RİSALET (RESÜLLÜK) DEVAM EDİYOR MU?
Geçenlerde dâvet üzerine Kur'an ehli muvahhid bir arkadaşla beraber sözde din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul eden bir grubun dersine misafir olduk.
Konu: Fatır süresi idi.
Diyanet'in mealinden takiple herkes ne anladığını dile getiriyor, hikmetten uzak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Bizde yeri geldiğinde Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne sadık kalarak ilgili âyetlerle anladığımızı söylüyorduk.
İlerleyen saatlerde ders yapan arkadaşı dedi ki:
"Nübüvvet sona erdi, fakat Resullük devam ediyor"
Ders yapan arkadaşın konuşmasından kendisini "resül" yerine koyuyor gibi bir kanaate vardım.
Bunun üzerine kendilerine Nübüvvet ve Risalet'in hangi anlama geldiğini, Nübüvvet ile beraber Risaletin sona erdiğini, Nebi ve Resul'ün arasında bulunan farkları, kitap resül ile beşer resül'ün ne demek olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.
Tartışma ve sohbet koyulaşınca, ders yapan arkadaşların Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Kur'an'da bulunan kavramlardan haberlerinin olmadığını, Nebi ile Resul arasında bulunan farkları hiç duymadıklarını gördük.
Söz konusu tartışmayı anlattığımız bir Kur'an ehli Muvahhid arkadaşımız bizi hayretler içerisinde bırakan şu açıklamayı yaptı.
"Hocam! Bu cahiller, kendilerini "resul" hanımlarının da müminlere haram olduğunu söylüyorlar"
ARKADAŞLAR!
Kur'an'ı Mübin, Risaletin değil de "Nübüvvet'in sona erdiğini (Ahzab-40) söylemesinin sebebi şudur.
Nübüvvet bir kurumdur, Nübüvvet kurumuna son verilince, yani Nübüvvet okulu kapanınca Risalet misyonu otomatikman kapanmış oluyor.
Çünkü yüce Allah Resulleri Nebi'lerden seçmektedir.
Kişi ilk önce Nebi oluyor.
Nebi olduktan sonra durum ve ihtiyaca göre yani şartlar oluştuğunda Allah Nebi'leri Resul olarak atıyor.
Nübüvvet vahyin kaynağı ile ilgili iken, Risalet insanlarla alakalı bir misyon yani bir görevlendirmedir.
Nübüvvet kişinin kendisi ile ilgili ahlaki ve insani bir olgunlaşma ve tekâmül iken, Risalet bir açılım ve tebliğ bir uyarma ve dâvet ile ilgili bir durumdur.
İşte buna delil olan iki âyet.
"Daha önceki milletlere nice Nebileri elçi olarak göndermiştik"
( Zuhruf- 6)
"Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak elçi gönderdik"
(Ahzab, 45)
Yukarıdaki âyetlerde geçen "erselné, erselnéke" ibareleri "Risalet görevlendirmesi" ilgili kullanılmıştır.
Ancak bu gibi arkadaşların zihin dünyalarını karışıklıktan kurtarmak için son Nebi ve resul olan Muhammed (aleyhisselam) ilgili şunlar söylenebilir.
Muhammed (aleyhisselâm ) "beşer Resul" olarak hayatta olduğu sürece Resul kimliği ile konuşan Kur'an'dır.
"Beşer Resul" olan Muhammed (aleyhisselam) vefat ettikten sonra onu sadece kitap yani vahiy temsil etmektedir.
Çünkü Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Resul ile vahiy arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir.
Yani kitab Resul ile beşer Resul arasında hiçbir fark yoktur.
Zaten Kur'an'a baktığımızda "şikak, İsyan, itaat, icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, İhanet etmeme, helal ve haram kılma, istihza, (alaya alma) küfür, hüküm ve hakem, mübin, aziz, kerim, nur, hak, inzar" gibi birçok kavramın "Allah, vahiy ve Resul" bağlamında kullanıldığını görüyoruz.
Dolayısıyla bir kelime bile Arapça bilmeyen, Kur'an'ın bağlam bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan, Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan cahillerin kendilerini "resul" olarak görmeleri Kur'an ehli muvahhidler için bir leke ve hakaretten başka bir şey değildir.
Aynı zamanda bu inanç, vahiy ahlakına ve tevhid akidesine ihanetten başka bir anlam taşımamaktadır.
Yüce Allah birçok âyette Resuller için "abdine" "kulumuz" buyururken, yine Allah elçileri "beni müslüman olarak vefat ettir" diye Allah'a yalvarırken, cahil ahmakların kendilerini "resul" olarak göstermeleri hoşgörülecek bir hata değildir.
Ben şahsen Kur'an ehli muvahhidler için aşağıdaki âyeti dünya dolusu hazinelerden daha değerli buluyorum.
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin (onları kabul etmede zorlananların bu durumları) gerek Allah indinde, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır.
Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
( Mümin- 35)
Âyette geçen "...gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde" cümlesine dikkatinizi çekiyorum.
Yani Kur'an ehli muvahhidlerin, müşriklere olan kin ve düşmanlıkları bir Allah vergisi, Allah'ın onlara bağışladığı bir ahlaktır.
Bundan daha büyük bir şeref ve ödül olur mu?
Dolayısıyla bize "Kur'an ehl-i muvahhidler" denilmesinden daha büyük bir izzet ve mükafat yoktur.
Kur'an'a iman edenlerin böyle hasta ruhlu, şizofren, kafadan çatlak kimseleri dinlemeleri büyük bir sorumsuzluktur.
Acaba bu cahillerin inancı ile Ehl-i Sünnet ve Şia'nın sapık mehdiyet inancı arasında nasıl bir fark vardır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder