14 Ekim 2019 Pazartesi

GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(7.YAZI)
 Kur'an'a baktığımızda üç  çeşit hakimiyetin olduğunu görüyoruz.
 1-) Göklerde ve yerde olan Allah'ın mutlak hüküm ve hakimiyeti.
 2-) İndirilen vahiy yoluyla kurulan Allah'ın hakimiyeti yani yaşam alanında din ve  hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmayacağı ile ilgili hakimiyet.
 Kur'an  en çok bu iki hakimiyetin  üzerinde durur.
"...Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
( Maide -45 )
"...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir"
( Maide- 47)
İkinci şıkta bulunan hakimiyet ile ilgilidir ve devlet adamlarından daha çok ilim adamlarını ilgilendirmektedir.
 Yani bu hakimiyette bireysel ve sivil yaşam için Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm ortaya  koyan ve kabul edenler hedef alınmaktadır.
 Dolayısıyla ilk iki hakimiyetin alanı  Allah'a aittir.
3-)  Siyasal hakimiyet yani devlet ve halkın idare  edilmesi ise,  hukuku ve adalet sistemiyle  insana aittir.
 İnsan bu siyasal hakimiyet ile Allah'a karşı sorumludur.
 Siyaset, din, dil, ırk, kültür, gelenek, inanç, mezhep yani toplumun farklı kesimlerinin haklarının adalet sisteminde karşılanması demektir.
 Fakat maalesef Şia ve Ehl-i Sünnet  devlet ve din adamları siyaseti kişisel kudret ve hakimiyet alanı kurma ve gücü elde etme olarak değerlendirmişlerdir.
 Fetö'de  bu siyasal anlayış ve  inançtan doğmuştur.
 Siyasi mücadeleyi bir fazilet ve hayır  yarışı olarak Allah'ın emri gibi  değerlendirmek sadece kan ve kaos, terör ve anarşi, zulüm ve taklit doğurur.
 Siyasetin, İslam dininin önemli bir bölümü olduğu yolundaki inanç ilk defa  Şii mezhebi tarafından benimsenmiştir.
 Şii  inanç ve anlayışına göre her türlü günah ve hatalardan korunmuş İmamlar hem dini hem de siyasi otoritedir.
 Belli başlı siyasi esaslar iman sisteminin de parçasıdır.
(Bill and Williams. Shii İslam and Roman Catholicism. S.91)
 Bu  inanca göre siyaset, toplumdaki adalet ve hukuku yani  insanların haklarını koruma sanatı  olmaktan çıkıp kutsal bir inanç ve kimliğe bürünmüştür.
Bu anlayışa sahip olan siyasette,  devlet adamlarını ve idarecileri  eleştirmek mümkün olmuyor.
Çünkü artık siyaset Allah'ın yüce ve  kutsal bir emri olarak  mübarek bir zırha bürünmüş oluyor.
 Hatta gücü elde eden  siyaset ve devlet adamının  tasarruflarına karşı gelenler hain damgası yemekten kurtulamıyorlar.
 Geçmişte  Katolik mezhebinin  siyaset anlayışı da bundan farklı değildi.
Mesala:
 Din ile siyasetin birbirinden ayrılması esasına dayanan "laiklik dinsizliktir" anlayışı Şia ve Ehl-i Sünnetten önce  Hristiyanlığın Katolik mezhebinin inancını ortaya koymaktadı. 
 Aslında laiklik  bireysel bir anlayış olmadığı için laik olan kişi  hiçbir zaman dininden ve imanından bir şey kaybetmez.
Laiklik siyasi ve sosyal bir düşünce ve anlayıştır.
İman edenler bireysel olarak laik  olmayabilirler, fakat kurdukları devletin laik olmasında   bir sakınca yoktur.
 Aslında Allah'ın sorumluluğu toplum ve cemaat olarak değil de,  bireysel olarak yani tek tek  insanlara yüklemesinin önemli  hikmetleri vardır.
 Bu hikmetlerin  en önemlilerinden biri, vahiy'le Resullere  indirilen hükümlerin hayata hakim olmasının uzun süre almasıdır.
 Yani Allah Resulü'nden hemen sonra insanlar vahiy'den yani Allah'ın hükümlerinden yüz  çevirdiklerinde  kuracakları devletin esasları hangi kaynağa göre oluşacaktır.
 Mesela: Bugün halkı  Müslüman olan bir ülkede tamamen Kur'an'ın hükümleri esas alınarak  yani Allah'ın kitabının hikmet  ve ahlaki öğretilerine göre bir yönetim ve İslami şeriat sistemi kurmak mümkün olur mu?
 Dolayısıyla din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul eden muvahhidlerin sapık, mezhepsiz, vehhabi,  reformist, mason, kafir  olarak görüldüğü bir toplumda gerçek olarak İslami bir yönetimin oluşturulması omümkün değildir.
 İşte bunun için Rahmân ve Rahim olan Allah insanları sadece kendi yaptıkları  amellerinden  sorumlu tutmuştur.
(Necm-39; Yasin-54; Araf-43; Tur-21; Müddessir-38)
 Dolayısıyla devletin dindarı  ve dinsizi olmaz.  Devletin hukuku, adaleti, şefkat ve merhameti yani insan hakları vardır.
 Kur'an'ın muhatabı devlet değil, adaleti ve insan haklarını gözeten veya gözetmeyen idareciler ve yöneticilerdir.
 Yani Kur'an'ın muhatabı ve  Allah'a karşı sorumlu olanlar  gerçek kişiler olan bireylerdir.
 Bundan dolayı devletin Müslümanı ve kafiri de olmaz.
Aslında "islam devleti" ifadesi de yerinde bir kullanım değildir.
"İslam Devleti" ifadesi hayatın  gerçeklerinden uzak ideolojik  bir devlet anlayışınını  ifade  etmektedir.
 Zaten ideolojik hareket edenlerin  gerçekleri  görmeleri  ve hakkı  kabul etmeleri mümkün değildir.
Aslında laiklikte devletin İdeolojik özelliğinin  olmaması gerekir.
 Fakat maalesef  Türkiye Cumhuriyeti  kurulduğu günden bugüne kadar laiklik bir ideoloji hatta daha da ötesi baskıcı bir din olarak gelmiştir.
 Yani devlet İdaresi hurafeci  bir ideolojinin pençesinden baskıcı  bir ideolojinin pençesine teslim olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder