ALLAH'IN ÂYETLERİNİ "TEKZİB" (YALANLAMA) NE DEMEKTİR?
"Allah'ın kitabını ve ayetlerini yalanlamanın" sadece bildiğimiz anlamda âyetleri dil ile kabul etmeme dil ile inkâr etmekten ibaret olmadığı, âyetleri yalanlamak için
"dil ile "ben bu âyetler inanmıyorum" "demenin şart olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kur'an'da onlarca âyette geçen, "Allah'ın âyetlerini yalanlama" (tekzib) "dil ile onları kabul etmeme veya reddetme" anlamında değildir.
Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılan, "tekzib" (âyetleri yalanlama ) inanç, ahlak, amel ve tavırla yani onlardan yüz çevirme, vahyi hedefinden saptırma, Allah'ın âyetlerini hakkıyla takdir etmeme, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynak edinme" anlamında kullanılmıştır.
Bunu gösteren en güzel örnek Cuma süresinin 5. âyeti ile Maun süresidir.
"Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.
Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez"
Âyette bulunan "Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenler..." "Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin..." ile "Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez" cümleleri önemlidir.
Tevrat ile yükümlü olanlar, dil ile hiçbir zaman Tevrat'ı yalanlamaz ona dil ile karşı gelmezler.
Fakat onların inanç ve ahlaklarında yani dini hayatlarında kaynak olarak Tevrat'ın yeri yoktur.
Ayrıca âyetin güncellenmesi açısından "Tevrat" ibaresinin yerine "Kur'an" kelimesini koymamız gerekmektedir.
Yoksa Kur'an'ı okumanın bir anlamı kalmayacaktır.
Dolayısıyla Ehli Sünnet ve Şia âlimleri dil ile Allah'ın kitabını kabul ettiklerini söylemelerine
rağmen en basit meselelerde bile Allah'ın âyetlerine karşı muvahhidlerle cahilce mücadele ederler.
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin (bu kötü ahlakları)gerek Allah indinde, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır.
Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
(Mümin, 35)
MESELA:
Dil ile inandığını söylemelerine rağmen imanın kalbe inmemesi, kalbin âyetleri tasdik etmemesi, yani Kur'an'ı hakkını vererek okumamaları,
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek okurlar.
Çünkü onlar ona iman ederler.
Ama her kim onu inkâr ederse (görmezden gelirse) İşte hüsranda kalanlar bunlardır "
(Bakara, 121)
MESELA:
Kur'an'ın her ayetine kayıtsız şartsız teslim olmamaları, bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmeleri, onu parçalamaları, manasını parçalayıp dağıtmaları, içinde var olan bağlam ve bütünlüğü görmemeleri, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmemeleri, Kur'an'ın anlam sistemine sahip olmamaları,
"...Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak alçaklık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir..."
(Bakara, 85)
"Kur'an'ı bütünsüz parçalar olarak görenlere gelince, Rabb'inin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğiz "
(Hicr, 91, 92, 93)
MESELA:
AYETLERİ GİZLEMEK
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu, kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet ederler.
Ancak Tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır.
Zira ben onların tevbelerini kabul ederim.
Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.
( Âyetlerimizi) inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerine tüm insanların laneti onların üzerindedir.
Onlar ebediyyen lanet içinde kalırlar.
Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır"
" İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahman'dır Rahim'dir"
(Bakara, 159, 160, 161, 162, 163)
"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir değer ile değişenler yok mu, İşte onların yiyip de karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir.
Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ne de onları temize çıkarır.
Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak(ve hidayet olarak apaçık) indirmiş olmasıdır.
( Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir"(Bakara, 174, 175, 176)
MESELA:
Kur'an'ın yanında din ve hüküm olarak başka kaynaklar edinip tevhid akidesini bozmaları,
" Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi Ancak Allah'a kalmıştır.
Sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir"
(En'am, 159)
MESELA:
Kur'an'ın gerçeklerini bâtıla bulaştırmaları, batıl ile gizlemeleri, saflığını ve temizliğini tahrip etmeleri, onu tanınmaz hale sokmaları,
"Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, (bile bile) hakkı gizlemeyin"(Bakara, 42)
Dolayısıyla Şia ve Ehli sünnet mezheplerinin muhaddis ve müctehidleri bütün bu inkâr ve yalanlama çeşitlerini işlemişlerdir.
Ehli sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki hurafe, yalan, uydurma, sapıklık, iftira olan rivayetlerin hepsi Kur'an'ı inkâr ve onu dolaylı yoldan yalan saymak anlamına geliyor.
Bir Suriyeli vatandaş ile sohbet ediyoruz, Kur'anda en az bin ayeti kerimenin kabir azabının olmadığını açık olarak gösterir, dediğimde
hayretler içerisinde kalarak dedi ki:
"Ben, hayatımda hiç kimsenin böyle bir şey söylediğini duymadım "
İŞTE İSLAM ALEMİNİN KUR'AN İLE İLİŞKİSİ.
14 Temmuz 2020 Salı
PARALEL DİN
(6.YAZI)
PARALEL DİNDE ESAS KAYNAK!
"İcma'ın (mezhep âlimlerinin bir konudaki genel görüşleri- ittifak ettikleri konular) dini deliler (kitap- sünnet-( hadisler) icma- kıyas'ı fükaha) hiyerarşisindedeki yeri:
İcmâ, deliler hiyerarşisinde genel olarak kitap ve Sünnet'ten (hadislerden) sonra üçüncü sırada yer alsa da üsülcüler bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, dinde kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâ'ın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir. İcmâ'ın kuvvet açısından birinci sırada yer alması kitap(Kur'an) ve sünnetin (hadislerin) aksine onun nesih ve tahsise, yorum ve ihtimâle açık olmamasıyla izah edilir.
Üsülcülerin, icmâa aykırı âyet veya hadisin mensuh veya muevvel sayılması gerektiği yönündeki ifadeleri bu anlayışı yansıtır.
İcmâ'ın, esas itibarıyle ya bir nassa (âyet-hadis) ya da nasdan elde edilen bir anlam üzerine kurulduğu göz alınınca icmâ'ın kuvvet açısından birinci sıraya yerleştirilmesi, onun Kur'an ve Sünnet'in önüne geçirildiği, onlardan daha önemli kılındığı gibi bir yoruma imkan vermeyecektir.
İcmâ'ın bu denli kuvvetli bir delil olarak kabul edilmesinin gerisinde İcmâ'a atfedilen işlev yatmaktadır. (Bakınız, İcmâ'ın doğuşu ve işlev konusu)
Yani Şia ve Ehl-i Sünnet dininin özeti şudur:
"Kul sözü Allah'ın sözünü susturabilir, beşer sözü Allah'ın sözünü kesebilir, insan sözü Allah'ın irade ve ilmini sınırlayabilir.
Hadisler ve onlardan çıkan ictihadlar olmadan Kur'an anlaşılmaz dolayısıyla Allah'ın kitab'ı bir ihtimaller yumağıdır.
Bu durumda Allah'ın iradesi ve ilmi olan Kur'an, beşer'in söz ve fikirlerine muhtaç oluyor.
Yani Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'a din öğretiliyor"
(Hucurat-16)
Dolayısıyla onların inancına göre alimlerin söz (hadis) ve içtihatları (mezhep) olmadan direk olarak Kur'an'a gitmenin bir faydası bulunmamaktadır.
Esas din mezhep imamlarının görüş ve fikirleridir.
Yani dinde Allah'tan başka herkesin konuşma ve hüküm koyma hakkı vardır.
Sadece Allah'ın hüküm koyma ve konuşma hakkı yoktur.
Çünkü Allah o kadar yüce ki, onun ne dediği belli olmuyor.
(6.YAZI)
PARALEL DİNDE ESAS KAYNAK!
"İcma'ın (mezhep âlimlerinin bir konudaki genel görüşleri- ittifak ettikleri konular) dini deliler (kitap- sünnet-( hadisler) icma- kıyas'ı fükaha) hiyerarşisindedeki yeri:
İcmâ, deliler hiyerarşisinde genel olarak kitap ve Sünnet'ten (hadislerden) sonra üçüncü sırada yer alsa da üsülcüler bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, dinde kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâ'ın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir. İcmâ'ın kuvvet açısından birinci sırada yer alması kitap(Kur'an) ve sünnetin (hadislerin) aksine onun nesih ve tahsise, yorum ve ihtimâle açık olmamasıyla izah edilir.
Üsülcülerin, icmâa aykırı âyet veya hadisin mensuh veya muevvel sayılması gerektiği yönündeki ifadeleri bu anlayışı yansıtır.
İcmâ'ın, esas itibarıyle ya bir nassa (âyet-hadis) ya da nasdan elde edilen bir anlam üzerine kurulduğu göz alınınca icmâ'ın kuvvet açısından birinci sıraya yerleştirilmesi, onun Kur'an ve Sünnet'in önüne geçirildiği, onlardan daha önemli kılındığı gibi bir yoruma imkan vermeyecektir.
İcmâ'ın bu denli kuvvetli bir delil olarak kabul edilmesinin gerisinde İcmâ'a atfedilen işlev yatmaktadır. (Bakınız, İcmâ'ın doğuşu ve işlev konusu)
Yani Şia ve Ehl-i Sünnet dininin özeti şudur:
"Kul sözü Allah'ın sözünü susturabilir, beşer sözü Allah'ın sözünü kesebilir, insan sözü Allah'ın irade ve ilmini sınırlayabilir.
Hadisler ve onlardan çıkan ictihadlar olmadan Kur'an anlaşılmaz dolayısıyla Allah'ın kitab'ı bir ihtimaller yumağıdır.
Bu durumda Allah'ın iradesi ve ilmi olan Kur'an, beşer'in söz ve fikirlerine muhtaç oluyor.
Yani Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'a din öğretiliyor"
(Hucurat-16)
Dolayısıyla onların inancına göre alimlerin söz (hadis) ve içtihatları (mezhep) olmadan direk olarak Kur'an'a gitmenin bir faydası bulunmamaktadır.
Esas din mezhep imamlarının görüş ve fikirleridir.
Yani dinde Allah'tan başka herkesin konuşma ve hüküm koyma hakkı vardır.
Sadece Allah'ın hüküm koyma ve konuşma hakkı yoktur.
Çünkü Allah o kadar yüce ki, onun ne dediği belli olmuyor.
HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR :
(9. YAZI)
Kur'an'a göre hayatın talihsiz gerçeği:
İnsanlık tarihinde iman etmeyenler her zaman kahir ekseriyeti teşkil ederler.
Yüce Allah Kuran'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Ne kadar arzu edersen et insanların çoğu iman etmeyecektir"
(Yusuf- 103 )
Başka bir ayette Rahmân ve Rahim olan Allah şöyle buyurur.
"İnsanların çoğunun imanları şirkle beraberdir"
( Yusuf- 106)
Bu yüzden eğer çoğunluğun iman ettiği şeye iman ediyor, onların düşündüklerini düşünüyorsanız, yani eğer çoğunlukla beraberseniz, başınız gerçekten büyük bir beladadır.
Çünkü insanlık tarihinde muvahhidler oldukça azdır, fakat Allah'ın indinde çok değerli bir konuma sahiptirler.
Zayıf bir damar olarak devam ederler.
Onlar azınlığın da azınlığıdır. Yemeğin içindeki tuzdan daha da azınlıktadırlar.
Evet muvahhitler kömürün içindeki elmas gibidirler.
Zayıf bir damardırlar.
Ama yüce Allah, rahmet ve mağfiretiyle onlara hidayetini vermiş ve hayatlarını sürdürme zevk ve imkanını bahşetmiştir.
Onlar mesut ve huzurludurlar.
Vahiy ehli muvahhidleri dünya malı, güzel yaşantı ve dünya hayatı pek ilgilendirmez.
İşleri güçleri hakikatı bir kişiye bile olsun ulaştırmak olmuştur.
Bunun tam aksine çoğunluğu teşkil eden müşrikler kendilerini doğru yolun yolcusu kabul ederler.
Fakat Şeytanların dostları olmuşlardır.
Muvahhidleri sapkınlık, mezhepsizlik, vahhabilik gibi kavramlarla aşağılamaya ve halkın gözünden düşürmeye çalışırlar. Dünya malı onları aldatmış, uydurma dinlerini paraya çevirmiş, Ümmeti aldatmışlardır.
İşte bu gerçekten büyük bir problemdir.
Rahman ve Rahim olan Allah şöyle buyuruyor.
"Kim Rahman'ın mesajına aldırış etmezse, ona bir şeytanı musallat ederiz de onun arkadaşı olur. Nitekim onları yoldan çıkarırlar buna rağmen onlar doğru yolda olduklarını sanırlar"
( Zuhruf- 36, 37)
İslam âlemi (Şiilik ve Sünniliğin çoğunlukta olduğu ülkeler ) başta Irak, Suriye Pakistan, Afganistan, Filistin, Mısır, Libya gibi devletler büyük bir zulüm ve vahşet içinde kıvranıyorlar.
Çünkü yüzyıllardır onların âlimleri Kur'an'ın eksiksiz, mükemmel, tamamen açıklanmış olduğu ve dini hidayet'in tek kaynak olması gerektiği hakkında sürekli tekrarlanan ayetlerine inanmayı reddetmişlerdir.
Çünkü Kuran'ın yanında başka kaynakları kabul etmişlerdir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor.
"Eğer biz bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi. Ey Rabbimiz! Bize bir Resül gönderseydin de şu aşağılığa ve rusvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık"
(Taha -134 )
Bu âyetten anlaşıldığına göre, Allah'ın elçisi sadece ve sadece Allah'tan gelen vahyi bildirmek ve tebliğ etmekle yükümlüdür.
İlk hadis kitabının Allah rasûlü'nün vefatından 200 yıldan fazla bir süre sonra doğan Buhari'nin kitabı olduğu bilinir.
Buhari hadis kitabını yazdığı zaman kaynak olarak bildiği insanları ziyaret ederdi.
Kaynağının doğru sözlü olduğunu araştırmadan zaten buna da imkan yoktur.
Buhari bir hadis biliyor musun? diye soracaktı.
Kişi "evet" diye cevap verecek ve daha sonra hadisi nakletmeye aşağıda gösterildiği gibi devam edecekti.
Babamı (Allah ondan razı olsun) abisinin (Allah ondan razı olsun) büyükannesiyle otururken (Allah ondan razı olsun) büyükannesinin ona bir gün büyük amcasıyla yemek yerken (Allah ondan razı olsun) anne tarafından büyük babasının İmam Ahmed bin Muhammed El Emeviyi tanıdığını ve onun büyük babasının en büyük amcasından Allah Resulünün büyük sahabelerinden Ömer İbni Halid el yemani ile tanıştığını ve onun ona Resulullah'ın( selam onun üzerine olsun)..."duyduğunu söylerken duydum.
Böylece hadis, ancak Buhari'nin kaynağından Allah Resulü hakkında, ölmüş olan 8 nesil sonra bir şey duyduğunu iddia eden bir rivayettir.
Halbuki din ve hüküm olarak Allah'ın kitabından başka kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.
(9. YAZI)
Kur'an'a göre hayatın talihsiz gerçeği:
İnsanlık tarihinde iman etmeyenler her zaman kahir ekseriyeti teşkil ederler.
Yüce Allah Kuran'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Ne kadar arzu edersen et insanların çoğu iman etmeyecektir"
(Yusuf- 103 )
Başka bir ayette Rahmân ve Rahim olan Allah şöyle buyurur.
"İnsanların çoğunun imanları şirkle beraberdir"
( Yusuf- 106)
Bu yüzden eğer çoğunluğun iman ettiği şeye iman ediyor, onların düşündüklerini düşünüyorsanız, yani eğer çoğunlukla beraberseniz, başınız gerçekten büyük bir beladadır.
Çünkü insanlık tarihinde muvahhidler oldukça azdır, fakat Allah'ın indinde çok değerli bir konuma sahiptirler.
Zayıf bir damar olarak devam ederler.
Onlar azınlığın da azınlığıdır. Yemeğin içindeki tuzdan daha da azınlıktadırlar.
Evet muvahhitler kömürün içindeki elmas gibidirler.
Zayıf bir damardırlar.
Ama yüce Allah, rahmet ve mağfiretiyle onlara hidayetini vermiş ve hayatlarını sürdürme zevk ve imkanını bahşetmiştir.
Onlar mesut ve huzurludurlar.
Vahiy ehli muvahhidleri dünya malı, güzel yaşantı ve dünya hayatı pek ilgilendirmez.
İşleri güçleri hakikatı bir kişiye bile olsun ulaştırmak olmuştur.
Bunun tam aksine çoğunluğu teşkil eden müşrikler kendilerini doğru yolun yolcusu kabul ederler.
Fakat Şeytanların dostları olmuşlardır.
Muvahhidleri sapkınlık, mezhepsizlik, vahhabilik gibi kavramlarla aşağılamaya ve halkın gözünden düşürmeye çalışırlar. Dünya malı onları aldatmış, uydurma dinlerini paraya çevirmiş, Ümmeti aldatmışlardır.
İşte bu gerçekten büyük bir problemdir.
Rahman ve Rahim olan Allah şöyle buyuruyor.
"Kim Rahman'ın mesajına aldırış etmezse, ona bir şeytanı musallat ederiz de onun arkadaşı olur. Nitekim onları yoldan çıkarırlar buna rağmen onlar doğru yolda olduklarını sanırlar"
( Zuhruf- 36, 37)
İslam âlemi (Şiilik ve Sünniliğin çoğunlukta olduğu ülkeler ) başta Irak, Suriye Pakistan, Afganistan, Filistin, Mısır, Libya gibi devletler büyük bir zulüm ve vahşet içinde kıvranıyorlar.
Çünkü yüzyıllardır onların âlimleri Kur'an'ın eksiksiz, mükemmel, tamamen açıklanmış olduğu ve dini hidayet'in tek kaynak olması gerektiği hakkında sürekli tekrarlanan ayetlerine inanmayı reddetmişlerdir.
Çünkü Kuran'ın yanında başka kaynakları kabul etmişlerdir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor.
"Eğer biz bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi. Ey Rabbimiz! Bize bir Resül gönderseydin de şu aşağılığa ve rusvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık"
(Taha -134 )
Bu âyetten anlaşıldığına göre, Allah'ın elçisi sadece ve sadece Allah'tan gelen vahyi bildirmek ve tebliğ etmekle yükümlüdür.
İlk hadis kitabının Allah rasûlü'nün vefatından 200 yıldan fazla bir süre sonra doğan Buhari'nin kitabı olduğu bilinir.
Buhari hadis kitabını yazdığı zaman kaynak olarak bildiği insanları ziyaret ederdi.
Kaynağının doğru sözlü olduğunu araştırmadan zaten buna da imkan yoktur.
Buhari bir hadis biliyor musun? diye soracaktı.
Kişi "evet" diye cevap verecek ve daha sonra hadisi nakletmeye aşağıda gösterildiği gibi devam edecekti.
Babamı (Allah ondan razı olsun) abisinin (Allah ondan razı olsun) büyükannesiyle otururken (Allah ondan razı olsun) büyükannesinin ona bir gün büyük amcasıyla yemek yerken (Allah ondan razı olsun) anne tarafından büyük babasının İmam Ahmed bin Muhammed El Emeviyi tanıdığını ve onun büyük babasının en büyük amcasından Allah Resulünün büyük sahabelerinden Ömer İbni Halid el yemani ile tanıştığını ve onun ona Resulullah'ın( selam onun üzerine olsun)..."duyduğunu söylerken duydum.
Böylece hadis, ancak Buhari'nin kaynağından Allah Resulü hakkında, ölmüş olan 8 nesil sonra bir şey duyduğunu iddia eden bir rivayettir.
Halbuki din ve hüküm olarak Allah'ın kitabından başka kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(61. YAZI )
MUSA (a.s) İLE İLGİLİ BİR RİVAYET
Said Nursi Hac süresinin yetmiş üçüncü âyetinin tefsirinde ayetin metninden sonra diyor ki:
"Yani Cenab-ı Hak'tan başka bütün esbab (sebepler) uluhiyetleri ehli dalâlet tarafından dâva edilen âliheler (davet edilen, yalvarılan ilâhlar) ictima etse (toplansa) bir sineği halk edemezler, (yaratamazlar) yani sineğin hilkati (yaratılışı) öyle bir mucize-i rabbaniyedir ve bir ayeti tekviniyedir ki, bütün esbab (sebepler) toplansa onun mislini yapamazlar.
"O âyeti rabbaniyeye muaraza edemezler taklidini de yapamazlar"
mealindeki âyete ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud'u mağlup eden ve Hazreti Musa (aleyhisselam)
onların tacizlerine (onu rahatsız etmelerine) karşı müştekiyâne (onlardan Allah'a şikayet ederek)
"Yarabbi bu muacciz (Rahatsız edici)mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?"
deyince ilhamen cevap gelmiş ki:
"Sen bir defa sineklere itiraz ettin, bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki:
"Ya rab bu koca kafalı
beşer seni yalnız bir lisan ile zikrediyor.
Bazı da gaflet ediyor.
Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin binler lisan ile sana zikredecek bizim gibi mahluk olurlardı"
diye Hz. Musa (Aleyhisselâm)ın şekvasına (şikayetine ) bir itiraz kuvvetinde hikmeti hilkatini (yaratılış hikmetini) müdafaa eden sineğin hem gayet nezafetperver (temizliği seven) her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü,
kanatlarını temizleyen bu taifenin elbette mühim bir vazifesi vardır.
Hikmeti beşeriyenin nazarı kasırdır (kısadır ) daha o vazifeyi ihata edememiş"
( Lemalar- 272 Yirmi Sekizinci Lema) CEVAP :
Önce söz konusu edilen âyetin anlaşılır bir mealini verelim.
"Ey insanlar! Size bir misal veriliyor, onu dinleyin, Allah'ı bırakıp da yalvarıp yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği yaratamazlar.
Sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar.
isteyen de âciz, istenen de"
(Hac- 73 )
Şimdi Said Nursi, Musa (a.s) ın sineklerin rahatsızlığından şikayette bulunduğunu nereden öğrenmiştir?
Bu Musa (a.s) gibi bir elçiye edilen bir iftira değil midir?
Said Nursi, Musa (a.s) gibi önemli bir Allah elçisini kısa ve eksik nazar (bakışla) sineğin yaratılış hikmetini kavrayamamakla suçlamaktadır.
Yani Musa
(as)ın ön görüsü ve tefekkürü Said Nursi'den daha kısa, sineğin yaratılış hikmetini anlamamış birisidir öyle mi?
Ey Rabbim! Bu nasıl bir anlayıştır, bizi her türlü gurur ve kibirden muhafaza eyle!
Aynı şekilde Said Nursi, yüce Allah'a da buyurmadığı bir söz isnad etmektedir.
Aslında Said Nursi'yi mâzur görmeliyiz.
Çünkü söylediklerinin nereye gideceğini nasıl bir etki yapacağının farkında hiçbir zaman olmamıştır ve bunu düşünmemiştir.
Bir de
"sinek her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen "diyor.
Allah akıl ve fikir versin.
(61. YAZI )
MUSA (a.s) İLE İLGİLİ BİR RİVAYET
Said Nursi Hac süresinin yetmiş üçüncü âyetinin tefsirinde ayetin metninden sonra diyor ki:
"Yani Cenab-ı Hak'tan başka bütün esbab (sebepler) uluhiyetleri ehli dalâlet tarafından dâva edilen âliheler (davet edilen, yalvarılan ilâhlar) ictima etse (toplansa) bir sineği halk edemezler, (yaratamazlar) yani sineğin hilkati (yaratılışı) öyle bir mucize-i rabbaniyedir ve bir ayeti tekviniyedir ki, bütün esbab (sebepler) toplansa onun mislini yapamazlar.
"O âyeti rabbaniyeye muaraza edemezler taklidini de yapamazlar"
mealindeki âyete ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud'u mağlup eden ve Hazreti Musa (aleyhisselam)
onların tacizlerine (onu rahatsız etmelerine) karşı müştekiyâne (onlardan Allah'a şikayet ederek)
"Yarabbi bu muacciz (Rahatsız edici)mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?"
deyince ilhamen cevap gelmiş ki:
"Sen bir defa sineklere itiraz ettin, bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki:
"Ya rab bu koca kafalı
beşer seni yalnız bir lisan ile zikrediyor.
Bazı da gaflet ediyor.
Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin binler lisan ile sana zikredecek bizim gibi mahluk olurlardı"
diye Hz. Musa (Aleyhisselâm)ın şekvasına (şikayetine ) bir itiraz kuvvetinde hikmeti hilkatini (yaratılış hikmetini) müdafaa eden sineğin hem gayet nezafetperver (temizliği seven) her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü,
kanatlarını temizleyen bu taifenin elbette mühim bir vazifesi vardır.
Hikmeti beşeriyenin nazarı kasırdır (kısadır ) daha o vazifeyi ihata edememiş"
( Lemalar- 272 Yirmi Sekizinci Lema) CEVAP :
Önce söz konusu edilen âyetin anlaşılır bir mealini verelim.
"Ey insanlar! Size bir misal veriliyor, onu dinleyin, Allah'ı bırakıp da yalvarıp yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği yaratamazlar.
Sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar.
isteyen de âciz, istenen de"
(Hac- 73 )
Şimdi Said Nursi, Musa (a.s) ın sineklerin rahatsızlığından şikayette bulunduğunu nereden öğrenmiştir?
Bu Musa (a.s) gibi bir elçiye edilen bir iftira değil midir?
Said Nursi, Musa (a.s) gibi önemli bir Allah elçisini kısa ve eksik nazar (bakışla) sineğin yaratılış hikmetini kavrayamamakla suçlamaktadır.
Yani Musa
(as)ın ön görüsü ve tefekkürü Said Nursi'den daha kısa, sineğin yaratılış hikmetini anlamamış birisidir öyle mi?
Ey Rabbim! Bu nasıl bir anlayıştır, bizi her türlü gurur ve kibirden muhafaza eyle!
