ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(36. YAZI)
Cübbeli'nin şirk sapıklığı:
22. 12. 2015 tarihinde "Mevlid'i Şerif" programında büyük bir spor salonunda binlerce kişiye konuşan Cübbeli Ahmet aynen şunları söylüyor.
"Evvela şunu bileceğiz, Allame Safuri Hazretleri'nin ve birçok ulemanın ve meşâyihin beyanı vechiyle Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem ) efendimiz "huve hayyun, semiun, basirun fi kabrihi'ş- şerif"
"Kâinatın efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) kabri şerifinde hayattadır, diridir, işiticidir, görücüdür"
Siz Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mehmet Okuyan vesaire, bu kafada olan, artık Vahhabi desen Vahabi değil, Mutezili desen Mutezili değil, Şii desen Şii değil, belli bir kimlik de veremiyorum.
Bu adamların görüşüne göre Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) öldü, bitti, gitti yitti bir şeyden haberi yok.
Hâşâ ve kellâ, bunların bir şeyden haberi yok.
Bütün âlimler, veliler diyorlar ki:
Kâinatın efendisi diridir, işitiyor ve görüyor!
Bu mecliste olanlara da şahittir, nasıl olacak? nasıl şahit olacak?
"Biz seni şahit olarak gönderdik"
Onun şahitliği 23 sene mi devam etti, 23 sene şahitlik mi olur?
Bütün Ümmetine şâhit gönderdik.
Şu anda bizim amellerimiz ona arz ediliyor.
Bu gece buraya kim geldi?
Bu camilere kim gitti, Mevlidi Şerif'i ihya için kainatın efendisi'ni sevdiği için, cemaate gitti, zikretti, salavat getirdi hepsine şahittir.
Şahit kime derler?
Görgü şâhitliğine derler.
Bir adam dese ki, ben bunu duydum!
Ona şâhit demezler.
Demek ki, burayı görüyor.
Şimdi "biz seni şahit olarak gönderdik!
Bunu hadisi şerif'ten te'yid edelim!
Ne buyuruyor! (sallallahu aleyhi ve sellem) "hayâti hayrun leküm ve meméti hayrun leküm" "yaşamam da sizin için hayırlıdır, ölümüm de sizin için hayırlıdır"
Dediler ya Resulullah! Hayatında çok hayır gördük, ölümünde ne hayır olsun ki:
Buyurdu "tu'radu aleyye a'melüküm fissabâhi vel meséi" "sizin bütün amelleriniz her sabah akşam kabrimde bana gösterilecek"
"Şerit gibi önümden geçirilecektir, hepinizin" Sadece sahabe ile alakalı olacak bir şey değil ki, biz de onun ümmetiyiz!
Falan ümmetim namaz kıldı, falan ümmetim şu kadar salavat getirdi, falan ümmetim zekat verdi, isminiz babanızın adıyla, isimleriniz babalarınızın adıyla bana söyleniyor!"
"Ve amelleriniz bana gösterilecek"
Bu hadis sahihtir, muhaddislerde bunu tashih etmişlerdir.
" Eğer ben sizin amellerinizi hayırlı bulursam hamd edeceğim, Ya Rabbi! Bu kadar ümmetimi saptırmadın" diye!
"Sizin amellerinizi kötü bulursam, İçki içmiş, kumar oynamış, zina etmiş, ben yine kabrimden sizin günahlarımızın affı için istiğfar edeceğim!" Böyle bir peygamber(sallallahu aleyhi ve sellem) nerede ölmüş!
"Sabah akşam amellerimiz bana gösterilecek" diyor.
Bu kadar ümmetin ameli, tabii manevi şeyler de vakit, saat çok düşünülmez.
Zahiren bilgisayarda yetmez, efendim böyle bir teftişe ümmetin bütün yaptıkları işlerin haricini konuşuyoruz.
Tabii vakit saat yetmez, ama manevi işlerde zaman geçmez.
Onun için hepsini görür.
Yine Ebu Davud'un tahric ettiği bir hadis-i şerifte, Ebu Davut sahih kitap!
"Hangi Müslüman ümmetim, bana selam verirse, şimdi burada bu kadar insanız, binlerce insan var, bana selam verirse, mutlak Allahu Teala ruhumu bana iade eder.
Zaten âlimler diyorlar ki, "selamsız vakit dünyada yok! her seferinde ruhu çıkıp geri mi gelecek, o zaman her seferinde bir acı mı çekilecek" diyorlar.
Diğer âlimler de diyorlar ki, cevabı şudur ki: "Ruhum kabrimde devamlı hazırdır" selamsız vakit yok! Her kim selam verse, ben de ona selamı iade ederim.
Kabrimde gelirse, bütün selamlara cevap veriyor.
Bu şimdi nasıl öldü?
Şimdi biz buradan selam gönderiyoruz!
Hadisi Şerif'te "Allahu Teala benim kabrimin başına bir melek görevlendirdi.
Ben öldüğüm zaman o melek başımda duracak, bütün yaratılmışların kulaklarını o Meleğe bağlamış,
Nasıl sistem?
Bilgisayar da şurada burada alıyorsun ya!
Her odadan ne konuşuluyor, oraya geliyor. Dinleme cihazlarıyla falan.
Şimdi o melekte ne var?
Hepimizin kulağı var.
Hadis bu!
Kaynaklı sahih hadis!
Ne demek hepimizin kulağı Melek'te!
Şu demek, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ağzından çıkanı kulağın duyuyorsa, ağzından ne çıkıyor?
"Allahumme salli ale Seyyidine Muhammedin ve âlihi ve sellem"
Benim kulağım duydu.
Benim kulağım kime bağlı?
Kabri Şerif'teki meleğe bağlı!
ismim var mı?
isim babasının adıyla Yusuf oğlu Ahmet,,,,,"
Cübbeli Ahmed'in bu şirk sapıklığına bir iki âyet yetiyor.
"Allah: Ey Meryem oğlu İsa! insanlara, "Beni ve anamı Allah'tan başka iki ilah edinin" diye sen mi dedin, buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin.
Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onların üzerinde kontrolcu idim.
Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin"
(Maide- 116, 117)
28 Kasım 2018 Çarşamba
24 Kasım 2018 Cumartesi
ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(35. YAZI)
Hayatını cami kursülerinde hurafe ve yalan anlatarak geçiren uydurma dinin önemli vâizlerinden Tahir Büyükkörükçü'nün Kur'an cehaleti ve şirk sapıklığı:
Diyor ki,
"Bütün bu âlem "levlâke leme halaktul eflâk" "Muhammed'im, Muhammed'im, eğer sen olmasaydın bu eflakı, bu alemi, cennetleri ve nimetleri, dünyadaki bütün devlet ve saadetleri yaratmazdım" buyuruyor, Cenab-ı Hak.
Hatta muhterem müslümanlar!
Elli defa duydunuz benden, elli birinci defa tekrar söylüyorum.
Hacı veyiszade Mustafa Efendi Hazretleri, "ihvânım! derdi, "kardeşlerim! derdi,
"Sofra başında besmeleden sonra bir de salâtü selam okuyalım!
Zira bu sofranın, bu nimetlerin yaratılıp önümüze gelmesine sebep "peygamber" efendimizdir" derdi.
"Nail olduğumuz ne kadar nimet varsa, gördüğümüz ne kadar güzel gün ve surur (sevinç) varsa, bütün neşe varsa, bütün neşe veren mazhariyetler "Peygamber" Efendimizin kanalıyla bize geliyor"
"Sofra başında besmeleden sonra bir de salavatı şerifeyi okuyarak Rasulullahı hatırlayalım, vesile'i necatımız (kurtuluş sebebimiz) odur" derdi.
Muhterem müslümanlar!
Rabbimiz bizi, Rabbimiz bizi, onun nurlu yolundan ayırmasın!
Tahir Büyükkörükçü Kur'an cahili müşriğin tekiydi.
1-) Allah hiç zaman Resulullah (as)a "Muhammed'im, Muhammed'im" dememiştir ve asla böyle bir şey buyurmaz.
Allah'ın indinde şahsiyetler önemli değildir.
Allah'ın indinde önemli olan kişilerin güzel ahlak, sâlih amelleri ve yüklendikleri misyondur.
İşte bu yüzden Kur'an'da Allah "Muhammed'im, Muhammed'im" değil, "Resüllerim, "elçilerim" Rasüli" "Elçim" buyuruyor.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin iddia ettikleri gibi Allah'ın yanında önemli olan "Muhammed" değildir.
Hatta "rahmet" (Enbiya, 107) olan da "Muhammed" değildir.
"Rahmet" insanlara Allah'ın mesajını ulaştıran Resul'dür.
Yani insanlara rahmet olan Allah'ın kitabıdır, Allah'ın âyetleridir, Allah'ın Resulleridir, Allah'ın mesajlarıdır.
(Bakara, 157; En'am, 133, 147, 154, 157; Âraf, 52, 154; Yunus, 57; Hud, 17, 28, 63; Nahl, 89; İsra, 82; Kasas, 43, 46, 86; Ankebut, 51; Lokman, 3)
Allah tarafından indirilen Tevrat, zebur, İncil birer hidayet ve rahmet kaynaklarıdır.
Allah'ın Resulü İsa (as) insanlara Allah'ın bir rahmetidir.
(Meryem, 21)
Önemli olan elçilik makam ve mertebesi, görev ve sorumluluğudur.
2-) Aynı şekilde Ahzab süresi 56. âyetinde bulunan "yusallune alen nebiyy" "Nebi"ye salât veya salâvâtın" da Muhammed ismi ile hiçbir alakası yoktur.
Âyetlerin bağlam ve bütünlüğünde söz konusu edilen "Nebi"ye yardım ve destektir"
Yani "onun yalnız bırakılmaması, rahatsız edilmemesi, Allah ve meleklerinin ona yardım ve destekleri gibi, müminlerin de ona yardım etmeleri ve destek olmalarıdır"
Bunun haricindeki manalar şirktir.
Allah ve melekleri (Hâşâ) Nebiye salâvât getirmezler.
Çünkü âyette "Allah ve melekleri nasıl salat ediyorlarsa, sizde öyle yardım edin ve destek olun" buyuruyor.
Ahzab süresi 43. âyet bu "salat'ın" nasıl olacağını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize yardım ve desteğini gönderen O'dur. Melekleri de size yardım ve destek olurlar. Allah müminlere karşı çok merhametlidir"
(Ahzab, 43)
Yani Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de yardım ve destek oluyorlar.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in Kur'an cahili muhaddis ve müctehidleri bunu hiç dile getirmiyorlar.
ALLAH'IN ÂYETLERİNİ GİZLEYENLERE LÂNET OLSUN.
Allah Resulü'nün arkadaşlarının "Muhammed'e" salavat getirdiklerine iman eden Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinde zerre kadar Kur'an bilgisi, aklı kullanma, muhakeme yeteneği, tefekkür ve sorgulama erdemi mevcut değildi.
Allah ve meleklerinin Muhammed (as) a salavat getirdiklerine iman eden birisi "din anlatan takımdan" ise İslam ve Kur'an düşmanı bir müşriktir.
Eğer ümmi ise aldatılmış ve iğfal edilmiş bir Kur'an cahilidir.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını "Muhammed'e salâvât getirme" hurafesinden daha iyi ortaya koyan bir şey yoktur.
Adamlar Kur'an'ın en açık bir âyetini bile anlamakta uzak tutulmuşlardır.
Hiç Allah'tan korkmadan ve Resul (as)dan utanmadan sanki Allah ve melekleri Muhammed (as) a salavat getiriyormuş gibi, asırlardan beri ümmetin ümmilerine salavat çektiriyorlar.
Bundan daha büyük bir cehalet ve akılsızlık olur mu?
Allah yerleri ve gökleri yani kâinatı Muhammed için değil, kudret, sanat ve ilminin ihtişâmını insanlara göstermek için yaratmıştır.
Allah'ın indinde şahsiyetler önemli değildir.
Önemli olan tevhid, adalet, merhamet, güzel ahlak, infak ve her türlü erdemli hareket ve amellerdir.
"Levlâke leme halaktul eflâk" "Ey Muhammed! sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" iftirasına iman eden cahillerden din ve Kur'an adına hayırlı bir hizmet beklemeyin.
(35. YAZI)
Hayatını cami kursülerinde hurafe ve yalan anlatarak geçiren uydurma dinin önemli vâizlerinden Tahir Büyükkörükçü'nün Kur'an cehaleti ve şirk sapıklığı:
Diyor ki,
"Bütün bu âlem "levlâke leme halaktul eflâk" "Muhammed'im, Muhammed'im, eğer sen olmasaydın bu eflakı, bu alemi, cennetleri ve nimetleri, dünyadaki bütün devlet ve saadetleri yaratmazdım" buyuruyor, Cenab-ı Hak.
Hatta muhterem müslümanlar!
Elli defa duydunuz benden, elli birinci defa tekrar söylüyorum.
Hacı veyiszade Mustafa Efendi Hazretleri, "ihvânım! derdi, "kardeşlerim! derdi,
"Sofra başında besmeleden sonra bir de salâtü selam okuyalım!
Zira bu sofranın, bu nimetlerin yaratılıp önümüze gelmesine sebep "peygamber" efendimizdir" derdi.
"Nail olduğumuz ne kadar nimet varsa, gördüğümüz ne kadar güzel gün ve surur (sevinç) varsa, bütün neşe varsa, bütün neşe veren mazhariyetler "Peygamber" Efendimizin kanalıyla bize geliyor"
"Sofra başında besmeleden sonra bir de salavatı şerifeyi okuyarak Rasulullahı hatırlayalım, vesile'i necatımız (kurtuluş sebebimiz) odur" derdi.
Muhterem müslümanlar!
Rabbimiz bizi, Rabbimiz bizi, onun nurlu yolundan ayırmasın!
Tahir Büyükkörükçü Kur'an cahili müşriğin tekiydi.
1-) Allah hiç zaman Resulullah (as)a "Muhammed'im, Muhammed'im" dememiştir ve asla böyle bir şey buyurmaz.
Allah'ın indinde şahsiyetler önemli değildir.
Allah'ın indinde önemli olan kişilerin güzel ahlak, sâlih amelleri ve yüklendikleri misyondur.
İşte bu yüzden Kur'an'da Allah "Muhammed'im, Muhammed'im" değil, "Resüllerim, "elçilerim" Rasüli" "Elçim" buyuruyor.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin iddia ettikleri gibi Allah'ın yanında önemli olan "Muhammed" değildir.
Hatta "rahmet" (Enbiya, 107) olan da "Muhammed" değildir.
"Rahmet" insanlara Allah'ın mesajını ulaştıran Resul'dür.
Yani insanlara rahmet olan Allah'ın kitabıdır, Allah'ın âyetleridir, Allah'ın Resulleridir, Allah'ın mesajlarıdır.
(Bakara, 157; En'am, 133, 147, 154, 157; Âraf, 52, 154; Yunus, 57; Hud, 17, 28, 63; Nahl, 89; İsra, 82; Kasas, 43, 46, 86; Ankebut, 51; Lokman, 3)
Allah tarafından indirilen Tevrat, zebur, İncil birer hidayet ve rahmet kaynaklarıdır.
Allah'ın Resulü İsa (as) insanlara Allah'ın bir rahmetidir.
(Meryem, 21)
Önemli olan elçilik makam ve mertebesi, görev ve sorumluluğudur.
2-) Aynı şekilde Ahzab süresi 56. âyetinde bulunan "yusallune alen nebiyy" "Nebi"ye salât veya salâvâtın" da Muhammed ismi ile hiçbir alakası yoktur.
Âyetlerin bağlam ve bütünlüğünde söz konusu edilen "Nebi"ye yardım ve destektir"
Yani "onun yalnız bırakılmaması, rahatsız edilmemesi, Allah ve meleklerinin ona yardım ve destekleri gibi, müminlerin de ona yardım etmeleri ve destek olmalarıdır"
Bunun haricindeki manalar şirktir.
Allah ve melekleri (Hâşâ) Nebiye salâvât getirmezler.
Çünkü âyette "Allah ve melekleri nasıl salat ediyorlarsa, sizde öyle yardım edin ve destek olun" buyuruyor.
Ahzab süresi 43. âyet bu "salat'ın" nasıl olacağını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize yardım ve desteğini gönderen O'dur. Melekleri de size yardım ve destek olurlar. Allah müminlere karşı çok merhametlidir"
(Ahzab, 43)
Yani Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de yardım ve destek oluyorlar.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in Kur'an cahili muhaddis ve müctehidleri bunu hiç dile getirmiyorlar.
ALLAH'IN ÂYETLERİNİ GİZLEYENLERE LÂNET OLSUN.
Allah Resulü'nün arkadaşlarının "Muhammed'e" salavat getirdiklerine iman eden Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinde zerre kadar Kur'an bilgisi, aklı kullanma, muhakeme yeteneği, tefekkür ve sorgulama erdemi mevcut değildi.
Allah ve meleklerinin Muhammed (as) a salavat getirdiklerine iman eden birisi "din anlatan takımdan" ise İslam ve Kur'an düşmanı bir müşriktir.
Eğer ümmi ise aldatılmış ve iğfal edilmiş bir Kur'an cahilidir.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını "Muhammed'e salâvât getirme" hurafesinden daha iyi ortaya koyan bir şey yoktur.
Adamlar Kur'an'ın en açık bir âyetini bile anlamakta uzak tutulmuşlardır.
Hiç Allah'tan korkmadan ve Resul (as)dan utanmadan sanki Allah ve melekleri Muhammed (as) a salavat getiriyormuş gibi, asırlardan beri ümmetin ümmilerine salavat çektiriyorlar.
Bundan daha büyük bir cehalet ve akılsızlık olur mu?
Allah yerleri ve gökleri yani kâinatı Muhammed için değil, kudret, sanat ve ilminin ihtişâmını insanlara göstermek için yaratmıştır.
Allah'ın indinde şahsiyetler önemli değildir.
Önemli olan tevhid, adalet, merhamet, güzel ahlak, infak ve her türlü erdemli hareket ve amellerdir.
"Levlâke leme halaktul eflâk" "Ey Muhammed! sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" iftirasına iman eden cahillerden din ve Kur'an adına hayırlı bir hizmet beklemeyin.
21 Kasım 2018 Çarşamba
ATALARIN ÇÜRÜMÜŞ DİNİ
Rahman ve Rahim olan yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor.
"O daima diridir, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde dini yalnız ona özel kılarak kulluk edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur"
(Mümin, 65)
Diğer bir âyette yüce Allah şöyle buyuruyor. "Allah O'ndan başka ilah yoktur, O, hayydır, (diridir) kayyumdur.,,,,"
(Bakara, 255)
Aynen Şia ve Ehl-i Sünnet'in âlimleri gibi, bütün Allah elçilerinin kavimleri "İlâh, evliya, gavs" diye niteledikleri ölmüş veya yaşarken ruhları ve zihinleri şirk ve hurafelerle çürümüşlere kulluk ediyorlardı.
İşte bundan dolayı hayy olan yüce Allah bir çok âyette "diri olmaya, insanları ve hayatı diri tutmaya" gönderme yaparak, "ataların uydurma dinine ve ölümcül karanlık yoluna uymayı" yasaklamıştır.
MESELA
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et, kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter"
( Furkan, 58)
Çok ilginçtir, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri ölülere taptıkları için Allah'ın bir canlı organizma gibi dirilere gönderdiği mesajını da çürümüşlere özel kılarak ilâhi metni ölü bir kitap haline getirmişlerdir.
"Biz ona (Resul'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmaz da.
Onun tebliğ ettiği, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. "Diri olanları uyarsın" ve kafirler cezayı hak etsinler diye"
(Yasin, 69, 70)
Vahiy tamamen canlı hayat ile ilgili bir mesaj olduğu halde, Kur'an düşmanı müşrikler, özellikle "Diri olanları uyarsın" âyetinin geçtiği süreyi ölülere okumayı din yapmışlardır.
"Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi davet ettiği zaman, Allah'a ve Resul'ünün davetine icabet edin.,,,,"
(Enfal, 24)
Dolayısıyla bütün insanlar Kur'an'ın hidayet ve rahmet yolundan sapmış olsalar da, ondan başka doğru bir yol ve ondan ayrı sırat-ı müstakim asla yoktur.
Allah'ın dosdoğru hidayet yolu olan Kur'an'dan başka bütün yollar yalan ve iftira, şirk ve küfürdür.
Allah'ın dini insanlara hayat ve ruh kazandırırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in(diyanet- cemaat- tarikat) çürümüş uydurma dini, İnsanların ruhlarını ve hayatlarını karartmaktadır.
İnsanları çürümüş, toz olmuş ölülere taptırmaktan daha kötü bir ahlak ve sapıklık yoktur.
Ölülere tapan bir toplum iflah olmaz.
Allah elçileri, Allah'ın indirdiği mesaja davet ederken, "Ey Resul! ) Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle dâvet et,,,"
(Nahl, 125)
"Ey Resul! De ki: "İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a dâvet ediyorum, ben ve bana tâbi olanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim! Ve ben müşriklerden değilim"
(Yusuf, 108)
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri atalarına, ataların dinine dolayısıyla çürümüş ölülere davet etmektedirler.
Yüzlerce âyette yüce Allah ataların dinini reddeder.
Onlardan bazıları şöyledir.
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler"
(Bakara, 170)
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
(Mâide, 104)
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiğinde: "Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse senden öncede hangi memlekete uyarıcı!
(Lokman, 21)
"Ey Resul! Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi.
(Elçileri) Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğumuz dinden daha doğrusunu getirmişsem
(yine mi bana uyumazsanız) deyince, dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz.
Biz de onlardan İntikam aldık. Bak, (hakkı) yalanlayanların sonu nasıl oldu"
(Zuhruf, 23, 24, 25)
Rahman ve Rahim olan yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor.
"O daima diridir, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde dini yalnız ona özel kılarak kulluk edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur"
(Mümin, 65)
Diğer bir âyette yüce Allah şöyle buyuruyor. "Allah O'ndan başka ilah yoktur, O, hayydır, (diridir) kayyumdur.,,,,"
(Bakara, 255)
Aynen Şia ve Ehl-i Sünnet'in âlimleri gibi, bütün Allah elçilerinin kavimleri "İlâh, evliya, gavs" diye niteledikleri ölmüş veya yaşarken ruhları ve zihinleri şirk ve hurafelerle çürümüşlere kulluk ediyorlardı.
İşte bundan dolayı hayy olan yüce Allah bir çok âyette "diri olmaya, insanları ve hayatı diri tutmaya" gönderme yaparak, "ataların uydurma dinine ve ölümcül karanlık yoluna uymayı" yasaklamıştır.
MESELA
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et, kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter"
( Furkan, 58)
Çok ilginçtir, Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri ölülere taptıkları için Allah'ın bir canlı organizma gibi dirilere gönderdiği mesajını da çürümüşlere özel kılarak ilâhi metni ölü bir kitap haline getirmişlerdir.
"Biz ona (Resul'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmaz da.
Onun tebliğ ettiği, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. "Diri olanları uyarsın" ve kafirler cezayı hak etsinler diye"
(Yasin, 69, 70)
Vahiy tamamen canlı hayat ile ilgili bir mesaj olduğu halde, Kur'an düşmanı müşrikler, özellikle "Diri olanları uyarsın" âyetinin geçtiği süreyi ölülere okumayı din yapmışlardır.
"Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi davet ettiği zaman, Allah'a ve Resul'ünün davetine icabet edin.,,,,"
(Enfal, 24)
Dolayısıyla bütün insanlar Kur'an'ın hidayet ve rahmet yolundan sapmış olsalar da, ondan başka doğru bir yol ve ondan ayrı sırat-ı müstakim asla yoktur.
Allah'ın dosdoğru hidayet yolu olan Kur'an'dan başka bütün yollar yalan ve iftira, şirk ve küfürdür.
Allah'ın dini insanlara hayat ve ruh kazandırırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in(diyanet- cemaat- tarikat) çürümüş uydurma dini, İnsanların ruhlarını ve hayatlarını karartmaktadır.
İnsanları çürümüş, toz olmuş ölülere taptırmaktan daha kötü bir ahlak ve sapıklık yoktur.
Ölülere tapan bir toplum iflah olmaz.
Allah elçileri, Allah'ın indirdiği mesaja davet ederken, "Ey Resul! ) Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle dâvet et,,,"
(Nahl, 125)
"Ey Resul! De ki: "İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a dâvet ediyorum, ben ve bana tâbi olanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim! Ve ben müşriklerden değilim"
(Yusuf, 108)
Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri atalarına, ataların dinine dolayısıyla çürümüş ölülere davet etmektedirler.
Yüzlerce âyette yüce Allah ataların dinini reddeder.
Onlardan bazıları şöyledir.
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler"
(Bakara, 170)
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
(Mâide, 104)
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiğinde: "Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse senden öncede hangi memlekete uyarıcı!
(Lokman, 21)
"Ey Resul! Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi.
(Elçileri) Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğumuz dinden daha doğrusunu getirmişsem
(yine mi bana uyumazsanız) deyince, dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz.
Biz de onlardan İntikam aldık. Bak, (hakkı) yalanlayanların sonu nasıl oldu"
(Zuhruf, 23, 24, 25)
DİYANET'İN DİNİ
(1.YAZI)
Diyanet'in din anlayışı tamamen Emevi- Abbasi uydurması olan Ehl-i Sünnet dininin kaynaklarındaki rivayetlere ve bu rivayetlerden çıkarılan içtihatlara dayanır.
Diyanet'in uydurma dininde Allah'ın kitabına yer yoktur.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, ( Ankara) Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Kur'an'ın kendi içinde bulunan çözümünden ve bir sistem üzerine nazil olduğundan haberi yoktur.
Aslında Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları haramdır.
EMEVİ-ABBASİ DEVLETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ( Ankara)
İnsanları ölülerin inanç ve fikirlerine mahkum ettiği için yüz bin yıl geçse de Kur'an'ın ruhunu, irfanını, vicdanını, ahlakını ve hikmetini anlaması mümkün değildir.
Dolayısıyla daha Allah Resulü hayatta iken dinin Allah tarafından tamamlandığını
(Mâide, 3; En'am 115)
diyanet nereden bilsin?
Allah Resulü'nün İnsanları sadece vahiyle uyardığını (Kaf, 45; En'am- 19, 51,; Enbiya 45, ) ve sadece Allah tarafından indirilen vahye tabi olduğunu
( Ahkaf, 9; Yunus,109; En'am, 106)
diyanet hiçbir zaman anlayamaz.
Allah elçilerinin sadece kendilerine indirilen vahyi tebliğ ettiklerini( Nahl, 35; Râd, 40; Mâide, 99, 117; Âraf, 61, 62, 67, 68 )
insanların sadece Kur'an'dan sorumlu olduklarını
(Zuhruf, 43, 44)
Din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli bir kitap olduğunu
( Ankebut,50, 51)
din ve hüküm olarak Kur'an'dan başla kaynak olmadığını,
(Yusuf, 40; Kehf, 26, Şura, 10)
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini(Casiye, 6; Mürselat, 50)
Resule karşı gelmenin cehennemlik bir sapıklık olduğunu, (Ahzab, 36)
Buna karşılık, Nebiye karşı gelmenin ise günah bile olmadığını
(Ahzab, 37; Mucadele,1)
Allah'ın ayetlerinin gizlenmesinin küfür ve lânetlik bir fiil olduğu
(Bakara, 159, 174)
cahil Diyanet'in idrakinde değildir.
Hak ve hakikatın sadece Allah'tan indirilen vahiy'de bulunduğunu;
(Bakara,147; Yunus, 94)
Hidayet'in sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile mümkün olduğunu
(Yunus,32, 35, 108; Sebe, 50 )
Diyanet İşleri Başkanlığı, Din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynak kabul etmenin şirk olduğunun
(Kasas, 87)
bilincine sahip değildir.
Diyanet, hurafe ve cehalet, şirk ve taklit ile uydurma Ehli Sünnet dininin pençesinde ölümüne kıvranmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din anlayışına bir bakalım.
SORU:
İtikadi hükümlerin referans sistemleri nelerdir? Örnekler vererek açıklar mısınız?
CEVAP:
İtikatla ilgili meselelerde kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav) den rivayet edilen mütevatir haberler delil olarak kabul edilir.
Tevatür yoluyla nakledilen rivayetler kesin bilgi ifade eder, ahad yolla gelen rivayetleri zan ifade eder.
Zan, şüphe taşıdığından ve şüphe ile de itikat oluşturulamayacağından, ahad haber akaitte müstakil olarak delil kabul edilmez.
Ama o konuda Kur'an'da bir nas varsa, onun açıklanmasında yararlanılabilir.
Dolayısıyla itikadi ve ameli yükümlülüğün temeli akıl değil, nakildir.
Bu konularda akıl nakli destekler.
Kelam alimlerinin bu yaklaşımına rağmen, Ehl-i hadisten olan Hanbelilerden Kadı Ebu Ya'la gibi bazı alimler ve Zahiriler muttasıl bir senetle Hz. Peygamber'e ulaşan haber-i vahidleri hem İtikatta ve hemde amelde delil sayarlar"
( Bkz, İbni Hazm, el- ihkam, 1/87; Sahih Ahad Hadisin itikatta delil olması, s, 210)
( Sorularla İslam, DİYANET İşleri Başkanlığı yayınları, s, 33, 4. Baskı, Ankara, 2018 )
YAZARLAR
Prof. Dr. Şevki Aydın
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Prof Dr. Ramazan Altıntaş
Prof. Dr. Yavuz Ünal
Prof. Dr. İlyas Üzüm
Prof. Dr. Ahmet Yaman
Doçent Dr. Halil Altuntaş
Dr. Hüseyin Kayapınar
Dr. Muhlis Akar
Dr. Seyit Ali Topal.
Tashih Ramazan Özalpdemir
(1.YAZI)
Diyanet'in din anlayışı tamamen Emevi- Abbasi uydurması olan Ehl-i Sünnet dininin kaynaklarındaki rivayetlere ve bu rivayetlerden çıkarılan içtihatlara dayanır.
Diyanet'in uydurma dininde Allah'ın kitabına yer yoktur.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, ( Ankara) Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Kur'an'ın kendi içinde bulunan çözümünden ve bir sistem üzerine nazil olduğundan haberi yoktur.
Aslında Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları haramdır.
EMEVİ-ABBASİ DEVLETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ( Ankara)
İnsanları ölülerin inanç ve fikirlerine mahkum ettiği için yüz bin yıl geçse de Kur'an'ın ruhunu, irfanını, vicdanını, ahlakını ve hikmetini anlaması mümkün değildir.
Dolayısıyla daha Allah Resulü hayatta iken dinin Allah tarafından tamamlandığını
(Mâide, 3; En'am 115)
diyanet nereden bilsin?
Allah Resulü'nün İnsanları sadece vahiyle uyardığını (Kaf, 45; En'am- 19, 51,; Enbiya 45, ) ve sadece Allah tarafından indirilen vahye tabi olduğunu
( Ahkaf, 9; Yunus,109; En'am, 106)
diyanet hiçbir zaman anlayamaz.
Allah elçilerinin sadece kendilerine indirilen vahyi tebliğ ettiklerini( Nahl, 35; Râd, 40; Mâide, 99, 117; Âraf, 61, 62, 67, 68 )
insanların sadece Kur'an'dan sorumlu olduklarını
(Zuhruf, 43, 44)
Din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli bir kitap olduğunu
( Ankebut,50, 51)
din ve hüküm olarak Kur'an'dan başla kaynak olmadığını,
(Yusuf, 40; Kehf, 26, Şura, 10)
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini(Casiye, 6; Mürselat, 50)
Resule karşı gelmenin cehennemlik bir sapıklık olduğunu, (Ahzab, 36)
Buna karşılık, Nebiye karşı gelmenin ise günah bile olmadığını
(Ahzab, 37; Mucadele,1)
Allah'ın ayetlerinin gizlenmesinin küfür ve lânetlik bir fiil olduğu
(Bakara, 159, 174)
cahil Diyanet'in idrakinde değildir.
Hak ve hakikatın sadece Allah'tan indirilen vahiy'de bulunduğunu;
(Bakara,147; Yunus, 94)
Hidayet'in sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile mümkün olduğunu
(Yunus,32, 35, 108; Sebe, 50 )
Diyanet İşleri Başkanlığı, Din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynak kabul etmenin şirk olduğunun
(Kasas, 87)
bilincine sahip değildir.
Diyanet, hurafe ve cehalet, şirk ve taklit ile uydurma Ehli Sünnet dininin pençesinde ölümüne kıvranmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din anlayışına bir bakalım.
SORU:
İtikadi hükümlerin referans sistemleri nelerdir? Örnekler vererek açıklar mısınız?
CEVAP:
İtikatla ilgili meselelerde kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav) den rivayet edilen mütevatir haberler delil olarak kabul edilir.
Tevatür yoluyla nakledilen rivayetler kesin bilgi ifade eder, ahad yolla gelen rivayetleri zan ifade eder.
Zan, şüphe taşıdığından ve şüphe ile de itikat oluşturulamayacağından, ahad haber akaitte müstakil olarak delil kabul edilmez.
Ama o konuda Kur'an'da bir nas varsa, onun açıklanmasında yararlanılabilir.
Dolayısıyla itikadi ve ameli yükümlülüğün temeli akıl değil, nakildir.
Bu konularda akıl nakli destekler.
Kelam alimlerinin bu yaklaşımına rağmen, Ehl-i hadisten olan Hanbelilerden Kadı Ebu Ya'la gibi bazı alimler ve Zahiriler muttasıl bir senetle Hz. Peygamber'e ulaşan haber-i vahidleri hem İtikatta ve hemde amelde delil sayarlar"
( Bkz, İbni Hazm, el- ihkam, 1/87; Sahih Ahad Hadisin itikatta delil olması, s, 210)
( Sorularla İslam, DİYANET İşleri Başkanlığı yayınları, s, 33, 4. Baskı, Ankara, 2018 )
YAZARLAR
Prof. Dr. Şevki Aydın
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Prof Dr. Ramazan Altıntaş
Prof. Dr. Yavuz Ünal
Prof. Dr. İlyas Üzüm
Prof. Dr. Ahmet Yaman
Doçent Dr. Halil Altuntaş
Dr. Hüseyin Kayapınar
Dr. Muhlis Akar
Dr. Seyit Ali Topal.
Tashih Ramazan Özalpdemir
20 Kasım 2018 Salı
NEBİ VE RESULÜ'N ÖZELLİKLERİ
NEBİ KİMDİR?
Nebi: Allah'ın kendisine, kendisi ile alakalı vahiy indirdiği kişidir.
Yüce Allah Resullük (elçilik) misyonu ile görevlendiriceği kişiyi ilk önce onun iç dünyasını düzenleme ve imarı, mükemmel bir ahlak ve sağlam bir inanç kazandırması açısından elçiliğe hazırlık olarak Resul olacak kişiyi her türlü iyilik ve faziletlerle donatması demektir.
Yani Nebiyi herkes tarafından örnek alınacak bir kıvama getirmesi ve en ileri bir olgunluğa eriştirmesi olarak görülebilir.
Nasıl ki devlet, atayacağı memurlardan görev başlangıcında söz alıyor ve yemin ettiriyorsa, aynen onun gibi Allah Nebi'lerden de elçilik vazifesini hakkıyla yerine getirmeleri için
bir söz ve misak almıştır.
"Hani biz Nebi'lerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Evet biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık"
(Ahzab, 7)
Nebiler'den alınan sözün ne olduğunu şu âyetten öğreniyoruz.
"Hani Allah Nebi'lerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış, kabul ettiniz ve bu sözümü yüklediniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah! O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"
(Âli İmran, 81)
(Allah en doğrusunu bilir)
Yukarıdaki âyette geçen "Resul" kavramı kitap Resul anlamında kullanılmıştır.
Çünkü eğer "beşer Resul" olsaydı, zaten Nebi'lerin kendileri Resul olmaları gerekirdi.
Çünkü Resuller Nebi'lerden seçilirler.
Yani Allah Nebilere "Bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" buyurmazdı.
(Allah en doğrusunu bilir)
Bu âyette bulunan "Resul'"den maksat kendisine risalet (elçilik) yüklenen Nebi'nin evrensel mesajla insanlara gönderilmesidir.
Yani artık Nebi Allah'ın mesajını insanlara duyurmak görevini yüklenmiştir.
Dolayısıyla "Nübüvvet" elçilik görevi için bir nevi olgunluk ve yeterlilik derecesinin verilmesi anlamına gelmektedir.
"Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü (olgunluk derecesini, belgesini) vermiştik. Biz onu iyi tanırdık"
(Enbiya, 51)
Nübüvvet makam ve mertebesi ile alakalı bu anlattıklarım son "Nebi" ve "Resul" olan Muhammed (as) dan önceki "Nebiler"le alakalı bir durumdur.
Son Nebi ve Resul olan Muhammed (as) ın gelmesi yani son vahyin indirilmesiyle Nebi ile Resul arasında bulunan farklar çok bariz olarak ortaya çıkmıştı.
Yani Allah Resulü'nden önce gelen Nebiler ile Resuller arasında bulunan farkları anlamak gerçekten zor bir olaydır.
Fakat Kur'an'da Nebi ile Resul arasında bulunan farklar mükemmel bir sistem dahilinde çok net olarak ortaya koymuştur.
Nebi, seçildiği andan itibaren 23 sene, 24 saat, gece gündüz, her zaman Nübüvvet kimliği ile beraber hayat sürmektedir.
Nübüvvet kimliği ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta âhirette bile Nübüvvet kimliği ile birlikte anılır.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
( Nisa, 69)
Son vahiy olan Kur'an'a göre Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altındadır, dokunulmazdır.
Nebiye saygısızlık yapılamaz, hanımları müminlerin anneleridir.
Kiyamet gününe kadar Nebi'nin haysiyet ve şerefini korumak müminler üzerine Allah'ın emridir.
( Ahzab, 56)
Fakat Nebi'nin yaptıkları ve sözleri Resul gibi bağlayıcı değildir.
Nebi'nin söz ve davranışlarının mutlak olarak bağlayıcı olmamasının sebebi, Allah'a karşı hata yapması ile alakalı bir durumdur.
MESELA:
"Nebi, müşrik ve cehennemlik olan akrabalarına dua ediyor!
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne "Nebi"ye yakışır ne de iman edenlere"
( Tevbe, 113)
MESELA
Nebi, Allah'ın helal kıldığını kendisine haram kılıyor.
( Tahrim, 1)
Zaten Kur'an Nebi'nin söz ve davranışlarının Resul gibi bağlayıcı olmadığını apaçık olarak gösteriyor.
"Ey Nebi! inanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ma'ruf olan işte sana isyan etmemek hususunda sana biad etmeye geldikleri zaman, biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile,,,,"
( Mümtehine, 12)
Âyette geçen "ma'ruf olan işte sana isyan etmemek" cümlesi çok önemlidir.
Çünkü Allah, Kur'an'da Resul için asla bir kayıt koymamıştır.
Resu'le kayıtsız şartsız iman etmeyen cehennemlik bir kafirdir.
"Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve haddini aşarsa Allah onu, devamlı olarak kalacağı bir ateşe sokar ve onu için alçaltıcı bir azap vardır"
(Nisa, 14)
Fakat Nebi'ye karşı gelenler günahkar olmazlar.
Ahzab süresi 36 ile 37. âyetleri bu hakikatı en güzel bir şekilde gösteriyor.
"Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur"
(Ahzab, 36)
"Ey Nebi! ) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, (onu boşama)
Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır.
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kesiklerinde o kadınlarla evlenmek isterlerse müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir"
(Ahzab, 37)
Ahzab 36. âyette "Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" buyrulduğu halde,
37. âyette Zeyd, Nebi'nin sözünü dinlemiyor, Nebi "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" dediği halde, eşini boşuyor.
MESELA:
Bir kadın Nebi (as) ın yanına gelerek onunla mücadeleye varacak boyutta bir tartışma içine giriyor, ve bu tartışmada yüce Allah kadını haklı çıkarıyor.
(Mucadele, 1)
Fakat Resul ile tartışmak kesinlikle küfürdür. Çünkü Resuller Allah'tan gelen vahyi insanlara bildiren kişilerdir.
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resule karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir"
( Nisa, 115)
ARKADAŞLAR! Size yaş bakımından bir büyüğünüz olarak vasiyetim, Nebi ve Resul ibareleri yerine hiçbir zaman "peygamber" kelimesini kullanmamanızdır.
Çünkü "peygamber" kelimesi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları yok eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, vahyin sistemini tahrif eden çok tehlikeli bir kelimedir.
Hangi âyette Nebi geçiyorsa onu, Resul geçiyorsa Resul veya karşılığı olan elçi kavramını kullanmak Kur'an'ın anlaşılmasında hayati bir öneme sahiptir.
RESUL KİMDİR?
Nebi 23 sene, 24 saat, gece gündüz, bütün özel hallerinde Nebi'lik kimliğine sahip iken, Resul Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Yani vahiy ile Resul arasında hiçbir fark yoktur. Resul'lerin görevlerinin sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek olduğu ile alakalı yüzlerce ayet vardır.
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum,,,"
(Âraf, 61, 62)
"Hud da: Bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum,,,"
(Ahkaf, )
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimdenkorkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf, 45)
Resuller değerleini tamamen vahiy'den alırlar.
Resulleri Allah'tan yani Kur'an'dan ayırmak küfür olarak görülmüştür.
(Nisa, 150)
"Beşer Resul" hayatta olduğu sürece konuşan Kuran'dır.
Resul olmadan din, iman, hidayet, rahmet, kitap ve hikmet olmazdı. Resul o derece büyük bir değere sahiptir.
Yüce Allah'ın, mesajını insanlara ulaştırmada elçilik misyonundan daha ideal bir yol bulunmamaktadır.
iman edenler ona müracaat etmek zorundadırlar.
Aslında Resul ile vahiy aynı hakikatı temsil ediyorlar.
Bugün Kur'an'a gidenler 1400 sene önce Allah Resulü'ne gidenler gibidir.
Bugün Kur'an'dan yüz çevirenler, o gün Allah Resulü'nden yüz çevirenlerle aynı inanç ve ahlaka sahiptir.
"Beşer Resul" vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil eder.
Resuller vahiy'den başka hiçbir miras bırakmazlar.
Resullerin bütün bağlantıları kendilerine indirilen vahiy'dir.
Vahiy sisteminde bazen "Beşer Resul" bazen de "kitap Resul" ön plana çıkmaktadır.
"Beşer Resul" ahlakı, edebi, örnekliği, mimik hareketleri ve tavırlarıyla insanları vahiy'den daha fazla etkiler.
Vahiy, beşer Resul kadar insanları etki altına alamaz.
Yani Allah Resulü'nün arkadaşlarının müslüman olmalarında beşer Resulü'n daha fazla etkili olduğuna inanıyorum.
Bu özellikler Beşer Resul'ün üstünlüklerini ortaya koyar.
Ancak "Beşer Resul'" hayatı, yaşadığı coğrafya ile sınırlı olup, bir fâni olarak ölüme mahkumdur.
Fakat "kitap Resul'e hiç kimse bir sınırlama koyamaz, o bütün sınırları ve coğrafyaları aşarak her yere ve bütün zamanlara gidebilir. Kur'an'da onlarca kavram sadece "Allah vahiy ve Resul" bağlamında kullanılmıştır.
Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
( Nisa, 80 )
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder.
MESELA:
Kur'an da hiçbir ayette "Nebi"ye itaat etmekle" alakalı bir emir bulunmaz.
Bütün ayetlerde Allah ile beraber itaat edilmesi gereken kişi Resul'dür.
Aynen bunun gibi "ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, ona karşı gelindiğinde savaş açılma, tekzib, tasdik,
hak, nur, inzar, tebliğ gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Resul'ün dilinde hayat bulan vahiy'den başka hiçbir söz din ve hüküm olarak olarak insanları bağlamaz.
Yani din hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
İşte bundan dolayı "Allah ve Resulüne itaat edin" "Allah'ın ve Resul'ünün davetine icabet edin" "Elçilere tâbi olun, ayetlerimi ve Resullerimi yalanladılar.
Rabbimiz! iman ettik ve Resul'e tabi olduk" Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin, Ah keşke Allah'a ve Resul'e itaat etseydik, Allah'a ve Resule davet edildikleri zaman, Keşke Resul ile birlikte bir yol edinseydim,
Kim Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ederek evinden çıkarsa, Allah'ın elçilerini inkar ettiler, müjdeleyici ve uyarıcı elçiler gönderdik,
elçi göndermeden azap etmeyiz, Andolsun Resul size rabbinizden hakkı getirdi, Kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse,
Allah Resulü'ne eziyet edenlere acı bir azap vardır" gibi yüzlerce ayette hep Resül kavramı kullanılmıştır.
Kur'an'da geçen bütün "Nebiyyin, Enbiya" "Nebi'ler" kavramı Resulleri de kapsamaktadır.
Çünkü Nübüvvet kişi ile elçilik arasında ikinci bir aşamadır.
Kişi Nebi olduktan sonra elçilik makamına ulaşır.
Nebi olunmadan elçi olunmaz.
Dolayısıyla her Resul aynı zamanda Nübüvvet aşamasından geçmiş sayılır.
Fakat her nebi Resullük makam ve mertebesine ulaşma imkânına kavuşmadan vefat edebilir.
Nübüvvet ve Risalet makamının birbirinden ayrı bir kimliğe sahip olduğunu Hac süre 52. âyetinde görüyoruz.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebiyallah" "Allah'ın Nebisi" geçmez.
Fakat onlarca yerde "Rasulullah" geçer.
Sadece bir yerde "Enbiya Allah'i" kelimesi geçmektedir.
(istisnalar kaideyi bozmaz)
Nebi ile Resul'ün özelliklerini araştırırken ilginç bir ayrıntıya rastgeldim.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde "Rasülihi" (Allah'ın) Rasulü" "Rüsülihi" (Allah'ın) Rasulleri, elçileri" "Rüsüli" "Resullerim, elçilerim" "Rasüli" "Resulüm, Elçim" geçtiği halde, bir âyette bile "Nebiyyihi" (Allah'ın Nebisi, Onun Nebisi) geçmez.
Tekil olarak bütün Nebi kelimeleri Kur'an'da Allah lafzı ile bağlantısız yalın ve zamirsiz olarak geçer.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları haramdır.
NEBİ KİMDİR?
Nebi: Allah'ın kendisine, kendisi ile alakalı vahiy indirdiği kişidir.
Yüce Allah Resullük (elçilik) misyonu ile görevlendiriceği kişiyi ilk önce onun iç dünyasını düzenleme ve imarı, mükemmel bir ahlak ve sağlam bir inanç kazandırması açısından elçiliğe hazırlık olarak Resul olacak kişiyi her türlü iyilik ve faziletlerle donatması demektir.
Yani Nebiyi herkes tarafından örnek alınacak bir kıvama getirmesi ve en ileri bir olgunluğa eriştirmesi olarak görülebilir.
Nasıl ki devlet, atayacağı memurlardan görev başlangıcında söz alıyor ve yemin ettiriyorsa, aynen onun gibi Allah Nebi'lerden de elçilik vazifesini hakkıyla yerine getirmeleri için
bir söz ve misak almıştır.
"Hani biz Nebi'lerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Evet biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık"
(Ahzab, 7)
Nebiler'den alınan sözün ne olduğunu şu âyetten öğreniyoruz.
"Hani Allah Nebi'lerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış, kabul ettiniz ve bu sözümü yüklediniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah! O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"
(Âli İmran, 81)
(Allah en doğrusunu bilir)
Yukarıdaki âyette geçen "Resul" kavramı kitap Resul anlamında kullanılmıştır.
Çünkü eğer "beşer Resul" olsaydı, zaten Nebi'lerin kendileri Resul olmaları gerekirdi.
Çünkü Resuller Nebi'lerden seçilirler.
Yani Allah Nebilere "Bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" buyurmazdı.
(Allah en doğrusunu bilir)
Bu âyette bulunan "Resul'"den maksat kendisine risalet (elçilik) yüklenen Nebi'nin evrensel mesajla insanlara gönderilmesidir.
Yani artık Nebi Allah'ın mesajını insanlara duyurmak görevini yüklenmiştir.
Dolayısıyla "Nübüvvet" elçilik görevi için bir nevi olgunluk ve yeterlilik derecesinin verilmesi anlamına gelmektedir.
"Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü (olgunluk derecesini, belgesini) vermiştik. Biz onu iyi tanırdık"
(Enbiya, 51)
Nübüvvet makam ve mertebesi ile alakalı bu anlattıklarım son "Nebi" ve "Resul" olan Muhammed (as) dan önceki "Nebiler"le alakalı bir durumdur.
Son Nebi ve Resul olan Muhammed (as) ın gelmesi yani son vahyin indirilmesiyle Nebi ile Resul arasında bulunan farklar çok bariz olarak ortaya çıkmıştı.
Yani Allah Resulü'nden önce gelen Nebiler ile Resuller arasında bulunan farkları anlamak gerçekten zor bir olaydır.
Fakat Kur'an'da Nebi ile Resul arasında bulunan farklar mükemmel bir sistem dahilinde çok net olarak ortaya koymuştur.
Nebi, seçildiği andan itibaren 23 sene, 24 saat, gece gündüz, her zaman Nübüvvet kimliği ile beraber hayat sürmektedir.
Nübüvvet kimliği ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta âhirette bile Nübüvvet kimliği ile birlikte anılır.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
( Nisa, 69)
Son vahiy olan Kur'an'a göre Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altındadır, dokunulmazdır.
Nebiye saygısızlık yapılamaz, hanımları müminlerin anneleridir.
Kiyamet gününe kadar Nebi'nin haysiyet ve şerefini korumak müminler üzerine Allah'ın emridir.
( Ahzab, 56)
Fakat Nebi'nin yaptıkları ve sözleri Resul gibi bağlayıcı değildir.
Nebi'nin söz ve davranışlarının mutlak olarak bağlayıcı olmamasının sebebi, Allah'a karşı hata yapması ile alakalı bir durumdur.
MESELA:
"Nebi, müşrik ve cehennemlik olan akrabalarına dua ediyor!
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne "Nebi"ye yakışır ne de iman edenlere"
( Tevbe, 113)
MESELA
Nebi, Allah'ın helal kıldığını kendisine haram kılıyor.
( Tahrim, 1)
Zaten Kur'an Nebi'nin söz ve davranışlarının Resul gibi bağlayıcı olmadığını apaçık olarak gösteriyor.
"Ey Nebi! inanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ma'ruf olan işte sana isyan etmemek hususunda sana biad etmeye geldikleri zaman, biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile,,,,"
( Mümtehine, 12)
Âyette geçen "ma'ruf olan işte sana isyan etmemek" cümlesi çok önemlidir.
Çünkü Allah, Kur'an'da Resul için asla bir kayıt koymamıştır.
Resu'le kayıtsız şartsız iman etmeyen cehennemlik bir kafirdir.
"Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve haddini aşarsa Allah onu, devamlı olarak kalacağı bir ateşe sokar ve onu için alçaltıcı bir azap vardır"
(Nisa, 14)
Fakat Nebi'ye karşı gelenler günahkar olmazlar.
Ahzab süresi 36 ile 37. âyetleri bu hakikatı en güzel bir şekilde gösteriyor.
"Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur"
(Ahzab, 36)
"Ey Nebi! ) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, (onu boşama)
Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır.
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kesiklerinde o kadınlarla evlenmek isterlerse müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir"
(Ahzab, 37)
Ahzab 36. âyette "Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" buyrulduğu halde,
37. âyette Zeyd, Nebi'nin sözünü dinlemiyor, Nebi "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" dediği halde, eşini boşuyor.
MESELA:
Bir kadın Nebi (as) ın yanına gelerek onunla mücadeleye varacak boyutta bir tartışma içine giriyor, ve bu tartışmada yüce Allah kadını haklı çıkarıyor.
(Mucadele, 1)
Fakat Resul ile tartışmak kesinlikle küfürdür. Çünkü Resuller Allah'tan gelen vahyi insanlara bildiren kişilerdir.
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resule karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir"
( Nisa, 115)
ARKADAŞLAR! Size yaş bakımından bir büyüğünüz olarak vasiyetim, Nebi ve Resul ibareleri yerine hiçbir zaman "peygamber" kelimesini kullanmamanızdır.
Çünkü "peygamber" kelimesi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları yok eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, vahyin sistemini tahrif eden çok tehlikeli bir kelimedir.
Hangi âyette Nebi geçiyorsa onu, Resul geçiyorsa Resul veya karşılığı olan elçi kavramını kullanmak Kur'an'ın anlaşılmasında hayati bir öneme sahiptir.
RESUL KİMDİR?
Nebi 23 sene, 24 saat, gece gündüz, bütün özel hallerinde Nebi'lik kimliğine sahip iken, Resul Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Yani vahiy ile Resul arasında hiçbir fark yoktur. Resul'lerin görevlerinin sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek olduğu ile alakalı yüzlerce ayet vardır.
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum,,,"
(Âraf, 61, 62)
"Hud da: Bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum,,,"
(Ahkaf, )
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimdenkorkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf, 45)
Resuller değerleini tamamen vahiy'den alırlar.
Resulleri Allah'tan yani Kur'an'dan ayırmak küfür olarak görülmüştür.
(Nisa, 150)
"Beşer Resul" hayatta olduğu sürece konuşan Kuran'dır.
Resul olmadan din, iman, hidayet, rahmet, kitap ve hikmet olmazdı. Resul o derece büyük bir değere sahiptir.
Yüce Allah'ın, mesajını insanlara ulaştırmada elçilik misyonundan daha ideal bir yol bulunmamaktadır.
iman edenler ona müracaat etmek zorundadırlar.
Aslında Resul ile vahiy aynı hakikatı temsil ediyorlar.
Bugün Kur'an'a gidenler 1400 sene önce Allah Resulü'ne gidenler gibidir.
Bugün Kur'an'dan yüz çevirenler, o gün Allah Resulü'nden yüz çevirenlerle aynı inanç ve ahlaka sahiptir.
"Beşer Resul" vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil eder.
Resuller vahiy'den başka hiçbir miras bırakmazlar.
Resullerin bütün bağlantıları kendilerine indirilen vahiy'dir.
Vahiy sisteminde bazen "Beşer Resul" bazen de "kitap Resul" ön plana çıkmaktadır.
"Beşer Resul" ahlakı, edebi, örnekliği, mimik hareketleri ve tavırlarıyla insanları vahiy'den daha fazla etkiler.
Vahiy, beşer Resul kadar insanları etki altına alamaz.
Yani Allah Resulü'nün arkadaşlarının müslüman olmalarında beşer Resulü'n daha fazla etkili olduğuna inanıyorum.
Bu özellikler Beşer Resul'ün üstünlüklerini ortaya koyar.
Ancak "Beşer Resul'" hayatı, yaşadığı coğrafya ile sınırlı olup, bir fâni olarak ölüme mahkumdur.
Fakat "kitap Resul'e hiç kimse bir sınırlama koyamaz, o bütün sınırları ve coğrafyaları aşarak her yere ve bütün zamanlara gidebilir. Kur'an'da onlarca kavram sadece "Allah vahiy ve Resul" bağlamında kullanılmıştır.
Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
( Nisa, 80 )
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder.
MESELA:
Kur'an da hiçbir ayette "Nebi"ye itaat etmekle" alakalı bir emir bulunmaz.
Bütün ayetlerde Allah ile beraber itaat edilmesi gereken kişi Resul'dür.
Aynen bunun gibi "ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, ona karşı gelindiğinde savaş açılma, tekzib, tasdik,
hak, nur, inzar, tebliğ gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Resul'ün dilinde hayat bulan vahiy'den başka hiçbir söz din ve hüküm olarak olarak insanları bağlamaz.
Yani din hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
İşte bundan dolayı "Allah ve Resulüne itaat edin" "Allah'ın ve Resul'ünün davetine icabet edin" "Elçilere tâbi olun, ayetlerimi ve Resullerimi yalanladılar.
Rabbimiz! iman ettik ve Resul'e tabi olduk" Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin, Ah keşke Allah'a ve Resul'e itaat etseydik, Allah'a ve Resule davet edildikleri zaman, Keşke Resul ile birlikte bir yol edinseydim,
Kim Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ederek evinden çıkarsa, Allah'ın elçilerini inkar ettiler, müjdeleyici ve uyarıcı elçiler gönderdik,
elçi göndermeden azap etmeyiz, Andolsun Resul size rabbinizden hakkı getirdi, Kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse,
Allah Resulü'ne eziyet edenlere acı bir azap vardır" gibi yüzlerce ayette hep Resül kavramı kullanılmıştır.
Kur'an'da geçen bütün "Nebiyyin, Enbiya" "Nebi'ler" kavramı Resulleri de kapsamaktadır.
Çünkü Nübüvvet kişi ile elçilik arasında ikinci bir aşamadır.
Kişi Nebi olduktan sonra elçilik makamına ulaşır.
Nebi olunmadan elçi olunmaz.
Dolayısıyla her Resul aynı zamanda Nübüvvet aşamasından geçmiş sayılır.
Fakat her nebi Resullük makam ve mertebesine ulaşma imkânına kavuşmadan vefat edebilir.
Nübüvvet ve Risalet makamının birbirinden ayrı bir kimliğe sahip olduğunu Hac süre 52. âyetinde görüyoruz.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebiyallah" "Allah'ın Nebisi" geçmez.
Fakat onlarca yerde "Rasulullah" geçer.
Sadece bir yerde "Enbiya Allah'i" kelimesi geçmektedir.
(istisnalar kaideyi bozmaz)
Nebi ile Resul'ün özelliklerini araştırırken ilginç bir ayrıntıya rastgeldim.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde "Rasülihi" (Allah'ın) Rasulü" "Rüsülihi" (Allah'ın) Rasulleri, elçileri" "Rüsüli" "Resullerim, elçilerim" "Rasüli" "Resulüm, Elçim" geçtiği halde, bir âyette bile "Nebiyyihi" (Allah'ın Nebisi, Onun Nebisi) geçmez.
Tekil olarak bütün Nebi kelimeleri Kur'an'da Allah lafzı ile bağlantısız yalın ve zamirsiz olarak geçer.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları haramdır.
UYDURMA DİNİN MENSUPLARINA ASLA İNANMAYIN, ÇÜNKÜ SÖYLEDİKLERİ HER ŞEY YALANDIR.
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104, 104)
Baştan sona kadar yalan olan ve Nebi adına iftira edilen ehl-i sünnet din mensuplarının karşılarında bulunan vahiy ehl-i muvahhidleri susturmak için getirdikleri çok gülünç bir hezeyan vardır.
Bu Kur'an cahilleri derler ki:
"Usul-ü hadis, usul-ü fıkıh,usul-ü tefsir ilmini bilmek lazımdır"
Kırk (40) yıldan beri uydurma ve iftira ehl-i sünnet dinini araştıran biri olarak Allah'a yemin ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet'in din ataları olan Mezhep imamları ve muhaddisleri Kur'an'ın zerresinden haberi olmayan cahil adamlardı.
Ancak Kur'an'ı bilmeyen bir kişi, bu muhaddis ve müctehidlerin ne kadar cahil ve düşüncesiz olduklarını anlayamaz.
Her şey geliyor, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmede, kendi içinde bulunan çözümünü kavramada düğümleniyor.
Bu muhaddis ve müctehidler, bırakın Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, vahyin kendi içinde bulunan çözümünü anlamaları, Kur'an'ın en önemli iki kavramı olan Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bile anlamaktan âciz, Kur'an cahili kimselerdi.
Halbuki Kur'an bütün insanlara hitap eden bir kitaptır.
Kur'an'a baktığımızda bu dincilerin her zaman insanları Allah'ın hidayet yolundan engellediklerini görüyoruz.
Yani Kur'an'ın muhatabı seçkin bir grup, zümre, ilim erbabı değil, bütün insanlardır.
"Bu Kur'an bütün İNSANLIĞA bir açıklamadır, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür"
(Âli İmran, 138)
"İşte bu Kur'an, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye İNSANLARA gönderilmiş bir"belâğ" bildiridir"
(İbrahim, 52)
"Ey İNSANLAR! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik"
(Nisa, 174)
"Ey İNSANLAR! Resul size rabbinizden hakkı(Kur'an'ı ) getirdi,,,,"
"Ey İNSANLAR! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
(Yunus, 58)
Kur'an yalnız akademik çevrelere hitap eden, onlara özel olarak indirilen, anlaşılması zor bir kitap değildir.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Ey âlimler!,," diye bir hitap geçmez.
Bütün âyetlerde "Ey iman edenler! Ey insanlar! Ey akıl sahipleri! Aklını kullananlar! gibi hitaplar yer alır.
Üzerinde zihin yorduktan sonra, temiz ahlak ve vicdan sahibi herkesin anlaması için Kur'an, Allah tarafından kolaylaştırılmış anlaşılabilir bir kitaptır.
(Meryem, 97; Duhan, 58; Kamer, 17, 22, 32, 40)
Yalnız üzerinde düşünülecek, akıl kullanılacak, temiz bir ahlak ve berrak bir inanç yani İhlas olacaktır.
Önyargılardan uzak olmayanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Yani Kur'an'ı anlamak için din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman etmemek gerekir.
Din ve hüküm olarak başka bir kaynağa iman edenlere karşı Kur'an otomatikman kapılarını kapatır.
Kur'an'ın ahlakı budur.
Yani kur'an cahili yalancı ve sahtekar mezhepçilerin "Usul-ü hadis, usul-ü fıkıh,usul-ü tefsir" gibi uydurma kavramlar öne sürmeleri sadece hedef saptırmaya yönelik bir ahmaklıktır.
Bu ahmaklar müminleri aldatmaya çalışırlar gerçekte ise sadece kendilerini aldatırlar fakat farkında olmazlar.
Şimdi insaf ve aklı selim ile bir soruya cevap arayalım!
"Hidayet ve rahmet kaynağı olan Allah'ın kitabından beslenmek mi daha sağlıklı, nefis-enfes, edepli ve erdemli bir harekettir.
Yoksa necis,habis, zehirli ve ölümcül, beşeri bir kaynaktan beslenmek mi?
Biri, Allah tarafından indirilen hidayet, rahmet, güzel öğütlerle dolu, kesin bilgi, saf inanç, tek doğru, sırat-ı müstakim, elçilerin dosdoğru, tehlikesiz bir cennet yolu.
Diğeri, tağutlar tarafından uydurulmuş şirk, hurafe, azap, kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, taklit ve düşman istilalarını beraberinde getiren dünyanın en tehlikeli yolu ve sarp yokuşu cehennemin yolu mu?
Mübin olan Allah'ın kitabına kulak verelim.
"Şimdi (düşünün bakalım), yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?
(Mülk, 22)
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104, 104)
Baştan sona kadar yalan olan ve Nebi adına iftira edilen ehl-i sünnet din mensuplarının karşılarında bulunan vahiy ehl-i muvahhidleri susturmak için getirdikleri çok gülünç bir hezeyan vardır.
Bu Kur'an cahilleri derler ki:
"Usul-ü hadis, usul-ü fıkıh,usul-ü tefsir ilmini bilmek lazımdır"
Kırk (40) yıldan beri uydurma ve iftira ehl-i sünnet dinini araştıran biri olarak Allah'a yemin ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet'in din ataları olan Mezhep imamları ve muhaddisleri Kur'an'ın zerresinden haberi olmayan cahil adamlardı.
Ancak Kur'an'ı bilmeyen bir kişi, bu muhaddis ve müctehidlerin ne kadar cahil ve düşüncesiz olduklarını anlayamaz.
Her şey geliyor, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bilmede, kendi içinde bulunan çözümünü kavramada düğümleniyor.
Bu muhaddis ve müctehidler, bırakın Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, vahyin kendi içinde bulunan çözümünü anlamaları, Kur'an'ın en önemli iki kavramı olan Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bile anlamaktan âciz, Kur'an cahili kimselerdi.
Halbuki Kur'an bütün insanlara hitap eden bir kitaptır.
Kur'an'a baktığımızda bu dincilerin her zaman insanları Allah'ın hidayet yolundan engellediklerini görüyoruz.
Yani Kur'an'ın muhatabı seçkin bir grup, zümre, ilim erbabı değil, bütün insanlardır.
"Bu Kur'an bütün İNSANLIĞA bir açıklamadır, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür"
(Âli İmran, 138)
"İşte bu Kur'an, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye İNSANLARA gönderilmiş bir"belâğ" bildiridir"
(İbrahim, 52)
"Ey İNSANLAR! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik"
(Nisa, 174)
"Ey İNSANLAR! Resul size rabbinizden hakkı(Kur'an'ı ) getirdi,,,,"
"Ey İNSANLAR! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir"
(Yunus, 58)
Kur'an yalnız akademik çevrelere hitap eden, onlara özel olarak indirilen, anlaşılması zor bir kitap değildir.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Ey âlimler!,," diye bir hitap geçmez.
Bütün âyetlerde "Ey iman edenler! Ey insanlar! Ey akıl sahipleri! Aklını kullananlar! gibi hitaplar yer alır.
Üzerinde zihin yorduktan sonra, temiz ahlak ve vicdan sahibi herkesin anlaması için Kur'an, Allah tarafından kolaylaştırılmış anlaşılabilir bir kitaptır.
(Meryem, 97; Duhan, 58; Kamer, 17, 22, 32, 40)
Yalnız üzerinde düşünülecek, akıl kullanılacak, temiz bir ahlak ve berrak bir inanç yani İhlas olacaktır.
Önyargılardan uzak olmayanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Yani Kur'an'ı anlamak için din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman etmemek gerekir.
Din ve hüküm olarak başka bir kaynağa iman edenlere karşı Kur'an otomatikman kapılarını kapatır.
Kur'an'ın ahlakı budur.
Yani kur'an cahili yalancı ve sahtekar mezhepçilerin "Usul-ü hadis, usul-ü fıkıh,usul-ü tefsir" gibi uydurma kavramlar öne sürmeleri sadece hedef saptırmaya yönelik bir ahmaklıktır.
Bu ahmaklar müminleri aldatmaya çalışırlar gerçekte ise sadece kendilerini aldatırlar fakat farkında olmazlar.
Şimdi insaf ve aklı selim ile bir soruya cevap arayalım!
"Hidayet ve rahmet kaynağı olan Allah'ın kitabından beslenmek mi daha sağlıklı, nefis-enfes, edepli ve erdemli bir harekettir.
Yoksa necis,habis, zehirli ve ölümcül, beşeri bir kaynaktan beslenmek mi?
Biri, Allah tarafından indirilen hidayet, rahmet, güzel öğütlerle dolu, kesin bilgi, saf inanç, tek doğru, sırat-ı müstakim, elçilerin dosdoğru, tehlikesiz bir cennet yolu.
Diğeri, tağutlar tarafından uydurulmuş şirk, hurafe, azap, kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, taklit ve düşman istilalarını beraberinde getiren dünyanın en tehlikeli yolu ve sarp yokuşu cehennemin yolu mu?
Mübin olan Allah'ın kitabına kulak verelim.
"Şimdi (düşünün bakalım), yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?
(Mülk, 22)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI YÜZÜNDEN YAPISI VE MANASI DEĞİŞEN KELİMELER
(36. YAZI)
ÖRNEK 236
Bakara süresi
"Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, İşte bu sizin için daha hayırlıdır.
Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter,,,," 271. âyetinde bulunan "ve yükeffirü anküm min seyyiétiküm" "sizin günahlarınızı örter" kelimesini,
Ebu Amir "ve nükeffirü anküm min seyyiétiküm" "sizin günahlarınızı örteriz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 237
Bakara süresi
"Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hakettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının" 281. âyetinde bulunan "turceun" "döndürüleceğiniz" kelimesini Ebu Amir "terciun" "döneceğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 238
Bakara süresi
"Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir,,,," 283. âyetinde bulunan "ferihénun" "bir rehin" kelimesini, Ebu Amir "feruhunun" "rehineler" yani çoğul olarak okumuştur.
ÖRNEK 239
ÂLİ İmran suresi
"Allah ona (İsa'ya) yazmayı, hikmeti, tevrat'ı, İncil'i öğretecek" 48. âyetinde bulunan "ve yuallimuhu" "öğretecek" kelimesini, Ebu Amir "ve nuallimuhu" "öğreteceğiz" olarak okumuştur. ÖRNEK 240
ÂLİ İmran suresi
"İman edip iyi davranışta bulunanlara gelince Allah onların mükafatlarını eksiksiz verecektir,,,," 57. âyetinde bulunan
"feyuveffihim ucurahum" "mükafatlarını eksiksiz verecektir" kelimesini, Ebu Amir "fenuveffihim ucurahum" "mükafatlarını eksiksiz vereceğiz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 241
Yasin suresi
"Biz onu (Resul'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmaz dı da. Onun söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. Diri olanları uyarsın ve kafirler cezayı hak etsinler diye"
70. âyetinde bulunan "liyünzira men kéne heyyen" "Diri olanları uyarsın" kelimesini, Nâfi "litünzira men kéne heyyen" "Diri oranları uyarasın" olarak okumuştur.
Bir kıraate göre uyarıcı "Resul" olurken, diğer kıraate göre uyarıcı "Kur'an" oluyor.
Zaten Resul (Elçi) ile Kur'an arasında hiçbir fark yoktur.
Allah'ın elçileri sadece Allah'tan indirilen vahyi tebliğ ederler.
İşte Yasin süresi 69. âyet bu gerçeği apaçık gösteriyor.
Onun (Resul- Kur'an) söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır.
ÖRNEK 242
Saffat suresi
"Onlar (şeytanlar- zararlı mahluklar-tehlikeli maddeler ) artık mele'i â-lâ'ya kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar" 8. âyetinde bulunan "lé yessemmeun" "kulak veremezler" kelimesini, Nâfi "lé yesmeune " "işitmezler" olarak okumuştur.
ÖRNEK 243
Saffat suresi
"Sonra gelenler içerisinde, kendisine (İlyas) bir ün bıraktık "İlyas'a selam olsun dedik" 130. âyetinde bulunan "selémün alé ilyésin" "İlyas'a selam olsun!" kelimesini, Nâfi "selémün âle éli yâsin" "Yasin ailesine selam olsun dedik" olarak okumuştur.
ÖRNEK 244
Şuara süresi
"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder" 3. âyetinde bulunan "kezelike yuhi"
"işte böyle vahyeder" kelimesini, Nâfi "kezelike yuha" "( Allah tarafından) İşte böyle vahyediliyor" olarak okumuştur.
Bu kıraate göre âyetin anlamı şöyle oluyor. "Aziz ve hakim olan Allah tarafından sana ve senden öncekilere işte böyle vahyediliyor"
ÖRNEK 245
Enam süresi
"İsmail, Elyas'a, Yunus ve Lut'u da da hidayete erdirdik.
Hepsini âlemlere üstün kıldık" 86. âyetinde bulunan "vel yese'a" "Elyas'a" kelimesini, Kisai "ve leyse'a" olarak okumuştur.
Yani bizim Kur'an'da "El yesa" olan elçin'in adı kıraat imamı Kisai'nin yanında "leysea" olarak okunuyor.
(36. YAZI)
ÖRNEK 236
Bakara süresi
"Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, İşte bu sizin için daha hayırlıdır.
Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter,,,," 271. âyetinde bulunan "ve yükeffirü anküm min seyyiétiküm" "sizin günahlarınızı örter" kelimesini,
Ebu Amir "ve nükeffirü anküm min seyyiétiküm" "sizin günahlarınızı örteriz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 237
Bakara süresi
"Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hakettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının" 281. âyetinde bulunan "turceun" "döndürüleceğiniz" kelimesini Ebu Amir "terciun" "döneceğiniz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 238
Bakara süresi
"Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir,,,," 283. âyetinde bulunan "ferihénun" "bir rehin" kelimesini, Ebu Amir "feruhunun" "rehineler" yani çoğul olarak okumuştur.
ÖRNEK 239
ÂLİ İmran suresi
"Allah ona (İsa'ya) yazmayı, hikmeti, tevrat'ı, İncil'i öğretecek" 48. âyetinde bulunan "ve yuallimuhu" "öğretecek" kelimesini, Ebu Amir "ve nuallimuhu" "öğreteceğiz" olarak okumuştur. ÖRNEK 240
ÂLİ İmran suresi
"İman edip iyi davranışta bulunanlara gelince Allah onların mükafatlarını eksiksiz verecektir,,,," 57. âyetinde bulunan
"feyuveffihim ucurahum" "mükafatlarını eksiksiz verecektir" kelimesini, Ebu Amir "fenuveffihim ucurahum" "mükafatlarını eksiksiz vereceğiz" olarak okumuştur.
ÖRNEK 241
Yasin suresi
"Biz onu (Resul'e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmaz dı da. Onun söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. Diri olanları uyarsın ve kafirler cezayı hak etsinler diye"
70. âyetinde bulunan "liyünzira men kéne heyyen" "Diri olanları uyarsın" kelimesini, Nâfi "litünzira men kéne heyyen" "Diri oranları uyarasın" olarak okumuştur.
Bir kıraate göre uyarıcı "Resul" olurken, diğer kıraate göre uyarıcı "Kur'an" oluyor.
Zaten Resul (Elçi) ile Kur'an arasında hiçbir fark yoktur.
Allah'ın elçileri sadece Allah'tan indirilen vahyi tebliğ ederler.
İşte Yasin süresi 69. âyet bu gerçeği apaçık gösteriyor.
Onun (Resul- Kur'an) söyledikleri ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır.
ÖRNEK 242
Saffat suresi
"Onlar (şeytanlar- zararlı mahluklar-tehlikeli maddeler ) artık mele'i â-lâ'ya kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar" 8. âyetinde bulunan "lé yessemmeun" "kulak veremezler" kelimesini, Nâfi "lé yesmeune " "işitmezler" olarak okumuştur.
ÖRNEK 243
Saffat suresi
"Sonra gelenler içerisinde, kendisine (İlyas) bir ün bıraktık "İlyas'a selam olsun dedik" 130. âyetinde bulunan "selémün alé ilyésin" "İlyas'a selam olsun!" kelimesini, Nâfi "selémün âle éli yâsin" "Yasin ailesine selam olsun dedik" olarak okumuştur.
ÖRNEK 244
Şuara süresi
"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder" 3. âyetinde bulunan "kezelike yuhi"
"işte böyle vahyeder" kelimesini, Nâfi "kezelike yuha" "( Allah tarafından) İşte böyle vahyediliyor" olarak okumuştur.
Bu kıraate göre âyetin anlamı şöyle oluyor. "Aziz ve hakim olan Allah tarafından sana ve senden öncekilere işte böyle vahyediliyor"
ÖRNEK 245
Enam süresi
"İsmail, Elyas'a, Yunus ve Lut'u da da hidayete erdirdik.
Hepsini âlemlere üstün kıldık" 86. âyetinde bulunan "vel yese'a" "Elyas'a" kelimesini, Kisai "ve leyse'a" olarak okumuştur.
Yani bizim Kur'an'da "El yesa" olan elçin'in adı kıraat imamı Kisai'nin yanında "leysea" olarak okunuyor.
GÜNÜMÜZDEKİ MÜŞRİKLERİNİN KUR'AN'A ULAŞMALARI ESKİLERDEN ÇOK DAHA ZOR GÖRÜNÜYOR.
İnsanları Allah'ın hidayet yolundan alıkoyan en büyük engel Kur'an'ı bilmemeleri ve ön yargılı olmalarıdır.
Dolayısıyla ataların uydurma, batıl ve şirk dini Kur'an'ın önünde duran en tehlikeli bir bataklıktır.
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
(Ey Resul! ) Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları:
Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi.
(Resul) Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem (yinemi bana uymazsınız)? deyince, dediler ki:
Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi (Tevhid'i) inkar ediyoruz"
(Zuhruf, 23, 24)
Diyanet'in Müftü ve vaizleri, cemaatlerin liderleri ve sözcüleri, tarikatların şeyh ve halifeleri, medreselerin seyda ve mollalarının hepsi, anlattıkları bu uydurma, Nebi(as) a iftira ve Allah'a fatura edilen din yüzünden ümmi insanlar Kur'an'ın evrensel ahlakından mahrum olmaktadırlar.
Bu Kur'an cahilleri yalan ve hurafelerle ümmileri saptırıp onların veballerini de boyunlarına yüklenmektedirler.
Kadim müşriklerin içinden ders çıkaracakları bir kitapları yoktu.
Bizim dönemin müşriklerinin ise mezhep atalarından kalma yüzlerce hadis ve fıkıh kaynakları vardır.
Dolayısıyla bizim çağımızda yaşayan çağdışı müşriklerin Kur'an'a ulaşmaları çok daha zor görünüyor.
YURDUMUZDA KUR'AN CEHALETİNİN SIRALAMASI
1-) TARİKATLAR
Tarikatların anayurdu Hindistan'dır.
İngilizler vasıtasıyla İstanbul ve Bağdat gibi şehir merkezlerine taşınmışlardır.
İngilizin şeytan aklı ve siyaseti ilk başta stratejik yerlerde tarikatın kurulmasını sağlar.
Daha sonra tarikatı kendi haline bırakır.
Zaten kısa zaman içinde o tarikat gelişerek, bölünerek, parçalanarak her tarafı işgal eder.
Tarikat ve tasavvuf şirki kadar istilacı bir yapıya sahip ve yayılma özelliği olan bir inanç bulunmamaktadır.
2-) SÜLEYMANCILAR
Süleyman Hilmi Tunahan'a bağlı olan bu cemaat, son derece Kur'an cahil bağnaz bir cemaattir.
Süleymancıların yurtlarında yetişen çocuklardan Kur'an'ı gerçekten bilen, şuur sahibi, aklını kullanan, millete ve memlekete hayırlı kimse yetişmez.
3-) İSKENDERPAŞA CEMAATİ
Prof. Dr. Esat Coşan'a bağlı olan cemaattir. Esad Coşan hayatını hadis hurafelerini anlatmakla çürütmüştür.
Dolayısıyla Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dinine bağlıdırlar.
4-) NURCULAR
Said Nursi'nin şakirtleridir.
Said Nursi'nin cemaati tarikatlardan sonra en etkili bir cemaattir.
Her ilde onlarca dershanede namazlardan sonra sadece Risale'i Nur Külliyatını okurlar.
Nurcular, Risale'i Nur Külliyatının Kur'an'ın indiği yerden indiğini, Kur'an gibi bir nevi vahiy olduğunu kabul ederler.
Dolayısıyla Kur'an'ın tam bir tefsiri ve anahtarı olduğuna iman ederler.
İşte bu sebeplerden dolayı Nurcuların Kur'an'a ulaşmaları mümkün değildir.
Said Nursi, herkes tarafından benimsenen, propagandası çok etkili olarak yapılan bir adamdır.
Bu özelliğinden dolayı Anadoluyu hurafelere boğmuştur.
Said Nursi'nin hurafe taşımadığı bir din, bir kültür ve kaynak yoktur.
Sait Nursi'nin en önemli hurafe kaynağı Şia'dır.
5-) İHLAS HOLDİNG
Enver Ören cemaatidir.
TGRT, Türkiye Gazetesi, saadeti ebediyye olmak üzere Emevi-Abbasi Ehli sünnet dinini yaymak için birçok hurafe eserleri mevcuttur.
Bunların Yayınları'nda Kur'an ehli muvahhidlere ağır hakaretler vardır.
ileri gelen hocaları Osman Ünlü ve Ramazan Ayvalı'dır.
6-) DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI (Ankara) Diyanet, Kur'an'a karşı büyük bir kibir ve gurura sahiptir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dininin kaynaklarındaki rivayet ve içtihatları bırakıp Kur'an'a gelme kabiliyet ve kapasitesine hiçbir sahip olmayacaktır.
7-) SİYASAL İSLAMCILAR
Siyasal İslamcıların da diğer tarikat ve cemaatlerle ortak özellikleri Kur'an cahili olmalarıdır.
Siyasal islamcılar da din ve hüküm olarak Kur'an'ı yeterli bir kitap olarak bilmediklerinden dolayı Emevi- Abbasi- Osmanlı Ehli Sünnet dininin kaynaklarındaki rivayet ve içtihatlara iman ederler.
Yani siyasal islamcılar fetö ile aynı inancı paylaşmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Siyasal İslamcıların inancı ile fetö'nün dini arasında hiç bir fark yoktur.
İşte bundan dolayı fetö'nün dini anlayışına asla karışmazlar.
Diyanet, Cemaat ve tarikatlarda en kötü bir ahlak, en çirkin bir karakter,
Kur'an'ı Mübin'i ve tevhid akidesini kabul etmede zorlanmalarıdır.
Tarikat ve cemaatlere bulaşmayan ümmi insanlara gerçekleri anlatmak daha kolay oluyor.
Allah Elçilerinin müşrikleri aşamamaları bu yüzden olmuştur.
İnsanları Allah'ın hidayet yolundan alıkoyan en büyük engel Kur'an'ı bilmemeleri ve ön yargılı olmalarıdır.
Dolayısıyla ataların uydurma, batıl ve şirk dini Kur'an'ın önünde duran en tehlikeli bir bataklıktır.
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
(Ey Resul! ) Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları:
Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi.
(Resul) Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem (yinemi bana uymazsınız)? deyince, dediler ki:
Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi (Tevhid'i) inkar ediyoruz"
(Zuhruf, 23, 24)
Diyanet'in Müftü ve vaizleri, cemaatlerin liderleri ve sözcüleri, tarikatların şeyh ve halifeleri, medreselerin seyda ve mollalarının hepsi, anlattıkları bu uydurma, Nebi(as) a iftira ve Allah'a fatura edilen din yüzünden ümmi insanlar Kur'an'ın evrensel ahlakından mahrum olmaktadırlar.
Bu Kur'an cahilleri yalan ve hurafelerle ümmileri saptırıp onların veballerini de boyunlarına yüklenmektedirler.
Kadim müşriklerin içinden ders çıkaracakları bir kitapları yoktu.
Bizim dönemin müşriklerinin ise mezhep atalarından kalma yüzlerce hadis ve fıkıh kaynakları vardır.
Dolayısıyla bizim çağımızda yaşayan çağdışı müşriklerin Kur'an'a ulaşmaları çok daha zor görünüyor.
YURDUMUZDA KUR'AN CEHALETİNİN SIRALAMASI
1-) TARİKATLAR
Tarikatların anayurdu Hindistan'dır.
İngilizler vasıtasıyla İstanbul ve Bağdat gibi şehir merkezlerine taşınmışlardır.
İngilizin şeytan aklı ve siyaseti ilk başta stratejik yerlerde tarikatın kurulmasını sağlar.
Daha sonra tarikatı kendi haline bırakır.
Zaten kısa zaman içinde o tarikat gelişerek, bölünerek, parçalanarak her tarafı işgal eder.
Tarikat ve tasavvuf şirki kadar istilacı bir yapıya sahip ve yayılma özelliği olan bir inanç bulunmamaktadır.
2-) SÜLEYMANCILAR
Süleyman Hilmi Tunahan'a bağlı olan bu cemaat, son derece Kur'an cahil bağnaz bir cemaattir.
Süleymancıların yurtlarında yetişen çocuklardan Kur'an'ı gerçekten bilen, şuur sahibi, aklını kullanan, millete ve memlekete hayırlı kimse yetişmez.
3-) İSKENDERPAŞA CEMAATİ
Prof. Dr. Esat Coşan'a bağlı olan cemaattir. Esad Coşan hayatını hadis hurafelerini anlatmakla çürütmüştür.
Dolayısıyla Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dinine bağlıdırlar.
4-) NURCULAR
Said Nursi'nin şakirtleridir.
Said Nursi'nin cemaati tarikatlardan sonra en etkili bir cemaattir.
Her ilde onlarca dershanede namazlardan sonra sadece Risale'i Nur Külliyatını okurlar.
Nurcular, Risale'i Nur Külliyatının Kur'an'ın indiği yerden indiğini, Kur'an gibi bir nevi vahiy olduğunu kabul ederler.
Dolayısıyla Kur'an'ın tam bir tefsiri ve anahtarı olduğuna iman ederler.
İşte bu sebeplerden dolayı Nurcuların Kur'an'a ulaşmaları mümkün değildir.
Said Nursi, herkes tarafından benimsenen, propagandası çok etkili olarak yapılan bir adamdır.
Bu özelliğinden dolayı Anadoluyu hurafelere boğmuştur.
Said Nursi'nin hurafe taşımadığı bir din, bir kültür ve kaynak yoktur.
Sait Nursi'nin en önemli hurafe kaynağı Şia'dır.
5-) İHLAS HOLDİNG
Enver Ören cemaatidir.
TGRT, Türkiye Gazetesi, saadeti ebediyye olmak üzere Emevi-Abbasi Ehli sünnet dinini yaymak için birçok hurafe eserleri mevcuttur.
Bunların Yayınları'nda Kur'an ehli muvahhidlere ağır hakaretler vardır.
ileri gelen hocaları Osman Ünlü ve Ramazan Ayvalı'dır.
6-) DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI (Ankara) Diyanet, Kur'an'a karşı büyük bir kibir ve gurura sahiptir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dininin kaynaklarındaki rivayet ve içtihatları bırakıp Kur'an'a gelme kabiliyet ve kapasitesine hiçbir sahip olmayacaktır.
7-) SİYASAL İSLAMCILAR
Siyasal İslamcıların da diğer tarikat ve cemaatlerle ortak özellikleri Kur'an cahili olmalarıdır.
Siyasal islamcılar da din ve hüküm olarak Kur'an'ı yeterli bir kitap olarak bilmediklerinden dolayı Emevi- Abbasi- Osmanlı Ehli Sünnet dininin kaynaklarındaki rivayet ve içtihatlara iman ederler.
Yani siyasal islamcılar fetö ile aynı inancı paylaşmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Siyasal İslamcıların inancı ile fetö'nün dini arasında hiç bir fark yoktur.
İşte bundan dolayı fetö'nün dini anlayışına asla karışmazlar.
Diyanet, Cemaat ve tarikatlarda en kötü bir ahlak, en çirkin bir karakter,
Kur'an'ı Mübin'i ve tevhid akidesini kabul etmede zorlanmalarıdır.
Tarikat ve cemaatlere bulaşmayan ümmi insanlara gerçekleri anlatmak daha kolay oluyor.
Allah Elçilerinin müşrikleri aşamamaları bu yüzden olmuştur.
ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(33. YAZI)
Tarikatların tasavvuf şirk dini ile Diyanet'in ve cemaatlerin uydurma Ehli Sünnet'in hadis dini arasında bir fark yoktur.
Eğer bir fark olsaydı birbirlerinin inanç, fikir ahlak, ve söylemlerinden rahatsız olmaları gerekirdi.
MESELA
Vahiy ehli muvahhidlerin sinesi şirk dinine ve müşriklere karşı büyük bir kin ve nefret ile doludur.
Aynı şekilde, Tarikatçısı, Nurcusu, Diyanetçisi, Süleymancısı ile Kuran'a tavır koyan bütün şirk ehli, vahiy'den ve muvahhidlerden son derece nefret ederler.
",,,,,Müşrikleri dâvet ettiğiniz (İslam-Tevhid) çok zorlarına gider,,,,"
(Şura, 13)
Fakat vahiy ehli muvahhidler, müşriklerle Kur'an, ilim, akıl, tefekkür ve hikmet ile mücadele ederler.
Muvahhidler, hiçbir zaman zorlama, şiddet ve baskı ile Kur'an'ı ve İslam'ı kabul ettirmeye çalışmazlar.
Uydurma din mensuplarının anlayamadığı şey, neyin doğru, neyin yanlış, neyin hak ve neyin batıl olduğunu muhaddis ve müctehidlerinin rivayet ve içtihatları değil, sadece ve sadece Allah'ın irade ve hükmünün indirilen vahiy ile tecelli edeceğidir.
"Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde şüphe edicilerden olmayasın"
(Bakara, 147)
(İşte O, sizin gerçek olan Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl sapıklığa döndürülüyorsunuz?
(Yunus, 32)
Aslında ataların şirk dinine mensup mezhepçilerin Kur'an ehli muvahhidlere karşı gelmelerinin arkasında Kur'an'ı itibarsızlaştırma vardır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri uydurma dinlerini hayatlarına ve ahlaklarına o derece hakim kılmışlar ki, onlardan birine ne kadar âyet okumuş olsak da şüpheyle karşılıyorlar.
Fakat ne kadar absürt ve ahmakça da olsa her hangi bir rivayete kesin doğruymuş gibi yaklaşıyorlar.
Şia ve Ehli Sünnet'in Kur'an kabul etmez cahilleri, çıkar ve menfaatleri için yaptıklarını ümmi insanları aldatarak din ve iman diye sattılar.
İŞTE EHLİ SÜNNET'İN İLERİ GELENLERİNİN İNANCI:
NURETTİN YILDIZ:
"Kardeşler! Elimizde bizim liste var, Sahih-i Buhari demek, Kur'an'dan sonra en güvenilir kitap demek, Müslim o demektir.
Bu iki kitab-ı tartışmayız ! Tartışanla selam kesebiliriz.
Bir sakıncası yoktur.
Tekrar ediyorum anlaşılsın diye, selam kesebilirim.
Kafirdir demem! ama istemem melekler benim onunla çay içtiğimi! görmesini istemem.
Çaydan dolayı başım belaya girmesin kıyamet günü isterim!
CÜBBELİ AHMET:
"Kur'an bana yeter diyor, bunların hepsi tâbi itikadi bozuk adamlar!
Kur'an bana yeter diyen kafir olur!
Çünkü hadisi inkar eden kafir olur!
Sünnet Kur'an ile sabittir! Kur'an bizi sünnete havale ediyor!
Onun için kafir olur"
F GÜLEN
"Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı"
İHSAN ŞENOCAK
"Oynama Buhariyle, oynama Müslim ile, Buhari çökerse İslam çöker, Müslüm çökünce İslam çöker"
SAİD NURSİ
Milyonlarca insanın ilâh ve Rab olarak gördüğü Said Nursi son derece Kur'an ve Resul cahili bir adamdır.
Diyor ki,
"Ben sekiz dokuz yaşındayken cevizim bile kaybolsa "ya Gavs-ı Geylani" derdim.
"Ya şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim şu şeyimi buldur" derdim, şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hz. şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiştir"
(Sikke-i tasdik-i gaybi, Sözler Neşriyat, sayfa 120)
"Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kat'edip(kesip önünden )
geçtiğinden, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Allah'ım! onun eserini (izini, zürriyetini, ayağını) kes demiş, ondan sonra çocuk daha yürüyememiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş"
( Risale'i Nur Külliyatı, Mektubat 19 mektup, mucizatı Ahmediye, sayfa 130)
Halbuki Allah Resulü (as) arkadaşları tarafından kendisine yapılan bir çok olumsuz tavra karşı utancından ve yüksek ahlakından dolayı ses çıkarmamış, Allah tarafından onları ikaz eden âyetler inmiştir.
EBUBEKİR SİFİL
"Aleyhissalâtu vesselam efendimiz bir kere şunu çok net olarak ifade edelim.
Aleyhissalâtu vesselam efendimiz herhangi bir ölümlü gibi bu dünya ile bağlantısı kesilmiş bir peygamber değil, yani buyuruyor ki:
"Mesela bana sık salâtü selam getirin, yeryüzünde Allahu Teala'nın dolaşan melekleri vardır.
O melekler her kim bana salatü selam getirdiğinde, onu alır ve bana getirirler.
Bana ruhum iade edilir ve ben de ona selamına mukabele ederim.
Gene bizzat kendi ifadesi "Peygamberlerin bedenlerini Allah toprağa haram kılmıştır" Peygamberlerin bedeni çürümez!
Kur'an'ı Kerim'de şehitler için "onlara ölü demeyin" diridirler.
"Siz hissedemezsiniz" buyuruyor.
Peygamberler için bu evveliyetle böyledir. Şehitler diriyse, ölmediyse, peygamberler evveliyetle diridir.
Dolayısıyla peygamber (aleyhissalâtu vesselam) efendimizin biz onu dilimizde ruhaniyeti diyoruz, ama (aleyhissalâtu vesselam) efendimizin bizâtihi hayat sahibi olduğu çok aşikar, çok çok açık.
Dolayısıyla ona getirilen her salâtü selama mukabele ediyor,
amellerimiz ona arz ediliyor! bundan ya hoşnut oluyor ya hüzünleniyor.
Dolayısıyla onunla irtibatımızın birtakım perdelerin arkasına gömülmüş, böyle sanal, efendim çok hayali bir şey düşünmeyelim.
Son derece çok canlı,
kalbi bir münasebet kurulmalı (aleyhissalâtu vesselam) efendimizle onu rehberliğinde o zaman hayatımızda kendiliğinden ortaya çıkacaktır"
Ebubekir Sifil'in başka bir konuşması:
"İsterse beş yüz (500) tane ayet okusun, bir kimse size gelip Kur'an'da şu yoktur, veya Kur'an'da şu vardır, iddaasına isterse beş yüz (500) âyet getirsin.
Eğer Sünnette selefte bir dayanağı yoksa, sünnetin ve selefin tasdikinden geçmiyorsa, biz buna bid'at hükmü vermekte tereddüt etmemeliyiz"
Halbuki asıl bid'at, hurafe, küfür, şirk ve cehalet din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilmeyen şeylerdir.
(33. YAZI)
Tarikatların tasavvuf şirk dini ile Diyanet'in ve cemaatlerin uydurma Ehli Sünnet'in hadis dini arasında bir fark yoktur.
Eğer bir fark olsaydı birbirlerinin inanç, fikir ahlak, ve söylemlerinden rahatsız olmaları gerekirdi.
MESELA
Vahiy ehli muvahhidlerin sinesi şirk dinine ve müşriklere karşı büyük bir kin ve nefret ile doludur.
Aynı şekilde, Tarikatçısı, Nurcusu, Diyanetçisi, Süleymancısı ile Kuran'a tavır koyan bütün şirk ehli, vahiy'den ve muvahhidlerden son derece nefret ederler.
",,,,,Müşrikleri dâvet ettiğiniz (İslam-Tevhid) çok zorlarına gider,,,,"
(Şura, 13)
Fakat vahiy ehli muvahhidler, müşriklerle Kur'an, ilim, akıl, tefekkür ve hikmet ile mücadele ederler.
Muvahhidler, hiçbir zaman zorlama, şiddet ve baskı ile Kur'an'ı ve İslam'ı kabul ettirmeye çalışmazlar.
Uydurma din mensuplarının anlayamadığı şey, neyin doğru, neyin yanlış, neyin hak ve neyin batıl olduğunu muhaddis ve müctehidlerinin rivayet ve içtihatları değil, sadece ve sadece Allah'ın irade ve hükmünün indirilen vahiy ile tecelli edeceğidir.
"Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde şüphe edicilerden olmayasın"
(Bakara, 147)
(İşte O, sizin gerçek olan Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl sapıklığa döndürülüyorsunuz?
(Yunus, 32)
Aslında ataların şirk dinine mensup mezhepçilerin Kur'an ehli muvahhidlere karşı gelmelerinin arkasında Kur'an'ı itibarsızlaştırma vardır.
Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri uydurma dinlerini hayatlarına ve ahlaklarına o derece hakim kılmışlar ki, onlardan birine ne kadar âyet okumuş olsak da şüpheyle karşılıyorlar.
Fakat ne kadar absürt ve ahmakça da olsa her hangi bir rivayete kesin doğruymuş gibi yaklaşıyorlar.
Şia ve Ehli Sünnet'in Kur'an kabul etmez cahilleri, çıkar ve menfaatleri için yaptıklarını ümmi insanları aldatarak din ve iman diye sattılar.
İŞTE EHLİ SÜNNET'İN İLERİ GELENLERİNİN İNANCI:
NURETTİN YILDIZ:
"Kardeşler! Elimizde bizim liste var, Sahih-i Buhari demek, Kur'an'dan sonra en güvenilir kitap demek, Müslim o demektir.
Bu iki kitab-ı tartışmayız ! Tartışanla selam kesebiliriz.
Bir sakıncası yoktur.
Tekrar ediyorum anlaşılsın diye, selam kesebilirim.
Kafirdir demem! ama istemem melekler benim onunla çay içtiğimi! görmesini istemem.
Çaydan dolayı başım belaya girmesin kıyamet günü isterim!
CÜBBELİ AHMET:
"Kur'an bana yeter diyor, bunların hepsi tâbi itikadi bozuk adamlar!
Kur'an bana yeter diyen kafir olur!
Çünkü hadisi inkar eden kafir olur!
Sünnet Kur'an ile sabittir! Kur'an bizi sünnete havale ediyor!
Onun için kafir olur"
F GÜLEN
"Kur'an Müslümanlığı diye bir sapıklık çıktı"
İHSAN ŞENOCAK
"Oynama Buhariyle, oynama Müslim ile, Buhari çökerse İslam çöker, Müslüm çökünce İslam çöker"
SAİD NURSİ
Milyonlarca insanın ilâh ve Rab olarak gördüğü Said Nursi son derece Kur'an ve Resul cahili bir adamdır.
Diyor ki,
"Ben sekiz dokuz yaşındayken cevizim bile kaybolsa "ya Gavs-ı Geylani" derdim.
"Ya şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim şu şeyimi buldur" derdim, şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hz. şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiştir"
(Sikke-i tasdik-i gaybi, Sözler Neşriyat, sayfa 120)
"Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kat'edip(kesip önünden )
geçtiğinden, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Allah'ım! onun eserini (izini, zürriyetini, ayağını) kes demiş, ondan sonra çocuk daha yürüyememiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş"
( Risale'i Nur Külliyatı, Mektubat 19 mektup, mucizatı Ahmediye, sayfa 130)
Halbuki Allah Resulü (as) arkadaşları tarafından kendisine yapılan bir çok olumsuz tavra karşı utancından ve yüksek ahlakından dolayı ses çıkarmamış, Allah tarafından onları ikaz eden âyetler inmiştir.
EBUBEKİR SİFİL
"Aleyhissalâtu vesselam efendimiz bir kere şunu çok net olarak ifade edelim.
Aleyhissalâtu vesselam efendimiz herhangi bir ölümlü gibi bu dünya ile bağlantısı kesilmiş bir peygamber değil, yani buyuruyor ki:
"Mesela bana sık salâtü selam getirin, yeryüzünde Allahu Teala'nın dolaşan melekleri vardır.
O melekler her kim bana salatü selam getirdiğinde, onu alır ve bana getirirler.
Bana ruhum iade edilir ve ben de ona selamına mukabele ederim.
Gene bizzat kendi ifadesi "Peygamberlerin bedenlerini Allah toprağa haram kılmıştır" Peygamberlerin bedeni çürümez!
Kur'an'ı Kerim'de şehitler için "onlara ölü demeyin" diridirler.
"Siz hissedemezsiniz" buyuruyor.
Peygamberler için bu evveliyetle böyledir. Şehitler diriyse, ölmediyse, peygamberler evveliyetle diridir.
Dolayısıyla peygamber (aleyhissalâtu vesselam) efendimizin biz onu dilimizde ruhaniyeti diyoruz, ama (aleyhissalâtu vesselam) efendimizin bizâtihi hayat sahibi olduğu çok aşikar, çok çok açık.
Dolayısıyla ona getirilen her salâtü selama mukabele ediyor,
amellerimiz ona arz ediliyor! bundan ya hoşnut oluyor ya hüzünleniyor.
Dolayısıyla onunla irtibatımızın birtakım perdelerin arkasına gömülmüş, böyle sanal, efendim çok hayali bir şey düşünmeyelim.
Son derece çok canlı,
kalbi bir münasebet kurulmalı (aleyhissalâtu vesselam) efendimizle onu rehberliğinde o zaman hayatımızda kendiliğinden ortaya çıkacaktır"
Ebubekir Sifil'in başka bir konuşması:
"İsterse beş yüz (500) tane ayet okusun, bir kimse size gelip Kur'an'da şu yoktur, veya Kur'an'da şu vardır, iddaasına isterse beş yüz (500) âyet getirsin.
Eğer Sünnette selefte bir dayanağı yoksa, sünnetin ve selefin tasdikinden geçmiyorsa, biz buna bid'at hükmü vermekte tereddüt etmemeliyiz"
Halbuki asıl bid'at, hurafe, küfür, şirk ve cehalet din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilmeyen şeylerdir.
ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(34. YAZI)
CÜBBELİ AHMED'İN ŞİRK SAPIKLIĞI
"Hz Ömer efendimiz kabre İner inmez hemen
Münker- Nekir geldiler.
"Rabbin kim? dediler.
O da hemen dedi ki:
Ben size sorayım:
Nereden geldiniz?
Hz Ömer, durun bakayım! dedi.
Siz nereden geldiniz?
Arş'tan geldik, Arş neresi ?
E dedi ki, siz arştan geldiniz Rabbinizi unutmadınız!
Ben bir metre yerden geldim gömüldüm, ben niye unutayım Rabbimi, bana soruyorsunuz.
Bir de ondan sonra ne kopardı?
Dedi ki, meleklere bir daha bu Muhammed ümmetinden kabre girenlerin hiçbirine öyle korkutucu manzara ile sert gelmeyeceksiniz bir daha, diye meleklere bir ültimatom verdi.
Adam olursan Melekler seni dinler!
Böyle dostların çok işleri var!
MAHMUT USTAOSMANOĞLUNUN ŞİRK SAPIKLIĞI
"Mevla Teala ziyade genişlik sahibidir.
Ama bu, bizim bildiğimiz genişlik değildir.
O'na mahsus genişliktir.
Ziyade bilicidir.
İsteyen o, istenilen o, bilen o, bilinen o, şahit o, meşhut o, akıl ermez bu işlere.
"Namaz kıldık" diyoruz.
Ama asıl namazın hakikatini Mevla Teala'nın kıldığı namazın sureti oluyor.
Mevla Teala gibi kim kılabilir?
Asıl kendisine layık olan namazı kendisi kılıyor. Mevla Teâla hakkıyla kılıyor, ya biz!
Çok dikkat ederek namaz kılsak, ancak Mevla Teala'nın kıldığı namazın süretini kılmış oluruz. Demek ki zat-ı pâkı süphaniye hem abid, hem mâbud, hem zakir, hem mezkur.
Yani hem ibadet ediyor, hem ibadet olunuyor, hem zikrediyor, hem de zikr olunuyor"
( Ahıska Yayınları, 1 baskı, İstanbul 2012, Mahmut Efendi sohbetler 6. Cilt, sayfa 109) CÜBBELİ'DEN AYRILAN GRUBUN ÖNCÜLERİNDEN OLAN MESUT ÖZDEMİR'İN ŞİRK SAPIKLIĞI
SORU:
Hocam! namazlarımı kılıyorum, ancak Kur'an okumayı bilmiyorum.
Ama her akşam eve geldiğimde Türkçe mealinden okuyorum.
Bunun sevabı, veya sakıncası var mıdır?
CEVAP:
"Türkçe maldan okumanın sevabı illaki var, sonuçta Kur'an'ı Kerim'in mealini okuyorsun. Ama meal'den hiçbir şey anlamazsın onu da söyleyeyim.
Yani meal'den hiç kimse bir şey anlamaz! Mesela: Ben sana bir meal söyleyeyim.
mesela: Ne diyor âyeti kerimede mevlamız.
"Oruç sizin üzerinizde yazıldı"
Ne demek bu? Mealde böyle, "kütibe aleykümüssiyému " "oruç sizin üzerinize yazıldı" Nasıl yazıldı yani! kalem alıp üzerimize oruç mu yazılar.
Türkçesi bu, ama manası bu değil, oruç size farz kılındı.
"Kütibe" "furize" manasında, yani farz kılındı manasında.
Bunu da ancak tefsirden çözebilir.
Bu kardeşimiz gene meal okumaya veya tefsirli mealler var, onları okumaya devam etsin.
Ama şunu söyleyelim.
Kur'an'ın Arapçasından yani aslından bir sayfa okumak,
Türkçeyi hatim etmekten belki 10 kere, 20 kere hatim etmekten daha sevaptır.
Yani kekeleye kekeleye böyle
"kü-ti-be" böyle kekeleye kekeleye okusun bir sayfayı bir saatte okusun ama o bir saatte okuyacağı bir cüz Türkçe meali'den çok çok daha sevaptır.
Niye sevaptır?
Çünkü bu Allah'ın kelamıdır.
Bir kimse Kur'an okurken, okuduktan sonra, "ben Allah'la konuştum" diye yemin etse, yemin kefareti ödemek zorunda değildir.
Çünkü onun içindeki gizli manaları biz Türkçede açığa çıkaramayız.
Eğer Türkçe okumakla iş yerine gelmiş olsaydı, o zaman namazı da Türkçe kılardık, ezanı da Türkçe okurduk
O zaman ne olurdu?
Herkes bunu anlasın derdik.
Ama öyle değil, bir Fatihayı Türkçe okumanın manası yedi ayet, yedi sıra yapmaz.
Ama Fatiha'nın manası yedi sıra değil ki, develer yükü kitaplar Fatiha'nın manasını almıyor!
Onun için Arapça okuduğun zaman Mevlanın kasdettiği bütün manayı söylemiş olursun. Ama Türkçe'yi okuduğu zaman sadece onu tefsir eden kişinin ondan ne anlamış olduğunu, ne söylemiş olduğunu öğrenmiş olursun.
(34. YAZI)
CÜBBELİ AHMED'İN ŞİRK SAPIKLIĞI
"Hz Ömer efendimiz kabre İner inmez hemen
Münker- Nekir geldiler.
"Rabbin kim? dediler.
O da hemen dedi ki:
Ben size sorayım:
Nereden geldiniz?
Hz Ömer, durun bakayım! dedi.
Siz nereden geldiniz?
Arş'tan geldik, Arş neresi ?
E dedi ki, siz arştan geldiniz Rabbinizi unutmadınız!
Ben bir metre yerden geldim gömüldüm, ben niye unutayım Rabbimi, bana soruyorsunuz.
Bir de ondan sonra ne kopardı?
Dedi ki, meleklere bir daha bu Muhammed ümmetinden kabre girenlerin hiçbirine öyle korkutucu manzara ile sert gelmeyeceksiniz bir daha, diye meleklere bir ültimatom verdi.
Adam olursan Melekler seni dinler!
Böyle dostların çok işleri var!
MAHMUT USTAOSMANOĞLUNUN ŞİRK SAPIKLIĞI
"Mevla Teala ziyade genişlik sahibidir.
Ama bu, bizim bildiğimiz genişlik değildir.
O'na mahsus genişliktir.
Ziyade bilicidir.
İsteyen o, istenilen o, bilen o, bilinen o, şahit o, meşhut o, akıl ermez bu işlere.
"Namaz kıldık" diyoruz.
Ama asıl namazın hakikatini Mevla Teala'nın kıldığı namazın sureti oluyor.
Mevla Teala gibi kim kılabilir?
Asıl kendisine layık olan namazı kendisi kılıyor. Mevla Teâla hakkıyla kılıyor, ya biz!
Çok dikkat ederek namaz kılsak, ancak Mevla Teala'nın kıldığı namazın süretini kılmış oluruz. Demek ki zat-ı pâkı süphaniye hem abid, hem mâbud, hem zakir, hem mezkur.
Yani hem ibadet ediyor, hem ibadet olunuyor, hem zikrediyor, hem de zikr olunuyor"
( Ahıska Yayınları, 1 baskı, İstanbul 2012, Mahmut Efendi sohbetler 6. Cilt, sayfa 109) CÜBBELİ'DEN AYRILAN GRUBUN ÖNCÜLERİNDEN OLAN MESUT ÖZDEMİR'İN ŞİRK SAPIKLIĞI
SORU:
Hocam! namazlarımı kılıyorum, ancak Kur'an okumayı bilmiyorum.
Ama her akşam eve geldiğimde Türkçe mealinden okuyorum.
Bunun sevabı, veya sakıncası var mıdır?
CEVAP:
"Türkçe maldan okumanın sevabı illaki var, sonuçta Kur'an'ı Kerim'in mealini okuyorsun. Ama meal'den hiçbir şey anlamazsın onu da söyleyeyim.
Yani meal'den hiç kimse bir şey anlamaz! Mesela: Ben sana bir meal söyleyeyim.
mesela: Ne diyor âyeti kerimede mevlamız.
"Oruç sizin üzerinizde yazıldı"
Ne demek bu? Mealde böyle, "kütibe aleykümüssiyému " "oruç sizin üzerinize yazıldı" Nasıl yazıldı yani! kalem alıp üzerimize oruç mu yazılar.
Türkçesi bu, ama manası bu değil, oruç size farz kılındı.
"Kütibe" "furize" manasında, yani farz kılındı manasında.
Bunu da ancak tefsirden çözebilir.
Bu kardeşimiz gene meal okumaya veya tefsirli mealler var, onları okumaya devam etsin.
Ama şunu söyleyelim.
Kur'an'ın Arapçasından yani aslından bir sayfa okumak,
Türkçeyi hatim etmekten belki 10 kere, 20 kere hatim etmekten daha sevaptır.
Yani kekeleye kekeleye böyle
"kü-ti-be" böyle kekeleye kekeleye okusun bir sayfayı bir saatte okusun ama o bir saatte okuyacağı bir cüz Türkçe meali'den çok çok daha sevaptır.
Niye sevaptır?
Çünkü bu Allah'ın kelamıdır.
Bir kimse Kur'an okurken, okuduktan sonra, "ben Allah'la konuştum" diye yemin etse, yemin kefareti ödemek zorunda değildir.
Çünkü onun içindeki gizli manaları biz Türkçede açığa çıkaramayız.
Eğer Türkçe okumakla iş yerine gelmiş olsaydı, o zaman namazı da Türkçe kılardık, ezanı da Türkçe okurduk
O zaman ne olurdu?
Herkes bunu anlasın derdik.
Ama öyle değil, bir Fatihayı Türkçe okumanın manası yedi ayet, yedi sıra yapmaz.
Ama Fatiha'nın manası yedi sıra değil ki, develer yükü kitaplar Fatiha'nın manasını almıyor!
Onun için Arapça okuduğun zaman Mevlanın kasdettiği bütün manayı söylemiş olursun. Ama Türkçe'yi okuduğu zaman sadece onu tefsir eden kişinin ondan ne anlamış olduğunu, ne söylemiş olduğunu öğrenmiş olursun.
11 Kasım 2018 Pazar
ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(32. YAZI)
Adıyaman uydurma gavs'ının Semerkand tv'de tasavvuf müziği eşliğinde Serdar Tuncer'in anlattığı alçak bir şirk sapıklığı:
"AHIRI MELEKLERE TEMİZLETTİRMEK"
Serdar Tuncer diyor ki:
"Yüce Nakşibendi yolunun önemli amellerinden biri de hizmettir.
(Tarikatta hizmet: Şeyh adlı tağuta kölelik yapmaktır)
"Hizmet, müridin kendini yetiştirmesinde ve manevi olarak yükselmesinde en önemli basamaktır.
Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri geceleri sofiler uyuduktan sonra lavaboları temizleyerek, Seyyid Abdulhakim El Hüseyni de hizmet yapmak maksadıyla Şah-ı hazne'nin (Şeyh Ahmet el- Haznevi, Tekkesi Suriye tel- ma'ruf olarak bilinen yerdedir)
sürüsünün ahırında tezekleri bir taraftan öbür tarafa atarak bu yolda ilerlemişler ve benliği yıkmışlardır.
Seyyid Abdulhakim Hazretleri El- Hüseyni Hazretleri bir gün müritlerinden ahırın önündeki samanları ahırın üstüne atmalarını ister.
Sofiler samanları ahırın üstüne atarken, içlerinden birisi
"mübarek bize niye hizmet ettiriyor ki" diye içinden geçirir.
O esnada mübarek gavs gelir ve sofiler!
"Çok yoruldunuz, isterseniz bir çay molası verin, hem dinlenmiş olursunuz" buyurur.
Çay içme esnasında içinden bunları geçiren sofi'nin kalp gözü açılır ve samanları meleklerin taşıdığını görür!
Gavs (kuddise sırruhu) buyurur.
"Sofi gördün mü?
"Biz istersek Allah'ın izniyle bu işi meleklere bile yaptırırız, ancak istiyoruz ki sofiler kazansın"
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Müşriklere de ki: Allah'tan başka ilâh saydığınız şeyleri çağırın. Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur. Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur"
(Sebe, 22)
İSMAİLAĞA TARİKATININ ŞİRK SAPIKLIĞI: Muhammed Fatih Osmanoğlu anlatıyor. "Bununla alakalı size bir sır daha vereyim!
Ben çok gidiyorum, gittiğim zaman da paylaşıyorum' insanlar gitsin diye.
Akbaba Hazretleri var (kuddise sırruhu) nerede yatıyor?
"Kuddise sırruhu veya kaddasallâhu sirrahu" ne demektir?
Aslında Allah elçilerinin kavimleri gibi, bu sapık müşrikler de şeyhlerine "Allah" diyecekler, fakat Kur'an'dan ve muvahhidlerden çekindikleri için "gavs, insanı kamil,
hakikatı Muhammediye, kuddise sırruhu ve kaddasallâhu sirrahu"
gibi kavramları kullanarak takiyye yapmaktadırlar.
Devamında diyor ki,
"Beykoz'da yatıyor, Beykoz'da Akbaba Köyü vardır.
Nakşi büyüklerinden Akbaba Hazretleri orada yatıyor.
Efendi hazretleri
(Mahmut Ustaosmanoğlu) bununla alakalı çok ciddi hikayeleri var.
Akbaba Hazretleri Fatih döneminde yaşadı halbuki.
Ama diyor ki, zaman zaman tıbbi noktada fiziki şartlarla yaşamış olduğu bazı sıkıntılar olmuştu Efendi Hazretlerinin
(Mahmut Ustaosmanoğlu) ameliyatlar geçirmişti.
Dediklerine göre, diyor ki kendileri, "Ameliyatımıza Akbaba Hazretleri teşrif ettiler" diyor.
Gelmiş manevi doktorluk yapmış.
Ve derdi ki: Ha şimdi kabre gidip de istimdat istemeyi inkâr edenler var.
Olur mu?
Bal gibi olur!
Öyle bir olur ki, sen yaşayanlardan istiyorsun! yaşayan insanlar ile ölüler arasında fark ne? Onları sen vesile kılıyorsun da, insanın nefsi insandan ayrılınca,
insanın istidadı ve ruhsal kabiliyeti daha çok artar halbuki!
Derler ki, mesela: Bir veli yaşarken kınına sokulmuş kılıç gibidir.
O kılıç keser mi? Vurursun adama, en fazla bayıltırsın!
Ama bu kılıcı kınından ayırırsan, adamın boğazına dayarsan, adamı ikiye bölersin kağıt gibi.
İşte diyor veli de vefat ettiği zaman nefis ayrılıyor ya bedenden, nefis geberip gidiyor!
Ruh devam ediyor onunla!
Dolayısıyla diyor, o insanın tasarrufu yaşamındaki tasarundan çok daha kaliteli olabilir"
Gerçekten de tasavvuf ve tarikatlarda yardım etmede ve cezalandırmada ölü şeyhler yaşayanlardan daha etkilidir.
Bu Kur'an düşmanı müşriklere bir âyet ile cevap verelim.
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını onun bilmesi yeter"
(Furkan, 58)
(32. YAZI)
Adıyaman uydurma gavs'ının Semerkand tv'de tasavvuf müziği eşliğinde Serdar Tuncer'in anlattığı alçak bir şirk sapıklığı:
"AHIRI MELEKLERE TEMİZLETTİRMEK"
Serdar Tuncer diyor ki:
"Yüce Nakşibendi yolunun önemli amellerinden biri de hizmettir.
(Tarikatta hizmet: Şeyh adlı tağuta kölelik yapmaktır)
"Hizmet, müridin kendini yetiştirmesinde ve manevi olarak yükselmesinde en önemli basamaktır.
Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri geceleri sofiler uyuduktan sonra lavaboları temizleyerek, Seyyid Abdulhakim El Hüseyni de hizmet yapmak maksadıyla Şah-ı hazne'nin (Şeyh Ahmet el- Haznevi, Tekkesi Suriye tel- ma'ruf olarak bilinen yerdedir)
sürüsünün ahırında tezekleri bir taraftan öbür tarafa atarak bu yolda ilerlemişler ve benliği yıkmışlardır.
Seyyid Abdulhakim Hazretleri El- Hüseyni Hazretleri bir gün müritlerinden ahırın önündeki samanları ahırın üstüne atmalarını ister.
Sofiler samanları ahırın üstüne atarken, içlerinden birisi
"mübarek bize niye hizmet ettiriyor ki" diye içinden geçirir.
O esnada mübarek gavs gelir ve sofiler!
"Çok yoruldunuz, isterseniz bir çay molası verin, hem dinlenmiş olursunuz" buyurur.
Çay içme esnasında içinden bunları geçiren sofi'nin kalp gözü açılır ve samanları meleklerin taşıdığını görür!
Gavs (kuddise sırruhu) buyurur.
"Sofi gördün mü?
"Biz istersek Allah'ın izniyle bu işi meleklere bile yaptırırız, ancak istiyoruz ki sofiler kazansın"
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Müşriklere de ki: Allah'tan başka ilâh saydığınız şeyleri çağırın. Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur. Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur"
(Sebe, 22)
İSMAİLAĞA TARİKATININ ŞİRK SAPIKLIĞI: Muhammed Fatih Osmanoğlu anlatıyor. "Bununla alakalı size bir sır daha vereyim!
Ben çok gidiyorum, gittiğim zaman da paylaşıyorum' insanlar gitsin diye.
Akbaba Hazretleri var (kuddise sırruhu) nerede yatıyor?
"Kuddise sırruhu veya kaddasallâhu sirrahu" ne demektir?
Aslında Allah elçilerinin kavimleri gibi, bu sapık müşrikler de şeyhlerine "Allah" diyecekler, fakat Kur'an'dan ve muvahhidlerden çekindikleri için "gavs, insanı kamil,
hakikatı Muhammediye, kuddise sırruhu ve kaddasallâhu sirrahu"
gibi kavramları kullanarak takiyye yapmaktadırlar.
Devamında diyor ki,
"Beykoz'da yatıyor, Beykoz'da Akbaba Köyü vardır.
Nakşi büyüklerinden Akbaba Hazretleri orada yatıyor.
Efendi hazretleri
(Mahmut Ustaosmanoğlu) bununla alakalı çok ciddi hikayeleri var.
Akbaba Hazretleri Fatih döneminde yaşadı halbuki.
Ama diyor ki, zaman zaman tıbbi noktada fiziki şartlarla yaşamış olduğu bazı sıkıntılar olmuştu Efendi Hazretlerinin
(Mahmut Ustaosmanoğlu) ameliyatlar geçirmişti.
Dediklerine göre, diyor ki kendileri, "Ameliyatımıza Akbaba Hazretleri teşrif ettiler" diyor.
Gelmiş manevi doktorluk yapmış.
Ve derdi ki: Ha şimdi kabre gidip de istimdat istemeyi inkâr edenler var.
Olur mu?
Bal gibi olur!
Öyle bir olur ki, sen yaşayanlardan istiyorsun! yaşayan insanlar ile ölüler arasında fark ne? Onları sen vesile kılıyorsun da, insanın nefsi insandan ayrılınca,
insanın istidadı ve ruhsal kabiliyeti daha çok artar halbuki!
Derler ki, mesela: Bir veli yaşarken kınına sokulmuş kılıç gibidir.
O kılıç keser mi? Vurursun adama, en fazla bayıltırsın!
Ama bu kılıcı kınından ayırırsan, adamın boğazına dayarsan, adamı ikiye bölersin kağıt gibi.
İşte diyor veli de vefat ettiği zaman nefis ayrılıyor ya bedenden, nefis geberip gidiyor!
Ruh devam ediyor onunla!
Dolayısıyla diyor, o insanın tasarrufu yaşamındaki tasarundan çok daha kaliteli olabilir"
Gerçekten de tasavvuf ve tarikatlarda yardım etmede ve cezalandırmada ölü şeyhler yaşayanlardan daha etkilidir.
Bu Kur'an düşmanı müşriklere bir âyet ile cevap verelim.
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını onun bilmesi yeter"
(Furkan, 58)
10 Kasım 2018 Cumartesi
ŞİRK SAPIKLIĞI KENDİLERİNE ATALARINDAN MİRAS KALDI
(31. YAZI)
Ehl-i Sünnet âlimine göre "kabak sevmiyorum" diyenin cezası ölümdür.
CÜBBELİ Ahmet anlatıyor.
"Harun Reşid'in sofrasında davet var iken, imam-ı Ebu Yusuf(Hanefi mezhebinin müctehid imam-ı ) efendimiz oradaydı.
Kâdı'l Kudât (kadıların kadısı) orada ulamadan birisi kabak ikram edildi.
Bu balkabağı, tatlı kabağı değil, o şeyler var ya, yemek yaptığımız kabaklar, uzun böyle, ince uzun, orada bulunanladan birisi dedi ki: "Resulullah (sav) bu kabak yemeğini çok severdi"
Orada "kibirli" birisi kalkıp demesin mi ki, "Bende hiç sevmem"
Hiiii! buz kesti ortalık.
Bütün meclis halifenin huzurunda, bütün ulama, meşâyih var, dondu herkes, kanı dondu!
İmam-ı Ebu Yusuf hemen dedi ki:
"Tevbe etmezsen dedi, vur kellesini!
(Adam) ne oluyor yahu, ben dedi.
Ne dedim?
Ne yaptım?
Adam mı öldürdük falan.
Kabak sevmek İmanın şartı mıydı?
Ben bilmiyordum falan filan.
(İmam-ı Ebu Yusuf) sus dedi.
Burada sen bunu bilmeseydin bu hadisi, şemayildeki bu hadisi, konu değildi.
Orada âlimin birisi rivayet yapıyor.
Sahih rivayat, Rasulullah (sav) kabağı severdi! Sen bunu yemeye bilirsin, içinden, isteğin, iştahın gelmeyebilir.
Ama ben sevmem.
Ne oldu bunu eklediğin zaman birbirine cümleleri!
"Resulullah'ın sevdiğini ben sevmem" demek oldu.
Resulullah'ın sevdiğini sen nasıl sevmiyorsun? Hani o sana canından ileriydi!
Haa seviyorum dersin! yemezsin! yemeye bilirsin!
(Yani yalancılık yaparsın)
Bir spor salonunda binlerce kişinin önünde Cübbeli Ahmed'in'in anlattığı hikayeye bakar mısınız?
"Efendi Hazretleri ben biraz Buhara'ya çarşıya pazara çıksam çok sıkıldım, izin verir misin? Olur evladım! çıkmış,
O da o makama ermiş ki, (tekkeden)kovulandan bahsediyoruz, o kovulan direk şimdi nasıl uçaklar, jetler tak uçuşa geçiyor.
Bir uçmuş müritlerin üzerinden gitmiş Buharaya doğru!
Yani (tekkeden) kovulan adam uçabilen adam haa!
Demek ki burada uçmak muçmak çok hüner değil.
Şah ı Nakşibendi Hazretleri hemen bunu anlamış, doğru müritlerine çıkmış.
Bir bakmış hepsi böyle,
"yahu kaç senedir bu tarikatta ders yapıyoruz daha hala açamadık!
Adam dün geldi, uçuyor kafamızın üzerinde" bunların bütün feyzi bozuldu.
(Şah-ı Nakşibendi) yahu gelmiş demiş, "içerde biraz huzur üzere bir namaza duracaktım, sizin kalbinizin karıştığını anlayınca zor yetiştim" demiş.
Evladım bu ne iştir demiş ya!
Siz nereden aldanıyorsunuz? demiş.
Bu adamı Ricâlul ğayb
(tasavvufçuların ilâhları) zaten tardetmiş ( koymuş)biz buna şefaat ediyoruz da bunu düzeltmeye uğraşıyoruz.
Bunun uçması muçması çok büyük bir makam değil evladım!
Mühim makam olsa sivrisinek uçmaz evladım demiş yaa! sinek uçuyor, sivrisinek uçuyor.
Bunlar hasis (basit) işlerdir demiş ya!
Ondan sonra bir daha demiş, o bir daha geliyor! Buhara'dan yine uçarak geliyor!
O zaman var böyle veliler, uçuyorlar, geliyorlar gidiyorlar.
Şahı Nakşibendi Hazretleri demiş "Bir daha uçamayasın" demiş orada.
Ondan sonra oda tekkede oturmuş aşağı öbür müritlerle beraber.
Yani ne diyorum?
Kimileri uçarken Şah-ı Nakşibendi Hazretleri de uçanı aşağı indiriyor! (kaddesallahu sırrahu)"
Her zaman diyorum.
Cübbeli Ahmet, Nihat Hatipoğlu, İhsan Şenocak, Ebubekir sifil,
Nurettin Yıldız, Osman Ünlü, İskender Evrenosoğlu,
Ömer Döngeloğlu, Mustafa Karataş, Fatih Çıtlak, Cemal Nur Sargut,
Necmettin Nursaçan, Alparslan Kuytul, Ubeydullah Aslan, Yusuf Kavaklı, Vehbi Güler, F Gülen, Adıyamanlı uydurmak gavs önemli değildir.
Asıl önemli olan onlara kayıtsız şartsız iman eden milyonlarca insan.
işte bundan dolayı Allah memleketleri harabeye çevirir.
"Onlara bir zulmetmedik; fakat, onlar kendilerine zulmettiler. Rabb'inin azap emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları İlahları onları hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir)
Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir.
İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır.
O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün bütün mahlukatın hazır bulunduğu bir gündür"
(Hud--101,102,103)
Yüce Allah memleketleri yanlış ameller dolayısıyla değil, şirk ve zulüm yüzünden tarumar eder.
(Hac, 31)
(31. YAZI)
Ehl-i Sünnet âlimine göre "kabak sevmiyorum" diyenin cezası ölümdür.
CÜBBELİ Ahmet anlatıyor.
"Harun Reşid'in sofrasında davet var iken, imam-ı Ebu Yusuf(Hanefi mezhebinin müctehid imam-ı ) efendimiz oradaydı.
Kâdı'l Kudât (kadıların kadısı) orada ulamadan birisi kabak ikram edildi.
Bu balkabağı, tatlı kabağı değil, o şeyler var ya, yemek yaptığımız kabaklar, uzun böyle, ince uzun, orada bulunanladan birisi dedi ki: "Resulullah (sav) bu kabak yemeğini çok severdi"
Orada "kibirli" birisi kalkıp demesin mi ki, "Bende hiç sevmem"
Hiiii! buz kesti ortalık.
Bütün meclis halifenin huzurunda, bütün ulama, meşâyih var, dondu herkes, kanı dondu!
İmam-ı Ebu Yusuf hemen dedi ki:
"Tevbe etmezsen dedi, vur kellesini!
(Adam) ne oluyor yahu, ben dedi.
Ne dedim?
Ne yaptım?
Adam mı öldürdük falan.
Kabak sevmek İmanın şartı mıydı?
Ben bilmiyordum falan filan.
(İmam-ı Ebu Yusuf) sus dedi.
Burada sen bunu bilmeseydin bu hadisi, şemayildeki bu hadisi, konu değildi.
Orada âlimin birisi rivayet yapıyor.
Sahih rivayat, Rasulullah (sav) kabağı severdi! Sen bunu yemeye bilirsin, içinden, isteğin, iştahın gelmeyebilir.
Ama ben sevmem.
Ne oldu bunu eklediğin zaman birbirine cümleleri!
"Resulullah'ın sevdiğini ben sevmem" demek oldu.
Resulullah'ın sevdiğini sen nasıl sevmiyorsun? Hani o sana canından ileriydi!
Haa seviyorum dersin! yemezsin! yemeye bilirsin!
(Yani yalancılık yaparsın)
Bir spor salonunda binlerce kişinin önünde Cübbeli Ahmed'in'in anlattığı hikayeye bakar mısınız?
"Efendi Hazretleri ben biraz Buhara'ya çarşıya pazara çıksam çok sıkıldım, izin verir misin? Olur evladım! çıkmış,
O da o makama ermiş ki, (tekkeden)kovulandan bahsediyoruz, o kovulan direk şimdi nasıl uçaklar, jetler tak uçuşa geçiyor.
Bir uçmuş müritlerin üzerinden gitmiş Buharaya doğru!
Yani (tekkeden) kovulan adam uçabilen adam haa!
Demek ki burada uçmak muçmak çok hüner değil.
Şah ı Nakşibendi Hazretleri hemen bunu anlamış, doğru müritlerine çıkmış.
Bir bakmış hepsi böyle,
"yahu kaç senedir bu tarikatta ders yapıyoruz daha hala açamadık!
Adam dün geldi, uçuyor kafamızın üzerinde" bunların bütün feyzi bozuldu.
(Şah-ı Nakşibendi) yahu gelmiş demiş, "içerde biraz huzur üzere bir namaza duracaktım, sizin kalbinizin karıştığını anlayınca zor yetiştim" demiş.
Evladım bu ne iştir demiş ya!
Siz nereden aldanıyorsunuz? demiş.
Bu adamı Ricâlul ğayb
(tasavvufçuların ilâhları) zaten tardetmiş ( koymuş)biz buna şefaat ediyoruz da bunu düzeltmeye uğraşıyoruz.
Bunun uçması muçması çok büyük bir makam değil evladım!
Mühim makam olsa sivrisinek uçmaz evladım demiş yaa! sinek uçuyor, sivrisinek uçuyor.
Bunlar hasis (basit) işlerdir demiş ya!
Ondan sonra bir daha demiş, o bir daha geliyor! Buhara'dan yine uçarak geliyor!
O zaman var böyle veliler, uçuyorlar, geliyorlar gidiyorlar.
Şahı Nakşibendi Hazretleri demiş "Bir daha uçamayasın" demiş orada.
Ondan sonra oda tekkede oturmuş aşağı öbür müritlerle beraber.
Yani ne diyorum?
Kimileri uçarken Şah-ı Nakşibendi Hazretleri de uçanı aşağı indiriyor! (kaddesallahu sırrahu)"
Her zaman diyorum.
Cübbeli Ahmet, Nihat Hatipoğlu, İhsan Şenocak, Ebubekir sifil,
Nurettin Yıldız, Osman Ünlü, İskender Evrenosoğlu,
Ömer Döngeloğlu, Mustafa Karataş, Fatih Çıtlak, Cemal Nur Sargut,
Necmettin Nursaçan, Alparslan Kuytul, Ubeydullah Aslan, Yusuf Kavaklı, Vehbi Güler, F Gülen, Adıyamanlı uydurmak gavs önemli değildir.
Asıl önemli olan onlara kayıtsız şartsız iman eden milyonlarca insan.
işte bundan dolayı Allah memleketleri harabeye çevirir.
"Onlara bir zulmetmedik; fakat, onlar kendilerine zulmettiler. Rabb'inin azap emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları İlahları onları hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir)
Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir.
İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır.
O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün bütün mahlukatın hazır bulunduğu bir gündür"
(Hud--101,102,103)
Yüce Allah memleketleri yanlış ameller dolayısıyla değil, şirk ve zulüm yüzünden tarumar eder.
(Hac, 31)
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI YÜZÜNDEN YAPISI VE MANASI DEĞİŞEN KELİMELER
(35. YAZI)
ÖRNEK 226
Âraf süresi
"De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi,,,,," 33. âyetinde bulunan
"mé lem yünezzil" "indirmediği" kelimesini, Ebu Amir "mé lem yünzil" "(Allah tarafından) inmeyen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 227:
Araf Suresi
"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur,,,,, 57. âyetinde bulunan "büşran" müjdeleyici" kelimesini,
Ebu Amir "nuşran" "yayarak, dağıtarak" olarak okumuştur.
Yani "büşran" kelimesinde bulunan "be" diğer kıraatlarda "nun" olarak okunuyor.
O zaman âyetin girişindeki cümlenin manası şöyle oluyor.
"Rüzgarları rahmetinin önünde yayarak, dağıtarak gönderen O'dur"
ÖRNEK 228:
Rum süresi
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor!,,, 50. âyetinde bulunan "éséri" "eserlerine" kelimesini, Nâfi "eseri" "eserine" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 229:
Sebe süresi
"Onlar, gökte ve yerde önlerine ve arkalarına bakmıyorlar mı?
Dilesek onları yere batırırız,,, 9. âyetinde bulunan "in neşe' nehsif bihimul arda" "Dilesek onları yere batırırız"
kelimesini, Kisai "in yeşe'yehsif bihimul arda" "(Allah" dilerse onları yere batırır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 230:
Rahman süresi
"İkisinden de inci ve mercan çıkar 22. âyetinde bulunan "yehrucu" "çıkar" kelimesini, Nâfi "yuhracu" "çıkarılır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 231:
Yunus süresi
"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin.
Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdim)?
88. âyetinde bulunan " liyudillu an sebileke" " (insanları) senin yolundan saptırsınlar" kelimesini, İbni Kesir El Mekki, "liyadillu" "senin yolundan sapsınlar" olarak okumuştur.
Aslında âyetin metninden "insanlar" kelimesi yoktur.
Dolayısıyla Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerde okunan Kur'an'a göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk, zenginlik ve saltanatla bir çok insanı saptırıyorlar.
Diğer okuyuşlara göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk ve saltanatla sadece kendileri sapıyorlar.
ÖRNEK 232:
Hud süresi
"Nuh dedi ki:
Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş ve bu size gizli tutulmuşsa,
buna ne dersiniz?,,,," 28. âyetinde bulunan "fe ummiyet aleyküm" "size gizli tutulmuşsa" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "fe amiyet aleyküm" "size gizli kalmışsa" olarak okumuştur.
ÖRNEK 233:
Hud süresi
"Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme,,,,,"
46. âyetinde bulunan "felé tes elni" "benden isteme" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "felé teselenne" (böyle bir şeyi)isteme" olarak okumuştur.
ÖRNEK 234:
Hud süresi
"Göklerin ve yerin gaybi yalnız Allah'a aittir. her iş ona döndürülür,,," 123. âyetinde bulunan "ileyhi yurceul emru" "her iş ona döndürülür" kelimesini ,İbni Kesir El Mekki (sonunda) her iş ona döner" olarak okumuştur.
ÖRNEK 235:
Bakara süresi
",,,,Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi,, ,"259.
âyetinde bulunan "nünşizühe" "diziyoruz,düzenliyoruz" kelimesini Ebu Amir "nunşiruhe" "yayıyoruz,seriyoruz" olarak okumuştur.
(35. YAZI)
ÖRNEK 226
Âraf süresi
"De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi,,,,," 33. âyetinde bulunan
"mé lem yünezzil" "indirmediği" kelimesini, Ebu Amir "mé lem yünzil" "(Allah tarafından) inmeyen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 227:
Araf Suresi
"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur,,,,, 57. âyetinde bulunan "büşran" müjdeleyici" kelimesini,
Ebu Amir "nuşran" "yayarak, dağıtarak" olarak okumuştur.
Yani "büşran" kelimesinde bulunan "be" diğer kıraatlarda "nun" olarak okunuyor.
O zaman âyetin girişindeki cümlenin manası şöyle oluyor.
"Rüzgarları rahmetinin önünde yayarak, dağıtarak gönderen O'dur"
ÖRNEK 228:
Rum süresi
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor!,,, 50. âyetinde bulunan "éséri" "eserlerine" kelimesini, Nâfi "eseri" "eserine" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 229:
Sebe süresi
"Onlar, gökte ve yerde önlerine ve arkalarına bakmıyorlar mı?
Dilesek onları yere batırırız,,, 9. âyetinde bulunan "in neşe' nehsif bihimul arda" "Dilesek onları yere batırırız"
kelimesini, Kisai "in yeşe'yehsif bihimul arda" "(Allah" dilerse onları yere batırır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 230:
Rahman süresi
"İkisinden de inci ve mercan çıkar 22. âyetinde bulunan "yehrucu" "çıkar" kelimesini, Nâfi "yuhracu" "çıkarılır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 231:
Yunus süresi
"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin.
Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdim)?
88. âyetinde bulunan " liyudillu an sebileke" " (insanları) senin yolundan saptırsınlar" kelimesini, İbni Kesir El Mekki, "liyadillu" "senin yolundan sapsınlar" olarak okumuştur.
Aslında âyetin metninden "insanlar" kelimesi yoktur.
Dolayısıyla Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerde okunan Kur'an'a göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk, zenginlik ve saltanatla bir çok insanı saptırıyorlar.
Diğer okuyuşlara göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk ve saltanatla sadece kendileri sapıyorlar.
ÖRNEK 232:
Hud süresi
"Nuh dedi ki:
Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş ve bu size gizli tutulmuşsa,
buna ne dersiniz?,,,," 28. âyetinde bulunan "fe ummiyet aleyküm" "size gizli tutulmuşsa" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "fe amiyet aleyküm" "size gizli kalmışsa" olarak okumuştur.
ÖRNEK 233:
Hud süresi
"Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme,,,,,"
46. âyetinde bulunan "felé tes elni" "benden isteme" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "felé teselenne" (böyle bir şeyi)isteme" olarak okumuştur.
ÖRNEK 234:
Hud süresi
"Göklerin ve yerin gaybi yalnız Allah'a aittir. her iş ona döndürülür,,," 123. âyetinde bulunan "ileyhi yurceul emru" "her iş ona döndürülür" kelimesini ,İbni Kesir El Mekki (sonunda) her iş ona döner" olarak okumuştur.
ÖRNEK 235:
Bakara süresi
",,,,Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi,, ,"259.
âyetinde bulunan "nünşizühe" "diziyoruz,düzenliyoruz" kelimesini Ebu Amir "nunşiruhe" "yayıyoruz,seriyoruz" olarak okumuştur.
Bu âyette bulunan "nünşizühe" kelimesindeki "keskin ze" harfi diğer kıraatlarda "ra" olarak okunmuş oluyor.
GERÇEKTEN ÇOK ÖNEMLİ BİR MESELE:
Arkadaşlar!
Biz Kur'an ehli muvahhidler sadece vahyi merkeze koymaya çalışırken önümüze tartışmalara sebep olan önemli konular gelmektedir.
MESELA,
"Hadisler ve sünnet meselesi, hadislerinde dinde kaynak olduğu ile ilgili mesele, Nebi (Aleyhisselam) hiçbir şey konuşmamış mı? meselesi, Nebi ( Aleyhisselam)a Kur'an'ı açıklama yetkisinin verildiği meselesi, hadislerin tümünü reddedenlerin Allah Resulünün düşmanı oldukları meselesi"
Muvahhidlerle gelenekçiler arasında bunun gibi tartışılan birçok konu vardır.
Arkadaşlar!
Vahyin tek kaynak olduğu, dinin Kur'an ile tamamlandığı, dinin Allah tarafından indirildiği vahiyin Allah Resulü'nün dilinde hayat bulduğu,
Elçilerin arasında ayrımın yapılamayacağı, insanların sadece Kur'an'dan sorumlu oldukları, gibi birçok hayati meselenin açığa çıkması ve Kur'an'ın anlaşılması için siz Kur'an ehli muvahhidlerden önemli bir ricada bulunuyorum. Hiçbir zaman "peygamber" ibaresini kullanmayınız.
Lütfen!
Allah rızası için dilimizi "Resul" "Allah'ın Resulü" "Nebi ( Aleyhisselam) Muhammed (Aleyhisselam) gibi kavramlara alıştıralım.
"Peygamber" kelimesi Kur'an'ı tahrif eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, Kur'an'ın çözümünü dağıtan, Kur'an'ın sistemini paramparça eden, vahyin anlaşılmasını imkansız kılan çok tehlikeli bir kelimedir.
Kur'an âyetlerinde hangi kavram geçiyorsa o kavramı kullanmaktan başka bir yolumuz yoktur.
Aksi takdirde Kur'an'ı anlaşılmaz bir metin haline getirmiş oluruz.
Yüzlerce ayet vardır ki "Resul" kelimesi yerine "peygamber" kelimesini kullandığımız zaman vahyin anlaşılmasında büyük bir kaos meydana geliyor ve böylece hadisleri kaynak olarak gören rivayeçilerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz.
Kur'an'da "Nebi" ile "Resul" arasında o kadar önemli farklar var ki, Allah tarafından kurulan bu sistemi korumak Kur'an'ın iyi anlaşılmasında olmazsa olmaz bir önem taşıyor.
MESELA,
Resul hata yapmazken, Kur'an, "Nebi"'nin birçok yerde hata yaptığını haber vermektedir.
(Tevbe, 113, Tahrim,1, Enfal, 67)
Nebi ile Resul kavramları arasında onlarca fark vardır.
"Resul, Allah tarafından indirilen vahiyi okuyan, vahyi tebliğ eden, onu duyuran ve ilan eden kişidir.
"Nebi" Resul olan kişinin özel hayatını temsil eder.
Muhammed (Aleyhisselam) yatarken, otururken gece- gündüz tam 23 sene bütün özel hallerinde Nebi'dir.
İndirilen âyetleri duyurduğu andaki konumu Resul'dür.
"Kur'an'a göre Resule itaat etmek, Allah'a itaat etmek gibidir" (Nisa,80)
Muhammed (as) 40 yaşında Nebi olduğundan vefat edinceye kadar, hatta ahirette bile Nebi'lik kimliği devam eder.
Fakat elçilik misyonu dünya hayatı ile sınırlıdır. "Kim Allah'a ve Resül'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
( Nisa, 69)
Yukarıdaki ayette bulunan "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler,,,,," kısmına dikkatinizi çekiyorum.
Yani yarın ahirette insanlar unvan ve makamlarıyla değil, takva, ihlas ve amelleriyle anılacaklardır.
MESELA,
"Ona (İbrahim'e) dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, ahirette de salihlerdendir"
(Nahl, 122 )
Ahirette "şu cumhurbaşkanı, bu başbakan, bakan, müdür, padişah, kral idi denilmeyecek, bu salih bir insan idi, bu takvalı, namuslu, dürüst birisi" denilecektir.
Kur'an ehl'i muvahhidler "peygamber" kelimesini kullanmamaları gerektiği gibi Kur'an'ı tahrif eden bu kelimeyi kullananları da ikaz etmeleri gerekir.
Yani bu ümmet dinin nasıl tahrif edildiğini, dinin nasıl dejenere olduğunu bilmeleri için "Nebi" ile "Resul" sistemi arasında bulunan farkı anlamak zorundadırlar.
Kur'an'ın en önemli iki kavramını Allah boşuna kullanmış olamaz.(Hac, 52)
Çünkü Kur'an bir ilim ve sistem üzerine indirilmiştir" (Âraf,52)
"Kur'an'da ihtilaf yoktur" (Nisa, 82)
Bence teker teker ayetlerde bulunan "Resül" ve "Nebi" ibarelerinin neden kullandığını muvahhidler araştırmak ve bulmak zorundadırlar.
Dinle ilgili en önemli araştırma budur.
İşte o zaman elçilerin değerlerini vahiy'den aldıklarını, elçilerin ve özellikle son Nebi'nin rivayetlerle hiçbir ilgisinin olmadığını, vahyin Elçiye ne kadar geniş bir yer ayırdığını ve muhteşem bir konuma sahip kılındığını herkes görecektir.
İşte o zaman elçilerin gerçek değerleri ortaya çıkacak ve onlara yapılan iftiralar da açığa çıkacaktır.
Bundan dolayı Kur'an ehli muvahhidlerden rica ediyorum.
1) Televizyon kanallarında kim olursa olsun "peygamber" kelimesini kullananların protesto edilmesi, konuşmalarının dinlenilmemesi, Çünkü "peygamber" kelimesini kullananlar, "Nebi" ile "Resül" arasında bulunan farkı anlamamış dolayısıyla Kur'an'ın bağlam ve bütülüğünden de haberleri bulunmayan kişilerdir.
2) Kim olursa olsun hadisleri dile getirenin dinlenilmemesidir.
Çünkü bu kişi daha dinin Allah tarafından tamamlandığını anlayamamıştır.
Kur'an sisteminde "Resül kavmi tarafından yalanlanan, kitabı tebliğ eden, vahyi okuyan, gönderilmediği kavme azab edilmeyen, ayetlerle eşit kılınan, kavmi tarafından kendisine isyan edilen ve edilmemesi gereken kişidir.
"Mutlak itaat edilmesi gereken, tekil olarak Allah ile birlikte anılan (Resülüllâh) ittiba edilmesi gereken, kendisine karşı gelenlere cehennem vâdedilen, zamir ile dahi Allah'a bağlanılan Resul'dür" (Resülihi, Rüsülihi)
"Resül hata ve ihanet etmez,
(Hakka,44,45,46)
"Allah ile beraber razı edilmesi gereken,,,"
(Tevbe,62)
eziyet edilmemesi gereken(Ahzab,57) örnek gösterilen
(Ahzab,21)
haram kılabilen (Tevbe,29) kişi hep Resul'dür. Kur'an sisteminde "Nebi" Resul olan kişinin özel hayatını temsil ediyor.
"Nebi" Allah'a karşı hata edebilir, Allah tarafından uyarılır, iyi olan İşlerde ona bi'at edilir. Kur'an sisteminde "Nebi" makam mertebesine ayrılan yer sınırlıdır.
Genellikle Resule (Elçiye) ağırlık verilir.
Kur'an sisteminde "Resul" misyonuna Nebi'den çok daha geniş bir yer ayrılmıştır.
Kur'an'ın hiç bir ayetinde "Nebi'ye itaat ve ittiba edin" diye bir emir geçmez.
Kur'an'da emniyet sıfatı "Resul" için kullanılır.
Özellikle Allah Resulü Muhammed (aleyhisselam)dan sonra "Nebi" ile "Resul" arasında bulunan fark daha belirgin hale gelmiştir.
Kur'an'ın indirilmesi ile birlikte "Nebi" ile "Resul" arasında bulunan çizgi daha kalın olarak çizilmiştir.
"Resul" makam ve mertebesine yükselmeden "Nebi" olarak vefat edenlerin var olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz.(Hac,52)
Bu Nebi'ler israiloğullarına Tevrat ile hükmediyorlardı.( Maide, 44)
Nebi'nin Şeref ve onuru, aile mahremiyeti koruma altındadır.
Ona da saygısızlık yapılmaz, ancak sözleri bağlayıcı değildir.
Din olarak insanları bağlayan tek şey Elçin'in dilinde hayat bulan vahiy'dir.
Elçin'in değeri ve konumu tamamen vahiy ile alakalı bir keyfiyettir.
Elçi ibaresi görüldüğü ve duyulduğu an akla vahiy gelecektir.
Kur'an sisteminde "Resul" tamamen Vahiy ile eşit olarak anılmıştır.
Yani Elçi konuşan Kuran'dır.
Bu yüzden örnek olarak "Resul"(elçi) gösterilmiştir.
Kur'an'daki "Nebi" ve "Resul" sistemenin bulunması din ve hüküm açısından tarihinin en büyük keşfi sayılması gerekir.
"Nebi" ile"Resül" sistemi sayesinde birçok yalan ve hurafeden temizlenme imkanı bulacağız. Kur'an'da bulunan Nebi ve Resul sistemi sayesinde hadislerinin yalan metinler olduğunu anlayacağınız.
Nebi ve resul sistemi sayesinde insanları bağlayan hükmün sadece kur'an olduğunu öğreneceğiz.
Yani kısaca Nebi ve Resul kavramlarının çözülmesi sonucu Kur'an'ın diğer sistemlerinin çözüm yolu da açılmış olacaktır
Nebi ve resul sistemi sayesinde mezhep imamlarının Kur'an'ı anlamadan İçtihat yaptıklarını, dolayısıyla gittikleri yolun ve mezheplerinin saygı duyulacak bir itibara sahip olmadığını görmüş olacağız.
Nebi ve resul sistemi sayesinde uydurma rivayetlerin ne kadar saçma sapan bir din olduğunu öğrenmiş olacağız.
Elçilik vahiy ile alakalı resmi bir misyondur.
Risaleti vahiy'den bağımsız olarak düşünmek doğru değildir.
İşte bu yüzden Kur'anda "Allah ile Elçilerini birbirinden ayırmak" kafirlik olarak görülmüştür (Nisa,150)
Arkadaşlar!
Biz Kur'an ehli muvahhidler sadece vahyi merkeze koymaya çalışırken önümüze tartışmalara sebep olan önemli konular gelmektedir.
MESELA,
"Hadisler ve sünnet meselesi, hadislerinde dinde kaynak olduğu ile ilgili mesele, Nebi (Aleyhisselam) hiçbir şey konuşmamış mı? meselesi, Nebi ( Aleyhisselam)a Kur'an'ı açıklama yetkisinin verildiği meselesi, hadislerin tümünü reddedenlerin Allah Resulünün düşmanı oldukları meselesi"
Muvahhidlerle gelenekçiler arasında bunun gibi tartışılan birçok konu vardır.
Arkadaşlar!
Vahyin tek kaynak olduğu, dinin Kur'an ile tamamlandığı, dinin Allah tarafından indirildiği vahiyin Allah Resulü'nün dilinde hayat bulduğu,
Elçilerin arasında ayrımın yapılamayacağı, insanların sadece Kur'an'dan sorumlu oldukları, gibi birçok hayati meselenin açığa çıkması ve Kur'an'ın anlaşılması için siz Kur'an ehli muvahhidlerden önemli bir ricada bulunuyorum. Hiçbir zaman "peygamber" ibaresini kullanmayınız.
Lütfen!
Allah rızası için dilimizi "Resul" "Allah'ın Resulü" "Nebi ( Aleyhisselam) Muhammed (Aleyhisselam) gibi kavramlara alıştıralım.
"Peygamber" kelimesi Kur'an'ı tahrif eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, Kur'an'ın çözümünü dağıtan, Kur'an'ın sistemini paramparça eden, vahyin anlaşılmasını imkansız kılan çok tehlikeli bir kelimedir.
Kur'an âyetlerinde hangi kavram geçiyorsa o kavramı kullanmaktan başka bir yolumuz yoktur.
Aksi takdirde Kur'an'ı anlaşılmaz bir metin haline getirmiş oluruz.
Yüzlerce ayet vardır ki "Resul" kelimesi yerine "peygamber" kelimesini kullandığımız zaman vahyin anlaşılmasında büyük bir kaos meydana geliyor ve böylece hadisleri kaynak olarak gören rivayeçilerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz.
Kur'an'da "Nebi" ile "Resul" arasında o kadar önemli farklar var ki, Allah tarafından kurulan bu sistemi korumak Kur'an'ın iyi anlaşılmasında olmazsa olmaz bir önem taşıyor.
MESELA,
Resul hata yapmazken, Kur'an, "Nebi"'nin birçok yerde hata yaptığını haber vermektedir.
(Tevbe, 113, Tahrim,1, Enfal, 67)
Nebi ile Resul kavramları arasında onlarca fark vardır.
"Resul, Allah tarafından indirilen vahiyi okuyan, vahyi tebliğ eden, onu duyuran ve ilan eden kişidir.
"Nebi" Resul olan kişinin özel hayatını temsil eder.
Muhammed (Aleyhisselam) yatarken, otururken gece- gündüz tam 23 sene bütün özel hallerinde Nebi'dir.
İndirilen âyetleri duyurduğu andaki konumu Resul'dür.
"Kur'an'a göre Resule itaat etmek, Allah'a itaat etmek gibidir" (Nisa,80)
Muhammed (as) 40 yaşında Nebi olduğundan vefat edinceye kadar, hatta ahirette bile Nebi'lik kimliği devam eder.
Fakat elçilik misyonu dünya hayatı ile sınırlıdır. "Kim Allah'a ve Resül'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
( Nisa, 69)
Yukarıdaki ayette bulunan "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler,,,,," kısmına dikkatinizi çekiyorum.
Yani yarın ahirette insanlar unvan ve makamlarıyla değil, takva, ihlas ve amelleriyle anılacaklardır.
MESELA,
"Ona (İbrahim'e) dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, ahirette de salihlerdendir"
(Nahl, 122 )
Ahirette "şu cumhurbaşkanı, bu başbakan, bakan, müdür, padişah, kral idi denilmeyecek, bu salih bir insan idi, bu takvalı, namuslu, dürüst birisi" denilecektir.
Kur'an ehl'i muvahhidler "peygamber" kelimesini kullanmamaları gerektiği gibi Kur'an'ı tahrif eden bu kelimeyi kullananları da ikaz etmeleri gerekir.
Yani bu ümmet dinin nasıl tahrif edildiğini, dinin nasıl dejenere olduğunu bilmeleri için "Nebi" ile "Resul" sistemi arasında bulunan farkı anlamak zorundadırlar.
Kur'an'ın en önemli iki kavramını Allah boşuna kullanmış olamaz.(Hac, 52)
Çünkü Kur'an bir ilim ve sistem üzerine indirilmiştir" (Âraf,52)
"Kur'an'da ihtilaf yoktur" (Nisa, 82)
Bence teker teker ayetlerde bulunan "Resül" ve "Nebi" ibarelerinin neden kullandığını muvahhidler araştırmak ve bulmak zorundadırlar.
Dinle ilgili en önemli araştırma budur.
İşte o zaman elçilerin değerlerini vahiy'den aldıklarını, elçilerin ve özellikle son Nebi'nin rivayetlerle hiçbir ilgisinin olmadığını, vahyin Elçiye ne kadar geniş bir yer ayırdığını ve muhteşem bir konuma sahip kılındığını herkes görecektir.
İşte o zaman elçilerin gerçek değerleri ortaya çıkacak ve onlara yapılan iftiralar da açığa çıkacaktır.
Bundan dolayı Kur'an ehli muvahhidlerden rica ediyorum.
1) Televizyon kanallarında kim olursa olsun "peygamber" kelimesini kullananların protesto edilmesi, konuşmalarının dinlenilmemesi, Çünkü "peygamber" kelimesini kullananlar, "Nebi" ile "Resül" arasında bulunan farkı anlamamış dolayısıyla Kur'an'ın bağlam ve bütülüğünden de haberleri bulunmayan kişilerdir.
2) Kim olursa olsun hadisleri dile getirenin dinlenilmemesidir.
Çünkü bu kişi daha dinin Allah tarafından tamamlandığını anlayamamıştır.
Kur'an sisteminde "Resül kavmi tarafından yalanlanan, kitabı tebliğ eden, vahyi okuyan, gönderilmediği kavme azab edilmeyen, ayetlerle eşit kılınan, kavmi tarafından kendisine isyan edilen ve edilmemesi gereken kişidir.
"Mutlak itaat edilmesi gereken, tekil olarak Allah ile birlikte anılan (Resülüllâh) ittiba edilmesi gereken, kendisine karşı gelenlere cehennem vâdedilen, zamir ile dahi Allah'a bağlanılan Resul'dür" (Resülihi, Rüsülihi)
"Resül hata ve ihanet etmez,
(Hakka,44,45,46)
"Allah ile beraber razı edilmesi gereken,,,"
(Tevbe,62)
eziyet edilmemesi gereken(Ahzab,57) örnek gösterilen
(Ahzab,21)
haram kılabilen (Tevbe,29) kişi hep Resul'dür. Kur'an sisteminde "Nebi" Resul olan kişinin özel hayatını temsil ediyor.
"Nebi" Allah'a karşı hata edebilir, Allah tarafından uyarılır, iyi olan İşlerde ona bi'at edilir. Kur'an sisteminde "Nebi" makam mertebesine ayrılan yer sınırlıdır.
Genellikle Resule (Elçiye) ağırlık verilir.
Kur'an sisteminde "Resul" misyonuna Nebi'den çok daha geniş bir yer ayrılmıştır.
Kur'an'ın hiç bir ayetinde "Nebi'ye itaat ve ittiba edin" diye bir emir geçmez.
Kur'an'da emniyet sıfatı "Resul" için kullanılır.
Özellikle Allah Resulü Muhammed (aleyhisselam)dan sonra "Nebi" ile "Resul" arasında bulunan fark daha belirgin hale gelmiştir.
Kur'an'ın indirilmesi ile birlikte "Nebi" ile "Resul" arasında bulunan çizgi daha kalın olarak çizilmiştir.
"Resul" makam ve mertebesine yükselmeden "Nebi" olarak vefat edenlerin var olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz.(Hac,52)
Bu Nebi'ler israiloğullarına Tevrat ile hükmediyorlardı.( Maide, 44)
Nebi'nin Şeref ve onuru, aile mahremiyeti koruma altındadır.
Ona da saygısızlık yapılmaz, ancak sözleri bağlayıcı değildir.
Din olarak insanları bağlayan tek şey Elçin'in dilinde hayat bulan vahiy'dir.
Elçin'in değeri ve konumu tamamen vahiy ile alakalı bir keyfiyettir.
Elçi ibaresi görüldüğü ve duyulduğu an akla vahiy gelecektir.
Kur'an sisteminde "Resul" tamamen Vahiy ile eşit olarak anılmıştır.
Yani Elçi konuşan Kuran'dır.
Bu yüzden örnek olarak "Resul"(elçi) gösterilmiştir.
Kur'an'daki "Nebi" ve "Resul" sistemenin bulunması din ve hüküm açısından tarihinin en büyük keşfi sayılması gerekir.
"Nebi" ile"Resül" sistemi sayesinde birçok yalan ve hurafeden temizlenme imkanı bulacağız. Kur'an'da bulunan Nebi ve Resul sistemi sayesinde hadislerinin yalan metinler olduğunu anlayacağınız.
Nebi ve resul sistemi sayesinde insanları bağlayan hükmün sadece kur'an olduğunu öğreneceğiz.
Yani kısaca Nebi ve Resul kavramlarının çözülmesi sonucu Kur'an'ın diğer sistemlerinin çözüm yolu da açılmış olacaktır
Nebi ve resul sistemi sayesinde mezhep imamlarının Kur'an'ı anlamadan İçtihat yaptıklarını, dolayısıyla gittikleri yolun ve mezheplerinin saygı duyulacak bir itibara sahip olmadığını görmüş olacağız.
Nebi ve resul sistemi sayesinde uydurma rivayetlerin ne kadar saçma sapan bir din olduğunu öğrenmiş olacağız.
Elçilik vahiy ile alakalı resmi bir misyondur.
Risaleti vahiy'den bağımsız olarak düşünmek doğru değildir.
İşte bu yüzden Kur'anda "Allah ile Elçilerini birbirinden ayırmak" kafirlik olarak görülmüştür (Nisa,150)
PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK
(3.YAZI)
Kur'an cahili Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün sıra dışı programında Turgay Güler ile söyleşisine devam ediyoruz.
Güler: Sonra böyle bir anlayışla namaz, niyaz da gider.
Öztürk: Gider, gider!
Güler: Abdest nasıl alınır?
Kuran'da var mı?
Öztürk: Abdest nasıl alınır, Kuran'da var.
Ama namazın şekli, şemaili, biçimi falan yok! Böyle genel kavramlar var.
"Verkau maarrakiin" "Ruku din"
(Mustafa Öztürk'ün Arapçasını okuduğu cümlenin manası "rükü edin" değil, (rükü edenlerle beraber rükü edin" demektir)
Öztürk: Emin olun rükü kelimesinin delaletini, medlülünü, fiili düzeyde gelenek üzerinden bize tevarus etmeseydi,
muhtemelen birisi diyecekti ki: "böyle eğilmek değil, amuda kalkmaktır" diye de sözlükten anlam bulabilirsiniz!
