30 Kasım 2019 Cumartesi

GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(15.YAZI)
Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite lideri olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde hilafeti ele geçirmiştir.
 Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin  bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.
 Yöneticiler, devletin hile ile gasp edildiğini biliyorlardı.
 Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde insanları, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.
 Mesela:
Saçma sapan rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirmiş ve sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.
Dünyada hadis ilmi kadar absürt bir ilim dalı herhalde yoktur.
 Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak olurken, tâbiin döneminde biraz, tabei tâbiin döneminde biraz daha,  Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraları binlerce hatta  milyonlarca hadis üretime geçmiştir.
Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete  getirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı yapılacak bir girişimin Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.
Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet alimleri Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis uyduruyor ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.
 Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde inanç haline getirmiştir.
Bundan sonra  Ehl-i  Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini inancını geliştirmişlerdir.
 Daha sonraki süreçte milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp edilmiştir.
 Çünkü yöneticiler, biatın verdiği yetkiyle,  kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını  savunmuşlardır.
 Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken,  yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir.
 Kur'an iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir.
 Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı,  yoksa  Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır?
 Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler. İnsanlar bir  arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir.
 Zaman ve zemine göre isyankarlar  tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin  kurulması da milletin görevidir.
 Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya  belli bir süreye kadar  otoriteyi geçici olarak devrederler.
 Çünkü idareci ile  halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur.
 Yani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır.
 Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini  bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır.
 Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar.
 Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir.
 İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların  değişmesine imkan kalmıyor.( Ra'd- 11; Enfal- 53)
 Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil,  tüm milletin  bireylerini de ilgilenmektedir.
"Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."
(Enfal-25)
Yukarıdaki âyete  göre,  toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz  sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dini ve siyasi özgürlüğü  millete ait bir hak olduğunu gösteriyor.
Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalime karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor.
 Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin  gerekçesini kaderle yani Allah'a fatura etmektedir.
 Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle  milletin başını açtıkları beladan kurtuluş,  toplum önderlerinin ve  alimlerin öncülüğü  olmaksızın mümkün değildir.
Fakat tam tersine âlimler,  ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar.
 Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.
Siyaseten yapılan zulmün Allah  kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle  edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış âlimlerin  uzmanlık alanı olmuştur.
Ali Aydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder