliyor" buyurmuştur. 
Tabi uydurulan rivayetlerle üzerine oturtulan hurafe  din sanki  Allah Resulü'nden gelen Elçin'in sözleri olarak bir hüküm  kabul edilmiştir.
 İşte bütün bu hurafelerin yoğunluğundan dolayı  Hüseyin Atay haklı olarak "Namazı milletin başına bela ettiler" sözünü sarfetme ihtiyacı  hissetmiştir.
 Aslında Mekke müşriklerinin namazı ile Ehli Sünnet mezheplerinin namazı arasında bir fark yoktur.
 Mekke müşrikleri Allah'a şirk koşarlar, kibirden cimriliğe  kadar her türlü kötü ahlaka sahip olmalarına rağmen,  namaz kılar, Hac ve Umre yapar, tavaf eder, kurban keser ve Kâbe'ye çok değer verirlerdi.
 İşte Allah böyle namaz kılan, Hac ve Umre yapan kötü ahlak sahibi mekke müşriklerine "sizin gibi kötü  ahlak ile namaz kılan müşriklere  yuh olsun" buyurmuştur.
 Allah bize "Müslümanlar'dan" başka bir İsim vermedi.
(Hac,78 -Âli İmran, 102- Fussilet, 33)
 Elçilerden bize kalan mirası tevhid  anlamında İslam dinidir.
 İslam dininde Yahudilik, Hıristiyanlık, Şiilik ve sünnilik yoktur.
 Allah'ın elçileri vahiy'den başka bir şey tebliğ etmediler.