GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(21. YAZI)
Kur'an'ın yanına sünnet adı altında uydurma rivayetlerin de dini delil olarak konulması yani hanif İslam'a karşı Şiilik ve Sünnilik inancı asırlardan beri aralıksız olarak hakimiyetini devam ettirmektedir.
Emevi ve Abbasi devletleriyle başlayan süreçte ilim sahibi olmadan iman sahibi olmanın yüceltilmesi ve aklın itibarsızlaştırılması iman eden ümmi insanlara çok pahalıya mal olmuştur.
İşin başlangıcında rivayetçiler sadece hadisçilerden oluşmakta iken siyasetin yönlendirmesi ile bu kervana fıkıhçılar da katılmıştır.
Uydurma dinin tarihine baktığımızda rivayeçilerin dört sınıfa ayrıldığını görüyoruz.
1-) Allah Resulü'nden direk olarak rivayet eden hadisçiler.
Bunlar, Resülüllâhın ölümünden sonra Ebubekir ve Ömer devrinde hadis rivayetinden yasaklandıkları halde daha sonra rivayete başladılar.
2-) Kadim Hint ve İran inançlarına bağlı tasavvufçular direk olarak yüce Allah'tan rivayet etmeye başladılar.
3-) Hicri üçüncü asırda Kur'an cahili mukallitler imamlarından rivayete başladılar.
4-) Dördüncü asırda kelamcılar mezhep imamlarından rivayette bulundular.
Bütün bu Kur'an cahillerinin ortak özelliği:
Din akılla değil, nakille olur.
Tabi "nakil" derken kasdettikleri Allah'tan indirilen vahiy değil, uydurma rivayet ve imamların ictihatlarıdır.
Yani onlara göre Kur'an'ı imamlardan başka hiç kimse anlamaz.
Bu Kur'an, ilim, hikmet ve akıl düşmanlarına göre imamların içtihatları din ve hüküm olarak kıyamete kadar geçerlidir.
Dolayısıyla mezhep imamlarının ictihadlarını ve ilimlerini öğrenmekle dinde her şey çözülmüş olacaktır.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin âlimlerine göre Kur'an'dan bağımsız olarak Nebi (a.s) da Allah ile beraber şeriat ve hüküm koyucudur.
Yani uydurma dinin mensuplarına göre hadisler Kur'an'a eşittir ve hatta Kur'an'ın anlaşılması hadislere bağlıdır.
Ehl-i Sünnet dininin meşhur âlimi Evzâi şöyle demiştir.
"Essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a egemendir"
Bu küfür ve şirk olan sözün günümüzdeki karşılığı şu şekildedir.
"Hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından daha çok Kur'an hadislere ihtiyaç duyar"
Emevi-Abbasi Devletleri döneminden günümüze kadar islam adı altında uydurma rivayet dinini hayata hakim kılan ve acımasızca uygulayan bu Kur'an cahilleridir.
İşte bundan dolayı ümmi insanların Kur'an'ı anlamak için akıllarını kullanmalarına izin ve hidayet bulmalarına yol verilmemiştir.
29 Aralık 2019 Pazar
KUR'AN'DA ALLAH RESULÜ
Yüce Allah'ın son vahyin'de Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n özellikleri şu şekilde kayıt altına alınmıştır.
"O, olağanüstü niteliklere sahip değildir ve vahiy'den bağımsız olarak sadece bizim gibi bir beşerdir"
(Kehf-110, Fussilet-6)
"Bizim gibi yemek yer, bizim gibi çarşı- pazar dolaşır, (Furkan-7)
"İnsanların kalbini okuyamaz"
(Tevbe-101, Munafikun- 4)
"Gaybı da bilemez"
(En'am-50; Âraf-188)
"Âhirette hiç kimseye şefaat edemez" (Cin-21,22)
"Âhirette bize de kendisine de ne yapılacağını bilmez"
( Ahkaf-9)
"Ölülere işittiremez, ölenlerle konuşamaz" (Rum-52; Fatır-22)
"Eceli gelince ölümünü erteleyemez, ölüm meleğini geri gönderemez"
(Zümer-30)
"Değil bizim başımıza gelen belaları, kendisine gelen zararı bile engelleyemez, onun Allah dışında sığınılacak hiç kimsesi yoktur" (Cin-21,22)
"Yalnız Allah'tan yardım ister"
( Fatiha-3)
"Sadece Allah'a tevekkül eder, çünkü kendisinden başka ilah olmayan ve yüce arşın sahibi olan sadece Allah'tır"
(Tevbe-129)
"Tebliğ ettiği vahiy kapalı ve gizemli değildir yani herkesin anlayabileceği şekilde açıktır" (Ankebut-50,51)
"Allah Resulü'nün türlü türlü mucizeleri yoktur"
(En'am-35; İsra-59;Ankebut-50)
"O vahiy sayesinde bütün insanlara bir rahmet olarak gönderilmiştir"
(Enbiya-107)
"O, sadece Kur'an'ı tebliğ eden bir Resuldür" (Mâide-92, 99; Nur-54; Râd-40; Nahl-35; Zümer-54;Ankebut-18;Şura-48)
"O, insanları sadece Kur'an ile uyaran, (Kaf-45; En'am-51; Enbiya 45)
yalnız Kur'an ile hüküm veren, insanların aralarında bulunan ihtilafları Kur'an ile çözen, Kur'an ile karanlıklardan aydınlığa çıkarandır.
(Nisa-105; Nahl-64; Şura-10; İbrahim-2)
"Allah Resulü yalnızca Kur'an'a uyumuştur" (Yunus-109; En'am-50; Âraf-203) "Çünkü o Kuran'dan başka bir kitap bilmemektedir ve tüm dini bilgi kaynağı sadece Kur'an'dır"
(Şura-52; En'am-105)
Allah Resulü'nün dindeki konumuna ilişkin iman edenlerin zihninnde bulunan karışıklığın sebebine değinmek gerekmektedir.
Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ürettiği "Muhammed" tasavvuru Kur'an'ın ortaya koyduğu "Resul"
tasavvuru ile hiçbir ilgisi yoktur.
Şia ve Ehli Sünnet dininin kaynakları sayesinde iman edenlerin zihninde oluşan "Muhammed" algısı, Kur'an'la hiçbir bağlantısı olmayan, sanal, hayal, elçilik misyonu ile alakası bulunmayan, beşer olması mümkün olmayan bir özelliğe sahiptir.
Bu nedenle Şia ve Ehli Sünnet'in bütün kaynakları reddedilmeli ve sadece Kur'an'a sığınılarak İslam dini hanif olarak yeniden inşa edilmelidir.
Allah Resulü'nün üç kimliği bulunmaktadır.
1-) Muhammed: Doğumundan kendisine vahiy indirilinceye kadar sadece beşer olan Mekke vatandaşıdır.
(Kehf-110; Fussilet-6)
2-) Nebi: Gece gündüz, 24 saat, her zaman, ondan ayrı olmayan, bütün özel hallerinde Nübüvvet makam ve mertebesine sahip olmasıdır.
3-) Resul: Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Bu üç niteliğinin arasında var olan olağanüstü denge Allah Resulü'nün vefatından sonra özellikle Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayetleri sayesinde bozulmuştur.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri Kur'an'dan uzak oldukları için Allah Resulü'nün "beşer" kimliğini, "Nebi" makam ve mertebesini, "Resul" misyonunu anlamaktan uzak kalmışlardır.
Halbuki Allah Resulü'nün devlet başkanı olması, özel hayatı, hanımları ile olan ilişkileri ve bazı konularda görüş beyan etmesi onun "elçi" olmasının gereği değil, "Nebi" niteliğinin gereğidir.
Bu nedenle sadece Resülün Kur'an'da bulunan inanç, güzel ahlak ve mucadelesi bizim örneğimizdir. (Ahzab-21; Mümtehine-4)
Muhammed kimliği ile Nübüvvet makam ve mertebesi iman edenler için bir örneklik teşkil etmemektedir.
Dolayısıyla hadisleri ve sünneti savunmak ve onlara uymak, Allah Resulü'nü savunmak ve ona uymakla yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Bu durum, olsa olsa Allah Resulü'nden asırlar sonra kayıt altına alınan yalan ve iftiraları uydurup okuyan Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerine uymaktır.
Yani kısaca devreye din diye, Kur'an'ın ve Allah Resulü'nün dışındaki Kur'an cahili adamlar girmektedir.
Yüce Allah'ın son vahyin'de Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n özellikleri şu şekilde kayıt altına alınmıştır.
"O, olağanüstü niteliklere sahip değildir ve vahiy'den bağımsız olarak sadece bizim gibi bir beşerdir"
(Kehf-110, Fussilet-6)
"Bizim gibi yemek yer, bizim gibi çarşı- pazar dolaşır, (Furkan-7)
"İnsanların kalbini okuyamaz"
(Tevbe-101, Munafikun- 4)
"Gaybı da bilemez"
(En'am-50; Âraf-188)
"Âhirette hiç kimseye şefaat edemez" (Cin-21,22)
"Âhirette bize de kendisine de ne yapılacağını bilmez"
( Ahkaf-9)
"Ölülere işittiremez, ölenlerle konuşamaz" (Rum-52; Fatır-22)
"Eceli gelince ölümünü erteleyemez, ölüm meleğini geri gönderemez"
(Zümer-30)
"Değil bizim başımıza gelen belaları, kendisine gelen zararı bile engelleyemez, onun Allah dışında sığınılacak hiç kimsesi yoktur" (Cin-21,22)
"Yalnız Allah'tan yardım ister"
( Fatiha-3)
"Sadece Allah'a tevekkül eder, çünkü kendisinden başka ilah olmayan ve yüce arşın sahibi olan sadece Allah'tır"
(Tevbe-129)
"Tebliğ ettiği vahiy kapalı ve gizemli değildir yani herkesin anlayabileceği şekilde açıktır" (Ankebut-50,51)
"Allah Resulü'nün türlü türlü mucizeleri yoktur"
(En'am-35; İsra-59;Ankebut-50)
"O vahiy sayesinde bütün insanlara bir rahmet olarak gönderilmiştir"
(Enbiya-107)
"O, sadece Kur'an'ı tebliğ eden bir Resuldür" (Mâide-92, 99; Nur-54; Râd-40; Nahl-35; Zümer-54;Ankebut-18;Şura-48)
"O, insanları sadece Kur'an ile uyaran, (Kaf-45; En'am-51; Enbiya 45)
yalnız Kur'an ile hüküm veren, insanların aralarında bulunan ihtilafları Kur'an ile çözen, Kur'an ile karanlıklardan aydınlığa çıkarandır.
(Nisa-105; Nahl-64; Şura-10; İbrahim-2)
"Allah Resulü yalnızca Kur'an'a uyumuştur" (Yunus-109; En'am-50; Âraf-203) "Çünkü o Kuran'dan başka bir kitap bilmemektedir ve tüm dini bilgi kaynağı sadece Kur'an'dır"
(Şura-52; En'am-105)
Allah Resulü'nün dindeki konumuna ilişkin iman edenlerin zihninnde bulunan karışıklığın sebebine değinmek gerekmektedir.
Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ürettiği "Muhammed" tasavvuru Kur'an'ın ortaya koyduğu "Resul"
tasavvuru ile hiçbir ilgisi yoktur.
Şia ve Ehli Sünnet dininin kaynakları sayesinde iman edenlerin zihninde oluşan "Muhammed" algısı, Kur'an'la hiçbir bağlantısı olmayan, sanal, hayal, elçilik misyonu ile alakası bulunmayan, beşer olması mümkün olmayan bir özelliğe sahiptir.
Bu nedenle Şia ve Ehli Sünnet'in bütün kaynakları reddedilmeli ve sadece Kur'an'a sığınılarak İslam dini hanif olarak yeniden inşa edilmelidir.
Allah Resulü'nün üç kimliği bulunmaktadır.
1-) Muhammed: Doğumundan kendisine vahiy indirilinceye kadar sadece beşer olan Mekke vatandaşıdır.
(Kehf-110; Fussilet-6)
2-) Nebi: Gece gündüz, 24 saat, her zaman, ondan ayrı olmayan, bütün özel hallerinde Nübüvvet makam ve mertebesine sahip olmasıdır.
3-) Resul: Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Bu üç niteliğinin arasında var olan olağanüstü denge Allah Resulü'nün vefatından sonra özellikle Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayetleri sayesinde bozulmuştur.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri Kur'an'dan uzak oldukları için Allah Resulü'nün "beşer" kimliğini, "Nebi" makam ve mertebesini, "Resul" misyonunu anlamaktan uzak kalmışlardır.
Halbuki Allah Resulü'nün devlet başkanı olması, özel hayatı, hanımları ile olan ilişkileri ve bazı konularda görüş beyan etmesi onun "elçi" olmasının gereği değil, "Nebi" niteliğinin gereğidir.
Bu nedenle sadece Resülün Kur'an'da bulunan inanç, güzel ahlak ve mucadelesi bizim örneğimizdir. (Ahzab-21; Mümtehine-4)
Muhammed kimliği ile Nübüvvet makam ve mertebesi iman edenler için bir örneklik teşkil etmemektedir.
Dolayısıyla hadisleri ve sünneti savunmak ve onlara uymak, Allah Resulü'nü savunmak ve ona uymakla yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Bu durum, olsa olsa Allah Resulü'nden asırlar sonra kayıt altına alınan yalan ve iftiraları uydurup okuyan Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerine uymaktır.
Yani kısaca devreye din diye, Kur'an'ın ve Allah Resulü'nün dışındaki Kur'an cahili adamlar girmektedir.
NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL EDER
(4.YAZI)
"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir Nebi'ye esirleri bulunması yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah sizin için ahireti istiyor.
Allah azizdir, hakimdir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah günahları bağışlayan, merhamet edendir. Ey Nebi! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse (şirki bırakıp İslam'ı kabul ederseniz) sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah günahları bağışlayan merhamet edendir.
(Enfal-67,68,69,70)
"Ey Nebi! diyerek başlayan yukarıdaki âyetlerin tümü tarihseldir ve sadece Nebi'ye (a.s) ın yaşadığı zaman dilimini ilgilendirmektedir.
Yani Medine'de cereyan eden bir savaşı ele almaktadır.
Çünkü dünyada savaş şartları, silahları, imkanları, kanunları, kuralları ve anlaşmaları sürekli değişmekte ve islam toplumu bu şartlara ve hükümlere riayet etmek ve ayak uydurmak zorundadır.
Dolayısıyla esirlerle ilgili Nebi'ye ve iman edenlere yapılan uyarılar geçerliliğini kaybetmiştir.
"Ey Nebi! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!"
(Tevbe-73)
"Ey Nebi! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötü bir yerdir"
(Tahrim-9)
Yukarıdaki iki âyet tarihsel olmak durumundadır.
Çünkü münafıkları sadece Allah biliyor ve Nebi(a.s) ın vefatından sonra artık hiç kimse bir başkasını nifakla suçlama hakkına sahip değildir.
Ama Medine'de münafıklar ciddi bir güce sahip idiler.
Yani tehlikeleri toplumu tehdit edebilecek bir seviyede idi.
"Ey Nebi! Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerinde yapmaktadır"
( Ahzab-1)
Nübüvvet, Resul olan kişinin özel hayatını temsil ettiği için bu âyette "Ey Resul! diye değil, Ey Nebi! denilerek hitap edilmiştir.
Bunun sebebi, görevi sadece Allah'tan indirilen vahyi tebliğ eden Resulün kafir ve münafıklara itaat etmesinin imkansızlığından kaynaklanmaktadır.
Yani Resul'ün kafir ve münafıklara itaat etmesi mümkün değildir.
Fakat Nebi, Resul olan kişinin özel hayatını temsil ettiği için kafir ve münafıklara karşı az da olsa meyletme ihtimali olabilir.
İşte bundan dolayı âyet "Ey Nebi! diyerek başlamaktadır.
İkincisi, âyet "Ey Resul! diye hitap etmiş olsaydı, Resul, vahiy ile aynı düzleme sahip olduğu için vahiy hakkında bir şüphe ortaya çıkarmış olurdu.
Dolayısıyla kafir ve münafıklara itaat etme ihtimali Resul hakkında
mümkün olmadığı için âyetin "Ey Resul! diye başlaması anlamsız olurdu.
" Ey Nebi! Kadınları boşayacağınızda, onların iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarır.
İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru ölçüler içerisinde ( nikahınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere göre ayrılın. içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın.
İşte bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir.
Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.
Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını arttırır"
( Talak- 1,2, 3, 4, 5)
Boşanma ile ilgili olan bu âyetlerin "Ey Nebi! diye başlamasının sebebi, Medine'de yaşayan Nebi ile müminlere o günkü nikah kurallarını ve hükmünü ortaya koymaktadır.
Birinci âyetin sonunda bulunan "Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarır" cümlesi, nikahla ilgili kural ve kaidelerin değişkenliğine işaret etmektedir.
Yoksa bu âyetlerin geçerliliğini kıyamete kadar sürdürmek mümkün değildir.
Çünkü insanlar çoğalmakta evlilik hukuku, erkek ile kadın arasında oluşacak olayların çeşitliliği ve adli sistem yirmi- otuz âyet veya beş-on madde ile çözülemez.
Üçüncü âyette geçen "...Allah her şey için bir ölçü koymuştur" cümlesine dikkatinizi çekiyorum.
Yani Allah bazı ölçüler koyarak gerisini zamanın şartlarına, devletlerin kanunlarına ve hukuk adamlarının oluşturacakları hukuk kurallarına bırakmıştır.
Yani her ülkenin ve toplumun ahlak, kültür, medeniyet ve örfüne göre hukuk adamları kanun maddelerini koyarlar.
Sosyal düzen ve evlilik hayatı ile ilgili düzenlemeler, sorunlar ve geçimsizlikler meydana geldikçe güncellenmeye muhtaç olacaktır.
Dolayısıyla aile hukuku ve eşlerin arasındaki ilişkiler üç dört sayfa ile sınırlandırılacak bir mesele değildir.
Belki bu konuda yüzlerce- binlerce sayfalık kanun maddeleri vardır.
İşte onun için âyet "Ey Resul! değil, "Ey Nebi! diye başlıyor.
(4.YAZI)
"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir Nebi'ye esirleri bulunması yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah sizin için ahireti istiyor.
Allah azizdir, hakimdir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Ve Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah günahları bağışlayan, merhamet edendir. Ey Nebi! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse (şirki bırakıp İslam'ı kabul ederseniz) sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah günahları bağışlayan merhamet edendir.
(Enfal-67,68,69,70)
"Ey Nebi! diyerek başlayan yukarıdaki âyetlerin tümü tarihseldir ve sadece Nebi'ye (a.s) ın yaşadığı zaman dilimini ilgilendirmektedir.
Yani Medine'de cereyan eden bir savaşı ele almaktadır.
Çünkü dünyada savaş şartları, silahları, imkanları, kanunları, kuralları ve anlaşmaları sürekli değişmekte ve islam toplumu bu şartlara ve hükümlere riayet etmek ve ayak uydurmak zorundadır.
Dolayısıyla esirlerle ilgili Nebi'ye ve iman edenlere yapılan uyarılar geçerliliğini kaybetmiştir.
"Ey Nebi! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!"
(Tevbe-73)
"Ey Nebi! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötü bir yerdir"
(Tahrim-9)
Yukarıdaki iki âyet tarihsel olmak durumundadır.
Çünkü münafıkları sadece Allah biliyor ve Nebi(a.s) ın vefatından sonra artık hiç kimse bir başkasını nifakla suçlama hakkına sahip değildir.
Ama Medine'de münafıklar ciddi bir güce sahip idiler.
Yani tehlikeleri toplumu tehdit edebilecek bir seviyede idi.
"Ey Nebi! Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerinde yapmaktadır"
( Ahzab-1)
Nübüvvet, Resul olan kişinin özel hayatını temsil ettiği için bu âyette "Ey Resul! diye değil, Ey Nebi! denilerek hitap edilmiştir.
Bunun sebebi, görevi sadece Allah'tan indirilen vahyi tebliğ eden Resulün kafir ve münafıklara itaat etmesinin imkansızlığından kaynaklanmaktadır.
Yani Resul'ün kafir ve münafıklara itaat etmesi mümkün değildir.
Fakat Nebi, Resul olan kişinin özel hayatını temsil ettiği için kafir ve münafıklara karşı az da olsa meyletme ihtimali olabilir.
İşte bundan dolayı âyet "Ey Nebi! diyerek başlamaktadır.
İkincisi, âyet "Ey Resul! diye hitap etmiş olsaydı, Resul, vahiy ile aynı düzleme sahip olduğu için vahiy hakkında bir şüphe ortaya çıkarmış olurdu.
Dolayısıyla kafir ve münafıklara itaat etme ihtimali Resul hakkında
mümkün olmadığı için âyetin "Ey Resul! diye başlaması anlamsız olurdu.
" Ey Nebi! Kadınları boşayacağınızda, onların iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarır.
İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya meşru ölçüler içerisinde ( nikahınız altında) tutun veya onlardan meşru ölçülere göre ayrılın. içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın.
İşte bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir.
Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.
Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını arttırır"
( Talak- 1,2, 3, 4, 5)
Boşanma ile ilgili olan bu âyetlerin "Ey Nebi! diye başlamasının sebebi, Medine'de yaşayan Nebi ile müminlere o günkü nikah kurallarını ve hükmünü ortaya koymaktadır.
Birinci âyetin sonunda bulunan "Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarır" cümlesi, nikahla ilgili kural ve kaidelerin değişkenliğine işaret etmektedir.
Yoksa bu âyetlerin geçerliliğini kıyamete kadar sürdürmek mümkün değildir.
Çünkü insanlar çoğalmakta evlilik hukuku, erkek ile kadın arasında oluşacak olayların çeşitliliği ve adli sistem yirmi- otuz âyet veya beş-on madde ile çözülemez.
Üçüncü âyette geçen "...Allah her şey için bir ölçü koymuştur" cümlesine dikkatinizi çekiyorum.
Yani Allah bazı ölçüler koyarak gerisini zamanın şartlarına, devletlerin kanunlarına ve hukuk adamlarının oluşturacakları hukuk kurallarına bırakmıştır.
Yani her ülkenin ve toplumun ahlak, kültür, medeniyet ve örfüne göre hukuk adamları kanun maddelerini koyarlar.
Sosyal düzen ve evlilik hayatı ile ilgili düzenlemeler, sorunlar ve geçimsizlikler meydana geldikçe güncellenmeye muhtaç olacaktır.
Dolayısıyla aile hukuku ve eşlerin arasındaki ilişkiler üç dört sayfa ile sınırlandırılacak bir mesele değildir.
Belki bu konuda yüzlerce- binlerce sayfalık kanun maddeleri vardır.
İşte onun için âyet "Ey Resul! değil, "Ey Nebi! diye başlıyor.
NEBİ VE RESULÜ'N ÖZELLİKLERİ
NEBİ KİMDİR?
Nebi: Allah'ın kendisine, kendisi ile alakalı vahiy indirdiği kişidir.
Yüce Allah Resullük (elçilik) misyonu ile görevlendiriceği kişiyi ilk önce onun iç dünyasını düzenleme ve imarı, mükemmel bir ahlak ve sağlam bir inanç kazandırması açısından elçiliğe hazırlık olarak Resul olacak kişiyi her türlü iyilik ve faziletlerle donatması demektir.
Yani Nebiyi herkes tarafından örnek alınacak bir kıvama getirmesi ve en ileri bir olgunluğa eriştirmesi olarak görülebilir.
Nasıl ki devlet, atayacağı memurlardan görev başlangıcında söz alıyor ve yemin ettiriyorsa, aynen onun gibi Allah Nebi'lerden de elçilik vazifesini hakkıyla yerine getirmeleri için
bir söz ve misak almıştır.
"Hani biz Nebi'lerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Evet biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık"
(Ahzab, 7)
Nebiler'den alınan sözün ne olduğunu şu âyetten öğreniyoruz.
"Hani Allah Nebi'lerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış, kabul ettiniz ve bu sözümü yüklediniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah! O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"
(Âli İmran, 81)
(Allah en doğrusunu bilir)
Yukarıdaki âyette geçen "Resul" kavramı kitap Resul anlamında kullanılmıştır.
Çünkü eğer "beşer Resul" olsaydı, zaten Nebi'lerin kendileri Resul olmaları gerekirdi.
Çünkü Resuller Nebi'lerden seçilirler.
Yani Allah Nebilere "Bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" buyurmazdı.
Bu âyette bulunan "Resul'"den maksat kendisine risalet (elçilik) yüklenen Nebi'nin evrensel mesajla insanlara gönderilmesidir.
Yani artık Nebi Allah'ın mesajını insanlara duyurmak görevini yüklenmiştir.
Dolayısıyla "Nübüvvet" elçilik görevi için bir nevi olgunluk ve yeterlilik derecesinin verilmesi anlamına gelmektedir.
"Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü (olgunluk derecesini, belgesini) vermiştik. Biz onu iyi tanırdık"
(Enbiya, 51)
Nübüvvet makam ve mertebesi ile alakalı bu anlattıklarım son "Nebi" ve "Resul" olan Muhammed (as) dan önceki "Nebiler"le alakalı bir durumdur.
Son Nebi ve Nübüvvet'e bağlı son Resul olan Muhammed (as) ın gelmesi yani son vahyin indirilmesiyle Nebi ile Resul arasında bulunan farklar çok bariz olarak ortaya çıkmıştı.
Yani Allah Resulü'nden önce gelen Nebiler ile Resuller arasında bulunan farkları anlamak gerçekten zor bir olaydır.
Fakat Kur'an'da Nebi ile Resul arasında bulunan farklar mükemmel bir sistem dahilinde çok net olarak ortaya koymuştur.
Nebi, seçildiği andan itibaren 23 sene, 24 saat, gece gündüz, her zaman Nübüvvet kimliği ile beraber hayat sürmektedir.
Nübüvvet kimliği ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta âhirette bile Nübüvvet kimliği ile birlikte anılır.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
(Nisa, 69)
Son vahiy olan Kur'an'a göre Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altındadır, dokunulmazdır.
Nebiye saygısızlık yapılamaz, hanımları müminlerin anneleridir.
Kiyamet gününe kadar Nebi'nin haysiyet ve şerefini korumak müminler üzerine Allah'ın emridir.
(Ahzab, 56)
Fakat Nebi'nin yaptıkları ve sözleri Resul gibi bağlayıcı değildir.
Nebi'nin söz ve davranışlarının mutlak olarak bağlayıcı olmamasının sebebi, özel hayatında Allah'a karşı hata yapması ile alakalı bir durumdur.
MESELA:
"Nebi, müşrik ve cehennemlik olan akrabalarına dua ediyor!
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne "Nebi"ye yakışır ne de iman edenlere"
(Tevbe, 113)
MESELA
Nebi, Allah'ın helal kıldığını kendisine haram kılıyor.
(Tahrim, 1)
Zaten Kur'an Nebi'nin söz ve davranışlarının Resul gibi bağlayıcı olmadığını apaçık olarak gösteriyor.
"Ey Nebi! inanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ma'ruf olan işte sana isyan etmemek hususunda sana biad etmeye geldikleri zaman, biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile,,,,"
(Mümtehine, 12)
Âyette geçen "ma'ruf olan işte sana isyan etmemek" cümlesi çok önemlidir.
Çünkü Allah, Kur'an'da Resul için asla bir kayıt koymamıştır.
Resu'le kayıtsız şartsız iman etmek Allah'ın kesin emirleri arasında yer alır. Yani ona isyan eden cehenneme girer.
"Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve haddini aşarsa Allah onu, devamlı olarak kalacağı bir ateşe sokar ve onu için alçaltıcı bir azap vardır"
(Nisa, 14)
Fakat Nebi'ye karşı gelenler günahkar olmazlar.
Ahzab süresi 36 ile 37. âyetleri bu hakikatı en güzel bir şekilde gösteriyor.
"Allah ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûl'üne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur"
(Ahzab, 36)
(Ey Nebi!)
"Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, (onu boşama) Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır.
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kesiklerinde o kadınlarla evlenmek isterlerse müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir"
(Ahzab, 37)
Ahzab 36. âyette "Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" buyrulduğu halde,
37. âyette Zeyd, Nebi'nin sözünü dinlemiyor, Nebi "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" dediği halde, eşini boşuyor.
MESELA:
Bir kadın Nebi (as) ın yanına gelerek onunla mücadeleye varacak boyutta bir tartışma içine giriyor ve bu tartışmada Yüce Allah kadını haklı çıkarıyor.
(Mucadele, 1)
Fakat Resul ile tartışmak kesinlikle küfürdür. Çünkü Resuller Allah'tan gelen vahyi insanlara bildiren kişilerdir.
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resule karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir"
(Nisa, 115)
ARKADAŞLAR! Nebi ve Resul ibareleri yerine hiçbir zaman "peygamber" kelimesini kullanmayınız.
Çünkü "peygamber" kelimesi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları yok eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, vahyin sistemini tahrif eden çok tehlikeli bir kelimedir.
Hangi âyette Nebi geçiyorsa onu, Resul geçiyorsa Resul veya karşılığı olan elçi kavramını kullanmak Kur'an'ın anlaşılmasında hayati bir öneme sahiptir.
RESUL KİMDİR?
Nebi 23 sene, 24 saat, gece gündüz, bütün özel hallerinde Nebi'lik kimliğine sahip iken, Resul Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Yani "vahiy" ile "Resul" arasında hiçbir fark yoktur.
Resul'lerin görevlerinin sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek olduğu ile alakalı yüzlerce ayet vardır.
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum,,,"
(Âraf, 61, 62)
"Hud da: Bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum,,,"
(Ahkaf, )
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimdenkorkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf, 45)
Resuller değerleini tamamen vahiy'den alırlar.
Resulleri Allah'tan yani Kur'an'dan ayırmak küfür olarak görülmüştür.
(Nisa, 150)
"Beşer Resul" hayatta olduğu sürece konuşan Kuran'dır.
Resul olmadan din, iman, hidayet, rahmet, kitap ve hikmet olmazdı. Resul o derece büyük bir değere sahiptir.
Yüce Allah'ın, mesajını insanlara ulaştırmada elçilik misyonundan daha ideal bir yol bulunmamaktadır.
iman edenler ona müracaat etmek zorundadırlar.
Aslında Resul ile vahiy aynı hakikatı temsil ediyorlar.
Bugün Kur'an'a gidenler 1400 sene önce Allah Resulü'ne gidenler gibidir.
Bugün Kur'an'dan yüz çevirenler, o gün Allah Resulü'nden yüz çevirenlerle aynı inanç ve ahlaka sahiptir.
"Beşer Resul" vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil eder.
Resuller vahiy'den başka hiçbir miras bırakmazlar.
Resullerin bütün bağlantıları kendilerine indirilen vahiy'dir.
Vahiy sisteminde bazen "Beşer Resul" bazen de "kitap Resul" ön plana çıkmaktadır.
"Beşer Resul" ahlakı, edebi, örnekliği, mimik hareketleri ve tavırlarıyla insanları vahiy'den daha fazla etkiler.
Vahiy, beşer Resul kadar insanları etki altına alamaz.
Yani Allah Resulü'nün arkadaşlarının müslüman olmalarında beşer Resulü'n daha fazla etkili olduğuna inanıyorum.
Bu özellikler Beşer Resul'ün üstünlüklerini ortaya koyar.
Ancak "Beşer Resul'" hayatı, yaşadığı coğrafya ile sınırlı olup, bir fâni olarak ölüme mahkumdur.
Fakat "kitap Resul'e hiç kimse bir sınırlama koyamaz, o bütün sınırları ve coğrafyaları aşarak her yere ve bütün zamanlara gidebilir. Kur'an'da onlarca kavram sadece "Allah vahiy ve Resul" bağlamında kullanılmıştır.
Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
( Nisa, 80 )
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder.
MESELA:
Kur'an da hiçbir ayette "Nebi"ye itaat etmekle" alakalı bir emir bulunmaz.
Bütün ayetlerde Allah ile beraber itaat edilmesi gereken kişi Resul'dür.
Aynen bunun gibi "ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, ona karşı gelindiğinde savaş açılma, tekzib, tasdik,
hak, nur, inzar, tebliğ gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Resul'ün dilinde hayat bulan vahiy'den başka hiçbir söz din ve hüküm olarak olarak insanları bağlamaz.
Yani din hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
İşte bundan dolayı "Allah ve Resulüne itaat edin" "Allah'ın ve Resul'ünün davetine icabet edin" "Elçilere tâbi olun, ayetlerimi ve Resullerimi yalanladılar.
Rabbimiz! iman ettik ve Resul'e tabi olduk" Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin, Ah keşke Allah'a ve Resul'e itaat etseydik, Allah'a ve Resule davet edildikleri zaman, Keşke Resul ile birlikte bir yol edinseydim,
Kim Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ederek evinden çıkarsa, Allah'ın elçilerini inkar ettiler, müjdeleyici ve uyarıcı elçiler gönderdik,
elçi göndermeden azap etmeyiz, Andolsun Resul size rabbinizden hakkı getirdi, Kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse,
Allah Resulü'ne eziyet edenlere acı bir azap vardır" gibi yüzlerce ayette hep Resül kavramı kullanılmıştır.
Kur'an'da geçen bütün "Nebiyyin, Enbiya" "Nebi'ler" kavramı Resulleri de kapsamaktadır.
Çünkü Nübüvvet kişi ile elçilik arasında ikinci bir aşamadır.
Kişi Nebi olduktan sonra elçilik makamına ulaşır.
Nebi olunmadan elçi olunmaz.
Dolayısıyla her Resul aynı zamanda Nübüvvet aşamasından geçmiş sayılır.
Fakat her nebi Resullük makam ve mertebesine ulaşma imkânına kavuşmadan vefat edebilir.
Nübüvvet ve Risalet makamının birbirinden ayrı bir kimliğe sahip olduğunu Hac süre 52. âyetinde görüyoruz.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebiyallah" "Allah'ın Nebisi" geçmez.
Fakat onlarca yerde "Rasulullah" geçer.
Sadece bir yerde "Enbiya Allah'i" kelimesi geçmektedir.
(istisnalar kaideyi bozmaz)
Nebi ile Resul'ün özelliklerini araştırırken ilginç bir ayrıntıya rastgeldim.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde "Rasülihi" (Allah'ın) Rasulü" "Rüsülihi" (Allah'ın) Rasulleri, elçileri" "Rüsüli" "Resullerim, elçilerim" "Rasüli" "Resulüm, Elçim" geçtiği halde, bir âyette bile "Nebiyyihi" (Allah'ın Nebisi, Onun Nebisi) geçmez.
Tekil olarak bütün Nebi kelimeleri Kur'an'da Allah lafzı ile bağlantısız yalın ve zamirsiz olarak geçer.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları doğru değildir.
NEBİ KİMDİR?
Nebi: Allah'ın kendisine, kendisi ile alakalı vahiy indirdiği kişidir.
Yüce Allah Resullük (elçilik) misyonu ile görevlendiriceği kişiyi ilk önce onun iç dünyasını düzenleme ve imarı, mükemmel bir ahlak ve sağlam bir inanç kazandırması açısından elçiliğe hazırlık olarak Resul olacak kişiyi her türlü iyilik ve faziletlerle donatması demektir.
Yani Nebiyi herkes tarafından örnek alınacak bir kıvama getirmesi ve en ileri bir olgunluğa eriştirmesi olarak görülebilir.
Nasıl ki devlet, atayacağı memurlardan görev başlangıcında söz alıyor ve yemin ettiriyorsa, aynen onun gibi Allah Nebi'lerden de elçilik vazifesini hakkıyla yerine getirmeleri için
bir söz ve misak almıştır.
"Hani biz Nebi'lerden söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan: Evet biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık"
(Ahzab, 7)
Nebiler'den alınan sözün ne olduğunu şu âyetten öğreniyoruz.
"Hani Allah Nebi'lerden: "Ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış, kabul ettiniz ve bu sözümü yüklediniz mi?" dediğinde "Kabul ettik" cevabını vermişler, bunun üzerine Allah! O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu"
(Âli İmran, 81)
(Allah en doğrusunu bilir)
Yukarıdaki âyette geçen "Resul" kavramı kitap Resul anlamında kullanılmıştır.
Çünkü eğer "beşer Resul" olsaydı, zaten Nebi'lerin kendileri Resul olmaları gerekirdi.
Çünkü Resuller Nebi'lerden seçilirler.
Yani Allah Nebilere "Bir "Resul" geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz" buyurmazdı.
Bu âyette bulunan "Resul'"den maksat kendisine risalet (elçilik) yüklenen Nebi'nin evrensel mesajla insanlara gönderilmesidir.
Yani artık Nebi Allah'ın mesajını insanlara duyurmak görevini yüklenmiştir.
Dolayısıyla "Nübüvvet" elçilik görevi için bir nevi olgunluk ve yeterlilik derecesinin verilmesi anlamına gelmektedir.
"Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü (olgunluk derecesini, belgesini) vermiştik. Biz onu iyi tanırdık"
(Enbiya, 51)
Nübüvvet makam ve mertebesi ile alakalı bu anlattıklarım son "Nebi" ve "Resul" olan Muhammed (as) dan önceki "Nebiler"le alakalı bir durumdur.
Son Nebi ve Nübüvvet'e bağlı son Resul olan Muhammed (as) ın gelmesi yani son vahyin indirilmesiyle Nebi ile Resul arasında bulunan farklar çok bariz olarak ortaya çıkmıştı.
Yani Allah Resulü'nden önce gelen Nebiler ile Resuller arasında bulunan farkları anlamak gerçekten zor bir olaydır.
Fakat Kur'an'da Nebi ile Resul arasında bulunan farklar mükemmel bir sistem dahilinde çok net olarak ortaya koymuştur.
Nebi, seçildiği andan itibaren 23 sene, 24 saat, gece gündüz, her zaman Nübüvvet kimliği ile beraber hayat sürmektedir.
Nübüvvet kimliği ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta âhirette bile Nübüvvet kimliği ile birlikte anılır.
"Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır"
(Nisa, 69)
Son vahiy olan Kur'an'a göre Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altındadır, dokunulmazdır.
Nebiye saygısızlık yapılamaz, hanımları müminlerin anneleridir.
Kiyamet gününe kadar Nebi'nin haysiyet ve şerefini korumak müminler üzerine Allah'ın emridir.
(Ahzab, 56)
Fakat Nebi'nin yaptıkları ve sözleri Resul gibi bağlayıcı değildir.
Nebi'nin söz ve davranışlarının mutlak olarak bağlayıcı olmamasının sebebi, özel hayatında Allah'a karşı hata yapması ile alakalı bir durumdur.
MESELA:
"Nebi, müşrik ve cehennemlik olan akrabalarına dua ediyor!
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne "Nebi"ye yakışır ne de iman edenlere"
(Tevbe, 113)
MESELA
Nebi, Allah'ın helal kıldığını kendisine haram kılıyor.
(Tahrim, 1)
Zaten Kur'an Nebi'nin söz ve davranışlarının Resul gibi bağlayıcı olmadığını apaçık olarak gösteriyor.
"Ey Nebi! inanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ma'ruf olan işte sana isyan etmemek hususunda sana biad etmeye geldikleri zaman, biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile,,,,"
(Mümtehine, 12)
Âyette geçen "ma'ruf olan işte sana isyan etmemek" cümlesi çok önemlidir.
Çünkü Allah, Kur'an'da Resul için asla bir kayıt koymamıştır.
Resu'le kayıtsız şartsız iman etmek Allah'ın kesin emirleri arasında yer alır. Yani ona isyan eden cehenneme girer.
"Kim Allah'a ve Resulüne isyan eder ve haddini aşarsa Allah onu, devamlı olarak kalacağı bir ateşe sokar ve onu için alçaltıcı bir azap vardır"
(Nisa, 14)
Fakat Nebi'ye karşı gelenler günahkar olmazlar.
Ahzab süresi 36 ile 37. âyetleri bu hakikatı en güzel bir şekilde gösteriyor.
"Allah ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûl'üne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur"
(Ahzab, 36)
(Ey Nebi!)
"Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, (onu boşama) Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır.
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kesiklerinde o kadınlarla evlenmek isterlerse müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir"
(Ahzab, 37)
Ahzab 36. âyette "Allah Ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" buyrulduğu halde,
37. âyette Zeyd, Nebi'nin sözünü dinlemiyor, Nebi "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" dediği halde, eşini boşuyor.
MESELA:
Bir kadın Nebi (as) ın yanına gelerek onunla mücadeleye varacak boyutta bir tartışma içine giriyor ve bu tartışmada Yüce Allah kadını haklı çıkarıyor.
(Mucadele, 1)
Fakat Resul ile tartışmak kesinlikle küfürdür. Çünkü Resuller Allah'tan gelen vahyi insanlara bildiren kişilerdir.
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resule karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir"
(Nisa, 115)
ARKADAŞLAR! Nebi ve Resul ibareleri yerine hiçbir zaman "peygamber" kelimesini kullanmayınız.
Çünkü "peygamber" kelimesi Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları yok eden, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü bozan, vahyin sistemini tahrif eden çok tehlikeli bir kelimedir.
Hangi âyette Nebi geçiyorsa onu, Resul geçiyorsa Resul veya karşılığı olan elçi kavramını kullanmak Kur'an'ın anlaşılmasında hayati bir öneme sahiptir.
RESUL KİMDİR?
Nebi 23 sene, 24 saat, gece gündüz, bütün özel hallerinde Nebi'lik kimliğine sahip iken, Resul Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Yani "vahiy" ile "Resul" arasında hiçbir fark yoktur.
Resul'lerin görevlerinin sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ etmek olduğu ile alakalı yüzlerce ayet vardır.
(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum,,,"
(Âraf, 61, 62)
"Hud da: Bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum,,,"
(Ahkaf, )
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimdenkorkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf, 45)
Resuller değerleini tamamen vahiy'den alırlar.
Resulleri Allah'tan yani Kur'an'dan ayırmak küfür olarak görülmüştür.
(Nisa, 150)
"Beşer Resul" hayatta olduğu sürece konuşan Kuran'dır.
Resul olmadan din, iman, hidayet, rahmet, kitap ve hikmet olmazdı. Resul o derece büyük bir değere sahiptir.
Yüce Allah'ın, mesajını insanlara ulaştırmada elçilik misyonundan daha ideal bir yol bulunmamaktadır.
iman edenler ona müracaat etmek zorundadırlar.
Aslında Resul ile vahiy aynı hakikatı temsil ediyorlar.
Bugün Kur'an'a gidenler 1400 sene önce Allah Resulü'ne gidenler gibidir.
Bugün Kur'an'dan yüz çevirenler, o gün Allah Resulü'nden yüz çevirenlerle aynı inanç ve ahlaka sahiptir.
"Beşer Resul" vefat ettikten sonra onu sadece yüce Allah tarafından indirilen vahiy temsil eder.
Resuller vahiy'den başka hiçbir miras bırakmazlar.
Resullerin bütün bağlantıları kendilerine indirilen vahiy'dir.
Vahiy sisteminde bazen "Beşer Resul" bazen de "kitap Resul" ön plana çıkmaktadır.
"Beşer Resul" ahlakı, edebi, örnekliği, mimik hareketleri ve tavırlarıyla insanları vahiy'den daha fazla etkiler.
Vahiy, beşer Resul kadar insanları etki altına alamaz.
Yani Allah Resulü'nün arkadaşlarının müslüman olmalarında beşer Resulü'n daha fazla etkili olduğuna inanıyorum.
Bu özellikler Beşer Resul'ün üstünlüklerini ortaya koyar.
Ancak "Beşer Resul'" hayatı, yaşadığı coğrafya ile sınırlı olup, bir fâni olarak ölüme mahkumdur.
Fakat "kitap Resul'e hiç kimse bir sınırlama koyamaz, o bütün sınırları ve coğrafyaları aşarak her yere ve bütün zamanlara gidebilir. Kur'an'da onlarca kavram sadece "Allah vahiy ve Resul" bağlamında kullanılmıştır.
Resul'e itaat Allah'a itaat olarak kabul edilmiştir.
( Nisa, 80 )
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ eder.
MESELA:
Kur'an da hiçbir ayette "Nebi"ye itaat etmekle" alakalı bir emir bulunmaz.
Bütün ayetlerde Allah ile beraber itaat edilmesi gereken kişi Resul'dür.
Aynen bunun gibi "ittiba, kitab'ı tilavet etme, tebyin, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, ona karşı gelindiğinde savaş açılma, tekzib, tasdik,
hak, nur, inzar, tebliğ gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Resul'ün dilinde hayat bulan vahiy'den başka hiçbir söz din ve hüküm olarak olarak insanları bağlamaz.
Yani din hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
İşte bundan dolayı "Allah ve Resulüne itaat edin" "Allah'ın ve Resul'ünün davetine icabet edin" "Elçilere tâbi olun, ayetlerimi ve Resullerimi yalanladılar.
Rabbimiz! iman ettik ve Resul'e tabi olduk" Allah'ın indirdiğine ve Resul'e gelin, Ah keşke Allah'a ve Resul'e itaat etseydik, Allah'a ve Resule davet edildikleri zaman, Keşke Resul ile birlikte bir yol edinseydim,
Kim Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ederek evinden çıkarsa, Allah'ın elçilerini inkar ettiler, müjdeleyici ve uyarıcı elçiler gönderdik,
elçi göndermeden azap etmeyiz, Andolsun Resul size rabbinizden hakkı getirdi, Kim Allah ve Resûl'üne karşı gelirse,
Allah Resulü'ne eziyet edenlere acı bir azap vardır" gibi yüzlerce ayette hep Resül kavramı kullanılmıştır.
Kur'an'da geçen bütün "Nebiyyin, Enbiya" "Nebi'ler" kavramı Resulleri de kapsamaktadır.
Çünkü Nübüvvet kişi ile elçilik arasında ikinci bir aşamadır.
Kişi Nebi olduktan sonra elçilik makamına ulaşır.
Nebi olunmadan elçi olunmaz.
Dolayısıyla her Resul aynı zamanda Nübüvvet aşamasından geçmiş sayılır.
Fakat her nebi Resullük makam ve mertebesine ulaşma imkânına kavuşmadan vefat edebilir.
Nübüvvet ve Risalet makamının birbirinden ayrı bir kimliğe sahip olduğunu Hac süre 52. âyetinde görüyoruz.
Kur'an'ın hiçbir âyetinde "Nebiyallah" "Allah'ın Nebisi" geçmez.
Fakat onlarca yerde "Rasulullah" geçer.
Sadece bir yerde "Enbiya Allah'i" kelimesi geçmektedir.
(istisnalar kaideyi bozmaz)
Nebi ile Resul'ün özelliklerini araştırırken ilginç bir ayrıntıya rastgeldim.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde "Rasülihi" (Allah'ın) Rasulü" "Rüsülihi" (Allah'ın) Rasulleri, elçileri" "Rüsüli" "Resullerim, elçilerim" "Rasüli" "Resulüm, Elçim" geçtiği halde, bir âyette bile "Nebiyyihi" (Allah'ın Nebisi, Onun Nebisi) geçmez.
Tekil olarak bütün Nebi kelimeleri Kur'an'da Allah lafzı ile bağlantısız yalın ve zamirsiz olarak geçer.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyenlerin Kur'an'dan, Allah Resulü'nden ve İslam'dan konuşmaları doğru değildir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(22. YAZI)
Nebi ile Resul arasında bulunan farkları anlamayan zihin bunalıklığı içinde kalmaya mahkumdur.
Mesala, Nisa süresi'nin 59. ve Ahzab suresi'nin 36. ve benzer âyetleri delil olarak gösteren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri,
Allah Resulü'nden sonra onun Sünnet'ine (hadislere) uymanın farz olduğunu yani Sünnet'e uymanın Kur'an'a uymak gibi gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Elmalılı Hamdi Yazır da Nur süresi'nin 52. âyetinin tefsirinde Resul'e itaatin "Allah Resul'ünün Sünnet'ine ittiba" olduğunu ileri sürmüştür.
(Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak dini Kur'an dili 5. cilt, 3533)
Aslında Muhammed ( a.s) ın Kur'an'dan bağımsız olarak ikinci bir otorite olduğunu ortaya koyan bu şirk anlayış, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında genel kabul görmüştür.
Özellikle mezhep önderi Şafi'i, fıkıh usulunu, "Hadislere dayanarak din ve hüküm olarak" koyan şahsiyettir.
Şafi'i, şeriatın kaynaklarını, dört temele oturtmuştur.
"Kitap, (Kur'an) Sünnet (hadisler), icma ve kıyas.
Halbuki dinin tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an'dır.
Kur'an'dan başka kaynağın olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.
Daha Resul (a.s) hayatta iken indirilen vahiy ile din Allah tarafından tamamlanmıştır.
(Mâide-3; En'am-115)
Dolayısıyla Allah Resulü'nden sonra özellikle Emevi ve Abbasilerle başlayan süreçte Şia ve Ehl-i Sünnet'in oluşturduğu hadis ve sünnet algısı tam bir cehalet, ihtilaf, taklit, kaos ve kargaşa ortamına girmiştir.
Şia ve ehl-i sünnet'in hadis ve sünnet konusundaki yanılgılarının temelinde Nebi ile Resul'ün arasındaki bulunan farkları anlamamaları dolayısıyla Allah ve Resulü'nü ayrı ayrı otorite olarak kabul etmeleri yatmaktadır.
Rahmân ve Rahim olan Allah'ın emirlerini bize Resulü bildirmektedir.
Yani vahiy Resulün dilinde hayat bulmaktadır. "Resul'e itaat, Allah'a itaattir"
(Nisa-80)
Ehl-i Sünnet'in önderlerinden olan Şafi'i, Nebi (a.s) ın " Allah'a itaat ile birlikte zikredilen Resul'e itaatin" Nebi'nin kendi düşünce ve tedbiri ile verdiği kararları kapsayıp kapsamadığı sorununu hiç araştırma konusu yapmamıştır.
Eğer "Resul'e itaat" emri onun kendi düşüncesi ile vermiş olduğu kararları da kapsıyor olsaydı, Kur'an'a aykırı düşen bazı kararlarının ardından yüce Allah, Nebi'yi tenkit etmez, ona bu kararlardan dönmesini emretmezdi.
(Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67,68)
Bu çerçevede örnek olarak "Nebi ( a.s) ın Bedir esirleri konusundaki kararı ile müşrik akrabalarına dua ve istiğfarını" vermek mümkündür.
Dolayısıyla Allah ile Resulü'nün arasını ayırmanın lânetlik bir günah olduğunu Kur'an ortaya koymaktadır.
İnsanların Resulü devreden çıkararak Allah'tan emir almaları mümkün değildir.
Resul olmazsa vahiy, din, iman ve İslam diye bir olmazdı.
Muhammed ( a.s) ın Resullük görevi, yalnız Allah'ın inzal ettiği vahyi açık olarak tebliğ etmekse,
(Âli İmran-20; Mâide- 67, 99; Nahl-35, 82; Râd-40)
Resul'e itaat da doğal olarak Allah'ın indirdiği mesaja itaat olacaktır.
Yani Resul (a.s) hiçbir zaman Kur'an'dan bağımsız bir misyona sahip veya ikinci bir otorite asla değildir.
Yüce Allah Resulü'ne vekalet vermemiştir.
(Hud-12; Zümer-62)
Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez.
(Kehf -26; Yusuf-40)
Din adına neyin hak neyin batıl, neyin İslam neyin şirk olduğuna karar verecek tek merci kur'an'dır.
(22. YAZI)
Nebi ile Resul arasında bulunan farkları anlamayan zihin bunalıklığı içinde kalmaya mahkumdur.
Mesala, Nisa süresi'nin 59. ve Ahzab suresi'nin 36. ve benzer âyetleri delil olarak gösteren Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri,
Allah Resulü'nden sonra onun Sünnet'ine (hadislere) uymanın farz olduğunu yani Sünnet'e uymanın Kur'an'a uymak gibi gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Elmalılı Hamdi Yazır da Nur süresi'nin 52. âyetinin tefsirinde Resul'e itaatin "Allah Resul'ünün Sünnet'ine ittiba" olduğunu ileri sürmüştür.
(Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak dini Kur'an dili 5. cilt, 3533)
Aslında Muhammed ( a.s) ın Kur'an'dan bağımsız olarak ikinci bir otorite olduğunu ortaya koyan bu şirk anlayış, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında genel kabul görmüştür.
Özellikle mezhep önderi Şafi'i, fıkıh usulunu, "Hadislere dayanarak din ve hüküm olarak" koyan şahsiyettir.
Şafi'i, şeriatın kaynaklarını, dört temele oturtmuştur.
"Kitap, (Kur'an) Sünnet (hadisler), icma ve kıyas.
Halbuki dinin tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an'dır.
Kur'an'dan başka kaynağın olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet vardır.
Daha Resul (a.s) hayatta iken indirilen vahiy ile din Allah tarafından tamamlanmıştır.
(Mâide-3; En'am-115)
Dolayısıyla Allah Resulü'nden sonra özellikle Emevi ve Abbasilerle başlayan süreçte Şia ve Ehl-i Sünnet'in oluşturduğu hadis ve sünnet algısı tam bir cehalet, ihtilaf, taklit, kaos ve kargaşa ortamına girmiştir.
Şia ve ehl-i sünnet'in hadis ve sünnet konusundaki yanılgılarının temelinde Nebi ile Resul'ün arasındaki bulunan farkları anlamamaları dolayısıyla Allah ve Resulü'nü ayrı ayrı otorite olarak kabul etmeleri yatmaktadır.
Rahmân ve Rahim olan Allah'ın emirlerini bize Resulü bildirmektedir.
Yani vahiy Resulün dilinde hayat bulmaktadır. "Resul'e itaat, Allah'a itaattir"
(Nisa-80)
Ehl-i Sünnet'in önderlerinden olan Şafi'i, Nebi (a.s) ın " Allah'a itaat ile birlikte zikredilen Resul'e itaatin" Nebi'nin kendi düşünce ve tedbiri ile verdiği kararları kapsayıp kapsamadığı sorununu hiç araştırma konusu yapmamıştır.
Eğer "Resul'e itaat" emri onun kendi düşüncesi ile vermiş olduğu kararları da kapsıyor olsaydı, Kur'an'a aykırı düşen bazı kararlarının ardından yüce Allah, Nebi'yi tenkit etmez, ona bu kararlardan dönmesini emretmezdi.
(Tevbe-113; Tahrim-1; Enfal-67,68)
Bu çerçevede örnek olarak "Nebi ( a.s) ın Bedir esirleri konusundaki kararı ile müşrik akrabalarına dua ve istiğfarını" vermek mümkündür.
Dolayısıyla Allah ile Resulü'nün arasını ayırmanın lânetlik bir günah olduğunu Kur'an ortaya koymaktadır.
İnsanların Resulü devreden çıkararak Allah'tan emir almaları mümkün değildir.
Resul olmazsa vahiy, din, iman ve İslam diye bir olmazdı.
Muhammed ( a.s) ın Resullük görevi, yalnız Allah'ın inzal ettiği vahyi açık olarak tebliğ etmekse,
(Âli İmran-20; Mâide- 67, 99; Nahl-35, 82; Râd-40)
Resul'e itaat da doğal olarak Allah'ın indirdiği mesaja itaat olacaktır.
Yani Resul (a.s) hiçbir zaman Kur'an'dan bağımsız bir misyona sahip veya ikinci bir otorite asla değildir.
Yüce Allah Resulü'ne vekalet vermemiştir.
(Hud-12; Zümer-62)
Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez.
(Kehf -26; Yusuf-40)
Din adına neyin hak neyin batıl, neyin İslam neyin şirk olduğuna karar verecek tek merci kur'an'dır.
15 Aralık 2019 Pazar
BİZİ BU TAVİZSİZ İNANCA SÜRÜKLEYEN NEDİR?
"Nice Nebi'ler vardı ki, beraberinde birçok Allah elleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler.
Allah sabredenleri sever.
"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti:
Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı yolunda sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!
Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah muhsinleri sever"
( Âli İmran, 146- 147- 148)
Neden din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağı kabul etmiyoruz?
Neden Şia ve Ehl-i Sünnet mezheplerinin tüm rivayet ve ictihadlarına şiddetle karşı geliyor ve onlara karşı çok ağır dil kullanıyoruz?
Neden yüzlerce, binlerce alimi, müfessiri, muhaddisi olan bu dinlerin batıl ve şirk olduklarını söyleyebiliyoruz?
Yani bizi bu sert ve tavizsiz söyleme ve inanca iten güç nedir?
Halkın büyük çoğunluğunun uyduğu bir dinin şirk ve iftira olduğunu söyleme cesaretini hangi kuvvet sayesinde korkmadan haykırıyoruz.
Halbuki bu yolda her türlü hakaret, işkence ve en sonunda ölüm bile var.
Ashab-ı Kehf'ten, (Kehf-14) Firavun'un sihirbazlarına, (Tâhâ-72/ 73) cesur yürekli mü'minden (Mümin- 28/45) diğer kahraman kişiye (Yasin 20/27)
Kur'an'da anlatılan yüzlerce muvahhid kahramanın hayat hikayesi bunun en önemli delilidir.
Yani Kur'an ehli muvahhidler çok cesur ve ölümden korkmadıkları için mi asırların antik inançlarına karşı geliyorlar.
Din ataları sorgulanamaz birer rab ve ilâh konumuna yükseltilen dinlerin önderlerine ve müctehidlerine karşı koymak ve onlara meydan okumak bu kadar kolay mı?
Hulul inancından dolayı şeyhini ve cemaat liderini Allah ile eşdeğer görenlere karşı amansız bir savaş vermemizin altında yatan gerçek sebeb nedir?
Cehennemden çok korktuğumuz, cennete gitmek istediğimiz için mi?
Saltanatları ve Devletleri bile kendisine boyun eğdiren bir inanca karşı savaşmamızın altında ne yatıyor?
Şöhret peşinde koştuğumuzdan dolayı mıdır ki çoğunluğun iman ettiği devasa bir dini, inkâr ediyoruz?
(Mümtehine-4)
Sultanların ve kralların dinine meydan okumak bu kadar kolay mı?
Bu sorulara karşı belki her arkadaşın zihninde değişik bir cevap mevcuttur.
Bu soruların cevapları çeşitli olabilir.
Fakat benim düşünceme göre uydurma rivayet dinine karşı en önemli mücadele sebebi Kur'an'ın karşı konulamaz itici bir güç olmasından kaynaklanıyor.
Yani fıtratı ve vicdanı temiz olanlar Allah'ın onları hakka yönlendirmesinin önüne geçemiyorlar.
Yüce Allah, Kur'an ahlak ve hakikatinin dünyada bulunan her şeyden daha önemli olduğunu onların vicdanlarına ve irfanlarına sindiriyor.
Yani Allah tarafından indirilen vahyin din ve hüküm olarak yegane kaynak olduğu gerçeğini dünyada bulunan bütün değerlerden daha değerli olduğunu onlara gösteriyor.
Dolayısıyla müminlerde var olan bu gerçeği söyleme zevk ve cesaretin Allah'ın ahlakından kaynaklandığını Kur'an'da görüyoruz.
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler(onları kabul etmede zorlananlar) gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde büyük bir nefretle karşılanır. Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
(Mümin-35)
Âyette bulunan "...gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde büyük bir nefretle karşılanır..."
cümlesi muvahhid müminler için büyük bir onurdur.
Çünkü şirk ve küfre karşı koymak Allah'ın ahlakından kaynaklanıyor.
Bu gerçeği söyleme ahlakı olmasaydı toplum tümden çürümüş olacaktı.
"Nice Nebi'ler vardı ki, beraberinde birçok Allah elleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler.
Allah sabredenleri sever.
"Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti:
Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı yolunda sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!
Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah muhsinleri sever"
( Âli İmran, 146- 147- 148)
Neden din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağı kabul etmiyoruz?
Neden Şia ve Ehl-i Sünnet mezheplerinin tüm rivayet ve ictihadlarına şiddetle karşı geliyor ve onlara karşı çok ağır dil kullanıyoruz?
Neden yüzlerce, binlerce alimi, müfessiri, muhaddisi olan bu dinlerin batıl ve şirk olduklarını söyleyebiliyoruz?
Yani bizi bu sert ve tavizsiz söyleme ve inanca iten güç nedir?
Halkın büyük çoğunluğunun uyduğu bir dinin şirk ve iftira olduğunu söyleme cesaretini hangi kuvvet sayesinde korkmadan haykırıyoruz.
Halbuki bu yolda her türlü hakaret, işkence ve en sonunda ölüm bile var.
Ashab-ı Kehf'ten, (Kehf-14) Firavun'un sihirbazlarına, (Tâhâ-72/ 73) cesur yürekli mü'minden (Mümin- 28/45) diğer kahraman kişiye (Yasin 20/27)
Kur'an'da anlatılan yüzlerce muvahhid kahramanın hayat hikayesi bunun en önemli delilidir.
Yani Kur'an ehli muvahhidler çok cesur ve ölümden korkmadıkları için mi asırların antik inançlarına karşı geliyorlar.
Din ataları sorgulanamaz birer rab ve ilâh konumuna yükseltilen dinlerin önderlerine ve müctehidlerine karşı koymak ve onlara meydan okumak bu kadar kolay mı?
Hulul inancından dolayı şeyhini ve cemaat liderini Allah ile eşdeğer görenlere karşı amansız bir savaş vermemizin altında yatan gerçek sebeb nedir?
Cehennemden çok korktuğumuz, cennete gitmek istediğimiz için mi?
Saltanatları ve Devletleri bile kendisine boyun eğdiren bir inanca karşı savaşmamızın altında ne yatıyor?
Şöhret peşinde koştuğumuzdan dolayı mıdır ki çoğunluğun iman ettiği devasa bir dini, inkâr ediyoruz?
(Mümtehine-4)
Sultanların ve kralların dinine meydan okumak bu kadar kolay mı?
Bu sorulara karşı belki her arkadaşın zihninde değişik bir cevap mevcuttur.
Bu soruların cevapları çeşitli olabilir.
Fakat benim düşünceme göre uydurma rivayet dinine karşı en önemli mücadele sebebi Kur'an'ın karşı konulamaz itici bir güç olmasından kaynaklanıyor.
Yani fıtratı ve vicdanı temiz olanlar Allah'ın onları hakka yönlendirmesinin önüne geçemiyorlar.
Yüce Allah, Kur'an ahlak ve hakikatinin dünyada bulunan her şeyden daha önemli olduğunu onların vicdanlarına ve irfanlarına sindiriyor.
Yani Allah tarafından indirilen vahyin din ve hüküm olarak yegane kaynak olduğu gerçeğini dünyada bulunan bütün değerlerden daha değerli olduğunu onlara gösteriyor.
Dolayısıyla müminlerde var olan bu gerçeği söyleme zevk ve cesaretin Allah'ın ahlakından kaynaklandığını Kur'an'da görüyoruz.
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler(onları kabul etmede zorlananlar) gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde büyük bir nefretle karşılanır. Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
(Mümin-35)
Âyette bulunan "...gerek Allah indinde, gerekse iman edenler indinde büyük bir nefretle karşılanır..."
cümlesi muvahhid müminler için büyük bir onurdur.
Çünkü şirk ve küfre karşı koymak Allah'ın ahlakından kaynaklanıyor.
Bu gerçeği söyleme ahlakı olmasaydı toplum tümden çürümüş olacaktı.
İLHAD NE DEMEKTİR
(4.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehiderinin âyetlerde nasıl ilhad yaptıklarını örneklerle açıklıyoruz.
6-) "...İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu zikri indirdik"
(Nahl- 44)
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyet'e şöyle bir mana vererek ilhad yaptılar.
"İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman (tefsir etmen ve detaylandırman) için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu zikri indirdik"
Yani bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" kelimesine "tefsir etme ve detaylandırma" anlamını vermişlerdir.
Halbuki Kur'an'ın Allah tarafından tasrif, tefsir, tafsil ve tebyin yani açıklandığında dair yüzlerce âyet vardır.
Dolayısıyla bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" tefsir ve detaylandırma değil, okuma, duyurma, ilan etme, tebliğ etme yani gizlemeden açıklama demektir.
Bu manayı anlamak için Âli İmran 187. âyet yeterli olacaktır.
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, " Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir değer ile değiştirdiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü olmuştur"
Âyette bulunan "letübeyyinunnehu linnési velé tektümünehü"
"...Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz..."
cümlesi, "beyan etmenin onu gizlememek" olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla vahiy Allah tarafından çok açık ve detaylandırılmış olarak gelmiştir.
(Hud, 2)
7 -) "...Bugün size dininizi mükemmelleştirdim, üzerinize(tevhid) nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak sadece İslam'a razı oldum..."
( Mâide-3)
Şia âlimleri bu âyette şöyle bir ilhada saplanmıştır.
Onlara göre bu âyet Maide 67. âyet nazil olup Ali'nin imametini ilan ettikten sonra nazil olmuştur.
Yani Şia âlimlerine göre "Mâide süresinin 67. âyeti nazil olup Allah Resulü Ğadir Hum'da Ali'nin imametini ilan edip bütün Müslümanlardan biat aldıktan sonra Mâide 3. âyet dinin tamamlandığını duyurmak için inmiştir.
Dolayısıyla Ali'nin halife ve imam tayin edilmesi yalnız Allah Resulü'nün bir tasarrufu değil, Allah'ın vahiy indirerek tayin etmesi ile olmuştur.
Şia'ya göre Allah Resulü'nden sonra Ali'nin İmam, halife ve emiru'l mü'minin olduğuna inanmayan kimse kafir olur.
Yani Şia'ya göre bu olay itikadi ve imani bir meseledir.
Bundan dolayı Şia Allah Resulü'nün vefatından sonra Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönüp zalim olduklarını iddia ederler.
Şia'nın âlimlerine göre dinden dönmeyen dört sahabi şunlardır.
Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, ve Ammar bin Yasir'dir.
Bir çok olayla bağlantılı olarak, Ashab-ın zalim olduklarına dair kaynaklarında yüzlerce rivayet mevcuttur.
Şia kaynaklarında Ğadir Hum günü ile ilgili binlerce rivayet vardır.
Şia'da Ğadir Hum günü en önemli dini bayramlar arasında yer alır.
(4.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehiderinin âyetlerde nasıl ilhad yaptıklarını örneklerle açıklıyoruz.
6-) "...İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu zikri indirdik"
(Nahl- 44)
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyet'e şöyle bir mana vererek ilhad yaptılar.
"İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman (tefsir etmen ve detaylandırman) için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu zikri indirdik"
Yani bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" kelimesine "tefsir etme ve detaylandırma" anlamını vermişlerdir.
Halbuki Kur'an'ın Allah tarafından tasrif, tefsir, tafsil ve tebyin yani açıklandığında dair yüzlerce âyet vardır.
Dolayısıyla bu âyette bulunan "litübeyyine" "açıklaman" tefsir ve detaylandırma değil, okuma, duyurma, ilan etme, tebliğ etme yani gizlemeden açıklama demektir.
Bu manayı anlamak için Âli İmran 187. âyet yeterli olacaktır.
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, " Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir değer ile değiştirdiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü olmuştur"
Âyette bulunan "letübeyyinunnehu linnési velé tektümünehü"
"...Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz..."
cümlesi, "beyan etmenin onu gizlememek" olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla vahiy Allah tarafından çok açık ve detaylandırılmış olarak gelmiştir.
(Hud, 2)
7 -) "...Bugün size dininizi mükemmelleştirdim, üzerinize(tevhid) nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak sadece İslam'a razı oldum..."
( Mâide-3)
Şia âlimleri bu âyette şöyle bir ilhada saplanmıştır.
Onlara göre bu âyet Maide 67. âyet nazil olup Ali'nin imametini ilan ettikten sonra nazil olmuştur.
Yani Şia âlimlerine göre "Mâide süresinin 67. âyeti nazil olup Allah Resulü Ğadir Hum'da Ali'nin imametini ilan edip bütün Müslümanlardan biat aldıktan sonra Mâide 3. âyet dinin tamamlandığını duyurmak için inmiştir.
Dolayısıyla Ali'nin halife ve imam tayin edilmesi yalnız Allah Resulü'nün bir tasarrufu değil, Allah'ın vahiy indirerek tayin etmesi ile olmuştur.
Şia'ya göre Allah Resulü'nden sonra Ali'nin İmam, halife ve emiru'l mü'minin olduğuna inanmayan kimse kafir olur.
Yani Şia'ya göre bu olay itikadi ve imani bir meseledir.
Bundan dolayı Şia Allah Resulü'nün vefatından sonra Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönüp zalim olduklarını iddia ederler.
Şia'nın âlimlerine göre dinden dönmeyen dört sahabi şunlardır.
Ebu Zer el Gifari, Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, ve Ammar bin Yasir'dir.
Bir çok olayla bağlantılı olarak, Ashab-ın zalim olduklarına dair kaynaklarında yüzlerce rivayet mevcuttur.
Şia kaynaklarında Ğadir Hum günü ile ilgili binlerce rivayet vardır.
Şia'da Ğadir Hum günü en önemli dini bayramlar arasında yer alır.
İLHAD NE DEMEKTİR?
(3.YAZI)
İlk iki yazımızda İlhad kavramının, Allah'ın âyetlerini batıl ve şirk dine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve 3 örnek vermiştik.
4-) "Allah ve melekleri Nebi'ye salât (destek olur, yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât (destek olun, yardım) edin ve tam bir teslimiyetle (sadece Allah'a) teslim olun"
( Ahzap- 56
Bu âyet, Allah ve Meleklerinin Nebi'ye yardım ettiklerini (Muhammed'e değil) ve destek olduklarını anlatırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri "Allah ve meleklerinin Nebi'ye yardım ve desteğini..."
"Muhammed'e salavat çekme" şeklinde tahrif ederek büyük bir cehalete imza attılar.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât (destek olur, yardım) ediyorlar"
( Ahzap- 43)
5 Prof ve 1 doçent tarafından kaleme alınan Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan meal'de bu âyete şöyle bir mana verilmiştir.
"Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin"
( Ahzab- 56)
Nebi'ye yardım ve destek olma nerede? Muhammed'e salavat getirme nerede?
Allah ve melekleri Muhammed'e nasıl salavat getirirler?
Diyanet'in imamları gibi halka olarak mı?
(Hâşâ)
Böyle bir cehalet olacak bir şey midir?
Dolayısıyla Kur'an'da Muhammed'e salavat getirme diye bir şey yoktur.
Hurafe ve yalanın, iftira ve cehaletin en büyüğünün Muhammed'e salavat getirmenin olduğunu söyleyebilirim.
Şia ve Ehli Sünnet dininde Muhammed'e salavat getirme ve kabir azabı kadar absürt bir şey yoktur.
5-) "Onlar sabah akşam o ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini ateşin en çetinine sokun denilecek"
(Mümin- 46)
Kabir hayatı ve kabir azabının olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet olmasına rağmen, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti kabir azabına delil getirerek ilhâda sapmışlardır.
Halbuki bu âyet Hud süresi 98 ve 99 ile Kasas 41 ve 42.âyetler ışığındaki manası şöyledir.
"Onları (Firavun ve ordusu, ailesi) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kiyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kiyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas- 41,42)
"Firavun, kiyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir. Onlar (Firavun ve ordusu, ailesi) burada da, kıyamet gününde de lânete uğtatıldılar. (onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud- 98, 99)
Yani Mümin süresi 46. âyetinde Firavun ve ailesi için söylenen "sabah- akşam ateşe arz olunurlar" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah- akşam uyarması, gönüllerinde olan işkence ve ızdıraptır.
(3.YAZI)
İlk iki yazımızda İlhad kavramının, Allah'ın âyetlerini batıl ve şirk dine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve 3 örnek vermiştik.
4-) "Allah ve melekleri Nebi'ye salât (destek olur, yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât (destek olun, yardım) edin ve tam bir teslimiyetle (sadece Allah'a) teslim olun"
( Ahzap- 56
Bu âyet, Allah ve Meleklerinin Nebi'ye yardım ettiklerini (Muhammed'e değil) ve destek olduklarını anlatırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri "Allah ve meleklerinin Nebi'ye yardım ve desteğini..."
"Muhammed'e salavat çekme" şeklinde tahrif ederek büyük bir cehalete imza attılar.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât (destek olur, yardım) ediyorlar"
( Ahzap- 43)
5 Prof ve 1 doçent tarafından kaleme alınan Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan meal'de bu âyete şöyle bir mana verilmiştir.
"Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin"
( Ahzab- 56)
Nebi'ye yardım ve destek olma nerede? Muhammed'e salavat getirme nerede?
Allah ve melekleri Muhammed'e nasıl salavat getirirler?
Diyanet'in imamları gibi halka olarak mı?
(Hâşâ)
Böyle bir cehalet olacak bir şey midir?
Dolayısıyla Kur'an'da Muhammed'e salavat getirme diye bir şey yoktur.
Hurafe ve yalanın, iftira ve cehaletin en büyüğünün Muhammed'e salavat getirmenin olduğunu söyleyebilirim.
Şia ve Ehli Sünnet dininde Muhammed'e salavat getirme ve kabir azabı kadar absürt bir şey yoktur.
5-) "Onlar sabah akşam o ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini ateşin en çetinine sokun denilecek"
(Mümin- 46)
Kabir hayatı ve kabir azabının olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet olmasına rağmen, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti kabir azabına delil getirerek ilhâda sapmışlardır.
Halbuki bu âyet Hud süresi 98 ve 99 ile Kasas 41 ve 42.âyetler ışığındaki manası şöyledir.
"Onları (Firavun ve ordusu, ailesi) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kiyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kiyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas- 41,42)
"Firavun, kiyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir. Onlar (Firavun ve ordusu, ailesi) burada da, kıyamet gününde de lânete uğtatıldılar. (onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud- 98, 99)
Yani Mümin süresi 46. âyetinde Firavun ve ailesi için söylenen "sabah- akşam ateşe arz olunurlar" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah- akşam uyarması, gönüllerinde olan işkence ve ızdıraptır.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(19. YAZI)
Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.
Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak o da karşı mihneyi başlatmıştır.
Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.
Hadis ehl-i, Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek yasaklamıştır.
Mu'tezile'nin yasaklanması aklı kullanma ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir.
"Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"
(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67)
Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe görmüştür.
"Müslümanlığın Rönesansı olabilecek aklı esas alan bir hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.
Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.
Sanki Kur'an, insana doğru yolu göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır.
( Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s. 71)
Dolayısıyla 861 yılından itibaren İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.
Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan Allah'ın değil, uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.
Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.
Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini çok açık olarak ortaya koymuştur.
Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.
Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece onda aramalarını istemektedir.
(19. YAZI)
Abbasiler döneminde mihne sürecinde halife Me'mun yönetimine karşı kuvvetli bir direniş gösteren Hadisçiler ve rivayet dinin en fanatik adamı Ahmet bin Hanbel cahil halk nazarında büyük bir şöhrete kavuşmuştur.
Aşağı yukarı yirmi yıla yakın süren "mihne süreci"ni hilafet makamına geçen Mütevekkil kaldırmış, ancak o da karşı mihneyi başlatmıştır.
Doğası gereği hadisçilik, Kur'an'a dayalı tefekkür ve sorgulama yapabilen entelektüel bir yaklaşım değil, cehalet ve dedikoduya dayanan gelenekçi bir halk hareketidir.
Hadis ehl-i, Kur'an ehli gibi özgürlüğü bir değer olarak görmediklerinden, yönetime baskı yaparak Mu'tezile'yi sakıncalı ilan ettirerek yasaklamıştır.
Mu'tezile'nin yasaklanması aklı kullanma ve tefekkürün yani Ehl-i Rey'in de yasaklanmasını beraberinde getirmiş, böylece akla değer veren ilim adamları tarihten silinmiştir.
"Mu'tezile âlimleri, aklına ve düşüncesine değer veren müminleri dünya kültürünün en tepesine yerleştiren özgür bir irade oluşturma konusunda büyük bir fırsattı"
(Roger Garaudy, yaşayan İslam, s. 67)
Kur'an cahili hadisçi anlayış bu fırsatı tarihe görmüştür.
"Müslümanlığın Rönesansı olabilecek aklı esas alan bir hareket, hadisçiler tarafından mahkum edilmiştir.
Kur'an'ın gelişinden sonra insanların sürekli bir ahlaki bozulma ve çöküşte olduğu yolundaki hadisler ve bu rivayetlerin Müslüman zihinde kabul görmesi tam bir trajedi meydana getirmiştir.
Sanki Kur'an, insana doğru yolu göstermeye değil, ölülerin ruhlarına okunmak için gönderilmiş, manası olmayan, ulaşılması ve anlaşılması imkansız bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Doğrusu aklı kullanmayı mahkum eden bir zihnin bu durumu görmesi de mümkün olmamaktır.
( Atay, Hüseyin, 'Ehlü'Diraye- Ehlü'r Rivaye" Selefilik, s. 71)
Dolayısıyla 861 yılından itibaren İslam dünyası Kur'an ile birlikte tefekkür ve sorgulamayı tamamen kaybetmiştir.
Artık Müslümanlar Rahmân ve Rahim olan Allah'ın değil, uydurma rivayet dininin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.
Yani hayatlarına yön veren Allah'ın indirdiği vahiy değil, muhaddis ve müctehidlerin rivayet ve içtihatları olmuştur.
Halbuki Kur'an'ı Mübin, dinin Allah'a özel kılınması gerektiğini ve Allah'ın mesajı ile insanlar arasında bir aracı makamın yer almaması gerektiğini çok açık olarak ortaya koymuştur.
Aslında Kur'an âyetleri üzerinde düşünme emri belli bir grup insana ve bir aileye özel olarak verilmiş değildir.
Allah bütün insanlara hitap etmekte aklını kullanan herkesi muhatap almakta ve tüm insanlardan kitabı üzerinde düşünmelerini ve rehberliği sadece onda aramalarını istemektedir.
EHL-İ SÜNNET DİNİNDE MECUSİ MANZARALARI
(MİRAÇ)
(1.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri kutsal ve dokunulmaz kabul ettikleri kaynaklarında bulunan bütün rivayetler yalan olmakla birlikte, Şia âlimleri tarafından inanç haline getirilen "Ğadir Hum" rivayetleri ile "imamet" meselesi, Ehl-i Sünnet kaynaklarında bulunan "İsra" ve "miraç" olayı yalan ve iftiraların boyutlarının sonsuzluğunu gösteriyor.
Uydurma kaynaklarına göre "İsra" ve "miraç" olayı şöyle cereyan ediyor.
"Enes İbni Malik'ten (kutsal kaynaklarına göre Hicretten sonra on yaşında müslüman olmuştur) Resulullah(s.a.v) in şöyle dediği rivayet edilmektedir.
"Bana burak (katırdan küçük ve merkepten büyük, gözlerinin gördüğü en son yere adımlarını atan uzun ve beyaz bir hayvandır) getirildi.
Ben ona bindim ve Küdüs'e vardım. Onu bütün peygamberlerin bineklerini bağladıkları mescit kapısının arkasına bağladım.
Sonra mescide girdim ve iki rekat namaz kıldım.
Mescitten çıktığımda Cibril(a.s) bir bardak içki bir bardak da su getirdi.
Ben sütü içtim. Bunun üzerine Cibril bana, "Sen fıtratı seçtin" dedi..."
Malik İbni Sasaa'nın hadisinde Peygamber (s.a.v) İsra gecesi hakkında ona söyle söylemiştir.
"Ben Harim'de ( Rükun ile Makam arasında, Râvi diyor ki: "Hicr de demiş olabilir) uzanmış olduğum bir sırada, bana Cibril geldi.
Göğsümü yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra içi imanla dolu olan altından bir kap getirildi. Kalbim yıkandıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruldu.
Daha sonra eski haline getirildi. Sonra katırdan küçük ve merkepten büyük beyaz bir binek (Burak) getirildi. Ben onun üzerine bindirildim. Cebrail'in refakatinde dünya semasına yükseldim. Cibril gök kapısının açılmasını istedi.
(Bekçi melek tarafından)
"Kim o ? denildi.
O da:
"Cebrail'im" dedi.
"Yanındaki kimdir?"
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur!" dedi ve gök kapısını açtı.
Ben birinci semaya varınca orada Adem ile karşılaştım.
Cibril bana: "Bu senin baban Âdem'dir, ona selam ver" dedi.
Ben de ona selam verdim. Âdem selamımı aldı ve: Merhaba salih oğluma ve salih peygambere" dedi. Sonra Cibril benimle beraber yukarı semaya geldi. Onun kapısını da çaldı.
"Kim o?" denildi. "Cebrail'im" dedi.
"Yanındaki kimdir?"
Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet, gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen gök kapısı açıldı.
Ben ikinci semaya varınca, orada Yahya ve İsa peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: "Bu gördüklerin Yahya ve İsa'dır. Bunlara selam ver" dedi.
Ben de onlara selam verdim. Onlar da selamımı aldılar ve: "Merhaba hayırlı kardeşe, salih peygambere" dediler. Sonra Cebrail benimle üçüncü semaya yükseldi. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir?"
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen hök kapısı açıldı.
Ben üçüncü semaya varınca Yusuf Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana:
"Bu gördüğün Yusuf'tur ona selam ver" dedi. Nen de selam verdim. O da selamımı aldı ve "Merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi. Sonra Cibril benimle yükseldi ve dördüncü göğe vardı. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir?
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen gök kapısı açıldı. Ben dördüncü semaya varınca İdris Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: Bu gördüğü İdris'tir, ona selam ver" dedi. Ben de ona selam verdim. O da selamımı aldı ve "Merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi.
Sonra Cibril benimle yükseldi ve beşinci semaya vardı. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir"
"Muhammed'dir"
" Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelir zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve gök kapısı açıldı.
Ben beşinci semaya varınca Harun Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: Bu Harun'dur, ona selam ver" dedi. Ben de ona selam verdim. O da selamımı aldı ve merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi.
(MİRAÇ)
(1.YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri kutsal ve dokunulmaz kabul ettikleri kaynaklarında bulunan bütün rivayetler yalan olmakla birlikte, Şia âlimleri tarafından inanç haline getirilen "Ğadir Hum" rivayetleri ile "imamet" meselesi, Ehl-i Sünnet kaynaklarında bulunan "İsra" ve "miraç" olayı yalan ve iftiraların boyutlarının sonsuzluğunu gösteriyor.
Uydurma kaynaklarına göre "İsra" ve "miraç" olayı şöyle cereyan ediyor.
"Enes İbni Malik'ten (kutsal kaynaklarına göre Hicretten sonra on yaşında müslüman olmuştur) Resulullah(s.a.v) in şöyle dediği rivayet edilmektedir.
"Bana burak (katırdan küçük ve merkepten büyük, gözlerinin gördüğü en son yere adımlarını atan uzun ve beyaz bir hayvandır) getirildi.
Ben ona bindim ve Küdüs'e vardım. Onu bütün peygamberlerin bineklerini bağladıkları mescit kapısının arkasına bağladım.
Sonra mescide girdim ve iki rekat namaz kıldım.
Mescitten çıktığımda Cibril(a.s) bir bardak içki bir bardak da su getirdi.
Ben sütü içtim. Bunun üzerine Cibril bana, "Sen fıtratı seçtin" dedi..."
Malik İbni Sasaa'nın hadisinde Peygamber (s.a.v) İsra gecesi hakkında ona söyle söylemiştir.
"Ben Harim'de ( Rükun ile Makam arasında, Râvi diyor ki: "Hicr de demiş olabilir) uzanmış olduğum bir sırada, bana Cibril geldi.
Göğsümü yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra içi imanla dolu olan altından bir kap getirildi. Kalbim yıkandıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruldu.
Daha sonra eski haline getirildi. Sonra katırdan küçük ve merkepten büyük beyaz bir binek (Burak) getirildi. Ben onun üzerine bindirildim. Cebrail'in refakatinde dünya semasına yükseldim. Cibril gök kapısının açılmasını istedi.
(Bekçi melek tarafından)
"Kim o ? denildi.
O da:
"Cebrail'im" dedi.
"Yanındaki kimdir?"
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur!" dedi ve gök kapısını açtı.
Ben birinci semaya varınca orada Adem ile karşılaştım.
Cibril bana: "Bu senin baban Âdem'dir, ona selam ver" dedi.
Ben de ona selam verdim. Âdem selamımı aldı ve: Merhaba salih oğluma ve salih peygambere" dedi. Sonra Cibril benimle beraber yukarı semaya geldi. Onun kapısını da çaldı.
"Kim o?" denildi. "Cebrail'im" dedi.
"Yanındaki kimdir?"
Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet, gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen gök kapısı açıldı.
Ben ikinci semaya varınca, orada Yahya ve İsa peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: "Bu gördüklerin Yahya ve İsa'dır. Bunlara selam ver" dedi.
Ben de onlara selam verdim. Onlar da selamımı aldılar ve: "Merhaba hayırlı kardeşe, salih peygambere" dediler. Sonra Cebrail benimle üçüncü semaya yükseldi. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir?"
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen hök kapısı açıldı.
Ben üçüncü semaya varınca Yusuf Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana:
"Bu gördüğün Yusuf'tur ona selam ver" dedi. Nen de selam verdim. O da selamımı aldı ve "Merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi. Sonra Cibril benimle yükseldi ve dördüncü göğe vardı. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir?
"Muhammed'dir"
"Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelen zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve hemen gök kapısı açıldı. Ben dördüncü semaya varınca İdris Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: Bu gördüğü İdris'tir, ona selam ver" dedi. Ben de ona selam verdim. O da selamımı aldı ve "Merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi.
Sonra Cibril benimle yükseldi ve beşinci semaya vardı. Onun da kapısını çaldı.
"Kim o?" denildi.
"Ben Cebrail'im"
"Yanındaki kimdir"
"Muhammed'dir"
" Ona vahiy gönderilmiş mi?"
"Evet gönderilmiştir"
"Merhaba gelir zata... Bu gelen kişi ne güzel yolcudur" denildi ve gök kapısı açıldı.
Ben beşinci semaya varınca Harun Peygamber ile karşılaştım.
Cibril bana: Bu Harun'dur, ona selam ver" dedi. Ben de ona selam verdim. O da selamımı aldı ve merhaba salih kardeşe ve salih peygambere" dedi.
KUR'AN'IN DOĞRU ANLAŞILMASI MI, YAŞANMASI MI?
Kur'an'ın yaşanması önemli olmakla beraber mesajının insanlara doğru olarak aktarılması daha önemli bir görevdir.
Kur'an'ın herhangi bir âyetinden çıkardığımız doğru bilgi ve sağlam bir ilke o âyetin bireysel olarak yaşanmasından daha öncelikli bir öneme sahiptir.
Çünkü inanç ve amellerin sağlam bilgi yani Allah'tan indirilen vahiy üzerine inşa edilmeleri şarttır.
Doğru ve sağlam bilgi üzerine inşa edilmeyen inanç ve ahlak insanlara acı ve ızdıraptan başka bir şey getirmeyecektir.
Ayrıca ilim ve ilkeler tarihi aşar; uygulama ve yaşantı ise yerel ve tarihsel kalmaya mahkum olur.
Yani İnsanların sahip oldukları kaynaklar kesin delil olan Allah'ın kitabına dayanmak zorundadır.
Bilgi çağları aşarak her zaman ve zeminde kendisine manevra alanı bulur.
On dört asırdan beri insanların başına musallat edilen cehalet ve taklit, yalan ve iftira, kaos ve kargaşa, karanlık ve zulüm kalitesiz bilgi ve o bilgiye dayanan inanç ve ahlaktan kaynaklanmaktadır.
Evet Kur'an'ın yaşanması ve hayata aktarılması önemli olmakla beraber hiçbir zaman ilminin doğru olarak tebliğ edilmesinin değerine ulaşamaz.
Çünkü sağlam ve sahih bir ilim olmayınca güzel ahlak, müstakim bir hayat ve değerli bir amel de olmayacaktır.
Yani insanların inanç, ahlak ve amellerinin Allah katında geçerli olmasının en önemli şartı doğru bir ilme ve sahih bir kaynağa dayanmasıdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah Kur'an'ın bireysel olarak uygulamasından daha çok ilmine tâbi olunmasını istemiştir.
Yani üzerinde ısrarla durarak din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynakların olmadığını ortaya olmuştur.
Kur'an yaşantı ve uygulamadan daha çok doğru bilgi ve sahih kaynağa gönderme yapmaktadır.
Allah'ın elçileri bile kavimlerini salih amel ve ibadetlerden önce Allah'tan başka veya O'nunla beraber evliya ve İlâhlara kulluk yapmamalarını emretmektedir.
Dolayısıyla din ve hüküm olarak vahiy'den başka bir kaynağa iman etmemek, yani dini Allah'a özel kılmak bütün amellerin üzerinde bir fazilete sahiptir.
Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kaynaklara iman etmek, özellikle Emevi- Abbasi hadislerini din ve hüküm olarak benimsemek tüm emek ve amellerin iptal edilmesine sebep olacaktır.
Dolayısıyla insanların din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak yalnız Kur'an'a tâbi olmalarını öğütlerken, onların
"Namazları nasıl kılacağız?
Haccı nasıl yapacağız?
gibi sorular sormaları Kur'an'sızlığın ve karanlık bir cehaletin eseridir.
Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kaynak kabul etmemek, güzel ahlaka sahip olmak ve öğüt olarak sadece Kur'an'a dayanmak toplumun üzerinde Allah'ın rahmetinin tecelli etmesine sebep olacaktır.
Ameli olarak Kur'an'ı yaşama ve salih ameller bu ilkelerden daha sonra gelir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, Kur'an'ın sistemi yani ilmi ve hikmeti doğru olarak hayata yansımadıkça hanif İslam inancı, güzel ahlak yaşanmış olmayacaktır.
Yaşam ve uygulama doğru bilgi ve inanç ile ilgili bir durumdur.
Sonuç olarak:
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, cemaat ve tarikatların, dernek ve vakıfların inanç ve fikirleri Kur'an'ın ilim ve hikmetine aykırı olduğu için ibadet ve amelleri Allah'ın indinde geçersizdir.
Kur'an ilminden başka ilimlerin peşinde koşmak insanı müslüman değil, sadece zalim ve müşrik yapar.
Kur'an'ın yaşanması önemli olmakla beraber mesajının insanlara doğru olarak aktarılması daha önemli bir görevdir.
Kur'an'ın herhangi bir âyetinden çıkardığımız doğru bilgi ve sağlam bir ilke o âyetin bireysel olarak yaşanmasından daha öncelikli bir öneme sahiptir.
Çünkü inanç ve amellerin sağlam bilgi yani Allah'tan indirilen vahiy üzerine inşa edilmeleri şarttır.
Doğru ve sağlam bilgi üzerine inşa edilmeyen inanç ve ahlak insanlara acı ve ızdıraptan başka bir şey getirmeyecektir.
Ayrıca ilim ve ilkeler tarihi aşar; uygulama ve yaşantı ise yerel ve tarihsel kalmaya mahkum olur.
Yani İnsanların sahip oldukları kaynaklar kesin delil olan Allah'ın kitabına dayanmak zorundadır.
Bilgi çağları aşarak her zaman ve zeminde kendisine manevra alanı bulur.
On dört asırdan beri insanların başına musallat edilen cehalet ve taklit, yalan ve iftira, kaos ve kargaşa, karanlık ve zulüm kalitesiz bilgi ve o bilgiye dayanan inanç ve ahlaktan kaynaklanmaktadır.
Evet Kur'an'ın yaşanması ve hayata aktarılması önemli olmakla beraber hiçbir zaman ilminin doğru olarak tebliğ edilmesinin değerine ulaşamaz.
Çünkü sağlam ve sahih bir ilim olmayınca güzel ahlak, müstakim bir hayat ve değerli bir amel de olmayacaktır.
Yani insanların inanç, ahlak ve amellerinin Allah katında geçerli olmasının en önemli şartı doğru bir ilme ve sahih bir kaynağa dayanmasıdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah Kur'an'ın bireysel olarak uygulamasından daha çok ilmine tâbi olunmasını istemiştir.
Yani üzerinde ısrarla durarak din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynakların olmadığını ortaya olmuştur.
Kur'an yaşantı ve uygulamadan daha çok doğru bilgi ve sahih kaynağa gönderme yapmaktadır.
Allah'ın elçileri bile kavimlerini salih amel ve ibadetlerden önce Allah'tan başka veya O'nunla beraber evliya ve İlâhlara kulluk yapmamalarını emretmektedir.
Dolayısıyla din ve hüküm olarak vahiy'den başka bir kaynağa iman etmemek, yani dini Allah'a özel kılmak bütün amellerin üzerinde bir fazilete sahiptir.
Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kaynaklara iman etmek, özellikle Emevi- Abbasi hadislerini din ve hüküm olarak benimsemek tüm emek ve amellerin iptal edilmesine sebep olacaktır.
Dolayısıyla insanların din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak yalnız Kur'an'a tâbi olmalarını öğütlerken, onların
"Namazları nasıl kılacağız?
Haccı nasıl yapacağız?
gibi sorular sormaları Kur'an'sızlığın ve karanlık bir cehaletin eseridir.
Din ve hüküm olarak Kuran'dan başka kaynak kabul etmemek, güzel ahlaka sahip olmak ve öğüt olarak sadece Kur'an'a dayanmak toplumun üzerinde Allah'ın rahmetinin tecelli etmesine sebep olacaktır.
Ameli olarak Kur'an'ı yaşama ve salih ameller bu ilkelerden daha sonra gelir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, Kur'an'ın sistemi yani ilmi ve hikmeti doğru olarak hayata yansımadıkça hanif İslam inancı, güzel ahlak yaşanmış olmayacaktır.
Yaşam ve uygulama doğru bilgi ve inanç ile ilgili bir durumdur.
Sonuç olarak:
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, cemaat ve tarikatların, dernek ve vakıfların inanç ve fikirleri Kur'an'ın ilim ve hikmetine aykırı olduğu için ibadet ve amelleri Allah'ın indinde geçersizdir.
Kur'an ilminden başka ilimlerin peşinde koşmak insanı müslüman değil, sadece zalim ve müşrik yapar.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER.
(20. YAZI)
Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.
Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir.
Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.
Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı hedef tahtasına oturtmuştur.
Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların önüne geçmiştir.
Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara tâbi olma almıştır.
Maalesef bu Kur'an'sız din ve zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğuna hakimdir.
Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resulün mirası olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.
Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tâbi olduğu şey vahiy'den başka bir şey değildi.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış, Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.
Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil, muhatabı, araştırıcısı ve belirleyicisidir.
Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın değer olduğu, aklı kullanmaya ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir.
Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almamışlardır.
Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır.
Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma rivayetler almıştır.
Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir hakimiyete sahiptir.
İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan tutarsızlıkların sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin anlaşılamayacağı, sünnetin ( hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.
(20. YAZI)
Allah Resulü, tâbiin ve tabe-i tâbiin döneminde İslam dininin tek kaynağı Allah'ın kitabı iken mezheplerin kurumsallaşması ile dine ikinci bir kaynak daha eklenmiştir.
Arkasından hiç bir zaman gerçekleşmeyen sözde icma ve daha sonra da kiyas dinin delilleri olarak belirlenmiştir.
Abbasi halifeleri Mütevekkil, Mu'taz, Mehdi ve Kadirbillâh dönemlerinde hadisçiler dini düşüncenin oluşturulmasında sorgulanamayan tek egemen güç haline geldiler.
Karşı mihne sürecinde Mu'tezile, bir düşünce ekolü olarak sindirildikten sonra da hadis ehl-i, Mu'tezile'nin dini anlamada öne çıkardığı aklı hedef tahtasına oturtmuştur.
Hadisçiliğin oluşturduğu doğru din ve doğru kaynak algısı Kur'an'ın ortaya koyduğu algıların önüne geçmiştir.
Dolayısıyla Müslüman zihinde rivayet inanç ve ahlakının öne çıkarılmasıyla da Allah tarafından indirilen vahiy yerine sünnet adı altında uydurma hadislere ve hadislerin üzerine inşa edilen ictihadlara tâbi olma almıştır.
Maalesef bu Kur'an'sız din ve zihinsel körlük bugün de ümmi halkın büyük çoğunluğuna hakimdir.
Dolayısıyla İslam dininin tek kaynağı, ilâhi rahmet ve hidayetinin yegane eseri ve Resulün mirası olan Kur'an beşeri hezeyanların yanına layık görülmüştür.
Halbuki bütün Resuller gibi Nübüvvet'e bağlı son Resulü'n de tâbi olduğu şey vahiy'den başka bir şey değildi.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri yalnız Kur'an'ın dindeki konumunu parçalamakla kalmamış, Kur'an'ın muhatabı ve Yüce Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimet olan aklı da en önemli tehlike ve tehdit olarak almışlardır.
Aslında Allah'ın mesajı açısından akıl vahyin uydusu değil, muhatabı, araştırıcısı ve belirleyicisidir.
Yani vahiy dosdoğru bir yol iken, akıl o yolu bulmaya çalışan bir ışıktır.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet'in rivayet dininde Kur'an'sız ve tefekkürsüz imanın değer olduğu, aklı kullanmaya ihtiyaç kalmadığı algısı yerleşmiştir.
Yüce Allah'ın Kur'an'da Yahudi ve Hristiyan din adamlarına yaptığı uyarıları, Şia ve Ehli Sünnet âlimleri kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi dikkate almamışlardır.
Mezhep kaynaklarında Kur'an'ın dindeki konumu görmezlikten gelinmiş, dinde kaynak krizinin yolu kiyamet gününe kadar kapanmayacak şekilde açılmıştır.
Artık Allah'ın son mesajının yerini uydurma rivayetler almıştır.
Bu inanç ve ahlak bugün de Şia ve Ehli Sünnet dinlerinde karşı konulamaz bir hakimiyete sahiptir.
İndirilen vahyin yanına vahye eşdeğer bir kaynağın ilave edilmesi ile ilâhi mesaj ve beşeri kaynaklar arasında var olan tutarsızlıkların sorgulanması bir yana, hadis ve sünnet olmadan âyetlerin anlaşılamayacağı, sünnetin ( hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) ve hatta sünnetin Kur'an'ı neshedeceğine dair inançlar her tarafı sarmıştır.
4 Aralık 2019 Çarşamba
NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL EDER.
(3.YAZI)
Nebi'nin tarihselliği Resül'ün ise evrenselliği temsil ettiğini tam olarak anlayabilmek için Kur'an'da var olan Nebi kavramları üzerinde durmak gerekiyor.
İnşallah daha sonra "Resul'ün evrenselliği" ile ilgili yazılarımız gelecektir.
Sorunları çözme ve müracaat edilecek merci Nebi değil, âyetlerde her zaman Resul olarak gösterilir.
Âyetlerde Nebi'ye değil, Resule davet vardır. (Maide- 104)
Çünkü son Nebi vefat etmiştir.
Nebi'nin hayatı yani makam ve mertebesi tarihselliği temsil ediyor.
Fakat Kur'an, "Resul" misyonuyla kıyamet gününe kadar baki kalacaktır.
Bu önemli konuyu anlamayı bize bahşeden yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun.
Her ümmet için bir Resul varken, her ümmet için bir Nebi yoktur.
(Yunus-47)
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resul'e karşı çıkar ve (vahyi tek kaynak kabul eden) müminlerin yolundan başka bir yola saparsa, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; orası ne kötü bir yerdir"
( Nisa- 115)
İlk iki yazımızda Nebi kavramı ile ilgili Ahzab 28- 53- 56- 59; Enfal 67- 117; Tevbe 61-113; Hücurat 1-2; Âli İmran 67- 68- 69- 161; Maide- 81 ve Tahrim 3. âyetini ele almıştık.
Şimdi içinde Nebi kavramı bulunan diğer âyetlere bakalım.
"Ey Nebi! Allah, sana ve sana uyan müminlere yeter. Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa; iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi bulunursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur"
(Enfal, 64-65)
"Ey Nebi!..." diye başlayan yukarıdaki iki âyet, savaşla ilgili nazil olmuştur.
Yani tamamen Nebi (a.s) ın yaşadığı zamanı ilgilendirmektedir.
Müminlerin savaşa teşvik edilmesiyle ilgili olarak Nebi lafzının kullanılmasının sebebi şudur.
Vahiy haricinde Nebi kendine ait sözlerle orduyu harekete geçirip, ilgili savaşın ne kadar önemli ve hayati bir değere sahip olduğunu anlatacaktır.
Yani ordunun komutanı sözünün gücü ile otoritesini ortaya koyacak, ordunun savaş kabiliyetine stratejik ve psikolojik katkıda bulunacaktır.
Çünkü savaşta komutanın taktik ve cesareti çok önemlidir.
İşte bu yüzden tarihsel oldukları için âyetlerde "Ey Resul! değil, "Ey Nebi!..."diye hitap edilmektedir.
Zaten bu iki âyetten önceki âyetin meali şöyledir.
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen (Ey Nebi!) yeryüzünde bulunan her şeyi infak etseydin, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, yegane hikmet sahibidir"
(Enfal- 63)
Nebi (a.s) ın vefatından sonra özellikle Emevilerle başlayan süreçte indirilen tevhid dejenere edildiği yani Kur'an bir kenara atılıp din rivayetlerin üzerine inşa edildiği için artık islâmi bir fetihten ve kutsal bir cihattan bahsetmek mümkün değildir.
Savaşın farz kılınması savunma amaçlı ve zulme engel olmak içindir.
(Hac- 39)
Yoksa Kur'an dininin ve ahlakının olmadığı bir dünyada Allah yolunda savaş ve cihattan söz edilemez.
Dolayısıyla "Ey Nebi!..." diye başlayan âyetlerin hepsi tarihseldir.
Sadece Nebi (a.s) ın yaşadığı Medine dönemini ilgilendirir.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri, üzerine dinlerini inşa ettikleri tüm rivayet ve içtihatlarını yani bağlandıkları mezheplerini terk edip Kur'an'a dönmedikçe düşmanlarıyla yaptıkları hiçbir savaş islami olmayacaktır.
Onların savaşları Allah'ı, Resulünü ve hanif İslam dinini ilgilendirmemektedir.
Çünkü din Allah'a özel kılınmayınca yani din ve hüküm olarak Kur'an tek kaynak olarak kabul edilmeyince hiçbir fiil ve amel geçerli olmayacaktır.
Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet'in Yahudi ve Hristiyanlarla olan savaşları kutsal değil, kendilerini savunma, mezhep taassubu, menfaat ve ekonomik çıkarlarla alakalıdır.
İşte bundan dolayı mezhebi savaşlarında Allah'ı ve İslam dinini kullanmaları doğru bir hareket olmamıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri dinlerini rivayetlerin üzerine inşa ettikleri için Yahudi ve Hiristiyanlardan bir farkları kalmamıştır.
(3.YAZI)
Nebi'nin tarihselliği Resül'ün ise evrenselliği temsil ettiğini tam olarak anlayabilmek için Kur'an'da var olan Nebi kavramları üzerinde durmak gerekiyor.
İnşallah daha sonra "Resul'ün evrenselliği" ile ilgili yazılarımız gelecektir.
Sorunları çözme ve müracaat edilecek merci Nebi değil, âyetlerde her zaman Resul olarak gösterilir.
Âyetlerde Nebi'ye değil, Resule davet vardır. (Maide- 104)
Çünkü son Nebi vefat etmiştir.
Nebi'nin hayatı yani makam ve mertebesi tarihselliği temsil ediyor.
Fakat Kur'an, "Resul" misyonuyla kıyamet gününe kadar baki kalacaktır.
Bu önemli konuyu anlamayı bize bahşeden yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun.
Her ümmet için bir Resul varken, her ümmet için bir Nebi yoktur.
(Yunus-47)
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Resul'e karşı çıkar ve (vahyi tek kaynak kabul eden) müminlerin yolundan başka bir yola saparsa, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; orası ne kötü bir yerdir"
( Nisa- 115)
İlk iki yazımızda Nebi kavramı ile ilgili Ahzab 28- 53- 56- 59; Enfal 67- 117; Tevbe 61-113; Hücurat 1-2; Âli İmran 67- 68- 69- 161; Maide- 81 ve Tahrim 3. âyetini ele almıştık.
Şimdi içinde Nebi kavramı bulunan diğer âyetlere bakalım.
"Ey Nebi! Allah, sana ve sana uyan müminlere yeter. Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa; iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi bulunursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur"
(Enfal, 64-65)
"Ey Nebi!..." diye başlayan yukarıdaki iki âyet, savaşla ilgili nazil olmuştur.
Yani tamamen Nebi (a.s) ın yaşadığı zamanı ilgilendirmektedir.
Müminlerin savaşa teşvik edilmesiyle ilgili olarak Nebi lafzının kullanılmasının sebebi şudur.
Vahiy haricinde Nebi kendine ait sözlerle orduyu harekete geçirip, ilgili savaşın ne kadar önemli ve hayati bir değere sahip olduğunu anlatacaktır.
Yani ordunun komutanı sözünün gücü ile otoritesini ortaya koyacak, ordunun savaş kabiliyetine stratejik ve psikolojik katkıda bulunacaktır.
Çünkü savaşta komutanın taktik ve cesareti çok önemlidir.
İşte bu yüzden tarihsel oldukları için âyetlerde "Ey Resul! değil, "Ey Nebi!..."diye hitap edilmektedir.
Zaten bu iki âyetten önceki âyetin meali şöyledir.
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen (Ey Nebi!) yeryüzünde bulunan her şeyi infak etseydin, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, yegane hikmet sahibidir"
(Enfal- 63)
Nebi (a.s) ın vefatından sonra özellikle Emevilerle başlayan süreçte indirilen tevhid dejenere edildiği yani Kur'an bir kenara atılıp din rivayetlerin üzerine inşa edildiği için artık islâmi bir fetihten ve kutsal bir cihattan bahsetmek mümkün değildir.
Savaşın farz kılınması savunma amaçlı ve zulme engel olmak içindir.
(Hac- 39)
Yoksa Kur'an dininin ve ahlakının olmadığı bir dünyada Allah yolunda savaş ve cihattan söz edilemez.
Dolayısıyla "Ey Nebi!..." diye başlayan âyetlerin hepsi tarihseldir.
Sadece Nebi (a.s) ın yaşadığı Medine dönemini ilgilendirir.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri, üzerine dinlerini inşa ettikleri tüm rivayet ve içtihatlarını yani bağlandıkları mezheplerini terk edip Kur'an'a dönmedikçe düşmanlarıyla yaptıkları hiçbir savaş islami olmayacaktır.
Onların savaşları Allah'ı, Resulünü ve hanif İslam dinini ilgilendirmemektedir.
Çünkü din Allah'a özel kılınmayınca yani din ve hüküm olarak Kur'an tek kaynak olarak kabul edilmeyince hiçbir fiil ve amel geçerli olmayacaktır.
Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet'in Yahudi ve Hristiyanlarla olan savaşları kutsal değil, kendilerini savunma, mezhep taassubu, menfaat ve ekonomik çıkarlarla alakalıdır.
İşte bundan dolayı mezhebi savaşlarında Allah'ı ve İslam dinini kullanmaları doğru bir hareket olmamıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri dinlerini rivayetlerin üzerine inşa ettikleri için Yahudi ve Hiristiyanlardan bir farkları kalmamıştır.
İLHAD NE DEMEKTİR?
(3.YAZI)
İlk iki yazımızda İlhad kavramının, Allah'ın âyetlerini batıl ve şirk dine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve 3 örnek vermiştik.
4-) "Allah ve melekleri Nebi'ye salât (destek olur, yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât (destek olun, yardım) edin ve tam bir teslimiyetle (sadece Allah'a) teslim olun"
( Ahzap- 56
Bu âyet, Allah ve Meleklerinin Nebi'ye yardım ettiklerini (Muhammed'e değil) ve destek olduklarını anlatırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri "Allah ve meleklerinin Nebi'ye yardım ve desteğini..."
"Muhammed'e salavat çekme" şeklinde tahrif ederek büyük bir cehalete imza attılar.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât (destek olur, yardım) ediyorlar"
( Ahzap- 43)
5 Prof ve 1 doçent tarafından kaleme alınan Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan meal'de bu âyete şöyle bir mana verilmiştir.
"Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin"
( Ahzab- 56)
Nebi'ye yardım ve destek olma nerede? Muhammed'e salavat getirme nerede?
Allah ve melekleri Muhammed'e nasıl salavat getirirler?
Diyanet'in imamları gibi halka olarak mı?
(Hâşâ)
Böyle bir cehalet olacak bir şey midir?
Dolayısıyla Kur'an'da Muhammed'e salavat getirme diye bir şey yoktur.
Hurafe ve yalanın, iftira ve cehaletin en büyüğünün Muhammed'e salavat getirmenin olduğunu söyleyebilirim.
Şia ve Ehli Sünnet dininde Muhammed'e salavat getirme ve kabir azabı kadar absürt bir şey yoktur.
5-) "Onlar sabah akşam o ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini ateşin en çetinine sokun denilecek"
(Mümin- 46)
Kabir hayatı ve kabir azabının olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet olmasına rağmen, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti kabir azabına delil getirerek ilhâda sapmışlardır.
Halbuki bu âyet Hud süresi 98 ve 99 ile Kasas 41 ve 42.âyetler ışığındaki manası şöyledir.
"Onları (Firavun ve ordusu, ailesi) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kiyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kiyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas- 41,42)
"Firavun, kiyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir. Onlar (Firavun ve ordusu, ailesi) burada da, kıyamet gününde de lânete uğtatıldılar. (onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud- 98, 99)
Yani Mümin süresi 46. âyetinde Firavun ve ailesi için söylenen "sabah- akşam ateşe arz olunurlar" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah- akşam uyarması, gönüllerinde olan işkence ve ızdıraptır.
(3.YAZI)
İlk iki yazımızda İlhad kavramının, Allah'ın âyetlerini batıl ve şirk dine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve 3 örnek vermiştik.
4-) "Allah ve melekleri Nebi'ye salât (destek olur, yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât (destek olun, yardım) edin ve tam bir teslimiyetle (sadece Allah'a) teslim olun"
( Ahzap- 56
Bu âyet, Allah ve Meleklerinin Nebi'ye yardım ettiklerini (Muhammed'e değil) ve destek olduklarını anlatırken, Şia ve Ehl-i Sünnet'in muhaddis ve müctehidleri "Allah ve meleklerinin Nebi'ye yardım ve desteğini..."
"Muhammed'e salavat çekme" şeklinde tahrif ederek büyük bir cehalete imza attılar.
Halbuki "Allah ve melekleri sadece Nebi'ye değil, müminlere de salât (destek olur, yardım) ediyorlar"
( Ahzap- 43)
5 Prof ve 1 doçent tarafından kaleme alınan Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan meal'de bu âyete şöyle bir mana verilmiştir.
"Allah ve melekleri, Peygambere çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin"
( Ahzab- 56)
Nebi'ye yardım ve destek olma nerede? Muhammed'e salavat getirme nerede?
Allah ve melekleri Muhammed'e nasıl salavat getirirler?
Diyanet'in imamları gibi halka olarak mı?
(Hâşâ)
Böyle bir cehalet olacak bir şey midir?
Dolayısıyla Kur'an'da Muhammed'e salavat getirme diye bir şey yoktur.
Hurafe ve yalanın, iftira ve cehaletin en büyüğünün Muhammed'e salavat getirmenin olduğunu söyleyebilirim.
Şia ve Ehli Sünnet dininde Muhammed'e salavat getirme ve kabir azabı kadar absürt bir şey yoktur.
5-) "Onlar sabah akşam o ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini ateşin en çetinine sokun denilecek"
(Mümin- 46)
Kabir hayatı ve kabir azabının olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet olmasına rağmen, Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti kabir azabına delil getirerek ilhâda sapmışlardır.
Halbuki bu âyet Hud süresi 98 ve 99 ile Kasas 41 ve 42.âyetler ışığındaki manası şöyledir.
"Onları (Firavun ve ordusu, ailesi) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kiyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kiyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas- 41,42)
"Firavun, kiyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir. Onlar (Firavun ve ordusu, ailesi) burada da, kıyamet gününde de lânete uğtatıldılar. (onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud- 98, 99)
Yani Mümin süresi 46. âyetinde Firavun ve ailesi için söylenen "sabah- akşam ateşe arz olunurlar" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah- akşam uyarması, gönüllerinde olan işkence ve ızdıraptır.
30 Kasım 2019 Cumartesi
KABİR AZABI VAR MI?
(1.YAZI)
Kur'an'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir.
Kur'an'a göre dünya hayatında cezalandırma ve kıyametin kopmasından sonra sadece cehennem azabı vardır.
Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz.
"Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"
(Râd- 34)
"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"
( Fussilet- 16)
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"
(Kalem- 33(
"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi..."
( Zümer- 71)
"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"
(Mülk- 8)
Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi.
Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir.
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"
( Casiye- 27, 28)
Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil, "kıyametin kopacağı gün" hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.
Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
( Mutaffifin, 4-5-6)
Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik, cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve azap diye bir şey mevcut değildir.
Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.
(Teğabun- 7)
Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir.
Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur.
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir"
( Mücadele-7)
Yukarıdaki âyette hesap ve azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur.
Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir..."
buyrulmaktadır.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde Yüce Allah insanları sadece ve sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.
Bu konuda âyetlerin gösterdiği önemli bir gerçek de "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"
(Rum- 55)
Eğer kabir azabı olsaydı zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır.
Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56. âyeti bunu ortaya koymaktadır
Hiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır.
Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır.
Hatta ben şunu iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir.
Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım.
"Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"
( Müminün- 15,16 )
Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez.
"...Sonunda Allah' da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü.
Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."
(Nahl, 26-27)
Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra kiyamet gününe geçiş yapılmıştır.
"Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"
( Yunus- 45)
Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür.
"Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün..."
"İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"
(Hud- 16)
Yukarıdaki âyetlerde açık olarak görünüyor ki Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez.
Dünya hayatından yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını başlatır.
(1.YAZI)
Kur'an'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir.
Kur'an'a göre dünya hayatında cezalandırma ve kıyametin kopmasından sonra sadece cehennem azabı vardır.
Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz.
"Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"
(Râd- 34)
"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"
( Fussilet- 16)
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"
(Kalem- 33(
"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi..."
( Zümer- 71)
"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"
(Mülk- 8)
Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi.
Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir.
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"
( Casiye- 27, 28)
Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil, "kıyametin kopacağı gün" hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.
Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
( Mutaffifin, 4-5-6)
Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik, cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve azap diye bir şey mevcut değildir.
Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.
(Teğabun- 7)
Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir.
Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur.
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir"
( Mücadele-7)
Yukarıdaki âyette hesap ve azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur.
Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir..."
buyrulmaktadır.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde Yüce Allah insanları sadece ve sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.
Bu konuda âyetlerin gösterdiği önemli bir gerçek de "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"
(Rum- 55)
Eğer kabir azabı olsaydı zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır.
Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56. âyeti bunu ortaya koymaktadır
Hiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır.
Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır.
Hatta ben şunu iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir.
Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım.
"Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"
( Müminün- 15,16 )
Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez.
"...Sonunda Allah' da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü.
Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."
(Nahl, 26-27)
Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra kiyamet gününe geçiş yapılmıştır.
"Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"
( Yunus- 45)
Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür.
"Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün..."
"İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"
(Hud- 16)
Yukarıdaki âyetlerde açık olarak görünüyor ki Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez.
Dünya hayatından yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını başlatır.
KABİR AZABI VAR MI?
(2.YAZI)
Şu soru çok önemlidir.
Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.
"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)
Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.
Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.
(Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer, 15- 16)
Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.
Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.
Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.
Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.
Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.
Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.
Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)
Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir.
Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.
Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek âyeti kerime şudur.
"Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)
Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud, 96- 97- 98- 99)
İkinci âyet şöyledir.
"Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas, 40- 41- 42)
Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)
Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini Sura üflemeden cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.
Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.
Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir.
Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.
Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez.
Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.
Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.
Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari, Müslim, Kâfi, Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.
(2.YAZI)
Şu soru çok önemlidir.
Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.
"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)
Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.
Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.
(Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer, 15- 16)
Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.
Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.
Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.
Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.
Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.
Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.
Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)
Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir.
Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.
Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek âyeti kerime şudur.
"Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)
Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud, 96- 97- 98- 99)
İkinci âyet şöyledir.
"Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas, 40- 41- 42)
Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)
Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini Sura üflemeden cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.
Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.
Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir.
Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.
Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez.
Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.
Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.
Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari, Müslim, Kâfi, Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.
KUR'AN'A DOKUNMAK İÇİN ABDEST VE GUSÜL GEREKLİ MİDİR?
Kur'an'ı Mübin'e dokunmanın ve onu okumanın abdest ve gusül, hayız ve nifas ile hiçbir alakası yoktur.
Daha doğrusu insanlarla alakası yoktur.
Mekke müşriklerinin "bu Kur'an'ı Muhammed'e şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık olarak hepsi Mekke'de nazil olan birçok âyette şeytanların Kur'an'da tasarrufa güçlerinin yetmeyeceğine cevap verilir.
Hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde "Kur'an'ı meleklerin indirdiği, (Abese, 11-16) "Meleklerden başkasının ona dokunamayacağı, (Şura, 210-- 211)
"Allah'ın koruması altında olduğu, (Vakıa,77--79) bildirilmektedir.
Bu konuyu biraz açacak olursak
"Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kuran'dır. Ona temiz olmayanlardan başkası dokunamaz"
( Vakıa, 77-- 79
Bu âyetlerde kastedilen Kur'an'a şeytanların dokunmayacağıdır.
Melekler tarafından indirildiğini açıklama vardır. Neden mi?
Eğer Yüce Allah insanların Kur'an'a abdestsiz ve cünüp dokunmamalarını isteseydi "lé yemessühü" "dokunamaz" buyurmaz, "lé temüssühü" "dokunmayın" derdi.
"Zinaya yaklaşmayın..." (İsra-32)
içki ve kumar hakkında ""...bunlardan uzak durun..." (Maide- 90)
âyetleri buna örnektir.
Helal ve haramlar konularında Kur'an açık ve net bir dil kullanır.
Söz konusu âyette geçen "dokunamaz" ibaresi "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" anlamında kullanılmıştır.
Yani "şeytanların Kur'an'a dokunmaları mümkün değildir"
Dolayısıyla Vakıa 79. âyette geçen "dokunamaz" haberi, "Ey Mekke müşrikleri! Şeytanlar "onunla oynayamazlar" "ondan bir şey çıkaramazlar, ona bir şey ekleyemezler, onda tasarruf sahibi olamazlar" demektir.
Bu anlamlardan başka bir mana çıkarmak katmerli bir cehalettir.
Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir, iftira atmayın, yalan konuşmayın, dürüst olun" demek istenmiştir.
Haliyle Kur'an'a dokunma olmayınca onunla oynama, ondan bir şey çıkarma, ona bir şey ekleme de olmayacaktır.
İşte Vakıa süresinde bulunan "ona temiz olmayanlar dokunamaz" âyetinin bağlam ve bütünlüğünden örnekler.
"Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır"
(Şuara, 210- 211- 212 )
"O (Kur'an) şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin sözdür. O lânetlenmiş şeytanın sözü değildir" (Tekvir, 19- 28)
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden, onlara özel kılınmış bir hitap değildir.
Kur'an tüm insanlığın ortak değeridir.