Aynı şekilde Said Nursi, yüce Allah'a da buyurmadığı bir söz isnad etmektedir.
Aslında Said Nursi'yi mâzur görmeliyiz.
Çünkü söylediklerinin nereye gideceğini nasıl bir etki yapacağının farkında hiçbir zaman olmamıştır ve bunu düşünmemiştir.
Bir de
"sinek her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen "diyor.
Allah akıl ve fikir versin.
HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR
( 10. YAZI )
"Nebi (a.s) ın hadisi" olarak adlandırılanlara uymak, esasen Nebi (a.s) daha onlar doğmadan 200 seneden fazla bir süre önce Nebi'nin bir şeyler dediğini düşünen bir grup Kur'an cahili, düşünme özürlü, tembel, yalancı olması kuvvetle muhtemel adamlara itaat etmek manasına gelir.
Resulullah'a uymak ve ona gerçekten itaat etmek ancak Kuran'a uymakla olur ki, Kur'an hakikaten Allah Resulü tarafından okunmuş ve şüphe götürmez sistem ve mucizelerle Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından koruma altına alınmıştır.
"İnkâr edenler göklerle yer bitişik bir haldeyken bizim onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmezler mi?
Yine de inanmazlar mı ?Onları sarsması için yeryüzünde bir takım dağlar diktik.
Orada geniş geniş yollar açtık. Ta ki, muratlarına ulaşsınlar. Gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık, onlar ise gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler.
Allah geceyi, gündüzü güneş'i ve ay'ı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedir."
( Enbiya- 30, 31, 32, 33)
Aileniz, tarikatınız, cemaatiniz,diyanetiniz, büyükleriniz, efendileriniz veya din adamlarınızdan miras kalan komisyon dininden( hadis ve sünnet) mutlu ve razı mısınız?
Böyle hurafeler uğruna Allah'ın bizzat Resulullah'a gönderip öğrettiği değerleri terk etmeye gönüllü musunuz?
Yoksa artık Kur'an'a dönmek sizin için çok mu geç oldu?
Allah Rasûlü'nün vefatından kısa süre sonra cahiliye devri'nin kabileciliğini ve putperestliğini hortlatan Kur'an cahilleri, birçok Müslümanın ölmesine sebep olmuşlardır.
Emevilerin ve Şianın başlattığı rivayet dini islam'ın mesajını tahrip etmek ve onu ortaçağ Arap ve Acem kültürüne dönüştürmek için maaşlı din adamlarını seferber etmişlerdir.
İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ın anlaşılmaz, kapalı ve yetersiz olduğunu ileri süren müşrik din adamları, yalnız Allah'a has kılınması gereken dini, sünnet, hadis, sahabe, tabiin, tabei tabiin, mezhep imamları, müçtehit alimler, mutlak müştehidler, mezhepte müçtehitler, eski alimlerden oluşan bir komisyonun ortaya çıkardığı tamamen beşeri bir din haline dönüştürdüler.
Zamanımıza kadar etkileri artarak devam eden bu felaketli ve lanetli İblis dini, yaygınlaşmış ciltlerle hadis ve fıkıh kitapları meydana çıkarmıştır.
Bu "mişna"ları kabul etmeyen Kur'an ve insaf ehli muvahhidler sapık ve murted olarak damgalanmışlardır.
Oldukça şiddetli Devlet terörünün estiği o günlerde Kur'an'a aykırı bambaşka dinler oluşturulmuştur. Kur'an'daki kavramlar yerinden edilerek tevhid dini tam tersine beşeri din haline sokulmuştur.
( 10. YAZI )
"Nebi (a.s) ın hadisi" olarak adlandırılanlara uymak, esasen Nebi (a.s) daha onlar doğmadan 200 seneden fazla bir süre önce Nebi'nin bir şeyler dediğini düşünen bir grup Kur'an cahili, düşünme özürlü, tembel, yalancı olması kuvvetle muhtemel adamlara itaat etmek manasına gelir.
Resulullah'a uymak ve ona gerçekten itaat etmek ancak Kuran'a uymakla olur ki, Kur'an hakikaten Allah Resulü tarafından okunmuş ve şüphe götürmez sistem ve mucizelerle Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından koruma altına alınmıştır.
"İnkâr edenler göklerle yer bitişik bir haldeyken bizim onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmezler mi?
Yine de inanmazlar mı ?Onları sarsması için yeryüzünde bir takım dağlar diktik.
Orada geniş geniş yollar açtık. Ta ki, muratlarına ulaşsınlar. Gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık, onlar ise gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler.
Allah geceyi, gündüzü güneş'i ve ay'ı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedir."
( Enbiya- 30, 31, 32, 33)
Aileniz, tarikatınız, cemaatiniz,diyanetiniz, büyükleriniz, efendileriniz veya din adamlarınızdan miras kalan komisyon dininden( hadis ve sünnet) mutlu ve razı mısınız?
Böyle hurafeler uğruna Allah'ın bizzat Resulullah'a gönderip öğrettiği değerleri terk etmeye gönüllü musunuz?
Yoksa artık Kur'an'a dönmek sizin için çok mu geç oldu?
Allah Rasûlü'nün vefatından kısa süre sonra cahiliye devri'nin kabileciliğini ve putperestliğini hortlatan Kur'an cahilleri, birçok Müslümanın ölmesine sebep olmuşlardır.
Emevilerin ve Şianın başlattığı rivayet dini islam'ın mesajını tahrip etmek ve onu ortaçağ Arap ve Acem kültürüne dönüştürmek için maaşlı din adamlarını seferber etmişlerdir.
İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ın anlaşılmaz, kapalı ve yetersiz olduğunu ileri süren müşrik din adamları, yalnız Allah'a has kılınması gereken dini, sünnet, hadis, sahabe, tabiin, tabei tabiin, mezhep imamları, müçtehit alimler, mutlak müştehidler, mezhepte müçtehitler, eski alimlerden oluşan bir komisyonun ortaya çıkardığı tamamen beşeri bir din haline dönüştürdüler.
Zamanımıza kadar etkileri artarak devam eden bu felaketli ve lanetli İblis dini, yaygınlaşmış ciltlerle hadis ve fıkıh kitapları meydana çıkarmıştır.
Bu "mişna"ları kabul etmeyen Kur'an ve insaf ehli muvahhidler sapık ve murted olarak damgalanmışlardır.
Oldukça şiddetli Devlet terörünün estiği o günlerde Kur'an'a aykırı bambaşka dinler oluşturulmuştur. Kur'an'daki kavramlar yerinden edilerek tevhid dini tam tersine beşeri din haline sokulmuştur.
KUR'AN'SIZ DİN
(6.YAZI)
Diyanet'in 80 yıllık hayatında Kur'an'a hizmeti sadece beş ciltlik bir tefsirdir.
Aslında Kur'an'ın tefsiri diye bir şey yoktur.
Yani insanlar Kur'an'ı tefsir edemezler.
Çünkü Kur'an'ı Allah, hem tefsir (Furkan-33) etmiş, hem tafsil, hem tasrif hemde en geniş bir şekilde beyan etmiştir.
Dolayısıyla Müminlerin, bağlam ve bütünlüğü içinde Kur'an'ı anlamak ve onu tebliğ etmekten başka görevleri yoktur.
Diyanet'in binlerce Kur'an kursundan, Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilecek ve sadece Kur'an'dan konuşacak bir tane âlim yetişmemiştir.
Diyanet'in "Kur'an'daki İslam" adlı bir eseri yoktur.
Zaten böyle bir şeye de inanmaz.
Buna karşılık çok lüks basılmış, her cildi 660 sayfadan oluşan tam yedi ciltlik bir "Hadislerle İslam" eseri mevcuttur.
Bu eserin birinci cildinde "En sevgiliye iltica" bölümünde şu ibareler yer alır.
"Ümmetin âlimleri mübarek siretini, sünnetini ve hadislerini sonraki nesillere aktarmak için hayatlarını vakfetti, müsnedler, sünenler, câmiler, mücemler ve musannefler senin hadislerini bir araya getirdi"
"Siyerler ve megaziler, senin örnek hayatını bize tarif etti"
"Delail, şemail ve hilyeler, senin vasıflarını bize anlattı"
"Naatlar, kasideler, mevlitler sana olan aşkımızı ve sevgimizi dile getirdi"
"Nice telif ve tasnifler hep seni anlatmak için imla edildi"
" Sana gül terennümünde besteler yapıldı" ilahiler söylendi, divanlar dolduruldu" "Mesnevilere senin adınla başlandı, hattatlar en güzel tablolarına senin adını nakşetti"
Ne yana baksak senden bir iz bulduk Ey Nebi!
Ne yana dönersek seni gördük Ey Nebi!"
( sayfa 24)
Bunun gibi daha birçok hurafe ve uydurma, iftira ve cehalet sıralanmış gidiyor.
Bu eserin bilim kurulu başta Profesör Mehmet Görmez olmak üzere 5 Prof, Editörler 6 Prof, 8 Prof son okuma heyeti,
Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan onay almış 5. Baskı. Ankara, 2013
Yani anlayacağınız Kur'an adına Diyanetten hayırlı bir oluşum ve çalışma beklemeyin.
Peki bütün bu Prof'lar,
Kur'an'ın Allah Resulü'nü en güzel şekilde anlattığını bilmiyorlar mı ki, Kur'an'ı bir kenara iterek bütün uydurma eserleri kaynak olarak kabul etmişlerdir.
Bu Prof'lar
Allah Resulü'nün diğer Elçilerden üstün olduğuna dair Kur'an'dan bir delil getirmeleri mümkün mü?
Bu Kuran cahilliğinin bir özrü bulunabilir mi?
(6.YAZI)
Diyanet'in 80 yıllık hayatında Kur'an'a hizmeti sadece beş ciltlik bir tefsirdir.
Aslında Kur'an'ın tefsiri diye bir şey yoktur.
Yani insanlar Kur'an'ı tefsir edemezler.
Çünkü Kur'an'ı Allah, hem tefsir (Furkan-33) etmiş, hem tafsil, hem tasrif hemde en geniş bir şekilde beyan etmiştir.
Dolayısıyla Müminlerin, bağlam ve bütünlüğü içinde Kur'an'ı anlamak ve onu tebliğ etmekten başka görevleri yoktur.
Diyanet'in binlerce Kur'an kursundan, Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilecek ve sadece Kur'an'dan konuşacak bir tane âlim yetişmemiştir.
Diyanet'in "Kur'an'daki İslam" adlı bir eseri yoktur.
Zaten böyle bir şeye de inanmaz.
Buna karşılık çok lüks basılmış, her cildi 660 sayfadan oluşan tam yedi ciltlik bir "Hadislerle İslam" eseri mevcuttur.
Bu eserin birinci cildinde "En sevgiliye iltica" bölümünde şu ibareler yer alır.
"Ümmetin âlimleri mübarek siretini, sünnetini ve hadislerini sonraki nesillere aktarmak için hayatlarını vakfetti, müsnedler, sünenler, câmiler, mücemler ve musannefler senin hadislerini bir araya getirdi"
"Siyerler ve megaziler, senin örnek hayatını bize tarif etti"
"Delail, şemail ve hilyeler, senin vasıflarını bize anlattı"
"Naatlar, kasideler, mevlitler sana olan aşkımızı ve sevgimizi dile getirdi"
"Nice telif ve tasnifler hep seni anlatmak için imla edildi"
" Sana gül terennümünde besteler yapıldı" ilahiler söylendi, divanlar dolduruldu" "Mesnevilere senin adınla başlandı, hattatlar en güzel tablolarına senin adını nakşetti"
Ne yana baksak senden bir iz bulduk Ey Nebi!
Ne yana dönersek seni gördük Ey Nebi!"
( sayfa 24)
Bunun gibi daha birçok hurafe ve uydurma, iftira ve cehalet sıralanmış gidiyor.
Bu eserin bilim kurulu başta Profesör Mehmet Görmez olmak üzere 5 Prof, Editörler 6 Prof, 8 Prof son okuma heyeti,
Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan onay almış 5. Baskı. Ankara, 2013
Yani anlayacağınız Kur'an adına Diyanetten hayırlı bir oluşum ve çalışma beklemeyin.
Peki bütün bu Prof'lar,
Kur'an'ın Allah Resulü'nü en güzel şekilde anlattığını bilmiyorlar mı ki, Kur'an'ı bir kenara iterek bütün uydurma eserleri kaynak olarak kabul etmişlerdir.
Bu Prof'lar
Allah Resulü'nün diğer Elçilerden üstün olduğuna dair Kur'an'dan bir delil getirmeleri mümkün mü?
Bu Kuran cahilliğinin bir özrü bulunabilir mi?
HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR
(11. YAZI )
Emevi ve Abbasi Devletlerinin satılık din adamları, insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak için Kur'an'ın zor, anlaşılmaz ve mücmel olduğu yalanını yüzyıllardan beridir ümmi halka anlatıyorlar.
Kur'an'ın anlaşılması için yüzlerce ciltlik rivayet ve fıkıh kitaplarının didik didik edilmesi gerektiğine inananlar, Kur'an'ı öğrenmeye ve üzerinde tefekkür etmeye vakit bulamadılar.
Ali Şeriati'nin deyimiyle,
"Din ilimleri ile dini unutturdular" Aliya izzetbegoviç'in dediği gibi, "İslam milleti Kur'ana ihanet ederek onu sadece okunan çıplak ses haline getirdi"
Kuranı öğrenmeye vakit bulanlar ise kafalarını binlerce hurefeyle doldurduklarından ve üstelik Kur'an'ı bu hurafelere muhtaç görlüklerinden onu anlama nimetini baştan kaçırmış oldular.
Milyonlarca müride sahip ehli sünnetin fanatik taraftarı nurcu F Gülen, yıllar önce seyretmiş olduğum bir televizyon kanalında aynen şunları söylüyordu.
"Hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından daha fazla, Kuran hadislere muhtaçtır"
Başka bir hezeyanında diyor ki: "Buhari Allah'tan gelmiş gibidir. Buhari bu altı (6)bin küsur hadisi 300 bin hadisin içinden seçerken her hadis için iki rekat namaz kılmış, "Peygamber" kendisine temessul edip hangi hadisin kendisine ait olduğunu Buhari'ye bildiriyordu" Şimdi zerre kadar Kur'an bilgisi, ilim, akıl ve vicdanı olan birisi bunları söyleyebilir mi?
İşte bizim en büyük cemaat liderinin ilim seviyesi bu kadardır.
Allah Resulü'nün biricik şikayetinin ümmetinin Kur'an'dan uzaklaşması ve onu terk etmesi hakkında olması gerçekten çok ibret vericidir"
Resul der ki, ey Rabbim kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler"
( Furkan- 30)
(11. YAZI )
Emevi ve Abbasi Devletlerinin satılık din adamları, insanları Kur'an'dan uzaklaştırmak için Kur'an'ın zor, anlaşılmaz ve mücmel olduğu yalanını yüzyıllardan beridir ümmi halka anlatıyorlar.
Kur'an'ın anlaşılması için yüzlerce ciltlik rivayet ve fıkıh kitaplarının didik didik edilmesi gerektiğine inananlar, Kur'an'ı öğrenmeye ve üzerinde tefekkür etmeye vakit bulamadılar.
Ali Şeriati'nin deyimiyle,
"Din ilimleri ile dini unutturdular" Aliya izzetbegoviç'in dediği gibi, "İslam milleti Kur'ana ihanet ederek onu sadece okunan çıplak ses haline getirdi"
Kuranı öğrenmeye vakit bulanlar ise kafalarını binlerce hurefeyle doldurduklarından ve üstelik Kur'an'ı bu hurafelere muhtaç görlüklerinden onu anlama nimetini baştan kaçırmış oldular.
Milyonlarca müride sahip ehli sünnetin fanatik taraftarı nurcu F Gülen, yıllar önce seyretmiş olduğum bir televizyon kanalında aynen şunları söylüyordu.
"Hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından daha fazla, Kuran hadislere muhtaçtır"
Başka bir hezeyanında diyor ki: "Buhari Allah'tan gelmiş gibidir. Buhari bu altı (6)bin küsur hadisi 300 bin hadisin içinden seçerken her hadis için iki rekat namaz kılmış, "Peygamber" kendisine temessul edip hangi hadisin kendisine ait olduğunu Buhari'ye bildiriyordu" Şimdi zerre kadar Kur'an bilgisi, ilim, akıl ve vicdanı olan birisi bunları söyleyebilir mi?
İşte bizim en büyük cemaat liderinin ilim seviyesi bu kadardır.
Allah Resulü'nün biricik şikayetinin ümmetinin Kur'an'dan uzaklaşması ve onu terk etmesi hakkında olması gerçekten çok ibret vericidir"
Resul der ki, ey Rabbim kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler"
( Furkan- 30)
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(62. YAZI )
Kırk bin başlı, her başta kırk bin dilli...melekler:
Said Nursi diyor ki:
"Elbette muhbiri sadık'ın (Allah Resulü'nün ) rivayet ettiği melâikeler (melekler) hakkındaki suretler, gayet munasiptir ve mâkuldur.
(Allah Resulü) Ferman etmiş ki :
"Bazı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var.
Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırkbin dil ile, kırk bin tesbihat yapar"
(Sözler -482- Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Dördüncü esas )
CEVAP :
Ali- el Kari, sözün saçmalıklar içermesini ve Resulullah (a.s) ın bu tür saçmalıkları söylemesinin mümkün olmadığını uydurma rivayetleri tanıma kâidelerinden biri olarak zikreder ve şu örneği verir.
"Allah, lé İlâhe İllallah' diyenin bu kelimesinden yetmiş bin dili olan bir kuş yaratır, her dilde yetmiş bin dille onun için Allah'a istiğfar eder"
(Aliyyul- Kari Esrarul Merfua 406)
Kırk bin başlı,her başı kırk bin dilli... rivayeti de işte bu tür uydurmalardan biridir.
Said Nursi'nin, artık uydurmadan da öte tam bir saçmalık ve ahmaklık olan bu haberi nasıl yorumladığına da bakalım:
"Şu hakikatı hadisiye'nin bir manası var. Manası şudur ki:
Melâikenin ibâdâtı, (meleklerin ibadetleri) hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllidir, geniştir.
Ve şu hakikatın sureti ise şudur ki:
Bazı büyük mevcudatı cismaniye (büyük cisimler) vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vazifeyi ubudiyet yapar.
Mesela: Sema, güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar.
Zemin tek bir mahluk iken yüz bin baş ile, her başta, yüzbinler ağız ile, her ağızda, yüzbinler lisan ile vazife-i ubudiyeti ile tesbihatı Rabbaniyeyi yapıyor..."
Hatta ben, mutavassıt (orta yaş- orta büyüklükte) bir badem ağacı gördüm ki:
Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var.
Sonra birde baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var.
Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır.
O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim hir bir çiçek içinde kırka yakın incecik muntazam püskülleri ve sanatları gördüm ki, her biri sâni-i zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor.
İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni-i Zülcelâlin ve Hakimi Zülcemalin, bu camid (ruhsuz-cansız) ağaca bu kadar vazifelerini yükletsin, onun manasını bilen, ifade eden, kainata ilan eden, dergâh-ı ilâhiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i muekkeli ona bindirmesin"
(Sözler- 482 Yirmi Dokuzuncu Söz. Birinci Maksat Dördüncü Esas) CEVAP:
İfadesinde açıkça anlaşılıyor ki, Said Nursi, Camid (ruhsuz- cansız) diye nitelendirdiği badem ağacının tesbihat yapamayacağını ve yüce Allah'ın da ona bu vazifeleri (Tesbihatı) yüklemesinin mümkün olmadığını söylemektedir.
Tesbihatı, badem ağacının namına ve yerine "ona münasip ve ruhu hükmünde vekil tayin edilmiş bir melek" yaparmış.
Önce şunu belirtelim ki, şüphesiz ağaçlar ruhsuz ve cansız değil, bilakis canlı varlıklardır.
Hatta, çiçeklerin sevildiklerini anladıkları, kendilerine sevgi gösterildiği ve güzel sözler söylendiği zaman daha iyi büyüyüp çiçek açtıkları bir gerçektir.
Bitkiler su içerler, temiz ve güneşli havalarda daha rahat hayat buldukları bir gerçektir.
Hatta kuş ve böcekleri avlayan bitkiler bile mevcuttur.
Bazı çiçeklere farklı müzik dinletildiğinde, müziğin türüne ve ritmine göre çiçeklerin tepkisinin de farklı olduğu, bazısının sararıp solduğu, bazısının ise gelişip büyüdüğü deneylerle kanıtlanmıştır.
Doğrusu, ömrünü Kur'ana adadığını ve 20 yıl boyunca Kur'an'dan başka bir kitap okumadığını iddia eden bir kişiden bu sözler nasıl sadır olmuş, anlaşılır gibi değildir.
Bakınız âyeti yüce Allah ne buyuruyor.
"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih ederler.
Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihatlarını anlayamazsınız....",(İsra- 44)
Eğer badem ağacına bile melek tayin olunmuşsa, bildiğimiz mahlukat içinde insanlar ve cinler dışında meleklerden başka Allah'ı tesbih eden yok demektir.
Oysa yukarıdaki ayet, tesbih etmeyi meleklerden başkalarına da izafe etmektedir.
"Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih eder"
( Haşr- 1)
Demek ki her şey, Allah'ı tesbih eder. Hatta dağlar, taşlar onu tesbih eder.
Velhasıl, Bütün elementler ve var olan her şey onu tesbih eder..." "Dağları ve kuşları davud'la beraber tespih etmek üzere ram etmiştik (itaat) ettirmiştik.
(62. YAZI )
Kırk bin başlı, her başta kırk bin dilli...melekler:
Said Nursi diyor ki:
"Elbette muhbiri sadık'ın (Allah Resulü'nün ) rivayet ettiği melâikeler (melekler) hakkındaki suretler, gayet munasiptir ve mâkuldur.
(Allah Resulü) Ferman etmiş ki :
"Bazı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var.
Her başta kırk bin ağzı var, her bir ağızda kırkbin dil ile, kırk bin tesbihat yapar"
(Sözler -482- Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Dördüncü esas )
CEVAP :
Ali- el Kari, sözün saçmalıklar içermesini ve Resulullah (a.s) ın bu tür saçmalıkları söylemesinin mümkün olmadığını uydurma rivayetleri tanıma kâidelerinden biri olarak zikreder ve şu örneği verir.
"Allah, lé İlâhe İllallah' diyenin bu kelimesinden yetmiş bin dili olan bir kuş yaratır, her dilde yetmiş bin dille onun için Allah'a istiğfar eder"
(Aliyyul- Kari Esrarul Merfua 406)
Kırk bin başlı,her başı kırk bin dilli... rivayeti de işte bu tür uydurmalardan biridir.
Said Nursi'nin, artık uydurmadan da öte tam bir saçmalık ve ahmaklık olan bu haberi nasıl yorumladığına da bakalım:
"Şu hakikatı hadisiye'nin bir manası var. Manası şudur ki:
Melâikenin ibâdâtı, (meleklerin ibadetleri) hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllidir, geniştir.
Ve şu hakikatın sureti ise şudur ki:
Bazı büyük mevcudatı cismaniye (büyük cisimler) vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vazifeyi ubudiyet yapar.
Mesela: Sema, güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar.
Zemin tek bir mahluk iken yüz bin baş ile, her başta, yüzbinler ağız ile, her ağızda, yüzbinler lisan ile vazife-i ubudiyeti ile tesbihatı Rabbaniyeyi yapıyor..."
Hatta ben, mutavassıt (orta yaş- orta büyüklükte) bir badem ağacı gördüm ki:
Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var.
Sonra birde baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var.
Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır.
O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim hir bir çiçek içinde kırka yakın incecik muntazam püskülleri ve sanatları gördüm ki, her biri sâni-i zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor.
İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni-i Zülcelâlin ve Hakimi Zülcemalin, bu camid (ruhsuz-cansız) ağaca bu kadar vazifelerini yükletsin, onun manasını bilen, ifade eden, kainata ilan eden, dergâh-ı ilâhiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i muekkeli ona bindirmesin"
(Sözler- 482 Yirmi Dokuzuncu Söz. Birinci Maksat Dördüncü Esas) CEVAP:
İfadesinde açıkça anlaşılıyor ki, Said Nursi, Camid (ruhsuz- cansız) diye nitelendirdiği badem ağacının tesbihat yapamayacağını ve yüce Allah'ın da ona bu vazifeleri (Tesbihatı) yüklemesinin mümkün olmadığını söylemektedir.
Tesbihatı, badem ağacının namına ve yerine "ona münasip ve ruhu hükmünde vekil tayin edilmiş bir melek" yaparmış.
Önce şunu belirtelim ki, şüphesiz ağaçlar ruhsuz ve cansız değil, bilakis canlı varlıklardır.
Hatta, çiçeklerin sevildiklerini anladıkları, kendilerine sevgi gösterildiği ve güzel sözler söylendiği zaman daha iyi büyüyüp çiçek açtıkları bir gerçektir.
Bitkiler su içerler, temiz ve güneşli havalarda daha rahat hayat buldukları bir gerçektir.
Hatta kuş ve böcekleri avlayan bitkiler bile mevcuttur.
Bazı çiçeklere farklı müzik dinletildiğinde, müziğin türüne ve ritmine göre çiçeklerin tepkisinin de farklı olduğu, bazısının sararıp solduğu, bazısının ise gelişip büyüdüğü deneylerle kanıtlanmıştır.
Doğrusu, ömrünü Kur'ana adadığını ve 20 yıl boyunca Kur'an'dan başka bir kitap okumadığını iddia eden bir kişiden bu sözler nasıl sadır olmuş, anlaşılır gibi değildir.
Bakınız âyeti yüce Allah ne buyuruyor.
"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih ederler.
Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihatlarını anlayamazsınız....",(İsra- 44)
Eğer badem ağacına bile melek tayin olunmuşsa, bildiğimiz mahlukat içinde insanlar ve cinler dışında meleklerden başka Allah'ı tesbih eden yok demektir.
Oysa yukarıdaki ayet, tesbih etmeyi meleklerden başkalarına da izafe etmektedir.
"Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih eder"
( Haşr- 1)
Demek ki her şey, Allah'ı tesbih eder. Hatta dağlar, taşlar onu tesbih eder.
Velhasıl, Bütün elementler ve var olan her şey onu tesbih eder..." "Dağları ve kuşları davud'la beraber tespih etmek üzere ram etmiştik (itaat) ettirmiştik.
KUR'AN'SIZ DİN
(7. YAZI )
"Hakikatı keşfeden, başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktır.
Bir kişinin, benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, fakat gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın"
(Daniel De Foe)
"İnsan ilk önce doğruyu bilmesi gerekir, doğruyu bilirse, gelecek olan yanlışı bilir.
Fakat yanlışlarla büyümüş bir kişi doğruya zor ulaşır"
(Farabi)
Vahiy ehl-i muvahhidler için her şeyden daha önemli olan bir görev vardır.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı da bu kutsal görevdir.
Bu görev din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka hiçbir kaynağın olmadığına iman etmektir.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa tâbi olmak şirktir.
"Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
İnsanları Kur'an'dan başka kaynağa davet etmek de şirktir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et.
Asla müşriklerden olma! Allah ile beraber başka bir ilâha davet etme! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87-88)
Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak edinmemek Kur'an'ın en önemli ilkesidir.
Bu ilke ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur. Dolayısıyla "daha Allah Resulü (a.s) hayatta iken kendisine indirilen vahiy ile din tamamlamıştır"
( Maide- 3; Enam- 115 )
"Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen vahyi tebliğ etmişlerdir"
( Maide- 117; Araf, 62- 67- 68; Nahl- 35; Maide- 99)
"Allah'ın elçileri sadece vahye tâbi olmuşlardır"
(Yunus- 15- 49- 109; En'am-106)
"Allah'ın elçileri yalnız indirilen vahyi ile insanları uyarmışlardır"
(Kaf- 51; Enbiya -45)
"Din ve hüküm olarak tek uyarı kaynağı Kur'an'dır"
(Yasin, 5--6; Furkan-1; Kehf, 1--4; Ahkaf- 12; Fussilet, 1--4)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez"
( Kehf -26; Yusuf- 40; Şura- 10)
Nebi adına iftira edilen bütün hadisler yalandır" (Lokman- 6)
"İnsanlar sadece Kur'an'dan sorumlu tutulmuşlardı"
( Zuhruf, 43- 44)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek mucize ve yeterli bir kaynaktır"
(Ankebut, 50- 51)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka uyulacak ilim yoktur, vahiy haricinde kalan rivayet ve içtihatlar heva ve hevesten başka bir şey değildir"
( Bakara- 120; Râd-37)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek hidayet kaynağıdır"
(Sebe-50; Yunus- 108; Neml-92)
"Doğru yolu göstermek sadece Allah'a aittir"
(Leyl-12)
" Allah yalnız hakkı buyurur ve hidayete yalnız O ulaştırır"
(Ahzab-4)
"Yollarını şaşırmamaları için açıklama yapan yalnız Allah'tır"
(Nisa-176)
"Hadis kaynakları müşriklerin taleplerinin yerine getirilmesidir"
(Yunus- 15)
"Hadisler, ictihadlar ve mezhepler Kur'an sesinin işitilmesini engelleyen bir gürültü ve propagandadan başka bir şey değildir"
(Fussilet-26)
"Allah'ın âyetlerini gizleyen ilim adamları lânetlenmişlerdir"
(Bakara-159)
"Atalardan kalma taklidi din ve iman Kur'an tarafından sürekli sorgulama altına alınarak kınanır"
(Bakara- 170; Mâide-104; Lokman-21)
Mezhep ve fırkaların dinde bölücülük olduğunu Kur'an söylüyor"
(En'am-159; Rum, 30-31 32)
"Din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm kaynağı edinenler, Kur'an'a göre hem kafir, hem zalim, hemde fasıkların ta kendileridir"
(Mâide, 44-45-47)
"Elçinin tek hüküm kaynağı Allah'ın indirdiği kitaptır"
(Mâide, 48-49-50)
"Allah'ın tarafından indirilen vahyi tebliğ etmemek küfürdür"
(Mâide-67)
"Allah'ın indirdiği vahye dayanmayan dinde hayır yoktur"
(Mâide-68)
"Allah'a özel kılınmayan din şirktir, yani din Allah'ındır.
"Dinde Allah'tan başka söz sahibi yoktur, din katışıksız, saf, tertemiz hanif İslam olması gerekiyor"
(Beyyine-5; Mümin-65; Zümer, 2-3--11-12-13-15)
Kısacası din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili âyetlerin tamamını ele almak mümkün değildir.
Fakat Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,
Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan Emevi- Abbasi Devletlerinin hurafe rivayetlerini din ve hüküm olarak kabul eden
Diyanet İşleri Başkanlığı, insanlara sadece Allah'ın kitabını ve hakkı tebliğ eden vahiy ehl-i bir muvahhide (bayan hocamız) hakkında açmış olduğu soruşturma aynen şöyledir.
"Yukarıda açık kimliği yazılı... isimli şahsın şüpheli sıfatıyla... tarihinde alınan ifadesidir. SORU: ...ili... görev yaptığınız dönemde; gerek yaptığınız derslerde gerekse sohbet ve cuma derslerinde ve iftar programlarında yaptığınız sohbetlerde
"Kur'an'ın dinde tek kaynak olduğunu ve hadislerin kaynak olamayacağını, mezheplerin sonradan çıktığını ve mezheplere gerek olmadığını,
kabir azabı ile şefaatin olmadığını, şefaat istemenin şirk olduğunu, adetli iken kadınların namaz kılmak ve oruç tutmakla mükellef olduğunu, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu, kasden orucu bozmanın bir cezasının olmadığını, teravih namazının olmadığını, kandil gecelerinin olmadığını,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Ramazan'da imsakı yanlış hesapladığı için insanların orucu fazla vakit olarak tuttuklarını, Ramazan'da mukabele okuma uygulamasının doğru olmadığını,
kader ve kazanın olmadığını, insanın tüm eylemlerinin gerçek sorumlusu olduğunu, zekat için belirlenmiş bir nisap miktarı olmadığını, ince çoraba ve çıplak ayağa mesh edileceğini, ölünün arkasından
Kur'an (Yasin) okumanın ölüye bir faydasının olmadığını söylediğiniz, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu ilmihal kitaplarını kabul etmediğiniz bu duruma bazı talebelerin tepki göstererek dersleriniz ve sohbetlerinize katılmadığı, az sayıda bazı insanların ise sizin bu görüşlerinizi benimsediği,
ehl-i sünnet âlimlerince sahih hadislerden istinbât edilen dini hükümleri tamamen yok saydığınız,
bu sebeple Kur'an'da hükmü bulunmayan tüm hususların bir tarafa atılarak terk edilmesi yönünde beyanlarda bulunarak görev yaptığınız bölgelerde insanların ehl-i sünnet akidesi çerçevesinde inandıkları hususları sorgular hale getirerek insanlar arasında ikilik çıkardığınız, insanların din ve
Diyanet İşleri Başkanlığı'na karşı olumsuz kanaatlere varmasına sebep olduğunuz, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve kurslarda ders kitabı olarak takip edilmesi belirlenen
"Dinimiz İslam" isimli kitabın muhtevası dışında İslam alimlerince tartışmalı olup nihai bir karara varılmayan dini konuları ibtidai seviyede dini bilgisi olan insanlara aktararak insanların inançlarını sorgular hale getirdiğiniz, bu tutumunuzu daha önce görev yaptığınız yerlerde olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğiniz, özetle;
hadislerle sabit olan dini hükümleri kabul etmediğiniz, .... netice olarak M...İ nun İleri sürdüğü görüşler doğrultusunda beyanlarda bulunarak insanlar arasında tefrika çıkardığınız iddia edilmektedir; Ne dersiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruşturma ile vahiy ehl-i muvahhideyi değil, Kur'an'ı hesaba çekmekte ve direk olarak Allah'ın kitabına karşı savaş açmaktadır.
Bu soruşturma ile Diyanet İşleri Başkanlığı ne kadar Kur'an cahili olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu soruşturma itikadi bir sapma olduğundan dolayı cehennem ateşinden başka bir karşılığı bulunmamaktadır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem vericibir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, sadece iftira eder. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104-105)
Dolayısıyla hakkı bilmeyen gerçek olarak batılı bilemez.
Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Kur'an'ı anlamak istemeyenler apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurlar..
"Eğer yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Sadece O'na dayandım. O yüce arşın sahibidir"
(Tevbe-129)
Diyanet İşleri Başkanlığının aynı hocamız hakkında açmış olduğu başka bir soruşturma şu şekildedir.
Başkanlığımız Rehberlik ve Teftiş Başkanlığınca hakkınızda yapılan soruşturma sonucu düzenlenen ilgi (a) onay eki ve ilgi (b) raporda;
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve Ehl-i Sünnet inancına mensup İslam âlimleri ve halk tarafından kabul görmüş ilmihal kitaplarında belirtilen hükümlerin aksine, İslam âlimlerinin dahi tartıştığı ve bir birliktelik sağlayamadığı, fakat ülkemizde yoğun olarak halk tarafından benimsenen Hanefi ve Şafii âlimlerce kabul edilen "Adetli kadının oruç tutamayacağı, Kur'an'a el sürüp okuyamayacağı, çıplak ayağa mesh edilemeyeceği, Cuma namazı kılmanın kadınlara farz olmadığı ve Peygamberimiz (s.a.v) in şefaati" konularında muteber ilmihal kitaplarının aksine görüş belirterek yetişkin kursiyerlere bunu kabul ettirdiğiniz ve bu konudaki ısrarınızı halen de sürdürdüğünüz, bunun da ötesinde söz konusu bilgileri halk arasında paylaşmak suretiyle yayıldığı ve çoğunluğu bir-birleriyle akraba olan köyde tartışmalara sebebiyet verdiğiniz, Kur'an kurslarında Başkanlıkça belirlenen kaynaklarının, materyallerin dışında kaynak kullandığınız ve âmirleriniz tarafından verilen emirleri yerine getirmediğiniz, resmi sıfatının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduğunuzu hizmet içindeki davranışıyla göstermediğiniz iddia edilmektedir.
Konu ile ilgili olarak yapılacak işleme esas olmak üzere savunmanızın alınmasına karar verilmiştir.
(7. YAZI )
"Hakikatı keşfeden, başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktır.
Bir kişinin, benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, fakat gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın"
(Daniel De Foe)
"İnsan ilk önce doğruyu bilmesi gerekir, doğruyu bilirse, gelecek olan yanlışı bilir.
Fakat yanlışlarla büyümüş bir kişi doğruya zor ulaşır"
(Farabi)
Vahiy ehl-i muvahhidler için her şeyden daha önemli olan bir görev vardır.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı da bu kutsal görevdir.
Bu görev din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka hiçbir kaynağın olmadığına iman etmektir.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa tâbi olmak şirktir.
"Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
İnsanları Kur'an'dan başka kaynağa davet etmek de şirktir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et.
Asla müşriklerden olma! Allah ile beraber başka bir ilâha davet etme! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87-88)
Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak edinmemek Kur'an'ın en önemli ilkesidir.
Bu ilke ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur. Dolayısıyla "daha Allah Resulü (a.s) hayatta iken kendisine indirilen vahiy ile din tamamlamıştır"
( Maide- 3; Enam- 115 )
"Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen vahyi tebliğ etmişlerdir"
( Maide- 117; Araf, 62- 67- 68; Nahl- 35; Maide- 99)
"Allah'ın elçileri sadece vahye tâbi olmuşlardır"
(Yunus- 15- 49- 109; En'am-106)
"Allah'ın elçileri yalnız indirilen vahyi ile insanları uyarmışlardır"
(Kaf- 51; Enbiya -45)
"Din ve hüküm olarak tek uyarı kaynağı Kur'an'dır"
(Yasin, 5--6; Furkan-1; Kehf, 1--4; Ahkaf- 12; Fussilet, 1--4)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez"
( Kehf -26; Yusuf- 40; Şura- 10)
Nebi adına iftira edilen bütün hadisler yalandır" (Lokman- 6)
"İnsanlar sadece Kur'an'dan sorumlu tutulmuşlardı"
( Zuhruf, 43- 44)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek mucize ve yeterli bir kaynaktır"
(Ankebut, 50- 51)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka uyulacak ilim yoktur, vahiy haricinde kalan rivayet ve içtihatlar heva ve hevesten başka bir şey değildir"
( Bakara- 120; Râd-37)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek hidayet kaynağıdır"
(Sebe-50; Yunus- 108; Neml-92)
"Doğru yolu göstermek sadece Allah'a aittir"
(Leyl-12)
" Allah yalnız hakkı buyurur ve hidayete yalnız O ulaştırır"
(Ahzab-4)
"Yollarını şaşırmamaları için açıklama yapan yalnız Allah'tır"
(Nisa-176)
"Hadis kaynakları müşriklerin taleplerinin yerine getirilmesidir"
(Yunus- 15)
"Hadisler, ictihadlar ve mezhepler Kur'an sesinin işitilmesini engelleyen bir gürültü ve propagandadan başka bir şey değildir"
(Fussilet-26)
"Allah'ın âyetlerini gizleyen ilim adamları lânetlenmişlerdir"
(Bakara-159)
"Atalardan kalma taklidi din ve iman Kur'an tarafından sürekli sorgulama altına alınarak kınanır"
(Bakara- 170; Mâide-104; Lokman-21)
Mezhep ve fırkaların dinde bölücülük olduğunu Kur'an söylüyor"
(En'am-159; Rum, 30-31 32)
"Din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm kaynağı edinenler, Kur'an'a göre hem kafir, hem zalim, hemde fasıkların ta kendileridir"
(Mâide, 44-45-47)
"Elçinin tek hüküm kaynağı Allah'ın indirdiği kitaptır"
(Mâide, 48-49-50)
"Allah'ın tarafından indirilen vahyi tebliğ etmemek küfürdür"
(Mâide-67)
"Allah'ın indirdiği vahye dayanmayan dinde hayır yoktur"
(Mâide-68)
"Allah'a özel kılınmayan din şirktir, yani din Allah'ındır.
"Dinde Allah'tan başka söz sahibi yoktur, din katışıksız, saf, tertemiz hanif İslam olması gerekiyor"
(Beyyine-5; Mümin-65; Zümer, 2-3--11-12-13-15)
Kısacası din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili âyetlerin tamamını ele almak mümkün değildir.
Fakat Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,
Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan Emevi- Abbasi Devletlerinin hurafe rivayetlerini din ve hüküm olarak kabul eden
Diyanet İşleri Başkanlığı, insanlara sadece Allah'ın kitabını ve hakkı tebliğ eden vahiy ehl-i bir muvahhide (bayan hocamız) hakkında açmış olduğu soruşturma aynen şöyledir.
"Yukarıda açık kimliği yazılı... isimli şahsın şüpheli sıfatıyla... tarihinde alınan ifadesidir. SORU: ...ili... görev yaptığınız dönemde; gerek yaptığınız derslerde gerekse sohbet ve cuma derslerinde ve iftar programlarında yaptığınız sohbetlerde
"Kur'an'ın dinde tek kaynak olduğunu ve hadislerin kaynak olamayacağını, mezheplerin sonradan çıktığını ve mezheplere gerek olmadığını,
kabir azabı ile şefaatin olmadığını, şefaat istemenin şirk olduğunu, adetli iken kadınların namaz kılmak ve oruç tutmakla mükellef olduğunu, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu, kasden orucu bozmanın bir cezasının olmadığını, teravih namazının olmadığını, kandil gecelerinin olmadığını,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Ramazan'da imsakı yanlış hesapladığı için insanların orucu fazla vakit olarak tuttuklarını, Ramazan'da mukabele okuma uygulamasının doğru olmadığını,
kader ve kazanın olmadığını, insanın tüm eylemlerinin gerçek sorumlusu olduğunu, zekat için belirlenmiş bir nisap miktarı olmadığını, ince çoraba ve çıplak ayağa mesh edileceğini, ölünün arkasından
Kur'an (Yasin) okumanın ölüye bir faydasının olmadığını söylediğiniz, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu ilmihal kitaplarını kabul etmediğiniz bu duruma bazı talebelerin tepki göstererek dersleriniz ve sohbetlerinize katılmadığı, az sayıda bazı insanların ise sizin bu görüşlerinizi benimsediği,
ehl-i sünnet âlimlerince sahih hadislerden istinbât edilen dini hükümleri tamamen yok saydığınız,
bu sebeple Kur'an'da hükmü bulunmayan tüm hususların bir tarafa atılarak terk edilmesi yönünde beyanlarda bulunarak görev yaptığınız bölgelerde insanların ehl-i sünnet akidesi çerçevesinde inandıkları hususları sorgular hale getirerek insanlar arasında ikilik çıkardığınız, insanların din ve
Diyanet İşleri Başkanlığı'na karşı olumsuz kanaatlere varmasına sebep olduğunuz, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve kurslarda ders kitabı olarak takip edilmesi belirlenen
"Dinimiz İslam" isimli kitabın muhtevası dışında İslam alimlerince tartışmalı olup nihai bir karara varılmayan dini konuları ibtidai seviyede dini bilgisi olan insanlara aktararak insanların inançlarını sorgular hale getirdiğiniz, bu tutumunuzu daha önce görev yaptığınız yerlerde olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğiniz, özetle;
hadislerle sabit olan dini hükümleri kabul etmediğiniz, .... netice olarak M...İ nun İleri sürdüğü görüşler doğrultusunda beyanlarda bulunarak insanlar arasında tefrika çıkardığınız iddia edilmektedir; Ne dersiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruşturma ile vahiy ehl-i muvahhideyi değil, Kur'an'ı hesaba çekmekte ve direk olarak Allah'ın kitabına karşı savaş açmaktadır.
Bu soruşturma ile Diyanet İşleri Başkanlığı ne kadar Kur'an cahili olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu soruşturma itikadi bir sapma olduğundan dolayı cehennem ateşinden başka bir karşılığı bulunmamaktadır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem vericibir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, sadece iftira eder. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104-105)
Dolayısıyla hakkı bilmeyen gerçek olarak batılı bilemez.
Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Kur'an'ı anlamak istemeyenler apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurlar..
"Eğer yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Sadece O'na dayandım. O yüce arşın sahibidir"
(Tevbe-129)
Diyanet İşleri Başkanlığının aynı hocamız hakkında açmış olduğu başka bir soruşturma şu şekildedir.
Başkanlığımız Rehberlik ve Teftiş Başkanlığınca hakkınızda yapılan soruşturma sonucu düzenlenen ilgi (a) onay eki ve ilgi (b) raporda;
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve Ehl-i Sünnet inancına mensup İslam âlimleri ve halk tarafından kabul görmüş ilmihal kitaplarında belirtilen hükümlerin aksine, İslam âlimlerinin dahi tartıştığı ve bir birliktelik sağlayamadığı, fakat ülkemizde yoğun olarak halk tarafından benimsenen Hanefi ve Şafii âlimlerce kabul edilen "Adetli kadının oruç tutamayacağı, Kur'an'a el sürüp okuyamayacağı, çıplak ayağa mesh edilemeyeceği, Cuma namazı kılmanın kadınlara farz olmadığı ve Peygamberimiz (s.a.v) in şefaati" konularında muteber ilmihal kitaplarının aksine görüş belirterek yetişkin kursiyerlere bunu kabul ettirdiğiniz ve bu konudaki ısrarınızı halen de sürdürdüğünüz, bunun da ötesinde söz konusu bilgileri halk arasında paylaşmak suretiyle yayıldığı ve çoğunluğu bir-birleriyle akraba olan köyde tartışmalara sebebiyet verdiğiniz, Kur'an kurslarında Başkanlıkça belirlenen kaynaklarının, materyallerin dışında kaynak kullandığınız ve âmirleriniz tarafından verilen emirleri yerine getirmediğiniz, resmi sıfatının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduğunuzu hizmet içindeki davranışıyla göstermediğiniz iddia edilmektedir.
Konu ile ilgili olarak yapılacak işleme esas olmak üzere savunmanızın alınmasına karar verilmiştir.
HANGİ MUHAMMED?
(1.YAZI)
Yüce Allah tarafından seçilip kendilerine vahiy indirilinceye kadar müşrikler Nebi ile Resulleri benimser, onlara ciddi saygı duyar ve onları severler.
Resul oluncaya kadar aralarında önemli bir sorun yaşanmaz.
Fakat ne zaman Allah tarafından Resul olarak gönderilirlerse şirk ve tevhid (İslam) mücadelesi yüzünden çatışma ve ayrışma baş gösterir.
Bu konuda en güzel örnek Salih (a.s) dır.
Kavmi arasında sevilen biri olan Salih (a.s) Resullük görevi verildikten sonra kavmi kendisine aynen şunları söyledi.
"Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına kulluk etmekten bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine kulluğa çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz"
(Hud, 62)
İşte bunun gibi, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Muhammed'i çok severler! Ama Allah Resulü olan Muhammed (a.s) ı değil, Mekke vatandaşı olan Muhammed'i severler.
Müşriklerin özelliği budur.
Onlar hiçbir zaman kendisine Allah tarafından vahiy indirilen "Resül" ve "Nebi" Muhammed'i sevemediler.
Hiçbir zaman "Resül" ve "Nebi" Muhammed'i görmek istemediler.
Görmek istedikleri tek kişi Mekke ve Medine'de yaşayan vatandaş Muhammed'dir.
İşte bundan dolayı "(Ey Resul! )Biz seni âlemlere (insanlara) rahmet olarak gönderdik"
(Enbiya, 107)
âyetinde bulunan "rahmet" kelimesini "Resullük" makam ve mertebesiyle "risalet ve vahiy" ile değil, Muhammed ile ilişkilendirdiler.
Risalet misyonunu ve vahyin rahmetini umursamadılar, Risâleti anlayamadılar.
Halbuki "rahmet" tamamen "vahiy" ve "risalet" yani "Allah" ile alakalı bir lütuf ve nimetti.
"...Bu Kur'an uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır. İman eden bir toplum için bir RAHMET ve bir hidayettir"
(Yusuf-111)
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri "Allah ve meleklerinin "Nebi"ye olan salat'ı" (yardım ve desteğini) de bağlam ve bütünlüğünden (Ahzab, 56) kopararak "Muhammed'e salâvât getirme" olarak tahrif etmişlerdir.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât ederlerdi.
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize "yusalli aleyküm" " üzerinize salât eden" yardım ve desteğini gönderen O'dur : Melekleri de size destek olur yardım ederler. Allah müminlere karşı çok merhametlidir"
( Ahzab-43)
Ehl-i Sünnet ve Şia'nın muhaddis ve müctehidleri yani âlimleri yanında, "Nübüvvet, vahiy ve risalet" önemli değildir.
Varsa yoksa "Muhammed" sadece ve sadece "Muhammed'"dir!
Aslında Mekke müşrikleri de vatandaş Muhammed ( a.s) a râzı idiler.
Mekke müşrikleri Muhammed'i çok seviyor, saygı duyuyor, onların kaynaklarına göre aralarında hakem oluyor, kutsal siyah taşı yerine o koyuyordu.
Önemli mallarını ve ziynet eşyalarını ona teslim ediyorlardı.
Mekke müşriklerinin vatandaş Muhammed ile hiçbir sorunları yoktu.
Tek sorun evliya ve ilahlarına karşı çıkan "Allah'ın Resulü" Muhammed idi.
Onlar şöyle diyorlardı.
"Aralarından kendilerine bir uyarıcı (Resulün) gelmesine şaşırdılar ve kafirler.
"Bu yalancı bir sihirbazdır! İlâhları, tek bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu acaib bir şeydir! dediler"
(Sâd-5,6)
Yani Müşriklere göre sorun Muhammed değil, Allah'tan vahiy alan Resul idi.
Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehiderini de Kur'an'daki "Allah Resulü" Muhammed hiç ilgilendirmiyor.
Onların tek ilgilendikleri rivayetlerdeki saf, ümmi, hiçbir şeyden haberi olmayan, Kur'an ile hiçbir bağlantısı bulunmayan, evliya ve İlâhlarına karışmayan vatandaş Muhammed'dir.
Peki rivayetlerini uydururlarken neden "kale Muhammed'ün" "Muhammed şöyle dedi" değil de, "kâle Rasulullah" olarak yayınlamayı daha uygun gördüler?
Onu da ümmi halkı aldatmak ve insanları Allah'ın hidayet yolundan engellemek için yaptılar.
Yani "Resul'ün" karizmasını kullandılar.
Yoksa "Muhammed'ün Resulullah" (Muhammed Allah'ın Resulüdür) onlarda anlamsız ve kuru bir slogandan başka bir şey degildir.
Onlar da "Nebi" ve "Resul" önemli değildir.
Çünkü "Resul" kavramının nasıl ehemmiyetli bir mana taşıdığından zerre kadar bir bilgileri yoktur.
Eğer olsaydı yalan haberlerinin başına "kâle Resulullah" iftirasını atamazlardı.
(1.YAZI)
Yüce Allah tarafından seçilip kendilerine vahiy indirilinceye kadar müşrikler Nebi ile Resulleri benimser, onlara ciddi saygı duyar ve onları severler.
Resul oluncaya kadar aralarında önemli bir sorun yaşanmaz.
Fakat ne zaman Allah tarafından Resul olarak gönderilirlerse şirk ve tevhid (İslam) mücadelesi yüzünden çatışma ve ayrışma baş gösterir.
Bu konuda en güzel örnek Salih (a.s) dır.
Kavmi arasında sevilen biri olan Salih (a.s) Resullük görevi verildikten sonra kavmi kendisine aynen şunları söyledi.
"Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına kulluk etmekten bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine kulluğa çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz"
(Hud, 62)
İşte bunun gibi, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Muhammed'i çok severler! Ama Allah Resulü olan Muhammed (a.s) ı değil, Mekke vatandaşı olan Muhammed'i severler.
Müşriklerin özelliği budur.
Onlar hiçbir zaman kendisine Allah tarafından vahiy indirilen "Resül" ve "Nebi" Muhammed'i sevemediler.
Hiçbir zaman "Resül" ve "Nebi" Muhammed'i görmek istemediler.
Görmek istedikleri tek kişi Mekke ve Medine'de yaşayan vatandaş Muhammed'dir.
İşte bundan dolayı "(Ey Resul! )Biz seni âlemlere (insanlara) rahmet olarak gönderdik"
(Enbiya, 107)
âyetinde bulunan "rahmet" kelimesini "Resullük" makam ve mertebesiyle "risalet ve vahiy" ile değil, Muhammed ile ilişkilendirdiler.
Risalet misyonunu ve vahyin rahmetini umursamadılar, Risâleti anlayamadılar.
Halbuki "rahmet" tamamen "vahiy" ve "risalet" yani "Allah" ile alakalı bir lütuf ve nimetti.
"...Bu Kur'an uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır. İman eden bir toplum için bir RAHMET ve bir hidayettir"
(Yusuf-111)
Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri "Allah ve meleklerinin "Nebi"ye olan salat'ı" (yardım ve desteğini) de bağlam ve bütünlüğünden (Ahzab, 56) kopararak "Muhammed'e salâvât getirme" olarak tahrif etmişlerdir.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât ederlerdi.
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize "yusalli aleyküm" " üzerinize salât eden" yardım ve desteğini gönderen O'dur : Melekleri de size destek olur yardım ederler. Allah müminlere karşı çok merhametlidir"
( Ahzab-43)
Ehl-i Sünnet ve Şia'nın muhaddis ve müctehidleri yani âlimleri yanında, "Nübüvvet, vahiy ve risalet" önemli değildir.
Varsa yoksa "Muhammed" sadece ve sadece "Muhammed'"dir!
Aslında Mekke müşrikleri de vatandaş Muhammed ( a.s) a râzı idiler.
Mekke müşrikleri Muhammed'i çok seviyor, saygı duyuyor, onların kaynaklarına göre aralarında hakem oluyor, kutsal siyah taşı yerine o koyuyordu.
Önemli mallarını ve ziynet eşyalarını ona teslim ediyorlardı.
Mekke müşriklerinin vatandaş Muhammed ile hiçbir sorunları yoktu.
Tek sorun evliya ve ilahlarına karşı çıkan "Allah'ın Resulü" Muhammed idi.
Onlar şöyle diyorlardı.
"Aralarından kendilerine bir uyarıcı (Resulün) gelmesine şaşırdılar ve kafirler.
"Bu yalancı bir sihirbazdır! İlâhları, tek bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu acaib bir şeydir! dediler"
(Sâd-5,6)
Yani Müşriklere göre sorun Muhammed değil, Allah'tan vahiy alan Resul idi.
Şia ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehiderini de Kur'an'daki "Allah Resulü" Muhammed hiç ilgilendirmiyor.
Onların tek ilgilendikleri rivayetlerdeki saf, ümmi, hiçbir şeyden haberi olmayan, Kur'an ile hiçbir bağlantısı bulunmayan, evliya ve İlâhlarına karışmayan vatandaş Muhammed'dir.
Peki rivayetlerini uydururlarken neden "kale Muhammed'ün" "Muhammed şöyle dedi" değil de, "kâle Rasulullah" olarak yayınlamayı daha uygun gördüler?
Onu da ümmi halkı aldatmak ve insanları Allah'ın hidayet yolundan engellemek için yaptılar.
Yani "Resul'ün" karizmasını kullandılar.
Yoksa "Muhammed'ün Resulullah" (Muhammed Allah'ın Resulüdür) onlarda anlamsız ve kuru bir slogandan başka bir şey degildir.
Onlar da "Nebi" ve "Resul" önemli değildir.
Çünkü "Resul" kavramının nasıl ehemmiyetli bir mana taşıdığından zerre kadar bir bilgileri yoktur.
Eğer olsaydı yalan haberlerinin başına "kâle Resulullah" iftirasını atamazlardı.
15 TEMMUZ RUHU
Hakikatler cahillerin hoşuna gitmez, özellikle atalarını, âlimlerini, mezhep imamlarını, efendilerini lé yüs'el yani sorumsuz birer ilah ve Rab olarak kabul edenler şu yazacaklarıma çok kızacaklardır.
Eğer Allah'ın kitabı Kur'an gerçekleri apaçık olarak ortaya koymasaydı geçmişini kutsayan Kur'an cahillerine karşı sesimizi çıkaramayacaktık.
Fakat dağlardan bin derece daha kavi ve metin olan Allah'ın mesajına dayandığımızdan dolayı atalarını ilah ve Rab konumuna sokan mukallitler bize karşı bir şey yapamıyorlar.
Kur'an'a dayanarak her zaman şu gerçeği söylemişimdir.
"Günümüz Türkiye Cumhuriyetinde veya İslam aleminin herhangi bir yerinde bulunan bir müslüman ile Allah Resulü'nün döneminde Medine'de yaşayan bir sahabi arasında fazilet açısından hiç bir fark yoktur"
Yani Ebubekir ve Ömer günümüzün İstanbul'unda yaşayan bir müslümandan daha üstün değillerdir.
Allah'ın mesajına göre üstünlük sadece ihlas, takva ve güzel ahlaka bağlıdır.
Siz, Allah Resulü'nün arkadaşlarını yücelten, düşüncesi kıt mezhep tapıcılarına bakmayın, Kur'an'a bakın gerçeği apaçık bir şekilde göreceksiniz.
Yani anlayacağınız son vahyin tarihinde asrı saadet diye bir devir yaşanmadı.
Mesela: Son inen sürelerden biri olan Tevbe süresinin son âyeti şöyledir.
"Ey Nebi! Eğer (onların hepsi) yüz çevirirlerse, de ki, "Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim. Ve O (Allah) azim arşın Rabbidir"
Fakat vahiy'den yüz çeviren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimleri Kur'an cahili atalarını o derece yüceltirler ki, ümmeti geçmişe mahkum ederek doğrunun ortaya çıkmasına engel olurlar.
Rahmân ve Rahim olan yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki önümüzde Kur'an gibi tükenmez bir ilim ve hikmet hazinesi var.
Ve bu Kur'an en geniş manada Allah Resulü'nün arkadaşlarının sergilemiş oldukları ahlakı bize çok açık olarak haber veriyor.
MESELA:
"Allah Resulü'nün arkadaşlarının savaştan kaçtıklarını..." (Âli İmran- 152, 153; Tevbe, 25, 26)
"Savaşa gitmekten korktuklarını..." (Tevbe- 38, 39, 40)
"Ölümden korktuklarını..." (Âli İmran- 142, 143, 144, 145, 146)
"Dünya malı için masum insanları öldürdüklerini..."(Nisa- 94)
"Allah Resulü'nün hanımına zina iftirasında bulunduklarını..."(Nur- 11/20)
"Güç ve menfaat karşısında boyun eğmeyi bile Allah Resulü'ne karşı minnet sebebi yaptıklarını..." (Hucurat- 17)
"Allah'a din öğretmeye yeltendiklerini"(Hucurat- 16)
"Dedikodu, ğiybet, casusluk, fitne gibi kötü ahlaka tevessül ettiklerini..."(Hucurat- 11, 12)
"Allah Ve Resulü'ne ihanet ettiklerini..."(Enfal, 27)
"Allah'ın düşmanlarını dost edindiklerini..."(Mumtehine- 1,2,3,4,5)
"Allah Resulü önemli bir konuşma yaparken onu ayakta terkederek eğlence ve ve ticarete koştuklarını..."(Cuma- 11) bildirmektir.
Bu ayetler gibi Allah Resulü'nün arkadaşlarının olumsuz hareketlerini anlatan yüzlerce ayet mevcuttur.
Şüphesiz Allah Resulü'nün arkadaşları içinde kahraman, fedakar ve Allah'ın razı olduğu kimselerde vardır ve bu gerçek de Kur'an'da bildirilmiştir.
İşte 15 temmuz akşamında en karanlık ve aşağılık bir örgüte karşı tarihte eşine az rastlanır bir kahramanlık sergileyen yiğitleri yad etmek, özgürlüğe aşık olan her insanın üzerine bir haktır.
Elinde hiç bir silahı olmayan, korkup yılmayan, hareket halinde olan tankın altına yatan, en ağır savaş araçlarına karşı çıplak eliyle meydan okuyan siz kahramanlara saygılarımı sunuyorum.
Bu olay bir partiyi tutma ve hükümeti kurtarma meselesi değildir.
Bu olay emperyalist alçakların uşaklarına karşı yapılmış asla küçümsenmemesi gereken bir kahramanlık destanıdır.
15 Temmuz'da ölüme meydan okuyanlar!
Mekke ve Medine'de değil, sizinle aynı coğrafyada ve aynı zaman diliminde yaşadığımdan dolayı gurur duyuyorum.
Allah sizlerden razı olsun.
Bence 15 Temmuz akşamında Allah, insanların kalplerinden ölüm korkusunu silip atmıştı.
Artık yaşamak ile ölmek arasında bir fark kalmamıştı.
O gece insanlar asli vatanları olan âhiret yurduna daha yakın duruyorlardı.
Tarihte buna benzer sahnelerin olduğunu Kur'an iftiharla bize aktarıyor.
Hareket halinde olan tankın altına yatmak nasıl bir imandır.
O gece Allah tarafından sekine ve huzur nazil olmuştu.
"Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sekinetini (sükunet ve huzur duygusunu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular indirdi de kafirlere azap etti. İşte bu, kafirlerin cezasıdır"
(Tevbe- 26)
"Nice Nebiler vardı ki, beraberinde bir çok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever"
( Âli İmran- 146)
"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı yolunda sabit kıl, kâfirlere karşı bizi muzaffer eyle! "
(ÂLİ İMRAN-147)
"Allah da onlara dünya nimetini ve daha da önemlisi ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, muhsinleri sever"
(Âli İmran-148)
Allah mekanını cennet etsin, Mehmet Akif boşuna " Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" dememiş.
Hakikatler cahillerin hoşuna gitmez, özellikle atalarını, âlimlerini, mezhep imamlarını, efendilerini lé yüs'el yani sorumsuz birer ilah ve Rab olarak kabul edenler şu yazacaklarıma çok kızacaklardır.
Eğer Allah'ın kitabı Kur'an gerçekleri apaçık olarak ortaya koymasaydı geçmişini kutsayan Kur'an cahillerine karşı sesimizi çıkaramayacaktık.
Fakat dağlardan bin derece daha kavi ve metin olan Allah'ın mesajına dayandığımızdan dolayı atalarını ilah ve Rab konumuna sokan mukallitler bize karşı bir şey yapamıyorlar.
Kur'an'a dayanarak her zaman şu gerçeği söylemişimdir.
"Günümüz Türkiye Cumhuriyetinde veya İslam aleminin herhangi bir yerinde bulunan bir müslüman ile Allah Resulü'nün döneminde Medine'de yaşayan bir sahabi arasında fazilet açısından hiç bir fark yoktur"
Yani Ebubekir ve Ömer günümüzün İstanbul'unda yaşayan bir müslümandan daha üstün değillerdir.
Allah'ın mesajına göre üstünlük sadece ihlas, takva ve güzel ahlaka bağlıdır.
Siz, Allah Resulü'nün arkadaşlarını yücelten, düşüncesi kıt mezhep tapıcılarına bakmayın, Kur'an'a bakın gerçeği apaçık bir şekilde göreceksiniz.
Yani anlayacağınız son vahyin tarihinde asrı saadet diye bir devir yaşanmadı.
Mesela: Son inen sürelerden biri olan Tevbe süresinin son âyeti şöyledir.
"Ey Nebi! Eğer (onların hepsi) yüz çevirirlerse, de ki, "Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim. Ve O (Allah) azim arşın Rabbidir"
Fakat vahiy'den yüz çeviren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimleri Kur'an cahili atalarını o derece yüceltirler ki, ümmeti geçmişe mahkum ederek doğrunun ortaya çıkmasına engel olurlar.
Rahmân ve Rahim olan yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki önümüzde Kur'an gibi tükenmez bir ilim ve hikmet hazinesi var.
Ve bu Kur'an en geniş manada Allah Resulü'nün arkadaşlarının sergilemiş oldukları ahlakı bize çok açık olarak haber veriyor.
MESELA:
"Allah Resulü'nün arkadaşlarının savaştan kaçtıklarını..." (Âli İmran- 152, 153; Tevbe, 25, 26)
"Savaşa gitmekten korktuklarını..." (Tevbe- 38, 39, 40)
"Ölümden korktuklarını..." (Âli İmran- 142, 143, 144, 145, 146)
"Dünya malı için masum insanları öldürdüklerini..."(Nisa- 94)
"Allah Resulü'nün hanımına zina iftirasında bulunduklarını..."(Nur- 11/20)
"Güç ve menfaat karşısında boyun eğmeyi bile Allah Resulü'ne karşı minnet sebebi yaptıklarını..." (Hucurat- 17)
"Allah'a din öğretmeye yeltendiklerini"(Hucurat- 16)
"Dedikodu, ğiybet, casusluk, fitne gibi kötü ahlaka tevessül ettiklerini..."(Hucurat- 11, 12)
"Allah Ve Resulü'ne ihanet ettiklerini..."(Enfal, 27)
"Allah'ın düşmanlarını dost edindiklerini..."(Mumtehine- 1,2,3,4,5)
"Allah Resulü önemli bir konuşma yaparken onu ayakta terkederek eğlence ve ve ticarete koştuklarını..."(Cuma- 11) bildirmektir.
Bu ayetler gibi Allah Resulü'nün arkadaşlarının olumsuz hareketlerini anlatan yüzlerce ayet mevcuttur.
Şüphesiz Allah Resulü'nün arkadaşları içinde kahraman, fedakar ve Allah'ın razı olduğu kimselerde vardır ve bu gerçek de Kur'an'da bildirilmiştir.
İşte 15 temmuz akşamında en karanlık ve aşağılık bir örgüte karşı tarihte eşine az rastlanır bir kahramanlık sergileyen yiğitleri yad etmek, özgürlüğe aşık olan her insanın üzerine bir haktır.
Elinde hiç bir silahı olmayan, korkup yılmayan, hareket halinde olan tankın altına yatan, en ağır savaş araçlarına karşı çıplak eliyle meydan okuyan siz kahramanlara saygılarımı sunuyorum.
Bu olay bir partiyi tutma ve hükümeti kurtarma meselesi değildir.
Bu olay emperyalist alçakların uşaklarına karşı yapılmış asla küçümsenmemesi gereken bir kahramanlık destanıdır.
15 Temmuz'da ölüme meydan okuyanlar!
Mekke ve Medine'de değil, sizinle aynı coğrafyada ve aynı zaman diliminde yaşadığımdan dolayı gurur duyuyorum.
Allah sizlerden razı olsun.
Bence 15 Temmuz akşamında Allah, insanların kalplerinden ölüm korkusunu silip atmıştı.
Artık yaşamak ile ölmek arasında bir fark kalmamıştı.
O gece insanlar asli vatanları olan âhiret yurduna daha yakın duruyorlardı.
Tarihte buna benzer sahnelerin olduğunu Kur'an iftiharla bize aktarıyor.
Hareket halinde olan tankın altına yatmak nasıl bir imandır.
O gece Allah tarafından sekine ve huzur nazil olmuştu.
"Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sekinetini (sükunet ve huzur duygusunu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular indirdi de kafirlere azap etti. İşte bu, kafirlerin cezasıdır"
(Tevbe- 26)
"Nice Nebiler vardı ki, beraberinde bir çok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever"
( Âli İmran- 146)
"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı yolunda sabit kıl, kâfirlere karşı bizi muzaffer eyle! "
(ÂLİ İMRAN-147)
"Allah da onlara dünya nimetini ve daha da önemlisi ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, muhsinleri sever"
(Âli İmran-148)
Allah mekanını cennet etsin, Mehmet Akif boşuna " Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi" dememiş.
HANGİ MUHAMMED?
(2.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Allah Resulünü Kur'an'dan koparıp uydurma rivayetlerle İslam'dan bağımsız olarak yepyeni bir din inşa ettiler.
Yani Kur'an'da var olan Allah Resulü Muhammed yerine kendi dinleri için sanal ve hayali bir Muhammed yarattılar.
İşte dünyanın en yalan ve Allah Resul'üne iftira olan bu dinlerini yıkmanın en önemli şartı, sürekli olarak Kur'an'da anlatılan Nebi ve Resul olan Muhammed'i ön plana çıkarmak olacaktır.
Evet bütün insanların hidayet ve selameti için Kur'an'da anlatılan Nebi ve Resul Muhammed çok önemlidir.
Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Resulü anlamak hayati bir öneme sahiptir.
Aynen Mekke müşrikleri gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri de dinlerine muhalif olduğu için Allah Resulü Muhammed (a.s) dan çok korkarlar. İnanç ve dinleri açısından Mekke vatandaşı olan Muhammed, Allah'ın Resulü olan Muhammed'ten İyidir.
Mesela: Mekke vatandaşı olan sade Muhammed onların evliya ve ilahlarına karışmayan bir Muhammed'tir.
Fakat kendisine vahiy indirilen Allah'ın Resulü Muhammed
(Ey Müşrikler!) Siz ve Allah'ın (yanında, ötesinde, berisinde) ondan başka kulluk ettikleriniz cehennem yakıtısınız..."
(Enbiya-98) diyen bir Muhammed'tir.
İşte bundan dolayı Ehl-i Sünnet ve Şia'nın din adamları Allah Resulü Muhammed'i hiçbir zaman anlamadılar, Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Resul Muhammed'e gitmediler, onu hiçbir zaman sineye çekmediler ve onu sevmediler.
Halbuki Kur'an'dan bağımsız Mekke ve Medine'de yaşayan vatandaş Muhammed'in diğer insanlardan bir farkı bulunmamaktadır.
Bunu ben söylemiyorum.
Bu gerçeği Allah'ın kitabı Kur'an haber veriyor.
(Ey Nebi! ) De ki: Ben, ancak sizin gibi bir beşerim.(Şu var ki) bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık her kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"
( Kehf- 110)
Diğer bir âyet de şöyledir .
(Ey Nebi!) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık sadece O'na yönelin. O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline!
(Fussilet -6)
Demek oluyor ki, Muhammed (a.s) ı değerli kılan şey onun Nebi ve Allah Resulü olması, yani Allah tarafından kendisine vahiy indirilmesidir.
Vahiy ehli muvahhidler, yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Allah Resulünü iyi tanımalı ve bütün Resüllerle birlikte sadece Nübüvvet makam ve Risâlet misyonunu ön plana çıkarmalıdırlar.
Muvahhidler, Allah'ın Resülleri arasında ayrım yapmazlar.
Son Nebi ve Nübüvvet'e bağlı son Resül olan Muhammed (a.s) ile diğer Resüller arasında hiçbir fark yoktur.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri evliya ve ilahlara karşı gelen Nuh (a.s) ı, Hud (a.s)ı İbrahim (a.s) ı, Resul Musa'yı, Allah'ın Resulü İsa Mesih'i bilmezler.
Müşriklere, "Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yazıklar olsun! Aklınızı kullanmaz mısınız?
(Enbiya- 67) diyen Allah Resulü İbrahim'i tanımazlar.
Müşrikler, tağutlara meydan okuyan Nuh ve Hud (Aleyhimesselam) ı anlayamazlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri şirk'le mücadele eden, evliya!!! ve ilahlara kulluğu reddeden Allah Resulü Muhammed Aleyhisselam'ı kabul etmezler.
Onun için Ehl-i Sünnet ve Şia'nın muhaddis ve müctehidleri Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Allah'ın Resulü Muhammed yerine uydurma rivayetlerle kendi dinlerinin Muhammed'ini icat ettiler.
Çünkü kendi icad ve üretimleri olan Muhammed'e istedikleri her şeyi yaptırma imkânına sahip olacaklardı.
Fakat Kur'an'da bulunan Allah'ın Resulüne uymak ve sadece ona itaat etmek zorunda idiler.
(2.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Allah Resulünü Kur'an'dan koparıp uydurma rivayetlerle İslam'dan bağımsız olarak yepyeni bir din inşa ettiler.
Yani Kur'an'da var olan Allah Resulü Muhammed yerine kendi dinleri için sanal ve hayali bir Muhammed yarattılar.
İşte dünyanın en yalan ve Allah Resul'üne iftira olan bu dinlerini yıkmanın en önemli şartı, sürekli olarak Kur'an'da anlatılan Nebi ve Resul olan Muhammed'i ön plana çıkarmak olacaktır.
Evet bütün insanların hidayet ve selameti için Kur'an'da anlatılan Nebi ve Resul Muhammed çok önemlidir.
Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Resulü anlamak hayati bir öneme sahiptir.
Aynen Mekke müşrikleri gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri de dinlerine muhalif olduğu için Allah Resulü Muhammed (a.s) dan çok korkarlar. İnanç ve dinleri açısından Mekke vatandaşı olan Muhammed, Allah'ın Resulü olan Muhammed'ten İyidir.
Mesela: Mekke vatandaşı olan sade Muhammed onların evliya ve ilahlarına karışmayan bir Muhammed'tir.
Fakat kendisine vahiy indirilen Allah'ın Resulü Muhammed
(Ey Müşrikler!) Siz ve Allah'ın (yanında, ötesinde, berisinde) ondan başka kulluk ettikleriniz cehennem yakıtısınız..."
(Enbiya-98) diyen bir Muhammed'tir.
İşte bundan dolayı Ehl-i Sünnet ve Şia'nın din adamları Allah Resulü Muhammed'i hiçbir zaman anlamadılar, Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Resul Muhammed'e gitmediler, onu hiçbir zaman sineye çekmediler ve onu sevmediler.
Halbuki Kur'an'dan bağımsız Mekke ve Medine'de yaşayan vatandaş Muhammed'in diğer insanlardan bir farkı bulunmamaktadır.
Bunu ben söylemiyorum.
Bu gerçeği Allah'ın kitabı Kur'an haber veriyor.
(Ey Nebi! ) De ki: Ben, ancak sizin gibi bir beşerim.(Şu var ki) bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık her kim Rabb'ine kavuşmayı umuyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın"
( Kehf- 110)
Diğer bir âyet de şöyledir .
(Ey Nebi!) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık sadece O'na yönelin. O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline!
(Fussilet -6)
Demek oluyor ki, Muhammed (a.s) ı değerli kılan şey onun Nebi ve Allah Resulü olması, yani Allah tarafından kendisine vahiy indirilmesidir.
Vahiy ehli muvahhidler, yüzlerce âyette anlatılan Nebi ve Allah Resulünü iyi tanımalı ve bütün Resüllerle birlikte sadece Nübüvvet makam ve Risâlet misyonunu ön plana çıkarmalıdırlar.
Muvahhidler, Allah'ın Resülleri arasında ayrım yapmazlar.
Son Nebi ve Nübüvvet'e bağlı son Resül olan Muhammed (a.s) ile diğer Resüller arasında hiçbir fark yoktur.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri evliya ve ilahlara karşı gelen Nuh (a.s) ı, Hud (a.s)ı İbrahim (a.s) ı, Resul Musa'yı, Allah'ın Resulü İsa Mesih'i bilmezler.
Müşriklere, "Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yazıklar olsun! Aklınızı kullanmaz mısınız?
(Enbiya- 67) diyen Allah Resulü İbrahim'i tanımazlar.
Müşrikler, tağutlara meydan okuyan Nuh ve Hud (Aleyhimesselam) ı anlayamazlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri şirk'le mücadele eden, evliya!!! ve ilahlara kulluğu reddeden Allah Resulü Muhammed Aleyhisselam'ı kabul etmezler.
Onun için Ehl-i Sünnet ve Şia'nın muhaddis ve müctehidleri Kur'an'da yüzlerce âyette anlatılan Allah'ın Resulü Muhammed yerine uydurma rivayetlerle kendi dinlerinin Muhammed'ini icat ettiler.
Çünkü kendi icad ve üretimleri olan Muhammed'e istedikleri her şeyi yaptırma imkânına sahip olacaklardı.
Fakat Kur'an'da bulunan Allah'ın Resulüne uymak ve sadece ona itaat etmek zorunda idiler.
4 Temmuz 2020 Cumartesi
KUR'AN'SIZ DİN
(5.YAZI)
Kur'an'sız din, rivayet ve ictihadlarıyla baştan sona kadar şirk ve küfürdür.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları hidayete iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın ayetlerine inanmayanlar, sadece iftira ederler. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl-104,105)
İslam dini adına yalnız Kur'an'dan konuşan doğru söyler
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü ve sistemini bilmeyenler dinden ve imandan konuşma haklarını kaybederler.
Çünkü yüzlerce âyete baktığımızda dinin tek kaynağının elçilere indirilen vahyin olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur'an'dan konuşmayanlar sürekli olarak Allah ve Resulü'ne iftira etmiş olacaklardır.
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya-45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
Yani yalan konuşma ve Allah ile aldatma âhiretteki hesaplarına ağır bir vebal olarak kaydedilecektir.
Ehl-i Sünnet muhaddislerinin uydurma kalıp cümleleri vardır.
Onlar Nebi (a.s) ı yalanlarına alet ederek şöyle derler.
"Kim şunu şunu yaparsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından temizlenir"
"Kim şu ameli yaparsa denizlerin köpüğü kadar günahı varsa affedilir.
"Kim şu ibadeti işlerse geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır"
İşte aynı yolun yolcusu olan Diyanet İşleri Başkanı'nın sözleri de bu yalanlara benzemektedir.
Diyor ki,
"Kur'an kurslarımızın bulunduğu yerlere biz ne diyoruz, biliyor musunuz?
"Şeytandan korunmuş bölgeler"
"Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki "Bir yerde eğer Allah zikredilirse, oraya şeytan yaklaşamaz" "Allah'ın Kur'an'ı Kerim'i orada okunursa oraya şeytan yaklaşamaz"
Aslında böyle bir âyet yoktur.
Allah bilir, Diyanet İşleri Başkanı'nın kasdettiği âyetler şunlardır.
"Kim Rahman'ın zikrinden (Kur'an'dan) gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlarda onlar, kendilerini hidayette olduklarını sanırlar"
( Zuhruf- 36,37)
Yani koskoca Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş bir âyetin mealini bile doğru olarak verememiştir.
Diyanet'i ve Diyanet'in kurslarını çok iyi biliyorum.
Çünkü, bende Diyanet'in Kur'an kursunda hafızlığımı bitirdim.
Ömrüm Kur'an kurslarında ve onların öğretmenleriyle tartışma ve mücadelelerle geçti.
Kur'an'ın anlaşılması ile ilgili cemaat ve tarikatları boş verin. Onlar böyle bir şeye iman etmezler, iman edenlere de sapık gözüyle bakarlar.
Diyanet'in binlerce Kur'an kursunda Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilen bir tane âlim yoktur.
Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olan Kur'an kurslarında sadece tacvid ve Arapça metin ezberletilir.
Kur'an'ın anlaşılması Kur'an'ın İlim ve hikmeti, kendi içinde bulunan çözümü Diyanet'in umurunda değildir.
Halbuki Kur'an'ı anlatan âyetlere baktığımızda esas amacın Kur'an'ın anlaşılması olduğunu görürüz.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"
(Muhammed-24)
"Ey Resul! Sana bu mübarek kitab-ı, âyetlerini düşünsünler ve aklını kullananlar öğüt alsınlar diye indirdik"
(Sâd- 29)
Dolayısıyla Kur'an, aynı papağanlar gibi sürekli tekrarlanıp sadece ezber yapılması gereken bir kitap değildir.
Artık Kur'an kurslarına gerek kalmamıştır. İnternet ortamında öyle siteler vardır ki, istediğiniz kelimenin hangi sürede ve Kur'an'da kaç yerde tekrar edildiğini en kısa bir zamanda öğrenme imkanı vardır.
Kur'an kursları, milletin malını boş yere israf, ümmi halkın çocuklarını maddi ve manevi telef etme, insan kaynaklarını israf etme mekanları olmuşlardır.
Kur'an'ın ilminde kullanılmayacak olan hafızlığın Allah indinde hiçbir değeri yoktur.
Maalesef, üzülerek belirtmek isterim ki, Kur'an, Şia ve Ehli Sünnet'in dininde bir oyun ve eğlenceden ibarettir.
(5.YAZI)
Kur'an'sız din, rivayet ve ictihadlarıyla baştan sona kadar şirk ve küfürdür.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları hidayete iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın ayetlerine inanmayanlar, sadece iftira ederler. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl-104,105)
İslam dini adına yalnız Kur'an'dan konuşan doğru söyler
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü ve sistemini bilmeyenler dinden ve imandan konuşma haklarını kaybederler.
Çünkü yüzlerce âyete baktığımızda dinin tek kaynağının elçilere indirilen vahyin olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur'an'dan konuşmayanlar sürekli olarak Allah ve Resulü'ne iftira etmiş olacaklardır.
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya-45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
Yani yalan konuşma ve Allah ile aldatma âhiretteki hesaplarına ağır bir vebal olarak kaydedilecektir.
Ehl-i Sünnet muhaddislerinin uydurma kalıp cümleleri vardır.
Onlar Nebi (a.s) ı yalanlarına alet ederek şöyle derler.
"Kim şunu şunu yaparsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından temizlenir"
"Kim şu ameli yaparsa denizlerin köpüğü kadar günahı varsa affedilir.
"Kim şu ibadeti işlerse geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır"
İşte aynı yolun yolcusu olan Diyanet İşleri Başkanı'nın sözleri de bu yalanlara benzemektedir.
Diyor ki,
"Kur'an kurslarımızın bulunduğu yerlere biz ne diyoruz, biliyor musunuz?
"Şeytandan korunmuş bölgeler"
"Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki "Bir yerde eğer Allah zikredilirse, oraya şeytan yaklaşamaz" "Allah'ın Kur'an'ı Kerim'i orada okunursa oraya şeytan yaklaşamaz"
Aslında böyle bir âyet yoktur.
Allah bilir, Diyanet İşleri Başkanı'nın kasdettiği âyetler şunlardır.
"Kim Rahman'ın zikrinden (Kur'an'dan) gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlarda onlar, kendilerini hidayette olduklarını sanırlar"
( Zuhruf- 36,37)
Yani koskoca Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş bir âyetin mealini bile doğru olarak verememiştir.
Diyanet'i ve Diyanet'in kurslarını çok iyi biliyorum.
Çünkü, bende Diyanet'in Kur'an kursunda hafızlığımı bitirdim.
Ömrüm Kur'an kurslarında ve onların öğretmenleriyle tartışma ve mücadelelerle geçti.
Kur'an'ın anlaşılması ile ilgili cemaat ve tarikatları boş verin. Onlar böyle bir şeye iman etmezler, iman edenlere de sapık gözüyle bakarlar.
Diyanet'in binlerce Kur'an kursunda Kur'an'ı bağlam ve bütünlüğü içinde bilen bir tane âlim yoktur.
Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olan Kur'an kurslarında sadece tacvid ve Arapça metin ezberletilir.
Kur'an'ın anlaşılması Kur'an'ın İlim ve hikmeti, kendi içinde bulunan çözümü Diyanet'in umurunda değildir.
Halbuki Kur'an'ı anlatan âyetlere baktığımızda esas amacın Kur'an'ın anlaşılması olduğunu görürüz.
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?"
(Muhammed-24)
"Ey Resul! Sana bu mübarek kitab-ı, âyetlerini düşünsünler ve aklını kullananlar öğüt alsınlar diye indirdik"
(Sâd- 29)
Dolayısıyla Kur'an, aynı papağanlar gibi sürekli tekrarlanıp sadece ezber yapılması gereken bir kitap değildir.
Artık Kur'an kurslarına gerek kalmamıştır. İnternet ortamında öyle siteler vardır ki, istediğiniz kelimenin hangi sürede ve Kur'an'da kaç yerde tekrar edildiğini en kısa bir zamanda öğrenme imkanı vardır.
Kur'an kursları, milletin malını boş yere israf, ümmi halkın çocuklarını maddi ve manevi telef etme, insan kaynaklarını israf etme mekanları olmuşlardır.
Kur'an'ın ilminde kullanılmayacak olan hafızlığın Allah indinde hiçbir değeri yoktur.
Maalesef, üzülerek belirtmek isterim ki, Kur'an, Şia ve Ehli Sünnet'in dininde bir oyun ve eğlenceden ibarettir.
PARALEL DİN
(4.YAZI)
Müntesipleri tarafından Fetö liderine biçilen Kur'an'ı ve islamı tamamlama yetkisi, Ehl-i Sünnet ve Şia mezhebinin bütün ekollerinde var olan bir inançtır .
Zaten bunu da binlerce eserle göstermişlerdir.
Bu mezheplere göre önce Muhammed ( a.s )
adına uydurulan binlerce hadis yoluyla kendisine biçilen dinin eksiklerini tamamlama, daha sonra Allah Resulü adına dini bir yetki verdikleri kişiler
vasıtasıyla Muhammed (a.s)ın eksik bıraktığı yerleri tamamlama (içtihatlar, mezhepler, firkalar, cemaatlar, tarikatlar) adı altında orijinal din tanınmaz hale getirilmiştir.
Şu anda Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarında bulunan din ile Allah'ın Kur'an'daki dini doğu ile batı kadar birbirinden uzaktır.
Allah Resulü'nün vefatından sonra yalancılar tarafından kendisine verilen dini tamamlama yetkisinden kendisinin haberi yoktur.
Bu olay aynen İsa (a.s ) ı ilah, Rab ve Allah'ın oğlu ilan eden Hıristiyanların yaptıklarına benzemektedir.
"(Hani bir zamanlar) Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara,
"Beni ve anamı, Allah ile beraber iki ilâh edinin" diye sen mi söyledin, buyurduğu zaman o, "Hâşâ!" Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz.
Ben böyle bir şey söyleseydim şüphesiz onu bilirdin.
Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin"
(Maide, 116)
"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim.
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim.
İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şahit idim. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin"
(Maide, 117)
Yukarıdaki ayette geçen "Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim.
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim"
bölümü çok önemlidir.
1-) Allah'ın elçileri sadece Allah'a tarafından indirilen vahyi tebliğ ederler.
2) Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahyi aşmak şirk kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlerle oluşturulan din paralel bir dindir.
Tevhid akidesini bozmak,
emperyalist batıya sömürge yapmak amacıyla Hindistan'dan getirilen tasavvuf dini de Kur'an, ilim, akıl ve tefekkür düşmanı paralel bir dindir.
Özellikle Ehli Sünnet dininde bulunan "sünnet kitaba egemendir" (essünnetü kâdiyetün alel kitébi)
"sünnet kitap üzerinde söz sahibidir"
"sünnet (hadis) olmadan Kur'an anlaşılmaz"
şeklindeki ifadelerin kime ait olduğuna dair tartışmalar yapıladursun,
bu ahmakça sözler erken zamanlardan itibaren paralel Ehl-i Sünnet dininin temel inancı haline gelmiştir.
Herhangi dini bir konuda son sözü söyleyecek olanın Sünnet (hadis) olduğu ve
"Kur'anın sünnete ihtiyacının sünnetin Kur'an'a ihtiyacından daha fazla olduğu inancı ümmetin içinde öylesine kök salmış ki,
Kur'an'ı tek kaynak olarak kabul eden muvahhidler sapıklık ve cehaletle itham edilmişlerdir.
(4.YAZI)
Müntesipleri tarafından Fetö liderine biçilen Kur'an'ı ve islamı tamamlama yetkisi, Ehl-i Sünnet ve Şia mezhebinin bütün ekollerinde var olan bir inançtır .
Zaten bunu da binlerce eserle göstermişlerdir.
Bu mezheplere göre önce Muhammed ( a.s )
adına uydurulan binlerce hadis yoluyla kendisine biçilen dinin eksiklerini tamamlama, daha sonra Allah Resulü adına dini bir yetki verdikleri kişiler
vasıtasıyla Muhammed (a.s)ın eksik bıraktığı yerleri tamamlama (içtihatlar, mezhepler, firkalar, cemaatlar, tarikatlar) adı altında orijinal din tanınmaz hale getirilmiştir.
Şu anda Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarında bulunan din ile Allah'ın Kur'an'daki dini doğu ile batı kadar birbirinden uzaktır.
Allah Resulü'nün vefatından sonra yalancılar tarafından kendisine verilen dini tamamlama yetkisinden kendisinin haberi yoktur.
Bu olay aynen İsa (a.s ) ı ilah, Rab ve Allah'ın oğlu ilan eden Hıristiyanların yaptıklarına benzemektedir.
"(Hani bir zamanlar) Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara,
"Beni ve anamı, Allah ile beraber iki ilâh edinin" diye sen mi söyledin, buyurduğu zaman o, "Hâşâ!" Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz.
Ben böyle bir şey söyleseydim şüphesiz onu bilirdin.
Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin"
(Maide, 116)
"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim.
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim.
İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şahit idim. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin"
(Maide, 117)
Yukarıdaki ayette geçen "Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim.
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim"
bölümü çok önemlidir.
1-) Allah'ın elçileri sadece Allah'a tarafından indirilen vahyi tebliğ ederler.
2) Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahyi aşmak şirk kabul edilmiştir.
Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarındaki yalan ve uydurma rivayetlerle oluşturulan din paralel bir dindir.
Tevhid akidesini bozmak,
emperyalist batıya sömürge yapmak amacıyla Hindistan'dan getirilen tasavvuf dini de Kur'an, ilim, akıl ve tefekkür düşmanı paralel bir dindir.
Özellikle Ehli Sünnet dininde bulunan "sünnet kitaba egemendir" (essünnetü kâdiyetün alel kitébi)
"sünnet kitap üzerinde söz sahibidir"
"sünnet (hadis) olmadan Kur'an anlaşılmaz"
şeklindeki ifadelerin kime ait olduğuna dair tartışmalar yapıladursun,
bu ahmakça sözler erken zamanlardan itibaren paralel Ehl-i Sünnet dininin temel inancı haline gelmiştir.
Herhangi dini bir konuda son sözü söyleyecek olanın Sünnet (hadis) olduğu ve
"Kur'anın sünnete ihtiyacının sünnetin Kur'an'a ihtiyacından daha fazla olduğu inancı ümmetin içinde öylesine kök salmış ki,
Kur'an'ı tek kaynak olarak kabul eden muvahhidler sapıklık ve cehaletle itham edilmişlerdir.
KUR'AN'SIZ DİN
(4.YAZI)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Emevi Abbasi Ehli Sünnet dininin rivayet ve ictihadlarını yani ehl-i sünnet dinini tek rehber edindiği için kendi içinde bir yenilenmeye gidemiyor.
150 bine yakın personeli bulunan, dört bakanlık kadar kendisine bütçe ayrılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın içinde bulunduğu cehalet ve taklidin nasıl bir bela oldunu bütün icraatlarında görmek mümkündür.
Mesela:
Elazığ ilimizde resmi devlet genelgesi ile yıllarca uygulanan şu ilginç geleneğe bir bakalım.
Sayı : 16336468-215.09-418
Konu : 1001 Hatim
Erzurum'da 450 senedir devam etmekte olan ve Pir Ali Baba adında alim, Fazıl bir zat tarafından ihdas edilen ve " Eğer her yıl 1001 hatim okursanız Allah'u Teala bu memleketi felaketlerden özellikle zelzelelerden korur" Diye ifade ettiği bu geleneği Elazığ İl Müftülüğü olarak Elazığ ilinde gerçekleştirmek üzere :
1-Tüm il Merkez Belde ve köy camilerimizde 02 Mart 2013 Cumartesi günü Hatim okunmaya başlanacaktır.
2 -Hatimler cemaatin de isteği dikkate alınarak belli bir vakitte olunacaktır.
3- Bunun için her camiye bir cüz takımı temin edilecektir.
4 - Cüzler okunduktan sonra o gün okunan cüz sayısı veya hatim sayısı görevlilerce günlük olarak tesbit edilecektir.
5 - Toplu okumanın dışında her camide bir köşe ayrılarak okunan Cüzler ve okunmayan Cüzler diye iki bölüm ayrılarak sonradan okuyacak olan cemaat okunmamış yerden alacağı çüzü okuyarak okunan Cüzler bölümüne koyacaktır.
Gereğini rica ederim.
Peyami Güngör. : il müftüsü
Dağıtım : Bütün personele
Elazığ müftüsü ve Konya, ya atanan zamanın Elazığ valisi Muammer Erol bu hurafe ve yobaz uygulamayı başlattiklarında Diyanet işleri başkanlığına şöyle bir mektup göndermiştim.
Sayın Hocalarım!
" Sizler de eğer bizim Elazığ Müftüsü Peyami Güngör gibi 1001 Hatim okumanın depremleri engelleyecegine inanıyorsanız, bu büyük hizmeti! Bütün vatan sathına yaygınlaştırmanızı hassaten rica ediyorum.
Böylece vatanı deprem afetinden korumuş ve büyük bir sevap! işlemiş olursunuz.
Yok eğer bu uygulamayı kur'an, ilim, hikmet, akıl ve Allah'ın kevni yasalarına aykırı buluyorsanız lütfen bir emirle bu kampanyaya son verin.
Sonuç :
Kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkür düşmanı Diyanetten hiç bir tepki yok.
Fay hattında bulunan Elazığımızda bu hurafe ve yobaz uygulama hala devam etmektedir.
Biz kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkürü esas alan vahiy yolcuları Allah Resulü adına uydurulan yalan rivayetlere karşı gelirken, başımıza bu sefer Pir Ali Baba adında birisinin hurafesini musallat ettiler.
(4.YAZI)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Emevi Abbasi Ehli Sünnet dininin rivayet ve ictihadlarını yani ehl-i sünnet dinini tek rehber edindiği için kendi içinde bir yenilenmeye gidemiyor.
150 bine yakın personeli bulunan, dört bakanlık kadar kendisine bütçe ayrılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın içinde bulunduğu cehalet ve taklidin nasıl bir bela oldunu bütün icraatlarında görmek mümkündür.
Mesela:
Elazığ ilimizde resmi devlet genelgesi ile yıllarca uygulanan şu ilginç geleneğe bir bakalım.
Sayı : 16336468-215.09-418
Konu : 1001 Hatim
Erzurum'da 450 senedir devam etmekte olan ve Pir Ali Baba adında alim, Fazıl bir zat tarafından ihdas edilen ve " Eğer her yıl 1001 hatim okursanız Allah'u Teala bu memleketi felaketlerden özellikle zelzelelerden korur" Diye ifade ettiği bu geleneği Elazığ İl Müftülüğü olarak Elazığ ilinde gerçekleştirmek üzere :
1-Tüm il Merkez Belde ve köy camilerimizde 02 Mart 2013 Cumartesi günü Hatim okunmaya başlanacaktır.
2 -Hatimler cemaatin de isteği dikkate alınarak belli bir vakitte olunacaktır.
3- Bunun için her camiye bir cüz takımı temin edilecektir.
4 - Cüzler okunduktan sonra o gün okunan cüz sayısı veya hatim sayısı görevlilerce günlük olarak tesbit edilecektir.
5 - Toplu okumanın dışında her camide bir köşe ayrılarak okunan Cüzler ve okunmayan Cüzler diye iki bölüm ayrılarak sonradan okuyacak olan cemaat okunmamış yerden alacağı çüzü okuyarak okunan Cüzler bölümüne koyacaktır.
Gereğini rica ederim.
Peyami Güngör. : il müftüsü
Dağıtım : Bütün personele
Elazığ müftüsü ve Konya, ya atanan zamanın Elazığ valisi Muammer Erol bu hurafe ve yobaz uygulamayı başlattiklarında Diyanet işleri başkanlığına şöyle bir mektup göndermiştim.
Sayın Hocalarım!
" Sizler de eğer bizim Elazığ Müftüsü Peyami Güngör gibi 1001 Hatim okumanın depremleri engelleyecegine inanıyorsanız, bu büyük hizmeti! Bütün vatan sathına yaygınlaştırmanızı hassaten rica ediyorum.
Böylece vatanı deprem afetinden korumuş ve büyük bir sevap! işlemiş olursunuz.
Yok eğer bu uygulamayı kur'an, ilim, hikmet, akıl ve Allah'ın kevni yasalarına aykırı buluyorsanız lütfen bir emirle bu kampanyaya son verin.
Sonuç :
Kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkür düşmanı Diyanetten hiç bir tepki yok.
Fay hattında bulunan Elazığımızda bu hurafe ve yobaz uygulama hala devam etmektedir.
Biz kur'an, ilim, hikmet, akıl ve tefekkürü esas alan vahiy yolcuları Allah Resulü adına uydurulan yalan rivayetlere karşı gelirken, başımıza bu sefer Pir Ali Baba adında birisinin hurafesini musallat ettiler.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(60. YAZI )
Said Nursi'yi tek rehber edinen ve onun yolunda olduğunu söyleyen F Gülen cevşen ile ilgili şunları söylüyor.
"Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen manası itibariyle efendimize ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir.
Daha sonra ehlullah'tan (evliyadan) birisi bu Cevşeni keşif yoluyla efendimizden(Allah Resülü'nden) almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.
İmamı Gazali gibi bir allame, (büyük âlim) gümüşhanevi gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahipkıran (zamanların en önemli âlimi) Cevşeni kabullenip onu vird (sürekli okunan bir zikir) edinmişlerdir.
Hatta İmamı Gazali ona bir şerh yazmıştır.
Cevşenin mehazindeki (kaynağındaki) kuvvet ve kutsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşene gönülden bağlanıp değer atfetmeleri Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşene dil uzatmak en ılımlı ifade ile haksızlıktır"
(F Gülen prizma- 1, 150 -151) CEVAP :
Rant ve menfaat kapısı olarak keşfedilen, onun yaygınlaşması için çaba sarf edilen, deri, gümüş vs, kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler tarafından da promosyon olarak dağıtılan, bu keramet ve kutsiyeti kendinden menkul Cevşen duası, hiçbir klasik kaynakta yer almayan sadece adı geçen alimlerin eserlerini aldıkları, isnadı olmayan, metnine bakıldığında suni ve düzmece olduğu aşikar olan bir Şii uydurması rivayetten başka bir şey değildir.
Böylesi sayfalar tutan bir duanın uydurma olduğundan en küçük bir şüphe dahi yoktur.
Bazı alimlerin bunu eserlerinde zikretmelerinin onun subutu için yeterli delil addedilmesi ise, akıl alacak gibi değildir.
Bunu söyleyen uydurma hadis ilminden hiç haberi olmayan biri değilse, ortalıkta çok daha ciddi bir problem var demektir.
İşin doğrusu burada yapılanın ilimle de ilgisi yoktur.
Bu uydurma rivayetlerin savunulmasının tek sebebi Said Nursi'nin bunları eserinde zikretmiş olmasıdır.
Ama ne yazık ki Said Nursi'yi savunduğunu zannedenler uydurma hadislerle Allah Resulü'nün tek mirası olan vahye ne kadar büyük bir ihanetle kötülük ettiklerinin farkında bile değillerdir.
Kur'an'da onlarca âyette var olan Allah Resellerinin ve salih kulların dualarının çoğunun uzunluğu bir satırı bile geçmez.
Dolayısıyla Allah Resüllerinin Kur'an'da bulunan o kısa, öz ve samimi dualarından daha güzel dua olur mu?
Dua yapmada bile Said Nursi Kur'an'dan uzaklaşarak Şia'nın hurafe ve iftira bataklığına saplanmıştır.
(60. YAZI )
Said Nursi'yi tek rehber edinen ve onun yolunda olduğunu söyleyen F Gülen cevşen ile ilgili şunları söylüyor.
"Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen manası itibariyle efendimize ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir.
Daha sonra ehlullah'tan (evliyadan) birisi bu Cevşeni keşif yoluyla efendimizden(Allah Resülü'nden) almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.
İmamı Gazali gibi bir allame, (büyük âlim) gümüşhanevi gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahipkıran (zamanların en önemli âlimi) Cevşeni kabullenip onu vird (sürekli okunan bir zikir) edinmişlerdir.
Hatta İmamı Gazali ona bir şerh yazmıştır.
Cevşenin mehazindeki (kaynağındaki) kuvvet ve kutsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşene gönülden bağlanıp değer atfetmeleri Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşene dil uzatmak en ılımlı ifade ile haksızlıktır"
(F Gülen prizma- 1, 150 -151) CEVAP :
Rant ve menfaat kapısı olarak keşfedilen, onun yaygınlaşması için çaba sarf edilen, deri, gümüş vs, kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler tarafından da promosyon olarak dağıtılan, bu keramet ve kutsiyeti kendinden menkul Cevşen duası, hiçbir klasik kaynakta yer almayan sadece adı geçen alimlerin eserlerini aldıkları, isnadı olmayan, metnine bakıldığında suni ve düzmece olduğu aşikar olan bir Şii uydurması rivayetten başka bir şey değildir.
Böylesi sayfalar tutan bir duanın uydurma olduğundan en küçük bir şüphe dahi yoktur.
Bazı alimlerin bunu eserlerinde zikretmelerinin onun subutu için yeterli delil addedilmesi ise, akıl alacak gibi değildir.
Bunu söyleyen uydurma hadis ilminden hiç haberi olmayan biri değilse, ortalıkta çok daha ciddi bir problem var demektir.
İşin doğrusu burada yapılanın ilimle de ilgisi yoktur.
Bu uydurma rivayetlerin savunulmasının tek sebebi Said Nursi'nin bunları eserinde zikretmiş olmasıdır.
Ama ne yazık ki Said Nursi'yi savunduğunu zannedenler uydurma hadislerle Allah Resulü'nün tek mirası olan vahye ne kadar büyük bir ihanetle kötülük ettiklerinin farkında bile değillerdir.
Kur'an'da onlarca âyette var olan Allah Resellerinin ve salih kulların dualarının çoğunun uzunluğu bir satırı bile geçmez.
Dolayısıyla Allah Resüllerinin Kur'an'da bulunan o kısa, öz ve samimi dualarından daha güzel dua olur mu?
Dua yapmada bile Said Nursi Kur'an'dan uzaklaşarak Şia'nın hurafe ve iftira bataklığına saplanmıştır.
SEÇİLMİŞLIK İNANCI
(5.YAZI)
Ben inanıyorum ki, Gülen'in imajı çöktüğünde Kur'an ahlakı ve tevhid akidesi ile zerre kadar alakası olmayan akılsız hareketi yerle bir olacaktır.
İşte bu tehlike görüldüğü için Ekrem Dumanlı ve benzeri şakirtlerin F Gülen'i imam-ı Azam'la, imam-ı Rabbani ile mukayese etmesi, onların misyonu ile Gülen'in misyonunu benzeştirmesi böyle bir korkunun eseridir.
F Gülen hiçbir zaman özgün bir akıl, kendine ait bir irfan, orijinal bir fikir ortaya koymadı.
Ne dediğini her zaman sisli ve karanlık bir cehaletin içine gizledi, asalak ve uydurma ifadelerle harmanladı, ağdalı cümlelerle sarmaladı ve "çok önemli şeyler" söylüyormuş edasıyla insanları aldattı.
Çok konuşup hiçbir şey söylemeyen birisi olarak F Gülen,
ilim ve fikirde dünya ve ahirette hiçbir işe yaramayan bilgi hamallığı ve hurafe çöpçülüğu yapmıştır.
Tefekkür ve sorgulama istidadı ve mahareti olmayan Gülen,
aynen üstadı Said Nursi ve diğer Ehli Sünnet'in sözde âlimleri gibi Emevi Abbasi rivayetlerini tarayıp oradan topladığı yalanları kendi dil ve üslubuyla anlatan,
talebelerinin yardımlarıyla derleyip bir araya getiren Kur'ansız ve akılsız biridir.
Bu meselenin en açık delili ise "Kalbin Zümrüt Tepeleri" isimli eseridir
"Kalbin Zümrüt Tepeleri" isimli eseri ansiklopedik olarak kötü ve işe yaramaz bilgi kirliliğinin en iyi örneğidir.
Emevi Abbasi rivayetleri yalan bilgi alanında o kadar yoğundur ki, "toplayıcılık" yoluyla, "Kalbin Zümrüt Tepeleri" gibi binlerce eser yazılabilir.
Arapça ve Farsçaya biraz vakıf olan birisi, F Gülen'in en gözde eseri olan bilmem neyin tepeleri gibi binlerce kitap yazılabilir ve içinde yaşadığımız cehalet bataklığında "büyük âlim" muamelesi görebilir.
Zaten cübbeli Ahmet ve onlarca cemaat lideri ve ilahiyatçı en akılsız bir sekilde bunu yapıyorlar.
İşte islam dünyası yüz yıllardır bu taklit cehaleti ve bilgi kirliliği ile kıvranıp yok oluyor.
F Gülen'in hurafe ve uydurma rivayetlerden oluşturduğu, psikolojik baskıya maruz kalan Kur'an ve tefekkür fukaraları onun büyük bir ilim ve fikir adamı olduğu inancına sarıldılar.
İstikameti ve nihai menzili izah edilmemiş bir "Altın Nesil" propagandası ile beraber düşünüldüğünde Kur'andan haberi olmayan cahillerin aldanması sanki mecburiyet haline geliyor.
Altın Nesil... madeni özelliği bir tarafa, neyin nesli, hangi istikametin nesli?
Karşısındaki hem beden (biyolojik) yaşı çocuk olanlar ve hem de akıl yaşı çocuk olanlara, "siz altın nesilsiniz"
demesi, onları bu şekilde motive etmesi aldanmaları için kafi geliyor.
Aldanmaları için kâfi geliyor, zira hiç kimse hangi menzilin nesli?"
diye sormuyor.
"Altın Nesil" propagandası ve aldatmacası akılsız cahillere kâfi geliyor.
Oysa "neyin nesli" sormayı bile akledemeyen cahiller bilmiyorlar ki, altından tuvalet taşı da yapılabilir.
Madenin ne olduğu yalnız başına bir kıymet ifade etmiyor, hangi maksat için kullanıldığı da mühim.
Muhatapları, kendilerine "altın" denmesini kâfi görüyor, bununla iktifa ediyor, hedefi sorgulamak bir tarafa, sormuyor bile.
Oysa bilmiyorlar ki, sormayan ve sorgulamayan akıl, altın veya elmas madeninden değil, tenekeden ve kömürden yapılmadır.
Kömüre "elmas" diyen Fethullah Gülen ise Kur'an, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama nimetlerinden mahrum oldukları için onları rahatça aldatıyor.
Hoş bir aldanış, "kömüre" "elmas" muamelesi yapıyor uyanık adam, ilim ve akıl yoksa böyle bir yalana aldanacaksınız tabi,ama aldanmak aldanmaktır, belli bir sınırı aşan aldanma ise ahmaklıktır.
Belki de dünyada ilacı olmayan tek şey ahmaklıktır.
Elmas ve altın nesil yalanıyla, muhabbet fedaileri aldatmacasıyla kendini emperyalistlerin çıkarları için namluya sürecek mermiye çeviren "adanmış ruhlar" Kur'an'a göre "aldanmışlar" (Sebe- 31, 32, 33; Saffat- 23...30; Bakara-165,166, 167) gerçek bir inanca sahip olamazlar.
Fetö lideri Gülen de meseleyi bildiği için, kömüre "elmas" muamelesi yapmış olmaktan başka bir çaba içine girmiyor.
Çünkü Kur'an, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama nimetlerinden tam olarak mahrum olan cahillere başka bir şey söylemeye gerek kalmıyor.
Sadece bu kadarı kâfi geliyor.
"Altın Nesil" propagandasının işe yaramadığı kişiler, gerçekten madeni altın olanlardır.
Bu Kur'an ehli muvahhidler zaten altın madeninden yapılmış kıymetli şahıslar oldukları için, hem "Altın Nesil" iltifatına itibar etmiyorlar hem de ahlak ve karakterleri gereği soruyor ve sorguluyorlar.
F Gülen, şu meselenin çok önemli olduğunu gösterdi.
F Gülen, Kur'an'ın ortaya koyduğu tevhid akidesine bağlı olarak yaşamanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.
Çünkü Kur'an'daki tevhid akidesi olmayınca güzel ahlak, hürriyet, tefekkür ve sorgulama olmayacaktır.
Güzel ahlak, hürriyet, tefekkür ve sorgulama olmayınca icad, erdem ve gelişme olmayacaktır.
İcad, erdem ve gelişme olmayınca bozulma, çürüme, kokuşma meydana gelecektir.
En ağır kayıp ise dünya hayatı ile birlikte ahiret hayatının da hüsran ile son bulması
olacaktır.
Dolayısıyla, islam şuuruna sahip olan muvahhidlerin sadece Kur'an'da var olan tevhid akidesinin önemini anlatmaktan daha önemli bir görevleri yoktur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor "Dini( tevhidi)ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana(Ey Resulüm) vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.
Fakat kendilerini çağırdığın bu din( tevhid),Allah'a ortak koşanlara ağır gelir. Allah dileyeni muvahhid yapar ve kendisine yöneleni doğru yola iletir "
( Şura 13 )
(5.YAZI)
Ben inanıyorum ki, Gülen'in imajı çöktüğünde Kur'an ahlakı ve tevhid akidesi ile zerre kadar alakası olmayan akılsız hareketi yerle bir olacaktır.
İşte bu tehlike görüldüğü için Ekrem Dumanlı ve benzeri şakirtlerin F Gülen'i imam-ı Azam'la, imam-ı Rabbani ile mukayese etmesi, onların misyonu ile Gülen'in misyonunu benzeştirmesi böyle bir korkunun eseridir.
F Gülen hiçbir zaman özgün bir akıl, kendine ait bir irfan, orijinal bir fikir ortaya koymadı.
Ne dediğini her zaman sisli ve karanlık bir cehaletin içine gizledi, asalak ve uydurma ifadelerle harmanladı, ağdalı cümlelerle sarmaladı ve "çok önemli şeyler" söylüyormuş edasıyla insanları aldattı.
Çok konuşup hiçbir şey söylemeyen birisi olarak F Gülen,
ilim ve fikirde dünya ve ahirette hiçbir işe yaramayan bilgi hamallığı ve hurafe çöpçülüğu yapmıştır.
Tefekkür ve sorgulama istidadı ve mahareti olmayan Gülen,
aynen üstadı Said Nursi ve diğer Ehli Sünnet'in sözde âlimleri gibi Emevi Abbasi rivayetlerini tarayıp oradan topladığı yalanları kendi dil ve üslubuyla anlatan,
talebelerinin yardımlarıyla derleyip bir araya getiren Kur'ansız ve akılsız biridir.
Bu meselenin en açık delili ise "Kalbin Zümrüt Tepeleri" isimli eseridir
"Kalbin Zümrüt Tepeleri" isimli eseri ansiklopedik olarak kötü ve işe yaramaz bilgi kirliliğinin en iyi örneğidir.
Emevi Abbasi rivayetleri yalan bilgi alanında o kadar yoğundur ki, "toplayıcılık" yoluyla, "Kalbin Zümrüt Tepeleri" gibi binlerce eser yazılabilir.
Arapça ve Farsçaya biraz vakıf olan birisi, F Gülen'in en gözde eseri olan bilmem neyin tepeleri gibi binlerce kitap yazılabilir ve içinde yaşadığımız cehalet bataklığında "büyük âlim" muamelesi görebilir.
Zaten cübbeli Ahmet ve onlarca cemaat lideri ve ilahiyatçı en akılsız bir sekilde bunu yapıyorlar.
İşte islam dünyası yüz yıllardır bu taklit cehaleti ve bilgi kirliliği ile kıvranıp yok oluyor.
F Gülen'in hurafe ve uydurma rivayetlerden oluşturduğu, psikolojik baskıya maruz kalan Kur'an ve tefekkür fukaraları onun büyük bir ilim ve fikir adamı olduğu inancına sarıldılar.
İstikameti ve nihai menzili izah edilmemiş bir "Altın Nesil" propagandası ile beraber düşünüldüğünde Kur'andan haberi olmayan cahillerin aldanması sanki mecburiyet haline geliyor.
Altın Nesil... madeni özelliği bir tarafa, neyin nesli, hangi istikametin nesli?
Karşısındaki hem beden (biyolojik) yaşı çocuk olanlar ve hem de akıl yaşı çocuk olanlara, "siz altın nesilsiniz"
demesi, onları bu şekilde motive etmesi aldanmaları için kafi geliyor.
Aldanmaları için kâfi geliyor, zira hiç kimse hangi menzilin nesli?"
diye sormuyor.
"Altın Nesil" propagandası ve aldatmacası akılsız cahillere kâfi geliyor.
Oysa "neyin nesli" sormayı bile akledemeyen cahiller bilmiyorlar ki, altından tuvalet taşı da yapılabilir.
Madenin ne olduğu yalnız başına bir kıymet ifade etmiyor, hangi maksat için kullanıldığı da mühim.
Muhatapları, kendilerine "altın" denmesini kâfi görüyor, bununla iktifa ediyor, hedefi sorgulamak bir tarafa, sormuyor bile.
Oysa bilmiyorlar ki, sormayan ve sorgulamayan akıl, altın veya elmas madeninden değil, tenekeden ve kömürden yapılmadır.
Kömüre "elmas" diyen Fethullah Gülen ise Kur'an, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama nimetlerinden mahrum oldukları için onları rahatça aldatıyor.
Hoş bir aldanış, "kömüre" "elmas" muamelesi yapıyor uyanık adam, ilim ve akıl yoksa böyle bir yalana aldanacaksınız tabi,ama aldanmak aldanmaktır, belli bir sınırı aşan aldanma ise ahmaklıktır.
Belki de dünyada ilacı olmayan tek şey ahmaklıktır.
Elmas ve altın nesil yalanıyla, muhabbet fedaileri aldatmacasıyla kendini emperyalistlerin çıkarları için namluya sürecek mermiye çeviren "adanmış ruhlar" Kur'an'a göre "aldanmışlar" (Sebe- 31, 32, 33; Saffat- 23...30; Bakara-165,166, 167) gerçek bir inanca sahip olamazlar.
Fetö lideri Gülen de meseleyi bildiği için, kömüre "elmas" muamelesi yapmış olmaktan başka bir çaba içine girmiyor.
Çünkü Kur'an, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama nimetlerinden tam olarak mahrum olan cahillere başka bir şey söylemeye gerek kalmıyor.
Sadece bu kadarı kâfi geliyor.
"Altın Nesil" propagandasının işe yaramadığı kişiler, gerçekten madeni altın olanlardır.
Bu Kur'an ehli muvahhidler zaten altın madeninden yapılmış kıymetli şahıslar oldukları için, hem "Altın Nesil" iltifatına itibar etmiyorlar hem de ahlak ve karakterleri gereği soruyor ve sorguluyorlar.
F Gülen, şu meselenin çok önemli olduğunu gösterdi.
F Gülen, Kur'an'ın ortaya koyduğu tevhid akidesine bağlı olarak yaşamanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.
Çünkü Kur'an'daki tevhid akidesi olmayınca güzel ahlak, hürriyet, tefekkür ve sorgulama olmayacaktır.
Güzel ahlak, hürriyet, tefekkür ve sorgulama olmayınca icad, erdem ve gelişme olmayacaktır.
İcad, erdem ve gelişme olmayınca bozulma, çürüme, kokuşma meydana gelecektir.
En ağır kayıp ise dünya hayatı ile birlikte ahiret hayatının da hüsran ile son bulması
olacaktır.
Dolayısıyla, islam şuuruna sahip olan muvahhidlerin sadece Kur'an'da var olan tevhid akidesinin önemini anlatmaktan daha önemli bir görevleri yoktur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor "Dini( tevhidi)ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin"diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana(Ey Resulüm) vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.
Fakat kendilerini çağırdığın bu din( tevhid),Allah'a ortak koşanlara ağır gelir. Allah dileyeni muvahhid yapar ve kendisine yöneleni doğru yola iletir "
( Şura 13 )
SEÇİLMİŞLIK İNANCI
(3.YAZI)
Fetö lideri Gülen
"Hz. Mesih'in nasıl geleceğini karıştırmamak gerekir. O, seyri sülük-i ruhanisinde olan bir zatla da gelebilir, başka türlü de gelebilir"
"Hatta bazen onun izdüşümü konumunda bir zat onunla iltibas edilebilir" derken, aslında örgüt içerisine kendisinin mesih olduğunu belirtmek istemiştir.
F Gülen açıktan "Ben mesih'im, mehdi'yim" diyemez.
Ancak Fethullah Gülen'in şakşakçıları ve fanatik emir kulları, F Gülen'in beklenen mehdi ve mesih olduğu konusunda imam ve üzeri örgüt mensuplarına yıllarca bununla ilgili sohbetler düzenlemiş rüyalar kurgulamışlardır.
Daha aşağıda bulunan fanatik cahiller de, bu şakşakçı sapıklardan duyduklarını örgüt içerisindeki muhataplarına sürekli anlatmışlardır.
Aslında ben vatana ihanet etmeyi küçümsemiyorum, solcu, sosyalist ve komünist dahi olsalar mili olan insanlara saygı duyuyorum.
Fakat Fetö'nun Allah ve Resulü'ne karşı hangi inanç ile ihanet ettiğini ortaya koyamazsak örgüt ile gereken mücadeleyi yapmamış oluruz.
Bütün hurafeci mezhepçiler ve tarikatçılar gibi Fetö'nun en büyük düşmanı Kur'an'ı dinde tek kaynak kabul eden vahiy ehli muvahhidler idi.
O halde Fetö tipi hurafe yapılanmalarla KUR'AN, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama ile savaşmak zorundayız.
Yani Allah, Kur'an, ilim, hikmet, akıl, din ve imandan daha çok devlet imkanlarına iman eden siyasal İslamcılara bir kaç soru sormak istiyorum.
Neden Fetö'nun beslendiği dinin ve etkisi altında kaldığı inancın kaynağını araştırmıyorsunuz?
Neden Fetö tipi başka yapılanmalar sizin hiç dikkatinizi çekmiyor?
Onlarla alakalı neden sesiniz çıkmıyor?
Sizin yanınızda Devlet imkanları ve geçici dünya menfaati Allah'tan, onun Resulü'nden, Allah'ın dininden daha mı önemli?
Sabahtan akşama kadar Allah Resulü'ne karşı iftira ve hakaret edenlere karşı neden tek bir kelimeniz yok?
Fetö mensuplarının F Gülen hakkında bazıları tarafından "Mehdi" bazıları tarafından "Mesih" söylemlerine karşılık Fetö lideri samimi bir şekilde karşı çıkmamıştır.
Başbakanın ofisine böcek koyanlar, mit tırlarını durdurarak Tayyip Erdoğan'ı
dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini teröre destek veriyor algısını yaratanlar,
kurumların sınav sorularını örgüt üyelerine servis edenler,
Dışişleri Bakanlığı'nda devletin en mahrem toplantısını dinleyip dışarıya sızdıranlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinde,
Emniyet, Yargı ve İstihbaratta deşifre olmamak için ima ile namaz kılanlar,
F Gülen'in emri doğrultusunda Allah'ın kitabında haram kılındığı halde içki içenler, veya kendilerine engel gördükleri masum insanlara kumpas kuranlar, kendi fikirlerine aykırı düşünen insanları makamlarından ayırmak için fahişeler ayarlayanlar vs. tüm bu gayri meşru fiileri F Gülen'i "Mehdi" ya da "Mesih" veya "Beklenen salih zat" olarak inandıkları için yapmışlardı.
Ve bunun yanında,
ABD ve Siyonist Rejim İsrail'in dünyadaki hakimiyetini sağlam tutmak için terör örgütlerine verdiği destek gibi,
fetö'nün gayesi Türkiye'nin karışması, iç savaş ve kargaşa içerisinde kalarak,
çaresiz ve zayıf kalmış devleti ele geçirmesi, Fethullah Gülen'in
"Kainat imamı ve "Halife" olarak Pensilvanyadan gelmesi için yapıldı.
F Gülen ve terör örgütü bu ümmetin inanç ve hayırsever duyguları ile hunharca oynamış, "İslam'a hizmet ediyoruz" diyerek, Allah'ı, dini, imanı ve
Allah Resulü'nü çirkin emellerine alet ederek aldatmış,
binlerce genci bilerek veya bilmeyerek şirk ve küfür yolunda İslam düşmanlarına hizmet ettirmiştir.
İşte Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından yoksunluk böyle bir beladır.
Bu bela kibir ve gurur bataklığında sahibini boğarak mahvolmasına sebep olmuştur.
Dolayısıyla bana göre şu dünya hayatında Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından daha değerli bir şey yoktur.
(3.YAZI)
Fetö lideri Gülen
"Hz. Mesih'in nasıl geleceğini karıştırmamak gerekir. O, seyri sülük-i ruhanisinde olan bir zatla da gelebilir, başka türlü de gelebilir"
"Hatta bazen onun izdüşümü konumunda bir zat onunla iltibas edilebilir" derken, aslında örgüt içerisine kendisinin mesih olduğunu belirtmek istemiştir.
F Gülen açıktan "Ben mesih'im, mehdi'yim" diyemez.
Ancak Fethullah Gülen'in şakşakçıları ve fanatik emir kulları, F Gülen'in beklenen mehdi ve mesih olduğu konusunda imam ve üzeri örgüt mensuplarına yıllarca bununla ilgili sohbetler düzenlemiş rüyalar kurgulamışlardır.
Daha aşağıda bulunan fanatik cahiller de, bu şakşakçı sapıklardan duyduklarını örgüt içerisindeki muhataplarına sürekli anlatmışlardır.
Aslında ben vatana ihanet etmeyi küçümsemiyorum, solcu, sosyalist ve komünist dahi olsalar mili olan insanlara saygı duyuyorum.
Fakat Fetö'nun Allah ve Resulü'ne karşı hangi inanç ile ihanet ettiğini ortaya koyamazsak örgüt ile gereken mücadeleyi yapmamış oluruz.
Bütün hurafeci mezhepçiler ve tarikatçılar gibi Fetö'nun en büyük düşmanı Kur'an'ı dinde tek kaynak kabul eden vahiy ehli muvahhidler idi.
O halde Fetö tipi hurafe yapılanmalarla KUR'AN, ilim, hikmet, akıl, tefekkür ve sorgulama ile savaşmak zorundayız.
Yani Allah, Kur'an, ilim, hikmet, akıl, din ve imandan daha çok devlet imkanlarına iman eden siyasal İslamcılara bir kaç soru sormak istiyorum.
Neden Fetö'nun beslendiği dinin ve etkisi altında kaldığı inancın kaynağını araştırmıyorsunuz?
Neden Fetö tipi başka yapılanmalar sizin hiç dikkatinizi çekmiyor?
Onlarla alakalı neden sesiniz çıkmıyor?
Sizin yanınızda Devlet imkanları ve geçici dünya menfaati Allah'tan, onun Resulü'nden, Allah'ın dininden daha mı önemli?
Sabahtan akşama kadar Allah Resulü'ne karşı iftira ve hakaret edenlere karşı neden tek bir kelimeniz yok?
Fetö mensuplarının F Gülen hakkında bazıları tarafından "Mehdi" bazıları tarafından "Mesih" söylemlerine karşılık Fetö lideri samimi bir şekilde karşı çıkmamıştır.
Başbakanın ofisine böcek koyanlar, mit tırlarını durdurarak Tayyip Erdoğan'ı
dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini teröre destek veriyor algısını yaratanlar,
kurumların sınav sorularını örgüt üyelerine servis edenler,
Dışişleri Bakanlığı'nda devletin en mahrem toplantısını dinleyip dışarıya sızdıranlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinde,
Emniyet, Yargı ve İstihbaratta deşifre olmamak için ima ile namaz kılanlar,
F Gülen'in emri doğrultusunda Allah'ın kitabında haram kılındığı halde içki içenler, veya kendilerine engel gördükleri masum insanlara kumpas kuranlar, kendi fikirlerine aykırı düşünen insanları makamlarından ayırmak için fahişeler ayarlayanlar vs. tüm bu gayri meşru fiileri F Gülen'i "Mehdi" ya da "Mesih" veya "Beklenen salih zat" olarak inandıkları için yapmışlardı.
Ve bunun yanında,
ABD ve Siyonist Rejim İsrail'in dünyadaki hakimiyetini sağlam tutmak için terör örgütlerine verdiği destek gibi,
fetö'nün gayesi Türkiye'nin karışması, iç savaş ve kargaşa içerisinde kalarak,
çaresiz ve zayıf kalmış devleti ele geçirmesi, Fethullah Gülen'in
"Kainat imamı ve "Halife" olarak Pensilvanyadan gelmesi için yapıldı.
F Gülen ve terör örgütü bu ümmetin inanç ve hayırsever duyguları ile hunharca oynamış, "İslam'a hizmet ediyoruz" diyerek, Allah'ı, dini, imanı ve
Allah Resulü'nü çirkin emellerine alet ederek aldatmış,
binlerce genci bilerek veya bilmeyerek şirk ve küfür yolunda İslam düşmanlarına hizmet ettirmiştir.
İşte Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından yoksunluk böyle bir beladır.
Bu bela kibir ve gurur bataklığında sahibini boğarak mahvolmasına sebep olmuştur.
Dolayısıyla bana göre şu dünya hayatında Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından daha değerli bir şey yoktur.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(59. YAZI )
CEVŞEN-UL KEBİR
Cevşen-ül kebir, siyah, kırmızı ve mavi mürekkeple basılmış ayrıca cümlelerin sonları da numaralandırılmıştır.
Said Nursi bu münacaatın (duanın) Allah Resulü'ne ait olduğunu iddia ediyor.
Said Nursi diyor ki:
"Hem mesela, Kur'an'ın hakiki ve tam bir nevi münacâtı ve Kur'an'dan çıkan bir çeşit hulasası olan cevşen-ül kebir namındaki münacâtı "Peygamberi" de (aleyhisselatu vesselam)..."
(Sözler- 424 Onbirinci Şua)
"...Hem cevşen-ül kebir münacaatının ukdesinde...diye olan gayet ârifâne münacatı Ahmediye (Aleyhisselam) beyanı gösteriyor ki..."
(Şualar 88 yedinci Şua Ayetü'l Kübra mukaddime)
Said Nursi'nin aşağıdaki ifadelerinden bu rivayetin de celcelutiye kasidesi, ercüze, sekine sahifesi gibi Şii kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır.
"...Âl-i Beytin (Allah Resulü'nün ev halkı-ailesi) manevi ve gayet mühim bir mirası ve mâdeni feyzi olan cevşen-ül kebiri kendine üstad ve bidayette (ömrünün başlangıcından itibaren) her günde bir defa bazen üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam Risâle-i Müellifidir"
(Sikke-i Tasdîk-i Gaybî-164)
"Bin bir esma-i ilahiyeye (Allah'ın binbir ismine) sarihan (açık) ve işareten bakan ve bir cihetle Kur'an'dan çıkan bir harika münacaat olan ve marifetullahda terakki eden bütün âriflerin (evliyanın) münacaatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede "zırhını çıkar onun yerine bu cevşeni oku diye Cebrail vahiy getiren "Cevşen-ül Kebir" münacâtı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler"
( Şualar- 484 On Beşinci Şua El Huccetuz Zehra)
CEVAP :
Sözler yayınevinde basılan cevşen-ül kebir adlı kitap, vahye göre büyük zulüm adlı eserde M. Sait Çekmegil tarafından haklı olarak "zulüm karışmış kitap" olarak tavsif edilmiştir.
( Çekmegil, vahye göre büyük zulüm- 35)
Yine cevşen ile ilgili bir iddia da, onun dua olarak misli olmadığı iddiasıdır.
"Hem binler dua ve münacatlardan cevşen-ül kebir ile, öyle bir marifet i rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki:
O zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velâyet tahkiki ffkar ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsıfe yetişmedikleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.
Risâle-i münacatın başında, cevşenul kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, cevşenin dahi misli yoktur diyecek"
( Şualar- 110; Mektubat- 109) CEVAP :
Yüce Allah, kitabında kendisini nasıl tavsif, kendisine nasıl ve hangi sözlerle dua edileceğinin örneklerini göstermiştir.
Allah Elçilerinin Kur'an'ı Mübin'de aktarılan muhteşem duaları varken böyle mesnetsiz, gayet uzun, insanı bıktıran bir münacaatın dua olarak mislinin olmadığı iddiası, çürütülmeye bile gerek olmayan, yalan ve hurafe bir iddiadan öteye geçmeyen, hiç bir değeri bulunmayan en büyük bir hezeyan ve cehalettir.
(59. YAZI )
CEVŞEN-UL KEBİR
Cevşen-ül kebir, siyah, kırmızı ve mavi mürekkeple basılmış ayrıca cümlelerin sonları da numaralandırılmıştır.
Said Nursi bu münacaatın (duanın) Allah Resulü'ne ait olduğunu iddia ediyor.
Said Nursi diyor ki:
"Hem mesela, Kur'an'ın hakiki ve tam bir nevi münacâtı ve Kur'an'dan çıkan bir çeşit hulasası olan cevşen-ül kebir namındaki münacâtı "Peygamberi" de (aleyhisselatu vesselam)..."
(Sözler- 424 Onbirinci Şua)
"...Hem cevşen-ül kebir münacaatının ukdesinde...diye olan gayet ârifâne münacatı Ahmediye (Aleyhisselam) beyanı gösteriyor ki..."
(Şualar 88 yedinci Şua Ayetü'l Kübra mukaddime)
Said Nursi'nin aşağıdaki ifadelerinden bu rivayetin de celcelutiye kasidesi, ercüze, sekine sahifesi gibi Şii kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır.
"...Âl-i Beytin (Allah Resulü'nün ev halkı-ailesi) manevi ve gayet mühim bir mirası ve mâdeni feyzi olan cevşen-ül kebiri kendine üstad ve bidayette (ömrünün başlangıcından itibaren) her günde bir defa bazen üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam Risâle-i Müellifidir"
(Sikke-i Tasdîk-i Gaybî-164)
"Bin bir esma-i ilahiyeye (Allah'ın binbir ismine) sarihan (açık) ve işareten bakan ve bir cihetle Kur'an'dan çıkan bir harika münacaat olan ve marifetullahda terakki eden bütün âriflerin (evliyanın) münacaatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede "zırhını çıkar onun yerine bu cevşeni oku diye Cebrail vahiy getiren "Cevşen-ül Kebir" münacâtı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler"
( Şualar- 484 On Beşinci Şua El Huccetuz Zehra)
CEVAP :
Sözler yayınevinde basılan cevşen-ül kebir adlı kitap, vahye göre büyük zulüm adlı eserde M. Sait Çekmegil tarafından haklı olarak "zulüm karışmış kitap" olarak tavsif edilmiştir.
( Çekmegil, vahye göre büyük zulüm- 35)
Yine cevşen ile ilgili bir iddia da, onun dua olarak misli olmadığı iddiasıdır.
"Hem binler dua ve münacatlardan cevşen-ül kebir ile, öyle bir marifet i rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki:
O zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velâyet tahkiki ffkar ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsıfe yetişmedikleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.
Risâle-i münacatın başında, cevşenul kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, cevşenin dahi misli yoktur diyecek"
( Şualar- 110; Mektubat- 109) CEVAP :
Yüce Allah, kitabında kendisini nasıl tavsif, kendisine nasıl ve hangi sözlerle dua edileceğinin örneklerini göstermiştir.
Allah Elçilerinin Kur'an'ı Mübin'de aktarılan muhteşem duaları varken böyle mesnetsiz, gayet uzun, insanı bıktıran bir münacaatın dua olarak mislinin olmadığı iddiası, çürütülmeye bile gerek olmayan, yalan ve hurafe bir iddiadan öteye geçmeyen, hiç bir değeri bulunmayan en büyük bir hezeyan ve cehalettir.
SEÇİLMİŞLIK İNANCI:
(4.YAZI)
Fetö mensuplarının F Gülen hakkında bazıları tarafından "Mehdi" bazıları tarafından "Mesih" söylemlerine karşılık Fetö lideri samimi bir şekilde karşı çıkmamıştır.
Başbakanın ofisine böcek koyanlar, mit tırlarını durdurarak hükümeti
dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini teröre destek veriyor algısını yaratanlar,
kurumların sınav sorularını örgüt üyelerine servis edenler,
Dışişleri Bakanlığı'nda devletin en mahrem toplantısını dinleyip dışarıya sızdıranlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinde,
Emniyet, Yargı ve İstihbaratta deşifre olmamak için ima ile namaz kılanlar,
F Gülen'in emri doğrultusunda Allah'ın kitabında haram kılındığı halde içki içenler, veya kendilerine engel gördükleri masum insanlara kumpas kuranlar, kendi fikirlerine aykırı düşünen insanları makamlarından ayırmak için fahişeler ayarlayanlar vs. tüm bu gayri meşru fiileri F Gülen'i "Mehdi" ya da "Mesih" veya "Beklenen salih zat" olarak inandıkları için yapmışlardı.
Ve bunun yanında,
ABD ve Siyonist Rejim İsrail'in dünyadaki hakimiyetini sağlam tutmak için terör örgütlerine verdiği destek gibi,
fetö'nün gayesi Türkiye'nin karışması, iç savaş ve kargaşa içerisinde kalarak,
çaresiz ve zayıf kalmış devleti ele geçirmesi, F Gülen'in
"Kainat imamı ve "Halife" olarak Pensilvanyadan gelmesi için yapıldı.
F Gülen ve terör örgütü bu ümmetin kutsal inanç ve duyguları ile hunharca oynamış, "İslam'a hizmet ediyoruz" diyerek, Allah'ı, dini, imanı ve
Allah Resulü'nü çirkin emellerine alet ederek aldatmış,
binlerce genci bilerek veya bilmeyerek şirk ve küfür yolunda İslam düşmanlarına hizmet ettirmiştir.
İşte Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından yoksunluk böyle bir beladır.
Bu bela kibir ve gurur bataklığında sahibini boğarak mahvolmasına sebep olmuştur.
Dolayısıyla bana göre şu dünya hayatında Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından daha değerli bir şey yoktur.
Her şeyden önce Fethullah Gülen'in Kur'an'i bir inancının olmadığı 17/25 Aralık başarısız darbe girişiminden sonra daha net olarak ortaya çıkmıştır.
Tevhid inancı olan birisi ilmi, fikri, haysiyet ve şerefi ile mücadele eder.
Oysa Fethullah Gülen ve örgütü kalleşlik,
şantaj, belden aşağısına vurmak üzere eğitilmiş, her türlü batıl ve hurafelere inandırılmış ve meydana çıkarılmıştır.
Kur'an'ın kesin olarak yasaklamasına rağmen insanların mahrem ve gizli hallerini araştırmanın, insan ahlak ve şahsiyetinin hiç bir zaman kabul etmediği yatak odalarına kamera koymanın, zararından emin olmak ya da kullanmak istedikleri insanların koyunlarına hem de evlerinde onlara emanet edilen kızları sokmanın, soru hırsızlığı yapmanın, İslam'a hizmet etme ve Allah'ın adını yayma ile bir alakası olabilir mi?
Olsa olsa bunun adı haysiyetsizlik, şerefsizlik, cehalet ve yobazlık olur.
Onun için Ben "Fetö'nun üstü ihanet, ortası ticaret, altı ibadet değil, cehalettir" diyorum.
Fethullah Gülen Kur'an'dan zerre kadar nasip almamış değersiz fikirlerini büyük bedellerle bağlılarına ( kendine sadakat şartıyla) sunan bir kibirlidir.
Fethullah Gülen, sağlam delile dayanan bir inanç ortaya koyamadığı için kendi şahsiyetini merkeze koyan bir fikir yoksunudur.
Fethullah Gülen her şeyi kendi şahsına bağladığı için, hareketi inanç ve fikir hareketi değil "şahıs hareketidir"
Şahıs hareketi ise lideri masum olarak görme ve şahsa tapıcılığı beraberinde getirir.
Lider kültü ve şahıs hareketi, şahısta tecessüm ettiği için, o şahsın yanlış yapma imkanı yoktur diye kabul edilir.
Emevi Abbasi Ehli Sünnet dini ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia'nın kaynaklarındaki
yalan ve uydurma rivayetlerle oluşturulan İlahların ve evliyaların şirk dininin yapısı böyle şekillenmiştir.
Bu gibi cemaat ve tarikatlar, firka ve hareketler inançlarının merkezine koydukları şahısların asla hata yapmayacağına İnanırlar.
Dolayısıyla hata yapmayan, yapmayacağına inanılan bir şahıstan bahsetmeye başladığınızda o şahsın tüm hataları "hikmet ihtiva eden birer anlaşılmaz" doğru haline gelir.
Bağlıları, apaçık hata olan söz ve davranışları, anlaşılmaz derinlikte hikmet taşıdığı inancıyla sarılmaya ve en kuvvetli bir şekilde savunmaya başlarlar.
Bir inanç ve hareket şahıs merkezli olursa, o şahsın yüceltilmesi, kutsanması, hatadan ve her türlü kötülükten masum olarak görülmesi kaçınılmaz olur.
Fethullah Gülen kibir ve gurura kapılıp hareketini şahıs merkezli olarak kurunca, KUR'AN'SIZ, tevhidsiz, ahlaksız, akılsız ve idrak yoksunu mensupları da
F Gülen'i dokunulmaz biri olarak telakki ederek, her türlü gayri meşru fiili kendilerine mubah olarak kabul ettiler.
(4.YAZI)
Fetö mensuplarının F Gülen hakkında bazıları tarafından "Mehdi" bazıları tarafından "Mesih" söylemlerine karşılık Fetö lideri samimi bir şekilde karşı çıkmamıştır.
Başbakanın ofisine böcek koyanlar, mit tırlarını durdurarak hükümeti
dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini teröre destek veriyor algısını yaratanlar,
kurumların sınav sorularını örgüt üyelerine servis edenler,
Dışişleri Bakanlığı'nda devletin en mahrem toplantısını dinleyip dışarıya sızdıranlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinde,
Emniyet, Yargı ve İstihbaratta deşifre olmamak için ima ile namaz kılanlar,
F Gülen'in emri doğrultusunda Allah'ın kitabında haram kılındığı halde içki içenler, veya kendilerine engel gördükleri masum insanlara kumpas kuranlar, kendi fikirlerine aykırı düşünen insanları makamlarından ayırmak için fahişeler ayarlayanlar vs. tüm bu gayri meşru fiileri F Gülen'i "Mehdi" ya da "Mesih" veya "Beklenen salih zat" olarak inandıkları için yapmışlardı.
Ve bunun yanında,
ABD ve Siyonist Rejim İsrail'in dünyadaki hakimiyetini sağlam tutmak için terör örgütlerine verdiği destek gibi,
fetö'nün gayesi Türkiye'nin karışması, iç savaş ve kargaşa içerisinde kalarak,
çaresiz ve zayıf kalmış devleti ele geçirmesi, F Gülen'in
"Kainat imamı ve "Halife" olarak Pensilvanyadan gelmesi için yapıldı.
F Gülen ve terör örgütü bu ümmetin kutsal inanç ve duyguları ile hunharca oynamış, "İslam'a hizmet ediyoruz" diyerek, Allah'ı, dini, imanı ve
Allah Resulü'nü çirkin emellerine alet ederek aldatmış,
binlerce genci bilerek veya bilmeyerek şirk ve küfür yolunda İslam düşmanlarına hizmet ettirmiştir.
İşte Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından yoksunluk böyle bir beladır.
Bu bela kibir ve gurur bataklığında sahibini boğarak mahvolmasına sebep olmuştur.
Dolayısıyla bana göre şu dünya hayatında Kur'an ilminden ve tevhid ahlakından daha değerli bir şey yoktur.
Her şeyden önce Fethullah Gülen'in Kur'an'i bir inancının olmadığı 17/25 Aralık başarısız darbe girişiminden sonra daha net olarak ortaya çıkmıştır.
Tevhid inancı olan birisi ilmi, fikri, haysiyet ve şerefi ile mücadele eder.
Oysa Fethullah Gülen ve örgütü kalleşlik,
şantaj, belden aşağısına vurmak üzere eğitilmiş, her türlü batıl ve hurafelere inandırılmış ve meydana çıkarılmıştır.
Kur'an'ın kesin olarak yasaklamasına rağmen insanların mahrem ve gizli hallerini araştırmanın, insan ahlak ve şahsiyetinin hiç bir zaman kabul etmediği yatak odalarına kamera koymanın, zararından emin olmak ya da kullanmak istedikleri insanların koyunlarına hem de evlerinde onlara emanet edilen kızları sokmanın, soru hırsızlığı yapmanın, İslam'a hizmet etme ve Allah'ın adını yayma ile bir alakası olabilir mi?
Olsa olsa bunun adı haysiyetsizlik, şerefsizlik, cehalet ve yobazlık olur.
Onun için Ben "Fetö'nun üstü ihanet, ortası ticaret, altı ibadet değil, cehalettir" diyorum.
Fethullah Gülen Kur'an'dan zerre kadar nasip almamış değersiz fikirlerini büyük bedellerle bağlılarına ( kendine sadakat şartıyla) sunan bir kibirlidir.
Fethullah Gülen, sağlam delile dayanan bir inanç ortaya koyamadığı için kendi şahsiyetini merkeze koyan bir fikir yoksunudur.
Fethullah Gülen her şeyi kendi şahsına bağladığı için, hareketi inanç ve fikir hareketi değil "şahıs hareketidir"
Şahıs hareketi ise lideri masum olarak görme ve şahsa tapıcılığı beraberinde getirir.
Lider kültü ve şahıs hareketi, şahısta tecessüm ettiği için, o şahsın yanlış yapma imkanı yoktur diye kabul edilir.
Emevi Abbasi Ehli Sünnet dini ile kadim İran inançlarının taşeronluğunu yapan Şia'nın kaynaklarındaki
yalan ve uydurma rivayetlerle oluşturulan İlahların ve evliyaların şirk dininin yapısı böyle şekillenmiştir.
Bu gibi cemaat ve tarikatlar, firka ve hareketler inançlarının merkezine koydukları şahısların asla hata yapmayacağına İnanırlar.
Dolayısıyla hata yapmayan, yapmayacağına inanılan bir şahıstan bahsetmeye başladığınızda o şahsın tüm hataları "hikmet ihtiva eden birer anlaşılmaz" doğru haline gelir.
Bağlıları, apaçık hata olan söz ve davranışları, anlaşılmaz derinlikte hikmet taşıdığı inancıyla sarılmaya ve en kuvvetli bir şekilde savunmaya başlarlar.
Bir inanç ve hareket şahıs merkezli olursa, o şahsın yüceltilmesi, kutsanması, hatadan ve her türlü kötülükten masum olarak görülmesi kaçınılmaz olur.
Fethullah Gülen kibir ve gurura kapılıp hareketini şahıs merkezli olarak kurunca, KUR'AN'SIZ, tevhidsiz, ahlaksız, akılsız ve idrak yoksunu mensupları da
F Gülen'i dokunulmaz biri olarak telakki ederek, her türlü gayri meşru fiili kendilerine mubah olarak kabul ettiler.
KUR'AN'A GÖRE "ÜMMET" İLE "MİLLET" ARASINDA BULUNAN FARKLAR:
ÜMMET : Sözlükte “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” mânalarındaki "emm" kökünden türeyen ümmet kelimesi, Kur'an'a göre, “kendilerine uyarıcı Resul gönderilen
topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder” gibi anlamlara gelir.
(Lisânü’l-ʿArab, “emm” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 175-176)ü
Kur'an'a baktığımızda "Ümmet" kelimesi, din birliğinden daha çok "aynı toprak ve coğrafya üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü birliği,aynı duygu ve düşünce, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluklar" anlamına gelmektedir.
Ümmet, "Aynı zaman ve ve aynı coğrafyada bulunmuş insan ve her türden canlılarla ilgili kullanılan bir kavramdır.
MİLLET: Kur'an'a baktığımızda millet kelimesi "insanlık tarihi boyunca aynı inanç sistemine sahip olan insan ve topluluklar için kullanıldığını görüyoruz.
Yani ümmet, aynı zaman ve mekanda aynı tarz yaşam, aynı yol ve yordam, aynı inanç ve şeriat iken, millet ise, tarih boyunca yaşayan insan ve toplumların tevhid veya şirk olsun, aynı inanç sistemine sahip olan topluluk anlamına gelmektedir.
Millet kelimesi en çok hanif İslam dinine sahip olan İbrahim (a.s) bağlamında kullanılmıştır.
(Bakara-135; Âli İmran-95; Nisa-125;En'am-161; Nahl-123; Hac-78; Yusuf-38)
Millet kelimesi, tamamen din ve inanç ile ilgili bir kelime iken, ümmet ise, aynı yaşam tarzı, aynı düşünce, aynı ülkü ve ulusal birliği temsil ediyor.
İşte bundan dolayı ümmet için,
"Her ümmetin bir Resulü vardır..."
(Yunus-47)
"Sizden, hayra davet eden, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun İşte bunlar kurtuluşa edenlerdir"
(Âli İmran-104)
buyrulmuştur.
Ümmet kelimesi sanki "bir inanç sistemi" değil, "ulusal birlik" anlamına geliyor.
Mesela: Kur'an'da bulunan bu fark ve anlama göre "Türk" veye "Kürt" kelimesi, millet değil, ümmet kavramının içine giriyor.
Çünkü millet tek inancı sembolize ederken, ümmet aynı düşünce ve ülkü birliğini anlatıyor.
Yani bu anlama göre "Türk milleti, Kürt milleti, Arap milleti isimlendirmesi kesinlikle hatalı oluyor.
Çünkü bu ırklarda her türlü inançtan insanlar ve topluluklar bulunmaktadır.
Doğrusu "Türk ümmeti, Arap ümmeti, Kürt ümmeti" olacaktır.
Aynı şekilde "İslam ümmeti" sözcüğünün de yanlış olduğunu görüyoruz.
Doğrusu "İslam milleti" olması gerekirdi.
Ümmet ve millet kelimeleri arasında en önemli farklardan biri, ümmet aynı zamanda ve aynı coğrafyada bulunmuş yaşayanları ele alırken, millet kelimesi ise, insanlık tarihinde aynı inanç sistemine sahip olan insanları anlatıyor.
Millet kelimesi, tamamen din ile ilgili bir kavram iken,
(Bakara-120; Âraf-88,89; Kehf 20; İbrahim-13; ) ümmet kelimesi aynı inanç, aynı yaşayış ve aynı yol, aynı fikir ve anlayış üzerinde bulunan insan ve her canlı türüne verilen bir isim oluyor.
Hayvanlar içinde "ümmet" kelimesi kullanılırken, (En'am-38) millet kelimesi sadece insanlar için kullanılmıştır.
Bu bağlamda insan topluluklarının yanı sıra hayvan ve cin topluluklarına (En‘âm-38; A‘râf -38), aynı zamanda ve mekanda yaşamış aynı hayat tarzına sahip insan gruplarına da (Bakara-213) ümmet denilmiştir.
Ümmet kelimesi, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun” meâlindeki âyette (Âl-i İmrân-104) olduğu gibi büyük bir topluluk içindeki özel bir grubu de ifade etmektedir.
Bazı âyetlerde ümmet, “din, inanç sistemi, yol” mânalarında kullanılmıştır.
(Mü’minûn-52)
“İbrâhim gerçekten Allah’a itaat eden, tevhid ehli, başlı başına bir ümmetti” âyetinde (Nahl-120) İbrâhim’in hidayet önderi ve bütün iyiliklere sahip bir kimse vasfıyla tek başına bir ümmet sayıldığı belirtilmektedir.
Ümmet kelimesi bazı âyetlerde “zaman, müddet ve devir” mânasında da kullanılmıştır.
(Hûd-8; Yûsuf-45)
Zannedilenin aksine ümmet kelimesi, millet kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir.
Yani ümmet kelimesinin içinde inançla birlikte yaşam tarzı, düşünce birliği ve ulus anlayışı olduğu halde, millet kelimesinin içinde sadece inanç birliği mevcuttur.
Kur'an'ın bir çok kavram gibi, insanlar bu iki kavramı iyi bilmedikleri için tam tersi bir anlam yüklemişlerdir.
ÜMMET : Sözlükte “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” mânalarındaki "emm" kökünden türeyen ümmet kelimesi, Kur'an'a göre, “kendilerine uyarıcı Resul gönderilen
topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder” gibi anlamlara gelir.
(Lisânü’l-ʿArab, “emm” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 175-176)ü
Kur'an'a baktığımızda "Ümmet" kelimesi, din birliğinden daha çok "aynı toprak ve coğrafya üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü birliği,aynı duygu ve düşünce, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluklar" anlamına gelmektedir.
Ümmet, "Aynı zaman ve ve aynı coğrafyada bulunmuş insan ve her türden canlılarla ilgili kullanılan bir kavramdır.
MİLLET: Kur'an'a baktığımızda millet kelimesi "insanlık tarihi boyunca aynı inanç sistemine sahip olan insan ve topluluklar için kullanıldığını görüyoruz.
Yani ümmet, aynı zaman ve mekanda aynı tarz yaşam, aynı yol ve yordam, aynı inanç ve şeriat iken, millet ise, tarih boyunca yaşayan insan ve toplumların tevhid veya şirk olsun, aynı inanç sistemine sahip olan topluluk anlamına gelmektedir.
Millet kelimesi en çok hanif İslam dinine sahip olan İbrahim (a.s) bağlamında kullanılmıştır.
(Bakara-135; Âli İmran-95; Nisa-125;En'am-161; Nahl-123; Hac-78; Yusuf-38)
Millet kelimesi, tamamen din ve inanç ile ilgili bir kelime iken, ümmet ise, aynı yaşam tarzı, aynı düşünce, aynı ülkü ve ulusal birliği temsil ediyor.
İşte bundan dolayı ümmet için,
"Her ümmetin bir Resulü vardır..."
(Yunus-47)
"Sizden, hayra davet eden, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun İşte bunlar kurtuluşa edenlerdir"
(Âli İmran-104)
buyrulmuştur.
Ümmet kelimesi sanki "bir inanç sistemi" değil, "ulusal birlik" anlamına geliyor.
Mesela: Kur'an'da bulunan bu fark ve anlama göre "Türk" veye "Kürt" kelimesi, millet değil, ümmet kavramının içine giriyor.
Çünkü millet tek inancı sembolize ederken, ümmet aynı düşünce ve ülkü birliğini anlatıyor.
Yani bu anlama göre "Türk milleti, Kürt milleti, Arap milleti isimlendirmesi kesinlikle hatalı oluyor.
Çünkü bu ırklarda her türlü inançtan insanlar ve topluluklar bulunmaktadır.
Doğrusu "Türk ümmeti, Arap ümmeti, Kürt ümmeti" olacaktır.
Aynı şekilde "İslam ümmeti" sözcüğünün de yanlış olduğunu görüyoruz.
Doğrusu "İslam milleti" olması gerekirdi.
Ümmet ve millet kelimeleri arasında en önemli farklardan biri, ümmet aynı zamanda ve aynı coğrafyada bulunmuş yaşayanları ele alırken, millet kelimesi ise, insanlık tarihinde aynı inanç sistemine sahip olan insanları anlatıyor.
Millet kelimesi, tamamen din ile ilgili bir kavram iken,
(Bakara-120; Âraf-88,89; Kehf 20; İbrahim-13; ) ümmet kelimesi aynı inanç, aynı yaşayış ve aynı yol, aynı fikir ve anlayış üzerinde bulunan insan ve her canlı türüne verilen bir isim oluyor.
Hayvanlar içinde "ümmet" kelimesi kullanılırken, (En'am-38) millet kelimesi sadece insanlar için kullanılmıştır.
Bu bağlamda insan topluluklarının yanı sıra hayvan ve cin topluluklarına (En‘âm-38; A‘râf -38), aynı zamanda ve mekanda yaşamış aynı hayat tarzına sahip insan gruplarına da (Bakara-213) ümmet denilmiştir.
Ümmet kelimesi, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun” meâlindeki âyette (Âl-i İmrân-104) olduğu gibi büyük bir topluluk içindeki özel bir grubu de ifade etmektedir.
Bazı âyetlerde ümmet, “din, inanç sistemi, yol” mânalarında kullanılmıştır.
(Mü’minûn-52)
“İbrâhim gerçekten Allah’a itaat eden, tevhid ehli, başlı başına bir ümmetti” âyetinde (Nahl-120) İbrâhim’in hidayet önderi ve bütün iyiliklere sahip bir kimse vasfıyla tek başına bir ümmet sayıldığı belirtilmektedir.
Ümmet kelimesi bazı âyetlerde “zaman, müddet ve devir” mânasında da kullanılmıştır.
(Hûd-8; Yûsuf-45)
Zannedilenin aksine ümmet kelimesi, millet kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir.
Yani ümmet kelimesinin içinde inançla birlikte yaşam tarzı, düşünce birliği ve ulus anlayışı olduğu halde, millet kelimesinin içinde sadece inanç birliği mevcuttur.
Kur'an'ın bir çok kavram gibi, insanlar bu iki kavramı iyi bilmedikleri için tam tersi bir anlam yüklemişlerdir.
HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR?
(8.YAZI)
HADİSLERİN DOĞDUĞU ZEMİN: Dördüncü halife olan Ali bin Ebi Talip ile Ebu Sufyan'ın oğlu Muaviye arasındaki savaşı "hakem" sahtekarlığıyla kazanınca Muaviye kendini halife ilan etti ve 91 yıl süren Emevi saltanat dönemi başlamış oldu.
Emevilerin birinci halifesi olan Muaviye’nin ardından gelen oğlu Yezid ise (646-683) birçok isyan ve ayaklanmayı bastırmakla uğraştı.
Bu ayaklanmaların en önemlisi Hicri 10 Muharrem 61: Miladi 680 yılında Kerbelâ’da yaşandı.
Yezid’in ordusu Allah Resulü'nün bütün torunlarını acımasızca katletti.
Daha sonra Abdullah bin Hanzala'nın önderliğinde kendisine karşı ayaklanan Medine’yi Müslim bin Ukbe komutasında, Bizans ordusu ile birlikte bastı, Emevi ve Bizans ordusu Allah Resulü'nün arkadaşlarının hanımlarına, kızlarına ve gelinlerine üç gün boyunca tecavüz etti.
(Hicri 63: Miladi 683)
Bu baskında 80 sahabi ile birlikte 10 bin kişi katledildi.
Emevi ordusu, ardından Allah Resulü'nün sahabesi olan Zübeyir bin Avvam'ın oğlunun isyanını bastırmak için Yusuf bin Haccac komutasında Mescid-i Haram ile birlikte Mekke’yi mancınıklarla fırlattıkları ateş toplarıyla yerle bir etti.
Kerbelâ ve Harre olayında olduğu gibi zorbalık yapıp büyük günahlar işleyenler, yaptıklarını meşru göstermek ve kendilerini aklamak için hadis üretme merkezleri kurmaya başladılar.
