KABİR AZABI VAR MI?
(1.YAZI)
Kur'an'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir.
Kur'an'a göre dünya hayatında cezalandırma ve kıyametin kopmasından sonra sadece cehennem azabı vardır.
Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz.
"Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"
(Râd- 34)
"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"
( Fussilet- 16)
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"
(Kalem- 33(
"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller gelmedi mi..."
( Zümer- 71)
"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"
(Mülk- 8)
Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi.
Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir.
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"
( Casiye- 27, 28)
Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil, "kıyametin kopacağı gün" hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.
Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
( Mutaffifin, 4-5-6)
Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik, cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve azap diye bir şey mevcut değildir.
Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.
(Teğabun- 7)
Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir.
Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur.
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah herşeyi bilendir"
( Mücadele-7)
Yukarıdaki âyette hesap ve azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur.
Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir..."
buyrulmaktadır.
Kur'an'ın yüzlerce âyetinde Yüce Allah insanları sadece ve sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.
Bu konuda âyetlerin gösterdiği önemli bir gerçek de "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"
(Rum- 55)
Eğer kabir azabı olsaydı zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır.
Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56. âyeti bunu ortaya koymaktadır
Hiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır.
Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır.
Hatta ben şunu iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir.
Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım.
"Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"
( Müminün- 15,16 )
Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez.
"...Sonunda Allah' da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü.
Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."
(Nahl, 26-27)
Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra kiyamet gününe geçiş yapılmıştır.
"Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"
( Yunus- 45)
Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür.
"Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün..."
"İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"
(Hud- 16)
Yukarıdaki âyetlerde açık olarak görünüyor ki Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez.
Dünya hayatından yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını başlatır.
30 Kasım 2019 Cumartesi
KABİR AZABI VAR MI?
(2.YAZI)
Şu soru çok önemlidir.
Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.
"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)
Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.
Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.
(Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer, 15- 16)
Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.
Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.
Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.
Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.
Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.
Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.
Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)
Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir.
Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.
Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek âyeti kerime şudur.
"Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)
Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud, 96- 97- 98- 99)
İkinci âyet şöyledir.
"Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas, 40- 41- 42)
Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)
Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini Sura üflemeden cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.
Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.
Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir.
Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.
Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez.
Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.
Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.
Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari, Müslim, Kâfi, Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.
(2.YAZI)
Şu soru çok önemlidir.
Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.
"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar, (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)
Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.
Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.
(Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer, 15- 16)
Allah'ın kitabında bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.
Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.
Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.
Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s) döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.
Zaman dünya hayatında yaşayanlar için vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.
Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.
Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)
Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi dikkat çekicidir.
Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.
Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin dayandıkları tek âyeti kerime şudur.
"Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)
Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.
Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud, 96- 97- 98- 99)
İkinci âyet şöyledir.
"Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu. Onları ateşe çağıran öncüler kıldık, kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas, 40- 41- 42)
Dolayısıyla Mümin süresi 46. âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak" kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)
Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini Sura üflemeden cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.
Yasin süresi 51-65 ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.
Önemli bir gerçek daha vardır ki bu çok önemlidir.
Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.
Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden hiçbir şey nasip etmez.
Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve rakip kabul etmez.
Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.
Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari, Müslim, Kâfi, Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.
KUR'AN'A DOKUNMAK İÇİN ABDEST VE GUSÜL GEREKLİ MİDİR?
Kur'an'ı Mübin'e dokunmanın ve onu okumanın abdest ve gusül, hayız ve nifas ile hiçbir alakası yoktur.
Daha doğrusu insanlarla alakası yoktur.
Mekke müşriklerinin "bu Kur'an'ı Muhammed'e şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık olarak hepsi Mekke'de nazil olan birçok âyette şeytanların Kur'an'da tasarrufa güçlerinin yetmeyeceğine cevap verilir.
Hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde "Kur'an'ı meleklerin indirdiği, (Abese, 11-16) "Meleklerden başkasının ona dokunamayacağı, (Şura, 210-- 211)
"Allah'ın koruması altında olduğu, (Vakıa,77--79) bildirilmektedir.
Bu konuyu biraz açacak olursak
"Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kuran'dır. Ona temiz olmayanlardan başkası dokunamaz"
( Vakıa, 77-- 79
Bu âyetlerde kastedilen Kur'an'a şeytanların dokunmayacağıdır.
Melekler tarafından indirildiğini açıklama vardır. Neden mi?
Eğer Yüce Allah insanların Kur'an'a abdestsiz ve cünüp dokunmamalarını isteseydi "lé yemessühü" "dokunamaz" buyurmaz, "lé temüssühü" "dokunmayın" derdi.
"Zinaya yaklaşmayın..." (İsra-32)
içki ve kumar hakkında ""...bunlardan uzak durun..." (Maide- 90)
âyetleri buna örnektir.
Helal ve haramlar konularında Kur'an açık ve net bir dil kullanır.
Söz konusu âyette geçen "dokunamaz" ibaresi "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" anlamında kullanılmıştır.
Yani "şeytanların Kur'an'a dokunmaları mümkün değildir"
Dolayısıyla Vakıa 79. âyette geçen "dokunamaz" haberi, "Ey Mekke müşrikleri! Şeytanlar "onunla oynayamazlar" "ondan bir şey çıkaramazlar, ona bir şey ekleyemezler, onda tasarruf sahibi olamazlar" demektir.
Bu anlamlardan başka bir mana çıkarmak katmerli bir cehalettir.
Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir, iftira atmayın, yalan konuşmayın, dürüst olun" demek istenmiştir.
Haliyle Kur'an'a dokunma olmayınca onunla oynama, ondan bir şey çıkarma, ona bir şey ekleme de olmayacaktır.
İşte Vakıa süresinde bulunan "ona temiz olmayanlar dokunamaz" âyetinin bağlam ve bütünlüğünden örnekler.
"Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır"
(Şuara, 210- 211- 212 )
"O (Kur'an) şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin sözdür. O lânetlenmiş şeytanın sözü değildir" (Tekvir, 19- 28)
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden, onlara özel kılınmış bir hitap değildir.
Kur'an tüm insanlığın ortak değeridir.
Kur'an bütün insanları muhatap almıştır.
Bu değerli tek hidayet kaynağına ulaşmak, bilgilerinden faydalanmak için hiçbir engelin olmaması gerekir.
Dolayısıyla, Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp olan, hayız ve nifas halinde bulunan kadınlar başta olmak üzere, aya ve güneşe tapan, Hristiyan, Yahudi, kısaca herkes, her durumda, her zaman dokunabilir.
Bunun aksini savunma hurafedir, yalandır, Allah ve Resulü'ne iftiradır.
Herkes Kur'an'a dokunabilir.
Kur'an'a dokunmada zerre kadar bir günah ve sorumluluk yoktur.
Aksine cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunma bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı sevap ve fazilet olarak kabul edilebilir.
Açık ve net olarak söylüyorum.
Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmak büyük bir hayır ve önemli bir sevaptır.
Çünkü bir şey sakıncalı ve haram olmayınca, onu yapmak mubah ve sevaptır.
Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde dokunulmaz demek Kur'an'ı Mübin'e iftiradır.
Helal olan bir şeyi haram kılma olduğundan Allah'a iftiradır.
Abdest almak ve cünüblükten temizlenmek maddi değil, manevi ve hükmi bir temizliktir. Yani sadece ve sadece namaz kılmak için meşru kılınmıştır.
Namaz haricinde hiçbir şey için abdest alma ve cünüblükten temizlenme yoktur.
Dolayısıyla namaz haricinde abdest almanın ve cünüblükten temizlenmenin hiçbir fazileti ve sevabı yoktur.
Aslında abdestsizlik ile cenabet arasında hiç bir fark bulunmamaktadır.
Tekrar tekrar söylüyorum.
İnsanların abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmalarının dinen herhangi bir sakıncası yoktur.
Bunun aksini iddia etmek Kur'an'ı bilmemek, körü körüne gelenek ve rivayetlerin dinine mahkum olmaktan başka bir mana taşımamaktadır.
Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlayan, aklını kullanan ve Kur'an üzerinde tefekkür edenler asla böyle bir şey söylemez.
Şia ve Ehli Sünnet'in müctehidlerini anlamak mümkün değildir.
Mekke müşriklerine cevap olan bir âyeti müminlere emir olarak almışlardır.
Aslında "ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti indiğinde Kur'an kitap haline getirilmemişti.
Yani Kur'an, Allah Resulü'nün ve iman edenlerin gönüllerinde idi.
Kur'an'ın mushaf olması yani Kur'an'ın elle dokunulacak, gözle görülecek hale gelmesi Allah Resulü'nden sonra ashabın müdahalesi sonucunda olmuştur.
Yani Allah tarafından indirilen vahye insanların dokunması ve onu gözle görmeleri mümkün değildir.
Allah tarafından indirilen vahiy gözle görülecek, elle dokunulacak bir şey değildir.
"Ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti nazil olduğunda henüz abdest alma meşru kılınmamıştı.
Çünkü abdest âyeti hicretten sonra nazil olmuştur.
Kur'an'a dokunma ile ilgili bütün âyetlerin konusu şeytanlardır. Yani Mekke müşriklerinin iftiralarına cevaptır.
Aslında Kur'an dendiğinde nesnelere yazılmış olanı değil, levh-i mahfuzda bulunan Kur'an'ı anlamak gerekiyor.
Esas Kur'an levh-i mahfuzda olandır.
"Hakikatte o yalanladıkları, aslı levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kuran'dır"
( Buruc, 21-22)
Elimizde bulunan Kur'an değil, mushaftır.
Yani bir deri parçasına, tahtaya, plastik maddesine veya bir mermere yazılan âyetler bu maddeleri Kur'an'ı yapmaz.
Bilgisayar ve cep telefonu hiçbir zaman Kur'an sayılmazlar.
Bir kağıt parçası hiçbir zaman Kur'an sayılmaz. Dolayısıyla insanların abdestsiz ve cünüp olarak Kuran'a dokunmamalarını söylemek bir saygı değil, büyük bir sorumsuzluk ve ağır bir iftiradır.
Kur'an bir kitap değil, bir söz, bir kelam ve bir hitaptır.
Yani onun karakteri ve yapısı sözün gücüne dayanır.
Kur'an'ın indiği zemin insanların yazıdan ve yazılı metinlerden hoşlanmadıkları bir zemindir.
Ondaki tekrarlar bu yüzdendir.
Söz ve hitap yani sözün gücü tekrarı kaldırır, fakat yazılı metinde tekrar olmaz.
Kur'an'ın kendisini "kitap" olarak izafe etmesi, Allah'ın koruması altında olması, belli bir sistemenin bulunması, bağlam ve bütünlüğe sahip olmasındandır.
"Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
( Müminün-62 )
Halbuki Allah'ın indinde maddi nesnelere yazılı kitap bulunmaz.
Kur'an'ı Mübin'e dokunmanın ve onu okumanın abdest ve gusül, hayız ve nifas ile hiçbir alakası yoktur.
Daha doğrusu insanlarla alakası yoktur.
Mekke müşriklerinin "bu Kur'an'ı Muhammed'e şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık olarak hepsi Mekke'de nazil olan birçok âyette şeytanların Kur'an'da tasarrufa güçlerinin yetmeyeceğine cevap verilir.
Hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde "Kur'an'ı meleklerin indirdiği, (Abese, 11-16) "Meleklerden başkasının ona dokunamayacağı, (Şura, 210-- 211)
"Allah'ın koruması altında olduğu, (Vakıa,77--79) bildirilmektedir.
Bu konuyu biraz açacak olursak
"Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kuran'dır. Ona temiz olmayanlardan başkası dokunamaz"
( Vakıa, 77-- 79
Bu âyetlerde kastedilen Kur'an'a şeytanların dokunmayacağıdır.
Melekler tarafından indirildiğini açıklama vardır. Neden mi?
Eğer Yüce Allah insanların Kur'an'a abdestsiz ve cünüp dokunmamalarını isteseydi "lé yemessühü" "dokunamaz" buyurmaz, "lé temüssühü" "dokunmayın" derdi.
"Zinaya yaklaşmayın..." (İsra-32)
içki ve kumar hakkında ""...bunlardan uzak durun..." (Maide- 90)
âyetleri buna örnektir.
Helal ve haramlar konularında Kur'an açık ve net bir dil kullanır.
Söz konusu âyette geçen "dokunamaz" ibaresi "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" anlamında kullanılmıştır.
Yani "şeytanların Kur'an'a dokunmaları mümkün değildir"
Dolayısıyla Vakıa 79. âyette geçen "dokunamaz" haberi, "Ey Mekke müşrikleri! Şeytanlar "onunla oynayamazlar" "ondan bir şey çıkaramazlar, ona bir şey ekleyemezler, onda tasarruf sahibi olamazlar" demektir.
Bu anlamlardan başka bir mana çıkarmak katmerli bir cehalettir.
Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir, iftira atmayın, yalan konuşmayın, dürüst olun" demek istenmiştir.
Haliyle Kur'an'a dokunma olmayınca onunla oynama, ondan bir şey çıkarma, ona bir şey ekleme de olmayacaktır.
İşte Vakıa süresinde bulunan "ona temiz olmayanlar dokunamaz" âyetinin bağlam ve bütünlüğünden örnekler.
"Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır"
(Şuara, 210- 211- 212 )
"O (Kur'an) şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin sözdür. O lânetlenmiş şeytanın sözü değildir" (Tekvir, 19- 28)
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden, onlara özel kılınmış bir hitap değildir.
Kur'an tüm insanlığın ortak değeridir.
Kur'an bütün insanları muhatap almıştır.
Bu değerli tek hidayet kaynağına ulaşmak, bilgilerinden faydalanmak için hiçbir engelin olmaması gerekir.
Dolayısıyla, Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp olan, hayız ve nifas halinde bulunan kadınlar başta olmak üzere, aya ve güneşe tapan, Hristiyan, Yahudi, kısaca herkes, her durumda, her zaman dokunabilir.
Bunun aksini savunma hurafedir, yalandır, Allah ve Resulü'ne iftiradır.
Herkes Kur'an'a dokunabilir.
Kur'an'a dokunmada zerre kadar bir günah ve sorumluluk yoktur.
Aksine cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunma bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı sevap ve fazilet olarak kabul edilebilir.
Açık ve net olarak söylüyorum.
Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmak büyük bir hayır ve önemli bir sevaptır.
Çünkü bir şey sakıncalı ve haram olmayınca, onu yapmak mubah ve sevaptır.
Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde dokunulmaz demek Kur'an'ı Mübin'e iftiradır.
Helal olan bir şeyi haram kılma olduğundan Allah'a iftiradır.
Abdest almak ve cünüblükten temizlenmek maddi değil, manevi ve hükmi bir temizliktir. Yani sadece ve sadece namaz kılmak için meşru kılınmıştır.
Namaz haricinde hiçbir şey için abdest alma ve cünüblükten temizlenme yoktur.
Dolayısıyla namaz haricinde abdest almanın ve cünüblükten temizlenmenin hiçbir fazileti ve sevabı yoktur.
Aslında abdestsizlik ile cenabet arasında hiç bir fark bulunmamaktadır.
Tekrar tekrar söylüyorum.
İnsanların abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a dokunmalarının dinen herhangi bir sakıncası yoktur.
Bunun aksini iddia etmek Kur'an'ı bilmemek, körü körüne gelenek ve rivayetlerin dinine mahkum olmaktan başka bir mana taşımamaktadır.
Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlayan, aklını kullanan ve Kur'an üzerinde tefekkür edenler asla böyle bir şey söylemez.
Şia ve Ehli Sünnet'in müctehidlerini anlamak mümkün değildir.
Mekke müşriklerine cevap olan bir âyeti müminlere emir olarak almışlardır.
Aslında "ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti indiğinde Kur'an kitap haline getirilmemişti.
Yani Kur'an, Allah Resulü'nün ve iman edenlerin gönüllerinde idi.
Kur'an'ın mushaf olması yani Kur'an'ın elle dokunulacak, gözle görülecek hale gelmesi Allah Resulü'nden sonra ashabın müdahalesi sonucunda olmuştur.
Yani Allah tarafından indirilen vahye insanların dokunması ve onu gözle görmeleri mümkün değildir.
Allah tarafından indirilen vahiy gözle görülecek, elle dokunulacak bir şey değildir.
"Ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti nazil olduğunda henüz abdest alma meşru kılınmamıştı.
Çünkü abdest âyeti hicretten sonra nazil olmuştur.
Kur'an'a dokunma ile ilgili bütün âyetlerin konusu şeytanlardır. Yani Mekke müşriklerinin iftiralarına cevaptır.
Aslında Kur'an dendiğinde nesnelere yazılmış olanı değil, levh-i mahfuzda bulunan Kur'an'ı anlamak gerekiyor.
Esas Kur'an levh-i mahfuzda olandır.
"Hakikatte o yalanladıkları, aslı levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kuran'dır"
( Buruc, 21-22)
Elimizde bulunan Kur'an değil, mushaftır.
Yani bir deri parçasına, tahtaya, plastik maddesine veya bir mermere yazılan âyetler bu maddeleri Kur'an'ı yapmaz.
Bilgisayar ve cep telefonu hiçbir zaman Kur'an sayılmazlar.