Kur'an bütün insanları muhatap almıştır.
Bu değerli tek hidayet kaynağına ulaşmak, bilgilerinden faydalanmak için hiçbir engelin olmaması gerekir.
Dolayısıyla, Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp olan, hayız ve nifas halinde bulunan kadınlar başta olmak üzere, aya ve güneşe tapan, Hristiyan, Yahudi, kısaca herkes, her durumda, her zaman dokunabilir.
Bunun aksini savunma hurafedir, yalandır, Allah ve Resulü'ne iftiradır.
Herkes Kur'an'a dokunabilir.
Kur'an'a dokunmada zerre kadar bir günah ve sorumluluk yoktur.
Aksine cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunma bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı sevap ve fazilet olarak kabul edilebilir.
Açık ve net olarak söylüyorum.
Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmak büyük bir hayır ve önemli bir sevaptır.
Çünkü bir şey sakıncalı ve haram olmayınca, onu yapmak mubah ve sevaptır.
Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde dokunulmaz demek Kur'an'ı Mübin'e iftiradır.
Helal olan bir şeyi haram kılma olduğundan Allah'a iftiradır.
Abdest almak ve cünüblükten temizlenmek maddi değil, manevi ve hükmi bir temizliktir. Yani sadece ve sadece namaz kılmak için meşru kılınmıştır.
Namaz haricinde hiçbir şey için abdest alma ve cünüblükten temizlenme yoktur.
Dolayısıyla namaz haricinde abdest almanın ve cünüblükten temizlenmenin hiçbir fazileti ve sevabı yoktur.
Aslında abdestsizlik ile cenabet arasında hiç bir fark bulunmamaktadır.
Tekrar tekrar söylüyorum.
İnsanların abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmalarının dinen herhangi bir sakıncası yoktur.
Bunun aksini iddia etmek Kur'an'ı bilmemek, körü körüne gelenek ve rivayetlerin dinine mahkum olmaktan başka bir mana taşımamaktadır.
Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlayan, aklını kullanan ve Kur'an üzerinde tefekkür edenler asla böyle bir şey söylemez.
Şia ve Ehli Sünnet'in müctehidlerini anlamak mümkün değildir.
Mekke müşriklerine cevap olan bir âyeti müminlere emir olarak almışlardır.
Aslında "ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti indiğinde Kur'an kitap haline getirilmemişti.
Yani Kur'an, Allah Resulü'nün ve iman edenlerin gönüllerinde idi.
Kur'an'ın mushaf olması yani Kur'an'ın elle dokunulacak, gözle görülecek hale gelmesi Allah Resulü'nden sonra ashabın müdahalesi sonucunda olmuştur.
Yani Allah tarafından indirilen vahye insanların dokunması ve onu gözle görmeleri mümkün değildir.
Allah tarafından indirilen vahiy gözle görülecek, elle dokunulacak bir şey değildir.
"Ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti nazil olduğunda henüz abdest alma meşru kılınmamıştı.
Çünkü abdest âyeti hicretten sonra nazil olmuştur.
Kur'an'a dokunma ile ilgili bütün âyetlerin konusu şeytanlardır. Yani Mekke müşriklerinin iftiralarına cevaptır.
Aslında Kur'an dendiğinde nesnelere yazılmış olanı değil, levh-i mahfuzda bulunan Kur'an'ı anlamak gerekiyor.
Esas Kur'an levh-i mahfuzda olandır.
"Hakikatte o yalanladıkları, aslı levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kuran'dır"
( Buruc, 21-22)
Elimizde bulunan Kur'an değil, mushaftır.
Yani bir deri parçasına, tahtaya, plastik maddesine veya bir mermere yazılan âyetler bu maddeleri Kur'an'ı yapmaz.
Bilgisayar ve cep telefonu hiçbir zaman Kur'an sayılmazlar.
Bir kağıt parçası hiçbir zaman Kur'an sayılmaz. Dolayısıyla insanların abdestsiz ve cünüp olarak Kuran'a dokunmamalarını söylemek bir saygı değil, büyük bir sorumsuzluk ve ağır bir iftiradır.
Kur'an bir kitap değil, bir söz, bir kelam ve bir hitaptır.
Yani onun karakteri ve yapısı sözün gücüne dayanır.
Kur'an'ın indiği zemin insanların yazıdan ve yazılı metinlerden hoşlanmadıkları bir zemindir.
Ondaki tekrarlar bu yüzdendir.
Söz ve hitap yani sözün gücü tekrarı kaldırır, fakat yazılı metinde tekrar olmaz.
Kur'an'ın kendisini "kitap" olarak izafe etmesi, Allah'ın koruması altında olması, belli bir sistemenin bulunması, bağlam ve bütünlüğe sahip olmasındandır.
"Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
( Müminün-62 )
Halbuki Allah'ın indinde maddi nesnelere yazılı kitap bulunmaz.
Kur'an'ı Mübin'e dokunmanın ve onu okumanın abdest ve gusül, hayız ve nifas ile hiçbir alakası yoktur.
Daha doğrusu insanlarla alakası yoktur.
Mekke müşriklerinin "bu Kur'an'ı Muhammed'e şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık olarak hepsi Mekke'de nazil olan birçok âyette şeytanların Kur'an'da tasarrufa güçlerinin yetmeyeceğine cevap verilir.
Hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde "Kur'an'ı meleklerin indirdiği, (Abese, 11-16) "Meleklerden başkasının ona dokunamayacağı, (Şura, 210-- 211)
"Allah'ın koruması altında olduğu, (Vakıa,77--79) bildirilmektedir.
Bu konuyu biraz açacak olursak
"Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kuran'dır. Ona temiz olmayanlardan başkası dokunamaz"
( Vakıa, 77-- 79
Bu âyetlerde kastedilen Kur'an'a şeytanların dokunmayacağıdır.
Melekler tarafından indirildiğini açıklama vardır. Neden mi?
Eğer Yüce Allah insanların Kur'an'a abdestsiz ve cünüp dokunmamalarını isteseydi "lé yemessühü" "dokunamaz" buyurmaz, "lé temüssühü" "dokunmayın" derdi.
"Zinaya yaklaşmayın..." (İsra-32)
içki ve kumar hakkında ""...bunlardan uzak durun..." (Maide- 90)
âyetleri buna örnektir.
Helal ve haramlar konularında Kur'an açık ve net bir dil kullanır.
Söz konusu âyette geçen "dokunamaz" ibaresi "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" anlamında kullanılmıştır.
Yani "şeytanların Kur'an'a dokunmaları mümkün değildir"
Dolayısıyla Vakıa 79. âyette geçen "dokunamaz" haberi, "Ey Mekke müşrikleri! Şeytanlar "onunla oynayamazlar" "ondan bir şey çıkaramazlar, ona bir şey ekleyemezler, onda tasarruf sahibi olamazlar" demektir.
Bu anlamlardan başka bir mana çıkarmak katmerli bir cehalettir.
Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir, iftira atmayın, yalan konuşmayın, dürüst olun" demek istenmiştir.
Haliyle Kur'an'a dokunma olmayınca onunla oynama, ondan bir şey çıkarma, ona bir şey ekleme de olmayacaktır.
İşte Vakıa süresinde bulunan "ona temiz olmayanlar dokunamaz" âyetinin bağlam ve bütünlüğünden örnekler.
"Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır"
(Şuara, 210- 211- 212 )
"O (Kur'an) şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin sözdür. O lânetlenmiş şeytanın sözü değildir" (Tekvir, 19- 28)
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden, onlara özel kılınmış bir hitap değildir.
Kur'an tüm insanlığın ortak değeridir.
Kur'an bütün insanları muhatap almıştır.
Bu değerli tek hidayet kaynağına ulaşmak, bilgilerinden faydalanmak için hiçbir engelin olmaması gerekir.
Dolayısıyla, Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp olan, hayız ve nifas halinde bulunan kadınlar başta olmak üzere, aya ve güneşe tapan, Hristiyan, Yahudi, kısaca herkes, her durumda, her zaman dokunabilir.
Bunun aksini savunma hurafedir, yalandır, Allah ve Resulü'ne iftiradır.
Herkes Kur'an'a dokunabilir.
Kur'an'a dokunmada zerre kadar bir günah ve sorumluluk yoktur.
Aksine cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunma bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı sevap ve fazilet olarak kabul edilebilir.
Açık ve net olarak söylüyorum.
Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmak büyük bir hayır ve önemli bir sevaptır.
Çünkü bir şey sakıncalı ve haram olmayınca, onu yapmak mubah ve sevaptır.
Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde dokunulmaz demek Kur'an'ı Mübin'e iftiradır.
Helal olan bir şeyi haram kılma olduğundan Allah'a iftiradır.
Abdest almak ve cünüblükten temizlenmek maddi değil, manevi ve hükmi bir temizliktir. Yani sadece ve sadece namaz kılmak için meşru kılınmıştır.
Namaz haricinde hiçbir şey için abdest alma ve cünüblükten temizlenme yoktur.
Dolayısıyla namaz haricinde abdest almanın ve cünüblükten temizlenmenin hiçbir fazileti ve sevabı yoktur.
Aslında abdestsizlik ile cenabet arasında hiç bir fark bulunmamaktadır.
Tekrar tekrar söylüyorum.
İnsanların abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmalarının dinen herhangi bir sakıncası yoktur.
Bunun aksini iddia etmek Kur'an'ı bilmemek, körü körüne gelenek ve rivayetlerin dinine mahkum olmaktan başka bir mana taşımamaktadır.
Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlayan, aklını kullanan ve Kur'an üzerinde tefekkür edenler asla böyle bir şey söylemez.
Şia ve Ehli Sünnet'in müctehidlerini anlamak mümkün değildir.
Mekke müşriklerine cevap olan bir âyeti müminlere emir olarak almışlardır.
Aslında "ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti indiğinde Kur'an kitap haline getirilmemişti.
Yani Kur'an, Allah Resulü'nün ve iman edenlerin gönüllerinde idi.
Kur'an'ın mushaf olması yani Kur'an'ın elle dokunulacak, gözle görülecek hale gelmesi Allah Resulü'nden sonra ashabın müdahalesi sonucunda olmuştur.
Yani Allah tarafından indirilen vahye insanların dokunması ve onu gözle görmeleri mümkün değildir.
Allah tarafından indirilen vahiy gözle görülecek, elle dokunulacak bir şey değildir.
"Ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti nazil olduğunda henüz abdest alma meşru kılınmamıştı.
Çünkü abdest âyeti hicretten sonra nazil olmuştur.
Kur'an'a dokunma ile ilgili bütün âyetlerin konusu şeytanlardır. Yani Mekke müşriklerinin iftiralarına cevaptır.
Aslında Kur'an dendiğinde nesnelere yazılmış olanı değil, levh-i mahfuzda bulunan Kur'an'ı anlamak gerekiyor.
Esas Kur'an levh-i mahfuzda olandır.
"Hakikatte o yalanladıkları, aslı levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kuran'dır"
( Buruc, 21-22)
Elimizde bulunan Kur'an değil, mushaftır.
Yani bir deri parçasına, tahtaya, plastik maddesine veya bir mermere yazılan âyetler bu maddeleri Kur'an'ı yapmaz.
Bilgisayar ve cep telefonu hiçbir zaman Kur'an sayılmazlar.
Bir kağıt parçası hiçbir zaman Kur'an sayılmaz. Dolayısıyla insanların abdestsiz ve cünüp olarak Kuran'a dokunmamalarını söylemek bir saygı değil, büyük bir sorumsuzluk ve ağır bir iftiradır.
Kur'an bir kitap değil, bir söz, bir kelam ve bir hitaptır.
Yani onun karakteri ve yapısı sözün gücüne dayanır.
Kur'an'ın indiği zemin insanların yazıdan ve yazılı metinlerden hoşlanmadıkları bir zemindir.
Ondaki tekrarlar bu yüzdendir.
Söz ve hitap yani sözün gücü tekrarı kaldırır, fakat yazılı metinde tekrar olmaz.
Kur'an'ın kendisini "kitap" olarak izafe etmesi, Allah'ın koruması altında olması, belli bir sistemenin bulunması, bağlam ve bütünlüğe sahip olmasındandır.
"Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
( Müminün-62 )
Halbuki Allah'ın indinde maddi nesnelere yazılı kitap bulunmaz.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(12. YAZI )
Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.
Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,
Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.
Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.
Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.
Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.
Geleneksel İslam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına İslam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, İnsanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.
Geleneksel din âlimleri, İslam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.
Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir.
Allah Resulü ( a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.
Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir hakarettir.
Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.
Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.
Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)
Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"
(Yusuf-76)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.
Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.
Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.
Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.
Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.
Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.
Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.
Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.
Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.
Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.
Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.
Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur.
Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.
(12. YAZI )
Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.
Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,
Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.
Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.
Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.
Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.
Geleneksel İslam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına İslam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, İnsanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.
Geleneksel din âlimleri, İslam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.
Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir.
Allah Resulü ( a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.
Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir hakarettir.
Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.
Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.
Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)
Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"
(Yusuf-76)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.
Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.
Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.
Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.
Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.
Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.
Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.
Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.
Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.
Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.
Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.
Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur.
Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.
DOĞUMUNDAN GÜNÜMÜZE KADAR İLÂHLAR VE EVLİYA İNANCI:
"İnsanların çoğu şirk koşmadan iman etmezler"
(Yusuf, 106)
"Allah'ı bırakıp (veya Allah'ın yanında, ötesinde) ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe-31)
(Ey Resul! )
"Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nunla beraber bir takım dostlar (Evliya) edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez"
(Zümer, 3)
"Allah ile beraber (veya ondan başka) dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin"
(Şura, 6)
"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kâdirdir.
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura, 9, 10)
Kur'an'a baktığınızda insanlık tarihindeki bütün kavim ve milletlerin ortak özelliklerinin "ilâhlara ve evliyaya kulluk etmek" olduğunu görebilirsiniz
Ancak evliya ve ilahlara kulluğun sebebini iyice anlayabilmek için "hulul" inancının bilinmesi gerekir.
"Hulul" inancı bilinmeden evliya ve İlâhlara kulluğun ne demek olduğunu anlamak zor olacaktır.
HULUL NE DEMEKTİR?
Hulul, ilâhi zâtın (Allah'ın) veya sıfatlarının yaratıklardan birine intikal edip onunla birleşmesi anlamına gelir.
Sözlükte bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek, konup yerleşmek anlamlarında mastar olan "hulul"
kelimesi isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak "gül suyunun güle sirayet etmesi, iki cismin birleşmesi,
varlıkla onun mahalli veya arazla cevheri arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetiyle aynı olması, onda birleşmesi, ona geçmesi gibi değişik biçimlerde tanımlanmıştır.
İslam düşünce tarihinde itikadi tartışmalara konu teşkil eden hulul
"Allah'ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması" diye tanımlanabilir.
Tarikatlarda şeyhe verilen önem "hulul" inancından ileri gelmektedir.
Yani bu müşriklerin inancına göre "şeyh Allah'tır" "Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm"
"Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm" bataklığı, hulul inancı ile ilgili bir durumdur.
Muhyiddin'i Arabi, Celaleddini Rumi, Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi ve Beyazit'i Bestami gibi tasavvufçuların hepsi bu inanca sahipti.
Hulul inancı ve kavramı Kur'an'ı Mübin'de "şirk" anlamında yer almaktadır.
Genellikle Kur'an'ı Mübin'de anlatılan şirk'ten kasıt "hulul" inancıdır.
Hulul, İlâhların ve evliyanın, şeytanların ve tağutların karanlık şirk dinidir.
Kadim ilahları ve evliyayı günümüzün şeyh ve gavsları temsil ediyor.
Bugünkü türbeler de eskilerin putlarını temsil ediyor.
Geleneksel dinlerden tek ilâhlı tevhid dininin dejenere edilmesiyle geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulul inancı,
ilâhi kudretin belli bir amaç doğrultusunda çoğunlukla insan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenmeyi) ifade etmektedir.
Bu tanımıyla hulul basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilâhi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere
(şeyh, veli, kutup, gavs, insanı kamil) bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir.
Kadim Mısır, İran, Yunan, Asur, Hitit, Luvi ve Sümerlere kadar bütün
milletler çok tanrılı inanca yani ilahlara ve evliya ibadet ediyorlardı.
Bu inanca hulul, batinilik, çok ilâhlı din ve genel anlamı ile şirk diyoruz.
Zaten bu gerçeği iki bin âyete yakın insanların inanç tarihini gözler önüne seren Kur'an'dan öğreniyoruz.
Nuh (aleyhisselam)ın kavmi İLÂHLARA kulluk ediyorlardı.
"Ve dediler ki:
Sakın "İLÂHLARINIZI" bırakmayın hele Ved'den, Suva'dan, Yeğüs'ten, Ye'uk'ten ve Nesr'den asla vazgeçmeyin.
Böylece onlar gerçekten birçoklarını sapdırdılar. Rabb'im! sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır"
(Nuh-23, 24)
İbrahim (aleyhisselam)ın kavmi de ilahlara tapıyorlardı
"İbrahim (a.s)ilahlarının putlarını parçaladığı zaman şu şekilde tepki gösterdiler
"Bunu İLÂHLARIMIZA kim yaptı?
Muhakkak o, zalimlerden biridir, deliler. Bir kısmı:
"İLÂHLARIMIZI diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrahim denilirmi,ş dediler.
O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin.
Belki şahitlik ederler. Bunu İLAHLARIMIZA sen mi yaptın Ey İbrahim?
dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi Onlara sorun, Eğer konuşuyorlarsa! dedi"
(Enbiya, 59,60,61,62,63)
Hud ( as)ın Âd kavmi de ilahlara tapıyordu.
Hud (as) onları tevhid dini olan İslam'a davet ettiği zaman şöyle karşılık verdiler.
"Dediler ki:
Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Bizde senin sözünle İLAHLARIMIZI bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz"
(Hud, 53)
Allah Resulü'nün gönderildiği Mekke halkı da İLAHLARA ve evliyaya kulluk ediyorlardı.
Mekke müşrikleri hiçbir zaman ibadetlere karşı gelmediler.
Karşı geldikleri ve şiddetle tepki gösterdikleri tek şey İLAHLARININ ve EVLİYANIN reddedilmesi ve kabul edilmemesi idi.
Mekke müşrikleri tek Allah inancına hayret ediyorlardı.
İLAHLARININ ve EVLİYANIN kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inanıyorlardı.
(Zümer, 3)
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler:
Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İLAHLARI tek ilah mı yaptı?
Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur"
( Sad- 4, 5, 6)
"Şayet ilahlarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten (Muhammed) neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler"
(Furkan, 42)
Kısaca bütün Allah elçilerinin kavimleri istisnasız İLAHLARA ve EVLİYAYA kulluk ediyorlardı.
"Onlara bir zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine zulmettiler.
Rabbimin azap emri geldiğinde, Allah ile beraber taptıkları İLAHLARI, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı"
(Hud, 101)
"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka İLAHLAR edindiler.
Halbuki İLAHLARIN onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır kıta bekleyen askerlerdir"
( Yasin, 74, 75)
Allah Resulü'nden sonra İslam tarihinde ilahlara ve evliyaya tapan bazı fırka ve cemaatler şunlardır.
Sebeiyye, Talimiyye, İbahiyye, Mazdek, Babek, Karamita, Nusayriyye, Şabaniyye, Muhammira, Hürramiyye, Beyyaniyye, Harbiyye, Mansuriyye, Muğiriyye, Cenahiyye, Hattabiyye, Gurabiyye, Habitiyye, Himariyye, Mukannaiyye, Ruzamiyye, Yezidiye, Hallaciyye.
Son vahyin tarihinde Allah Resulü'nden sonra Emevi ve Abbasiler ile başlayan süreçte Kur'an'dan kopma ve vahyi terk etme ile ortaya çıkan parçalanma ve dağılma ile beraber meydana gelen Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri kadar evliya ve İlâhlara sahip hiçbir kavim ve millet gelmemiştir.