Bakmayın siz şimdi, zaten Kur'an'da yazıyor,
o Kuran'da yazıyor, Kur'an'da namaz yazıyor. Gelenekten hazır bilgisinin karşılıklarını orada benzeterek buluyor.
Gelenek diye bir hafızası olmazsa ne rükünün rükü olduğunu anlayabilir, ne secdenin secde olduğunu anlayabilir.
Niye?
Şimdi bir secdeyi, namaz secdesini böyle ediyoruz, değil mi?
Peki, Yusuf'a kardeşleri, annesi, babası secde ettiler, anlamı ne?
Onlar da böyle eğildiler mi! secdeye mi gittiler. Turgay Güler: Hııım,
Öztürk: O hangi secde?
Veyahut yeryüzünde bitkiler, ağaçlar, taşlar hepsi Allah'a secde eder.
Sen, hiç ağacın kalkıp da sabahleyin, böyle senin gibi eğilip de secdeye kapandığını gördün mü?
Ha demek ki her secde, o bizim namazda yaptığımız secde olarak kullanılmıyor.
Ama şimdi sorarsan efendiye!
Kur'an'da secde kelimesi var, namazında nasıl kılınacağını biliyoruz.
Sen onu bilmiyorsun!
Sen onu gelenekten tevarüs ediyorsun, sonra da geleneğe sırtını dönüp, yeni icat yapmış gibi, ben buldum diyorsun.
Kesinlikle ayıp ediyorsun!
Haydi secdeyi de buldun! namazın rekat'lı olduğunu nereden öğrendin?
Turgay Güler: "Kaç rekat?
Öztürk: Yani secdeli olduğunu, rekat'lı olduğunu Kur'an'dan çıkardınız.
Peki rekatlı bir şey olduğunu nereden öğrendiğiniz?
Hint alt kıtasındaki ehli Kur'an ekolü daha tutarlı davranmış, o Fatır suresinin başında meleklerin genellikle kanatlı oluşu ile ilişkilendirilen ayetlerle ilgili diyorlar ki:
"Aptallar" diyorlar,
"Burada meleklerin kanatlarından falan bahsetmiyor, namazın rekatından bahsediyor" deyip,
Kur'an'da nerede bir "üç rakamı, dört rakamı" bulurlarsa ondan da rekat yapıyorlar.
Buna da amenna!
Peki namazın rekat'lı olduğu nereden çıktı? Burda bakın, bu geleneğe karşı yapılmış son derece ilkesiz bir tutum!
Ben bir daha söylüyorum!
Şimdi burada yönetmen arkadaş arada geldi, dedi ki: "Hocam dedi: "Hadisler (Allah Resulü'nden) 150 sene sonra ortaya çıkmış, yazılmış.
Arkadaşım!
Dedim ki: Ben tek tek hadis rivayetinden bahsetmiyorum, yaşayarak gelen, Cuma namazı diye bir şeye hiç fasıla verildiğini gördünüz mü?
Peki yeniden cuma namazı icat etmenin ne alemi var?
Siz bu cuma namazının biçimini, şeklini, şemalini, edasını iki rekat oluşunu, vesairini "ize nudiye" ordan mı çıkardınız?
Orada cuma namazı da yazmıyor.
"Toplanma günü Allah'ın zikrine koşun" diyor. Ben de diyebilirim ki: Allah'ın zikri Allah Allah demektir.
Buyurun size Kur'an!
Niye biz böyle Cuma günü öğle namazında gidip toplanıyoruz?
imam hutbeye çıkıyor.
Hutbe nerede yazıyor?
Kur'an'da iki rekat olduğu nerede yazıyor?
Nasıl eda edileceği nerede yazıyor?
İşte yaşayan sünnet dediğin şey budur!
Biz bunu Peygamber efendimize borçluyuz! Ben bir daha söylüyorum!
Müslümanlar en çok peygamber efendimize şükran borçludur!
Büyük bir laf oldu şimdi değil mi?
Niye?
Kur'an'ı Kerim'le buluşmamıza vesile olan odur da onun için!
O getirdi, "Bu Kur'an'dır" dedi.
"Allah'ın kelamıdır" dedi.
Biz onun sayesinde Kur'an'a ulaştık!
Siz burayı tamamen refuze ediyorsunuz!
Kalkıp Kur'an'ı onun
elinden çekiyorsunuz, kendinizin malı gibi temellük edip, istediğiniz gibi üzerinde at oynatıyorsunuz!
Turgay Güler: Burada şirazeyi kaybedip, "her birimiz peygamber sayılırız" diyenler var.
(Son)
Aslında Mustafa Öztürk'ün bu ahmakça hezeyanlarına karşı zihnimde on beş yirmi civarında âyet oluştu.
Fakat bunlar o derece Kur'an cahili insanlar ki, âyetleri hak etmiyorlar.
Hz. İsa'nın güzel bir sözü vardır.
"Elması öküzün boynuna asmayın"
Çünkü kıymetini bilmez.
(3.YAZI)
Kur'an cahili Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün sıra dışı programında Turgay Güler ile söyleşisine devam ediyoruz.
Güler: Sonra böyle bir anlayışla namaz, niyaz da gider.
Öztürk: Gider, gider!
Güler: Abdest nasıl alınır?
Kuran'da var mı?
Öztürk: Abdest nasıl alınır, Kuran'da var.
Ama namazın şekli, şemaili, biçimi falan yok! Böyle genel kavramlar var.
"Verkau maarrakiin" "Ruku din"
(Mustafa Öztürk'ün Arapçasını okuduğu cümlenin manası "rükü edin" değil, (rükü edenlerle beraber rükü edin" demektir)
Öztürk: Emin olun rükü kelimesinin delaletini, medlülünü, fiili düzeyde gelenek üzerinden bize tevarus etmeseydi,
muhtemelen birisi diyecekti ki: "böyle eğilmek değil, amuda kalkmaktır" diye de sözlükten anlam bulabilirsiniz!
Bakmayın siz şimdi, zaten Kur'an'da yazıyor,
o Kuran'da yazıyor, Kur'an'da namaz yazıyor. Gelenekten hazır bilgisinin karşılıklarını orada benzeterek buluyor.
Gelenek diye bir hafızası olmazsa ne rükünün rükü olduğunu anlayabilir, ne secdenin secde olduğunu anlayabilir.
Niye?
Şimdi bir secdeyi, namaz secdesini böyle ediyoruz, değil mi?
Peki, Yusuf'a kardeşleri, annesi, babası secde ettiler, anlamı ne?
Onlar da böyle eğildiler mi! secdeye mi gittiler. Turgay Güler: Hııım,
Öztürk: O hangi secde?
Veyahut yeryüzünde bitkiler, ağaçlar, taşlar hepsi Allah'a secde eder.
Sen, hiç ağacın kalkıp da sabahleyin, böyle senin gibi eğilip de secdeye kapandığını gördün mü?
Ha demek ki her secde, o bizim namazda yaptığımız secde olarak kullanılmıyor.
Ama şimdi sorarsan efendiye!
Kur'an'da secde kelimesi var, namazında nasıl kılınacağını biliyoruz.
Sen onu bilmiyorsun!
Sen onu gelenekten tevarüs ediyorsun, sonra da geleneğe sırtını dönüp, yeni icat yapmış gibi, ben buldum diyorsun.
Kesinlikle ayıp ediyorsun!
Haydi secdeyi de buldun! namazın rekat'lı olduğunu nereden öğrendin?
Turgay Güler: "Kaç rekat?
Öztürk: Yani secdeli olduğunu, rekat'lı olduğunu Kur'an'dan çıkardınız.
Peki rekatlı bir şey olduğunu nereden öğrendiğiniz?
Hint alt kıtasındaki ehli Kur'an ekolü daha tutarlı davranmış, o Fatır suresinin başında meleklerin genellikle kanatlı oluşu ile ilişkilendirilen ayetlerle ilgili diyorlar ki:
"Aptallar" diyorlar,
"Burada meleklerin kanatlarından falan bahsetmiyor, namazın rekatından bahsediyor" deyip,
Kur'an'da nerede bir "üç rakamı, dört rakamı" bulurlarsa ondan da rekat yapıyorlar.
Buna da amenna!
Peki namazın rekat'lı olduğu nereden çıktı? Burda bakın, bu geleneğe karşı yapılmış son derece ilkesiz bir tutum!
Ben bir daha söylüyorum!
Şimdi burada yönetmen arkadaş arada geldi, dedi ki: "Hocam dedi: "Hadisler (Allah Resulü'nden) 150 sene sonra ortaya çıkmış, yazılmış.
Arkadaşım!
Dedim ki: Ben tek tek hadis rivayetinden bahsetmiyorum, yaşayarak gelen, Cuma namazı diye bir şeye hiç fasıla verildiğini gördünüz mü?
Peki yeniden cuma namazı icat etmenin ne alemi var?
Siz bu cuma namazının biçimini, şeklini, şemalini, edasını iki rekat oluşunu, vesairini "ize nudiye" ordan mı çıkardınız?
Orada cuma namazı da yazmıyor.
"Toplanma günü Allah'ın zikrine koşun" diyor. Ben de diyebilirim ki: Allah'ın zikri Allah Allah demektir.
Buyurun size Kur'an!
Niye biz böyle Cuma günü öğle namazında gidip toplanıyoruz?
imam hutbeye çıkıyor.
Hutbe nerede yazıyor?
Kur'an'da iki rekat olduğu nerede yazıyor?
Nasıl eda edileceği nerede yazıyor?
İşte yaşayan sünnet dediğin şey budur!
Biz bunu Peygamber efendimize borçluyuz! Ben bir daha söylüyorum!
Müslümanlar en çok peygamber efendimize şükran borçludur!
Büyük bir laf oldu şimdi değil mi?
Niye?
Kur'an'ı Kerim'le buluşmamıza vesile olan odur da onun için!
O getirdi, "Bu Kur'an'dır" dedi.
"Allah'ın kelamıdır" dedi.
Biz onun sayesinde Kur'an'a ulaştık!
Siz burayı tamamen refuze ediyorsunuz!
Kalkıp Kur'an'ı onun
elinden çekiyorsunuz, kendinizin malı gibi temellük edip, istediğiniz gibi üzerinde at oynatıyorsunuz!
Turgay Güler: Burada şirazeyi kaybedip, "her birimiz peygamber sayılırız" diyenler var.
(Son)
Aslında Mustafa Öztürk'ün bu ahmakça hezeyanlarına karşı zihnimde on beş yirmi civarında âyet oluştu.
Fakat bunlar o derece Kur'an cahili insanlar ki, âyetleri hak etmiyorlar.
Hz. İsa'nın güzel bir sözü vardır.
"Elması öküzün boynuna asmayın"
Çünkü kıymetini bilmez.
PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK
(2.YAZI)
Turgay Güler'in sıra dışı programına konuk olarak katılan Mustafa Öztürk, baştan sona kadar cehalet ve akılsızlık, yalan ve Nebi'ye iftira olan konuşmasını okumaya devam ediyoruz.
Diyor ki,
"Her zaman söylerim, siz aynı dille yazıldı halde, bugünkü konuştuğunuz dille yazıldığı halde 1938'de basılan, tamamlanan Türkçe Elmalı tefsirini okuyup anlayamıyorsunuz da, Arapça falan değil,
Türkçesi, siz hangi hakla, hangi dirayetle ben bu Kur'an'ın 1400 sene önceki anlamının ne kastettiğini veyahut bana ne söylediğini açarım, hem de bazen
Arap dilini bilmeye gerek yok, mealinden anlarım ve hükmünü de oradan oluştururum, istediğim gibi de konuşurum.
Böyle bir cehaletin başka bir varyantı yok zannediyorum.
Bu düpedüz diz boyu cehalettir.
Turgay Güler: Şimdi buna bir âyet delil getiriyorlar.
Öztürk: Neymiş o?
Güler: Diyorlar ki: "Biz bu Kur'an'ı sizin için indirdik, nasıldı âyet!
"Kur'an'ı sizin için indirdik, işte okuyup anlayasınız diye, değil mi?
Böyle bir âyet değil mi?
Mustafa Öztürk: "Yani İnné nahnu nezzelnazzikra" var.
"Kur'an'ı biz indirdik, biz koruyacağız" var.
Ama şu var!
"Litübeyyine linnési" "insanlara açıklayasın" veya aslında şu âyet üzerinde gidiyorlar.
"Biz öğüt alsınlar diye insanlara bu Kur'an'ı çok kolaylaştırdık, yok mu bundan öğüt alan"
Şimdi bu âyeti kerimeyi şöyle anlıyorlar herhalde bizim bu arkadaşlarımız!
Yani kur'an basit! hemen ilk bakışta ne dediği evet öyle anlaşılır, anlaşılır.
Ama neyi kastettiğini bir izah edin!
Arkadaşlar!
Ey insanlar!
Bu Cenab-ı Hakk'ın bu mesajını sizden temel talepleri itibarıyla ne dediği gayet açık ve seçik değil mi?
Niçin işi yokuşa sürüyorsunuz?
Bu anlamda ben sürekli söylüyorum.
Kuran'ı anlamanın bu anlamda sorunumuz yok!
Bizim bilgi fazlalığımız var!
Ben bunu defalarca söylemiştim.
Nedir bilgi fazlalığımız?
Yani mümin olmanın köşe taşları itibarıyla, ne tefsire hacet var, ne yeniden dönüp dönüp Kur'an okumaya var!
"Ben sürekli Kur'an anlaması için uğraşıyorum" diyen adam, yani bu Bakara kıssası var ya, Yahudilerin bu inek sarı mı olsun?
Yok çifte sürülmüş mi olsun?
Yok boynuzlu mu olsun?
Sürekli yapmamak için Kur'an'ı anlamama için uğraşılır ya!
Ya anlaşılmış kardeşim!
Yani Kur'an'ı Kerim'in Müslüman olmaktan talep ettiği şeyler, sağ duyulu bir ortalama insanın bile anlayabileceği basitlikte,
açıklıkta ki şeyler.
Ama bizim burada bahis konusu ettiğimiz şeyler, bu anlamda anlama değil, bunu, bu Kur'an'ı kolay anlaşılır kıldığı, ya tefsir âlimi olmak için sadece elinize bir meal almak yeterlidir, diye anlıyor.
Arkadaşlar! Ya ben diş hekimliği yaparım, İktisat işiyle uğraşıyorum, ama akşam da gelip Kur'an üzerinden istediğim hükmü çıkarırım ve istediğim şeyi söylerim gibi bir yetki.
Arkadaşlar!
Böyle bir şey yok!
Allah aşkına! ya size herhangi bir alanda, bir fırıncıya dahi o işte ehil olan bir insana dahi "ekmek böyle yapılmaz" deme cesareti göstermezken, simitçiye böyle bir ifadesineye çekmeye kendimize yedirmezken, ya edepsizlik böyle şey olur mu ya!
Adamın işine karışılır mı?
Yani bu niye böyle bir anonim meslek gibi algılanıyor?
Arkadaşlar! Bunun indiği bir gün varsa, indiği bir zaman varsa, indirildiği bir dil varsa, indirildiği vasatta bir kültürel yapı varsa, orada tarihi bir tecrübe yaşanmışlık varsa, buraya tamamen bigane kalarak,
sırf bu kitap bize de geldi diye, oradan tamamen kopuk,
Peygamber efendimizi adeta refüze ederek, sahabenin yaşanmışlığını refuze ederek, sadece lafız üzerinden,
âyet şunu dediyse, siz hah bizi kastetti diyerek oturup böyle bir yorum, böyle bir şey olabilir mi ya!
Ya Protestanlıkta bile böyle bir versiyonu yok, Allah için!
Turgay Güler: Sonra böyle bir anlayışla namaz niyaz da gider!
Öztürk: Gider, gider!
(Devam edecek)
(2.YAZI)
Turgay Güler'in sıra dışı programına konuk olarak katılan Mustafa Öztürk, baştan sona kadar cehalet ve akılsızlık, yalan ve Nebi'ye iftira olan konuşmasını okumaya devam ediyoruz.
Diyor ki,
"Her zaman söylerim, siz aynı dille yazıldı halde, bugünkü konuştuğunuz dille yazıldığı halde 1938'de basılan, tamamlanan Türkçe Elmalı tefsirini okuyup anlayamıyorsunuz da, Arapça falan değil,
Türkçesi, siz hangi hakla, hangi dirayetle ben bu Kur'an'ın 1400 sene önceki anlamının ne kastettiğini veyahut bana ne söylediğini açarım, hem de bazen
Arap dilini bilmeye gerek yok, mealinden anlarım ve hükmünü de oradan oluştururum, istediğim gibi de konuşurum.
Böyle bir cehaletin başka bir varyantı yok zannediyorum.
Bu düpedüz diz boyu cehalettir.
Turgay Güler: Şimdi buna bir âyet delil getiriyorlar.
Öztürk: Neymiş o?
Güler: Diyorlar ki: "Biz bu Kur'an'ı sizin için indirdik, nasıldı âyet!
"Kur'an'ı sizin için indirdik, işte okuyup anlayasınız diye, değil mi?
Böyle bir âyet değil mi?
Mustafa Öztürk: "Yani İnné nahnu nezzelnazzikra" var.
"Kur'an'ı biz indirdik, biz koruyacağız" var.
Ama şu var!
"Litübeyyine linnési" "insanlara açıklayasın" veya aslında şu âyet üzerinde gidiyorlar.
"Biz öğüt alsınlar diye insanlara bu Kur'an'ı çok kolaylaştırdık, yok mu bundan öğüt alan"
Şimdi bu âyeti kerimeyi şöyle anlıyorlar herhalde bizim bu arkadaşlarımız!
Yani kur'an basit! hemen ilk bakışta ne dediği evet öyle anlaşılır, anlaşılır.
Ama neyi kastettiğini bir izah edin!
Arkadaşlar!
Ey insanlar!
Bu Cenab-ı Hakk'ın bu mesajını sizden temel talepleri itibarıyla ne dediği gayet açık ve seçik değil mi?
Niçin işi yokuşa sürüyorsunuz?
Bu anlamda ben sürekli söylüyorum.
Kuran'ı anlamanın bu anlamda sorunumuz yok!
Bizim bilgi fazlalığımız var!
Ben bunu defalarca söylemiştim.
Nedir bilgi fazlalığımız?
Yani mümin olmanın köşe taşları itibarıyla, ne tefsire hacet var, ne yeniden dönüp dönüp Kur'an okumaya var!
"Ben sürekli Kur'an anlaması için uğraşıyorum" diyen adam, yani bu Bakara kıssası var ya, Yahudilerin bu inek sarı mı olsun?
Yok çifte sürülmüş mi olsun?
Yok boynuzlu mu olsun?
Sürekli yapmamak için Kur'an'ı anlamama için uğraşılır ya!
Ya anlaşılmış kardeşim!
Yani Kur'an'ı Kerim'in Müslüman olmaktan talep ettiği şeyler, sağ duyulu bir ortalama insanın bile anlayabileceği basitlikte,
açıklıkta ki şeyler.
Ama bizim burada bahis konusu ettiğimiz şeyler, bu anlamda anlama değil, bunu, bu Kur'an'ı kolay anlaşılır kıldığı, ya tefsir âlimi olmak için sadece elinize bir meal almak yeterlidir, diye anlıyor.
Arkadaşlar! Ya ben diş hekimliği yaparım, İktisat işiyle uğraşıyorum, ama akşam da gelip Kur'an üzerinden istediğim hükmü çıkarırım ve istediğim şeyi söylerim gibi bir yetki.
Arkadaşlar!
Böyle bir şey yok!
Allah aşkına! ya size herhangi bir alanda, bir fırıncıya dahi o işte ehil olan bir insana dahi "ekmek böyle yapılmaz" deme cesareti göstermezken, simitçiye böyle bir ifadesineye çekmeye kendimize yedirmezken, ya edepsizlik böyle şey olur mu ya!
Adamın işine karışılır mı?
Yani bu niye böyle bir anonim meslek gibi algılanıyor?
Arkadaşlar! Bunun indiği bir gün varsa, indiği bir zaman varsa, indirildiği bir dil varsa, indirildiği vasatta bir kültürel yapı varsa, orada tarihi bir tecrübe yaşanmışlık varsa, buraya tamamen bigane kalarak,
sırf bu kitap bize de geldi diye, oradan tamamen kopuk,
Peygamber efendimizi adeta refüze ederek, sahabenin yaşanmışlığını refuze ederek, sadece lafız üzerinden,
âyet şunu dediyse, siz hah bizi kastetti diyerek oturup böyle bir yorum, böyle bir şey olabilir mi ya!
Ya Protestanlıkta bile böyle bir versiyonu yok, Allah için!
Turgay Güler: Sonra böyle bir anlayışla namaz niyaz da gider!
Öztürk: Gider, gider!
(Devam edecek)
PROF. DR. MUSTAFA ÖZTÜRK
(1.YAZI )
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, vahyin kendi içinde bulunan çözümü, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar bilinmeyince, Cuma suresinin beşinci âyetinin hükmü tahakkuk ediyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen muvahhidler hakkındaki cehalet ve akılsızlık dolu hezeyanları:
Ben hayatımda böyle saçma sapan bir konuşma dinlemedim.
Turgay Güler'in sıra dışı programına konuk olarak katılan Mustafa Öztürk baştan sona kadar yalan, Nebi adına iftira, mugalata olan şu konuşmayı yapmıştır.
Turgay Güler soruyor.
"Ama şunu konuşalım:
"Nesi varmış ille de Kur'an, İllede Kur'an demenin" diye bir eleştiri var!
Mustafa Öztürk cevap veriyor.
"Ben Kur'an İslam'ı söyleminin Müslümanların başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden, musibetlerden biri olduğu kanaatindeyim" Turgay Güler soruyor.
"Mustafa Öztürk! Kur'an'a karşı mı geliyorsun? Öztürk cevap veriyor.
"Ben sadece ve sadece "din Kur'an'dan ibarettir" sözüne karşıyım.
Niye karşıyım? Bunun usulü, metodolojik sıkıntıları var!
Hafızayı resetlemesi, sıfırlaması riski var! Peygamber Efendimizin misyonunu, konumunu bertaraf etme riski var!
Turgay Güler "Bravo"
Öztürk: Var da var!
Turgay Güler: "Muşahhas örnekler üzerinden gidelim hocam"
Bu ne demek?
Öztürk: Söyleyeyim, şimdi Kur'an İslam'ı diyoruz.
Kur'an'dan öğrenelim İslam'ı değil mi?
Çok çarpıcı bir örnek vereyim!
İslam dünyasında kaç çeşit mezhep var?
Onlarca var.
Siz hiç bir mezhebin bugüne kadar Kur'an'ı Kerim'den kendisine âyet bulma sıkıntısına tanık oldunuz mu?
Güler: yok.
Öztürk: Siz diyorsunuz "kadere inanmıyorum" getirip 15 ayet koyuyorsunuz.
Ben de diyorum: İnsanın özgür iradesine inanmıyorum,hep kadere inanıyorum, bende getirip 30 âyet koyuyorum"
Bir tanesi ortayol diye hem inanıyorum, hem de inanmıyorum, o da buluyor.
Bakın Şia'nın yanında (âyet) var, Ehl-i Sünnet'inde var.
Turgay Güler:"İsa gelecek diyende âyet buluyor, İsa gelmeyecek diyen de ayet buluyor. Mehdi gelecek diyen de âyet buluyor, gelmeyecek diyen da âyet buluyor"
Öztürk: Biraz önce onu söyledim sevgili kardeşim!
Bir lafız (Kur'an)önümüzde iniş bağlamı kaybolmuş gitmiş, tarihte kalmış, önümüzde cansız kuru bir metin (Kur'an) halinde duruyor! Turgay Güler: Şimdi bu "cansız mı" dedi, diyecekler.
Öztürk: O zeki kardeşlerimiz! hemen "Kur'an'a cansız" dedi, diyecekler.
Şimdi kelimeye istediğiniz operasyonu çekiyorsunuz!
Nasıl çekiyorsunuz?
Kur'an suskun! eli kolu bağlı! sizin insafınıza kalmış!
"Benim kelimenin anlamı öyle değil" size oradan cevap veremiyor!
Elinizin önünde, açıyorsunuz sözlüğü, sizi rahatsız eden anlam hangisi ise onu siliyorsunuz.
Kelimeden o sözlük marifetiyle hoşunuza giden, bağlama düşen, bugün sizin kitlenizi memnun edecek anlamı buluyorsunuz, bu bunu kastetti diyorsunuz.
Bunun adına tahrif deniyor arkadaşlar!
Bu kitap zembille boşluğa ineydi, tarihten yalıtık olarak orta yerde, gökyüzünde şöyle sallanır bir vaziyette Peygamber efendimize de, bize de, aynı eşit mesafede, uzaklıkta olaydı böyle bir yetkimiz olabilirdi.
Yani herkes aynı anda eş zamanlı olarak bundan anladığını anlasın, yorumlasın!
Öyle değil, 23 senelik yaşanmış ve peygamber efendimizin rehberliğinde uygulanmış, ilk anlamını da orada bulmuş,
orada anlaşılmış ve orada hayata taşınmış bir metin var.
Bu metnin üzerinden o kadar yorum tortuları oluştu ki, bu eklenen yorumlarda hep masumâne anlama çabası yorumları değil, Müslümanlar birbirleriyle kavga ettiler, gırtlak gırtlağa girdiler.
Herkes pozisyonunu tahkim etmek, referansını da dine dayandırmak için, "bu âyet benim pozisyonumu haklı kılıyor" diye bir âyet öne sürdü.
Öbürü dedi ki: Hayır! benim halife adayım daha haklıydı, bak bu ayet, işte Şia,
Sünni, bitmeyen 1440 senedir, neredeyse bir kavga, bir ihtilaf, herkes Kur'an üzerinden kendini refere ediyor.
Arkadaşlar! Sonra, tarihte felsefi, kelami içerikli yığınla sorunumuz oluştu.
Kabir azabından girin, sırat köprüsünden çıkın, hepsine dair binbir çeşit yorum varmı?
Yorum var!
Peki siz bu kadar tarihsel tortu taşıyan, anlam yüklemeleri yapılmış bir metnin 1440 küsür sene sonra,
hem de içine doğduğunuz, dünyanın kültürel çocuğu olduğunuz halde, nasıl kalkar da İslam'ın, Kur'an'ın metninin doğru anlamını ben tespit ettim diyorsunuz.
(Devam edecek)
(1.YAZI )
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, vahyin kendi içinde bulunan çözümü, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar bilinmeyince, Cuma suresinin beşinci âyetinin hükmü tahakkuk ediyor.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen muvahhidler hakkındaki cehalet ve akılsızlık dolu hezeyanları:
Ben hayatımda böyle saçma sapan bir konuşma dinlemedim.