Bir kağıt parçası hiçbir zaman Kur'an sayılmaz. Dolayısıyla insanların abdestsiz ve cünüp olarak Kuran'a dokunmamalarını söylemek bir saygı değil, büyük bir sorumsuzluk ve ağır bir iftiradır.
Kur'an bir kitap değil, bir söz, bir kelam ve bir hitaptır.
Yani onun karakteri ve yapısı sözün gücüne dayanır.
Kur'an'ın indiği zemin insanların yazıdan ve yazılı metinlerden hoşlanmadıkları bir zemindir.
Ondaki tekrarlar bu yüzdendir.
Söz ve hitap yani sözün gücü tekrarı kaldırır, fakat yazılı metinde tekrar olmaz.
Kur'an'ın kendisini "kitap" olarak izafe etmesi, Allah'ın koruması altında olması, belli bir sistemenin bulunması, bağlam ve bütünlüğe sahip olmasındandır.
"Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
( Müminün-62 )
Halbuki Allah'ın indinde maddi nesnelere yazılı kitap bulunmaz.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(12. YAZI )
Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.
Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,
Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.
Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.
Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.
Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.
Geleneksel İslam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına İslam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, İnsanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.
Geleneksel din âlimleri, İslam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.
Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir.
Allah Resulü ( a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.
Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir hakarettir.
Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.
Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.
Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)
Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"
(Yusuf-76)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.
Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.
Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.
Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.
Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.
Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.
Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.
Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.
Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.
Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.
Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.
Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur.
Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.
(12. YAZI )
Geleneksel dinin meydana gelmesinde köklü kültür ve kadim inançlarla karşılaşmanın rolü büyük olmuştur.
Mesela, geleneksel dinin oluşmasında ortaya çıkan iki ana akımdan biri olan Rey ehl-i, dışa açık, Kur'an ve Sünnet ortak paydası ekseninde inanç geliştirirken,
Ashab-ı Hadis ise Nebi (a.s) adına nisbet edilen hadisler ekseninde bir inanç sistemi inşa etmiştir.
Rey ehl-i evrenselliği benimserken, Ehl-i Hadis ise yerel kalmayı tercih etmiş, hadis ve Sünnet perdesi altında Arap ırkını üstün tutmuş dolayısıyla yeni olan her düşünceye karşı gelmiştir.
Hadis ehl-i her zaman Arap kültür ve geleneğini üstün görmüş, onu muhafaza amacıyla hareket etmiş, Kur'an'a aykırı olan cahiliyenin siyasal ve sosyal ahlakını hadislerle örtmeye çalışmıştır.
Hadis Ehl-i'nin inanç ve amellerinde yani ictihadlarında Kur'an'dan bir şey bulmak mümkün değildir.
Geleneksel İslam anlayışı olan Şia, Ehli Sünnet ve Selefilik, diğer din mensuplarına İslam'ın evrensel ilkeleriyle örnek olmaları gerekirken, kendi içlerine kapanmış, İnsanları diğer inanç ve kültürlerin etkisinden korumayı amaçlamış ve din savaşını sünnet ve hadisler adına yapmıştır.
Geleneksel din âlimleri, İslam'ı muhafaza etmeyi, hadis ve sünneti korumak olarak anlamıştır.
Dolayısıyla Kur'an'ın ortaya koyduğu evrensel ahlak ve adaleti sünnet adı altında hadislerle yerelleştirmiştir.
Allah Resulü ( a.s) ve sahabe döneminde bilinmeyen hadis ve Sünnet iki asır sonra tamamen Kur'an'ın yerini almıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hadis ve Selefilikte, Kur'an teorik ve sözde kaynak olurken, hadisler ve âlimlerin ictihadları ise hayatın her alanına hakim olmuştur.
Halbuki Kur'an ile Sünnet'i yani vahiy ile hadisleri yan yana koymak veya aynı yerde mütalaa etmek başta Kur'an olmak üzere ilim ve akla, tefekkü ve sorgulamaya büyük bir hakarettir.
Sünnet'çi inanç yapısı Kur'an'dan sonra en büyük darbeyi ilme yapmıştır.
Hadis dininin öncüleri, ilmin sadece geçmiş alimlerin tekelinde olduğunu yani Selef alimlerinin ictihadlarından ibaret olduğu inancını yerleştirmiş ve bu fikri din haline getirmişlerdir.
Şia ve Ehli Sünnet mensupları tarafından din atalarının tek ilmi otorite olarak kabul edilmesi, insanların Kur'an'a ulaşmasının önünde en büyük engel en aşılmaz bataklık olmuştur.
Fakat Kur'an'ı Mübin'e baktığımızda Allah'tan başka hiç bir ilmi otoritenin olmadığını görebiliriz.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara- 120)
Başka bir âyete göre, "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır"
(Yusuf-76)
Şia ve Ehl-i Sünnet'in selefi zihni, aklın karşısına hadis adı altında sünneti ve âlimlerinin ictihadlarını koyarak iman eden milleti akıl ve fikir engelli duruma getirmişlerdir.
Selefi anlayışa göre atalarının dinine dayanmayan her ilim bid'attır.
Yani sonradan çıkmış hurafe ve uydurmalardır.
Halbuki kendi atalarından intikal eden her şey bid'attır, yalandır, şirktir.
Çünkü din ve hüküm, helal ve haram olarak Allah'ın kitabına dayanmayan her inanç ve fikir batıldır.
Fakat onlara göre ilim edinmenin tek yolu din adamlarının kaynaklarıdır.
Atalarının dinine kesin bir şekilde tâbi olmayı öngören bu tavrın uzun bir süreç sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
Selefilik, Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminden itibaren dini bir inanç kimliği kazanmıştır.
Ömer bin Abdülaziz döneminde Selefe tâbi olmak, Resulullah'ın sünnetine tâbi olmak olduğunun inancı yaygın hale gelmiştir.
Ömer bin Abdulaziz'e göre dinde asıl olan aklın yolu değil, eskilerin yani Selefi salihinin yolunu izlemektir.
Bu nedenle hadisler, bid'at ve fasıklık adı verilerek bütün yeni fikirlerin karşısında siper yapılmışlardır.
Bu sakat anlayış zaman içerisinde atalardan gelen ve atalara ait olan her şey olumlu ve güzel, Kur'an'a dayansa da yeni olan ve sonradan icat edilen her inanç ve fikir kötü inancını yaygınlaşmıştır.
Bu şekilde mezhep tutuculuğunun merkezine hadis adı altında sünnet savunuculuğu gelişmiştir.
Kur'an'dan edinilecek bağlam ve bütünlük yani hikmetin karşısına dinde olmayan başka kaynaklar yerleşip dinin tek kaynağı diskalifiye edilmiştir.
Dini inanç alanında iman edenlerin dramı her zaman ve zeminde böyle olmuştur.
Bu şekilde geçmiş atalarına kulluk eden, onların içtihatlarını din ve hüküm kabul eden ve onları sorgulamaktan korkan basit, düşüncesiz, ilimsiz bir yobazlık hayatın her alanına hakim olmuştur.
DOĞUMUNDAN GÜNÜMÜZE KADAR İLÂHLAR VE EVLİYA İNANCI:
"İnsanların çoğu şirk koşmadan iman etmezler"
(Yusuf, 106)
"Allah'ı bırakıp (veya Allah'ın yanında, ötesinde) ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe-31)
(Ey Resul! )
"Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nunla beraber bir takım dostlar (Evliya) edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez"
(Zümer, 3)
"Allah ile beraber (veya ondan başka) dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin"
(Şura, 6)
"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kâdirdir.
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura, 9, 10)
Kur'an'a baktığınızda insanlık tarihindeki bütün kavim ve milletlerin ortak özelliklerinin "ilâhlara ve evliyaya kulluk etmek" olduğunu görebilirsiniz
Ancak evliya ve ilahlara kulluğun sebebini iyice anlayabilmek için "hulul" inancının bilinmesi gerekir.
"Hulul" inancı bilinmeden evliya ve İlâhlara kulluğun ne demek olduğunu anlamak zor olacaktır.
HULUL NE DEMEKTİR?
Hulul, ilâhi zâtın (Allah'ın) veya sıfatlarının yaratıklardan birine intikal edip onunla birleşmesi anlamına gelir.
Sözlükte bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek, konup yerleşmek anlamlarında mastar olan "hulul"
kelimesi isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak "gül suyunun güle sirayet etmesi, iki cismin birleşmesi,
varlıkla onun mahalli veya arazla cevheri arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetiyle aynı olması, onda birleşmesi, ona geçmesi gibi değişik biçimlerde tanımlanmıştır.
İslam düşünce tarihinde itikadi tartışmalara konu teşkil eden hulul
"Allah'ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması" diye tanımlanabilir.
Tarikatlarda şeyhe verilen önem "hulul" inancından ileri gelmektedir.
Yani bu müşriklerin inancına göre "şeyh Allah'tır" "Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm"
"Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm" bataklığı, hulul inancı ile ilgili bir durumdur.
Muhyiddin'i Arabi, Celaleddini Rumi, Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi ve Beyazit'i Bestami gibi tasavvufçuların hepsi bu inanca sahipti.
Hulul inancı ve kavramı Kur'an'ı Mübin'de "şirk" anlamında yer almaktadır.
Genellikle Kur'an'ı Mübin'de anlatılan şirk'ten kasıt "hulul" inancıdır.
Hulul, İlâhların ve evliyanın, şeytanların ve tağutların karanlık şirk dinidir.
Kadim ilahları ve evliyayı günümüzün şeyh ve gavsları temsil ediyor.
Bugünkü türbeler de eskilerin putlarını temsil ediyor.
Geleneksel dinlerden tek ilâhlı tevhid dininin dejenere edilmesiyle geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulul inancı,
ilâhi kudretin belli bir amaç doğrultusunda çoğunlukla insan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenmeyi) ifade etmektedir.
Bu tanımıyla hulul basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilâhi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere
(şeyh, veli, kutup, gavs, insanı kamil) bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir.
Kadim Mısır, İran, Yunan, Asur, Hitit, Luvi ve Sümerlere kadar bütün
milletler çok tanrılı inanca yani ilahlara ve evliya ibadet ediyorlardı.
Bu inanca hulul, batinilik, çok ilâhlı din ve genel anlamı ile şirk diyoruz.
Zaten bu gerçeği iki bin âyete yakın insanların inanç tarihini gözler önüne seren Kur'an'dan öğreniyoruz.
Nuh (aleyhisselam)ın kavmi İLÂHLARA kulluk ediyorlardı.
"Ve dediler ki:
Sakın "İLÂHLARINIZI" bırakmayın hele Ved'den, Suva'dan, Yeğüs'ten, Ye'uk'ten ve Nesr'den asla vazgeçmeyin.
Böylece onlar gerçekten birçoklarını sapdırdılar. Rabb'im! sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır"
(Nuh-23, 24)
İbrahim (aleyhisselam)ın kavmi de ilahlara tapıyorlardı
"İbrahim (a.s)ilahlarının putlarını parçaladığı zaman şu şekilde tepki gösterdiler
"Bunu İLÂHLARIMIZA kim yaptı?
Muhakkak o, zalimlerden biridir, deliler. Bir kısmı:
"İLÂHLARIMIZI diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrahim denilirmi,ş dediler.
O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin.
Belki şahitlik ederler. Bunu İLAHLARIMIZA sen mi yaptın Ey İbrahim?
dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi Onlara sorun, Eğer konuşuyorlarsa! dedi"
(Enbiya, 59,60,61,62,63)
Hud ( as)ın Âd kavmi de ilahlara tapıyordu.
Hud (as) onları tevhid dini olan İslam'a davet ettiği zaman şöyle karşılık verdiler.
"Dediler ki:
Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Bizde senin sözünle İLAHLARIMIZI bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz"
(Hud, 53)
Allah Resulü'nün gönderildiği Mekke halkı da İLAHLARA ve evliyaya kulluk ediyorlardı.
Mekke müşrikleri hiçbir zaman ibadetlere karşı gelmediler.
Karşı geldikleri ve şiddetle tepki gösterdikleri tek şey İLAHLARININ ve EVLİYANIN reddedilmesi ve kabul edilmemesi idi.
Mekke müşrikleri tek Allah inancına hayret ediyorlardı.
İLAHLARININ ve EVLİYANIN kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inanıyorlardı.
(Zümer, 3)
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler:
Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İLAHLARI tek ilah mı yaptı?
Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur"
( Sad- 4, 5, 6)
"Şayet ilahlarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten (Muhammed) neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler"
(Furkan, 42)
Kısaca bütün Allah elçilerinin kavimleri istisnasız İLAHLARA ve EVLİYAYA kulluk ediyorlardı.
"Onlara bir zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine zulmettiler.
Rabbimin azap emri geldiğinde, Allah ile beraber taptıkları İLAHLARI, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı"
(Hud, 101)
"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka İLAHLAR edindiler.
Halbuki İLAHLARIN onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır kıta bekleyen askerlerdir"
( Yasin, 74, 75)
Allah Resulü'nden sonra İslam tarihinde ilahlara ve evliyaya tapan bazı fırka ve cemaatler şunlardır.
Sebeiyye, Talimiyye, İbahiyye, Mazdek, Babek, Karamita, Nusayriyye, Şabaniyye, Muhammira, Hürramiyye, Beyyaniyye, Harbiyye, Mansuriyye, Muğiriyye, Cenahiyye, Hattabiyye, Gurabiyye, Habitiyye, Himariyye, Mukannaiyye, Ruzamiyye, Yezidiye, Hallaciyye.
Son vahyin tarihinde Allah Resulü'nden sonra Emevi ve Abbasiler ile başlayan süreçte Kur'an'dan kopma ve vahyi terk etme ile ortaya çıkan parçalanma ve dağılma ile beraber meydana gelen Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri kadar evliya ve İlâhlara sahip hiçbir kavim ve millet gelmemiştir.
İşte Ehli Sünnet ve Şia'nın, Cemaat ve tarikatların şefaatçi edindikleri Evliyadan bazıları:
Veysel Karani, Alkame bin Kays, Mesruk bin Ecda, Ahmet bin Hanbel, Malik Bin Enes, Muhammed bin İdris,
Numan bin Sabit, İmamı Muhammed, Ebu Yusuf, imamı Nevevi,
Kadı Şureyh bin el-Hâris, Muhammed ibnul Hanefiye, Ka'b el Ahbar,
Hasan'ı Basri, Selim bin Abdullah,Haccac bin Yusuf, Yezid bin Muaviye, Said Bin Müseyyeb, İbni İshak,
Urve bin Zübeyr, İmam Zühri, Abdulkadir Geylani, imamı Maturidi, Ebu Hasan Eş'ari, imamul harameyn el Cüveyni, İmamı Gazali, İmam züfer,
Cüneyt Bağdadi, Nesai, Beydavi, Seyyid Ahmet Rufai, Nesai, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Ali Cürcani, İmamı Begavi, Beyhaki, İbni İshak, Şirazî,
Fahrettin Razi, Maverdi, Tahavi, Taberi, Müzeni, Şa'rani, Zeylai, Suyuti,
İmamı Rabbani, Şa'bi, Ebu Nuaym, Kurtubi, Ebubekir Şibli, İbrahim Desuki, Şeyh Bedrettin, İbni Sarrac, İmam Mücahit,
İbni abdilberr, İbni Merzuk, Ebu Muhammed Ceriri Taberi, Ebul leys Semerkandi, Seyyid Şerif, İmam Serahsi, İbni Esir, Hammad İbni Seleme, Kuduri, Ebu Nuaym,
Cürcani, Seyit Ahmet Tahtavi, Seyyid Şemsettin Hanefi, İmamı Rabbani, İbrahim Halebi, Aziz Mahmut Hüdai,
İbni Abidin, Ahmet Zerruk, Ebu Hasan Şazeli, Ebu Talib'i Mekki, İbni Battal, Karafi, Zerkani, Züvayi İsa, Alleme Ahmet Savi Maliki, Neblusi, Kastalani,
Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Zehebi, Zerkani, el Leknevi, es-Sülemi, Ebu Ya'la, Darimi, Yusuf El karmi, Abdülhamid eş- Şirvani, Şemsettin ez Zerkeşi,
Abdullah'ı Ensari, Abdurrahman Cevzi, Muhammed Ali Bin İbrahim, Osman Bin Merzuk, zeyneddin Ali Bin Ahmed Ermevi, Hafız Ebu Davud Süleyman İbni Eşas Sicistani, Abdurrahman İbni Recep,
Kadı İyaz, Molla Gürani, İmamı Mücahit, Molla Fenari,
İsmail Hakkı Bursevi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Celaleddin Rumi,
Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi, Ahmet Haznevi, İbni Kuteybe, Said Nursi, Esad Coşan, Şatibi, Ahmet Bedevi,
Muhammet Bahattin Nakşibendi, Hacı Bayram, Mahmut Ustaosmanoğlu, Abdulbaki Erol, Ali Haydar,
Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Zahid Kotku ve daha nice sahte Evliya ve uydurma rabler.
Fakat bu Evliya'nın çokluğu Müslüman olduklarını iddia edenlere kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, akılsızlık ve fakirliğin pençesinden kurtarmaya güçlüleri yetmemektedir.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu sahte ilahlar ve uydurma Evliya ile alakalı ne buyuruyor.
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların( EVLİYA) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf, 3)
İlahlara ve Evliyaya karşı uyarılmayan hiçbir Allah elçisi yoktur.
(Ey Muhammed! ) De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?
(Ey Resul!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider ve husranda kalanlardan olursun"
(Zümer, 64, 65)
( Ey Resul !) İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka İLAH edinme, sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın" (İsra, 39)
Yusuf (a.s) sahte ilahlara ve rablere karşı zindan arkadaşlarını söyle uyarıyordu.
"Ey Zindan arkadaşlarım!
Çeşitli rabler mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? Allah ile beraber taptıklarınız,
sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir,
Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirilmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
( Yusuf, 39, 40)
Evliyayı şefaatçi olarak kabul eden bazı cemaat ve fırkalar şöyle özetlenebilir.
Süleymancılar, Menzil tarikatı,
Nakşibendi Tarikatı, İsmailağa Tarikatı, Aziz Mahmut Hüdai Tekkesi, Yahyalı, Alvarlı Efe, İskenderpaşa,
Kırkıncı Hoca Cemaati, Işıkçılar, Cerrahi, Tebliğ, Selam, Hayrat cemaatleri, Haydar Baş cemaati, Kıbrısi Tarikatı,
Yavuz Selim Cemaati, Yeni Asyacılar, Hakikatçılar, Erenköy Cemaati, Nurcular, İsmailağa Cemaati,
F Gülen Cemaati,( Fetö)
İskenderpaşa Cemaati ( Zahid Kotku, Esad Coşan ve oğlu Nurettin Coşan.
Topbaşlar.
Süleymancıların Önderi Kemal Kaçar’ın torunları Denizongun Kardeşler.
İhlasçılar, Enver Ören, Mücahit Ören.
Kırkıncı Hoca ve yazıcılar gibi diğer yüzlerce Nurcu gruplar.
Nakşibendi Yahyalı Cemaati, önderleri, Ramazan Dinç.
Melamiler, önderleri Ahmet Aslan.
Hakikatçılar, önderleri Ömer Öngüt.
Hazneviler, önderleri Muhammed Muta Haznevi.
Menzilin önderleri Abdulbaki Erol.
İcmalciler, önderleri Haydar Baş.
Uşşakiler, önderleri Fatih Nurullah.
Cerrahiler, önderleri Ahmet Misbah Erkmenkul. Kadiri Muhammedi'yye, önderleri Muhammed Ustaoğlu.
Galibiler, önderleri Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu. Halveti Tarikatı Şabaniye kolu.
Hizbut-Tahrir.
Bütün bu fırka ve Cemaatler hep aynı kaynaktan beslenirler.
Tıpkı İŞİD el Kaide, En Nusra, Boko Haram gibi. Şiddet, anarşi, cehalet, terör ve kaos kaynaklarında var olduğu için merhametsizlik ruhlarına kadar işlemiştir.
Aslında bunların içinde ilahlara ve evliyaya kulluk etmeyenler mevcuttur.
Fakat onlar da uydurma rivayetleri ve hadisleri Kuran'a şirk koştukları için listeye girme hakkı kazandılar. Çünkü Allah tarafından indirilen vahye karşı kaynak edinmek de Kur'an'da şirk olarak kabul edilmiştir.
Dinde hüküm koyanlar kendilerini Allah'ın yerine koymuş olurlar.
(Ey Resul! ) Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tatıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece onundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87, 88)
"İnsanların çoğu şirk koşmadan iman etmezler"
(Yusuf, 106)
"Allah'ı bırakıp (veya Allah'ın yanında, ötesinde) ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe-31)
(Ey Resul! )
"Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nunla beraber bir takım dostlar (Evliya) edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez"
(Zümer, 3)
"Allah ile beraber (veya ondan başka) dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin"
(Şura, 6)
"Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, her şeye kâdirdir.
Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura, 9, 10)
Kur'an'a baktığınızda insanlık tarihindeki bütün kavim ve milletlerin ortak özelliklerinin "ilâhlara ve evliyaya kulluk etmek" olduğunu görebilirsiniz
Ancak evliya ve ilahlara kulluğun sebebini iyice anlayabilmek için "hulul" inancının bilinmesi gerekir.
"Hulul" inancı bilinmeden evliya ve İlâhlara kulluğun ne demek olduğunu anlamak zor olacaktır.
HULUL NE DEMEKTİR?
Hulul, ilâhi zâtın (Allah'ın) veya sıfatlarının yaratıklardan birine intikal edip onunla birleşmesi anlamına gelir.
Sözlükte bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek, konup yerleşmek anlamlarında mastar olan "hulul"
kelimesi isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak "gül suyunun güle sirayet etmesi, iki cismin birleşmesi,
varlıkla onun mahalli veya arazla cevheri arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetiyle aynı olması, onda birleşmesi, ona geçmesi gibi değişik biçimlerde tanımlanmıştır.
İslam düşünce tarihinde itikadi tartışmalara konu teşkil eden hulul
"Allah'ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması" diye tanımlanabilir.
Tarikatlarda şeyhe verilen önem "hulul" inancından ileri gelmektedir.
Yani bu müşriklerin inancına göre "şeyh Allah'tır" "Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm"
"Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm" bataklığı, hulul inancı ile ilgili bir durumdur.
Muhyiddin'i Arabi, Celaleddini Rumi, Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi ve Beyazit'i Bestami gibi tasavvufçuların hepsi bu inanca sahipti.
Hulul inancı ve kavramı Kur'an'ı Mübin'de "şirk" anlamında yer almaktadır.
Genellikle Kur'an'ı Mübin'de anlatılan şirk'ten kasıt "hulul" inancıdır.
Hulul, İlâhların ve evliyanın, şeytanların ve tağutların karanlık şirk dinidir.
Kadim ilahları ve evliyayı günümüzün şeyh ve gavsları temsil ediyor.
Bugünkü türbeler de eskilerin putlarını temsil ediyor.
Geleneksel dinlerden tek ilâhlı tevhid dininin dejenere edilmesiyle geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulul inancı,
ilâhi kudretin belli bir amaç doğrultusunda çoğunlukla insan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenmeyi) ifade etmektedir.
Bu tanımıyla hulul basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilâhi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere
(şeyh, veli, kutup, gavs, insanı kamil) bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir.
Kadim Mısır, İran, Yunan, Asur, Hitit, Luvi ve Sümerlere kadar bütün
milletler çok tanrılı inanca yani ilahlara ve evliya ibadet ediyorlardı.
Bu inanca hulul, batinilik, çok ilâhlı din ve genel anlamı ile şirk diyoruz.
Zaten bu gerçeği iki bin âyete yakın insanların inanç tarihini gözler önüne seren Kur'an'dan öğreniyoruz.
Nuh (aleyhisselam)ın kavmi İLÂHLARA kulluk ediyorlardı.
"Ve dediler ki:
Sakın "İLÂHLARINIZI" bırakmayın hele Ved'den, Suva'dan, Yeğüs'ten, Ye'uk'ten ve Nesr'den asla vazgeçmeyin.
Böylece onlar gerçekten birçoklarını sapdırdılar. Rabb'im! sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır"
(Nuh-23, 24)
İbrahim (aleyhisselam)ın kavmi de ilahlara tapıyorlardı
"İbrahim (a.s)ilahlarının putlarını parçaladığı zaman şu şekilde tepki gösterdiler
"Bunu İLÂHLARIMIZA kim yaptı?
Muhakkak o, zalimlerden biridir, deliler. Bir kısmı:
"İLÂHLARIMIZI diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrahim denilirmi,ş dediler.
O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin.
Belki şahitlik ederler. Bunu İLAHLARIMIZA sen mi yaptın Ey İbrahim?
dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi Onlara sorun, Eğer konuşuyorlarsa! dedi"
(Enbiya, 59,60,61,62,63)
Hud ( as)ın Âd kavmi de ilahlara tapıyordu.
Hud (as) onları tevhid dini olan İslam'a davet ettiği zaman şöyle karşılık verdiler.
"Dediler ki:
Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Bizde senin sözünle İLAHLARIMIZI bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz"
(Hud, 53)
Allah Resulü'nün gönderildiği Mekke halkı da İLAHLARA ve evliyaya kulluk ediyorlardı.
Mekke müşrikleri hiçbir zaman ibadetlere karşı gelmediler.
Karşı geldikleri ve şiddetle tepki gösterdikleri tek şey İLAHLARININ ve EVLİYANIN reddedilmesi ve kabul edilmemesi idi.
Mekke müşrikleri tek Allah inancına hayret ediyorlardı.
İLAHLARININ ve EVLİYANIN kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inanıyorlardı.
(Zümer, 3)
"Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kafirler:
Bu pek yalancı bir sihirbazdır! İLAHLARI tek ilah mı yaptı?
Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilahlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur"
( Sad- 4, 5, 6)
"Şayet ilahlarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten (Muhammed) neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler"
(Furkan, 42)
Kısaca bütün Allah elçilerinin kavimleri istisnasız İLAHLARA ve EVLİYAYA kulluk ediyorlardı.
"Onlara bir zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine zulmettiler.
Rabbimin azap emri geldiğinde, Allah ile beraber taptıkları İLAHLARI, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı"
(Hud, 101)
"Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah'tan başka İLAHLAR edindiler.
Halbuki İLAHLARIN onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır kıta bekleyen askerlerdir"
( Yasin, 74, 75)
Allah Resulü'nden sonra İslam tarihinde ilahlara ve evliyaya tapan bazı fırka ve cemaatler şunlardır.
Sebeiyye, Talimiyye, İbahiyye, Mazdek, Babek, Karamita, Nusayriyye, Şabaniyye, Muhammira, Hürramiyye, Beyyaniyye, Harbiyye, Mansuriyye, Muğiriyye, Cenahiyye, Hattabiyye, Gurabiyye, Habitiyye, Himariyye, Mukannaiyye, Ruzamiyye, Yezidiye, Hallaciyye.
Son vahyin tarihinde Allah Resulü'nden sonra Emevi ve Abbasiler ile başlayan süreçte Kur'an'dan kopma ve vahyi terk etme ile ortaya çıkan parçalanma ve dağılma ile beraber meydana gelen Şia ve Ehli Sünnet dininin âlimleri kadar evliya ve İlâhlara sahip hiçbir kavim ve millet gelmemiştir.
İşte Ehli Sünnet ve Şia'nın, Cemaat ve tarikatların şefaatçi edindikleri Evliyadan bazıları:
Veysel Karani, Alkame bin Kays, Mesruk bin Ecda, Ahmet bin Hanbel, Malik Bin Enes, Muhammed bin İdris,
Numan bin Sabit, İmamı Muhammed, Ebu Yusuf, imamı Nevevi,
Kadı Şureyh bin el-Hâris, Muhammed ibnul Hanefiye, Ka'b el Ahbar,
Hasan'ı Basri, Selim bin Abdullah,Haccac bin Yusuf, Yezid bin Muaviye, Said Bin Müseyyeb, İbni İshak,
Urve bin Zübeyr, İmam Zühri, Abdulkadir Geylani, imamı Maturidi, Ebu Hasan Eş'ari, imamul harameyn el Cüveyni, İmamı Gazali, İmam züfer,
Cüneyt Bağdadi, Nesai, Beydavi, Seyyid Ahmet Rufai, Nesai, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace, Ali Cürcani, İmamı Begavi, Beyhaki, İbni İshak, Şirazî,
Fahrettin Razi, Maverdi, Tahavi, Taberi, Müzeni, Şa'rani, Zeylai, Suyuti,
İmamı Rabbani, Şa'bi, Ebu Nuaym, Kurtubi, Ebubekir Şibli, İbrahim Desuki, Şeyh Bedrettin, İbni Sarrac, İmam Mücahit,
İbni abdilberr, İbni Merzuk, Ebu Muhammed Ceriri Taberi, Ebul leys Semerkandi, Seyyid Şerif, İmam Serahsi, İbni Esir, Hammad İbni Seleme, Kuduri, Ebu Nuaym,
Cürcani, Seyit Ahmet Tahtavi, Seyyid Şemsettin Hanefi, İmamı Rabbani, İbrahim Halebi, Aziz Mahmut Hüdai,
İbni Abidin, Ahmet Zerruk, Ebu Hasan Şazeli, Ebu Talib'i Mekki, İbni Battal, Karafi, Zerkani, Züvayi İsa, Alleme Ahmet Savi Maliki, Neblusi, Kastalani,
Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Zehebi, Zerkani, el Leknevi, es-Sülemi, Ebu Ya'la, Darimi, Yusuf El karmi, Abdülhamid eş- Şirvani, Şemsettin ez Zerkeşi,
Abdullah'ı Ensari, Abdurrahman Cevzi, Muhammed Ali Bin İbrahim, Osman Bin Merzuk, zeyneddin Ali Bin Ahmed Ermevi, Hafız Ebu Davud Süleyman İbni Eşas Sicistani, Abdurrahman İbni Recep,
Kadı İyaz, Molla Gürani, İmamı Mücahit, Molla Fenari,
İsmail Hakkı Bursevi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Celaleddin Rumi,
Şemsi Tebrizi, Hâlidi Bağdadi, Ahmet Haznevi, İbni Kuteybe, Said Nursi, Esad Coşan, Şatibi, Ahmet Bedevi,
Muhammet Bahattin Nakşibendi, Hacı Bayram, Mahmut Ustaosmanoğlu, Abdulbaki Erol, Ali Haydar,
Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Zahid Kotku ve daha nice sahte Evliya ve uydurma rabler.
Fakat bu Evliya'nın çokluğu Müslüman olduklarını iddia edenlere kaos, anarşi, zulüm, katliam, kargaşa, terör, cehalet, akılsızlık ve fakirliğin pençesinden kurtarmaya güçlüleri yetmemektedir.
Şimdi bakın Rahmân ve Rahim olan Allah bu sahte ilahlar ve uydurma Evliya ile alakalı ne buyuruyor.
"Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. Onunla beraber başka dostların( EVLİYA) peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz"
( Araf, 3)
İlahlara ve Evliyaya karşı uyarılmayan hiçbir Allah elçisi yoktur.
(Ey Muhammed! ) De ki: Ey cahiller! Bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?
(Ey Resul!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider ve husranda kalanlardan olursun"
(Zümer, 64, 65)
( Ey Resul !) İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka İLAH edinme, sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın" (İsra, 39)
Yusuf (a.s) sahte ilahlara ve rablere karşı zindan arkadaşlarını söyle uyarıyordu.
"Ey Zindan arkadaşlarım!
Çeşitli rabler mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? Allah ile beraber taptıklarınız,
sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir,
Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirilmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
( Yusuf, 39, 40)
Evliyayı şefaatçi olarak kabul eden bazı cemaat ve fırkalar şöyle özetlenebilir.
Süleymancılar, Menzil tarikatı,
Nakşibendi Tarikatı, İsmailağa Tarikatı, Aziz Mahmut Hüdai Tekkesi, Yahyalı, Alvarlı Efe, İskenderpaşa,
Kırkıncı Hoca Cemaati, Işıkçılar, Cerrahi, Tebliğ, Selam, Hayrat cemaatleri, Haydar Baş cemaati, Kıbrısi Tarikatı,
Yavuz Selim Cemaati, Yeni Asyacılar, Hakikatçılar, Erenköy Cemaati, Nurcular, İsmailağa Cemaati,
F Gülen Cemaati,( Fetö)
İskenderpaşa Cemaati ( Zahid Kotku, Esad Coşan ve oğlu Nurettin Coşan.
Topbaşlar.
Süleymancıların Önderi Kemal Kaçar’ın torunları Denizongun Kardeşler.
İhlasçılar, Enver Ören, Mücahit Ören.
Kırkıncı Hoca ve yazıcılar gibi diğer yüzlerce Nurcu gruplar.
Nakşibendi Yahyalı Cemaati, önderleri, Ramazan Dinç.
Melamiler, önderleri Ahmet Aslan.
Hakikatçılar, önderleri Ömer Öngüt.
Hazneviler, önderleri Muhammed Muta Haznevi.
Menzilin önderleri Abdulbaki Erol.
İcmalciler, önderleri Haydar Baş.
Uşşakiler, önderleri Fatih Nurullah.
Cerrahiler, önderleri Ahmet Misbah Erkmenkul. Kadiri Muhammedi'yye, önderleri Muhammed Ustaoğlu.
Galibiler, önderleri Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu. Halveti Tarikatı Şabaniye kolu.
Hizbut-Tahrir.
Bütün bu fırka ve Cemaatler hep aynı kaynaktan beslenirler.
Tıpkı İŞİD el Kaide, En Nusra, Boko Haram gibi. Şiddet, anarşi, cehalet, terör ve kaos kaynaklarında var olduğu için merhametsizlik ruhlarına kadar işlemiştir.
Aslında bunların içinde ilahlara ve evliyaya kulluk etmeyenler mevcuttur.
Fakat onlar da uydurma rivayetleri ve hadisleri Kuran'a şirk koştukları için listeye girme hakkı kazandılar. Çünkü Allah tarafından indirilen vahye karşı kaynak edinmek de Kur'an'da şirk olarak kabul edilmiştir.
Dinde hüküm koyanlar kendilerini Allah'ın yerine koymuş olurlar.
(Ey Resul! ) Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu ayetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tatıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece onundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87, 88)
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(13. YAZI)
Emevi Devleti zamanında altyapısı kurulan, Abbasiler döneminde gelişen Sünnet ve hadis dini son vahiy öncesi Arap geleneğinin ve ırkçılığının kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır.
Çünkü hadis ve Sünnet geleneği Arap geleneğini ve egemenliğini korumayı esas almaktaydı.
Hayatın her alanına hadisleri egemen kılmanın peşinde koşan bu hastalıklı zihin yapısı, hakkı sadece kendi dininde gören, başkasına ait olanları reddeden,
kendi inanç ve aklına göre üstün bir dava için bireyi feda eden, cemaate kudsiyet atfeden, farklı inanç ve düşünceleri büyük bir tehlike olarak algılayan, dışa tamamen kapalı bir toplum modeli doğurmuştur.
Özellikle cemaate uyma ve cemaatin önemli olduğu inancı bu rivayetçi inanç yapısında çok önemli bir yer tutar.
Şia ve Ehl-i Sünnet'te cemaat olma ilkesi atalarının yolundan sapmamanın garantisi olarak görülmüştür.
Çünkü cemaatçi zihin yapısı özgür bireylerin oluşmasının önünde en büyük bir engel en aşılmaz bir bataklıktır.
Dolayısıyla özgür bireylerin yetişmediği
toplumlarda erdem ve güzel ahlakın, adalet ve ilmin gelişmesine de imkan yoktur.
İşte bu yüzden ataların şirk dinine uyma ve cemaat olma inancı aslında Kur'an'ın saf dinine karşı bir dayanışma çağrısı olarak meydana getirilmiştir.
Sonuç olarak: Şia, Ehli Sünnet ve Selefi inanca göre; din, Allah ile Muhammed (a.s) ın ortak yapımı bir kurumdur.
Onların dininde Nebi ve Resul diye bir şey bulunmamaktadır.
Daha sonra da sahabe, tabiin ve tabe-i tâbiin olan muhaddis ve müctehidler bu kuruma alt yardımcılar olarak katılmışlardır.
Onlara göre dinde önemli olan Kur'an değil Muhammed (a.s) ın sünnetidir, bu yüzden "hadisler Allah'ın indirdiği âyetleri nesheder" derler.
Tabi hadis dedikleri şey tamamı Allah Resulü'ne iftira olan saçma sapan sözlerden başka bir şey değildir.
Yine onların dininde "essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a (Kur'an'a) egemen olarak görülmüştür.
Yine onlara göre; islam dininde aklın kullanılmasına, tefekkür ve sorgulamaya gerek yoktur.
Çünkü Allah'ın muhatabı bireyler değil, müctehidler, mezhep imamları ve cemaat liderleridir.
Yani onların dinlerine göre milletin yöneticileri ve idarecileri çoban milletin geri kalan ise sürüdür.
Sürü çobanın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Şiilik, Sünnilik ve Selefilik anlayışına göre dinin yaşanması için Kur'an'a gitmeye hiç gerek yoktur.
Çünkü hadisler Kur'an'ın, içtihatlarda hadislerin açıklamasıdırlar.
Dolayısıyla İslam dendiğinde sadece din bilgisi olan fıkıh ve ilmihal kitaplarını alıp okumak gerekiyor.
Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayışta Muhammed (a.s) vahiy alan bir Resul değil, din ve hüküm koyan Allah'ın ortaklarından biri olarak görülmüştür.
Şia, Ehli Sünnet ve Selefi âlimleri Allah'ın dinini "İslam" değil, Muhammed'ilik olarak benimsemişlerdir.
Ehli Sünnet ve Selefi mantık, yüzlerce âyette Kur'an'ın tek kaynak olması gerektiğini idrak edemediğinden "vahy-i gayri metlüv, hadis-i kutsi" gibi Kur'an açısından tamamen şirk olan kavramlar üretmiştir.
(13. YAZI)
Emevi Devleti zamanında altyapısı kurulan, Abbasiler döneminde gelişen Sünnet ve hadis dini son vahiy öncesi Arap geleneğinin ve ırkçılığının kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır.
Çünkü hadis ve Sünnet geleneği Arap geleneğini ve egemenliğini korumayı esas almaktaydı.
Hayatın her alanına hadisleri egemen kılmanın peşinde koşan bu hastalıklı zihin yapısı, hakkı sadece kendi dininde gören, başkasına ait olanları reddeden,
kendi inanç ve aklına göre üstün bir dava için bireyi feda eden, cemaate kudsiyet atfeden, farklı inanç ve düşünceleri büyük bir tehlike olarak algılayan, dışa tamamen kapalı bir toplum modeli doğurmuştur.
Özellikle cemaate uyma ve cemaatin önemli olduğu inancı bu rivayetçi inanç yapısında çok önemli bir yer tutar.
Şia ve Ehl-i Sünnet'te cemaat olma ilkesi atalarının yolundan sapmamanın garantisi olarak görülmüştür.
Çünkü cemaatçi zihin yapısı özgür bireylerin oluşmasının önünde en büyük bir engel en aşılmaz bir bataklıktır.
Dolayısıyla özgür bireylerin yetişmediği
toplumlarda erdem ve güzel ahlakın, adalet ve ilmin gelişmesine de imkan yoktur.
İşte bu yüzden ataların şirk dinine uyma ve cemaat olma inancı aslında Kur'an'ın saf dinine karşı bir dayanışma çağrısı olarak meydana getirilmiştir.
Sonuç olarak: Şia, Ehli Sünnet ve Selefi inanca göre; din, Allah ile Muhammed (a.s) ın ortak yapımı bir kurumdur.
Onların dininde Nebi ve Resul diye bir şey bulunmamaktadır.
Daha sonra da sahabe, tabiin ve tabe-i tâbiin olan muhaddis ve müctehidler bu kuruma alt yardımcılar olarak katılmışlardır.
Onlara göre dinde önemli olan Kur'an değil Muhammed (a.s) ın sünnetidir, bu yüzden "hadisler Allah'ın indirdiği âyetleri nesheder" derler.
Tabi hadis dedikleri şey tamamı Allah Resulü'ne iftira olan saçma sapan sözlerden başka bir şey değildir.
Yine onların dininde "essünnetü kâdiyetun alel kitébi" "Sünnet kitab'a (Kur'an'a) egemen olarak görülmüştür.
Yine onlara göre; islam dininde aklın kullanılmasına, tefekkür ve sorgulamaya gerek yoktur.
Çünkü Allah'ın muhatabı bireyler değil, müctehidler, mezhep imamları ve cemaat liderleridir.
Yani onların dinlerine göre milletin yöneticileri ve idarecileri çoban milletin geri kalan ise sürüdür.
Sürü çobanın emir ve yasaklarına uymak zorundadır.
Şiilik, Sünnilik ve Selefilik anlayışına göre dinin yaşanması için Kur'an'a gitmeye hiç gerek yoktur.
Çünkü hadisler Kur'an'ın, içtihatlarda hadislerin açıklamasıdırlar.
Dolayısıyla İslam dendiğinde sadece din bilgisi olan fıkıh ve ilmihal kitaplarını alıp okumak gerekiyor.
Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayışta Muhammed (a.s) vahiy alan bir Resul değil, din ve hüküm koyan Allah'ın ortaklarından biri olarak görülmüştür.
Şia, Ehli Sünnet ve Selefi âlimleri Allah'ın dinini "İslam" değil, Muhammed'ilik olarak benimsemişlerdir.
Ehli Sünnet ve Selefi mantık, yüzlerce âyette Kur'an'ın tek kaynak olması gerektiğini idrak edemediğinden "vahy-i gayri metlüv, hadis-i kutsi" gibi Kur'an açısından tamamen şirk olan kavramlar üretmiştir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(14. YAZI)
Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayış, ilim kavramının içini boşaltmış, yani ilim Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, onu anlamak ve yaşamak iken, onu hadislerden ve beşeri ictihadlardan ibaret görmüş, tabiat kitabını, insan âyetini ve vahyin ahlakını arkalarına atmışlardır.
Ehli sünnet ve Selefi düşünce milleti geçmiş adaların dinine ve takdirine sığınan, yaşadıkları çağa yabancı ve gelecek zamanı planlamadan uzak kalarak, kaderci bir inanç sistemi geliştirmiştir.
Dolayısıyla geleneksel din anlayışı yani Sünnilik, Şiilik ve Selefilik Müslüman düşünürlerin yetişmesini engellemiştir.
İşin doğrusu Şiilik, Sünnilik ve selefilik Kur'an ahlak ve aklından uzak, sanat ve estetiğe düşman, merhametsiz bir düşünce ve inanç inşa etmiştir.
Geleneksel mezhebi anlayış, icat ve medeniyet yarışında kendisine iman eden milletin önünü durağan düşünce ve kokuşmuş inanç sayesinde kesmiştir.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in din atalarından kaynaklanan bu yozlaşmayı düzeltmek zorundayız.
İman edenler, vahiy, aklı selim ve doğru bilgi sahibi olmadan sırat-ı müstakim yani hanif din olan İslam'a sahip olamazlar.
Aslında vahyin esas amacı, bir kulluk sistemi, ekonomi veya siyasi bir sistem kurmak değildir.
Vahyin esas amacı, hanif İslam'ı yani mala- mülke, kula- kulluğu ortadan kaldırmak, güzel ahlakı inşa etmek, yeryüzünde adaleti ve merhameti gerçekleştirmektir.
Din, insanların hayatlarını ve yaşam tarzlarını etkileme gücüne sahiptir.
Bireyi değiştirip dönüştürmeden milletin değişip dönüşmesine de imkan ve ihtimal yoktur.
Tüm vahiy'lerle birlikte son vahiy'de bireyin hayatını kolaylaştırmak, ahlakını güzelleştirmek ve yolunu İslam'a doğru açmak için gönderilmiştir.
Yani son vahyin amacı, insana problemlerini çözmede yardımcı olacak bir sistem sunmasıdır.
"Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden önceki iyilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.
Allah hakkıyla bilendir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar (şirk'in esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden yükünü hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"
( Nisa, 26- 27 -28)
Kur'an'ın emir ve yasakları tek tek her bireye yönelik olarak ortaya konmuştur.
Yani din cemaat ve gruplar ile değil, bireyde başlar ve bireyde son bulur.
İslam dininde toplum için bireyi feda etmek diye bir şey yoktur.
Dolayısıyla tek hidayet kaynağı olan vahiy, bireyin kaliteli bir ahlak ve doğru bilgi ile yetişmesine değer verir.
Biireylerin inanç ve fikir dünyası kalite kazanınca toplumsal olarak hayat kolay hale gelecektir.
Vahiy ehl-i muvahhidler, geleneksel din anlayışına yani mezheplere karşı onurlu hareket etmek ve atalar dinini tüm yönleriyle sorgulamak zorundadırlar.
Aslında ataların dinini sorgulamak Kur'an'daki İslam için bir varolma savaşıdır.
İslam dini hakkında araştırma ve inceleme yapmak Allah'ın emridir.
İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ı okumak, üzerinde düşünmek Allah'ın ilk ve en önemli emridir.
"Ey Resul! Kuran'ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni yine dönülecek yere döndürecektir.
De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu kitabın sana vahyedileciğini ummuyordum.
Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiştir.
O halde sakın kâfirlere arka çıkma. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tapıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas- 85, 86, 87, 88)
Bu farz Kuran'ı anlamadan asla gerçekleşmeyecektir.
Dolayısıyla Kur'an'ı herkes anlamaz inancı Kur'an'ın birçok âyetine aykırı olduğu için Allah'a karşı büyük bir iftiradır.
Kur'an'ı herkes kendi bilgi, araştırma, düşünme, akletme, güzel ahlak ve merak seviyesine göre anlayabilir.
(14. YAZI)
Ehl-i Sünnet ve Selefi anlayış, ilim kavramının içini boşaltmış, yani ilim Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü, onu anlamak ve yaşamak iken, onu hadislerden ve beşeri ictihadlardan ibaret görmüş, tabiat kitabını, insan âyetini ve vahyin ahlakını arkalarına atmışlardır.
Ehli sünnet ve Selefi düşünce milleti geçmiş adaların dinine ve takdirine sığınan, yaşadıkları çağa yabancı ve gelecek zamanı planlamadan uzak kalarak, kaderci bir inanç sistemi geliştirmiştir.
Dolayısıyla geleneksel din anlayışı yani Sünnilik, Şiilik ve Selefilik Müslüman düşünürlerin yetişmesini engellemiştir.
İşin doğrusu Şiilik, Sünnilik ve selefilik Kur'an ahlak ve aklından uzak, sanat ve estetiğe düşman, merhametsiz bir düşünce ve inanç inşa etmiştir.
Geleneksel mezhebi anlayış, icat ve medeniyet yarışında kendisine iman eden milletin önünü durağan düşünce ve kokuşmuş inanç sayesinde kesmiştir.
Şia ve Ehl-i Sünnet'in din atalarından kaynaklanan bu yozlaşmayı düzeltmek zorundayız.
İman edenler, vahiy, aklı selim ve doğru bilgi sahibi olmadan sırat-ı müstakim yani hanif din olan İslam'a sahip olamazlar.
Aslında vahyin esas amacı, bir kulluk sistemi, ekonomi veya siyasi bir sistem kurmak değildir.
Vahyin esas amacı, hanif İslam'ı yani mala- mülke, kula- kulluğu ortadan kaldırmak, güzel ahlakı inşa etmek, yeryüzünde adaleti ve merhameti gerçekleştirmektir.
Din, insanların hayatlarını ve yaşam tarzlarını etkileme gücüne sahiptir.
Bireyi değiştirip dönüştürmeden milletin değişip dönüşmesine de imkan ve ihtimal yoktur.
Tüm vahiy'lerle birlikte son vahiy'de bireyin hayatını kolaylaştırmak, ahlakını güzelleştirmek ve yolunu İslam'a doğru açmak için gönderilmiştir.
Yani son vahyin amacı, insana problemlerini çözmede yardımcı olacak bir sistem sunmasıdır.
"Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden önceki iyilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.
Allah hakkıyla bilendir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar (şirk'in esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden yükünü hafifletmek ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"
( Nisa, 26- 27 -28)
Kur'an'ın emir ve yasakları tek tek her bireye yönelik olarak ortaya konmuştur.
Yani din cemaat ve gruplar ile değil, bireyde başlar ve bireyde son bulur.
İslam dininde toplum için bireyi feda etmek diye bir şey yoktur.
Dolayısıyla tek hidayet kaynağı olan vahiy, bireyin kaliteli bir ahlak ve doğru bilgi ile yetişmesine değer verir.
Biireylerin inanç ve fikir dünyası kalite kazanınca toplumsal olarak hayat kolay hale gelecektir.
Vahiy ehl-i muvahhidler, geleneksel din anlayışına yani mezheplere karşı onurlu hareket etmek ve atalar dinini tüm yönleriyle sorgulamak zorundadırlar.
Aslında ataların dinini sorgulamak Kur'an'daki İslam için bir varolma savaşıdır.
İslam dini hakkında araştırma ve inceleme yapmak Allah'ın emridir.
İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'ı okumak, üzerinde düşünmek Allah'ın ilk ve en önemli emridir.
"Ey Resul! Kuran'ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni yine dönülecek yere döndürecektir.
De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu kitabın sana vahyedileciğini ummuyordum.
Bu ancak Rabbinden bir rahmet olarak gelmiştir.
O halde sakın kâfirlere arka çıkma. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et asla müşriklerden olma.
Allah ile birlikte başka bir İLAHA tapıp yalvarma! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Kasas- 85, 86, 87, 88)
Bu farz Kuran'ı anlamadan asla gerçekleşmeyecektir.
Dolayısıyla Kur'an'ı herkes anlamaz inancı Kur'an'ın birçok âyetine aykırı olduğu için Allah'a karşı büyük bir iftiradır.
Kur'an'ı herkes kendi bilgi, araştırma, düşünme, akletme, güzel ahlak ve merak seviyesine göre anlayabilir.
NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL ETMİŞ OLAMAZ MI?
(1.YAZI)
Son zamanlarda nebi ile resul'ün arasında bulunan farkları düşünürken aklımıza takılan farklardan biri de nebi kavramının kullanıldığı yerlerde özel ve dar konuların resûl kavramının kullanıldığı yerlerde ise genel ve geniş konuların işlendiğini görüyoruz.
Yani nebi kavramının kullanıldığı âyetlerde nebi'nin kendi özel halleri, hataları, hanımları, ailesi veya sadece ona iman eden müminlerin hataları, yani Medine'de yaşayan insanların ve olayların konu edildiğini görüyoruz.
Resûl kavramının kullanıldığı âyetlerde ise, genel, külli, evrensel, zamanları ve coğrafyaları aşan bir hitabın var olduğunu yani tüm insanları ilgilendiren emir, yasak ve öğütlerin olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla bu yönüyle "nebi" tarihselliği yani sadece kendi döneminde yaşanan sorunları temsil eden dar bir makam ve mertebe ilgili bir kavram iken, "resul" bütün insanları ilgilendiren bir misyona sahip olduğunu düşünmeye başlıyoruz.
Şimdi konuyla alakalı âyetlere bir göz atalım.
1-) Ey Nebi! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına diş örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemeleri için en uygun olan budur. Allah bağışlayandır, merhamet edendir"
(Ahzab-59)
Bu âyet o günün ahlak, gelenek ve şartlarında inmiş olan yani sadece Medine halkının yaşamış olduğu sorunla ilgili bir durumdan bahsetmektedir.
Artık bugün aynı şartların yani dünyanın başka yerlerinde kadınlara karşı böyle rahatsız edici ve eziyet verici durumlarını yaşatılması imkânsızdır.
Çünkü devletlerin kanunu ve hukuki düzenlemeleri ve adalet mekanizması buna fırsat vermeyecektir.
Ama nebi(a.s) yaşadığı Medine'de böyle bir sorun vardı.
Bu sorun tüm insanlığı ilgilendirdiğini söyleyebilir miyiz?
Yani bu sorun risâletin geniş ve kapsamlı alanına girmiyor.
2-) "Allah ve melekleri, nebi'ye (Muhammed'e değil) salat (yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat (yardım) edin ve tam olarak (Allah'a) teslimiyet gösterin"
( Ahzab- 56 )
Bu âyette de Medine'de yaşayan müminlerin nebi (a.s) ı yalnız bırakmamalarını, ona destek olmalarını bir yönüyle de kıyamet gününe kadar müminlerin, münafık ve müşriklere karşı da nebi'nin haysiyet ve şerefini korumalarını istemektedir.
Ama esas konusu ve hitap bağlamı nebi döneminde yaşayan müminlerdir.
3-) Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, nebi'nin evlerine girmeyin. Ancak davet edilğiniz vakit girin.
Yemeği yediğinizde hemen dağılın sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten utanmaktadır..."
(Ahzap- 53)
Bu âyette de sadece nebi'nin evlerine giren ve gece geç saatlere kadar kalarak nebi'yi rahatsız eden müminlere hitap edilmektedir.
Bu emir o zaman yaşayan insanları ilgilendimektedir.
Zaten âyette geçen "bu hareketiniz nebi'yi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten utanmaktadır" cümlesi bu işin risâletle ilgili olmadığını, özel bir durumun kasdedildiğini gösteriyor.
Yoksa genel bir sorun ve risâletle ilgili bir durum olsaydı nebi bunu söylemekten utanmazdı yani onu duyurmak ve ilan etmek zorunda kalırdı.
4-) Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir nebi'ye esirleri bulunması yakışmaz. Siz geçici dünya hayatını istiyorsunuz, halbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah azizdir, hikmet sahibidir"
( Enfal- 67)
Yukarıdaki âyet nebi ve iman edenlerin bir zaaf ve hatalarını anlatmaktadır.
İman edenler savaştan önce mallarına konmak için karşı tarafın askerlerini öldürme yerine esir almamaları gerekmektedir.
Halbuki bugün milletlerarası antlaşmalar var. Esirler konusunda iman edenler kendi kafalarına göre kanun belirleyemez, kendi akıllarına göre hareket edemezler.
5-) "Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenler yakışmaz"
(Tevbe-113)
Bu âyette nebi ile iman edenler müşrik akrabalarına dua ettiklerinden dolayı Allah tarafından uyarılıyorlar.
Yani hitap bağlamı özel bir hareket ve dar bir insan topluluğu ile ilgilidir.
Ancak bundan iman edenler de ders çıkarabilirler.
6-) "Andolsun ki Allah, bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, nebi'yi ve zor zamanda ona uyan muhacirlerle ensarı affeti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O onlara karşı çok şefkatli çok merhametlidir" (Enfal- 117)
Yukarıdaki âyet Müslümanlardan hata eden az bir grup hakkında nazil olmuştur.
7-)Ey Nebi! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) İstiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim"
(Ahzab-28)
Bu âyette dünyalık mal- mülk ve ziynet eşyası isteyen nebi'nin hanımlarına Allah tarafından bir uyarı yapılıyor.
8- Nebi, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu nebi'ye haber verince, nebi bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Nebi bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Nebi: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi"
(Tahrim-3)
Yukarıdaki âyet nebi ve hanımları arasında geçen özel bir konuya temas ettiği için sadece nebi ibaresinin kullanıldığını görüyoruz.
(Yine o münafıklardan) O ( nebi her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek nebi'yi incitenler de vardır.
De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a iman eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe-61)
Dikkat edilirse yine belli bir grup hakkında yani nebi döneminde yaşayan münafıklar hakkında âyetin nazil olduğunu görüyoruz.
Âyette bir incelik daha vardır.
Şöyle ki, nebi için "sizden iman edenler için bir rahmettir" derken, Enbiya süresinde Resul'ün misyon olarak "bütün insanlara rahmet olduğu vurgulanıyor.
(Devam edecek)
(1.YAZI)
Son zamanlarda nebi ile resul'ün arasında bulunan farkları düşünürken aklımıza takılan farklardan biri de nebi kavramının kullanıldığı yerlerde özel ve dar konuların resûl kavramının kullanıldığı yerlerde ise genel ve geniş konuların işlendiğini görüyoruz.
Yani nebi kavramının kullanıldığı âyetlerde nebi'nin kendi özel halleri, hataları, hanımları, ailesi veya sadece ona iman eden müminlerin hataları, yani Medine'de yaşayan insanların ve olayların konu edildiğini görüyoruz.
Resûl kavramının kullanıldığı âyetlerde ise, genel, külli, evrensel, zamanları ve coğrafyaları aşan bir hitabın var olduğunu yani tüm insanları ilgilendiren emir, yasak ve öğütlerin olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla bu yönüyle "nebi" tarihselliği yani sadece kendi döneminde yaşanan sorunları temsil eden dar bir makam ve mertebe ilgili bir kavram iken, "resul" bütün insanları ilgilendiren bir misyona sahip olduğunu düşünmeye başlıyoruz.
Şimdi konuyla alakalı âyetlere bir göz atalım.
1-) Ey Nebi! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına diş örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemeleri için en uygun olan budur. Allah bağışlayandır, merhamet edendir"
(Ahzab-59)
Bu âyet o günün ahlak, gelenek ve şartlarında inmiş olan yani sadece Medine halkının yaşamış olduğu sorunla ilgili bir durumdan bahsetmektedir.
Artık bugün aynı şartların yani dünyanın başka yerlerinde kadınlara karşı böyle rahatsız edici ve eziyet verici durumlarını yaşatılması imkânsızdır.
Çünkü devletlerin kanunu ve hukuki düzenlemeleri ve adalet mekanizması buna fırsat vermeyecektir.
Ama nebi(a.s) yaşadığı Medine'de böyle bir sorun vardı.
Bu sorun tüm insanlığı ilgilendirdiğini söyleyebilir miyiz?
Yani bu sorun risâletin geniş ve kapsamlı alanına girmiyor.
2-) "Allah ve melekleri, nebi'ye (Muhammed'e değil) salat (yardım) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat (yardım) edin ve tam olarak (Allah'a) teslimiyet gösterin"
( Ahzab- 56 )
Bu âyette de Medine'de yaşayan müminlerin nebi (a.s) ı yalnız bırakmamalarını, ona destek olmalarını bir yönüyle de kıyamet gününe kadar müminlerin, münafık ve müşriklere karşı da nebi'nin haysiyet ve şerefini korumalarını istemektedir.
Ama esas konusu ve hitap bağlamı nebi döneminde yaşayan müminlerdir.
3-) Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağrılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, nebi'nin evlerine girmeyin. Ancak davet edilğiniz vakit girin.
Yemeği yediğinizde hemen dağılın sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Nebi'yi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten utanmaktadır..."
(Ahzap- 53)
Bu âyette de sadece nebi'nin evlerine giren ve gece geç saatlere kadar kalarak nebi'yi rahatsız eden müminlere hitap edilmektedir.
Bu emir o zaman yaşayan insanları ilgilendimektedir.
Zaten âyette geçen "bu hareketiniz nebi'yi üzmekte, fakat o size bunu söylemekten utanmaktadır" cümlesi bu işin risâletle ilgili olmadığını, özel bir durumun kasdedildiğini gösteriyor.
Yoksa genel bir sorun ve risâletle ilgili bir durum olsaydı nebi bunu söylemekten utanmazdı yani onu duyurmak ve ilan etmek zorunda kalırdı.
4-) Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir nebi'ye esirleri bulunması yakışmaz. Siz geçici dünya hayatını istiyorsunuz, halbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah azizdir, hikmet sahibidir"
( Enfal- 67)
Yukarıdaki âyet nebi ve iman edenlerin bir zaaf ve hatalarını anlatmaktadır.
İman edenler savaştan önce mallarına konmak için karşı tarafın askerlerini öldürme yerine esir almamaları gerekmektedir.
Halbuki bugün milletlerarası antlaşmalar var. Esirler konusunda iman edenler kendi kafalarına göre kanun belirleyemez, kendi akıllarına göre hareket edemezler.
5-) "Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenler yakışmaz"
(Tevbe-113)
Bu âyette nebi ile iman edenler müşrik akrabalarına dua ettiklerinden dolayı Allah tarafından uyarılıyorlar.
Yani hitap bağlamı özel bir hareket ve dar bir insan topluluğu ile ilgilidir.
Ancak bundan iman edenler de ders çıkarabilirler.
6-) "Andolsun ki Allah, bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, nebi'yi ve zor zamanda ona uyan muhacirlerle ensarı affeti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O onlara karşı çok şefkatli çok merhametlidir" (Enfal- 117)
Yukarıdaki âyet Müslümanlardan hata eden az bir grup hakkında nazil olmuştur.
7-)Ey Nebi! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) İstiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim"
(Ahzab-28)
Bu âyette dünyalık mal- mülk ve ziynet eşyası isteyen nebi'nin hanımlarına Allah tarafından bir uyarı yapılıyor.
8- Nebi, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu nebi'ye haber verince, nebi bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Nebi bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Nebi: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi"
(Tahrim-3)
Yukarıdaki âyet nebi ve hanımları arasında geçen özel bir konuya temas ettiği için sadece nebi ibaresinin kullanıldığını görüyoruz.
(Yine o münafıklardan) O ( nebi her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek nebi'yi incitenler de vardır.
De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a iman eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe-61)
Dikkat edilirse yine belli bir grup hakkında yani nebi döneminde yaşayan münafıklar hakkında âyetin nazil olduğunu görüyoruz.
Âyette bir incelik daha vardır.
Şöyle ki, nebi için "sizden iman edenler için bir rahmettir" derken, Enbiya süresinde Resul'ün misyon olarak "bütün insanlara rahmet olduğu vurgulanıyor.
(Devam edecek)
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(15.YAZI)
Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite lideri olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde hilafeti ele geçirmiştir.
Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.
Yöneticiler, devletin hile ile gasp edildiğini biliyorlardı.
Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde insanları, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.
Mesela:
Saçma sapan rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirmiş ve sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.
Dünyada hadis ilmi kadar absürt bir ilim dalı herhalde yoktur.
Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak olurken, tâbiin döneminde biraz, tabei tâbiin döneminde biraz daha, Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraları binlerce hatta milyonlarca hadis üretime geçmiştir.
Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete getirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı yapılacak bir girişimin Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.
Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet alimleri Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis uyduruyor ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.
Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde inanç haline getirmiştir.
Bundan sonra Ehl-i Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini inancını geliştirmişlerdir.
Daha sonraki süreçte milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp edilmiştir.
Çünkü yöneticiler, biatın verdiği yetkiyle, kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını savunmuşlardır.
Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken, yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir.
Kur'an iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir.
Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı, yoksa Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır?
Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler. İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir.
Zaman ve zemine göre isyankarlar tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin kurulması da milletin görevidir.
Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya belli bir süreye kadar otoriteyi geçici olarak devrederler.
Çünkü idareci ile halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur.
Yani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır.
Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır.
Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar.
Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir.
İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların değişmesine imkan kalmıyor.( Ra'd- 11; Enfal- 53)
Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil, tüm milletin bireylerini de ilgilenmektedir.
"Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."
(Enfal-25)
Yukarıdaki âyete göre, toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dini ve siyasi özgürlüğü millete ait bir hak olduğunu gösteriyor.
Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalime karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor.
Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin gerekçesini kaderle yani Allah'a fatura etmektedir.
Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle milletin başını açtıkları beladan kurtuluş, toplum önderlerinin ve alimlerin öncülüğü olmaksızın mümkün değildir.
Fakat tam tersine âlimler, ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar.
Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.
Siyaseten yapılan zulmün Allah kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış âlimlerin uzmanlık alanı olmuştur.
Ali Aydın
(15.YAZI)
Emevilerin birinci halifesi Muaviye, Medine hilafet hükümetine bağlı bir vali iken elindeki devlet gücüne güvenerek meşru otorite lideri olan Ali'ye karşı gelmiş ve hileli bir şekilde hilafeti ele geçirmiştir.
Birinci halife Muaviye olmak üzere Emevilerin bütün yöneticileri devletin kuruluşundaki söz konusu gayri meşruluğun sıkıntısını çekiyorlardı.
Yöneticiler, devletin hile ile gasp edildiğini biliyorlardı.
Uydurma rivayetlerin henüz yazıya geçirilmediği bir dönemde insanları, meşruluğu tartışmalı bir iktidarın idare etmesi problemi, uydurulan hadislere de etki etmiştir.
Mesela:
Saçma sapan rivayetlerle hilafetin Kureyşin hakkı olduğu inancı geliştirmiş ve sahih hadis olarak piyasaya sürülmüştür.
Dünyada hadis ilmi kadar absürt bir ilim dalı herhalde yoktur.
Çünkü Allah Resulü ve sahabe döneminde hiç bir hadis bulunmazken yani din ve hüküm olarak sadece Kur'an hayata hakim ve tek kaynak olurken, tâbiin döneminde biraz, tabei tâbiin döneminde biraz daha, Emeviler döneminde belki yüzlerle ifade edilirken Abbasi ve daha sonraları binlerce hatta milyonlarca hadis üretime geçmiştir.
Muaviye ile başlayan süreçte bütün Emevi halifeleri kendilerinin Allah tarafından hilâfete getirildikleri dolayısıyla Allah'ın halifeleri oldukları, yeryüzünde Allah'ın gölgesi konumunda bulundukları, bu sebeple kendilerine karşı yapılacak bir girişimin Allah'a karşı gelmek olduğunu söyleyerek takdir-i ilâhiye'ye herkesin razı olması gerektiğini vurgulamışlardır.
Daha sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet alimleri Emevi- Abbasi yönetimlerinin anlayışı istikametinde hadis uyduruyor ve din tamamen bu hadislere göre şekilleniyordu.
Ve böylece bu hadisler yoluyla siyasal idare, sorumluluğu üzerinden Allah'ın üzerine atmayı, kendini aklamayı din adamlarının sayesinde inanç haline getirmiştir.
Bundan sonra Ehl-i Sünnet'in siyasi geleneğinde halifeler ve padişahlar kendilerinin Allah'a itaat ettiklerini ve inananların da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini inancını geliştirmişlerdir.
Daha sonraki süreçte milletin idarecileri denetleme ve sorgulama hakları da gasp edilmiştir.
Çünkü yöneticiler, biatın verdiği yetkiyle, kendilerine biat eden insanlara karşı değil, direkt Allah'a karşı sorumlu olduklarını savunmuşlardır.
Özellikle itaat kavramı Kur'an'da sadece Allah ve Resulü için (Nebi veya Muhammed değil) kullanılırken, yöneticiye itaat etmek dinin emirleri arasında gösterilmiştir.
Kur'an iman edenleri birleştirirken (Âli İmran-103) siyasal zihin iktidara kilitlendiği için ister istemez bölünme ve ihtilafı beraberinde getirecektir.
Dinde tefrika ve ihtilâfı Allah'ın kelamı mı, yoksa Şia ve Ehl-i Sünnet'in yüzlerce uydurma kutsal kaynakları mı yaratmaktadır?
Uydurma dinin siyasal zihni milleti böler. İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, bu yaşam biçimi her bireyin uyması gereken kuralların bulunmasını da gerekli hale getirmektedir.
Zaman ve zemine göre isyankarlar tarafından adalet ve hukuk kurallarının çiğnenmesini önleyecek sistemlerin kurulması da milletin görevidir.
Milletin üyeleri olan bireyler, siyasal olarak kendilerini yönetecek kişiye, ölünceye kadar değil, adaleti ayakta tuttuğu müddetçe veya belli bir süreye kadar otoriteyi geçici olarak devrederler.
Çünkü idareci ile halkın olduğu her yerde siyaset mevcuttur.
Yani siyaset, insanın insanı yönetme sanatı ve ahlakıdır.
Ancak idareci ile halk arasında ilâhi ve dini bir ilişki değil, dünyevi ve beşeri bir ilişki bulunmaktadır.
Dolayısıyla yöneticiler hem Allah'a hem de sorumlu oldukları halka hesap vermek durumundadırlar.
Rahmân ve rahim olan Allah özgürlüğü tek tek her bireye vermiştir.