İşte Ehli Sünnet ve Şia'nın, Cemaat ve tarikatların şefaatçi edindikleri Evliyadan bazıları:
Veysel Karani, Alkame bin Kays, Mesruk bin Ecda, Ahmet bin Hanbel, Malik Bin Enes, Muhammed bin İdris,
Numan bin Sabit, İmamı Muhammed, Ebu Yusuf, imamı Nevevi,
Kadı Şureyh bin el-Hâris, Muhammed ibnul Hanefiye, Ka'b el Ahbar,
Hasan'ı Basri, Selim bin Abdullah,Haccac bin Yusuf, Yezid bin Muaviye, Said Bin Müseyyeb, İbni İshak,
Urve bin Zübeyr, İmam Zühri, Abdulkadir Geylani, imamı Maturidi, Ebu Hasan Eş'ari, imamul harameyn el Cüveyni, İmamı Gazali, İmam züfer,
Cüneyt Bağdadi, Nesai, Beydavi, Seyyid Ahmet Rufai, Nesai, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Ali Cürcani, İmamı Begavi, Beyhaki, İbni İshak, Şirazî,
Fahrettin Razi, Maverdi, Tahavi, Taberi, Müzeni, Şa'rani, Zeylai, Suyuti,
İmamı Rabbani, Şa'bi, Ebu Nuaym, Kurtubi, Ebubekir Şibli, İbrahim Desuki, Şeyh Bedrettin, İbni Sarrac, İmam Mücahit,
İbni abdilberr, İbni Merzuk, Ebu Muhammed Ceriri Taberi, Ebul leys Semerkandi, Seyyid Şerif, İmam Serahsi, İbni Esir, Hammad İbni Seleme, Kuduri, Ebu Nuaym,
Cürcani, Seyit Ahmet Tahtavi, Seyyid Şemsettin Hanefi, İmamı Rabbani, İbrahim Halebi, Aziz Mahmut Hüdai,
İbni Abidin, Ahmet Zerruk, Ebu Hasan Şazeli, Ebu Talib'i Mekki, İbni Battal, Karafi, Zerkani, Züvayi İsa, Alleme Ahmet Savi Maliki, Neblusi, Kastalani,
Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Zehebi, Zerkani, el Leknevi, es-Sülemi, Ebu Ya'la, Darimi, Yusuf El karmi, Abdülhamid eş- Şirvani, Şemsettin ez Zerkeşi,
Abdullah'ı Ensari, Abdurrahman Cevzi, Muhammed Ali Bin İbrahim, Osman Bin Merzuk, zeyneddin Ali Bin Ahmed Ermevi, Hafız Ebu Davud Süleyman İbni Eşas Sicistani, Abdurrahman İbni Recep,
Kadı İyaz, Molla Gürani, İmamı Mücahit, Molla Fenari,
İsmail Hakkı Bursevi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Celaleddin Rumi,
Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi, Ahmet Haznevi, İbni Kuteybe, Said Nursi, Esad Coşan, Şatibi, Ahmet Bedevi,
Muhammet Bahattin Nakşibendi, Hacı Bayram, Mahmut Ustaosmanoğlu, Abdulbaki Erol, Ali Haydar,
Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Zahid Kotku ve daha nice sahte Evliya ve uydurma rabler.
Fakat bu Evliya'nın çokluğu Müslüman olduklarını iddia edenlere kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, akılsızlık ve fakirliğin pençesinden kurtarmaya güçlüleri yetmemektedir.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu sahte ilahlar ve uydurma Evliya ile alakalı ne buyuruyor.
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların( EVLİYA) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf, 3)
İlahlara ve Evliyaya karşı uyarılmayan hiçbir Allah elçisi yoktur.
(Ey Muhammed! ) De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?
(Ey Resul!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider ve husranda kalanlardan olursun"
(Zümer, 64, 65)
( Ey Resul !) İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka İLAH edinme, sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın" (İsra, 39)
Yusuf (a.s) sahte ilahlara ve rablere karşı zindan arkadaşlarını söyle uyarıyordu.
"Ey Zindan arkadaşlarım!
Çeşitli rabler mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? Allah ile beraber taptıklarınız,
sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir,
Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirilmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
( Yusuf, 39, 40)
Evliyayı şefaatçi olarak kabul eden bazı cemaat ve fırkalar şöyle özetlenebilir.
Süleymancılar, Menzil tarikatı,
Nakşibendi Tarikatı, İsmailağa Tarikatı, Aziz Mahmut Hüdai Tekkesi, Yahyalı, Alvarlı Efe, İskenderpaşa,
Kırkıncı Hoca Cemaati, Işıkçılar, Cerrahi, Tebliğ, Selam, Hayrat cemaatleri, Haydar Baş cemaati, Kıbrısi Tarikatı,
Yavuz Selim Cemaati, Yeni Asyacılar, Hakikatçılar, Erenköy Cemaati, Nurcular, İsmailağa Cemaati,
F Gülen Cemaati,( Fetö)
İskenderpaşa Cemaati ( Zahid Kotku, Esad Coşan ve oğlu Nurettin Coşan.
Topbaşlar.
Süleymancıların Önderi Kemal Kaçar’ın torunları Denizongun Kardeşler.
İhlasçılar, Enver Ören, Mücahit Ören.
Kırkıncı Hoca ve yazıcılar gibi diğer yüzlerce Nurcu gruplar.
Nakşibendi Yahyalı Cemaati, önderleri, Ramazan Dinç.
Melamiler, önderleri Ahmet Aslan.
Hakikatçılar, önderleri Ömer Öngüt.
Hazneviler, önderleri Muhammed Muta Haznevi.
Menzilin önderleri Abdulbaki Erol.
İcmalciler, önderleri Haydar Baş.
Uşşakiler, önderleri Fatih Nurullah.
Cerrahiler, önderleri Ahmet Misbah Erkmenkul. Kadiri Muhammedi'yye, önderleri Muhammed Ustaoğlu.
Galibiler, önderleri Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu. Halveti Tarikatı Şabaniye kolu.
Hizbut-Tahrir.
Bütün bu fırka ve Cemaatler hep aynı kaynaktan beslenirler.
Tıpkı İŞİD el Kaide, En Nusra, Boko Haram gibi. Şiddet, anarşi, cehalet, terör ve kaos kaynaklarında var olduğu için merhametsizlik ruhlarına kadar işlemiştir.
Aslında bunların içinde ilahlara ve evliyaya kulluk etmeyenler mevcuttur.
Fakat onlar da uydurma rivayetleri ve hadisleri Kuran'a şirk koştukları için listeye girme hakkı kazandılar. Çünkü Allah tarafından indirilen vahye karşı kaynak edinmek de Kur'an'da şirk olarak kabul edilmiştir.
Dinde hüküm koyanlar kendilerini Allah'ın yerine koymuş olurlar.
(Ey Resul! ) Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tatıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece onundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87, 88)
"İnsanların çoğu şirk koşmadan iman etmezler"
(Yusuf, 106)
"Allah'ı bırakıp (veya Allah'ın yanında, ötesinde) ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe-31)
(Ey Resul! )
"Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nunla beraber bir takım dostlar (Evliya) edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez"
(Zümer, 3)
"Allah ile beraber (veya ondan başka) dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin"
(Şura, 6)
"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kâdirdir.
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura, 9, 10)
Kur'an'a baktığınızda insanlık tarihindeki bütün kavim ve milletlerin ortak özelliklerinin "ilâhlara ve evliyaya kulluk etmek" olduğunu görebilirsiniz
Ancak evliya ve ilahlara kulluğun sebebini iyice anlayabilmek için "hulul" inancının bilinmesi gerekir.
"Hulul" inancı bilinmeden evliya ve İlâhlara kulluğun ne demek olduğunu anlamak zor olacaktır.
HULUL NE DEMEKTİR?
Hulul, ilâhi zâtın (Allah'ın) veya sıfatlarının yaratıklardan birine intikal edip onunla birleşmesi anlamına gelir.
Sözlükte bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek, konup yerleşmek anlamlarında mastar olan "hulul"
kelimesi isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak "gül suyunun güle sirayet etmesi, iki cismin birleşmesi,
varlıkla onun mahalli veya arazla cevheri arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetiyle aynı olması, onda birleşmesi, ona geçmesi gibi değişik biçimlerde tanımlanmıştır.
İslam düşünce tarihinde itikadi tartışmalara konu teşkil eden hulul
"Allah'ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması" diye tanımlanabilir.
Tarikatlarda şeyhe verilen önem "hulul" inancından ileri gelmektedir.
Yani bu müşriklerin inancına göre "şeyh Allah'tır" "Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm"
"Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm" bataklığı, hulul inancı ile ilgili bir durumdur.
Muhyiddin'i Arabi, Celaleddini Rumi, Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi ve Beyazit'i Bestami gibi tasavvufçuların hepsi bu inanca sahipti.
Hulul inancı ve kavramı Kur'an'ı Mübin'de "şirk" anlamında yer almaktadır.
Genellikle Kur'an'ı Mübin'de anlatılan şirk'ten kasıt "hulul" inancıdır.
Hulul, İlâhların ve evliyanın, şeytanların ve tağutların karanlık şirk dinidir.
Kadim ilahları ve evliyayı günümüzün şeyh ve gavsları temsil ediyor.
Bugünkü türbeler de eskilerin putlarını temsil ediyor.
Geleneksel dinlerden tek ilâhlı tevhid dininin dejenere edilmesiyle geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulul inancı,
ilâhi kudretin belli bir amaç doğrultusunda çoğunlukla insan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenmeyi) ifade etmektedir.
Bu tanımıyla hulul basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilâhi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere
(şeyh, veli, kutup, gavs, insanı kamil) bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir.
Kadim Mısır, İran, Yunan, Asur, Hitit, Luvi ve Sümerlere kadar bütün
milletler çok tanrılı inanca yani ilahlara ve evliya ibadet ediyorlardı.
Bu inanca hulul, batinilik, çok ilâhlı din ve genel anlamı ile şirk diyoruz.
Zaten bu gerçeği iki bin âyete yakın insanların inanç tarihini gözler önüne seren Kur'an'dan öğreniyoruz.
Nuh (aleyhisselam)ın kavmi İLÂHLARA kulluk ediyorlardı.
"Ve dediler ki:
Sakın "İLÂHLARINIZI" bırakmayın hele Ved'den, Suva'dan, Yeğüs'ten, Ye'uk'ten ve Nesr'den asla vazgeçmeyin.
Böylece onlar gerçekten birçoklarını sapdırdılar. Rabb'im! sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır"
(Nuh-23, 24)
İbrahim (aleyhisselam)ın kavmi de ilahlara tapıyorlardı
"İbrahim (a.s)ilahlarının putlarını parçaladığı zaman şu şekilde tepki gösterdiler
"Bunu İLÂHLARIMIZA kim yaptı?
Muhakkak o, zalimlerden biridir, deliler. Bir kısmı:
"İLÂHLARIMIZI diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrahim denilirmi,ş dediler.
O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin.
Belki şahitlik ederler. Bunu İLAHLARIMIZA sen mi yaptın Ey İbrahim?
dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi Onlara sorun, Eğer konuşuyorlarsa! dedi"
(Enbiya, 59,60,61,62,63)
Hud ( as)ın Âd kavmi de ilahlara tapıyordu.
Hud (as) onları tevhid dini olan İslam'a davet ettiği zaman şöyle karşılık verdiler.
"Dediler ki:
Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Bizde senin sözünle İLAHLARIMIZI bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz"
(Hud, 53)
Allah Resulü'nün gönderildiği Mekke halkı da İLAHLARA ve evliyaya kulluk ediyorlardı.
Mekke müşrikleri hiçbir zaman ibadetlere karşı gelmediler.
Karşı geldikleri ve şiddetle tepki gösterdikleri tek şey İLAHLARININ ve EVLİYANIN reddedilmesi ve kabul edilmemesi idi.
Mekke müşrikleri tek Allah inancına hayret ediyorlardı.
İLAHLARININ ve EVLİYANIN kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inanıyorlardı.
(Zümer, 3)
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler:
Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İLAHLARI tek ilah mı yaptı?
Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur"
( Sad- 4, 5, 6)
"Şayet ilahlarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten (Muhammed) neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler"
(Furkan, 42)
Kısaca bütün Allah elçilerinin kavimleri istisnasız İLAHLARA ve EVLİYAYA kulluk ediyorlardı.
"Onlara bir zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine zulmettiler.
Rabbimin azap emri geldiğinde, Allah ile beraber taptıkları İLAHLARI, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı"
(Hud, 101)
"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka İLAHLAR edindiler.
Halbuki İLAHLARIN onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır kıta bekleyen askerlerdir"
( Yasin, 74, 75)
Allah Resulü'nden sonra İslam tarihinde ilahlara ve evliyaya tapan bazı fırka ve cemaatler şunlardır.
Sebeiyye, Talimiyye, İbahiyye, Mazdek, Babek, Karamita, Nusayriyye, Şabaniyye, Muhammira, Hürramiyye, Beyyaniyye, Harbiyye, Mansuriyye, Muğiriyye, Cenahiyye, Hattabiyye, Gurabiyye, Habitiyye, Himariyye, Mukannaiyye, Ruzamiyye, Yezidiye, Hallaciyye.
Son vahyin tarihinde Allah Resulü'nden sonra Emevi ve Abbasiler ile başlayan süreçte Kur'an'dan kopma ve vahyi terk etme ile ortaya çıkan parçalanma ve dağılma ile beraber meydana gelen Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri kadar evliya ve İlâhlara sahip hiçbir kavim ve millet gelmemiştir.
İşte Ehli Sünnet ve Şia'nın, Cemaat ve tarikatların şefaatçi edindikleri Evliyadan bazıları:
Veysel Karani, Alkame bin Kays, Mesruk bin Ecda, Ahmet bin Hanbel, Malik Bin Enes, Muhammed bin İdris,
Numan bin Sabit, İmamı Muhammed, Ebu Yusuf, imamı Nevevi,
Kadı Şureyh bin el-Hâris, Muhammed ibnul Hanefiye, Ka'b el Ahbar,
Hasan'ı Basri, Selim bin Abdullah,Haccac bin Yusuf, Yezid bin Muaviye, Said Bin Müseyyeb, İbni İshak,
Urve bin Zübeyr, İmam Zühri, Abdulkadir Geylani, imamı Maturidi, Ebu Hasan Eş'ari, imamul harameyn el Cüveyni, İmamı Gazali, İmam züfer,
Cüneyt Bağdadi, Nesai, Beydavi, Seyyid Ahmet Rufai, Nesai, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Ali Cürcani, İmamı Begavi, Beyhaki, İbni İshak, Şirazî,
Fahrettin Razi, Maverdi, Tahavi, Taberi, Müzeni, Şa'rani, Zeylai, Suyuti,
İmamı Rabbani, Şa'bi, Ebu Nuaym, Kurtubi, Ebubekir Şibli, İbrahim Desuki, Şeyh Bedrettin, İbni Sarrac, İmam Mücahit,
İbni abdilberr, İbni Merzuk, Ebu Muhammed Ceriri Taberi, Ebul leys Semerkandi, Seyyid Şerif, İmam Serahsi, İbni Esir, Hammad İbni Seleme, Kuduri, Ebu Nuaym,
Cürcani, Seyit Ahmet Tahtavi, Seyyid Şemsettin Hanefi, İmamı Rabbani, İbrahim Halebi, Aziz Mahmut Hüdai,
İbni Abidin, Ahmet Zerruk, Ebu Hasan Şazeli, Ebu Talib'i Mekki, İbni Battal, Karafi, Zerkani, Züvayi İsa, Alleme Ahmet Savi Maliki, Neblusi, Kastalani,
Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Zehebi, Zerkani, el Leknevi, es-Sülemi, Ebu Ya'la, Darimi, Yusuf El karmi, Abdülhamid eş- Şirvani, Şemsettin ez Zerkeşi,
Abdullah'ı Ensari, Abdurrahman Cevzi, Muhammed Ali Bin İbrahim, Osman Bin Merzuk, zeyneddin Ali Bin Ahmed Ermevi, Hafız Ebu Davud Süleyman İbni Eşas Sicistani, Abdurrahman İbni Recep,
Kadı İyaz, Molla Gürani, İmamı Mücahit, Molla Fenari,
İsmail Hakkı Bursevi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Celaleddin Rumi,
Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi, Ahmet Haznevi, İbni Kuteybe, Said Nursi, Esad Coşan, Şatibi, Ahmet Bedevi,
Muhammet Bahattin Nakşibendi, Hacı Bayram, Mahmut Ustaosmanoğlu, Abdulbaki Erol, Ali Haydar,
Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Zahid Kotku ve daha nice sahte Evliya ve uydurma rabler.
Fakat bu Evliya'nın çokluğu Müslüman olduklarını iddia edenlere kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, akılsızlık ve fakirliğin pençesinden kurtarmaya güçlüleri yetmemektedir.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu sahte ilahlar ve uydurma Evliya ile alakalı ne buyuruyor.
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların( EVLİYA) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf, 3)
İlahlara ve Evliyaya karşı uyarılmayan hiçbir Allah elçisi yoktur.
(Ey Muhammed! ) De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?
(Ey Resul!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider ve husranda kalanlardan olursun"
(Zümer, 64, 65)
( Ey Resul !) İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka İLAH edinme, sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın" (İsra, 39)
Yusuf (a.s) sahte ilahlara ve rablere karşı zindan arkadaşlarını söyle uyarıyordu.
"Ey Zindan arkadaşlarım!
Çeşitli rabler mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? Allah ile beraber taptıklarınız,
sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir,
Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirilmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
( Yusuf, 39, 40)
Evliyayı şefaatçi olarak kabul eden bazı cemaat ve fırkalar şöyle özetlenebilir.
Süleymancılar, Menzil tarikatı,
Nakşibendi Tarikatı, İsmailağa Tarikatı, Aziz Mahmut Hüdai Tekkesi, Yahyalı, Alvarlı Efe, İskenderpaşa,
Kırkıncı Hoca Cemaati, Işıkçılar, Cerrahi, Tebliğ, Selam, Hayrat cemaatleri, Haydar Baş cemaati, Kıbrısi Tarikatı,
Yavuz Selim Cemaati, Yeni Asyacılar, Hakikatçılar, Erenköy Cemaati, Nurcular, İsmailağa Cemaati,
F Gülen Cemaati,( Fetö)
İskenderpaşa Cemaati ( Zahid Kotku, Esad Coşan ve oğlu Nurettin Coşan.
Topbaşlar.
Süleymancıların Önderi Kemal Kaçar’ın torunları Denizongun Kardeşler.
İhlasçılar, Enver Ören, Mücahit Ören.
Kırkıncı Hoca ve yazıcılar gibi diğer yüzlerce Nurcu gruplar.
Nakşibendi Yahyalı Cemaati, önderleri, Ramazan Dinç.
Melamiler, önderleri Ahmet Aslan.
Hakikatçılar, önderleri Ömer Öngüt.
Hazneviler, önderleri Muhammed Muta Haznevi.
Menzilin önderleri Abdulbaki Erol.
İcmalciler, önderleri Haydar Baş.
Uşşakiler, önderleri Fatih Nurullah.
Cerrahiler, önderleri Ahmet Misbah Erkmenkul. Kadiri Muhammedi'yye, önderleri Muhammed Ustaoğlu.
Galibiler, önderleri Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu. Halveti Tarikatı Şabaniye kolu.
Hizbut-Tahrir.
Bütün bu fırka ve Cemaatler hep aynı kaynaktan beslenirler.
Tıpkı İŞİD el Kaide, En Nusra, Boko Haram gibi. Şiddet, anarşi, cehalet, terör ve kaos kaynaklarında var olduğu için merhametsizlik ruhlarına kadar işlemiştir.
Aslında bunların içinde ilahlara ve evliyaya kulluk etmeyenler mevcuttur.
Fakat onlar da uydurma rivayetleri ve hadisleri Kuran'a şirk koştukları için listeye girme hakkı kazandılar. Çünkü Allah tarafından indirilen vahye karşı kaynak edinmek de Kur'an'da şirk olarak kabul edilmiştir.
Dinde hüküm koyanlar kendilerini Allah'ın yerine koymuş olurlar.
(Ey Resul! ) Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tatıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece onundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87, 88)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)