Turgay Güler'in sıra dışı programına konuk olarak katılan Mustafa Öztürk baştan sona kadar yalan, Nebi adına iftira, mugalata olan şu konuşmayı yapmıştır.
Turgay Güler soruyor.
"Ama şunu konuşalım:
"Nesi varmış ille de Kur'an, İllede Kur'an demenin" diye bir eleştiri var!
Mustafa Öztürk cevap veriyor.
"Ben Kur'an İslam'ı söyleminin Müslümanların başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden, musibetlerden biri olduğu kanaatindeyim" Turgay Güler soruyor.
"Mustafa Öztürk! Kur'an'a karşı mı geliyorsun? Öztürk cevap veriyor.
"Ben sadece ve sadece "din Kur'an'dan ibarettir" sözüne karşıyım.
Niye karşıyım? Bunun usulü, metodolojik sıkıntıları var!
Hafızayı resetlemesi, sıfırlaması riski var! Peygamber Efendimizin misyonunu, konumunu bertaraf etme riski var!
Turgay Güler "Bravo"
Öztürk: Var da var!
Turgay Güler: "Muşahhas örnekler üzerinden gidelim hocam"
Bu ne demek?
Öztürk: Söyleyeyim, şimdi Kur'an İslam'ı diyoruz.
Kur'an'dan öğrenelim İslam'ı değil mi?
Çok çarpıcı bir örnek vereyim!
İslam dünyasında kaç çeşit mezhep var?
Onlarca var.
Siz hiç bir mezhebin bugüne kadar Kur'an'ı Kerim'den kendisine âyet bulma sıkıntısına tanık oldunuz mu?
Güler: yok.
Öztürk: Siz diyorsunuz "kadere inanmıyorum" getirip 15 ayet koyuyorsunuz.
Ben de diyorum: İnsanın özgür iradesine inanmıyorum,hep kadere inanıyorum, bende getirip 30 âyet koyuyorum"
Bir tanesi ortayol diye hem inanıyorum, hem de inanmıyorum, o da buluyor.
Bakın Şia'nın yanında (âyet) var, Ehl-i Sünnet'inde var.
Turgay Güler:"İsa gelecek diyende âyet buluyor, İsa gelmeyecek diyen de ayet buluyor. Mehdi gelecek diyen de âyet buluyor, gelmeyecek diyen da âyet buluyor"
Öztürk: Biraz önce onu söyledim sevgili kardeşim!
Bir lafız (Kur'an)önümüzde iniş bağlamı kaybolmuş gitmiş, tarihte kalmış, önümüzde cansız kuru bir metin (Kur'an) halinde duruyor! Turgay Güler: Şimdi bu "cansız mı" dedi, diyecekler.
Öztürk: O zeki kardeşlerimiz! hemen "Kur'an'a cansız" dedi, diyecekler.
Şimdi kelimeye istediğiniz operasyonu çekiyorsunuz!
Nasıl çekiyorsunuz?
Kur'an suskun! eli kolu bağlı! sizin insafınıza kalmış!
"Benim kelimenin anlamı öyle değil" size oradan cevap veremiyor!
Elinizin önünde, açıyorsunuz sözlüğü, sizi rahatsız eden anlam hangisi ise onu siliyorsunuz.
Kelimeden o sözlük marifetiyle hoşunuza giden, bağlama düşen, bugün sizin kitlenizi memnun edecek anlamı buluyorsunuz, bu bunu kastetti diyorsunuz.
Bunun adına tahrif deniyor arkadaşlar!
Bu kitap zembille boşluğa ineydi, tarihten yalıtık olarak orta yerde, gökyüzünde şöyle sallanır bir vaziyette Peygamber efendimize de, bize de, aynı eşit mesafede, uzaklıkta olaydı böyle bir yetkimiz olabilirdi.
Yani herkes aynı anda eş zamanlı olarak bundan anladığını anlasın, yorumlasın!
Öyle değil, 23 senelik yaşanmış ve peygamber efendimizin rehberliğinde uygulanmış, ilk anlamını da orada bulmuş,
orada anlaşılmış ve orada hayata taşınmış bir metin var.
Bu metnin üzerinden o kadar yorum tortuları oluştu ki, bu eklenen yorumlarda hep masumâne anlama çabası yorumları değil, Müslümanlar birbirleriyle kavga ettiler, gırtlak gırtlağa girdiler.
Herkes pozisyonunu tahkim etmek, referansını da dine dayandırmak için, "bu âyet benim pozisyonumu haklı kılıyor" diye bir âyet öne sürdü.
Öbürü dedi ki: Hayır! benim halife adayım daha haklıydı, bak bu ayet, işte Şia,
Sünni, bitmeyen 1440 senedir, neredeyse bir kavga, bir ihtilaf, herkes Kur'an üzerinden kendini refere ediyor.
Arkadaşlar! Sonra, tarihte felsefi, kelami içerikli yığınla sorunumuz oluştu.
Kabir azabından girin, sırat köprüsünden çıkın, hepsine dair binbir çeşit yorum varmı?
Yorum var!
Peki siz bu kadar tarihsel tortu taşıyan, anlam yüklemeleri yapılmış bir metnin 1440 küsür sene sonra,
hem de içine doğduğunuz, dünyanın kültürel çocuğu olduğunuz halde, nasıl kalkar da İslam'ın, Kur'an'ın metninin doğru anlamını ben tespit ettim diyorsunuz.
(Devam edecek)
6 Kasım 2018 Salı
KUR'AN'DA KIRAAT FARKLILIKLARI YÜZÜNDEN YAPISI VE MANASI DEĞİŞEN KELİMELER
(35. YAZI)
ÖRNEK 226
Âraf süresi
"De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi,,,,," 33. âyetinde bulunan
"mé lem yünezzil" "indirmediği" kelimesini, Ebu Amir "mé lem yünzil" "(Allah tarafından) inmeyen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 227:
Araf Suresi
"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur,,,,, 57. âyetinde bulunan "büşran" müjdeleyici" kelimesini,
Ebu Amir "nuşran" "yayarak, dağıtarak" olarak okumuştur.
Yani "büşran" kelimesinde bulunan "be" diğer kıraatlarda "nun" olarak okunuyor.
O zaman âyetin girişindeki cümlenin manası şöyle oluyor.
"Rüzgarları rahmetinin önünde yayarak, dağıtarak gönderen O'dur"
ÖRNEK 228:
Rum süresi
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor!,,, 50. âyetinde bulunan "éséri" "eserlerine" kelimesini, Nâfi "eseri" "eserine" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 229:
Sebe süresi
"Onlar, gökte ve yerde önlerine ve arkalarına bakmıyorlar mı?
Dilesek onları yere batırırız,,, 9. âyetinde bulunan "in neşe' nehsif bihimul arda" "Dilesek onları yere batırırız"
kelimesini, Kisai "in yeşe'yehsif bihimul arda" "(Allah" dilerse onları yere batırır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 230:
Rahman süresi
"İkisinden de inci ve mercan çıkar 22. âyetinde bulunan "yehrucu" "çıkar" kelimesini, Nâfi "yuhracu" "çıkarılır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 231:
Yunus süresi
"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin.
Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdim)?
88. âyetinde bulunan " liyudillu an sebileke" " (insanları) senin yolundan saptırsınlar" kelimesini, İbni Kesir El Mekki, "liyadillu" "senin yolundan sapsınlar" olarak okumuştur.
Aslında âyetin metninden "insanlar" kelimesi yoktur.
Dolayısıyla Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerde okunan Kur'an'a göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk, zenginlik ve saltanatla bir çok insanı saptırıyorlar.
Diğer okuyuşlara göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk ve saltanatla sadece kendileri sapıyorlar.
ÖRNEK 232:
Hud süresi
"Nuh dedi ki:
Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş ve bu size gizli tutulmuşsa,
buna ne dersiniz?,,,," 28. âyetinde bulunan "fe ummiyet aleyküm" "size gizli tutulmuşsa" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "fe amiyet aleyküm" "size gizli kalmışsa" olarak okumuştur.
ÖRNEK 233:
Hud süresi
"Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme,,,,,"
46. âyetinde bulunan "felé tes elni" "benden isteme" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "felé teselenne" (böyle bir şeyi)isteme" olarak okumuştur.
ÖRNEK 234:
Hud süresi
"Göklerin ve yerin gaybi yalnız Allah'a aittir. her iş ona döndürülür,,," 123. âyetinde bulunan "ileyhi yurceul emru" "her iş ona döndürülür" kelimesini ,İbni Kesir El Mekki (sonunda) her iş ona döner" olarak okumuştur.
ÖRNEK 235:
Bakara süresi
",,,,Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi,, ,"259.
âyetinde bulunan "nünşizühe" "diziyoruz,düzenliyoruz" kelimesini Ebu Amir "nunşiruhe" "yayıyoruz,seriyoruz" olarak okumuştur.
Bu âyette bulunan "nünşizühe" kelimesindeki "keskin ze" harfi diğer kıraatlarda "ra" olarak okunmuş oluyor.
(35. YAZI)
ÖRNEK 226
Âraf süresi
"De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi,,,,," 33. âyetinde bulunan
"mé lem yünezzil" "indirmediği" kelimesini, Ebu Amir "mé lem yünzil" "(Allah tarafından) inmeyen" olarak okumuştur.
ÖRNEK 227:
Araf Suresi
"Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur,,,,, 57. âyetinde bulunan "büşran" müjdeleyici" kelimesini,
Ebu Amir "nuşran" "yayarak, dağıtarak" olarak okumuştur.
Yani "büşran" kelimesinde bulunan "be" diğer kıraatlarda "nun" olarak okunuyor.
O zaman âyetin girişindeki cümlenin manası şöyle oluyor.
"Rüzgarları rahmetinin önünde yayarak, dağıtarak gönderen O'dur"
ÖRNEK 228:
Rum süresi
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor!,,, 50. âyetinde bulunan "éséri" "eserlerine" kelimesini, Nâfi "eseri" "eserine" yani tekil olarak okumuştur.
ÖRNEK 229:
Sebe süresi
"Onlar, gökte ve yerde önlerine ve arkalarına bakmıyorlar mı?
Dilesek onları yere batırırız,,, 9. âyetinde bulunan "in neşe' nehsif bihimul arda" "Dilesek onları yere batırırız"
kelimesini, Kisai "in yeşe'yehsif bihimul arda" "(Allah" dilerse onları yere batırır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 230:
Rahman süresi
"İkisinden de inci ve mercan çıkar 22. âyetinde bulunan "yehrucu" "çıkar" kelimesini, Nâfi "yuhracu" "çıkarılır" olarak okumuştur.
ÖRNEK 231:
Yunus süresi
"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin.
Ey Rabbimiz! Onlara bu nimetleri insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici azabı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdim)?
88. âyetinde bulunan " liyudillu an sebileke" " (insanları) senin yolundan saptırsınlar" kelimesini, İbni Kesir El Mekki, "liyadillu" "senin yolundan sapsınlar" olarak okumuştur.
Aslında âyetin metninden "insanlar" kelimesi yoktur.
Dolayısıyla Türkiye, İran, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerde okunan Kur'an'a göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk, zenginlik ve saltanatla bir çok insanı saptırıyorlar.
Diğer okuyuşlara göre Firavun ve ileri gelenlerine verilen mülk ve saltanatla sadece kendileri sapıyorlar.
ÖRNEK 232:
Hud süresi
"Nuh dedi ki:
Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş ve bu size gizli tutulmuşsa,
buna ne dersiniz?,,,," 28. âyetinde bulunan "fe ummiyet aleyküm" "size gizli tutulmuşsa" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "fe amiyet aleyküm" "size gizli kalmışsa" olarak okumuştur.
ÖRNEK 233:
Hud süresi
"Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme,,,,,"
46. âyetinde bulunan "felé tes elni" "benden isteme" kelimesini, İbni Kesir El Mekki "felé teselenne" (böyle bir şeyi)isteme" olarak okumuştur.
ÖRNEK 234:
Hud süresi
"Göklerin ve yerin gaybi yalnız Allah'a aittir. her iş ona döndürülür,,," 123. âyetinde bulunan "ileyhi yurceul emru" "her iş ona döndürülür" kelimesini ,İbni Kesir El Mekki (sonunda) her iş ona döner" olarak okumuştur.
ÖRNEK 235:
Bakara süresi
",,,,Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi,, ,"259.
âyetinde bulunan "nünşizühe" "diziyoruz,düzenliyoruz" kelimesini Ebu Amir "nunşiruhe" "yayıyoruz,seriyoruz" olarak okumuştur.
Bu âyette bulunan "nünşizühe" kelimesindeki "keskin ze" harfi diğer kıraatlarda "ra" olarak okunmuş oluyor.
5 Kasım 2018 Pazartesi
ÇOCUKLARIMIZI KAPALI ORTAMLARDAN UZAK TUTALIM.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı açıkça ortaya konulmuşken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in Kur'an'a iltifat etmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
Tefekkür, tezekkür, taakkul, tefekküh ile ilgili yüzlerce âyete rağmen neden hiçbir Şii ve Sünni âlim, hiçbir tarikat ve cemaat Kur'an'a bakma ve onu araştırma ihtiyacı duymaz.
Şia ve Ehli Sünnet dincilerinin Kur'an'dan bu kadar nefret etmelerinin altında hangi aldatıcı ve kahredici gerçek yatıyor.
Aslında kafir ve müşriklerin Kur'an'a kulak asmamalarının onlarca nedeni birçok ayette tekrar tekrar anlatılmaktadır.
Fakat bana göre bu Kur'an cahillerinin Kur'an'dan uzak kalmalarının ve onun hayat hayat veren nefesinden mahrum olmalarının en önemli sebeplerden birisi şudur:
Zamanın birinde bir arkadaşımız şöyle bir olay anlatmıştı.
"Sıcak bir günde bir kaç arkadaşla birlikte kapalı bir mekanda ortamın serinletici etkisinde konuşup sohbet ederken birden kapı çalınır.
İçeriye bir arkadaşları girdikten sonra,
"İçerisinin çok havasız olduğunu, içeriden hoş olmayan bir kokunun yayıldığını, oksijensiz ve sağlıksız bir ortamda bulunduklarını" söyleyip pencereleri açıp içeriyi havalandırır.
Pencerelerin açılmasıyla içeriye temiz havanın girmesi neticesinde içeride güzel ve hoş bir ortamda oturan arkadaşlarda bir rahatlama ile daha önce teneffüs ettikleri serin havanın aslında ne kadar zararlı ve zehirli olduğunun farkına varırlar.
Bu örnek o kadar hayati bir öneme sahiptir ki:
Bir kişi gaflet uykusunda olan bin kişiyi uyandırıp kurtarabilir.
Bir mum sönük bin tane mumu yakabilir.
Bir kişi memleketi ve milleti bir yangın ve yıkımdan uyandırabilir. .
ARKADAŞLAR!
Şia ve Ehli Sünnet mezhepleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) cemaat ve tarikatlar kendi inanç ve fikirlerine aykırı düşünen kimseyi içlerine kabul etmediklerinden, yüzyıl hatta bin yıl geçse zehirli inanç ve sağlıksız fikirlerinden kurtulamazlar.
Dolayısıyla bin sene öncesinin ilkel inançları ve uydurma kurallarını taklit eden gelenekçi mezhepçilere teneffüs ettikleri dinin sağlıksız, zehirli ve ölümcül olduğunu birisi mutlaka hatırlatmalıdır.
"Takva sahiplerine, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat belki (şirkten) korunurlar diye hatırlatmak gerekir"
(En'am, 69)
Allah elçilerinin görevleri budur.
Yani hariçten biri müdahale etmediği zaman aynı inanç ve fikirlere sahip olanların uyanmaları, hak ve hakikatı bulmaları mümkün değildir.
Biri mutlaka uyuyan insanları uyarmalı, sabırla onları ikaz etmeli ve onları ölüm uykusundan uyandırmalıdır.
Bu kutsal görevde şu husus asla göz ardı edilmemelidir.
"Allah elçilerinin tek ikaz ve uyarı araçları Kur'an olmuştur"
(Enbiya, 45; En'am, 51 ; Kaf ,45; Âraf, 61, 62, 67, 68)
Kur'an ehli muvahhidler bütün olumsuz şartlara ve hakaretlere rağmen uydurma din mensuplarını Kur'an ile uyarmalıdırlar.
Allah'ın indinde bundan daha şerefli bir görev yoktur.
Çünkü Nebi'ler, Allah'ın elçileri ve binlerce vahiy ehli muvahhid bu görev uğrunda hayatlarını vermişlerdir.
(Âli İmran, 146)
Önemine binaen tekrar ediyorum, bu görevi ifa ederken uyarı ve tebliğ aracı kesinlikle vahiy'den başka bir şey olmamalıdır.
Çünkü yüzlerce âyette yüce Allah, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağı kabul etmeyaceğini haber vermektedir.
Şia ve Ehli Sünnet mezhebleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) cemaat ve tarikatların topluma en büyük zararları bünyelerinde özgür irade sahiplerinin sivrilmesine izin vermemeleridir.
MESELA:
Şia ve Ehli Sünnet dininde hiç kimse muhaddis ve müctehidleri eleştirme hakkına sahip olmadığından aralarında sorgulama ahlak ve kabiliyeti oluşmamıştır.
Size soruyorum!
İnanç ve fikirlerinde özgür olmayan toplumlar nasıl gelişme gösterecektir?
Yani "muhaddis ve müctehidler sorgulanamaz birer rab ve ilah olarak algılamak" nasıl bir akıl tutulmasıdır.
Ama maalesef bugün dâhi, Kur'an cahili âlimleri eleştirenler, mezhep mukallitleri tarafından sapık ve tehlikeli bir yaratık olarak görülüyor.
Adalet ve özgürlüğün olmadığı cemaatlerde isyankar ruhlu hakikat avcılarına yaşama hakkı bilet tanınmıyor.
İşte bu yüzden Şiilik ve Sünniliğin hakim olduğu toplumlardan anarşi, zorbalık, terör, cehalet, kargaşa, fakirlik, sürgün, taklit ve düşman istilaları hiçbir zaman son bulmayacaktır.
Dolayısıyla çocuklarımızı ve gençlerimizi fetö gibi özgürlük ve akıl yoksunu, fikir ve sorgulama düşmanı kapalı ve karanlık yapılardan korumak zorundayız.
Yoksa dünya hayatları ile beraber ahiret hayatlarını da kendi ellerimizle mahvetmiş olacağız.
Çocuklarımız isterse "hacsız" ve "umresiz" hatta "abdestsiz ve namazsız" olsunlar, fakat her türlü haksızlığa karşı gelen özgür ve isyankar bir ruh kazansınlar.
Gençlerimiz isterse komünist ve sosyalist olsunlar, fakat Said Nursi, Adıyamanlı uydurma gavs, F Gülen, Cübbeli Ahmet gibilerine köle olacak şahsiyetsiz ve karaktersiz bir ahlaka sahip olmasınlar.
Gençlerini tarikat ve Kur'an'sız cemaatlere düşman olarak yetiştirmeyen toplumlar karanlık ve cehalete, taklit ve bağnazlığa mahkum kalacaklardır.
Çocuklarına Kur'an ahlakını ve tevhid özgürlüğünü miras olarak bırakmayanlar, maddi miras olarak bıraktıklarına sevinmesinler.
Ya Kur'an'ın evrensel özgürlüğü olacak, Kur'an ilmi ve hikmeti başa geçecek, ya da kuzgun leşe konacaktır"
"Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanif (özgür Müslümanlar olun) Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini akbabalar
(ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail) kapışmış, yahut rüzgar onu uzak bir mesafeye (Akdeniz'in karanlık suları) sürüklemiş bir nesne gibidir"
(Hac, 31)
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı açıkça ortaya konulmuşken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in Kur'an'a iltifat etmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
Tefekkür, tezekkür, taakkul, tefekküh ile ilgili yüzlerce âyete rağmen neden hiçbir Şii ve Sünni âlim, hiçbir tarikat ve cemaat Kur'an'a bakma ve onu araştırma ihtiyacı duymaz.
Şia ve Ehli Sünnet dincilerinin Kur'an'dan bu kadar nefret etmelerinin altında hangi aldatıcı ve kahredici gerçek yatıyor.
Aslında kafir ve müşriklerin Kur'an'a kulak asmamalarının onlarca nedeni birçok ayette tekrar tekrar anlatılmaktadır.
Fakat bana göre bu Kur'an cahillerinin Kur'an'dan uzak kalmalarının ve onun hayat hayat veren nefesinden mahrum olmalarının en önemli sebeplerden birisi şudur:
Zamanın birinde bir arkadaşımız şöyle bir olay anlatmıştı.
"Sıcak bir günde bir kaç arkadaşla birlikte kapalı bir mekanda ortamın serinletici etkisinde konuşup sohbet ederken birden kapı çalınır.
İçeriye bir arkadaşları girdikten sonra,
"İçerisinin çok havasız olduğunu, içeriden hoş olmayan bir kokunun yayıldığını, oksijensiz ve sağlıksız bir ortamda bulunduklarını" söyleyip pencereleri açıp içeriyi havalandırır.
Pencerelerin açılmasıyla içeriye temiz havanın girmesi neticesinde içeride güzel ve hoş bir ortamda oturan arkadaşlarda bir rahatlama ile daha önce teneffüs ettikleri serin havanın aslında ne kadar zararlı ve zehirli olduğunun farkına varırlar.
Bu örnek o kadar hayati bir öneme sahiptir ki:
Bir kişi gaflet uykusunda olan bin kişiyi uyandırıp kurtarabilir.
Bir mum sönük bin tane mumu yakabilir.
Bir kişi memleketi ve milleti bir yangın ve yıkımdan uyandırabilir. .
ARKADAŞLAR!
Şia ve Ehli Sünnet mezhepleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) cemaat ve tarikatlar kendi inanç ve fikirlerine aykırı düşünen kimseyi içlerine kabul etmediklerinden, yüzyıl hatta bin yıl geçse zehirli inanç ve sağlıksız fikirlerinden kurtulamazlar.
Dolayısıyla bin sene öncesinin ilkel inançları ve uydurma kurallarını taklit eden gelenekçi mezhepçilere teneffüs ettikleri dinin sağlıksız, zehirli ve ölümcül olduğunu birisi mutlaka hatırlatmalıdır.
"Takva sahiplerine, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat belki (şirkten) korunurlar diye hatırlatmak gerekir"
(En'am, 69)
Allah elçilerinin görevleri budur.
Yani hariçten biri müdahale etmediği zaman aynı inanç ve fikirlere sahip olanların uyanmaları, hak ve hakikatı bulmaları mümkün değildir.
Biri mutlaka uyuyan insanları uyarmalı, sabırla onları ikaz etmeli ve onları ölüm uykusundan uyandırmalıdır.
Bu kutsal görevde şu husus asla göz ardı edilmemelidir.
"Allah elçilerinin tek ikaz ve uyarı araçları Kur'an olmuştur"
(Enbiya, 45; En'am, 51 ; Kaf ,45; Âraf, 61, 62, 67, 68)
Kur'an ehli muvahhidler bütün olumsuz şartlara ve hakaretlere rağmen uydurma din mensuplarını Kur'an ile uyarmalıdırlar.
Allah'ın indinde bundan daha şerefli bir görev yoktur.
Çünkü Nebi'ler, Allah'ın elçileri ve binlerce vahiy ehli muvahhid bu görev uğrunda hayatlarını vermişlerdir.
(Âli İmran, 146)
Önemine binaen tekrar ediyorum, bu görevi ifa ederken uyarı ve tebliğ aracı kesinlikle vahiy'den başka bir şey olmamalıdır.
Çünkü yüzlerce âyette yüce Allah, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağı kabul etmeyaceğini haber vermektedir.
Şia ve Ehli Sünnet mezhebleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ( Ankara) cemaat ve tarikatların topluma en büyük zararları bünyelerinde özgür irade sahiplerinin sivrilmesine izin vermemeleridir.
MESELA:
Şia ve Ehli Sünnet dininde hiç kimse muhaddis ve müctehidleri eleştirme hakkına sahip olmadığından aralarında sorgulama ahlak ve kabiliyeti oluşmamıştır.
Size soruyorum!
İnanç ve fikirlerinde özgür olmayan toplumlar nasıl gelişme gösterecektir?
Yani "muhaddis ve müctehidler sorgulanamaz birer rab ve ilah olarak algılamak" nasıl bir akıl tutulmasıdır.
Ama maalesef bugün dâhi, Kur'an cahili âlimleri eleştirenler, mezhep mukallitleri tarafından sapık ve tehlikeli bir yaratık olarak görülüyor.
Adalet ve özgürlüğün olmadığı cemaatlerde isyankar ruhlu hakikat avcılarına yaşama hakkı bilet tanınmıyor.
İşte bu yüzden Şiilik ve Sünniliğin hakim olduğu toplumlardan anarşi, zorbalık, terör, cehalet, kargaşa, fakirlik, sürgün, taklit ve düşman istilaları hiçbir zaman son bulmayacaktır.
Dolayısıyla çocuklarımızı ve gençlerimizi fetö gibi özgürlük ve akıl yoksunu, fikir ve sorgulama düşmanı kapalı ve karanlık yapılardan korumak zorundayız.
Yoksa dünya hayatları ile beraber ahiret hayatlarını da kendi ellerimizle mahvetmiş olacağız.
Çocuklarımız isterse "hacsız" ve "umresiz" hatta "abdestsiz ve namazsız" olsunlar, fakat her türlü haksızlığa karşı gelen özgür ve isyankar bir ruh kazansınlar.
Gençlerimiz isterse komünist ve sosyalist olsunlar, fakat Said Nursi, Adıyamanlı uydurma gavs, F Gülen, Cübbeli Ahmet gibilerine köle olacak şahsiyetsiz ve karaktersiz bir ahlaka sahip olmasınlar.
Gençlerini tarikat ve Kur'an'sız cemaatlere düşman olarak yetiştirmeyen toplumlar karanlık ve cehalete, taklit ve bağnazlığa mahkum kalacaklardır.
Çocuklarına Kur'an ahlakını ve tevhid özgürlüğünü miras olarak bırakmayanlar, maddi miras olarak bıraktıklarına sevinmesinler.
Ya Kur'an'ın evrensel özgürlüğü olacak, Kur'an ilmi ve hikmeti başa geçecek, ya da kuzgun leşe konacaktır"
"Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanif (özgür Müslümanlar olun) Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini akbabalar
(ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail) kapışmış, yahut rüzgar onu uzak bir mesafeye (Akdeniz'in karanlık suları) sürüklemiş bir nesne gibidir"
(Hac, 31)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)