İşte bundan dolayı kişiler kendilerini değiştirmedikçe sünnetullah gereği toplumların değişmesine imkan kalmıyor.( Ra'd- 11; Enfal- 53)
Toplum önderlerinin yanlışları sadece kendilerini değil, tüm milletin bireylerini de ilgilenmektedir.
"Öyle bir günden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkesi perişan eder) ..."
(Enfal-25)
Yukarıdaki âyete göre, toplumun bireylerinin siyasi ve toplumsal olayların olumlu ve olumsuz sonuçları ile dünya hayatında karşılaşacak olması gerçeği de dini ve siyasi özgürlüğü millete ait bir hak olduğunu gösteriyor.
Halbuki Emevi-Abbasi Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin geliştirdiği kader anlayışı zalime karşı gelinmesini imkansız hale getiriyor.
Bu inanca göre, zalimin zulmünün, mazlumun da çaresizliğinin gerekçesini kaderle yani Allah'a fatura etmektedir.
Şiilik ve Sünnilikten yani uydurma dinle milletin başını açtıkları beladan kurtuluş, toplum önderlerinin ve alimlerin öncülüğü olmaksızın mümkün değildir.
Fakat tam tersine âlimler, ilâhi bir takdir inancı pompalayarak zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine sebep olmaktadırlar.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri yalnız zulüm ve adaletsizliğin değil, başarısızlığın da dinselleşmesini sağladılar.
Onların inancına göre hem fakirlik ve perişanlık hem de zulüm ve merhametsizlik ilahi takdirin bir sonucudur.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin ortaya koyduğu dini yapı akıl ve zihinleri zehirleyen uyuşturucudan daha tehlikeli ve ölümcül bir yapıya sahiptir.
Siyaseten yapılan zulmün Allah kullanılarak dini alana taşınması, siyasi olanın Kur'an'da var olan kelimelerle kamufle edilip gizlenmesi ruhunu ve haysiyetini satmış âlimlerin uzmanlık alanı olmuştur.
Ali Aydın
İLHAD NE DEMEKTİR?
(1.YAZI)
Çukur anlamındaki "lahd" kökünden gelen ilhad sözlükte "haktan ayrılmak ve batıla sapmak" demektir.
Dini literatürde ise "ilhad" "hakikatten sapmak, âyetlerin manalarını kendi mezhep ve meşrebi istikametinde yorumlamak" gibi anlamlara gelmektedir.
İslam'ın ilk yıllarında Kur'an'a aykırı düşen davranışlara "İlhad" denirken, günümüzde ortaya çıkan bu tür hareketlere kelam ve felsefe açısından "ateizm" yani "dinsizlik"
denmektedir.
Kur'an'da "ilhad" kelimesi türevleri ile birlikte altı yerde geçmektedir.
"Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp batıla sapanlar (âyetlerimizi saptıranlar) bize gizli kalmaz.
O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir"
( Fussilet- 40)
İslam dininden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunmak anlamında Kur'an'i bir terim olan "ilhad" İslam dışı sapık, inkârcı görüş ve yönelişleri ifade eden geniş bir kapsama sahiptir.
İLHADİ TEFSİR
Doğruyu yansıtmayan, âyetleri gerçek amacından saptıran, hakkı kabul etmeyip onu örtbas eden Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin veya tasavvuf ehlinin Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü yani İslam'ın temel ilkelerini esas almadan gerçekleri ters yüz eden, hakka batılı karıştırıp dinde ihtilaf ve kargaşa yaratan bir tarzda âyetleri yorumlamaları ilhâdi tefsir konumuna giriyor.
İlhâdi tefsirde Kur'an'ın ilim, hikmet ve ahlakı yoktur.
İlhâdi tefsirde esas amaç Kur'an'ın yetersizliğini ortaya koyarak insanları Kur'an'a gitmekten engellemek, şirk dinine ve batıl mezhebine alan açmaya çalışmaktır.
İLHÂDİ TEFSİRE ÖRNEKLER
1-) "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah hakikatin üstünü örten kâfirlere hidayet'in yolunu (vahiy'den bağımsız olarak) göstermez"
( Maide- 67)
Şia muhaddis ve müctehidleri bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır.
Onlara göre bu âyet veda haccından sonra Medine'ye dönerken dinlenme molası esnasında Ğadir Hum denilen bir mevkide Resulullah'a nazil oldu.
Bu âyet Allah Resulüne vefatından sonra onun vekili olarak Ali'yi yerine vâsi, imam, halife ve emiru'l- müminin olarak tayin etmesini emrediyordu.
Resulullah (a.s) da bu ilâhi emre uyarak kadın-erkek herkesi davet edip Ali'ye biat etmelerini sağlamıştır.
Halbuki Şia âlimleri tarafından Ali'nin imamet ve hilafetine delil olarak gösterilen Mâide süresi 67. âyeti, 65, 66, 68 âyetlerinin bağlam ve bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Ey Resul!
Daha önceki vahiy sahiplerinin yani Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin yaptıkları gibi vahyi tebliğ etmede sakın bir zaaf ve gevşeklik göstermeyesin"
Yani Mâide 67. âyet, 65. 66 ve 68. âyetler olmadan tam olarak anlaşılmaz.
Dolayısıyla âyeti bağlam ve bütünlüğünden koparmak büyük bir ilhâda ve yanlış bir inanca sebep olmuştur.
Şia'nın hadis kaynaklarında Ğadir Hum günü ile ilgili binlerce hadis mevcuttur.
Yani onlara göre Ali'nin imâmeti İslam dininin esasıdır.
Fakat Allah Resulü'nden sonra bu biat emrinin gereğini yerine getirmeyerek, Sakife'de Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönerek zalim ve kafir olmuşlardır.
Şia muhaddis ve müctehiderinin tekfir etmediği sahabeler.
"Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir, Ebu Zer el Gifari"
Şia'da Ğadir Hum günü en büyük bayram olarak kutlanır.
Bu kutlamalar günlerce devam eder.
Ğadir Hum bayramıyla ilgili rivayetler okunur, dersler verilir, konuşmalar yapılır.
Bu bayramın dinde ne kadar mübarek ve faziletli bir gün olduğu anlatılır.
(1.YAZI)
Çukur anlamındaki "lahd" kökünden gelen ilhad sözlükte "haktan ayrılmak ve batıla sapmak" demektir.
Dini literatürde ise "ilhad" "hakikatten sapmak, âyetlerin manalarını kendi mezhep ve meşrebi istikametinde yorumlamak" gibi anlamlara gelmektedir.
İslam'ın ilk yıllarında Kur'an'a aykırı düşen davranışlara "İlhad" denirken, günümüzde ortaya çıkan bu tür hareketlere kelam ve felsefe açısından "ateizm" yani "dinsizlik"
denmektedir.
Kur'an'da "ilhad" kelimesi türevleri ile birlikte altı yerde geçmektedir.
"Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp batıla sapanlar (âyetlerimizi saptıranlar) bize gizli kalmaz.
O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görendir"
( Fussilet- 40)
İslam dininden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunmak anlamında Kur'an'i bir terim olan "ilhad" İslam dışı sapık, inkârcı görüş ve yönelişleri ifade eden geniş bir kapsama sahiptir.
İLHADİ TEFSİR
Doğruyu yansıtmayan, âyetleri gerçek amacından saptıran, hakkı kabul etmeyip onu örtbas eden Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin veya tasavvuf ehlinin Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü yani İslam'ın temel ilkelerini esas almadan gerçekleri ters yüz eden, hakka batılı karıştırıp dinde ihtilaf ve kargaşa yaratan bir tarzda âyetleri yorumlamaları ilhâdi tefsir konumuna giriyor.
İlhâdi tefsirde Kur'an'ın ilim, hikmet ve ahlakı yoktur.
İlhâdi tefsirde esas amaç Kur'an'ın yetersizliğini ortaya koyarak insanları Kur'an'a gitmekten engellemek, şirk dinine ve batıl mezhebine alan açmaya çalışmaktır.
İLHÂDİ TEFSİRE ÖRNEKLER
1-) "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah hakikatin üstünü örten kâfirlere hidayet'in yolunu (vahiy'den bağımsız olarak) göstermez"
( Maide- 67)
Şia muhaddis ve müctehidleri bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır.
Onlara göre bu âyet veda haccından sonra Medine'ye dönerken dinlenme molası esnasında Ğadir Hum denilen bir mevkide Resulullah'a nazil oldu.
Bu âyet Allah Resulüne vefatından sonra onun vekili olarak Ali'yi yerine vâsi, imam, halife ve emiru'l- müminin olarak tayin etmesini emrediyordu.
Resulullah (a.s) da bu ilâhi emre uyarak kadın-erkek herkesi davet edip Ali'ye biat etmelerini sağlamıştır.
Halbuki Şia âlimleri tarafından Ali'nin imamet ve hilafetine delil olarak gösterilen Mâide süresi 67. âyeti, 65, 66, 68 âyetlerinin bağlam ve bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Ey Resul!
Daha önceki vahiy sahiplerinin yani Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin yaptıkları gibi vahyi tebliğ etmede sakın bir zaaf ve gevşeklik göstermeyesin"
Yani Mâide 67. âyet, 65. 66 ve 68. âyetler olmadan tam olarak anlaşılmaz.
Dolayısıyla âyeti bağlam ve bütünlüğünden koparmak büyük bir ilhâda ve yanlış bir inanca sebep olmuştur.
Şia'nın hadis kaynaklarında Ğadir Hum günü ile ilgili binlerce hadis mevcuttur.
Yani onlara göre Ali'nin imâmeti İslam dininin esasıdır.
Fakat Allah Resulü'nden sonra bu biat emrinin gereğini yerine getirmeyerek, Sakife'de Ebu Bekir'i halife olarak seçtikleri için dördü dışında bütün sahabelerin dinden dönerek zalim ve kafir olmuşlardır.
Şia muhaddis ve müctehiderinin tekfir etmediği sahabeler.
"Mikdat bin Esved, Selman-ı Fârisi, Ammar bin Yasir, Ebu Zer el Gifari"
Şia'da Ğadir Hum günü en büyük bayram olarak kutlanır.
Bu kutlamalar günlerce devam eder.
Ğadir Hum bayramıyla ilgili rivayetler okunur, dersler verilir, konuşmalar yapılır.
Bu bayramın dinde ne kadar mübarek ve faziletli bir gün olduğu anlatılır.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(16. YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin, Allah tarafından indirilen vahye bir kelime bile ilave etmeden ve ondan bir şey eksiltmeden olduğu gibi insanlara beyan etmekten ibaret olduğunu (Ra'd-40; Nahl- 35, 82; Maide- 67, 99; Ahkaf- 23 Ankebut- 18 ; Hakka-44)
yeterli bulmamışlardır.
İşte bundan dolayı Allah Resulü'ne indirilen vahyin Kur'an'dan ibaret olmayacağını inancını geliştirmişlerdir.
Aslında Kur'an'ın manasını etkisizleştirmenin en etkin yolu, yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen Allah kelâmının dışında başka vahiy'lerin de var olabileceğini yaygınlaştırılması olmuştur.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri Hristiyanlıkta var olan vahiy inancını andıracak bir şekilde "vahy-i gayr-i metlüv" "okunmayan vahiy" fikrini üretmişlerdir.
Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine göre hadislerde Kur'an gibi vahiy'dir, fakat salat'ı ikame esnasında sadece Kur'an'dan âyetler okunması gerekir.
Onlara göre Kur'an "vahy-i metlüv" "okunan vahiy" hadislerde "vahy-i gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dir.
Vahiy çeşitliliği meydana getirerek, Kur'an'ın önemini görmezlikten gelme, milleti Şiilik ve Sünnilik dininin kaos ve karanlığına mahkum etmiştir.
Mezheplerin "Vahy-i gayr-i metlüv" yalanı Kur'an'a yapılmış büyük bir iftira ve ağır bir darbe olduğu zamanla daha iyi anlaşılmıştır.
"Vahy-i gayr-i metlüv" fikri din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynakların da var olduğu inancını yerleştirmiştir.
Artık dünyanın en karanlık cehaletinin eserleri olan rivayetler din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanına daha doğrusu Kur'an yerine konmuş oldu.
Halbuki din ve hüküm olarak Kur'an'ın yetersizliğini iddia etmek, Kur'an'ın eksikliğini iddia etmek olur.
Din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak dinde Kur'an dışında kaynak kabul etmek yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen bu ihaneti yaptılar.
Allah'ın kitab'ını hadislerle eşitlemek, mesajın devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri büyük bir ihanetle Kur'an ile milletin arasına hadis ve Sünnet adı altında aşılmaz bir engel, geçilmez bir bataklık yarattılar.
Allah tarafından indirilen hidayet'in yolu hadis adı altında sünnetle kesilmiş Allah'ın karşısına uydurma din vasıtasıyla sanal bir "resul" çıkarılmıştır.
Sadece Resul (a.s) ı değil, tüm elçileri Kur'an'dan kopararak Allah ile araları sonsuza kadar açılmıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri "sünnet" kavramını Kur'an'i bir kavram olmaktan çıkararak ideolojik bir kavrama dönüştürdüler.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın mesajını yok etmek, nurunu söndürmek için sadece ve "vahy-i gayr-i metlüv" ile iktifa etmemiş, "nasıh-mensuh, tefsir usul-u ve ilmi hadis, hadis usul-u ile esbab-ı nüzul, mücmel-mufassal, rivayet tefsiri ve fıkıh usul-u gibi birçok sözde ilim dalları geliştirerek vahyin hidayet ve hakikatını sulandırmaya devam ettiler.
Zaman içerisinde sadece vahyin Arapça okunmasına odaklanarak metin ile manasını ayırmış ve ikisi arasında bulunan bağlantıyı koparmışlardır.
Halbuki vahiy insanın kabiliyetine, tarihi deneyimlerine, bulunduğu zaman ve zemine göre hayatı inşa etmektedir.
Aslında İslam bütün elçilere indirilen evrensel dinin ortak adı olmakla birlikte şeriat, milletin vahyin bağlam ve bütünlüğünden anladığını uygulamasıdır.
Tarihte yaşanan ümmetler arasında "hayırda yarış" olması gerektiğinden her ümmetin şeriati diğerlerinden farklı olmuştur.
Yoksa ya hayatı, ya dini rehberliği dondurma durum ortaya çıkacaktır.
İşte Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri hadis ve ictihadlaryla dini hayatı dondurarak İslam dininin gelişimini ve ve yayılma özelliğini engellemişlerdir.
Yani İslam milletini bin dört yüz yıldan beri aynı inanç ve statik fikirlere mahkum etmişlerdir.
(16. YAZI)
Şia ve Ehl-i Sünnet muhaddis ve müctehidleri Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin, Allah tarafından indirilen vahye bir kelime bile ilave etmeden ve ondan bir şey eksiltmeden olduğu gibi insanlara beyan etmekten ibaret olduğunu (Ra'd-40; Nahl- 35, 82; Maide- 67, 99; Ahkaf- 23 Ankebut- 18 ; Hakka-44)
yeterli bulmamışlardır.
İşte bundan dolayı Allah Resulü'ne indirilen vahyin Kur'an'dan ibaret olmayacağını inancını geliştirmişlerdir.
Aslında Kur'an'ın manasını etkisizleştirmenin en etkin yolu, yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen Allah kelâmının dışında başka vahiy'lerin de var olabileceğini yaygınlaştırılması olmuştur.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri Hristiyanlıkta var olan vahiy inancını andıracak bir şekilde "vahy-i gayr-i metlüv" "okunmayan vahiy" fikrini üretmişlerdir.
Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine göre hadislerde Kur'an gibi vahiy'dir, fakat salat'ı ikame esnasında sadece Kur'an'dan âyetler okunması gerekir.
Onlara göre Kur'an "vahy-i metlüv" "okunan vahiy" hadislerde "vahy-i gayri metlüv" "namazda okunmayan vahiy" dir.
Vahiy çeşitliliği meydana getirerek, Kur'an'ın önemini görmezlikten gelme, milleti Şiilik ve Sünnilik dininin kaos ve karanlığına mahkum etmiştir.
Mezheplerin "Vahy-i gayr-i metlüv" yalanı Kur'an'a yapılmış büyük bir iftira ve ağır bir darbe olduğu zamanla daha iyi anlaşılmıştır.
"Vahy-i gayr-i metlüv" fikri din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanında başka kaynakların da var olduğu inancını yerleştirmiştir.
Artık dünyanın en karanlık cehaletinin eserleri olan rivayetler din ve hüküm olarak Kur'an'ın yanına daha doğrusu Kur'an yerine konmuş oldu.
Halbuki din ve hüküm olarak Kur'an'ın yetersizliğini iddia etmek, Kur'an'ın eksikliğini iddia etmek olur.
Din ve hüküm, güzel ahlak ve öğüt olarak dinde Kur'an dışında kaynak kabul etmek yüzlerce âyete aykırı olmasına rağmen bu ihaneti yaptılar.
Allah'ın kitab'ını hadislerle eşitlemek, mesajın devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri büyük bir ihanetle Kur'an ile milletin arasına hadis ve Sünnet adı altında aşılmaz bir engel, geçilmez bir bataklık yarattılar.
Allah tarafından indirilen hidayet'in yolu hadis adı altında sünnetle kesilmiş Allah'ın karşısına uydurma din vasıtasıyla sanal bir "resul" çıkarılmıştır.
Sadece Resul (a.s) ı değil, tüm elçileri Kur'an'dan kopararak Allah ile araları sonsuza kadar açılmıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri "sünnet" kavramını Kur'an'i bir kavram olmaktan çıkararak ideolojik bir kavrama dönüştürdüler.
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur'an'ın mesajını yok etmek, nurunu söndürmek için sadece ve "vahy-i gayr-i metlüv" ile iktifa etmemiş, "nasıh-mensuh, tefsir usul-u ve ilmi hadis, hadis usul-u ile esbab-ı nüzul, mücmel-mufassal, rivayet tefsiri ve fıkıh usul-u gibi birçok sözde ilim dalları geliştirerek vahyin hidayet ve hakikatını sulandırmaya devam ettiler.
Zaman içerisinde sadece vahyin Arapça okunmasına odaklanarak metin ile manasını ayırmış ve ikisi arasında bulunan bağlantıyı koparmışlardır.
Halbuki vahiy insanın kabiliyetine, tarihi deneyimlerine, bulunduğu zaman ve zemine göre hayatı inşa etmektedir.
Aslında İslam bütün elçilere indirilen evrensel dinin ortak adı olmakla birlikte şeriat, milletin vahyin bağlam ve bütünlüğünden anladığını uygulamasıdır.
Tarihte yaşanan ümmetler arasında "hayırda yarış" olması gerektiğinden her ümmetin şeriati diğerlerinden farklı olmuştur.
Yoksa ya hayatı, ya dini rehberliği dondurma durum ortaya çıkacaktır.
İşte Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri hadis ve ictihadlaryla dini hayatı dondurarak İslam dininin gelişimini ve ve yayılma özelliğini engellemişlerdir.
Yani İslam milletini bin dört yüz yıldan beri aynı inanç ve statik fikirlere mahkum etmişlerdir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(17. YAZI)
Aslında kaderin iman esasları arasında olabilmesi için İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'da yer alması gerekmektedir.
İman esaslarının beşi Kur'an'ı Mübin'de geçerken (Bakara- 177, 285; Nisa- 136-)
Kadere imanın Kur'an'ın hiçbir âyetinde geçmemesi İslam'da kadere imanın olmadığını göstermektedir.
İman edenlerin Kur'an'dan uzaklaşmasına sebep olan süreç, Emevi döneminde hadisçiliğin teşvik edilmesi ve Abbasiler döneminde hadislerin yazıya geçirilmesi ile başlamıştır.
Allah'ın kitabına rağmen Emeviler döneminde kadere imanın öne çıkarılması, hanif İslam dini için kırılma noktası olmuştur.
Özellikle Emevi ve Abbasi devletleri döneminde ortaya çıkan üç batıl inanç, Kur'an'ın akıl ve zihinlerden semaya kaldırılmasına sebep olmuştur.
Bu inançlar, Emevilerin "cebir" inancı, (Cabiri, İslam'da siyasi akıl, s. 510- 514)
Haricilerin "tekfir" inancı, ( a.g.e- s.596-611)
Şia'nın "imamet" inancıdır.
( a.g.e- 515- 585)
Geleneksel din adamlarının iddia ettiği gibi, insanlar fiillerini işlerken Allah'a bağlı olsalardı yani inanç ve amellerinde özgür olmasalardı, yüce Allah'ın vahiy ve elçiler göndermesin yani insanlara hidayet yoluna vahiy'le rehberlik etmesinin bir manası kalmazdı.
Dolayısıyla birey hürriyet sahibi ve sorumlu bir şekilde hareket ederken, Allah'a veya başka bir güce asla bağımlı değildir.
Kişinin özgürlüğü tam olarak yaşamadan başka bir güce bağımlı olması onu hayata yabancı hale getirecektir.
Rahmân ve Rahim olan Allah her bireyin kaderini boynuna bağlamış, kendi eline vermiş, kendi irade ve ameline bağlı kılmıştır.
Yani insanın kaderi kendi ellerinde, fiillerinde, amellerinde iradesi ve ameliyle ortaya çıkmaktadır.
(İsra-13)
Hadis ilminin Emeviler döneminde Arapların İslam üzerindeki tekellerini kaybetme endişesine karşı geliştirilen bir faaliyet olarak meydana gelmiştir.
Hadisler, Kur'an'ın evrenselliğinin yok edilmesine yani Arap kültürünün İslam dininin içine girmesi ile İslam dininin temeli olan merhamet, tevhid, takva, ihlas ve adalet ilkeleri sarsılmıştır.
Kur'an, özellikle hicri ikinci asırdan sonra hadislerin ve sünnetin "vahy-i gayr-i metlüv" "namazda okunmayan vahiy" olduğu yolundaki inancın geliştirilmesi ile İslam dininin yegane kaynağı olmaktan çıkarılmış" kaynaklardan biri olarak insanlara aktarılmıştır.
Yahudi ve Hristiyan din adamları vahyin metninde "tahrifat" yapmış, Şii ve Sünni din adamları da vahyin manasında "tahrifat" yapmışlardır.
Yani Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrı olarak Allah'ın mesajının yanına yüzlerce beşeri eserler ve kaynaklar eklenmiştir.
Dolayısıyla beşeri söz ve uygulamalar ilâhi hükümlere dönüşmüştür.
Artık beşer olanların söz ve içtihatları din olarak algılanmaya ve yaşanmaya yani hayata hakim olmaya başladı.
(17. YAZI)
Aslında kaderin iman esasları arasında olabilmesi için İslam dininin tek kaynağı olan Kur'an'da yer alması gerekmektedir.
İman esaslarının beşi Kur'an'ı Mübin'de geçerken (Bakara- 177, 285; Nisa- 136-)
Kadere imanın Kur'an'ın hiçbir âyetinde geçmemesi İslam'da kadere imanın olmadığını göstermektedir.
İman edenlerin Kur'an'dan uzaklaşmasına sebep olan süreç, Emevi döneminde hadisçiliğin teşvik edilmesi ve Abbasiler döneminde hadislerin yazıya geçirilmesi ile başlamıştır.
Allah'ın kitabına rağmen Emeviler döneminde kadere imanın öne çıkarılması, hanif İslam dini için kırılma noktası olmuştur.
Özellikle Emevi ve Abbasi devletleri döneminde ortaya çıkan üç batıl inanç, Kur'an'ın akıl ve zihinlerden semaya kaldırılmasına sebep olmuştur.
Bu inançlar, Emevilerin "cebir" inancı, (Cabiri, İslam'da siyasi akıl, s. 510- 514)
Haricilerin "tekfir" inancı, ( a.g.e- s.596-611)
Şia'nın "imamet" inancıdır.
( a.g.e- 515- 585)
Geleneksel din adamlarının iddia ettiği gibi, insanlar fiillerini işlerken Allah'a bağlı olsalardı yani inanç ve amellerinde özgür olmasalardı, yüce Allah'ın vahiy ve elçiler göndermesin yani insanlara hidayet yoluna vahiy'le rehberlik etmesinin bir manası kalmazdı.
Dolayısıyla birey hürriyet sahibi ve sorumlu bir şekilde hareket ederken, Allah'a veya başka bir güce asla bağımlı değildir.
Kişinin özgürlüğü tam olarak yaşamadan başka bir güce bağımlı olması onu hayata yabancı hale getirecektir.
Rahmân ve Rahim olan Allah her bireyin kaderini boynuna bağlamış, kendi eline vermiş, kendi irade ve ameline bağlı kılmıştır.
Yani insanın kaderi kendi ellerinde, fiillerinde, amellerinde iradesi ve ameliyle ortaya çıkmaktadır.
(İsra-13)
Hadis ilminin Emeviler döneminde Arapların İslam üzerindeki tekellerini kaybetme endişesine karşı geliştirilen bir faaliyet olarak meydana gelmiştir.
Hadisler, Kur'an'ın evrenselliğinin yok edilmesine yani Arap kültürünün İslam dininin içine girmesi ile İslam dininin temeli olan merhamet, tevhid, takva, ihlas ve adalet ilkeleri sarsılmıştır.
Kur'an, özellikle hicri ikinci asırdan sonra hadislerin ve sünnetin "vahy-i gayr-i metlüv" "namazda okunmayan vahiy" olduğu yolundaki inancın geliştirilmesi ile İslam dininin yegane kaynağı olmaktan çıkarılmış" kaynaklardan biri olarak insanlara aktarılmıştır.
Yahudi ve Hristiyan din adamları vahyin metninde "tahrifat" yapmış, Şii ve Sünni din adamları da vahyin manasında "tahrifat" yapmışlardır.
Yani Yahudilik ve Hristiyanlıktan ayrı olarak Allah'ın mesajının yanına yüzlerce beşeri eserler ve kaynaklar eklenmiştir.
Dolayısıyla beşeri söz ve uygulamalar ilâhi hükümlere dönüşmüştür.
Artık beşer olanların söz ve içtihatları din olarak algılanmaya ve yaşanmaya yani hayata hakim olmaya başladı.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(18. YAZI)
Abbasilerin beşinci halifesi olan Harun- Reşid kendisinden sonra hilâfete geçmesi için çocuklarından iki veliahtta karar kılmıştır.
İlk sıraya Emin'i ondan sonra gelecek kişi olarak da Me'mun-u tayin etmiştir.
Ayrıca Me'mun'u Horasan vilayetine vâli olarak görevlendirmiştir.
Hicri- 139 (Miladi- 809' da Harun Reşid'in ölümü üzerine vasiyeti gereği ilk velihaht Emin altıncı Abbas halifesi olarak göreve başlamıştır.
Halife Emin iki sene sonra vâli olan Me'mun'u görevden uzaklaştırmış, bunun üzerine Me'mun isyan etmiş ve halifenin gönderdiği orduyu hezimete uğratmıştır.
Daha sonra Me'mun'un ordusu Bağdat'ı işgal etmiş, 24 Eylül 813 tarihinde halife Emin öldürülmüş ve yedinci Abbasi halifesi olmuştur.
Bu kardeşler arası taht savaşında hadis ehl-i Emin'i, ehl-i Rey 'de Me'mun'u desteklemiştir. Kırk yaşında iktidara sahip olan Me'mun, zeki, filozof ve ilme değer veren bir kişilik olarak bilinir.
Me'mun, Mu'tezile'ye mensup âlimlerin geliştirdiği kelam ilmine ve bu ilmin konularına ilgi duymuştur.
İbn Ebu Duad'ın etkisinde kalarak Haziran Hicri 212- Miladi 833 tarihinde Kur'an'ın mahluk olmadığını düşünen hadisçilerin sorgulanması emrini vermiştir.
Karşı mihnenin sebebi olan mihneyi başlatmış, ancak aynı yıl ölmüştür.
(Bozkurt, Nahide-"Me'mun. TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul-2004.32.c-s.101-104)
Mihne:
Abbasi Halifesi Me'mun'un "Kur'an mahluktur" inancını zorla kabul ettirmek amacıyla Miladi 833'te başlattığı, hadisçilerin sorguya çekilerek eziyet ve işkenceden geçirildiği olaylara verilen bir isimdir.
Toplam yirmi yıl kadar süren mihne süreci H. 237- Miladi 852 tarihinde Abbasi halifesi mütevekkil tarafından kaldırılmıştır.
Dolayısıyla tevekkül döneminde, yönetim felsefesi terkedilmiş ve "Mütevekkil'in hilâfeti" hadisçilerin zaferi olarak tarihe geçmiştir.
(İşcan, Zeki, Selefilik, İstanbul- 2016, s. 165; bkz, Mehmet Kırkpınar "Mütevekkil -Alellâh 847- 861 TDV. İslam Ansiklopedisi 32. c. s. 212- 214)
Ehl-i Rey ile ehl-i Hadis arasında mihneden önce de hadis ve Sünnet'in dindeki yeri ile ilgili çatışmalar olmuştur.
Özellikle Emeviler döneminde kaderin imanın şartları içine girmesinin dinin iman esasları arasında olduğunu gösteren hadisler uydurulmuştur.
Bu dönemde yöneticiler hadis uydurmacılığını teşvik etmiş, hatta hadislerin toplanıp kayda geçirilme emrini de halife Ömer bin Abdülaziz vermiştir.
Bu dönemde hadis ehl-i "Hristiyanların İsa'ya yükledikleri Resul algısını son Nebi'ye uyarlamışlardır"
Yani "İsa Allah'ın özü, kelimesi logosudur"
Dolayısıyla Hristiyanlarda (Resul değil) İsa vahyin kendisidir.
İsa vahyeder, İsa'ya vahyedilmez.
İsa Pavlus'a görünerek vahyetmiştir
İşte hadisçiler bunu İslam'a adapte ettiler.
Yani Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırmak suretiyle onun adına iftira edilen hadisleri vahiy olarak kabul ettiler.
Ve bunu yaparken, Arap ırkçılığını desteklemek için yaptılar.
Fars olan İbni Kutey'be "Arap olanın, olmayana üstünlüğü" diye bir eser bile yazmıştır.
(18. YAZI)
Abbasilerin beşinci halifesi olan Harun- Reşid kendisinden sonra hilâfete geçmesi için çocuklarından iki veliahtta karar kılmıştır.
İlk sıraya Emin'i ondan sonra gelecek kişi olarak da Me'mun-u tayin etmiştir.
Ayrıca Me'mun'u Horasan vilayetine vâli olarak görevlendirmiştir.
Hicri- 139 (Miladi- 809' da Harun Reşid'in ölümü üzerine vasiyeti gereği ilk velihaht Emin altıncı Abbas halifesi olarak göreve başlamıştır.
Halife Emin iki sene sonra vâli olan Me'mun'u görevden uzaklaştırmış, bunun üzerine Me'mun isyan etmiş ve halifenin gönderdiği orduyu hezimete uğratmıştır.
Daha sonra Me'mun'un ordusu Bağdat'ı işgal etmiş, 24 Eylül 813 tarihinde halife Emin öldürülmüş ve yedinci Abbasi halifesi olmuştur.
Bu kardeşler arası taht savaşında hadis ehl-i Emin'i, ehl-i Rey 'de Me'mun'u desteklemiştir. Kırk yaşında iktidara sahip olan Me'mun, zeki, filozof ve ilme değer veren bir kişilik olarak bilinir.
Me'mun, Mu'tezile'ye mensup âlimlerin geliştirdiği kelam ilmine ve bu ilmin konularına ilgi duymuştur.
İbn Ebu Duad'ın etkisinde kalarak Haziran Hicri 212- Miladi 833 tarihinde Kur'an'ın mahluk olmadığını düşünen hadisçilerin sorgulanması emrini vermiştir.
Karşı mihnenin sebebi olan mihneyi başlatmış, ancak aynı yıl ölmüştür.
(Bozkurt, Nahide-"Me'mun. TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul-2004.32.c-s.101-104)
Mihne:
Abbasi Halifesi Me'mun'un "Kur'an mahluktur" inancını zorla kabul ettirmek amacıyla Miladi 833'te başlattığı, hadisçilerin sorguya çekilerek eziyet ve işkenceden geçirildiği olaylara verilen bir isimdir.
Toplam yirmi yıl kadar süren mihne süreci H. 237- Miladi 852 tarihinde Abbasi halifesi mütevekkil tarafından kaldırılmıştır.
Dolayısıyla tevekkül döneminde, yönetim felsefesi terkedilmiş ve "Mütevekkil'in hilâfeti" hadisçilerin zaferi olarak tarihe geçmiştir.
(İşcan, Zeki, Selefilik, İstanbul- 2016, s. 165; bkz, Mehmet Kırkpınar "Mütevekkil -Alellâh 847- 861 TDV. İslam Ansiklopedisi 32. c. s. 212- 214)
Ehl-i Rey ile ehl-i Hadis arasında mihneden önce de hadis ve Sünnet'in dindeki yeri ile ilgili çatışmalar olmuştur.
Özellikle Emeviler döneminde kaderin imanın şartları içine girmesinin dinin iman esasları arasında olduğunu gösteren hadisler uydurulmuştur.
Bu dönemde yöneticiler hadis uydurmacılığını teşvik etmiş, hatta hadislerin toplanıp kayda geçirilme emrini de halife Ömer bin Abdülaziz vermiştir.
Bu dönemde hadis ehl-i "Hristiyanların İsa'ya yükledikleri Resul algısını son Nebi'ye uyarlamışlardır"
Yani "İsa Allah'ın özü, kelimesi logosudur"
Dolayısıyla Hristiyanlarda (Resul değil) İsa vahyin kendisidir.
İsa vahyeder, İsa'ya vahyedilmez.
İsa Pavlus'a görünerek vahyetmiştir
İşte hadisçiler bunu İslam'a adapte ettiler.
Yani Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırmak suretiyle onun adına iftira edilen hadisleri vahiy olarak kabul ettiler.
Ve bunu yaparken, Arap ırkçılığını desteklemek için yaptılar.
Fars olan İbni Kutey'be "Arap olanın, olmayana üstünlüğü" diye bir eser bile yazmıştır.
NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL ETMİŞ OLAMAZ MI?