Mesela: Büyük hadis kitaplarından herhangi birinin iman bölümü açıldığı zaman şunların yazıldığı görülür:
“Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan bir kimse deniz köpüğü kadar günah işlemiş olsa bile affolur” Yani, “Kerbela’da bu katliamları yaptım ama kalbimde iman var. O zaman bu günahların affedilmesi lazım, çünkü Allah Resulü böyle buyurmuş!”
Dolayısıyla bana karşı kalbinizde bir kin ve düşmanlığın olması Allah Resulü'nün hadislerine aykırı olacaktır.
Bu uydurmalara daha başka birçok örnek verebiliriz.
İkindi namazı kılanların o günkü günahları affolur.
"Cuma namazı kılanların o haftaki günahları affedilir, hacca gidenin bir yıllık günahları affedilir, Arafat’a çıkanın kul hakkı da affedilir.
Aslında bu deli zırvalarının hepsi Allah'ın indirdiği akıl dolu kitab-a hakaretti.
Bunların hepsi ahmakça uydurmalardı.
Fakat "sahih" hadis kitaplarına geçince nesilden nesile aktarıldı, bunların etrafında saçma sapan bir din inşa edildi ve günümüze kadar ulaştı.
Görüldüğü gibi daha İslamın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmişti.
Sadece Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin savaşında ölenlerin sayısı 70 bini buluyordu.
70 bin rakamını o günkü islam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığınızda durumun korkunçluğu ortaya çıkar.
Bu olaylar Allah Resulü'nün vefatına en yakın tarihlerde cereyan ediyordu.
Daha sonraki tarihlerde yani Ehl-i Sünnet dininin doğduğu zemin olan Emevi- Abbasi dönemi tam bir vahşet ve katliamların yaşandığı dönem olmuştur.
Muaviye’nin Emevi zihniyet darbesi oligarşik bir dini diktatörlük dönemi başlattı ve inşa edilen rivayet dini İslam dünyasının sonraki tüm asırlarını etkisi altına aldı.
Emevi darbesiyle birlikte “Ehl-i Sünnet saltanat ideolojisi” ve “Şii İmamet mitolojisi” diyebileceğimiz bir iktidar ve bir de ana muhalefet akımı oluştu.
Siyasi krizler bu iki ana akım üzerine bina edildi, bunlar dışında başka bir yol üretilemedi.
(8.YAZI)
HADİSLERİN DOĞDUĞU ZEMİN: Dördüncü halife olan Ali bin Ebi Talip ile Ebu Sufyan'ın oğlu Muaviye arasındaki savaşı "hakem" sahtekarlığıyla kazanınca Muaviye kendini halife ilan etti ve 91 yıl süren Emevi saltanat dönemi başlamış oldu.
Emevilerin birinci halifesi olan Muaviye’nin ardından gelen oğlu Yezid ise (646-683) birçok isyan ve ayaklanmayı bastırmakla uğraştı.
Bu ayaklanmaların en önemlisi Hicri 10 Muharrem 61: Miladi 680 yılında Kerbelâ’da yaşandı.
Yezid’in ordusu Allah Resulü'nün bütün torunlarını acımasızca katletti.
Daha sonra Abdullah bin Hanzala'nın önderliğinde kendisine karşı ayaklanan Medine’yi Müslim bin Ukbe komutasında, Bizans ordusu ile birlikte bastı, Emevi ve Bizans ordusu Allah Resulü'nün arkadaşlarının hanımlarına, kızlarına ve gelinlerine üç gün boyunca tecavüz etti.
(Hicri 63: Miladi 683)
Bu baskında 80 sahabi ile birlikte 10 bin kişi katledildi.
Emevi ordusu, ardından Allah Resulü'nün sahabesi olan Zübeyir bin Avvam'ın oğlunun isyanını bastırmak için Yusuf bin Haccac komutasında Mescid-i Haram ile birlikte Mekke’yi mancınıklarla fırlattıkları ateş toplarıyla yerle bir etti.
Kerbelâ ve Harre olayında olduğu gibi zorbalık yapıp büyük günahlar işleyenler, yaptıklarını meşru göstermek ve kendilerini aklamak için hadis üretme merkezleri kurmaya başladılar.
Mesela: Büyük hadis kitaplarından herhangi birinin iman bölümü açıldığı zaman şunların yazıldığı görülür:
“Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan bir kimse deniz köpüğü kadar günah işlemiş olsa bile affolur” Yani, “Kerbela’da bu katliamları yaptım ama kalbimde iman var. O zaman bu günahların affedilmesi lazım, çünkü Allah Resulü böyle buyurmuş!”
Dolayısıyla bana karşı kalbinizde bir kin ve düşmanlığın olması Allah Resulü'nün hadislerine aykırı olacaktır.
Bu uydurmalara daha başka birçok örnek verebiliriz.
İkindi namazı kılanların o günkü günahları affolur.
"Cuma namazı kılanların o haftaki günahları affedilir, hacca gidenin bir yıllık günahları affedilir, Arafat’a çıkanın kul hakkı da affedilir.
Aslında bu deli zırvalarının hepsi Allah'ın indirdiği akıl dolu kitab-a hakaretti.
Bunların hepsi ahmakça uydurmalardı.
Fakat "sahih" hadis kitaplarına geçince nesilden nesile aktarıldı, bunların etrafında saçma sapan bir din inşa edildi ve günümüze kadar ulaştı.
Görüldüğü gibi daha İslamın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmişti.
Sadece Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin savaşında ölenlerin sayısı 70 bini buluyordu.
70 bin rakamını o günkü islam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığınızda durumun korkunçluğu ortaya çıkar.
Bu olaylar Allah Resulü'nün vefatına en yakın tarihlerde cereyan ediyordu.
Daha sonraki tarihlerde yani Ehl-i Sünnet dininin doğduğu zemin olan Emevi- Abbasi dönemi tam bir vahşet ve katliamların yaşandığı dönem olmuştur.
Muaviye’nin Emevi zihniyet darbesi oligarşik bir dini diktatörlük dönemi başlattı ve inşa edilen rivayet dini İslam dünyasının sonraki tüm asırlarını etkisi altına aldı.
Emevi darbesiyle birlikte “Ehl-i Sünnet saltanat ideolojisi” ve “Şii İmamet mitolojisi” diyebileceğimiz bir iktidar ve bir de ana muhalefet akımı oluştu.
Siyasi krizler bu iki ana akım üzerine bina edildi, bunlar dışında başka bir yol üretilemedi.
HADİSLER NEDEN DİNİN KAYNAĞI OLAMAZLAR.
(7.YAZI )
Hadis uydurmanın revaçta olduğu yüzyıllarda hadis yalancıları kendilerini eleştiren muvahhidleri susturmak için "bir zaman gelecek..." şöyle böyle olacak..." diye hadisler uydurup dururlardı.
Köyden şehre giden bedeviler iki katlı binayı görünce ciğere yetişemeyen kedi misali "Yüksel binalar kıyametin alametidir, "Zina ve bina çoğalınca kıyamet kopar, ipek giymek ve altın takmak ümmetime haramdır" diye hadisler uydurdular.
Güzel kadınlara ilgi duyan ama onlara ulaşamayan psikolojik sorunlu ahmaklar.
"Namaz kılanın önünden eşek, köpek, domuz ve kadın geçerse namaz bozulur"
Şamdaki Emevi sultanlarına yalakalık yaparak ulufe almak isteyen din tüccarları:
"Mehdi Şam'dan çıkacak" diye hadisler uydurdular.
Kur'an'da bir çok âyet Allah Resulü ( a.s) ın Kur'an'dan başka dini öğretiler tebliğ etmekten menedildiğini gösteriyor.
"De ki: Ben sadece vahiyle sizi ikaz ediyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya- 45 )
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver"
( Kaf- 45)
Yüce Allah en kesin ve en açık bir dille Kur'an'ı, sadece Kur'an'ı onaylayıp desteklememizi emrediyor.
Aziz ve Hakim olan Allah, dinin tek kaynağı olarak sadece Kur'an'a iman edip sahiplenmemizi emrediyor.
Bir çok âyette Kur'an'dan başka kaynaklara uymanın Allah'tan başka ilâhlar edinmeye denk olduğu bize hatırlatılıyor.
İsra süresinin 22. âyetinden başlayıp 38. âyete kadar olan kısım Kur'an'daki en önemli emirlerden bazılarını bize bildiriyor.
Hemen bu âyetlerin ve emirlerin ardından aşağıdaki âyetin geldiğini görüyoruz.
"İşte bütün bunlar (emirler) Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir.
Allah ile birlikte başka ilah edinme sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın"
(İsra-39)
Bu konuda şu âyette çok önemli bir mesaj içerir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece dâvet et. Asla müşriklerden olma"
(Kasas-87)
Kur'anın açık emirlerine rağmen hadis ve sünnetin takipçileri hangi gerekçelerle Kur'an'ı izlemekte başarısız oluyorlar?
Bu sorunun cevabı yine İsra süresinin 46. âyetinde verilmektedir.
"Ve onu( Kur'an'ı) anlamalarını engellemek için kalplerine kabuklar kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur'an'da sadece Rabbini andığın zaman nefretle yüz çevirirler"
Ehli Sünnet dinine mensup olan muhaddis ve müctehidler hadis ve sünnetin ilahi vahiy'ler olduğunu iddia ediyorlar.
Aslında bu Kur'an cahilleri ilahi vahyin ölçütünün mükemmel koruma olduğunun farkında bile değiller.
Allah Resulü'nün "hadis ve sünneti" diye dayatılan uydurmalar fazlasıyla Kur'an'a aykırı ve bozuk olduğu için, hiçbir zaman ilahi vahyin kriterini karşılayamazlar.
(7.YAZI )
Hadis uydurmanın revaçta olduğu yüzyıllarda hadis yalancıları kendilerini eleştiren muvahhidleri susturmak için "bir zaman gelecek..." şöyle böyle olacak..." diye hadisler uydurup dururlardı.
Köyden şehre giden bedeviler iki katlı binayı görünce ciğere yetişemeyen kedi misali "Yüksel binalar kıyametin alametidir, "Zina ve bina çoğalınca kıyamet kopar, ipek giymek ve altın takmak ümmetime haramdır" diye hadisler uydurdular.
Güzel kadınlara ilgi duyan ama onlara ulaşamayan psikolojik sorunlu ahmaklar.
"Namaz kılanın önünden eşek, köpek, domuz ve kadın geçerse namaz bozulur"
Şamdaki Emevi sultanlarına yalakalık yaparak ulufe almak isteyen din tüccarları:
"Mehdi Şam'dan çıkacak" diye hadisler uydurdular.
Kur'an'da bir çok âyet Allah Resulü ( a.s) ın Kur'an'dan başka dini öğretiler tebliğ etmekten menedildiğini gösteriyor.
"De ki: Ben sadece vahiyle sizi ikaz ediyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya- 45 )
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver"
( Kaf- 45)
Yüce Allah en kesin ve en açık bir dille Kur'an'ı, sadece Kur'an'ı onaylayıp desteklememizi emrediyor.
Aziz ve Hakim olan Allah, dinin tek kaynağı olarak sadece Kur'an'a iman edip sahiplenmemizi emrediyor.
Bir çok âyette Kur'an'dan başka kaynaklara uymanın Allah'tan başka ilâhlar edinmeye denk olduğu bize hatırlatılıyor.
İsra süresinin 22. âyetinden başlayıp 38. âyete kadar olan kısım Kur'an'daki en önemli emirlerden bazılarını bize bildiriyor.
Hemen bu âyetlerin ve emirlerin ardından aşağıdaki âyetin geldiğini görüyoruz.
"İşte bütün bunlar (emirler) Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir.
Allah ile birlikte başka ilah edinme sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın"
(İsra-39)
Bu konuda şu âyette çok önemli bir mesaj içerir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece dâvet et. Asla müşriklerden olma"
(Kasas-87)
Kur'anın açık emirlerine rağmen hadis ve sünnetin takipçileri hangi gerekçelerle Kur'an'ı izlemekte başarısız oluyorlar?
Bu sorunun cevabı yine İsra süresinin 46. âyetinde verilmektedir.
"Ve onu( Kur'an'ı) anlamalarını engellemek için kalplerine kabuklar kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur'an'da sadece Rabbini andığın zaman nefretle yüz çevirirler"
Ehli Sünnet dinine mensup olan muhaddis ve müctehidler hadis ve sünnetin ilahi vahiy'ler olduğunu iddia ediyorlar.
Aslında bu Kur'an cahilleri ilahi vahyin ölçütünün mükemmel koruma olduğunun farkında bile değiller.
Allah Resulü'nün "hadis ve sünneti" diye dayatılan uydurmalar fazlasıyla Kur'an'a aykırı ve bozuk olduğu için, hiçbir zaman ilahi vahyin kriterini karşılayamazlar.
RİSALE'İ NUR'DA BULUNAN ŞİRK, HURAFE VE YALANLAR
(58.YAZI )
Risâle-i Nur'da geçen bazı inanç ve fikirler:
"Nurcular kabre imanla girerler, cennetliktirler"
"İşaret ve beşareti Kur'aniyede (Kur'an'ın işaret ve müjde vermesi) ifade eder ki:
"Risâle-i Nur dairesi içine girenler, tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete girecekler, diye müjde verirler"
( Tarihçe-i Hayat- 297 Kastamonu hayatı ahiret kardeşlerime mühim bir İhtar)
"Evet, Risâle-i Nur'un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice muhakkakası, (muhakkak olarak kazandırdığı iki şey) her şeyin fevkindedir. (üstündedir)
"Başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor"
BİRİNCİ NETİCESİ :
"Sadakat ve kanaatle Risâle-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler (garanti) var"
(Tarihçe-i Hayat- 312)
"...Keramet kerâne ve takdir kerâne İmam-ı Ali'nin( Radıyallahu Anh) üç ihbar-ı (haber vermesi) ve kerameti gaybiye-i Gavs-ı Azam'daki (kaddesallahu sırrahu) tahsin kerane ve teşvik kerane beşareti (müjde vermesi) ve Kur'an'ı mu'ciz-ül beyanın kuvvetli işaretle ve hâlis şakirdler ehl-i saadet ve ashabı cennet olacaklarına ispat ederler"
( Tarihçe-i Hayat- 319 Kastamonu hayatı Kastamonu'daki kardeşlerimize hitaben yazılan bir hakikattır)
"İşârâtı Kur'aniyenin, (Kur'an işaretlerinin) yirmi altıncı âyetinin "fefil cenneti hâlidine sırrıyla,"
(Hud-108)
Risale'i Nur talebeleri, iman ile kabre gireceklerdir" tebşiratinın,..." (müjdesinin) (Kastamonu Lahikası 47 Yirmi Yedinci Mektubtan )
CEVAP :
Said Nursi ve Nur talebelerinin bu iddiaları Şia'nın "Ali'yi sevenlerin günahları kendilerine zarar vermez" rivayetlerinden daha bozuk bir inançtır.
Çünkü Kur'an'ın yüzlerce âyetine aykırıdır.
Halbuki dünya hayatında ve ahirette saadet ve selametin Kur'an'a teslim olmak ve salih ameller işlemekte olduğuna dair yüzlerce âyet vardır.
"Şüphesiz bu (Kur'an) benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
( En'am-153)
"İşte bu kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
( En'am-155)
"Rabbinizden size indirilen (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da yöresinde, birisinde başka evliyanın peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
(Âraf-3)
"Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Siz farkında olmadan ansızın başınıza azap gelmezden önce rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tabi olun"
(Zümer-54,55)
Bir çok âyette Nebi ( a.s) a bile sadece Kur'an'a uymasını ve yalnız Kur'an ile insanları uyarması emredilmiştir.
(Yunus 109; Ahzab-1,2)
Yüce Allah, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini hükme bağlamıştır.
Bütün bu gerçeklere rağmen Said Nursi eserinin bir çok yerinde şöyle diyor:
"İmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolayı Risâle-i Nur'dur"
(58.YAZI )
Risâle-i Nur'da geçen bazı inanç ve fikirler:
"Nurcular kabre imanla girerler, cennetliktirler"
"İşaret ve beşareti Kur'aniyede (Kur'an'ın işaret ve müjde vermesi) ifade eder ki:
"Risâle-i Nur dairesi içine girenler, tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete girecekler, diye müjde verirler"
( Tarihçe-i Hayat- 297 Kastamonu hayatı ahiret kardeşlerime mühim bir İhtar)
"Evet, Risâle-i Nur'un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice muhakkakası, (muhakkak olarak kazandırdığı iki şey) her şeyin fevkindedir. (üstündedir)
"Başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor"
BİRİNCİ NETİCESİ :
"Sadakat ve kanaatle Risâle-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler (garanti) var"
(Tarihçe-i Hayat- 312)
"...Keramet kerâne ve takdir kerâne İmam-ı Ali'nin( Radıyallahu Anh) üç ihbar-ı (haber vermesi) ve kerameti gaybiye-i Gavs-ı Azam'daki (kaddesallahu sırrahu) tahsin kerane ve teşvik kerane beşareti (müjde vermesi) ve Kur'an'ı mu'ciz-ül beyanın kuvvetli işaretle ve hâlis şakirdler ehl-i saadet ve ashabı cennet olacaklarına ispat ederler"
( Tarihçe-i Hayat- 319 Kastamonu hayatı Kastamonu'daki kardeşlerimize hitaben yazılan bir hakikattır)
"İşârâtı Kur'aniyenin, (Kur'an işaretlerinin) yirmi altıncı âyetinin "fefil cenneti hâlidine sırrıyla,"
(Hud-108)
Risale'i Nur talebeleri, iman ile kabre gireceklerdir" tebşiratinın,..." (müjdesinin) (Kastamonu Lahikası 47 Yirmi Yedinci Mektubtan )
CEVAP :
Said Nursi ve Nur talebelerinin bu iddiaları Şia'nın "Ali'yi sevenlerin günahları kendilerine zarar vermez" rivayetlerinden daha bozuk bir inançtır.
Çünkü Kur'an'ın yüzlerce âyetine aykırıdır.
Halbuki dünya hayatında ve ahirette saadet ve selametin Kur'an'a teslim olmak ve salih ameller işlemekte olduğuna dair yüzlerce âyet vardır.
"Şüphesiz bu (Kur'an) benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
( En'am-153)
"İşte bu kur'an bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
( En'am-155)
"Rabbinizden size indirilen (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da yöresinde, birisinde başka evliyanın peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
(Âraf-3)
"Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Siz farkında olmadan ansızın başınıza azap gelmezden önce rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tabi olun"
(Zümer-54,55)
Bir çok âyette Nebi ( a.s) a bile sadece Kur'an'a uymasını ve yalnız Kur'an ile insanları uyarması emredilmiştir.
(Yunus 109; Ahzab-1,2)
Yüce Allah, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini hükme bağlamıştır.
Bütün bu gerçeklere rağmen Said Nursi eserinin bir çok yerinde şöyle diyor:
"İmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolayı Risâle-i Nur'dur"
KUR'AN'SIZ DİN
(3.YAZI)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara müftülüğü, gençlik koordinatörlüğü, ilâhiyat-islâmi ilimler fakültesi öğrencileri arasında makale yazma yarışması "şâri (hüküm koyucu) olarak Hz.Peygamber (s.a.v) adlı bir yarışma düzenlemiştir.
Cevap: Diyanet İşleri Başkanlığı Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmediği için Muhammed ( a.s) hüküm koyucu olduğunu zannediyor.
Halbuki Muhammed ( a.s) ile Nebi ( a.s) dinde asla hüküm koyucu olamazlar.
Dinde hüküm koyucu sadece Allah'tır.
Ancak risâlet misyonuyla konuşan Kur'an olduğu için Resul (a.s) kendisine indirilen vahiy sayesinde hüküm koyucu oluyor.
Yani indirilen vahiy sayesinde insanlar arasında hüküm verme yetkisine sahiptir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Allah'tan başka hüküm koyucu olmadığını açık olarak görüyoruz.
Şimdi ilgili âyetleri incelemeye çalışalım.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelmiş olsalardı, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anladığımızda bu âyetin şöyle bir anlama sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetin Muhammed'in kimliği, Nebi( a.s) ın makam ve mertebesi ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bağlam ve bütünlüğü âyetin Resul kavramı ile ilgili olduğunu göstermektedir.
ÂYETİN BAĞLAM VE BÜTÜNLÜĞÜ
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar.
Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor"
(Nisa-60)
"Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e (vahye) gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa-61)
"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!"
(Nisa-62)
"Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle"
(Nisa-63)
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için bağışlanma dileseydi ( vahiy indirerek ) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
(Nisa-64)
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul edilmedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa-65)
Âyetin bağlam ve bütünlüğünden şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar (vahiyden yüz çevirerek aralarında hüküm vermek için Tağut'a gidip) kendilerine zulmettikleri zaman (Ey Resul! sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi (affedildiklerini açıklayan vahiy indirmekle) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Yoksa vahiy'den bağımsız olarak Allah hiç kimseye hidayet vermez.
Yani aralarında hüküm için Tağut'a giden munafıkları vahiy'den bağımsız olarak dini Allah'a özel kılarak tevbe etmeden, Muhammed veya Nebi'nin onlar için af dilemesi mümkün değildir.
"Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz"
( Tevbe-113)
OLAY ŞÖYLE OLACAKTI.
Onlar (munafıklar) yaptıklarına gerçekten pişman olarak tevbe ettikten sonra Allah'a Resulü'ne gelecekler, Resul onlar için bağışlanma dileyecek, Allah da onların affedildiklerini bildiren âyetler indirecekti.
Başka türlü affedilmeleri mümkün değildi.
Buna örnek şu ayetlerdir
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Nebi'yi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti.
Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli pek merhametlidir"
"Ve seferden geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.
Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti.
Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir"
(Tevbe-117,118)
Allah ile insanlar arasında tek açık kanal vardır O da Resul'dür.
Ne zaman insanlar atalarının dininden yüz çevirerek tevbe eder, din ve hüküm olarak sadece Kur'an'ı tek kaynak kabul ederlerse Allah onları bağışlayacak ve hidayet yolunu onlara açacaktır.
Bu aynı zamanda Resul kavramının evrenselliğini de ortaya koymaktadır.
Nisa süresi'nin 65. âyetinde yine belirleyici olan Resul kavramıdır.
Dolayısıyla hiç bir zaman Muhammed ( a.s) (a.s) ve Nebi hakem olamazlar.
Hakem olma tamamen Resul'e indirilen vahiy yani Allah ile ilgili bir durumdur.
"De ki: Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O'dur..."
(En'am-114)
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura-10)
(3.YAZI)
Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara müftülüğü, gençlik koordinatörlüğü, ilâhiyat-islâmi ilimler fakültesi öğrencileri arasında makale yazma yarışması "şâri (hüküm koyucu) olarak Hz.Peygamber (s.a.v) adlı bir yarışma düzenlemiştir.
Cevap: Diyanet İşleri Başkanlığı Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmediği için Muhammed ( a.s) hüküm koyucu olduğunu zannediyor.
Halbuki Muhammed ( a.s) ile Nebi ( a.s) dinde asla hüküm koyucu olamazlar.
Dinde hüküm koyucu sadece Allah'tır.
Ancak risâlet misyonuyla konuşan Kur'an olduğu için Resul (a.s) kendisine indirilen vahiy sayesinde hüküm koyucu oluyor.
Yani indirilen vahiy sayesinde insanlar arasında hüküm verme yetkisine sahiptir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Allah'tan başka hüküm koyucu olmadığını açık olarak görüyoruz.
Şimdi ilgili âyetleri incelemeye çalışalım.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelmiş olsalardı, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anladığımızda bu âyetin şöyle bir anlama sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetin Muhammed'in kimliği, Nebi( a.s) ın makam ve mertebesi ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bağlam ve bütünlüğü âyetin Resul kavramı ile ilgili olduğunu göstermektedir.
ÂYETİN BAĞLAM VE BÜTÜNLÜĞÜ
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar.
Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor"
(Nisa-60)
"Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e (vahye) gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa-61)
"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!"
(Nisa-62)
"Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle"
(Nisa-63)
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için bağışlanma dileseydi ( vahiy indirerek ) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
(Nisa-64)
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul edilmedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa-65)
Âyetin bağlam ve bütünlüğünden şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Eğer onlar (vahiyden yüz çevirerek aralarında hüküm vermek için Tağut'a gidip) kendilerine zulmettikleri zaman (Ey Resul! sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi (affedildiklerini açıklayan vahiy indirmekle) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Yoksa vahiy'den bağımsız olarak Allah hiç kimseye hidayet vermez.
Yani aralarında hüküm için Tağut'a giden munafıkları vahiy'den bağımsız olarak dini Allah'a özel kılarak tevbe etmeden, Muhammed veya Nebi'nin onlar için af dilemesi mümkün değildir.
"Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz"
( Tevbe-113)
OLAY ŞÖYLE OLACAKTI.
Onlar (munafıklar) yaptıklarına gerçekten pişman olarak tevbe ettikten sonra Allah'a Resulü'ne gelecekler, Resul onlar için bağışlanma dileyecek, Allah da onların affedildiklerini bildiren âyetler indirecekti.
Başka türlü affedilmeleri mümkün değildi.
Buna örnek şu ayetlerdir
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Nebi'yi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti.
Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli pek merhametlidir"
"Ve seferden geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.
Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti.
Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir"
(Tevbe-117,118)
Allah ile insanlar arasında tek açık kanal vardır O da Resul'dür.
Ne zaman insanlar atalarının dininden yüz çevirerek tevbe eder, din ve hüküm olarak sadece Kur'an'ı tek kaynak kabul ederlerse Allah onları bağışlayacak ve hidayet yolunu onlara açacaktır.
Bu aynı zamanda Resul kavramının evrenselliğini de ortaya koymaktadır.
Nisa süresi'nin 65. âyetinde yine belirleyici olan Resul kavramıdır.
Dolayısıyla hiç bir zaman Muhammed ( a.s) (a.s) ve Nebi hakem olamazlar.
Hakem olma tamamen Resul'e indirilen vahiy yani Allah ile ilgili bir durumdur.
"De ki: Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O'dur..."
(En'am-114)
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura-10)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)