28 Mart 2019 Perşembe

KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(4.YAZI)
"De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın Resul'üyum
(Araf- 158)
 Aslında Firavun ile ilgili inen âyetler sadece onunla ilgili olarak değil, gelecek Firavun'larla ilgilidir.
"Andolsun ki Musa'yı da mucizelerimizle ve  apaçık bir delille Firavun'a ve  onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi"
97. âyette bulunan "...ve mé emru Firavun'e biraşid" "...Oysa Firavun'un emri doğru değildi"
cümlesini Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü içinde  şu şekilde anlamak mümkündür.
"Firavun'ların emri doğru değildir"
Kadim tarihteki Resullerin kavimlerini anlatan  âyetler onlarla ilgili olmadığı gibi, Mekke müşrikleriyle ilgili nazil olan ayetler de sadece  onlarla ilgili değildir.
Yahudi ve Hristiyan âlimleriyle alakalı inen âyetlerin büyük çoğunluğu Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimleriyle alakalıdır.
"Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" misali.
Tevrat ve İncil ile ilgili indirilen  âyetlerin ekseriyeti  kayıtsız şartsız Kur'an ile ilgili nâzil olmuşlardır. 
İşte bundan dolayı âyetlerde geçen "nasârâ" "Hristiyanlar" "yehude" "Yahudiler" kelimeleri yerine
"Ehli Sünnet" ve "Şia"  "İncil" ve "Tevrat" kelimeleri yerine de "Kur'an" kelimesi konulmaması halinde Kur'an  güncellenmemiş dolayısıyla anlaşılmamış olacaktır.
Kur'an'da İslam, ihlas ve ibadet tevhid anlamında kullanılmıştır.
 MESELA:
"Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz?  O zaman (Yakub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti.
 Onlar: Senin ve  ataların İbrahim,  İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak ona teslim olmuşuzdur, dediler" (Bakara- 133)
 Bakara 133. âyetinin sonunda "ve nehnu lehu müslimün" "biz sadece ona teslim olmuşuzdur" yine Bakara 136. ayetinin sonunda "ve nehnu lehu müslimün" "biz sadece ona teslim olmuşuzdur"
 Bakara 138. âyetinin sonunda "ve nehnu lehu âbidun" "biz sadece ona kulluk ederiz"
 Bakara 139. ayetinin sonunda "ve nehnu lehu muhlisun" "biz dini sadece ona özel kılarız"
 Âli İmran 84.  âyetinin sonunda "ve nehnu lehu müslimün" "biz sadece ona teslim olmuşuzdur" denildikten sonra,
 "Kim tevhid dini olan" İslam'dan başka bir din ararsa bilsin ki bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve ahirette ziyan edenlerden olacaktır"
( Âli İmran- 85 )
buyuruluyor.
 Yani "İslam" denildiği zaman sadece ve sadece  vahyin ortaya koyduğu "hanif din" akla gelmesi gerekir.
 "İslam" denildiği zaman kayıtsız şartsız yani tam bir "ihlas" ile  kesin bir "teslimiyet" anlaşılmalıdır.
Fakat iman böyle değildir.
 işte bundan dolayı "Müslüman olanlar ve ameli salih işleyenler..." cümlesi Kur'an'ın hiçbir âyetinde yer almaz.
İlgili bütün âyetlerde şöyle buyrulmuştur.
"İman edip ve  ameli salih işleyenler..."
 Çünkü iman bir iddiadır.
 Bunun  ispatlanması halinde insanı Allah katında "gerçek  mümin" yapıyor.
 Onun için âyetlerde  Müslüman olmanın şartları aranmamış iman etmenin şartları aranmıştır.
 MESELA:
Şu ayetlerde Allah'ın bazı emir ve tavsiyelerinden sonra şöyle buyrulmuştur. 
"...İn küntüm mü'minin"  "...Eğer gerçekten iman etmişseniz"
 (Bakara- 91, 93, 248, 278; Âli İmran- 49, 139, 175; Maide- 23, 57, 112; En'am-118; Araf- 85; Enfal- 1, 41; Tevbe-13; Hud-86; Nur- 2, 17; Hadid- 8
 Bütün bu âyetlerde geçen cümle "in küntüm mü'minin" "Eğer gerçekten iman ediyorsanız"  iken, sadece Yunus süresi 84. âyette Musa (aleyhisselam ) ın  İsrailoğullarına söylediği bir cümle yer alır.
 "Musa dedi ki:
Ey kavmim! Eğer Allah'a iman etmişseniz  O'na dayanıp tevekkül edin. Eğer teslim olmuşsanız"
 "in küntüm müslimin"
KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(5.YAZI)
Benim bu konuyu ele almamın en büyük sebebi şudur.
 Aslında tüm uydurma dinlerin çıkış noktası var olmayan sünnet anlayışıdır.
Bu, Allah'a ve Resulü'ne iftira olan dinlerin temelleri de Allah tarafından indirilen vahyin  devre dışı bırakılması ile başlar.
Çünkü vahyi devre dışı bırakmadan yeni bir din inşa etmek mümkün değildir.
Fakat bunu  yaparken elbette ki vahyi açıktan hedef alarak yapmazlar.
 Çünkü halkı ikna edemezler.
 O halde bunu yapmanın çeşitli yollarını aramak gerekir.
 Bunun en ideal ve kestirme yolu Allah Resulü'nü vahiy'den ayırmak suretiyle âyetlerden  bağımsız bir "Resul" ortaya çıkarmaktır. 
Bu uydurma, sanal din için  aslında var olmayan  sahte "Resul'ün" karizmasını kullanarak onun otoritesini devreye sokmak şarttır.
MESELA:
"Bir de Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı, sünnet (hadisler) Kur'an'a egemendir, "essünnetü kâdiyetün alel kitéb" (Evzai) hadisler olmadan Kur'an anlaşılmaz, usul-ü din uleması  hadisin Kur'an'a olan ihtiyacından daha fazla Kur'an'ın hadislere ihtiyacı vardır" iddiası
Ehli Sünnet âlimlerine aittir.
İşte Allah'a, Resule ve  İslam'a iman ettiğini iddia edenlerin pratikte İslam inancı ve anlayışı bu minvaldedir.
 Bu "sünnet!"  anlayışı "hadisler de vahiy ürünüdür" iddiasıyla savunulur.
Bu İddaa sahiplerine göre hadisler Kur'an'a eşittir, Kur'an vahyi metlüv, hadisler vahyi gayri metlüvdür.
Yani her ne kadar hadisler vahiy de olsa sadece namazda okunmazlar.
Dolayısıyla Kur'an ile hadisler arasında tek fark budur.
Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri içinde  hadislerin de vahiy ürünü olduğunu hiç kimse reddetmez.
Dolayısıyla hadisler olmadan Kur'an zaten anlaşılmaz.
Bu durumda hadisler Kur'an'ı tahsis hatta nesh bile  edebilir.
Yani Kur'an'ı pratikte devre dışı ettikleri yetmezmiş gibi, uydurma hadislerle onu yok saydılar.
İşte bu şeytani yollarla Allah'ın âyetlerinin hükümlerini iptal ederek, mezhep ve fırkalarına uygun ama Allah'ın kitabına tamamen aykırı hükümler çıkardılar.
Ve bunu da ümmi insanlara din diye  takdim ettiler.
Bu sahtekarlığa karşı gelen vahiy ehli muvahhidlere de "Kur'an sapığı, mezhepsiz, peygamber düşmanı" demeyi de ihmal etmediler.
İşte Şia, Ehl-i Sünnet (diyanet- cemaat- tarikat) tüm paralel dinlerin sünnet anlayışı temel olarak bu uydurma kaynaklara ve bu  paradigmaya dayanır.
Bu uydurma din dünyanın en vahşi ve katliamcı dinidir.
Dünyada Kur'an'dan uzak iman kadar tehlikeli bir şey yoktur.
Kur'an'dan kopuk olan bu iman bütün silahlardan daha ölümcül ve daha tehlikeli bir silahtır.
Bu öyle bir iman ki, müntesiplerine gözünü kırpmadan adam öldürtüp, sünnettir diye oturtarak üç yudumda suyu içtiği için şehit olacağına inandıran bir imandır.
İşte bu iman "müslüman" olduğunu zanneden tüm cemaat ve tarikatlarda olan  vahşi bir  imandır.
 Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri bilerek veya bilmeyerek Allah Resulü'nün şahsiyetini ve manevi kişiliğini istismar ederek önce onu Kur'an'dan kopartıp sonra da Kur'an'ı devre dışı bırakmış, ardından da Kur'an'dan tamamen uzaklaştırıp, fıtrat ve evrensel ahlaka uygun olmayan, son derece yabancı ve  ilkel bir din sunmuşlardır.
"Onlar, hem insanları (Kur'an'a- Allah'ın yoluna) yaklaşmaktan vazgeçirmeye çalışırlar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Oysa onlar farkında olmadan ancak kendilerini mahvederler"
( Enam- 26)
 "Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz.
( Ey Resul!) De ki:  ki Allah'ın dışında kulluk ettiklerinize tapmak bana yasak edildi.
(Ey Resul!) De ki: Ben sizin arzularınıza uyumam, aksi halde sapıtırım da hidayete erenlerden olmam.
De ki:  Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile  dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz azap benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O sadece hakkı söyler ve O doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır"
( Enam- 55, 56, 57)

25 Mart 2019 Pazartesi

ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(4.YAZI)
MESELA,
(Ey Resul! ) De ki: Eğer haktan saparsam kendi aleyhime sapmış olurum (Bu kendi nefsimden kaynaklanan bir şeydir) Eğer hidayeti bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur'an sayesindedir. Şüphesiz O, (her şeyi)  işiten, (kullarına) yakın olandır"
(Sebe-50)
Âyetin arka planda kalan manası:
"Allah hiç kimseye vahiy'den bağımsız olarak hidayet vermez, hidayet bulmanın ve hidayete ulaşmanın tek yolu Kuran'dır"
Yukarıdaki âyet "mehdi, gavs, şeyh, evliya ve İlâhlara kulluk eden kafir ve müşriklere açık bir reddiye hükmünde olan bir âyettir.
Aynı zamanda Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerine yani âlimlerini de yalanlamaktadır.
Onların bütün rivayet ve içtihatlarını dolayısıyla mezheplerini yerle bir etmektedir.
MESELA,
 (Ey Resul! De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim (Sadece Kur'an'ı tebliğ etmekle memurum)
( Yunus- 208)
(Ey Resul! De ki: ) Ben ancak, bu şehrin Rabbine-ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Her şey de zaten O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve (sadece)  Kur'an okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse, yalnız  kendisi için gelmiş olacaktır; kim de saparsa ona de ki: Ben sadece(vahiy'le) uyarıcılardanım"
(Neml-91,92)
Âyetlerin arka planda kalan manaları:
"İnsanların  hidayetini  Kur'an'dan başka hiçbir kaynak gerçekleştiremez. Kur'an'ın aydınlığından uzak, rivayetlerin karanlığına mahkum olan toplumlar sapıklığın tam merkezinde bulunurlar.
Dolayısıyla dinde hadis ve mezhepleri kendine hidayet rehberi kabul eden âlimlerin  son durakları cehennem olacaktır.
Müntesiplerini bu dünya hayatında  cehennemin mutfağına  esir ettikleri gibi âhirette de toptan hüsrana uğrayacaklardır.
(Bakara-165,166,167)
 MESELA,
(Ey Resul! ) Sen, sana vahyedilene tâbi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır"
( Yunus-109)
(Ey Resul!) Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol,  O'ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
"...Ben bana vahyedilenden başkasına uymam. Çünkü Rabbime karşı gelirsem elbette büyük  günün azabından korkarım"
(Yunus- 15)
Âyetlerin arka planları:
 Yüce Allah hakikatı tüm açıklığıyla ortaya koyduktan sonra Allah Resulü adına iftira eden hadislerin peşinde giden bir toplumun dünyadaki durumu karanlık ahirette ise cehennem azabı olacaktır.
 MESELA,
(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini  Hristiyanlarda rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek Allah'a kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların konuştukları şeylerden münezzehtir"
(Tevbe- 31)
"Ey iman edenler! (Biliniz ki) hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollarında yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler..."
(Tevbe- 34 )
Âyetlerin arka planındaki manaları:
"Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiç kimse bir şey ortaya koyamaz.
 Din ve hüküm olarak Allah'tan başka otorite ve hüküm koyucu kabul edenler onları ilâhlaştırmış  olurlar.
Tekrar etmekte fayda vardır.
Bazı âyetlerin arka planda kalan manaları diğer âyetler tarafında ortaya konmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerin arka planlarını şu ayetler ortaya koymaktadır.
"Allah'ı bırakıp da (yanında, berisinde, yöresinde)  taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı bir takım (batıl)  isimlerden başka bir şey değildir.
 Allah onlar hakkında (hüküm koyabileceklerine dair) bir delil indirmemiştir. Hüküm yalnız Allah'ındır. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte  dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
)Yusuf- 40)
Yukarıdaki âyete göre Allah'ın hükmünden başka bir hüküm kabul edenler ona kulluk etmiş olurlar. 
Çünkü hüküm sadece ve sadece Allah'a aittir. "Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek; Allah'a (Kur'an'a) mahsustur.  İşte bu  Allah,  benim Rabbim'dir. O'na dayandım ve ona yönelirim"
(Şura- 10)

24 Mart 2019 Pazar

DİYANET'İN 22-03-2019 CUMA  HUTBESİ
(2.YAZI)
Kur'an ne diyorsa Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin rivayet ve içtihatları tam aksi bir inanç ve ahlak ortaya koymuşlardır.
Dolayısıyla fetö gibi ehl-i sünnet dininin fanatik taraftarı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) Kur'an cahili bir kurumdur.
Halbuki bizim tek  örnek ve rehberimiz, tüm Resullerle beraber inanç ve hayatı Kur'an'da anlatılan Allah'ın Resul'ü Muhammed (a.s) dır.
Kur'an'dan bağımsız Mekke ve Medine vatandaşı Muhammed (a.s) bize asla örnek değildir.
İşte bundan dolayı Kur'an "Andolsun ki, Allah'ın Resulü'nde sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır..."buyuruyor.
Yani ümmete örnek olan Resul (a.s) dır, Muhammed değildir.
Allah bu kavramları boşu boşuna kullanmamıştır.
Aynı şekilde müşrikleri dost edinen Nebi (a.s) ın  arkadaşlarına Allah, İbrahim (a.s) ve arkadaşlarını güzel bir örnek olarak gösteriyor.
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkar ediyoruz. Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. ..."
(Mümtehine-4)
Peki biz Hz. İbrahim ve tarihin derinliklerinde  onun izinde olan muvahhidlerin hayatlarını nereden öğrenip onları örnek alacağız?
Tabi ki tek ilâhi kaynak ve kesin delil olan Allah'ın kitabı Kur'an'dan öğreneceğiz.
Dolayısıyla yüce Allah, yüzlerce âyette hayatı anlatılan Resulü bizim için güzel bir örnek göstermiştir.
Kur'an'dan bağımsız olan Mekke vatandaşı  Muhammed(a.s) ın  hayatı bizim için örnek verilmemiştir.
Kuran'a göre değerli olan Resul'dür. Muhammed değil, Muhammed'in hiçbir şeyini Kur'an değerli görmez.
 Kur'an'da Nebi ve resul vardır.
 Kur'an'a göre Muhammed ve Muhammed'in hayatı olmaz.
 Kur'an'da Muhammed'in Nübüvvet kimliğinden ve Risalet misyonundan başka hiçbir şey yoktur.
Mekke müşrikleri Muhammed'e değer verir, fakat kendisine vahiy indirilen Allah'ın Resulü  Muhammed (a.s) ın hiç bir inancını kabul etmediler.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri de aynısını yaptılar.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri Resul olan Muhammed'e değil, Mekke ve Medine vatandaş olan Muhammed'e iman ederler.
 Diyanet İşleri Başkanlığı da aynı inanç ve ahlaka sahip olduğu için Kur'an'da inanç ve hayatı anlatılan Resulü görmez, uydurma rivayetlerle  cahiliyeden intikal eden Muhammed'e iman eder.
Baştan sona kadar çelişkili, sorunlu, cehalet, yalan ve iftira olan Diyanet'in hutbesi  şöyle devam ediyor.
"Kıymetli Müslümanlar!
Resul'i Ekrem Efendimiz, O'na peygamberlik görevi veren Rabbimizin kontrolı altında yaşamış, bir insan olarak kimi zaman en küçük bir hata işlediğinde bile Rabbimiz tarafından hemen uyarılmıştır.
 Kur'an'ın ifadesi ile Peygamberimiz (s.a.v) asla heva  ve hevesine göre konuşmamış, vahye  uyumuştur.
 Ashabı kiram onun mübarek sözlerini ve davranışlarını  büyük bir dikkatle izlemiş ve derin bir hassasiyetle genç kuşaklara aktarmıştır.
 CEVAP: Tam bir  cehalet olan şu cümleye bakar mısınız.
"Peygamberimiz (s.a.v) asla heva ve hevesine  göre konuşmamış vahye tâbi olmuştur. Ashabı kiram onun mübarek sözlerini ve davranışlarını  büyük bir dikkatle izlemiş..."
 Kur'an'a tâbi olanın din ve hüküm olarak insanları bağlayacak söz ve davranışları olur mu?
Aslında Allah Resulü'nün heva ve hevesine göre konuşmadığını  ortaya koyan âyetin tam olarak  meali şöyledir.
"Ey Mekke müşrikleri! Resul'ümüz olan Muhammed'in insize okuduğu şeyler ona ait olmayan, Allah tarafından kendisine indirilen vahiydir"
Yani ona iftira ederek, yalan söylemeyin, elçimiz size sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ ediyor.
(Necm-3,4)
Yukarıdaki iki ayeti Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden  kopararak, vahiy'den bağımsız olarak Allah Resulü adına iftira edilen  her sözü vahiy olarak algılamak ve bu şekilde inanmak büyük bir  küfür ve açık bir  şirktir.
 Hutbe şöyle devam ediyor.
"Kur'an ve Sünnet ayrılmaz bir bütündür. Dinimizin esasını teşkil eden Kur'an'ı Peygamberimizin sünnetinden ayrı düşünmek imkansızdır.
 Kur'an ve Sünnet arasına mesafe koymak, "Kur'an bize yeter" diyerek sünnetin dindeki yerini hafife almak, Peygamberimizden bize ulaşan sahih bilgi hakkında şüphe uyandırmak  iyi niyetten uzak büyük bir vebaldir.
 Kur'an'a iman eden Müslüman toplumların geleneği sünnet ile yoğrulmuş, İslam medeniyetinin temelleri  Kur'an ve Sünnet üzerine kurulmuştur.
 Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) veda hutbesinde şöyle buyurmuştur.
"Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla şaşırmazsınız. Bunlar: Allah'ın kitabı ve  peygamberinin sünnetidir" CEVAP
Aslında Kur'an'a baktığımızda âyetlerle risaletin   birbirinden ayrı düşünülmeyeceğini açık olarak  görüyoruz.
Yani uydurma ve iftira dinin hadisleri değil, Resullük misyonu ile âyetler birbirinden  ayrılmaz,  et ile tırnak gibi birbirinin içine girmiş olduğunu görürüz.
Dolayısıyla Diyanet'in fanatik bir şekilde bağlı olduğu Emevi Abbasi uydurma dini baştan sona kadar yalandır.
Kur'an'a göre bağlanılması, sarılması ve sımsıkı sarılması gereken tek kaynak Allah'ın kitabı  Kur'an'ı Mübin'dir.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sığının; paçalanmayın..."
(Âli İmran-103)
"Sen, sana vahyedilene tâbi sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, (Kur'an sayesinde) dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu Kur'an sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız"
( Zuhruf- 43, 44)
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun...."
(Maide- 67)
 Hadisler uydurulduğu günden bugüne kadar   medeniyet ve huzur değil, her zaman kan, kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, fakirlik, İsyan, zulüm, şirk, parçalanma, bölünme, düşmanlık,  taklit, cehalet, akılsızlık ve ve düşman istilaları yaratmışlardır. 
Hutbe şöyle devam ediyor.
"O halde yüce kitabımız Kur'an'a  sımsıkı sarılalım ve onun emri üzerine sevgili peygamberimizin sünnetine uyalım. Dinimizi en doğru şekilde öğrenme ve yaşama konusunda Kur'an'ın rehberliğinde ve sünnetin izinden ayrılmayalım.
 Kur'an ve sünneti birbirinden ayırarak din  istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve  çıkar devşirmeye  çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünnet'i bugüne taşıyan hadis külliyatımızın  güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar etmeyelim.
 Sahih Sünnet'i Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle istismar edenlere karşı uyanık olalım. Allah'ın kitabı Kur'an'la Peygamberimizin nezih Sünnetiyyle hayatımızı şekillendiren evlatlar yetiştirmek için gayret sarf edelim"
 Bu son paragrafa baktığım zaman fetö'yü görüyorum.  Çünkü Diyanet ile Feto'nun aynı inanç ve zihniyete sahip olduğunu adım gibi biliyorum.  Fetö de aynen Diyanet'in uydurma dinine sahip olarak Kur'an Müslümanlığını "sapık" olarak görüyordu.
 Ne diyelim, küfür ve şirkiniz,  cehalet ve ateşiniz bol olsun.
 Bu akılsızlıkla hiçbir zaman fetö tipi  yapılanmalar son bulmaz.
 Resul ( a.s) dan  sonra Allah'ın  mescitlerini dırar mescitleri haline getirenlere yazıklar olsun.  Ümmetin israf edilen servetleri  haram olsun.
DİYANET'İN  22- 03-2019 CUMA  HUTBESİ
(1.YAZI)
Kuran'ı ehl-i muvahhidler için bütün ibadetlerden daha önemli olan görev uydurma dinin hadisleri ile mucadele etmektir.
Dinin esası Şia ve Ehl-i Sünnet dininin kaynaklarında bulunan rivayetleri reddetmek ve onları inkar etmektir.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı bu misyondur.
Yani ataların batıl ve şirk sapıklığını deşifre etmektir.
Bu görev tüm görevlerin üzerinde en kutsal ve en önemli bir görevdir.
Dolayısıyla din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka bir kaynağın olmadığını anlatmaktan daha büyük bir ibadet ve erdem yoktur.
Çünkü bu konu ile ilgili olarak yüzlerce ayet mevcuttur.
Allah'ın âhirette affetmeyeceği tek günah bu rivayetleri Kur'an'ın yanında onları da kaynak yani din ve hüküm kabul ederek şirk koşmak olacaktır.
(Nisa-48,116)
İşte akıl sahipleri için din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmayacağını açık olarak gösteren bir kaç âyet.
"Din, daha Resul (a.s) hayatta iken Allah tarafından tamamlanmıştır..."
( Maide- 3; Enam- 115)
 "Allah elçileri sadece kendilerine indirilen vahyi  tebliğ etmişlerdir"
( Maide-99,117; Araf- 62, 67,68; Nahl-35 )
 "Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahye tâbi olmuşlardır"
( Yunus- 15; Ahkaf- 9; En'am 106; Şura-10) "Allah'ın Resulü  sadece Kur'an'ı Mübin  ile insanları uyarmıştır"
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya-45)
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları ( o güne iman edenleri) Kur'an ile uyar..."(Enam- 51)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
 Din ve hüküm olarak tek uyarı ve öğüt kaynağı  Kuran'dır"
(Yasin- 5,6; Furkan- 1; Kehf- 2, 3, 4; Ahkaf- 12; En'am-90; Tekvir-27; insan-29)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiç bir söze iman edilmez..."
(Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez..."
( Kehf- 26; Yusuf- 40; Şura- 10)
"Resul adına iftira edilen bütün hadisler yalandır..."
( Lokman- 6)
"Hadisler" sünnet! adı altında en büyük küfür ve şirk kaynaklarıdır.
(Kasas- 87; İsra- 73, 74, 75)
Tekrar etmede fayda vardır.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile alakalı yüzlerce ayet vardır. Fakat Nebi ile Resul'ün arasında bulunan onlarca farkı, Kur'an'ın bağlam ve  bütünlüğünü, Kur'an'ı anlama metodunu,  kitap ve hikmetin  hangi anlama geldiğini bilmeyen Kur'an cahili,  Emevi- Abbasi Devleti  Diyanet İşleri Başkanlığı şu cehalet dolu hutbenin altına imzasını atmaktan utanmamıştır.
HUTBE:
KUR'AN VE SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ 
Aziz Müminler!
"Okudum ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:  "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
(Nisa-69)
 Yukarıdaki âyetin meali hatalıdır.
Âayetin gerçek meali şöyledir.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği Nebiler, sıddıklar,  salihler ve şehitlerle beraber olacaktır. Bunlar ne güzel arkadaştır"
Kur'an'ı Mübin'in  hiçbir âyetinde  Muhammed ve Nebi (a.s) a Allah'ın "itaat edin" emri bulunmaz.
"İtaat" sadece Allah'a ve vahyi tebliğ eden yani onu insanlara ulaştıran Resul'e karşı emredilmiştir.
Resul ile  vahiy arasında hiçbir fark yoktur.
 Resul hayatta olduğu sürece konuşan canlı  Kuran'dır. Vefatından sonra onu sadece Kur'an temsil eder.
Sadece İtaat değil, icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, kendisine İhanet etmeme, helal ve haram kılma, istihza (alay), küfür, savaş açılma, tekzib, tasdik, hak, nur, inzar, tebliğ, emanet  gibi bir çok kavram  Allah vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır.
Hutbeyi okumaya devam ediyoruz.
"Okuduğum hadisi şerif'te Resul'i  Ekrem (s.a.v)  şöyle buyuruyor.
"Sözün en güzeli Allah'ın kitabıdır. Rehberliğin en güzeli ise Muhammed'in rehberliğidir"
 Bu rivayet Allah Resulü'ne iftiradan başka bir şey değildir.
Çünkü Allah'ın indinde değerli olan  Muhammed değil, vahyi tebliğ etmekle görevli olan Resul Muhammed (a.s) dır.
Bunu anlamak çok mu zor? 
 Kur'an'ın hiçbir ayetinde Muhammed övülmez, sözlerine itibar edilmez, hatta Nebi'nin sözleri bile insanlar için bağlayıcı değildir.
(Ahzab-37)
Bırakın Muhammed'i ve onun adına iftira edilen binlerce rivayeti, Nebi (a.s) bile söz ve davranışlarından dolayı bir çok ayette eleştirilmiştir.
(Tevbe-; Tahrim-1; Enfal-67,68)
 Kur'an'ın dininde Muhammed değil, Risalet görevi ve Resul kimliği önemlidir.
Nebi (a.s) söz ve  hareketlerinde Allah'a karşı hata yaptığından dolayı onun sözlerine mutlak itaat emredilmemiştir.
Fakat görevi sadece indirilen vahyi tebliğ olan  Resul'e mutlak yani kayıtsız şartsız itaat emredilmiştir.
(Nisa-80)
 Dolayısıyla "Muhammed'in rehberliği" inancı tam olarak bir cehalet ve büyük bir ahmaklıktır.
Dinde Muhammed'in rehberliği diye bir şey  yoktur,  Resulullah'ın yani vahyin, yani kitabın ve âyetlerin rehberliği vardır.
Hutbeye devam.
"Kıymetli Müminler!
 Kur'an-ı Kerim Allah tarafından bütün insanlığa  gönderilen son ilahi kitaptır. Cenab-ı Hakkın sözü, kelamıdır.
Okunması ibadet olan bir kitaptır"
Emevi-Abbasi Devleti Diyanet işleri başkanlığına göre Kur'an anlaşılması için okunacak ve üzerinde tefekkür  edilmesi gereken bir kitap değil, anlaşılmadan okunması gereken bir kitaptır.
 Hutbeyi okumaya devam ediyoruz.
"Muhterem Müminler!
 "Sünnet, sevgili peygamberimizin hayat tarzı, sözleri, fiilleri ve onaylarıdır.
 Kur'an, bize imanı ve yalnızca Allah'a kul olmayı emretmiş;  sünnet, imanın  hakikatlerini öğretmiştir.
 Kur'an, bize imanımızın gereği olan ibadetleri emretmiş; sünnet,  bu ibadetleri nasıl yapacağımızı göstermiştir.
 Kur'an, bize bize güzel ahlakı emretmiş; sünnet, ise  erdemli bir hayata model olmuştur.
 Değerli Müslümanlar!
 Peygamber Efendimiz (s.a.v) âlemlerin Rabbinden aldığı vahyi insanlara hem tebliğ   etmiş hem de açıklamıştır.
Onun güzide yaşantısı, Allah'ın rızasına uygun yaşayan iyi bir Müslüman için önümüzdeki en güzel örnektir.
Şu geçici dünyada ve kalıcı ahiret yurdunda huzura ermek istiyorsak, tek çaremiz Peygamberimizin sünnetine uymak, onun gibi yaşamayı, onun gibi düşünmeyi ve  onun gibi davranmaya çalışmaktır.
 Kur'an'ı Kerim'de bu durum şöyle ifade edilmiştir.
"Andolsun,  Allah Resulü'nde sizin için;  Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,  Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır"
(Ahzab-21)
CEVAP: Diyanet'in sünnet diye kayıtsız şartsız  iman ettiği, Şia ve Ehl-i Sünnet dininin üzerine bina edilen hadisler, dünyanın en karanlık, en vahşi, en katliamcı ve  karanlık metinleridir.
Hadisler uydurulduğu günden bugüne kadar  sadece savaş, fitne, cehalet, taklit, hurafe, şirk, zulüm,  düşman istilaları, katliam, kargaşa, terör, taklit, fakirlik ihtilaf getirmişlerdir.
Yüce Allah'ın  insanlara tek emri O'nun âyetlerine yani vahye tabi olmak ve âyetlerine iman etmekten ibarettir.
"Rabbinizden size indirilene ( Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların ( evliya) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf- 3)
"Şüphesiz bu (Kur'an) benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
 (Enam- 153)
"İşte bu Kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(En'am-  155)
SÜNNETULLÂH
(3.YAZI)
Göklerde ve yerde hüküm süren şu İlâhi sünnetin, İslam medeniyetinin adalet ve merhametle yeryüzüne yerleşmesi ile olan irtibatı son derece açıktır.
Çünkü yeryüzünde gerçek islam  medeniyetini  kurmak, İslam ümmetinin içinde bulunduğu bu şartlar altında mümkün olmadığı gibi kendine  zillet ve gericilik hayatını seçen ve başına gelenleri değiştirmek ve yaşadığı rivayetlerin  esaretinden kurtulma  girişiminde bulunmayan bir ümmet için gerçekleşmesi de  mümkün olmamaktadır.
Dolayısıyla değişim gerekmektedir.
İslam geldiği ilk günde, Arap yarımadasının mevcut durumu ve yeryüzünün siyasi, dini ve içtimai durumu gibi büyük hadiseler onun karşısında durdu.
İnançlar, düşünceler, değerler, gelenekler, ölçüler, kanunlar, nizamlar, çıkarlar, ırkçılık onun karşısında dikildi.
İlk geldiği günde İslam ile  insanların arasındaki mesafe Arap Yarımadası'nda ve bütün dünyada gayet korkunçtu.
Onları taşıyıp götürmek istediği yer çok ama çok uzaktı.
Tarihin bazı devirleri, ayrı ayrı çıkarlar ve değişik güçler müşriklerin  mevcut durumunu destekliyordu.
 Bütün bunlar, akide,  düşünce, değer, ölçü, âdet, gelenek, ahlak ve şuur gibi şeyleri değiştirmekle  yetinmeyen, belki beşeriyetin liderliğini, tağutların ve cahiliyenin elinden alıp İslam'a yani Rahmân ve Rahim olan Allah'a iade etmek istediği gibi şeytani inançları, tâğuti düzenleri, yasaları değiştirmek isteyen bu ilâhi dinin karşısında set gibi durdular.
Kuşku yok ki  bir kere meydana gelen  ikinci bir kere daha meydana gelir.
Meydana gelen olaylar, olağanüstü mucizelere göre değil göklerde ve yerde câri  olan Allah'ın kanuna göre meydana geldi.
O yapı, birikimi tüketmek, toplanmak ve doğru olan yöne başını koymak isteyen için azık olan fitrat ( yaratılış) birikimi üzerine kurulmuştur. Resul (aleyhisselam )  yüce Allah'ın ortaya koyduğu metotla başını çektiği değişiklik, insanları Allah tarafından inen vahiy'le eğitmeye başladı.
Zira insanları karanlıklardan aydınlığa, cehaletten ilme, gericilikten ilericiliğe taşıması gerekiyordu.
 Allah Resulü (a.s)  Kur'an'ın metoduyla insanların inanç, fikir, düşünce, şuur ve ahlak yapısını değiştirmekle başladı ve Allah'ın izniyle  bunu başardı da.
 Dolayısıyla insanların iç dünyası değişti. Etrafında bulunan şeyler değişti.
 Medine değişti, Mekke değişti.
 Kur'an metodu, Mekke devrinde akide yönüne önem vermekteydi.
Vahiy, İslam akidesini çeşitli   şekillerde ve değişik usluplarla sunuyordu.
Dolayısıyla tevhid insanların gönüllerine hakim oldu ve onlarda büyük bir değişim  meydana getirdi.
Rahmân ve Rahim olan Allah o büyük değişimi anlatırken şöyle buyurmaktadır.
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kafirlere yaptıkları böyle câzip  gösterilmiştir"
(En'am-122)
 Gerçekten bu, kalemlerin vasfında aciz kaldığı harika  bir tasvirdir.
 Kur'an uslubu her zaman böyledir.
Akıl sahipleri ondan doya doya hidayet ve  rahmet teneffüs etmekte, her türlü güzel ahlak ve öğüdü ondan çıkarmakta ve ölümden hayata, karanlıklardan aydınlığa, değer ve şerefini anlatmakta aciz kalmaktadır.
Ölüm ile hayat, karanlık ile aydınlık hiçbir olur mu?
Mesafe korkunç! Nakil büyük...
Büyüklüğünü ve miktarını, insanları acze  sokan Kur'an'ın o beyanı ışığında onların hallerinde feraset sahibi olan kimselerin  dışında hiç kimseyi idrak etmez

22 Mart 2019 Cuma

SÜNNETULLÂH
(1.YAZI)
 Kur'an'ı Mübin  Müslümanların bakışlarını yüce Allah'ın gökyüzündeki kanunlarına çevirmekle  aslında Rahmân ve Rahim olan  Allah'ın kanunlarına göre cereyan eden usul ve kaidelere çevirmektedir.
"Müslümanlar" bu hayatta ömür süren ilk insanlar değillerdir.
Kâinatta, halklara, ümmetlere, devletlere ve fertlere  hükmeden kanunlar cereyan  etmekte ve hiç bir zaman bu kanunlarda bir sapma meydana gelmemektedir.
Allah'ın göklerde ve yerde hâkim olan kanunları yani sonsuz ilim ve kudreti ölçüsüz ve tahmine dayalı yürümemektedir.
Yani hüküm ve hikmet sahibi olan Allah istediğini yapmaya  gücü yettiği halde hiç bir zaman keyfi bir iş yapmamaktadır.
Allah abes bir şey yapmaktan uzaktır.
"Biz gökleri, yeri  ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık"
(Duhan-38)
Dolayısıyla İslam toplumu o kanunları Kur'an'dan okuyup hedef ve amaçlarını kavradığı zaman, olayların arkasında bulunan esas hikmet ve hayırları ortaya çıkarmaya muvaffak olacaktır.
Oayların tâbi olduğu kanun ve mükemmel düzenin sebatı veya o kusursuz düzenin arkasında  gizli olan hikmet'in varlığıyla müminlerin gönülleri huzur ve sükünet bulacak, Allah elçilerine indirilen  hanif dinin istikametini görecek ve sırf atalarından gelen taklidi imanla müslüman olduklarına  İtimat etmeyeceklerdir.
 Hayata hükmeden kanunlar aynıdır.
Geçen zamanda meydana gelen,  her zaman meydana gelecektir.
 Yüce Allah'ın, hayat çarkını üzerinde icra ettiği ve çarkın hareketini üzerinde yürüttüğü yegane şey ilâhi kanunlardır.
 Beşer hayatında sebepsiz ve kendiliğinden meydana gelen hiçbir şey yoktur.
 Ancak bu hayatta, herşey, değişmeyen, geride kalmayan,  yaratılanlardan hiçbirine taraf tutmayan ve beşerin heva ve heveslerine göre yön değiştirmeyen sadece yüce Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine yani kanunlarına boyun eğmektedir.
"Ben benimde Rabb'im sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım.
Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, boyunu O'nun elinde olmasın. Şüphesiz Rabbim sırat-ı müstakim üzerindedir"
(Hud-56)
İman edenlerin, Allah'ın kitabında onlar için apaçık olarak ortaya konulan Rablerinin sünnetini idrâk  etmeleri hayati bir öneme sahiptir.
İşte o zaman bekledikleri  izzete kavuşma ve İslam davasını yerleştirip koruma gücüne sahip olma hedefine ulaşsınlar.
Davayı yerleştirmek ve koruma gücüne sahip olmaya rastgele ulaşılamaz.
Sebepsiz olarak yüce Allah'tan yardım inmez ve göz  kapatılıp rastgele zafer aramakla elde edilmez.
Bilakis O'nun göklere ve yere yani eşyaya yüklediği kanunları vardır.
 Yüce Allah'ın bu kanunları son vahyin mesajlarında kayıt altına alınarak hükme bağlanmıştır.
Ta ki, iman edenler tefekkür etsinler  ve basiretli bir şekilde onları akıl ile yaşayarak  genel bir ahlak  haline getirsinler.
Fertler ve milletler göklerde ve yerde bulunan  kanunları ve ilahi sünnetleri ile teamülün  şartlarından  İlki şudur.
Bu kanunları anlamamızdan ziyade doğru ve kapsamlı bir şekilde özelliklerini,  Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetini diye tabir ettiğimiz ilahi kanun  çevresinde nasıl çalışacağımızı  ve vahyin ışığında ondan sosyal kanunlar ve medeni dengeleri nasıl çıkaracağımızı öğrenmeliyiz.
Allah'ın göklerde ve yerde var olan sünnetine karşı çarpışma olmaz.
Hiç kimsenin  Allah'ın kanunlarına karşı başarılı olma şansı yoktur.
Çünkü onlar her zaman galip gelirler.
Aslında kendine "İslam toplumu" diyenlerin mağlup olmalarının en büyük sebebi Allah'ın hem yazılı ve hemde kevni yasalarına karşı savaş açmaları olmuştur.
Kadir ve Alim olan Allah'ın indirdiği mesajlarla, göklerde ve yerde bulunan âyetler birbirinden bağımsız olamazlar.
Birini anlamak istemeyen diğerini kesinlikle anlayamaz. 
Ancak Allah'ın göklere ve yere yüklemiş olduğu bir kanunu diğer bir sünneti ile aşmak ve daha ileriye gitmek mümkündür.
Yani Allah'ın kanunlarını diğer kanunları için basamak yapma imkanı vardır.
SÜNNETULLÂH
(2.YAZI)
 Allah Resulü'nün davet çalışmalarını tanzim etme, devleti kurma ve medeni /tevhid akidesine  bağlı örnek bireylerin teşkili gibi konularda liderlik yaptığı ilk islam hareketi sünnetullaha  yani Allah'ın yasalarına tâbi bulunuyordu.
Medeniyetleri oluşturmada liderlik makamının  önemi büyüktür.
Batıla mukavemet etmede vahyi tek kaynak kabul eden muvahhid cemaatin önemi daha büyüktür.
Mümin cemaatin adalet, merhamet,  inanç, ahlak, ihlas yani dini yalnız Allah'a özel kılarak kulluk etme,  değer ve düşüncelerini vahiy'den alacağı metot ve programın önemi de hiç şüphesiz çok önemlidir. 
Fakat şu ele aldığımız şeylerde apaçık olan Allah'ın sünnetlerinden biri kendinden emin ve  açık bir dâvet ile tedrici olarak, basamak basamak hedefe ulaşma sünnetidir.
 O Allah'ın kâinattaki değişmeyen  sünnetlerinden biridir.
Dolayısıyla, kalkınma ve  Yüce Allah'ın hanif İslam dinini yeryüzüne yerleştirmek için çalışan bir cemaate  tedricilik sünnetine uymak gerekli bir görevdir.
Bu sünnetin başlangıç noktası şudur.
Yol uzundur ve büyük bir kavram kargaşası mevcuttur.
Özellikle mezhebi cahiliyenin her şeye hakim olduğu,  rivayet ve içtihatlarıyla akıl ve fikirleri esir ettiği ve yok olmaya karşı şer ve fesadının kökleşmesini sağladığı bir zamanda bu batıl ve cahiliye dini  kökünden kazımak, tedricilik sünnetine muhtaçtır.
İlk İslam davası tedricen başladı.
Zira ilk önce inanç ve güzel ahlak merhalesine, mukavemet ve karşı karşıya gelme merhalesine, daha sonra da zafer ve davayı  yerleştirme merhalesine sıra geldi.
Bütün aşamaları bir anda aşmanın imkanı yoktur.
Yoksa ümitsizlik ve yorgunluk söz konusu olurdu.
 Tedricilik sünnetine  itibar etmek son derece önemlidir.
Çünkü İslam davası tarlasında çalışan bazı kimseler, davayı yerleştirmenin gerçekleşmesi bir gecede olacağını sanmaktadır.
Ve sonuca bakmadan, ortamı ve mevcut durumun etrafını çevreleyen bağlantı ve şartları anlamadan ve mukaddime veya üslup ve  araçlarla ilgili güzel bir hazırlık yapmadan İslam aleminin yaşadığı mevcut durumu bir bakışta değiştirmek istemektedir.
Halbuki yüce Allah Kur'an'ın bir çok âyetinde  bakışlarımızı bu  sünnete/ kanuna doğru çevirmektedir.
Rahmân ve rahim olan Allah  gökyüzünü ve yeri altı günde yarattı. Oysa yüce Allah her şeyi bir anda yaratma gücüne sahipti.
Aynı şekilde insanları,  hayvanları  ve bitkilerin  yaratılış aşamaları da sünnetullaha boyun eğmiştir.
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.
 Böylece onları,  iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe  görevini vahyetti. Ve biz, yakın sema'yı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk.  İşte bu, Aziz, Alim Allah'ın takdiridir"
(Fussilet-11,12)
 Bütün bunlar, hikmetlerle  dolu olan sünnetullaha uygun bir şekilde kemal ve olgunluk seviyesine ulaşana kadar tedricen birçok aşamadan geçmektedir.
Tedricilik sünneti gözle görülür ve  açık bir şekilde  İslami hükümde sabittir.
 Bu da merhamet sahibi olan Allah'ın beşere sağladığı kolaylıklardan biridir.
"ALLAH'U-EKBER" DEYİMİNİN İSLAMDA YERİ VAR MI?
Aynen "Muhammed'e salavat getirme, Muhammed'e salavat çekme"  gibi Şia ve Ehl-i sünnette "Tekbir"  olarak şöhret bulmuş olan "Allah-u Ekber" deyimi "Allah en büyüktür, ilâhların en büyüğü" anlamına gelmektedir.
 Aziz ve Mübin kitabımızda Rahmân ve Rahim olan Allah şöyle buyuruyor.
"En güzel isimler (el- esmâu'l- hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'nu güzel isimlerle çağırın. (O'na güzel isimlerle dua edin, yalvarın) O'nun isimleri hakkında ilhada sapanları (bana) bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır"
( Araf- 180)
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'da manasını tahrif etmedikleri bir âyet, içini boşaltmadıkları bir kavram bırakmadıkları için Kur'an'ı tek kaynak kabul eden akıllı ve mantıklı insanlar onların her uygulamasından şüphe etmeye hak kazanıyorlar.
Gerçekten de Kur'an'da Allah'ın onlarca ismi ve sıfatı varken Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri neden Kur'an'ın hiçbir ayetinde yer almayan "Ekber" sıfatını kullanmışlardır?
Mesela: Allah'ın "Rahmân, Rahim, Gafur, Gaffâr, Aziz, Kerim, Alim, Hakim, Halim, Semi',Basir, Rauf gibi isimleri onlarca âyette tekrar edilirken, neden bir âyette bile yer almayan "Ekber" kavramı seçilmiştir.
Acaba bu "Ekber" sıfatı Mekke müşriklerinden gelmiş olmasın.
Çünkü Mekke müşrikleri evliya ve İlâhlara iman etmekle birlikte "ilâhların en büyüğünün Allah olduğuna" inanıyorlardı.
Onlar tek ilah inancına yani hanif İslam ve hâlis  dine  karşı geliyorlardı.
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar ve kafirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İlahları tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler"
(Sâd-4,5)
Müşrikler, evliya ve İlâhlarını Allah ile aracı ve şefaat edici olarak kabul  etmelerine rağmen, Allah'ın en büyük ilâh olduğunu, zor durumlarda  istek ve niyazların sadece onda son bulacağını biliyorlardı.
"Hani (o müşrikler) bir zaman da: Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi"
(Enfal-32)
"Nebi"ye yardım ve destek olmayı..." emreden  bir âyeti (Ahzab-56) "Muhammed'e salâvât getirme, Muhammed'e  salavat çekme olarak tahrif eden, onu namaza koyan ve hutbeye farz olarak ekleyen..." bir zihniyetten her cehâlet beklenir.
Aslında Kur'an'ın hiçbir ayetinde Resul misyonundan bağımsız olarak Muhammed(a.s) ın şahsiyeti övülmez.
Çünkü vahye göre önemli olan Muhammed( a.s) değil, vahiy ve Resul misyonudur.
Muhammed ( aleyhisselâm) ı değerli kılan şey risalet görevidir.
Dolayısıyla son vahiy'de Muhammed yoktur, Resul vardır.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri çok basit olan  bu gerçeği bile anlamaktan âcizdirler.   
Yine aynı şekilde kabir hayatının olmadığını anlatan yüzlerce âyete rağmen kabir azabını kabul etmeyen vahiy ehli muvahhidleri sapık olarak  gören bir anlayışın hiçbir ictihadına güven duyulmaz. 
En önemlisi din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir  kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet bulunmasına rağmen Allah Resulü adına iftira  edilen rivayetleri kabul etmeyen muvahhidleri   kafir olarak gören bir akıl ve mantıktan şüphe etmek önemli bir basiret ve büyük bir şuurdur. 
 Mesela:  Ben şahsen Allah Resulü'nün diğer elçilerden kendisini ayırıp üstün göstereceğine   inanmıyorum.
Yani Allah Resulü Muhammed ( a.s) ezanda kendi adını sürekli olarak nida ettireciğini kabul etmiyorum.
Çünkü Allah Resulü (a.s ) kitabın hikmetini en iyi bilen ve onu en güzel bir şekilde yaşayıp örnekliğiyle ortaya koyan kişidir.
Allah Resulü'nün şu  Rabbani vahye  muhalefet edeceğini  hiçbir kimse iddia edemez.  "...onlardan (Resullerden)  hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk, deyin"
(Bakara-135 )
"Resul, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de ( iman ettiler) Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Resullerine iman ettiler. Allah'ın Resullerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..."
(Bakara-285)
"Allahu Ekber" deyimi, "Allah en büyüktür" anlamına geldiği için başka ilahların varlığını kabul etme gibi bir şirkin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
 Halbuki Kur'an'da Allah "...ve ennellâhe huvel aliyyul  Kebir" "gerçekten Allah çok yüce ve büyüktür" ( Lokman-30) buyurmaktadır.
 Dolayısıyla ben şahsen salat-ı ikame etme sırasında "Allahu Ekber" yerine "Allah'ul aliyyul Kebir" denilmesinin daha doğru olacağına inanıyorum.
Benim bu görüşlerimi garip olarak gören arkadaşların Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehiderinin rivayet ve içtihatlarıyla Kur'an'a tamamen aykırı düştüklerinin bilincine sahip  olmadıklarından dolayıdır.
Evet Şia ve Ehli Sünnet âlimleri yüzlerce âyete  zıt rivayet ve içtihatlarıyla Kur'an'ı anlamaktan  uzak tutulmuşlardır.
KUR'AN'I ANLAMA METODU
(4.YAZI)
Bir çok âyette bu metodun "ilim" olarak dile getirildiğini görüyoruz.
"Gerçekten onlara iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim (metod) üzere açıkladığımız bir kitap getirdik"
( Araf- 52)
 "Fakat Allah sana indirdiğiyle şahitlik eder ki, onu kendi ilmi (metodu) ile indirdi. Melekler de şahitlik ederler. Ve fakat şahit olarak Allah yeter"
( Nisa- 166)
Yukarıdaki âyette bulunan "biilmihi = ilmi ile"  ifadesindeki zamir, en yakınındaki kelimeye yani "mé enzele ileyke= sana indirdiği şey"  ifadesine  götürülmelidir.
 Bu durumda âyetin bu cümlesinin manası
"Allah sana indirdiği (vahiy) ile  şahitlik eder ki onu (o vahyi)  ilmi (metodu) ile indirmiştir" şeklinde gerçekleşir.
 Dolayısıyla Yüce Allah, indirdiği kitabın içerdiği  hikmet metoduyla yani "kitab'ı anlama ilmi" ile indirdiğinden, artık hiç kimse için onu açıklama ve tefsir etme yetkisinin  olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
"Onların sana getirdikleri hiç bir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim"
( Furkan- 33)
 Bu konuda şu âyet çok önemlidir.
"Bilakis onlar, onun ilmini (metodunu) hakkıyla kavramadan onun te'vili (bağlam ve  bütünlüğünü) kendilerine gelmeden yalana  sarıldılar. Onlardan öncekiler de böyle yalana sarılmışlardı. Bak ki  zalimlerin sonu nasıl (hüsran) oldu"
( Yunus- 39)
Âyette yalana sarılmaktan bahsedildiğine göre bunu yapan kişilerin kitab-ı okumayı bildikleri fakat onu hakkıyla okuyup araştırmadan, hikmetine gitmeden, üzerinde tefekkür etmeden bile bile terk edip yalan rivayet ve içtihatların peşine düştükleri açıklanmaktadır.
 Dolayısıyla âyette metodu bilebilecek ve doğruya ulaşabilecek ilim sahiplerinden bahsedilmektedir.
 Ancak bu kişiler âyetler arasındaki bağlantıları görmeye gayret etmeden, kitaptaki metodu kavramadan, onun ilmini önemsemeden yalanların peşinde giderek dolaylı yoldan onu yalan saymışlardır.
 Şu âyet bu gibi zalimleri tam olarak deşifre etmektedir.
"Nihayet, (hesap yerine) geldikleri zaman Allah buyurur: Siz (ey zalimler!) benim  âyetlerimi, ne olduğunu (metodunu)  iyice kavramadan yalan saydınız değil mi?  Değilse yaptığınız neydi?"
(Neml- 84)
Vahyi yalanlamanın onu kabul etmeme, onu reddetme değil, ondan yüz çevirme olduğunu Cuma süresi 5. âyet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla âmel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.
Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"
Kur'an'ı Mübin'in "ilim  ve hikmetini" anlayanlar Allah'tan başka ilah, din  ve hüküm olarak da  kitabından başka hiçbir kaynak kabul etmeyeceklerdir.
 Dolayısıyla gönüllerinde Kur'an'a karşı kesin bir iman meydana gelecektir.
"... Allah, kendisine yöneleni hidayete erdirir.  Bunlar, iman edenler ve gönülleri  Allah'ın zikriyle (Kur'an'la)  sükünete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak ancak Allah'ın zikri olan  (Kur'an'la) huzur bulur"
(Ra'd- 27, 28)
DİYANET'İN HUTBESİ
(1.YAZI)
Kuran'ı ehl-i muvahhidler için bütün ibadetlerden daha önemli olan görev uydurma dinin hadisleri ile mucadele etmektir.
Dinin esası Şia ve Ehl-i Sünnet dininin kaynaklarında bulunan rivayetleri reddetmek ve onları inkar etmektir.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı bu misyondur.
Yani ataların batıl ve şirk sapıklığını deşifre etmektir.
Bu görev tüm görevlerin üzerinde en kutsal ve en önemli bir görevdir.
Dolayısıyla din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka bir kaynağın olmadığını anlatmaktan daha büyük bir ibadet ve erdem yoktur.
Çünkü bu konu ile ilgili olarak yüzlerce ayet mevcuttur.
Allah'ın âhirette affetmeyeceği tek günah sadece bu rivayetlerin şirki olacaktır.
(Nisa-48,116)
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmayacağını açık olarak gösteren bir kaç âyet.
"Din Resul (a.s) hayatta iken Allah tarafından tamamlanmıştır..."
( Maide- 3; Enam- 115)
 "Allah elçileri sadece kendilerine indirilen vahyi  tebliğ etmişlerdir"
( Maide-99,117; Araf- 62, 67,68; Nahl-35 )
 "Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahye tâbi olmuşlardır"
( Yunus- 15; Ahkaf- 9; En'am 106; Şura-10) "Allah'ın Resulü  sadece Kur'an'ı Mübin  ile insanları uyarmıştır"
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya-45)
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları ( o güne iman edenleri) Kur'an ile uyar..."(Enam- 51)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
 Din ve hüküm olarak tek uyarı ve öğüt kaynağı  Kuran'dır"
(Yasin- 5,6; Furkan- 1; Kehf- 2, 3, 4; Ahkaf- 12; En'am-90; Tekvir-27; insan-29)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiç bir söze iman edilmez..."
(Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez..."
( Kehf- 26; Yusuf- 40; Şura- 10)
"Resul adına iftira edilen bütün hadisler yalandır..."
( Lokman- 6)
"Hadisler" sünnet! adı altında en büyük küfür ve şirk kaynaklarıdır.
(Kasas- 87; İsra- 73, 74, 75)
Tekrar etmede fayda vardır.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile alakalı yüzlerce ayet vardır. Fakat Nebi ile Resul'ün arasında bulunan onlarca farkı, Kur'an'ın bağlam ve  bütünlüğünü, Kur'an'ı anlama metodunu,  kitap ve hikmetin  hangi anlama geldiğini bilmeyen Kur'an cahili,  Emevi- Abbasi Devleti  Diyanet İşleri Başkanlığı şu cehalet dolu hutbenin altına imzasını atmaktan utanmamıştır.
HUTBE:
KUR'AN VE SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ 
Aziz Müminler!
"Okudum ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:  "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
(Nisa-69)
 Yukarıdaki âyetin meali hatalıdır.
Âayetin gerçek meali şöyledir.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği Nebiler, sıddıklar,  salihler ve şehitlerle beraber olacaktır. Bunlar ne güzel arkadaştır"
Kur'an'ı Mübin'in  hiçbir âyetinde  Muhammed ve Nebi (a.s) a Allah'ın "itaat edin" emri bulunmaz.
"İtaat" sadece Allah'a ve vahyi tebliğ eden yani onu insanlara ulaştıran Resul'e karşı emredilmiştir.
Resul ile  vahiy arasında hiçbir fark yoktur.
 Resul hayatta olduğu sürece konuşan canlı  Kuran'dır. Vefatından sonra onu sadece Kur'an temsil eder.
Sadece İtaat değil, icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, kendisine İhanet etmeme, helal ve haram kılma, istihza (alay), küfür, savaş açılma, tekzib, tasdik, hak, nur, inzar, tebliğ, emanet  gibi bir çok kavram  Allah vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır.
Hutbeyi okumaya devam ediyoruz.
Okuduğum hadisi şerif'te Resul'i  Ekrem (s.a.v)  şöyle buyuruyor.
"Sözün en güzeli Allah'ın kitabıdır. Rehberliğin en güzeli ise Muhammed'in rehberliğidir"
 Bu rivayet Allah Resulü'ne iftiradan başka bir şey değildir.
Çünkü Allah'ın indinde değerli olan Muhammed değil, vahyi tebliğ etmekle görevli olan Resul Muhammed (a.s) dır.
Bunu anlamak çok mu zor? 
 Kur'an'ın hiçbir ayetinde Muhammed övülmez, sözlerine itibar edilmez, hatta Nebi'nin sözleri bile insanlar için bağlayıcı değildir.
(Ahzab-37)
Bırakın Muhammed'i ve onun adına iftira edilen binlerce rivayeti, Nebi (a.s) bile söz ve davranışlarından dolayı bir çok ayette eleştirilmiştir.
(Tevbe-; Tahrim-1; Enfal-67,68)
 Kur'an'ın dininde Muhammed değil, Risalet görevi ve Resul kimliği önemlidir.
Nebi (a.s) söz ve  hareketlerinde Allah'a karşı hata yaptığından dolayı onun sözlerine mutlak itaat emredilmemiştir.
Fakat görevi sadece indirilen vahyi tebliğ olan  Resul'e mutlak yani kayıtsız şartsız itaat emredilmiştir.
(Nisa-80)
 Dolayısıyla "Muhammed'in rehberliği" inancı tam olarak bir cehalet ve büyük bir ahmaklıktır.
Nebi ve Muhammed'in rehberliği yoktur,  Resulullah'ın yani vahyin, yani kitabın ve âyetlerin rehberliği vardır.
Hutbeye devam.
Kıymetli Müminler!
 Kur'an-ı Kerim Allah tarafından bütün insanlığa  gönderilen son ilahi kitaptır. Cenab-ı Hakkın sözü, kelamıdır.
Okunması ibadet olan bir kitaptır"
Emevi-Abbasi Devleti Diyanet işleri başkanlığına göre Kur'an anlaşılması için okunacak ve üzerinde tefekkür  edilmesi gereken bir kitap değil, anlaşılmadan okunması gereken bir kitaptır.
 Hutbeyi okumaya devam ediyoruz.
 Muhterem Müminler!
 "Sünnet, sevgili peygamberimizin hayat tarzı, sözleri, fiilleri ve onaylarıdır.
 Kur'an, bize imanı ve yalnızca Allah'a kul olmayı emretmiş;  sünnet, imanın  hakikatlerini öğretmiştir.
 Kur'an, bize imanımızın gereği olan ibadetleri emretmiş; sünnet,  bu ibadetleri nasıl yapacağımızı göstermiştir.
 Kur'an, bize bize güzel ahlakı emretmiş; sünnet, ise  erdemli bir hayata model olmuştur.
 Değerli Müslümanlar!
 Peygamber Efendimiz (s.a.v) âlemlerin Rabbinden aldığı vahyi insanlara hem tebliğ   etmiş hem de açıklamıştır.
Onun güzide yaşantısı, Allah'ın rızasına uygun yaşayan iyi bir Müslüman için önümüzdeki en güzel örnektir.
Şu geçici dünyada ve kalıcı ahiret yurdunda huzura ermek istiyorsak, tek çaremiz Peygamberimizin sünnetine uymak, onun gibi yaşamayı, onun gibi düşünmeyi ve  onun gibi davranmaya çalışmaktır.
 Kur'an'ı Kerim'de bu durum şöyle ifade edilmiştir.
"Andolsun,  Allah Resulü'nde sizin için;  Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,  Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır"
(Ahzab-21)
CEVAP: Diyanet'in sünnet diye kayıtsız şartsız  iman ettiği, Şia ve Ehl-i Sünnet dininin üzerine bina edilen hadisler, dünyanın en karanlık, en vahşi, en katliamcı ve  karanlık metinleridir.
Hadisler uydurulduğu günden bugüne kadar  sadece savaş, fitne, cehalet, taklit, hurafe, şirk, zulüm,  düşman istilaları, katliam, kargaşa, terör, taklit, fakirlik ihtilaf getirmişlerdir.
Yüce Allah'ın  insanlara tek emri O'nun âyetlerine yani vahye tabi olmak ve âyetlerine iman etmekten ibarettir.
"Rabbinizden size indirilene ( Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların ( evliya) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"( Araf- 3)
"Şüphesiz bu (Kur'an) benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"  (Enam- 153)
"İşte bu Kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(En'am-  155)

18 Mart 2019 Pazartesi

ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(3.YAZI)
MESELA
"İşte O,  sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?"
(Yunus- 32)
Arka plan: Din ve hüküm olarak vahiy'den başka yani Allah tarafından indirilen emirler dışında kalan herşey din adına bir sapkınlık, bir yozlaşma ve haktan ayrılmadır.
 MESELA
"...sapıtmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah herşeyi bilendir"
( Nisa- 176)
Arka plan: Din ve hüküm olarak vahiy'den başka hidayet yoktur.
Sadece Allah'tan indirilen vahiy ile hidayete ulaşılır.
Hidayet için Allah gerekli olan bütün açıklamaları yapmıştır.
Bunun aksi bütün yollar bölünme, dağılma  ve parçalanma ile neticelenir.
 MESELA
"(Nuh) Dedi ki: Ey kavmim!  Bende, herhangi bir sapıklık yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbi  tarafından gönderilmiş bir elçiyim.  Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum,  size vahiy'le öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum"
( Araf- 61, 62)
"(Hud) Dedi ki: Ey kavmim! Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir Resulüm.
Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için emin bir nasihatçıyım. Sizi uyarmak için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaşırdınız mı?..."
(Âraf-67,68,69)
Arka plan:  Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahiy'le kavimlerini  uyarmışlardır.
Yüce Allah tarafından indirilmeyen hiçbir şeye karşı insanlar sorumlu olmazlar, sorumluluk yalnız Allah tarafından indirilen emir ve öğütlerle olur.
 Yüce Allah'ın "...Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara beni ve anamı Allah ile beraber, ondan başka ilah edinin, diye sen mi söyledin" buyruğuna  karşı, İsa (Aleyhisselam) söyle cevap veriyor.
"...Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz..." Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabb'im sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim"
(Maide- 116,117)
Özellikle âyette bulunan "...ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim..." cümlesi önemlidir.
Kur'an'da arka plan bazen aynı âyetin içinde  bazen de diğer âyetlerin içinde yer almaktadır.  MESELA:
 Yukarıda geçen Âraf süresi-61,62,67,68,69 âyetlerinde Allah elçilerinin  sadece indirilen vahyi tebliğ ettiklerini  gösteren âyetlerin  arka planda kalan manalarını şu ayetler ön plana çıkarmaktadır. 
"Ey Resul! De ki:  Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
(Enbiya- 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
Elçiler sadece Allah tarafından indirilen vahyi  insanlara tebliğ ederler.
 Bu gerçeği insanlara kabul ettirdiğimiz zaman dini ve sosyal bütün sorunlar çözülmüş,  ümmet hadis ve mezheplerin belasından ve hurafelerin esaretinden kurtulacağı gün olacaktır.
 MESELA
"Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azab gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun"
(Zümer- 55)
"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti"
(Enam- 153)
"İşte bu Kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.  Buna tâbi olun ve  Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(Enam- 155)
 Yukarıdaki üç âyetin arka planda kalan manasını şu ayet açık olarak ortaya koymaktadır.
 "Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların ( evliya) peşlerinden  gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf-3)
O halde insanları Kur'an'dan uzaklaştıran bütün hadisler ve onların üzerine bina edilen tüm mezhep ve içtihatlar, cemaat ve tarikatlar batıldır, şeytanların ve tağutların şirk yolu ve karanlık yurdudur.
 Dolayısıyla din ve  hüküm olarak müracaat edilecek tek merci Allah, yegane kaynakta Kur'an olduğu için başka bir kaynağın peşinde gidenler dünya ve ahirette Allah'ın af ve  mağfiretini,  merhamet ve şefaatini  kaybederler. 
Bunlarda zerre kadar takva, ihlas,  aklı kullanma, sorgulama ve düşünce bulunmamaktadır.

16 Mart 2019 Cumartesi

KUR'AN'I ANLAMA METODU
(3.YAZI)
Dolayısıyla Nebiler ile Kur'an ehli muvahhidler  Allah'ın indirdiği metodu uygulayarak aynı sonuca ulaşır ve insanları kendilerine değil, sonsuz ilme sahip olan Allah'a kul olmaya dâvet ederler.
Yine söz konusu âyette (Âli İmran-79) bulunan  "kitab-ı öğretmekten" maksadın,
 Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin anladığı gibi sadece sevap kazanmak, her harfini okumaya şu kadar mükafat almak için onun metnini okumak ve  ezberlemek olsaydı, "kitab-ı tâlim"
 "tuallimunel kitâbe " ve onu ders yapma" "ve bime küntüm tedrusun"
 başka bir kıraate göre "kitab-ı bilme" "te'lemunel kitâbe"  ve onu ders yapma ile "Rabbeniyyin" "Rab'dan yana" olma gibi bir sonuca ulaşmak, hatta herhangi bir sonuca ulaşmak mümkün olmazdı.
Çünkü âyette kitab-ın öğretilmesi ve sindirilmesi şeklinde anlama yansıyan ifadeler Türkçe'de kullanılan "tâlim"  ve "ders" ifâdeleriyle ortaya konmaktadır.
 Tâlim kelimesi, "öğretmek" yani bir kitaptaki "ilmi" karşı tarafa bütün yönleriyle birlikte açık olarak aktarma anlamına gelmektedir.
Bunun kitab-ın, iyice sindirilmeden, gelişi güzel, üzerinde çalışmadan, onun üzerinde tefekkür etmeden okunmak ve anlamadan ezberlenmek için bir başkasına verilmesinden çok farklı bir anlama gelmesi gerekiyor.
 Yani okutmaktan değil, öğretmekten bahsedildiğine göre özel bir okumanın, diğer bir deyişle metodun öğretilmesinden bahsedilmektedir.
Söz konusu âyette (Âli İmran-79) geçen "tedrusun" kelimesi, "de-ra-se" fiilinin geniş zaman, ikinci çoğul formudur ve bir şeyin sürekli tekrar edilmesi ve  kullanımından dolayı yıpranması anlamına geliyor.
Fiil, bir kaynağı ders yapma anlamında kullanıldığında, ders yapa yapa ondaki ilmin  iyice keşfedilmesi ve zihne yerleşmesi,  benimsenmesi, sindirilmesi, kapalı bir yerinin kalmaması anlamına gelmektedir.
 Dolayısıyla buna benzer âyetlerde kastedilen  okumanın,  kitab-ın hikmetni bilen, onu içine sindirerek kendini geliştiren muvahhidlerden söz etmektedir.
Bu, vahiy ehli muvahhidlerin yaptıkları gelişi güzel, anlamadan ve üzerinde düşünmeden bir okuma değil, belli bir metoda göre okuma olmak durumundadır.
Kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan yüce Rabbimizin gönderdiği kitab-ı okuyarak, ondan hidayet üzerine hükümler çıkaracak önyargısız müminlerdir.
 O halde âlemlerin Rabbi olan Allah  bu metodun tüm detaylarını kitabında bizlere göstermiştir.
"Ey Resul! Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasına hükmedesin diye sana kitab-ı hak (metod) ile indirdik; (vahiy kabul etmez) hainlerden yana olma"
( Nisa- 105)

15 Mart 2019 Cuma

KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(3.YAZI)
Peki Allah'a imanlarına rağmen insanları müşrik yapan şey nedir?
Bu soruya Kur'an'ın cevabı şöyledir.
"Allah'ı bırakıp (yöresinde- berisinde bilginlerini) hahamlarını, rahiplerini  ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler.
 Halbuki onlara ancak tek Allah'a kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O,  bunların şirk koştuklarından uzaktır"
(Tevbe-31)
"Onlar Allah'ı bırakıp (yöresinde- berisinde) kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve: Bunlar, Allah'ın indinde bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ O, onların şirk  koştuklarından uzak ve yücedir"
(Yunus-18)
"...O'nu bırakıp kendilerine kendilerine bir takım dostlar(evliya)  edinenlere: Onlara bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve alabildiğine hakkın üzerini örten kimseyi hidayete erdirmez"
(Zümer- 3)
Yani Şia ve Ehli Sünnet dincileri gibi tarihin bütün müşriklerinin yaptığı tek şey, dinde ve hükümde Allah ile aralarına âlimlerini ve müctehidlerini arıcılar koymak suretiyle Allah'ın hükümleri yerine onların hüküm ve içtihatlarına bağlı olarak yaşamaları idi.
Halbuki Resullere indirilen vahiy'lerde en çok dikkat çekilen "dinde İhlas sahibi olmalarıydı" yani "dini sadece ve sadece Allah özel kılmaları olacaktı.
 "Ey Resul! Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O  halde sende dini Allah'a özel kılarak (İhlas ile) kulluk et. Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır"
( Zümer- 2,3)
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri rivayet ve içtihatlarıyla Kur'an'ın bütün kavramlarının manalarını tahrif etmişlerdir.
Bozdukları ve anlamını yamulttukları en önemli  kavramlardan birisi de ihlas kavramıdır.
 Onlara göre "ihlas"  "samimi olmak, ibadetleri yalnız Allah için yapmaktır"
 Halbuki Kur'an'ı Mübin'de  "İhlas" kavramı "dini yalnız Allah'a özel kılmak" anlamında kullanılmıştır. 
Yani "İhlas" kavramı "ameli" bir kavram değil, "imâni" ve "itikadi" bir kavramdır.
 Eğer din yalnız Allah'a özel kılınmış olsaydı, ibadetler otomatikman Allah için yapılmış olacaktı.
 Onun için İhlas kavramı Kur'an'da her zaman din ile beraber anılarak dinin Allah'a özel kılınması ile ilgili bir kavram olduğu ortaya konmuştur.
"Halbuki onlara (tarihin bütün milletlerine) ancak, dini yalnız O'na özel kılarak hanifler (her türlü şirkten  arınmış) olarak Allah'a kulluk etmeleri, salat-ı ikame etmeleri ve zekat vermeleri emrolunmuştu. İşte ayağa kaldıracak sağlam din budur"
( Beyyine-5)
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin,  diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi,  İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı..."
( Şura- 13)
Dinde İhlas sahibi olmanın yani dini  Allah'a özel kılmanın tek yolu sadece Allah tarafından indirilen âyetlere uymaktır.
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) tabi olun. O'nu bırakıp da (yöresinde- berisinde) başka dostların (evliya) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
 ( Araf-3)
 "Ey Resul! Sen, sana vahyedilene tâbi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin  en hayırlısıdır"
( Yunus- 109)
 "Ey Resul! Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol.  O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
"Ey Resul! Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen ( Kur'an) sayesinde dosdoğru bir yol üzerindesin. Doğrusu Kur'an sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız"
(Zuhruf-43,44)
Dolayısıyla bize şah damarımızdan daha yakın olan Rahmân ve Rahim olan  Rabbimizle aramıza hiç kimseyi aracı olarak koymaya hakkımız yoktur.
 Kur'an eski zamanların müşriklerini anlatırken, Allah Resulü'nün dönemindeki Mekke  müşriklerine "Gördüğünüz gibi şimdi  sizin yaptıklarınızla kadim müşriklerin yaptıkları arasında herhangi bir fark yoktur"  demiş ve şirkin sadece geçmiş milletler'de kalmış bir fiil olmadığını ortaya koymuştur.
 Benzer şekilde Kur'an Musa (aleyhisselam)a iman ettiklerini iddia ettikleri halde ona yapmadıkları eziyeti bırakmayan Yahudileri anlatırken, Muhammed (aleyhisselam)a iman edenlere "Ey iman edenler! Sizde Musa'ya eziyet  edenler  gibi olmayın..."(Ahzab-69) uyarısında bulunmuş oluyor.
 Dolayısıyla İlk anda Mekke müşriklerini  muhatap alan yukarıdaki âyetler, onlardan sonraki bütün zamanlarda hatta kıyamet gününe kadar dünyanın herhangi bir yerinde  aynı fiil yapacak herkesi doğrudan muhatap almaktadır.
 O gün müşrikleri uyaran yüce  Allah, bugün aynı şirki işlemeye meyilli iman edenleri  uyarmaktadır.
Öyleyse bu durumda olanlar "O günkü müşrikler için indirilmiştir, bu âyetler Yahudiler için nâzil olmuş, şu süre israiloğulları ile alakalı gelmiş, Hristiyanlar için indirilmiş âyetleri bize okuma" deme hakkına sahip  değillerdir.
Aslında böyle diyenler Kur'an cahilidirler.
Çünkü yüce Allah bu âyetleri kiyamet gününe kadar geçerli olarak indirmiştir.
"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki: ( Allah'tan başka ilah olmadığına dair) benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu..."
(En'am-19)
"Ey Resul! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak elçi gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler"
(Sebe-28)

14 Mart 2019 Perşembe

RİSALET (RESÜLLÜK) DEVAM EDİYOR MU?
Geçenlerde dâvet üzerine Kur'an ehli muvahhid bir arkadaşla beraber sözde din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul eden bir grubun dersine misafir olduk.
 Konu: Fatır süresi idi.
 Diyanet'in mealinden takiple herkes ne anladığını dile getiriyor, hikmetten uzak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. 
Bizde yeri geldiğinde Kur'an'ın  bağlam ve bütünlüğüne sadık kalarak ilgili âyetlerle anladığımızı  söylüyorduk.
İlerleyen saatlerde ders yapan arkadaşı dedi ki:
"Nübüvvet sona erdi, fakat Resullük devam ediyor"
Ders yapan arkadaşın konuşmasından  kendisini "resül" yerine koyuyor gibi bir kanaate vardım.
Bunun üzerine kendilerine Nübüvvet ve Risalet'in hangi anlama geldiğini, Nübüvvet ile beraber Risaletin sona erdiğini, Nebi ve Resul'ün arasında bulunan farkları, kitap resül ile beşer resül'ün  ne demek olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.
Tartışma ve sohbet koyulaşınca, ders yapan arkadaşların Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Kur'an'da bulunan  kavramlardan haberlerinin olmadığını, Nebi ile Resul arasında bulunan farkları hiç duymadıklarını gördük.
Söz konusu tartışmayı anlattığımız  bir Kur'an ehli Muvahhid arkadaşımız  bizi hayretler içerisinde  bırakan şu açıklamayı yaptı.
"Hocam! Bu cahiller, kendilerini "resul" hanımlarının da müminlere haram olduğunu söylüyorlar"
ARKADAŞLAR!
 Kur'an'ı Mübin, Risaletin değil de "Nübüvvet'in sona   erdiğini (Ahzab-40) söylemesinin sebebi şudur.
Nübüvvet bir kurumdur, Nübüvvet kurumuna son verilince, yani Nübüvvet okulu kapanınca Risalet misyonu  otomatikman kapanmış oluyor.
Çünkü yüce Allah Resulleri Nebi'lerden   seçmektedir.
Kişi ilk önce Nebi oluyor.
Nebi olduktan sonra durum ve ihtiyaca göre yani şartlar oluştuğunda Allah Nebi'leri  Resul olarak atıyor.
Nübüvvet vahyin kaynağı ile ilgili iken, Risalet insanlarla alakalı bir misyon yani bir görevlendirmedir.
 Nübüvvet kişinin kendisi ile ilgili  ahlaki ve  insani bir olgunlaşma ve tekâmül iken,  Risalet bir açılım ve tebliğ bir uyarma ve dâvet  ile ilgili  bir durumdur. 
 İşte buna delil olan iki âyet.
"Daha önceki milletlere nice Nebileri elçi olarak göndermiştik"
( Zuhruf- 6)
"Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit,  bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak elçi gönderdik"
 (Ahzab, 45)
Yukarıdaki âyetlerde geçen "erselné, erselnéke" ibareleri "Risalet görevlendirmesi" ilgili kullanılmıştır.
 Ancak bu gibi arkadaşların zihin dünyalarını  karışıklıktan kurtarmak için son Nebi ve resul olan Muhammed (aleyhisselam)  ilgili şunlar söylenebilir.
 Muhammed (aleyhisselâm ) "beşer Resul" olarak hayatta olduğu sürece Resul kimliği ile konuşan Kur'an'dır.
 "Beşer Resul" olan Muhammed (aleyhisselam) vefat ettikten sonra onu sadece kitap yani vahiy  temsil etmektedir.
Çünkü Kur'an'ı Mübin'e  baktığımızda Resul ile vahiy arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir.
Yani kitab Resul ile beşer Resul  arasında hiçbir fark yoktur.
 Zaten Kur'an'a baktığımızda "şikak, İsyan, itaat,  icabet, davet, ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, İhanet etmeme,  helal ve haram kılma, istihza, (alaya alma)  küfür, hüküm ve hakem, mübin, aziz, kerim, nur, hak, inzar" gibi birçok kavramın  "Allah, vahiy ve Resul" bağlamında kullanıldığını görüyoruz.
Dolayısıyla bir kelime bile Arapça bilmeyen, Kur'an'ın bağlam bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,  Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan cahillerin kendilerini "resul" olarak görmeleri Kur'an ehli muvahhidler için bir leke ve  hakaretten başka bir şey değildir.
Aynı zamanda bu inanç,  vahiy ahlakına  ve tevhid akidesine ihanetten başka bir anlam taşımamaktadır.
 Yüce Allah birçok âyette Resuller için "abdine" "kulumuz" buyururken,  yine Allah elçileri "beni müslüman  olarak vefat ettir" diye Allah'a yalvarırken,  cahil ahmakların kendilerini "resul" olarak göstermeleri hoşgörülecek bir hata   değildir.
Ben şahsen Kur'an ehli muvahhidler için aşağıdaki âyeti  dünya dolusu hazinelerden daha değerli buluyorum.
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin  (onları kabul etmede zorlananların bu durumları)  gerek Allah indinde, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır.
Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
( Mümin- 35)
Âyette geçen "...gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde" cümlesine dikkatinizi çekiyorum.
Yani Kur'an ehli muvahhidlerin, müşriklere olan kin ve düşmanlıkları bir Allah vergisi, Allah'ın onlara bağışladığı  bir ahlaktır.
Bundan daha büyük bir şeref ve  ödül olur mu?
Dolayısıyla bize "Kur'an ehl-i muvahhidler" denilmesinden daha büyük bir izzet ve mükafat  yoktur.
 Kur'an'a iman edenlerin böyle hasta ruhlu,  şizofren, kafadan çatlak kimseleri dinlemeleri büyük bir sorumsuzluktur.
Acaba bu cahillerin inancı ile Ehl-i Sünnet ve  Şia'nın sapık mehdiyet inancı arasında nasıl bir fark vardır?

13 Mart 2019 Çarşamba

KUR'AN'I ANLAMA METODU
(2.YAZI)
Hikmet sahibi olan Allah kitab-ı ile birlikte onun bağlam ve bütünlüğünü yani hikmetini de  indirerek insanların ellerinin  ona karışmasını engellemiştir.
"Hiçbir beşerin,  Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve Nübüvvet vermesinden sonra kalkıp, insanlara:  Allah'ı bırakıp bana kul olun demesi mümkün değildir. Sadece şunu söylemekle  görevlidir.  Okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap (vahiy) uyarınca Rabbe dini özel kalarak sadece ona kulluk edin"
 (Âli İmran- 79)
Âyete göre kitab-ı (vahyi) insanlara ulaştıran Nebi'lerin kendilerini ön plana çıkarmayacak olmalarının, insanları kendilerine taptırmalarının mümkün olmamasının sebebi kendilerine kitapla birlikte hikmet yani vahyin bağlam ve  bütünlüğünün, iç bağlantı sisteminin de verilmiş olması olarak gösterilmiştir.
 Dolayısıyla Nebi'ler vahiy'den  doğru hükme  ulaşmanın metodunu Allah tarafından biliyor olmalarıdır.
"Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen ilim ile) biliyorum"
(Âraf-62)
Nebi'lerin bu metodu kendilerinin geliştirmiş olmaları veya âyetleri kendi heva ve heveslerine göre yorumlamaları mümkün değildir.
(Yunus-15; İsra-73, 74, 75; Hakka-44,45)
 Çünkü hikmet'in Allah tarafından vahiy ile nazil  olduğu ortaya konmuştur.
"... Allah sana kitab-ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.  Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur"
( Nisa- 113)
Kitap  ile birlikte hikmet'in de indirildiğini Hakim ve Rahim olan Allah sistemli bir şekilde şöyle açıklamıştır.
"...Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini (size verdiği hidayeti) onunla size öğüt vermek üzere indirdiği kitab-ı (vahyi)  ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, herşeyi bilir" (Bakara- 231)
 Yukarıdaki âyette kitap (vahiy) ve hikmet kavramları geçtiği halde "yeizukum bihi"  "onunla size öğüt vermek üzere"  demesi muhteşemdir.
Arapça dil kuralları gereğince "yeizukum bihi" "onunla size öğüt vermek üzere" değil, "yeizukum bihime" "ikisi ile size öğüt vermek üzere" olması gerekirdi.
Bu şekilde buyurmasının tek  sebebi hikmet'in kitap  ile birlikte Allah tarafından indirilmiş olmasıdır. 
Yani Rahmân ve Rahim olan Allah, vahiy üzerinde Nebi'lerin veya insanların oynamalarını,  kendi kafalarına göre yorumlamalarını engellemek için  hikmeti vahiy ile birlikte indirmiştir.
Allah tarafından vahiy ile birlikte hikmet'in verilmesi demek o hikmet'e (doğru hüküm) ulaşmanın verilmiş olması anlamına gelmektedir.
 Allah tarafından vahiy ile birlikte hikmetin  indirilmiş olması âlimlerin insanları kendilerine taptırmaları gibi tehlikeli bir inancın çıkmasını  imkansız hale getirmiştir.
"Elif. Lam. RA. ( Bu sana indirilen) hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri (hikmetle) sağlamlaştırılmış, sonra da detaylandırılmış bir kitaptır. Allah'tan başkasına kulluk etmemeniz için..."
(Hud-1,2)
 Oysa metodu bulunmayan, yani hikmetsiz, kişisel yorumlarla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri tarafından Kur'an'a her şeyi hatta batıl inançları bile söyletebileceklerini 1350 yıldan beri   görmekteyiz.
"Resul" kavramına uydurma hadisleri yüklemek bunun en kahredici örneğidir.
 Demek ki doğru sonuca ulaşmanın bir metodu olması hayati bir meseledir.
Yukarıda geçen Âli İmran 79. âyetine göre din ve hüküm olarak sadece vahyi kaynak  kabul eden muvahhidler kitab-ı doğru bir metotla okuduklarından dolayı kendilerine hikmet verilen Nebi'lerle aynı sonuca ulaşacak  ve Allah'ın tarafında olacaklardır.
 Bu da aynı metotla vahyi okuduklarından kaynaklanmaktadır.
Zaten vahyin saf, hanif, orijinal, temiz, güzel ahlak ve karakteri gereği kendisinden başka hiçbir kaynak kabul etmeyenlere hikmetini İhsan edecektir.
Dolayısıyla vahyin yanında başka bir kaynak kabul edenler veya vahyi kendi heva ve heveslerine göre yorumlayanlar hiçbir zaman hikmeti elde edemezler.
 Allah  onlara vahyi anlayacak bir metod ihsan  etmesi olacak bir şey değildir.
 Fakat muvahhidler sadece vahyi  kaynak olarak kabul ettiklerinden Kur'an'ı gönüllerine  sindirmekte,  metodunu özümsemekte  ve diğer insanlara da bu ahlakı ve ilmi öğretmektedirler. Yani sadece muvahhidler  hikmet'e ulaşmanın metodunu bilmektedirler.
KUR'AN'I ANLAMA METODU
(1.YAZI)
Dünyada dindar olup da İslam dininden başka bir dine teslim olduğunu iddia eden hiç kimse bulunmaz.
Yani hangi inanca sahip olursa olsun dinine  bağlı olan her Allah'ın kulu kendini saf ve temiz  Müslüman kabul etmektedir.
Aslında Allah'ın dininin  hangisi olduğu ortaya konup ispatlanmadığı sürece bu iddialar temelsiz ve yalan iddialar olarak kalmaya devam edecektir. 
İşte bundan dolayı doğru dine tâbi olmak için gerçek İslam dininin hangisi olduğu sorusunun  mutlaka cevaplanması gerekir.
Geleneksel dinde yani mezheplerin dininde bir kişinin Müslüman olması, kendisini doğuştan  Müslüman  gören atalarının çocuğu olmasına yani ana babasına dolayısıyla Allah'ın takdirine  bağlanarak büyük bir nimet ve şans olarak görülür.
Yani Allah ona  doğuştan hidayet nasip etmiş ve bu anlamda o yüce Allah tarafından  kayrılmıştır!
Atalarından intikal eden taklidi imana sahip olan bu kişinin "bu Allah'ın kitabıdır" denilerek kendisine sunulan kitap için gerçekten öyle olup olmadığı hakkında bir araştırma ve fikir yürütmesi artık mümkün değildir.
Çünkü o doğuştan Allah'ın bir hidayeti ve kaderi olarak sırat-ı müstakim! üzerinde hak dinin! mensubu yapılmıştır.
Yani hidayet Allah tarafından kendisine bir şans eseri olarak bağışlanmıştır.
Artık onun yapması gereken en önemli husus kendisini direkt olarak, vahiy olmadan, Kur'an'dan bağımsız olarak  Müslüman bir toplumda dünyaya getirip hidayet İhsan eden Allah'a şükretmek ve bu ilahi kayırmadan mahrum kalmış olan "gayri müslimlere" her türlü kin ve düşmanlık duygusunu beslemeye çalışmak olacaktır.
 Oysa konuya Allah'ın kitab-ı açısından bakıldığında durum bunun tam zıttı olduğu görülecektir.
 Kur'an kendisinin Allah'ın kitab-ı olup olmadığı konusunu muhatabının gündemine alması gereken önemli bir konu olarak sunar ki, muhatapta tefekkür nimeti ve sorgulama kabiliyeti gelişsin.
 Dolayısıyla ataların imanına sahip, Müslüman bir ailede doğduğu için kendisinin  Müslüman! olduğunu iddia eden kişi Allah'ın kitabına göre  uydurma şirk dinine mensuptur ve o dinin hak, hanif İslam dini olup olmadığını araştırmak zorundadır.
O halde Kur'an kendisinin, Allah tarafından indirildiğini, hak ve hidayeti temsil ettiğini delilllendirecek kriterlere sahip olmak zorundadır.
İşte bu delillerden biri ve belki de en önemlisi  Allah tarafından içinde var edilen sistemlerden biri olan "hikmet" metodu ya da başka bir ifadeyle Kur'an'ı anlama ilmi, âyetlerin bağlam  bütünlüğüdür.
Rahman ve rahim olan Allah'ın tüm detayları ile beyan ettiği bu metod çözüldüğünde ihtilafsız kitab'a ( Nisa- 82) böylesi bir okuma ve anlama yöntemini ancak ilmi sonsuz olan Rabbimizin  koyabileceğini, aslında göklerde ve yerde bulunan tüm kevni âyetleri de farkında olmadan aynı metotla okuyarak ilerleme sağladığımızı görmüş olacağız.
"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, insanlar bu delillerden yüz çevirerek geçip giderler"
( Yusuf- 105)
"İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) hak olduğu  onlara iyice belli olsun. Rabb'inin herşeye şahit olması yetmez mi?"
( Fussilet- 53)
Kur'an'ı anlama ilmi;  yüce Allah'ın Kur'an'da "hikmet" olarak ortaya koyduğu çözüme ulaşmak kıyamet gününe kadar her dönemde karşılaşılan vahyi anlama sorunlarını çözmek için bizzat Hakim ve  Alim Rabbimiz  tarafından vahye konmuş  ve ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır.
 "O (Allah) ümmilere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan,  onları temizleyen; onlara kitab-ı ve hikmeti öğreten bir Resul  gönderendir. Kuşkusuz onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler"
( Cuma- 2)
Bir eserin öğretilmeye ve  öğrenilmeye konu
olabilmesi, onun bir metodu ve sistemi  olduğunu gösterir.
Ayrıca Allah tarafından indirilen bir kitabın ve onunla ulaşılacak doğru hükmün (hikmet) öğretilmesi o kitab-ı anlamanın tek bir  metodunun olduğunu gösterir.
Böyle ilahi bir kaynağı insanların yorumlama ve veya kendilerinin geliştirecekleri başka bir metotla okuyup anlama yollarının olmadığını da ortaya koymaktadır.
Çünkü bu takdirde âyette bulunan  "kitab-ın  öğretilmesinden" söz etmek abes olurdu ve sadece o kitabın okunmsının yeterli olduğu söylenirdi.
Böylece okuyabilen herkesin kendi heva ve hevesine, kendi inanç ve fikirlerine, kendi arzu ve mezhebine, kendi cemaat ve tarikatına göre  bir anlama ve yorumlama yöntemi geliştirmesinin yolu açılmış olurdu.
Ancak Kur'an'ı tasrif, tefsir, tafsil ve tebyin etme Allah tarafından bir ilim ve hikmet ile yapılınca  durum bunun tam tersi oldu.

12 Mart 2019 Salı

ÂYETLERİN ARKA PLANLARI
(2.YAZI)
Aslında âyetlerin söylediklerinden daha önemli olan ne demek istedikleridir.
Bu yüzden Rahmân ve Rahim olan Allah âyetlerin arka planda kalan mesajlarına dikkatimizi çekmektedir.
Kur'an'ı Mübin'de en az yedi yüz âyette  "tezekkür, tefekkür, tefekküh, taakkul kavramlarının kullanılması bundan ileri gelmektedir.
Özellikle "tedebbür" kavramına dikkatimiz çekilerek şöyle buyruluyor.
"Hâlâ  Kur'an üzerinde gereği gibi "tedebbür" etmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı"
( Nisa- 82)
 "Ey Resul! Sana bu mübarek kitab-ı, âyetlerini "tedebbür" etsinler ve aklını kullananlar öğüt alsınlar diye indirdik"
(Sad- 29)
"Onlar hâlâ Kur'an'ı "tedebbür" etmiyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?
( Muhammed- 24)
 İşte bu yüzden âyetlerin arka planda kalan manaları ilâhi amacı ortaya koyuyor.
Dolayısıyla âyetlerin arka planda kalan manaları anlaşılmadan Kur'an'ın ne demek istediğini tam olarak kavramak mümkün değildir.
Yani Müslümanın gerçek kimliğini, müşriğin  kim olduğunu, tevhid'in hangi anlama geldiğini, fırka ve mezheplerin yıkılıcılığını iyice anlayabilmek için âyetlerin arka  planda kalan manalarını tedebbür etmek gerekiyor.
 Dolayısıyla "din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur"  dediğimiz zaman esas olarak anlatmak istediğimiz asıl maksadımız nedir?
 MESELA
"...Bugün sizin dininizi mükemmelleştirdim,  üzerinize tevhid nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'a razı oldum..." âyet pasajının arka planda kalan asıl anlamı şöyledir.
Daha Allah Resulü hayatta iken din  Allah tarafından indirilen vahiy ile tanımlanmıştır.
Artık din için indirilen vahiyden başka hiçbir kaynak yoktur.
Yani Allah'tan indirilen ve Resul  tarafından  tebliğ edilen dinin üzerine artık  hiç kimse bir şey ekleyemez  ondan bir şey eksiltemez"
Hatta Nebi'nin bile böyle bir şey yapma yetkisi yoktur.
(Yunus-15; İsra-73,74,75; Hakka-44,45,46,47)
 Eğer arka planda kalan bu mânâya ulaşamıyorsak, Kur'an'ı boşuna telaffuz ediyoruz demektir.
 MESELA
"Gerçek olan Rabbinden gelendir. O halde sakın  şüphe edenlerden olmayasın"
( Bakara- 147; Yunus- 94)
Âyetlerin arka planda kalan manaları:
"Din ve hüküm olarak Rabbimiz tarafından indirilmeyen,  Allah tarafından gelmeyen her şey batıldır"
Hak sadece Allah tarafından geliyorsa, O'nun tarafından indiriliyorsa, artık Allah tarafından gelmeyen bir şey hak olamaz.
Çünkü hak birdir ve hak bir yerden gelir.
Eğer öyle olmuyorsa herkes tarafından geleni hak olarak kabul etmemiz gerekiyor.
O zaman tam olarak hakkın kimin yanında olduğunu nerden bileceğiz?
Hak hangi mezhebin ve hangi fırkanın yanındadır?
Hangi âlim doğru söylüyor? 
İşte bütün bu keşmekeşten ve ihtilaflardan kurtulmanın tek çaresi tek kaynak, sonsuz ilim ve kudrete sahip olan  ilâhi zâtın indirdiği vahiy olmalıdır.
Aynen Yusuf  (a.s) ın dediği gibi.
"Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli rabler edinmek mi daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan tek Allah mı?"
(Yusuf, 39)
En basit dünya işinde bile insanlar bir şey almak istediklerinde organik, saf, kaynağında, orijinal ve bozulmamış olanı almak için emek sarfederler.
Halbuki dinin Allah'a özel kılınması, saf ve temiz olarak yaşanması her şeyden daha öncelikli bir konudur.
Âyetlerin bu arka planındaki manalarını idrak edemeyen Kur'an'ı tam manasıyla okumuyor demektir.
 Kur'an'ı hakkıyla  okumayan ona tam manasıyla iman edemez.
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu, hakkını gözeterek tilâvet ederler. Çünkü onlar ona iman ederler. Ama her kim (onun hakikatlerini gizleyip) kafir olursa işte gerçekten hüsrana uğrayanlar bunlardır"
(Bakara- 121)
 Kur'an'a hakkıyla iman etmeyen ve  hakkını gözeterek okumayanlar sadece yalan ve iftira   üretirler.
"Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler yok mu,  kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler ancak yalan uydurur. işte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl-104,105)
EVET BİZ DÜŞMANIZ 
 Kur'an ve tevhid, akıl ve tefekkür, sorgulama ve özgürlük, vicdan ve merhamet düşmanlarının düşmanıyız. 
 Biz vahiy ehli muvahhidler, Allah'ın kitabına ihanet ederek milletin başına uydurma kutsallar musallat eden Kur'an cahili  muhaddis ve müctehidlerin düşmanıyız .
Allah'ın dosdoğru hidayet yolu var iken karanlık  mezhepleri ihdas eden  çürümüş beyinlerin düşmanıyız.
Ümmeti Kur'an'ın aydınlığından uzaklaştırarak geçmişin karanlıklarına mahkum eden yobaz kafaların düşmanıyız.
Aklını kiraya verip  düşüncesizce ataların batıl yollarını taklit eden gericilerin düşmanıyız.
1400 yıldan beri ümmeti  Emevi Abbasi kaynaklarındaki rivayetlere esir ederek perişan ve derbeder hâle getiren şeytan evlıyasının düşmanıyız. 
Ey müşrikler!
Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkar ediyoruz. Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir" diyen İbrahim ve yoldaşlarının yolundayız.
(Mümtehine-4)
Ey müşrikler!
Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk koşmaktan korkmazken, biz sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarız! Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır" diye haykıran tevhid önderimiz İbrahim'in dinindeyiz.
(En'am, 81)
"İman edip imanlarına herhangi bir  zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır"
(En'am, 82)
Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılınlarla bizim  hiç bir ilişkimiz olamaz"
(En'am, 159)
Ey müşrikler! Allah'ı şâhid tutuyoruz; sizde şâhid olun ki biz sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağız" diyen Hud'un yoldaşıyız.
(Hud-54)
İlâh ve Rab konumuna soktuğunuz müctehid ve mezhep imamlarınızdan, Allah Resulü adına iftira ettiğiniz hadislerinizden, oyun ve eğlence edindiğiniz dininizden doğu ile batı kadar uzağız.
Sizin ictihadlarınızdan, âlimlerinizden, cemaat liderlerinizden, tarikat ve tasavvuf önderlerinizden göklerle yer kadar uzağız.
Sizin türbelerinizden, mevlidinizden, ümmi ümmeti aldatma ve uyutma aracı olarak kullandığınız kandil! gecelerinizden iman ve küfür kadar uzağız.
Allah'ın âyetleriyle alay ederek icra ettiğiniz Kur'an! ziyafetlerinizden şirk ve İslam kadar uzağız.
Sizin vahyin ortaya koyduğu Allah  Resul'ünün ve Kur'an'ın anlaşılmasına  karşı olduğunuz derecenin sonsuz katı kadar evliya ve İlâhlarınızdan uzağız.
Tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya, baştan sona kadar dininizde alışkanlık haline getirdiğiniz bütün uygulamalarınızdan ve geleneklerinizden ebediyen uzağız.
"Ey Resul! Onlara İbrahim'in haberini de naklet. Hani o babasına ve kavmine: Neye tapıyorsunuz? demişti.
"Putlara tapıyoruz ve  onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler.
 İbrahim: Peki, dedi, yalvardığınızda  onlar sizi işitiyorlar mı?
Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?
Şöyle cevap verdiler: Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk. İbrahim dedi ki:  İyi ama, ister sizin, İster önceki atalarınızın; neye taptığınızı biraz olsun düşündünüz mü?
 İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostumdur.
 Beni yaratan ve  bana doğru yolu gösteren odur.
 Beni yediren içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.  Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur.
 Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni İyiler arasına kat.
 Bana, benden sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle! Beni naim cennetinin varislerinden kıl. İnsanların dirilecekleri gün, beni mahcup etme"
(Şuara- 69--87)
KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK 
(1.YAZI)
 Aslında "Müslim" kavramı Kur'an'ı Mübin'de   "sadece Allah'a dolayısıyla onun hükümlerine indirdiği kitab-a teslim olan kişi"  anlamında kullanılmıştır.
"İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan saf, dosdoğru bir Müslim idi; hiçbir zaman müşriklerden olmadı"
(Âli İmran- 67)
 "Müslim, selim, silm, Müslüman, selam, İslam  kavramlarının bütün türevleri "saf İnanç, şirksiz iman, temiz ve katışıksız hanif, orijinal din" anlamlarında kullanılmıştır.
 Kur'an'ın neresinde böyle bir kavram ile karşılaşırsak "şirksiz iman, temiz inanç, hanif İslam, saf ve halis din" aklımıza gelmesi gerekiyor.
Kur'an'a göre şirk ile Allah'a iman bir arada olabildiği halde, İslam ile şirk hiçbir zaman  bir arada anılmamıştır.
 Kur'an'a göre "insanların çoğunun Allah'a imanları şirkle beraberdir"
 (Yusuf- 106)
Tarihin bütün müşrikleri Allah'a iman ederlerdi, hem de dinlerinde  samimi bir imana sahip bulunuyorlardı.
Yani dinlerinin muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor, mallarını infak ediyor (Enfal-36) her türlü fedakarlığı gösteriyorlardı.
Fakat şirk ile  İslam birbirine düşman, birbirine son derece aykırı iki düşman  din konumundadırlar.
İşte bundan dolayı yüce Allah, mezheplerin söyledikleri gibi "iman" üzerine değil,  kullarının İslam üzerine yani  "Müslüman" olarak can  vermelerini istemektedir.
"Ey iman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin ve ancak Müslümanlar olarak can verin"
(Âli İmran- 102)
Allah'ın Resulleri de "iman" üzerine değil, İslam  ve Müslüman olarak vefat etmeyi temenni etmişlerdir.
 Yusuf (a.s) ın Allah'a yakarışı şöyledir.
"... Ey göklerin ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dostumsun. Beni Müslim olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarına ulaştır"
(Yusuf- 101)
 "Çünkü Rabbi ona Müslim ol, (eslim) demiş o da:  Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da, : Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslam-Tevhid) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak can verin, dediler"
( Bakara- 132, 133)
 İslam kavramı "saf inanç, hanif din, pak sistem" anlamına geldiği için Kur'an'da mü'minlerin özellikleri sayılırken, Müslümanların özelliklerine yer verilmez.
 mesela
"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları arttıran  ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar salat'ı ikame eden ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infak eden kimselerdir.  İşte onlar gerçek mü'minlerdir"
(Enfal- 2, 3, 4)
"Müminler ancak Allah ve Resulü'ne iman eden, sonra asla şüpheye  düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır"
( Hücurat- 15)
 Kur'an'ı Mübin'e  göre bir insanın gerçek mü'min olması için "iman ettim" demesi yeterli olmamaktadır.
Gerçek olarak iman etmenin birçok şartı mevcuttur.
 İşte bundan dolayı  bir çok âyette genellikle "iman edip ameli salih işleyenler..." buyrulmaktadır.
İman ile beraber şirk illetinin olabileceği veya sırf iman etmenin yeterli olmadığını Kur'an bizlere haber vermektedir.
"İnsanlar sınanmadan, sadece "iman ettik" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"
( Ankebut- 2)
 Bu konuda yanlış anlaşılmaya müsait sadece bir âyet bulunmaktadır.
 "Araplar "iman ettik" dediler. De ki:  Siz gerçek olarak iman etmediniz, ama  (dürüst olun ve doğru konuşun, İslam'ın ve Müslümanların gücü karşısında ister istemez) "gelip teslim olduk, boyun eğdik" deyin.
 Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden  hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir" 
(Hücurat- 14)
 Yukarıdaki âyette bulunan "eslemné- "Müslüman olduk, Allah'a teslim olduk" anlamlarında değil, güç karşısında Müslümanlara ve menfaate boyun eğmek" anlamında kullanılmıştır.
Çünkü iman kalbe iyice yerleşmeyince iman ve İslam yani Allah'a teslim olma tahakkuk etmiyor.
İslam her türlü endişe,  korku, şirk, şüpheden  uzak tam bir emniyet içerisinde olma anlamına gelmektedir.
 Bu âyette Yüce Allah "iman ettik" diyen  bedevilerin kalplerini bildiği için onların gerçekten iman etmediklerini İslam'ın ve Müslümanların zaferi karşısında mahalle ve akraba baskısı veya devletin maddi imkanlarından faydalanma amacıyla ister istemez boyun eğdiklerini bildiriyor.
KUR'AN'DA İMAN, İSLAM, İHLAS VE ŞİRK
(2.YAZI)
Yahudi, Hristiyan, Şii ve Sünni ilim adamlarının imanlarının sahih olmadığını şu âyetler ortaya koyar.
"(Yahudiler ve Hristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız. dediler.
De ki: Hayır! Biz, hanif olan  İbrahim'in dinine uyarız. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
Biz, Allah'a bize indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer nebilere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah'a teslim olduk (ve nehnu lehu müslimün) deyin.
  Eğer onlar da, sizin inandığınız gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O  işitendir, her şeyi bilendir"
( Bakara- 135, 136, 137)
 Yukarıdaki âyetlerde vahiy'den yani Rahmân ve Rahim olan  Allah tarafından indirilenden  bağımsız imanın Allah katında bir değerinin olmadığı ve hidayete  asla vesile olmayacağı açık olarak görülüyor.
İman ancak Allah'ın indirdiği kitab-a özel  kılındığı zaman "teslim" yani  İslam mertebesine ulaşıyor.
Yani vahyin öngördüğü iman  tahakkuk etmeyince Allah'a tam teslim anlamında olan  İslam gerçekleşmiyor.
"Kim de iyi amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler bunlar içindir"
( Tâhâ-75)
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve  onlar doğru yolu bulanlardır.
( Enam- 82)
İman ettim demenin hiçbir zaman yeterli olmadığını gösteren en büyük delillerden biri de "Ey iman edenler!...." diye başlayan onlarca âyettir.
Bu âyetlerde "Ey iman edenler!  denildikten sonra bu iman sahipleri olan Allah Resulünün arkadaşlarına yani ehl-i sünnet âlimlerinin gökteki yıldızlar gibidir dedikleri sahabilere  çok sert eleştiriler getirilmektedir.
 MESELA
 "Ey iman edenler! Allah'ın ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir"
( Hücurat- 1)
"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin  üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebi'ye yüksek sesle bağırmayın; Yoksa siz farkında olmadan  amelleriniz boşa gider" (Hucurat-2)
 "Ey iman edenler! Zandan : çok sakının.  Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Biriniz  diğerinizin gıybetini  yapmasın.  Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde  Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, engin merhamet sahibidir"
(Hucurat-12)
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'e  ihanet etmeyin; sonra bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz"
(Enfal-27)
 Dolayısıyla Allah tarafından indirilen vahiy ahlakına göre aracısız, şirkten uzak iman olmadan hiçbir zaman İslam gerçekleşmiş olmayacaktır.
Yani Şii ve Sünni  ilim adamlarının "Biz Müslümanız, Allah'a teslim olduk,  dinimiz islamdır" demelerinin Allah katında hiç bir  değeri bulunmamaktadır.
Çünkü elçiler tarihinde yani Allah  Resullerinin   muhatap kılındığı tüm zamanların müşriklerinin zihin dünyalarında yaratıcı olarak daima Allah vardır.
 Onların Allah'ın varlığı ve büyüklüğü konusunda bir sıkıntıları olmamıştır.
Zaten Kur'an tarafından "müşrikin" yani "şirk koşanlar, müşrikler" olarak tanımlanmaları da bu yüzdendir.
Onlar din büyüklerini,  âlimlerini, iman  önderlerini, evliya ve İlâhlarını Allah'a şirk koştukları için müşrik sayılmışlardı.
Yoksa Allah'a inanmadıklarıveya O'nu inkar ettikleri için değildir.
 Şu yakarış Mekke müşriklerinindir.
"Ey Allah'ım! Eğer bu hak  (Kur'an- Resul) senin kadından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut  bize elem verici bir azap getir"
(Enfal- 32)
 Başka bir âyette şöyle buyrulmuştur.
"De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Ya da kulaklara ve gözlere kim  mâlik ve hakim bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor?
Her türlü işi kim idare ediyor? "Allah" diyecekler. De ki:  Öyleyse (O'na şirk  koşmaktan) sakınmıyor musunuz? İşte O,  sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık  haktan ayrıldıktan sonra sapıklıtan başka ne kalır? O halde nasıl şirke dönderiliyorsunuz"
(Yunus- 31,32)
 Dolayısıyla mezhep,  cemaat ve tarikat müşrikleri gibi kadim  müşrikler de  gökleri ve yeri yaratanın,  Güneş'i ve Ay'ı hareket ettirenin, yağmur yağdıranın, rızkı verenin, hayatı ve ölümü takdir eden gücün Yüce Allah olduğunun farkında oldukları ve Allah'a kendilerince  iman ettikleri onlarca âyette çeşitli şekillerde dile getirilmiştir.