(2.YAZI)
Nebi'nin tarihselliği, Resulün ise evrenselliği temsil ettiğini âyetlerden misallerle anlatmaya devam ediyoruz.
9-)Bir Nebi'nin emanete ihanet etmesi mümkün değildir.
Kim emanete (devlet malına) ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir. Sonra herkese ( asla haksızlığa uğratılmaksızın) kazandığı tam olarak verilir"
( Âli İmran-161)
Siyer kitaplarının yazdığına göre, Bedir savaşı'nda elde edilen ganimetlerin paylaşımı sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların "herhalde Muhammed almıştır" demeleri üzerine bu âyet inmiştir.
Âyette görüldüğü gibi "bazı münafıkların" Nebi(a.s) hakkında olan bu dedikodularına cevap veriliyor.
yani âyet yine yerel, yine Medine yani tarihsel bir olaya değinmekte, dar bir alan ve özel bir durum hakkında bilgi vermektedir.
Nebi'nin geçtiği âyetler her ne kadar yerel ve tarihsel olsada, Nebi'nin haysiyet ve şerefi korunmalı ona destek verilmelidir.
Allah, Melekleri ve iman edenler tarafından müdafaa edilmelidir. Çünkü o aynı zamanda Allah'ın Resulü'dür.
Nebi iman edenler için bir değerken, Resul bütün insanlar için bir değerdir.
10-) "İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan hanif bir Müslüman idi; asla müşriklerden olmadı. İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona tâbi olanlar, şu Nebi ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur. Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi saptırabilsinler, oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar"
( Âli İmran- 67, 68, 69)
Bu ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Medine'de yaşayan Yahudiler olduğu görülecektir.
Zaten söz konusu Yahudiler ve Hristiyanlar ile Medine'de meydana gelen bu olay hakkında âyetler indiği zaman Allah Resulü'nün elçilik misyonuna değil Nübüvvet makam ve mertebesine gönderme yapılır.
Şu ayetlerde olduğu gibi.
11-) "Eğer onlar (Yahudiler) Allah'a, Nebi'ye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı; onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır"
( Mâide-81)
Görüldüğü gibi söz konusu ehl-i kitap ve Medine olduğu zaman Nebi kavramı ile hitap edilmektedir.
İkincisi : "iman" kavramı genellikle Allah, vahiy ve resul bağlamında kullandığı halde sadece Bakara. 177. âyet ile bu âyette Nebi bağlamında kullanılmıştır.
Çünkü bu âyette geçen "Nebi" Muhammed (a.s) olduğu için aynı zamanda o Allah'ın Resulüdür.
Bakara süresi 177. âyetinde geçen "Nebiyyin" "Nebi'ler" kavramı hem Nebi olanları hem Resul olanları kapsadığı için o âyette de "Nebiler" için "iman" kavramı kullanılmıştır.
Yoksa aynen "küfür kavramı" gibi iman kavramı da âyetlerde her zaman Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanıldığını görüyoruz.
12-) "Ey iman edenler! Allah ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun şüphesiz Allah işitendir, bilendir"
"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Nebiye yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir" (Hücurat-1, 2)
Birinci âyette "Allah ve Resul'ünün önüne geçmeyin" derken, 2. âyette "seslerinizi Nebi'nin sesinin üzerine yükseltmeyin" buyurmaktadır. Kur'an'da hiç bir âyette "Resul'ün sesi" diye bir şey geçmez.
Çünkü "Resul" görev icabı evrensel bir kimliğe sahiptir.
Yani beşer Resul'den sonra kitap Resul aynı misyonla kiyamet gününe kadar tebliğ ve irşada devam edecektir.
Nebi'nin sesi ise Medine'nin sınırları içinde kalan, onun konuşmasından başka bir şey değildir.
Sadece kendi döneminde yaşayan arkadaşlarına "Nebi'nin şahsına saygısızlık yapmamalarını" öğütlemektedir.
(2.YAZI)
Nebi'nin tarihselliği, Resulün ise evrenselliği temsil ettiğini âyetlerden misallerle anlatmaya devam ediyoruz.
9-)Bir Nebi'nin emanete ihanet etmesi mümkün değildir.
Kim emanete (devlet malına) ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir. Sonra herkese ( asla haksızlığa uğratılmaksızın) kazandığı tam olarak verilir"
( Âli İmran-161)
Siyer kitaplarının yazdığına göre, Bedir savaşı'nda elde edilen ganimetlerin paylaşımı sırasında, kayıp bir eşya için, münafıkların "herhalde Muhammed almıştır" demeleri üzerine bu âyet inmiştir.
Âyette görüldüğü gibi "bazı münafıkların" Nebi(a.s) hakkında olan bu dedikodularına cevap veriliyor.
yani âyet yine yerel, yine Medine yani tarihsel bir olaya değinmekte, dar bir alan ve özel bir durum hakkında bilgi vermektedir.
Nebi'nin geçtiği âyetler her ne kadar yerel ve tarihsel olsada, Nebi'nin haysiyet ve şerefi korunmalı ona destek verilmelidir.
Allah, Melekleri ve iman edenler tarafından müdafaa edilmelidir. Çünkü o aynı zamanda Allah'ın Resulü'dür.
Nebi iman edenler için bir değerken, Resul bütün insanlar için bir değerdir.
10-) "İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan hanif bir Müslüman idi; asla müşriklerden olmadı. İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona tâbi olanlar, şu Nebi ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin dostudur. Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi saptırabilsinler, oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar"
( Âli İmran- 67, 68, 69)
Bu ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Medine'de yaşayan Yahudiler olduğu görülecektir.
Zaten söz konusu Yahudiler ve Hristiyanlar ile Medine'de meydana gelen bu olay hakkında âyetler indiği zaman Allah Resulü'nün elçilik misyonuna değil Nübüvvet makam ve mertebesine gönderme yapılır.
Şu ayetlerde olduğu gibi.
11-) "Eğer onlar (Yahudiler) Allah'a, Nebi'ye ve ona indirilene iman etmiş olsalardı; onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır"
( Mâide-81)
Görüldüğü gibi söz konusu ehl-i kitap ve Medine olduğu zaman Nebi kavramı ile hitap edilmektedir.
İkincisi : "iman" kavramı genellikle Allah, vahiy ve resul bağlamında kullandığı halde sadece Bakara. 177. âyet ile bu âyette Nebi bağlamında kullanılmıştır.
Çünkü bu âyette geçen "Nebi" Muhammed (a.s) olduğu için aynı zamanda o Allah'ın Resulüdür.
Bakara süresi 177. âyetinde geçen "Nebiyyin" "Nebi'ler" kavramı hem Nebi olanları hem Resul olanları kapsadığı için o âyette de "Nebiler" için "iman" kavramı kullanılmıştır.
Yoksa aynen "küfür kavramı" gibi iman kavramı da âyetlerde her zaman Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanıldığını görüyoruz.
12-) "Ey iman edenler! Allah ve Resul'ünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun şüphesiz Allah işitendir, bilendir"
"Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi'nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Nebiye yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir" (Hücurat-1, 2)
Birinci âyette "Allah ve Resul'ünün önüne geçmeyin" derken, 2. âyette "seslerinizi Nebi'nin sesinin üzerine yükseltmeyin" buyurmaktadır. Kur'an'da hiç bir âyette "Resul'ün sesi" diye bir şey geçmez.
Çünkü "Resul" görev icabı evrensel bir kimliğe sahiptir.
Yani beşer Resul'den sonra kitap Resul aynı misyonla kiyamet gününe kadar tebliğ ve irşada devam edecektir.
Nebi'nin sesi ise Medine'nin sınırları içinde kalan, onun konuşmasından başka bir şey değildir.
Sadece kendi döneminde yaşayan arkadaşlarına "Nebi'nin şahsına saygısızlık yapmamalarını" öğütlemektedir.
İLHAD NE DEMEKTİR?
(2.YAZI)
İlhad'ın, mezhepçilerin, Allah'ın âyetlerini batıl yollarına ve şirk dinlerine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve örnek vermiştik.
Örnekleri vermeye devam ediyoruz.
2-) "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının..."
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmedikleri, Kur'an'da var olan kavramlardan haberleri olmadığı için bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır.
Onlar "...Resul size ne verdiyse onu alın..." cümlesi ile " asırlar sonra onun adına iftira edilen hadislerin din ve hüküm olduklarını" iddia etmişlerdir.
Halbuki Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda "Resulü'n bize vahiy'den başka hiçbir şey vermeyeceğini" görüyoruz.
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum..."
(Enbiya-45)
"... (Ey Resul! ) Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
"Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun..."
(Mâide-67)
"Arkadaşınız (Nebi-Resul ) sapmadı ve batıla inanmadı; o (Resul) kendi kafasına göre de konuşmaz.
Onun bildirdikleri vahiy'den başka bir şey değildir. Çünkü ona güç ve kuvvet sahibi (olan Allah) öğretti"
(Necm-2,3,4,5)
"...Ben size, bana gönderileni (vahyi) duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir toplum olduğunuzu görüyorum"
(Ahkaf-23)
"(Nuh) De ki: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resulüm.
Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size (vahiy'le) öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy'le) biliyorum"
(Âraf-61,62)
Buna benzer onlarca âyet vardır.
Dolayısıyla söz konusu Haşr 7. âyette bulunan "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının..." cümlesi Muhammed (a.s) "Resul" misyonu ile bize ne bildirmiş ise Allah'tan bir din ve hüküm olarak alınmasının önemini anlatıyor.
3-) "Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan kerim bir kur'an'dır"
(Vakıa-77,78)
Şia 77. âyette şöyle bir ilhad'a yani sapmaya gitmiştir.
Onlara göre "Ahzap süresinde "...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"
33. âyeti ile "Ehl-i Beyt ( 12 imam) Allah tarafından her türlü günahtan masum kılınmışlardır"
Dolayısıyla Vakıa süresinde "Temiz olmayanlar ona dokunamaz" 77.âyeti "temiz kılınan ehl-i beyt(on iki imam) dan başka hiç kimse Kur'an'ı gerçek olarak anlayamacağını ortaya koymaktadır.
Şia âlimlerine göre Kur'an'ın manası on birinci imam olan Hasan el Askeri'nin oğlu olan on ikinci imam Mehdi-i Muntazır tarafından ortaya çıkarılacak ve o zaman Kur'an'ın gerçek manası anlaşılacaktır.
Onlara göre "Mehdi'nin zuhuruna kadar Kur'an İtilaf ve kaostan başka hiçbir şey üretmeyecektir"
Vakıa süresi 77. âyette Ehl-i Sünnet mezhep imamları şöyle bir ilhâda gitmişlerdir.
Onlara göre "Ona (Kur'an'a) temiz olmayanlar dokunamaz" "hayız ve nifas, cünüp abdestsiz olarak hiç kimse Kur'an'a dokunamaz" demektir.
Ve bu Kur'ansız ictihadlar çağları aşıp günümüze kadar hatta kiyamet gününe kadar gidecektir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne göre âyetin gerçek manası şudur.
Mekke müşriklerinin "Kur'an'ı Resul (a.s) a şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde Kur'an'ın Allah tarafından Muhammed (a.s) indirildiğinde temiz olmayan şeytanların ona dokunamayacağını (Şuara-210,211) ortaya koymaktadır.
Yani
"Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir. İftira etmeyin, yalan söylemeyin" demek istenmiştir.
Dolayısıyla bu âyette bulunan "lé yemessühü" "dokunamaz" "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" "mümkün değil, dokunamaz" demektir.
Yani "Ondan bir şey çıkaramaz, ona bir şey ekleyemez, onda tasarruf sahibi olamaz" demektir.
Yoksa her dine ve kültüre mensup olanlar, hayız ve nifas halinde olan kadınlar, abdestsiz ve cünüp olanların Kur'an'a dokunmalarının hiçbir sakıncası yoktur.
"Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde olan kadınlar Kur'an'a dokunamaz" ictihadı, koyu karanlık bir cehaletin eseridir.
Size bir şey söyleyeyim mi, bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı hayız ve nifas, cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmayı önemli bir sevap ve fazilet olarak kabul edebilirsiniz.
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden ve onları muhatap alan bir kitap değil, bütün insanların ortak değeridir.
Ahzab süresi 33. âyetin bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Nebi (a.s) hanımları hakkında nazil olduğunu görüyoruz.
Yani âyetin on iki imam ile hiçbir alakası yoktur. Daha doğrusu dinde on iki imam diye bir şey yoktur.
(2.YAZI)
İlhad'ın, mezhepçilerin, Allah'ın âyetlerini batıl yollarına ve şirk dinlerine âlet etme anlamına geldiğini söylemiş ve örnek vermiştik.
Örnekleri vermeye devam ediyoruz.
2-) "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının..."
Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmedikleri, Kur'an'da var olan kavramlardan haberleri olmadığı için bu âyette şöyle bir ilhâda sapmışlardır.
Onlar "...Resul size ne verdiyse onu alın..." cümlesi ile " asırlar sonra onun adına iftira edilen hadislerin din ve hüküm olduklarını" iddia etmişlerdir.
Halbuki Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda "Resulü'n bize vahiy'den başka hiçbir şey vermeyeceğini" görüyoruz.
"De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi uyarıyorum..."
(Enbiya-45)
"... (Ey Resul! ) Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver"
( Kaf-45)
"Ey Resul ! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun..."
(Mâide-67)
"Arkadaşınız (Nebi-Resul ) sapmadı ve batıla inanmadı; o (Resul) kendi kafasına göre de konuşmaz.
Onun bildirdikleri vahiy'den başka bir şey değildir. Çünkü ona güç ve kuvvet sahibi (olan Allah) öğretti"
(Necm-2,3,4,5)
"...Ben size, bana gönderileni (vahyi) duyuruyorum. Fakat sizin cahil bir toplum olduğunuzu görüyorum"
(Ahkaf-23)
"(Nuh) De ki: "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Resulüm.
Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size (vahiy'le) öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy'le) biliyorum"
(Âraf-61,62)
Buna benzer onlarca âyet vardır.
Dolayısıyla söz konusu Haşr 7. âyette bulunan "...Resul size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının..." cümlesi Muhammed (a.s) "Resul" misyonu ile bize ne bildirmiş ise Allah'tan bir din ve hüküm olarak alınmasının önemini anlatıyor.
3-) "Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan kerim bir kur'an'dır"
(Vakıa-77,78)
Şia 77. âyette şöyle bir ilhad'a yani sapmaya gitmiştir.
Onlara göre "Ahzap süresinde "...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"
33. âyeti ile "Ehl-i Beyt ( 12 imam) Allah tarafından her türlü günahtan masum kılınmışlardır"
Dolayısıyla Vakıa süresinde "Temiz olmayanlar ona dokunamaz" 77.âyeti "temiz kılınan ehl-i beyt(on iki imam) dan başka hiç kimse Kur'an'ı gerçek olarak anlayamacağını ortaya koymaktadır.
Şia âlimlerine göre Kur'an'ın manası on birinci imam olan Hasan el Askeri'nin oğlu olan on ikinci imam Mehdi-i Muntazır tarafından ortaya çıkarılacak ve o zaman Kur'an'ın gerçek manası anlaşılacaktır.
Onlara göre "Mehdi'nin zuhuruna kadar Kur'an İtilaf ve kaostan başka hiçbir şey üretmeyecektir"
Vakıa süresi 77. âyette Ehl-i Sünnet mezhep imamları şöyle bir ilhâda gitmişlerdir.
Onlara göre "Ona (Kur'an'a) temiz olmayanlar dokunamaz" "hayız ve nifas, cünüp abdestsiz olarak hiç kimse Kur'an'a dokunamaz" demektir.
Ve bu Kur'ansız ictihadlar çağları aşıp günümüze kadar hatta kiyamet gününe kadar gidecektir.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne göre âyetin gerçek manası şudur.
Mekke müşriklerinin "Kur'an'ı Resul (a.s) a şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde Kur'an'ın Allah tarafından Muhammed (a.s) indirildiğinde temiz olmayan şeytanların ona dokunamayacağını (Şuara-210,211) ortaya koymaktadır.
Yani
"Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir. İftira etmeyin, yalan söylemeyin" demek istenmiştir.
Dolayısıyla bu âyette bulunan "lé yemessühü" "dokunamaz" "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy" "mümkün değil, dokunamaz" demektir.
Yani "Ondan bir şey çıkaramaz, ona bir şey ekleyemez, onda tasarruf sahibi olamaz" demektir.
Yoksa her dine ve kültüre mensup olanlar, hayız ve nifas halinde olan kadınlar, abdestsiz ve cünüp olanların Kur'an'a dokunmalarının hiçbir sakıncası yoktur.
"Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde olan kadınlar Kur'an'a dokunamaz" ictihadı, koyu karanlık bir cehaletin eseridir.
Size bir şey söyleyeyim mi, bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı hayız ve nifas, cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmayı önemli bir sevap ve fazilet olarak kabul edebilirsiniz.
Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden ve onları muhatap alan bir kitap değil, bütün insanların ortak değeridir.
Ahzab süresi 33. âyetin bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda Nebi (a.s) hanımları hakkında nazil olduğunu görüyoruz.
Yani âyetin on iki imam ile hiçbir alakası yoktur. Daha doğrusu dinde on iki imam diye bir şey yoktur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)