18 Ekim 2019 Cuma

GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER
(11. YAZI)
Rey ehl-i ile hadis ehl-i arasında en önemli tartışma, dini kurallar hakkında aklın kullanılmasının gerekli olup olmadığı ile ilgili olan tartışmadır.
Rey ehl-i dinin emirleri konusunda,  özellikle Kur'an'ı anlamada aklın kullanmasını önemserken, hadis ehl-i din alanında aklın  kullanmasına şiddetle karşı çıkar.
Ehl-i hadis, Sünni  ve Selefi anlayışa göre dini konuda âyetin, hadisin ve sahabe görüşünün dikkate alınması, bunlarda delil bulunmazsa Selef âlimlerinin ictihadlarına tabi olunması gerekir.
Aslında Rey ehl-i de aynen Şia, Ehl-i Sünnet ve Selefiler gibi din ve hüküm  olarak Kur'an'ı  tek kaynak alıyor değildir.
 Rey ehl-i'nin din anlayışı Kur'an ve Sünnet'e dayalı  bilginin akıl ve içtihatlarla  geliştirilmesi  idi.
Bu anlayışın ileri gelen önemli şahsiyeti Ebu Hanife'dir.
 Ebu Hanife, dini düşüncede az da olsa aklı kullanmaya değer verdiği için ona karşı büyük bir savaş açılmıştır.
Selefi ve Sünni anlayışa sahip olanlar içinde Ebu Hanife'yi kafir, fasık, sapık ve mürted olarak görmeyen çok azdır.
(Bu konuyu müstakil bir yazı ile facebook'ta paylaşmıştım)
 Siyasi iktidarların hadis ehlinden yana tavır almaları ile hicri üçüncü asır  ortalarında rivayetçi inanç sahipleri akla değer veren  düşünceyi yok etmiştir.
Bu kahrolası cehalet günümüzde de  devam etmektedir.
Hanif İslam anlayışını hayat sahnesinden silen mezhebi bağnazlık ümmi insanlara tek hidayet  olarak gösterilmiştir.
Ehl-i hadis, Selefi inanç ve Sünni anlayış, İslam dininin tek kaynağından sapmış, Kur'an'ı tek kaynak durumundan çıkarmış, birçok kaynaktan biri olarak görmüştür.
 Ebul Hasan el- Aş'ari, Muhammed bin İdris (Şafii) ve Ahmed bin Hanbel ve benzeri mezhep imam ve müctehidler, dinin Allah'ın kitabına ve  Resulü'nün  sünnetine uymak olduğunu savunmuşlardır.
 Ashabul- Hadis' e göre dinde  önemli olan Allah Resulü'nün hadisleri ve geçmiş üç  neslin (sahabe-tâbiin-tabe'i tâbiin) ictihad ve  uygulamalarıdır.
Kur'an'dan kopuk olan Selefi akıl, geleceği planlama ve kurmaya yönelik değil, geçmişin yalan ve iftiralarını gelecek nesillere aktarmaya  çalışan tamamen mukallit bir zihin ve inanç şeklidir.
Ehl-i hadis, Şii, Sünni ve Selefi  düşünceye göre, İslam dini  Allah tarafından tanımlanmış değildir.
Bu anlayışa göre  din Muhammed (a.s) ın  söz ve uygulamaları ile sahabe- tâbiin-tebe'i tabiin'nin  ictihadlarıyla tamamlanmıştır.
 Yani artık geçmişte ortaya çıkan mutlak hidayet!!! ve  hakikatin! üzerine hiç kimse bir şey koyamaz, 
 Artık dinde hiç kimsenin söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.
Bu gerici ve sefil anlayışa göre Kur'an'ı Mübin  yedinci  yüzyılın Mekke ve Medine'sine nazil olmuştur.
 Yani Kur'an'ın tüm insanları muhatap olması söz konusu değildir.
 Dolayısıyla gelecek olan insanlar vahyin değil, mezhep imamlarının ve onların  içtihatlarının muhatabıdır.
 İşte bu bozuk din yüzünden insanların orijinal ve heyecanlı fikirler üretmelerinin önüne engel  koyulmuş, Kur'an'ın sesi susturulmaya  çalışılmıştır.
Sonuç olarak : Sadece vahyin muhatabı olması gereken insanlar,  kurtuluşu ve hidayeti atalarının  zehirli dininde  bulmaya çalışan hastalıklı bir akıl yapısı ile dunya ve ahiretleri karartılmıştır.
 Gelenekçi inanç ve düşünce rivayetler yoluyla Kur'an'a yabancı olan  "Muhammed" hakkında efsaneler geliştirmiştir.
 Resul ( a.s) adına iftira ettikleri hadislerle  Resulün  beşeri yönü mitolojik masal kahramanına dönüştürülmüştür. 
Çok ilginçtir,  Şia,  Ehl-i hadis,  Ehli Sünnet ve Selefiler, Kur'an cahili  olduklarından dolayı  Muhammed (a.s) ın beşer olma özelliğini, Elçi olma niteliğinin önüne geçirmişlerdir.
 Yani bu ekollerin hepsi Allah Resulü'ne değil,  Kur'an'dan koparılmış Muhammed'e itibar ettiler.
 Dolayısıyla geleneksel din  mensuplarının yanında hadislerle anlatılan Muhammed, Kur'an'da bulunan Allah Resulü'nden daha  önemlidir.
Bu anlayışa göre Allah'ın yüzlerce ayette anlattığı Resul  Muhammed diye bir kimse yaşamış değildir.
 Buna bağlı olarak gelenekçilerin yanında diğer Allah elçilerinin de itibar gördüklerini söylemek imkansızdır.
Sanki yeryüzünde Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Hafsa, Muaviye, Ali, Hasan,  Hüseyin ve Fatima'dan başka hiç kimse yaşamamıştır.
 Maalesef  bu sakat anlayış günümüzde de devam etmektedir.
 Kur'an bilinmediği için insanların Allah  Resulleri  hakkında sahip oldukları bilgi sıfır  seviyesindedir.
 Mevlid kandilleri ve kutlu doğum merasimleri de onun  beşeri ve biyolojik kişiliğini "Allah'ın Resulü olma" misyonunun  önüne alan inanç biçiminin göstergesidir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER.
(9.YAZI)
SELEFİLİK :
 Din ve hüküm olarak Kur'an'ı Mübin'den başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce ayet vardır.
Yani Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak insanları bağlamaz.
İnsanlar sadece indirilen vahiy'den sorumlu  tutmuşlardır.
 Fakat SELEFİ anlayış, İslam dini için tâbiin ve tâbe-i tâbiin döneminin görüş ve uygulamalarını tek rehber olarak kabul eder.
 Selefi inanç ve  anlayışa göre Allah Resulü'nden sonra gelen ilk iki nesil İslam dinini doğru olarak temsil etmişlerdir.
Selefilere göre, sahabe, tâbiin ve tabe-i tâbiinden sonra gelenler tam olarak İslamı temsil edemezler.
Selefi anlayışa göre Allah Resulü adına nispet edilen yani onun adına uydurulan rivayetler  aynen Kur'an gibi dinin bir parçası konumundadırlar.
Halbuki Kur'an'a baktığımızda her insanın yüce Allah'ın özgür bir kulu olduğu ve onun indirdiği vahyin  muhatabı olduğunu görürüz.
 Allah elçilerinin tek görevi indirilen mesajı insanlara bildirmekten ibarettir.
 Elçilerin görevi vahyi tebliğ ve tebyin etmek yani onu ilan etmek ve muhataplarına  ulaştırmaktır.
Her insan kendi aklı ile karar verme, özgürlüğünü sonuna kadar kullanma, tefekkür etme ve sorgulama yapabilme kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır.
Dolayısıyla Selefi inanç biçimi, hem akla ve tefekküre, hem Kur'an'i ilkelere hem de özgürlük ve sorgulamaya karşı mücadele etmiştir.
 Selefi düşünce aklın kullanmasına karşı çıkmış, İslam dininde tek kaynak olan vahyin yanına Sünnet adı altında dünyanın en karanlık rivayetlerini kaynak olarak kabul etmiştir.
Selefi akide,
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden,  Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan, vahyin kavramlarının hangi anlama geldiğinden  haberi  olmadığı için uydurma rivayetleri Kur'an'ın tefsiri ve  açıklaması olarak kabul etmiş,
 insanların fikir sahibi olma, akıllarını kullanma, geleneği sorgulama ve doğruları bulma hakkına karşı çıkmış, vahyin sorun çözme yöntemini değil,
selefin uygulamalarını  esas almıştır.
 Dolayısıyla Selefiler, insanları siyasal anlamda hüküm verebilecek ve kendini yönetecek özgür bir varlık olarak kabul etmezler.
 Bu Kur'an'sız zihin yapısı,  insanların hem onur ve özgürlüklerini  hem de sorumluluklarını ortadan kaldırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır.
 Selefilik inancı zamanla iman edenleri çok kötü yönde etkilemiş, Selefi ve Sünni inancı her tarafı kaplamıştır.
Bugün İslam toplumunda Kur'an'sızlığın  ve akıl tutulmasının arkasında bu tasavvuftan daha tehlikeli olan Selefi ve Sünni  düşünce yatmaktadır.
 Maalesef Selefi inanç, rivayetleri kutsayarak  Kur'an'ın anlamının buharlaşmasına da sebep olmuştur.
 Atalarından intikal eden iftira rivayetleri sorgulayacak yerde bu yalanların üzerini örten,  daha sonra da onları kutsayan ve dinde  kaynak olarak görmeye çalışan ilimsiz iman sahiplerine  Selefi adı verilir.
 Allah Resulü'nün vefatından sonra cahiliyenin siyasal taassubu dini hayata el koymuş ve dini hayatı siyasallaştırmıştır.
 Bundan sonra Allah Resulü'nün Kur'an ile inşa ettiği insanları yönetmek için toplum kesimleri arasında siyasi mücadele dini alana sürüklenmiştir.
 Artık şahsi çıkarlar ve siyasi sorunlar dini sorunlara dönüşmüştür.
 İslam toplumunda siyasetten kaynaklanan sorunlar zamanla hız kazanmış,  toplumsal ihtilaflara,  kavgalara ve savaşlara dönüşmüştür.
Üçüncü halife olan Osman başkent Medine'de iman edenler tarafından katledilmiş, dördüncü  halife olan Ali döneminde sahabe arasında binlerce insanın ölümüne neden olan Cemel ve Sıffin savaşları meydana gelmiştir.
Halbuki Allah'ın mesajına gittiğimizde onun,  dünya hayatının en mükemmel mesajı   olduğunu, her zaman ve mekana uyum sağladığını görürüz.
 Kur'an'ı Mübin,  belli bir zaman dilimine sıkıştırılmış,  statik, durağan bir sistem önermez.
 Bugün olduğu gibi yirmi bin yıl sonra da  bağlılarına o zamanki hayata dair özel ve  çağdaş bir anlayış kazandıracaktır.
 Ancak Kur'an'ın mesajı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Selefi- Şii-Sünni- Batıni ve siyasal islamcıların militan nefreti ile karşı karşıyadır.
 İman edenlerin kendi içlerinden çıkan  mezhep ve fırkalara karşı Kur'an'ın mesajı çok savunmasızdır.
 Çünkü Allah tarafından indirilen vahiy sistemi ile Allah Resulü adına uydurulan rivayetler (metin değil)  mana itibariyle birbirinin içine karıştırılmış, özellikle ilk üç neslin haber ve  uygulamaları ile dinin  tamamlandığı inancı yerleştirilmiştir. 
Dinin tek kaynağı olması gereken vahyin yanına birçok kaynaklar eklenerek Kur'an'a dolayısıyla  Allah'a karşı şirk  koşulmuştur.
 Kur'an'ın mesajına en büyük saldırı ve ihanet Selefi, Sünni ve Şii  inanç altyapısından gelmiştir.
 Bu inanç yapısı,  dinde kaynakları çoğaltmış  Allah Resulü'nü Kur'an'dan koparmış ve dindeki konumunu yerle yeksan etmiştir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKER.
(10. YAZI)
Rahmân ve Rahim olan Allah'ın mesajının  anlaşılmasında tek tek her birey sorumlu tutulmuştur.
Yani hanif İslam dini topluma birey açısından bakar.
 Siyaset ise bireyi  toplum nazarıyla değerlendirir.
Bu durum, din ile  siyasetin alanlarının birbirinden çok  farklı olduğunu gösterir.
Yani siyasetin dinden, dinin siyasetten ayrılması mümkündür.
 Aslında Emevi ve Abbasi yönetimleri siyasetin dinden ayrılmasının bir zorunluluk olduğunu göstermiştir.
 Yoksa ezeli ve ebedi ilmiyle yüce Allah, Resülünden sonra hanif dinin tahrif edileceğini ve uydurulan dinin şeriat kuralları ile insanların inanç ve zihinlerinin  baskı altına alınacağını biliyordu.
Selefi inancın üç esası mevcuttur.
1-)  Her şeyi  "Kur'an" ve Sünnet'e göre dizayn etmek.
Bu maddede bulunan Kur'an, sözde kalan bir  söylemden ibarettir.
Esas olan rivayetlerin yani uydurma sünnetin hayata hakim olmasıdır.
 Kur'an söylemi sadece ümmi halkı aldatmak ve yanlarına çekmek içindir.
 2-) Selefi atalardan intikal etmeyen her şeyin gayri meşru olduğuna iman etmek.
 3-)  Doğruya ulaşmak için akıllı kullanmanın ve akla uygun hüküm vermenin  İslam dışı olduğuna iman etmek.
 Allah Resulü'nün tâbi olduğu yalnız indirilen  vahiy iken (Ahkaf -9; Yunus-15, 109)  kendisinden sonra Kur'an'ın yanına birçok dini kaynaklar konmasına razı olmamak Selefi ve Sünni âlimlerince büyük bir sapıklık olarak kabul edilmiştir.
Allah Resulü adına iftira edilen binlerce hadisi  sünnet adı altında "vahyi gayri metlüv" "namazda okunmayan fakat Kur'an gibi vahiy"  olarak değerlendirmek,  bu sakat ve hastalıklı zihin yapısından  kaynaklanmıştır.
 Yani bu ahlaksız ve karanlık zihin yapısı Allah'a dinini öğretme cüret ve cesaretini utanmadan göstermeye girişmiştir.
Şia ve Ehl-i Sünnet alimleri sadece Kur'an'ın manasını bozarak dinde emir ve yasakları arttımakla kalmamış,
  Kur'an'daki âyetlerin büyük çoğunluğunun iman edenlerle ilgili olmadığını iddia ederek inanç bakımından apaçık bir sapıklığa düşmüştür.
 Yani Şia ve Ehl-i Sünnet âlimlerine  göre Kur'an mesajlarının bir bölümü müşrikleri,  bir bölümü kafirleri, bir bölümü münafıkları, bir bölümü Yahudileri, bir bölümü Hıristiyanları çok az bir kısmı da iman edenleri ilgilendirmektedir. Halbuki Kur'an belli bir zaman ve zemine göre değil, evrensel mesajı ile her asırda  her ferdi alakadar etmektedir.
 Fakat Şii,  Sünni ve Selefi anlayışa göre, Kur'an'da iman edenleri  ilgilendiren âyet sayısı gayet azdır.
Açık olarak ortaya çıkıyor ki, vahyin manasını  bu hastalıklı işgalden kurtarmadıkça milletin içine düştüğü kaos ve ihtilaf, terör ve anarşi,  taklit ve cehalet belasından  kurtulmasına imkân yoktur.
 Din haline geldiği için çok güçlü olan Sünnetçi  gelenek yok edilmedikçe,  iman edenlerin zihin ve fikir yapısı değişmeyecektir.
 İşte bu yüzden Şia ve Ehl-i Sünnet dininin  doğru bildikleri her şeyi sorgulamak zorundayız.
 Dolayısıyla Allah'ın hidayetinden  yararlanmak için Kur'an'ın  dışında baş vuracağımız başka bir kaynak bulunmamaktadır.
 Allah'tan indirilen aydınlık yol ile beşer tarafından uydurulan  karanlık yolu  birbirinden ayırmak zorundayız.
 Elçiler tarihinde her zaman iki anlayış var olmuştur.
 Biri, özgür, kendisini davasının öznesi kabul eden ilim ve tefekkür, akıl ve mantığın gereğini yerine getirmeye çalışan anlayış,
diğeri ise, kendisini sınırlayan,  başkasının inanç ve  fikirlerine  göre yaşamayı esas alan, aklını kiraya veren  ve daima bir emrin güdümünde olmayı önceleyen anlayıştır.
Selefi inanca göre aklı olanın dini olmaz.
 Akıl, dine girene kadar gereklidir.
Dine girdikten sonra akla ihtiyaç kalmamıştır.

14 Ekim 2019 Pazartesi

GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(6.YAZI)
Maalesef Şia ve Ehl-i Sünnet geleneği, devleti yönetenlerin arzu ve istekleri doğrultusunda oluşturulmuş, din adamları da  hukuk ve adaletin yanında değil, idarecilerin  tarafında yer almışlardır.
Kur'an'ın manası bozulmuş,  sistem dağıtılmış, kavramların yeri değiştirilmiş, vahyin içindeki  düzen bozulmuş, dedikodularla yeni bir din inşa edilmiştir.
Bu yeni dinin hadis ve ictihadlarıyla yöneticiler kutsanmış israf ve yolsuzlukları örtbas edilmiştir.
 Dolayısıyla Şia ve Ehli Sünnet âlimleri tarafından yaşatılmaya  çalıştırılan atalar dininin hakimiyet konusundaki yanlış uygulamalarının düzeltilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
 Yüce Allah'ın insana verdiği iradenin de Allah'a ait olduğu yolundaki İnanç, hem dinin sömürülmesine  hem de müminlerin  ahlâken  çökmesine sebep olmuştur.
İnananlar, idarecilerin kendi vekilleri  olduğunu, onların Allah'ın vekili  olamayacaklarını kavramak zorundadırlar.
Çok ilginç,  iman edenleri hayat sahnesinden  silen zihniyet her zaman kurtarıcı olarak gösterilmiştir.
Bu milletin sorunu Kur'an'ın temsil ettiği hanif İslam dini ile ilgili değildir.
Sorun, Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin oluşturduğu mezheplerle  ilgilidir.
(En'am-159; Rum-30,31,32)
Kur'an, vahyi tebliğ eden elçilerin dahi Allah'ın vekili olmadıklarını ve olamayacaklarını açıkça ortaya koymuşken,  diğer insanların Allah'ın vekili olabileceklerini ve Allah adına hüküm  verebileceklerini yani O'nun adına hareket edebileceklerini söylemek her şeyden önce vahye aykırı düşmektedir.
 Hiçbir beşer'in -Nebi'ler ve Resuller dahil- Allah adına hüküm koyma ve Allah adına insanları idare etmeye hakkı yoktur.
 Allah'ın elçileri bile sadece risâlet misyonu ile  Allah tarafından indirileni insanlara  tebliğ ederler.
Kur'an'da bulunan "...Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hğkmet ..." (Mâide-48)
(Sana da şu talimatı verdik) : Aralarında Allah'ınindirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma..."
(Mâide-49)
Ve benzeri âyetler, Allah tarafından indirilen vahiy haricinde kaynak oluşturulmayacağı yani helal ve haram, din ve hüküm ile ilgili inmişlerdir.
Allah'ın Resulleri vahyin üzerine, yanına, yöresine  kendilerinden bir kelime bile ekleyemezler.
(Hakka- 44; İsra- 72)
Dolayısıyla  Resuller dahil hiçbir beşer'in Allah adına konuşmaması ve O'nun adına hüküm   kaymaması için vahiy  koruma altında nazil  olmuştur.
 Kur'an'a tek kaynak olarak bağlı olmayan milletin özgürlükçü bir anlayışa sahip olması mümkün değildir.
 İman eden toplumun, hem dini hem siyasi anlayışı Şia ve Ehli Sünnet'in  uygulamalarına dayanmaktadır.
 İslam ülkelerinde bulunan siyasi krizlerin sebebi budur.
 Bu geleneksel mezhebi  anlayış yok olmadığı sürece iman edenlerin demokratik ve özgürlükçü  bir yapıya kavuşmaları mümkün değildir.
Öyle görülüyor ki devlet, siyaset ve din adamlarımız özgürlükçü yapının gelişmesi için mevcut parçalayıcı mezhepsel zihniyetin değiştirilmesinin önemini henüz anlayamamışlardır.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(7.YAZI)
 Kur'an'a baktığımızda üç  çeşit hakimiyetin olduğunu görüyoruz.
 1-) Göklerde ve yerde olan Allah'ın mutlak hüküm ve hakimiyeti.
 2-) İndirilen vahiy yoluyla kurulan Allah'ın hakimiyeti yani yaşam alanında din ve  hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmayacağı ile ilgili hakimiyet.
 Kur'an  en çok bu iki hakimiyetin  üzerinde durur.
"...Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
( Maide -45 )
"...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir"
( Maide- 47)
İkinci şıkta bulunan hakimiyet ile ilgilidir ve devlet adamlarından daha çok ilim adamlarını ilgilendirmektedir.
 Yani bu hakimiyette bireysel ve sivil yaşam için Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm ortaya  koyan ve kabul edenler hedef alınmaktadır.
 Dolayısıyla ilk iki hakimiyetin alanı  Allah'a aittir.
3-)  Siyasal hakimiyet yani devlet ve halkın idare  edilmesi ise,  hukuku ve adalet sistemiyle  insana aittir.
 İnsan bu siyasal hakimiyet ile Allah'a karşı sorumludur.
 Siyaset, din, dil, ırk, kültür, gelenek, inanç, mezhep yani toplumun farklı kesimlerinin haklarının adalet sisteminde karşılanması demektir.
 Fakat maalesef Şia ve Ehl-i Sünnet  devlet ve din adamları siyaseti kişisel kudret ve hakimiyet alanı kurma ve gücü elde etme olarak değerlendirmişlerdir.
 Fetö'de  bu siyasal anlayış ve  inançtan doğmuştur.
 Siyasi mücadeleyi bir fazilet ve hayır  yarışı olarak Allah'ın emri gibi  değerlendirmek sadece kan ve kaos, terör ve anarşi, zulüm ve taklit doğurur.
 Siyasetin, İslam dininin önemli bir bölümü olduğu yolundaki inanç ilk defa  Şii mezhebi tarafından benimsenmiştir.
 Şii  inanç ve anlayışına göre her türlü günah ve hatalardan korunmuş İmamlar hem dini hem de siyasi otoritedir.
 Belli başlı siyasi esaslar iman sisteminin de parçasıdır.
(Bill and Williams. Shii İslam and Roman Catholicism. S.91)
 Bu  inanca göre siyaset, toplumdaki adalet ve hukuku yani  insanların haklarını koruma sanatı  olmaktan çıkıp kutsal bir inanç ve kimliğe bürünmüştür.
Bu anlayışa sahip olan siyasette,  devlet adamlarını ve idarecileri  eleştirmek mümkün olmuyor.
Çünkü artık siyaset Allah'ın yüce ve  kutsal bir emri olarak  mübarek bir zırha bürünmüş oluyor.
 Hatta gücü elde eden  siyaset ve devlet adamının  tasarruflarına karşı gelenler hain damgası yemekten kurtulamıyorlar.
 Geçmişte  Katolik mezhebinin  siyaset anlayışı da bundan farklı değildi.
Mesala:
 Din ile siyasetin birbirinden ayrılması esasına dayanan "laiklik dinsizliktir" anlayışı Şia ve Ehl-i Sünnetten önce  Hristiyanlığın Katolik mezhebinin inancını ortaya koymaktadı. 
 Aslında laiklik  bireysel bir anlayış olmadığı için laik olan kişi  hiçbir zaman dininden ve imanından bir şey kaybetmez.
Laiklik siyasi ve sosyal bir düşünce ve anlayıştır.
İman edenler bireysel olarak laik  olmayabilirler, fakat kurdukları devletin laik olmasında   bir sakınca yoktur.
 Aslında Allah'ın sorumluluğu toplum ve cemaat olarak değil de,  bireysel olarak yani tek tek  insanlara yüklemesinin önemli  hikmetleri vardır.
 Bu hikmetlerin  en önemlilerinden biri, vahiy'le Resullere  indirilen hükümlerin hayata hakim olmasının uzun süre almasıdır.
 Yani Allah Resulü'nden hemen sonra insanlar vahiy'den yani Allah'ın hükümlerinden yüz  çevirdiklerinde  kuracakları devletin esasları hangi kaynağa göre oluşacaktır.
 Mesela: Bugün halkı  Müslüman olan bir ülkede tamamen Kur'an'ın hükümleri esas alınarak  yani Allah'ın kitabının hikmet  ve ahlaki öğretilerine göre bir yönetim ve İslami şeriat sistemi kurmak mümkün olur mu?
 Dolayısıyla din ve hüküm olarak Kur'an'ı tek kaynak kabul eden muvahhidlerin sapık, mezhepsiz, vehhabi,  reformist, mason, kafir  olarak görüldüğü bir toplumda gerçek olarak İslami bir yönetimin oluşturulması omümkün değildir.
 İşte bunun için Rahmân ve Rahim olan Allah insanları sadece kendi yaptıkları  amellerinden  sorumlu tutmuştur.
(Necm-39; Yasin-54; Araf-43; Tur-21; Müddessir-38)
 Dolayısıyla devletin dindarı  ve dinsizi olmaz.  Devletin hukuku, adaleti, şefkat ve merhameti yani insan hakları vardır.
 Kur'an'ın muhatabı devlet değil, adaleti ve insan haklarını gözeten veya gözetmeyen idareciler ve yöneticilerdir.
 Yani Kur'an'ın muhatabı ve  Allah'a karşı sorumlu olanlar  gerçek kişiler olan bireylerdir.
 Bundan dolayı devletin Müslümanı ve kafiri de olmaz.
Aslında "islam devleti" ifadesi de yerinde bir kullanım değildir.
"İslam Devleti" ifadesi hayatın  gerçeklerinden uzak ideolojik  bir devlet anlayışınını  ifade  etmektedir.
 Zaten ideolojik hareket edenlerin  gerçekleri  görmeleri  ve hakkı  kabul etmeleri mümkün değildir.
Aslında laiklikte devletin İdeolojik özelliğinin  olmaması gerekir.
 Fakat maalesef  Türkiye Cumhuriyeti  kurulduğu günden bugüne kadar laiklik bir ideoloji hatta daha da ötesi baskıcı bir din olarak gelmiştir.
 Yani devlet İdaresi hurafeci  bir ideolojinin pençesinden baskıcı  bir ideolojinin pençesine teslim olmuştur.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(8.YAZI)
Kur'an'da var olan hanif İslam'a göre hiç kimsenin Allah adına konuşma, hareket etme yetkisi olmadığı gibi dini hakimiyeti ve kutsallığı da yoktur.
Gelenekçi zihniyetin "Osmanlı döneminde din adamlarının devlet idaresinde söz sahibi oldukları" görüşü doğru değildir.
 Allah Resulü'nden sonra hanif dini temsil eden   ilim adamları hiçbir zaman devlet idaresinde söz sahibi olmamışlardır.
 Fakat devlet idarecileri dini değerleri siyasal ihtirasları için kullanmış ve din adamlarından yararlanma yolunu bulmuşlardır.
İşte bu nedenle devlet adamları, Allah tarafından indirilen vahiy İslam'ın'ı ilim adamları eliyle sürekli olarak dejenere etmişlerdir.
 Bu kötü gelenek maalesef bugün de devam etmektedir.
 Eğer vahiy İslam'ı milletin irade ve zihnine  hakim olsaydı yani halk Kur'an'ın evrensel  hürriyetine sahip bulunsaydı  böyle bir şey yapmaları mümkün olmayacaktı.
Milletin problemlerine değişik çözüm önerileri sunmak için toplumda çeşitli fikirleri temsil eden siyasi partilerin bulunması hiçbir zaman yadırganmamalıdır.
Öneri ve çözümler şura'dan yani çok sesli yapıdan meydana gelir.
Şia ve Ehl-i  Sünnet devlet ve din adamları yanında sosyal özgürlük, demokrasi, bağımsızlık, siyasal değer ve siyasal kurum kavramları yabancı ve hoş karşılanmayan kavramlardır.
 Halbuki çok sesli ve özgürlükçü bir toplumu oluşturmak için bu değerler bir gereklilik olarak önümüze çıkıyor.
 Milleti kontrol etmeye ve hizaya sokmaya çalışan siyasi yapının yerine, milletin zihin ve aklını harekete geçiren özgürlükçü bir yapıyı nasıl inşa edeceğimizi çok ciddi olarak  düşünmek zorundayız.
 Geleneksel mezhebi anlayış ve inançlar, sadece hürriyetimiz için değil,  bizzat hanif İslam için yani dinimiz açısından da büyük bir sorun teşkil etmektedir.
 Devlet idaresine şura ve istişarenin hakim olmasını ve tam bir özgürlük ortamının  yerleşmesine mani olan unsurları iyi tespit etmemiz gerekir.
 Önemli olan despot ve baskıcı bir sistemin yerine daha despot ve daha baskıcı bir anlayışı  seçmek değil,  dosdoğru bir anlayışı ikame  etmektir.
 Tarikat ve cemaatlerin, yapıları itibariyle halkın yönetime katılmasını ifade eden hürriyete  karşı çıkacakları muhakkaktır. 
 Geleneksel mezhebi anlayış, bu cemaat ve tarikatların gücünü arkasına alarak demokratik ve özgürlükçü yapının eksikliklerini sürekli olarak dile getirmekte, fakat onun yerine koyacakları bir sistem göstermemektedirler.
 Demokratik yapıya karşı çıkmak yeterli değildir. Onun yerine alternatif bir sistem ortaya koymak  önemlidir.
 Aslında kurulduğundan beri Türkiye Cumhuriyeti'nde laikçi anlayış  ve demokrasi arasında da bir ihtilaf ve kavga devam etmektedir.
 Yani Türkiye'de demokrasi yalnız geleneksel dinci anlayışlarının değil, laikçilerin ve kemalistlerin baskısı altındadır.
 Dolayısıyla siyasal hakimiyetin millete ait olduğunu her düşünce  sahibi olan kabul eder ve  bu değeri  yaşadığı hayata yansıtmaya çalışır.
 Bütün bu sorunların çözülmesi geleneksel yani taklitçi din anlayışımızı değiştirmekten geçmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin sağcısı ve  solcusu, tarikatçısı ve cemaatçısı, dindarı ve  dinsizi aynı baskıcı geleneğin anlayışına sahip bulundukları için zihniyetleri arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.

4 Ekim 2019 Cuma

KABİR AZABI VAR MI?
(2.YAZI)
Şu soru çok önemlidir.
 Neden âhiretteki cehennem azabını anlatan yüzlerce ayete mukabil bir tane kabir azabını anlatan ve açıklayan âyet yoktur.
 Cehennem azabının Kur'an'da bu derece geniş anlatılmasının sebebi azabın ciddi ve sakınılması gereken bir iş olduğunu ortaya koymak içindir.
"... Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar,  (ateşe nasıl sabredecekler"
( Bakara -175)
 Azap ciddi bir iştir, kendinizi koruyun demek istenmiştir.
Yani kabir azabı olsaydı onu anlatan onlarca âyet olması gerekirdi.
 (Ey Müşrikler!) Sizde ondan başka dilediğinize kulluk edin! De ki:  Gerçekten hüsrana  uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana  sokanlardır.  Bilesiniz ki, bu apaçık husrandır. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da öyle tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor.  Ey kullarım! Kendinizi koruyun"
( Zümer,  15- 16)
Allah'ın kitabında  bir çok konu hakkında ayrıntıya varacak açıklamalar yer alırken kabir azabı hakkında en ufak bir işaretin bulunmaması kabir azabının olmadığını gösterir.
Ashab-ı Kehf'in mağarada üç yüz dokuz yıl kaldıktan sonra uyandırılmalarının hikmet ve sebebi de öldükten sonra dirilmenin  mümkün olduğunu ve kabirde pek kısa bir zaman kalınacağını ortaya koymak içindir.
 Yine Bakara süresi 259. âyetindeki kıssada kabir hayatının "bir yiyeceğin ve içeceğin bozulmama müddeti" kadar olduğu veciz bir şekilde ortaya konmaktadır.
Dolayısıyla berzah aleminde Adem (a.s)  döneminde ölen ile kıyametin son anında ölen  arasında zaman açısından fark bulunmamaktadır.
Zaman dünya hayatında yaşayanlar için  vardır, kabirde zaman diye bir şey söz konusu değildir.
 Karakolda hesap, kitap, mahkeme ve cezalandırma olmaz.
 Aslında bizim bir gecelik uykumuz kabir hayatı ve uykusundan çok uzundur.
 Ölen her insan hangi zamanda ölmüş olursa olsun kabirde çok kısa bir zaman dilimi kaldıktan sonra kıyamet kopacaktır.
( Naziat- 46; Ahkaf- 35; Yasin, 51- 52- 53- Rum- 55- 56 ; İsra-52)
Kur'an'ın kabir uykusu için kullandığı "bir saat" kavramı, Araplar arasında "bir an" anlamına gelmekteydi.
 Yasin süresi 52. âyetinde geçen "...Eyvah eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" cümlesi  dikkat çekicidir.
 Kabir azabı olmuş olsaydı bizi kabrimizden kim kaldırdı? demezlerdi.
Azap gördüklerinin bilincinde olurlardı.
Kabir azabının var olduğunu iddia eden mezhepçilerin  dayandıkları tek âyeti kerime şudur.
 "Onlar sabah akşamı ateşe arz olunurlar.  Kıyametin kopacağı gün de Firavun ailesini azabın en çetinine sokun denilecek"
(Mümin-46)
 Firavun'un ailesi hakkında olan bu âyet Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü esas alınarak şu âyetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
"Andolsun ki Musa'yı da âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun'a ve ileri  gelenlerine gönderdik.  Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.
Firavun,  kıyamet gününde kavminin  önüne düşecek ve onları çekip ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da (dünyada) kıyamet gününde de lânete  uğratıldılar. Onlara verilen bu armağan ne kötü armağandır"
(Hud,  96- 97- 98- 99)
 İkinci âyet şöyledir.
 "Biz de onu ve ordusunu yakalayıp denize atıverdik. Bak işte,  zalimlerin sonu nice oldu. Onları  ateşe çağıran öncüler kıldık,  kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar,  kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır"
( Kasas, 40- 41- 42)
 Dolayısıyla Mümin süresi 46.  âyetinde zikredilen "sabah akşam ateşe arzolunmak"  kabir azabı değil, peşlerine takılan lanet, beddua, kötü anılma, Musa (a.s) ın  onları sabah akşam uyarması, kalplerindeki ızdırap ve işkence olmalıdır. Tek gerçek budur.
Kiyamet saatinden önce yani  cehennem azabından başka hiçbir azabın olmadığı ile alakalı süre ve âyetler.
(Mürselat süresi- Kiyame süresi, Zilzal süresi, Tekvir süresi, İnfitar süresi, Mutaffifin süresi, inşikak süresi, Karia süresi- Naziat-34-46; Abese-33-42; Kaf, 20-30)
Özellikle Zümer suresinin 68-75 âyetleri bu konuda çok önemlidir.
Çünkü kiyamet saatini Sura üflemeden cennet ve cehenneme varıncaya kadar olayların özetini veriyor.
Yasin süresi 51-65  ile Kaf süresi 20-30 âyetleri de böyledir.
 Önemli bir gerçek  daha vardır ki bu çok önemlidir.
 Kabir azabının varlığında ısrar edenlerin İslam'dan, Kur'an'ın hikmetinden hiçbir şey anlamamış olmalarıdır.
 Önyargı ile yaklaşan birine, Kur'an kendisinden  hiçbir şey nasip etmez.
 Çünkü Kur'an kendisiyle birlikte bir ortak ve  rakip kabul etmez.
Şia ve Ehli Sünnet anlayışı cehaletin eyleme geçmiş hali gibidir.
 Onlar Kur'an'a kulak asmaz rivayetlerin bataklığında debelenip dururlar.
 Ehli sünnet ve Şia'nın kaynakları olan Buhari,  Müslim, Kâfi,  Meclisi, Kur'an'ın dengi olamazlar, onlar tahrif  edilmiş Tevrat ve İncil'in dengi bile olamazlar.
KABİR AZABI VAR MI?
(1.YAZI)
Kur'an'ı Mübin'in yüzlerce âyetine göre değil kabir azabı, kabir hayatı diye bir şey söz konusu değildir.
Kur'an'a göre dünya hayatında cezalandırma ve kıyametin kopmasından sonra sadece cehennem azabı vardır.
 Bu konuda o kadar çok âyet var ki hangisini ele alacağımız şaşırıyoruz.
"Dünya hayatında onlara azap vardır. Ahiret azabı ise daha şiddetlidir"
(Râd- 34)
"Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez"
( Fussilet- 16)
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür"
(Kalem- 33(
"Cehenneme girecek olanlara melekler şöyle derler. "Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden Resuller  gelmedi mi..."
( Zümer- 71)
"Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa! onun bekçileri onlara: Size (bu azap ile) korkutucu (bir Resul) gelmedi mi? diye sorarlar"
(Mülk- 8)
Yukarıdaki âyetlere göre eğer cehennem azabından başka bir azab olsaydı, Allah'ın   elçileri ona karşı da kavimlerini uyarmaları gerekirdi. 
 Âyetlerde sadece cehennem azabından söz edilmektedir.
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. O gün her ümmeti diz üstü çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır.( onlara şöyle denir) Bugün  yaptıklarınızla cezalandırılacaksanız"
( Casiye- 27, 28)
 Bu âyetler batıla sapan müşriklerin daha önce değil,  "kıyametin kopacağı gün"  hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.
Aynı şekilde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor. "Onlar düşünmezlermi ki,  büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o gün de âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
( Mutaffifin, 4-5-6)
 Demek oluyor ki kiyamet saatinin öncesinde yani kiyamet kopmadan önce bir korku, panik,  cezalandırma, sorgu, hesap, kitap ve  azap diye bir şey mevcut değildir.
 Bu konuda en dikkat çekici âyetler şunlardır. "İnkar edenler, kesinlikle (öldükten sonra) diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. Deki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.
 (Teğabun- 7)
Yukarıdaki âyette "mutlaka diriltileceksiniz. Sonra yaptıklarınız  size haber verilecektir" cümlesi çok önemlidir.
 Yani dirilişten önce hiçbir şey yoktur.
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Üç  kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka odur. Beş  kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka odur.
 Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O,  onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir.  Doğrusu Allah herşeyi bilendir"
( Mücadele-7)
Yukarıdaki âyette hesap ve  azabın dirilişten sonra olacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konmuştur.
Çünkü âyette "...Sonra kiyamet günü onlara  yaptıklarını haber verecektir..."
buyrulmaktadır. 
 Kur'an'ın yüzlerce âyetinde  Yüce Allah insanları  sadece ve sadece âhiretteki cehennem azabından sakındırmaktadır.
Bu konuda âyetlerin gösterdiği  önemli bir gerçek de  "kıyamet koptuğu gün günahkarlar, ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler"
(Rum- 55)
Eğer kabir azabı olsaydı zaman geçmez bir gün bir asır olurdu.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerinin  "Dünyada pek kısa kaldıklarına yemin ederler" görüşü Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne aykırıdır.
 Çünkü Rum süresi 55. âyetinde sonra gelen "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazgısında hükmedildiği  gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız..." 56.  âyeti bunu ortaya koymaktadır
Hiçbir insan dünyada yeniden dirilme gününe kadar kalmaz.
Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerinin ne kadar Kur'an cahili olduklarını en iyi gösteren şey kabir azabı yalanıdır.
Çünkü kabir azabının olmadığı ile ilgili bine yakın âyet vardır.
Hatta ben şunu iddia ediyorum.
Şia ve Ehli Sünnet âlimleri Kur'an'a iman etmemişlerdir.
Konu ile ilgili şu âyetlere bir göz atalım.
 "Sonra, mutlaka siz, bunun ardından elbette  öleceksiniz.  Sonra da şüphesiz, sizler  kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz"
( Müminün- 15,16 )
Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi "ölmek ve dirilmek var" bunun ortasında olacak hiçbir şeyden söz edilmez.
"...Sonunda Allah' da onların binalarını  temellerinden söktü üstlerindeki tavanda tepelerine çöktü.
 Bu Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki..."
(Nahl,  26-27)
Yukarıdaki ayette kafirlerin dünya hayatındaki azaplarından hemen sonra  kiyamet gününe geçiş yapılmıştır.
"Allah'ın onları, sanki günün  ancak bir saati  kadar kaldıklarını  zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleri ile tanışırlar"
( Yunus- 45)
Yukarıdaki âyeti şu şekilde anlamak mümkündür.
"Allah onları, sanki günün ancak bir saati, aralarında tanışacak kadar kaldıktan sonra diriltip toplayacağı gün..."
"İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şey olmayan kimselerdir"
(Hud- 16)
Yukarıdaki  âyetlerde açık olarak görünüyor ki  Kur'an'ı Mübin kabir hayatı ile ilgili hiçbir şey görmez. 
Dünya hayatından  yani ölümün hemen ardından kıyameti, ahiretin hesap ve azabını  başlatır.
KUR'AN'A DOKUNMAK İÇİN ABDEST VE GUSÜL GEREKLİ MİDİR?
Kur'an'ı Mübin'e  dokunmanın ve onu okumanın abdest ve gusül, hayız ve nifas ile hiçbir alakası yoktur.
 Daha doğrusu insanlarla alakası yoktur.
 Mekke müşriklerinin "bu Kur'an'ı Muhammed'e şeytanlar indiriyor" iftiralarına karşılık  olarak hepsi Mekke'de nazil olan birçok âyette şeytanların Kur'an'da tasarrufa güçlerinin yetmeyeceğine cevap verilir.
Hepsi Mekke'de nazil olan bu âyetlerde "Kur'an'ı  meleklerin indirdiği, (Abese, 11-16) "Meleklerden başkasının ona dokunamayacağı, (Şura, 210-- 211)
 "Allah'ın koruması altında olduğu, (Vakıa,77--79)   bildirilmektedir.
 Bu konuyu biraz açacak olursak
"Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kuran'dır. Ona temiz olmayanlardan başkası dokunamaz"
( Vakıa, 77-- 79
 Bu âyetlerde kastedilen Kur'an'a şeytanların dokunmayacağıdır.
Melekler tarafından indirildiğini açıklama vardır.  Neden mi?
 Eğer Yüce Allah insanların  Kur'an'a abdestsiz ve cünüp dokunmamalarını isteseydi "lé yemessühü" "dokunamaz" buyurmaz, "lé temüssühü" "dokunmayın" derdi.
 "Zinaya yaklaşmayın..." (İsra-32)
içki ve kumar hakkında ""...bunlardan uzak durun..." (Maide- 90)
 âyetleri buna örnektir.
 Helal ve haramlar konularında Kur'an açık ve net bir dil kullanır.
 Söz konusu âyette geçen "dokunamaz" ibaresi "nehiy" "yasaklama" anlamında değil, "nefiy"  anlamında kullanılmıştır.
 Yani "şeytanların Kur'an'a dokunmaları mümkün değildir"
Dolayısıyla Vakıa 79. âyette geçen "dokunamaz"  haberi, "Ey Mekke müşrikleri! Şeytanlar "onunla oynayamazlar" "ondan bir şey çıkaramazlar,  ona bir şey ekleyemezler,  onda tasarruf sahibi olamazlar" demektir.
 Bu anlamlardan başka bir mana çıkarmak katmerli bir cehalettir.
 Yani "Ey Mekke Müşrikleri! İddia ettiğiniz gibi  şeytanların Kur'an'a müdahale etmeleri mümkün değildir, iftira atmayın,  yalan konuşmayın, dürüst olun" demek istenmiştir.
 Haliyle Kur'an'a  dokunma olmayınca onunla oynama, ondan bir şey çıkarma, ona  bir şey ekleme de olmayacaktır.
İşte Vakıa süresinde bulunan "ona temiz olmayanlar dokunamaz" âyetinin bağlam ve bütünlüğünden örnekler.
"Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara  düşmez,  zaten güçleri de yetmez. Şüphesiz onlar vahyi  işitmekten uzak tutulmuşlardır"
(Şuara, 210- 211- 212 )
"O (Kur'an) şüphesiz değerli, güçlü ve arşın  sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin  sözdür. O lânetlenmiş şeytanın sözü değildir" (Tekvir, 19- 28)
 Kur'an sadece Müslümanlara hitap eden, onlara özel kılınmış bir hitap değildir.
 Kur'an tüm insanlığın ortak değeridir.
Kur'an bütün insanları muhatap almıştır.
Bu değerli tek hidayet kaynağına ulaşmak, bilgilerinden faydalanmak için hiçbir engelin  olmaması gerekir.
 Dolayısıyla, Kur'an'a, abdestsiz ve cünüp olan, hayız ve nifas halinde bulunan kadınlar başta olmak üzere,  aya ve güneşe tapan, Hristiyan, Yahudi, kısaca herkes, her durumda, her zaman dokunabilir.
 Bunun aksini  savunma hurafedir, yalandır, Allah ve Resulü'ne iftiradır.
Herkes Kur'an'a dokunabilir.
Kur'an'a dokunmada  zerre kadar bir günah ve sorumluluk yoktur.
 Aksine cünüp ve abdestsiz olarak Kur'an'a   dokunma bütün bu yalan ve iftiralara karşı gelmek olacağından dolayı sevap ve fazilet olarak kabul edilebilir.
Açık ve net olarak söylüyorum.
 Abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an'a  dokunmak  büyük bir hayır ve önemli bir  sevaptır.
 Çünkü bir şey sakıncalı ve haram olmayınca, onu yapmak mubah ve sevaptır.
 Kur'an'a,  abdestsiz ve  cünüp, hayız ve nifas halinde dokunulmaz demek Kur'an'ı Mübin'e  iftiradır. 
Helal olan bir şeyi haram kılma olduğundan  Allah'a iftiradır.
 Abdest almak ve cünüblükten temizlenmek maddi değil, manevi ve hükmi bir  temizliktir.  Yani sadece ve sadece  namaz kılmak için meşru kılınmıştır.
Namaz haricinde hiçbir şey için abdest alma ve cünüblükten  temizlenme yoktur.
 Dolayısıyla namaz haricinde abdest almanın ve cünüblükten temizlenmenin hiçbir fazileti ve sevabı yoktur.
Aslında abdestsizlik ile cenabet arasında hiç bir fark bulunmamaktadır.
 Tekrar tekrar söylüyorum.
 İnsanların abdestsiz ve cünüp, hayız ve nifas  halinde  Kur'an'a dokunmalarının dinen herhangi bir sakıncası yoktur.
 Bunun aksini iddia etmek Kur'an'ı bilmemek,  körü körüne gelenek ve rivayetlerin dinine  mahkum olmaktan başka bir mana taşımamaktadır. 
Kur'an'ı kendi bütünlüğü içinde anlayan, aklını kullanan ve Kur'an üzerinde tefekkür edenler asla böyle bir şey söylemez.
Şia ve Ehli Sünnet'in müctehidlerini anlamak mümkün değildir.
 Mekke müşriklerine cevap olan bir âyeti müminlere emir olarak almışlardır.
 Aslında "ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti indiğinde Kur'an kitap haline getirilmemişti.
 Yani Kur'an,  Allah Resulü'nün ve iman edenlerin gönüllerinde idi.
 Kur'an'ın mushaf olması yani Kur'an'ın elle dokunulacak, gözle görülecek hale gelmesi Allah Resulü'nden sonra ashabın müdahalesi sonucunda olmuştur.
 Yani Allah tarafından indirilen vahye  insanların dokunması ve onu gözle görmeleri mümkün değildir.
 Allah tarafından indirilen vahiy gözle görülecek,  elle dokunulacak bir şey değildir.
 "Ona temiz olmayanlar dokunamaz" ayeti nazil olduğunda henüz abdest alma meşru kılınmamıştı.
Çünkü abdest âyeti hicretten sonra nazil olmuştur.
Kur'an'a dokunma ile ilgili bütün âyetlerin konusu şeytanlardır. Yani Mekke müşriklerinin iftiralarına cevaptır.
Aslında Kur'an dendiğinde nesnelere  yazılmış olanı değil, levh-i mahfuzda bulunan  Kur'an'ı anlamak gerekiyor.
Esas Kur'an levh-i mahfuzda olandır.
"Hakikatte o  yalanladıkları, aslı levh-i mahfuzda  bulunan şerefli Kuran'dır"
( Buruc, 21-22)
Elimizde bulunan Kur'an değil, mushaftır.
  Yani bir deri parçasına, tahtaya, plastik maddesine veya bir mermere  yazılan âyetler bu maddeleri Kur'an'ı yapmaz.
Bilgisayar ve cep telefonu hiçbir zaman Kur'an sayılmazlar.
Bir kağıt parçası hiçbir zaman Kur'an sayılmaz.  Dolayısıyla insanların abdestsiz ve cünüp olarak Kuran'a dokunmamalarını söylemek bir saygı değil, büyük bir sorumsuzluk  ve ağır bir iftiradır.
 Kur'an bir kitap değil, bir söz, bir kelam ve bir  hitaptır.
  Yani onun karakteri ve yapısı sözün gücüne dayanır.
Kur'an'ın indiği zemin  insanların yazıdan ve yazılı metinlerden  hoşlanmadıkları  bir zemindir.
 Ondaki tekrarlar bu yüzdendir.
Söz ve hitap tekrarı  kaldırır fakat yazılı metinde tekrar olmaz.
 Kur'an'ın kendisini "kitap" olarak izafe etmesi, Allah'ın koruması altında olduğu,  belli bir sistem bulunması, bağlam ve bütünlüğe sahip olmasındandır.
 "Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar"
( Müminün-62 )
Halbuki Allah'ın indinde maddi nesnelere yazılı kitap bulunmaz.
EMEVİ-ABBASİ DEVLETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
"Hakikatı keşfeden, başkaları farklı düşünüyor diye onu  haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktır.
Bir kişinin, benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, fakat gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın"
(Daniel De Foe)
"İnsan ilk önce doğruyu bilmesi gerekir, doğruyu bilirse, gelecek olan yanlışı bilir.
Fakat yanlışlarla büyümüş bir kişi doğruya zor ulaşır"
(Farabi)
 Vahiy ehl-i muvahhidler için her şeyden daha önemli olan bir görev vardır.
 Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı da bu kutsal görevdir.
 Bu görev din ve  hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka hiçbir kaynağın  olmadığına iman etmektir.
Din ve  hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa tâbi olmak şirktir.
"Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
İnsanları Kur'an'dan başka kaynağa davet etmek de şirktir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et.
 Asla müşriklerden olma! Allah ile beraber başka bir ilâha davet etme! O'ndan başka ilah yoktur.
 O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87-88)
Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak edinmemek Kur'an'ın en önemli ilkesidir.
Bu ilke ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur. Dolayısıyla "daha Allah Resulü (a.s) hayatta iken kendisine indirilen vahiy ile din tamamlamıştır"
( Maide- 3; Enam- 115 )
"Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen vahyi tebliğ etmişlerdir"
( Maide- 117; Araf, 62- 67- 68; Nahl- 35; Maide- 99)
 "Allah'ın elçileri sadece vahye  tâbi olmuşlardır"
 (Yunus- 15- 49- 109; En'am-106)
 "Allah'ın elçileri yalnız indirilen vahyi ile insanları uyarmışlardır"
(Kaf- 51; Enbiya -45)
"Din ve hüküm olarak tek uyarı kaynağı Kur'an'dır"
 (Yasin, 5--6; Furkan-1; Kehf,  1--4; Ahkaf- 12; Fussilet, 1--4)
"Din ve hüküm  olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez"
( Kehf -26; Yusuf- 40;  Şura- 10)
Nebi adına iftira edilen bütün hadisler yalandır" (Lokman- 6)
"İnsanlar sadece Kur'an'dan sorumlu tutulmuşlardı"
( Zuhruf, 43- 44)
"Din ve hüküm  olarak Kur'an tek mucize ve  yeterli bir kaynaktır"
(Ankebut, 50- 51)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka uyulacak ilim yoktur, vahiy haricinde kalan rivayet ve içtihatlar heva ve hevesten başka bir şey değildir"
( Bakara- 120; Râd-37)
 "Din ve hüküm olarak Kur'an tek hidayet kaynağıdır"
(Sebe-50; Yunus- 108; Neml-92)
"Doğru yolu göstermek sadece Allah'a aittir"
(Leyl-12)
" Allah yalnız hakkı buyurur  ve hidayete yalnız  O ulaştırır"
(Ahzab-4)
 "Yollarını şaşırmamaları için açıklama yapan yalnız Allah'tır"
(Nisa-176)
 "Hadis kaynakları müşriklerin taleplerinin yerine getirilmesidir"
(Yunus- 15)
"Hadisler, ictihadlar ve mezhepler Kur'an sesinin işitilmesini  engelleyen bir gürültü ve propagandadan başka bir şey değildir"
(Fussilet-26)
"Allah'ın âyetlerini gizleyen ilim adamları lânetlenmişlerdir"
(Bakara-159)
"Atalardan kalma taklidi din ve iman Kur'an tarafından sürekli sorgulama altına alınarak  kınanır"
(Bakara- 170; Mâide-104; Lokman-21)
Mezhep ve fırkaların dinde bölücülük olduğunu Kur'an söylüyor"
(En'am-159; Rum, 30-31 32)
"Din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm kaynağı edinenler, Kur'an'a göre  hem kafir, hem zalim, hemde fasıkların ta kendileridir"
(Mâide, 44-45-47)
"Elçinin tek hüküm kaynağı Allah'ın indirdiği kitaptır"
(Mâide, 48-49-50)
"Allah'ın tarafından indirilen vahyi tebliğ etmemek küfürdür"
(Mâide-67)
"Allah'ın indirdiği vahye dayanmayan dinde hayır yoktur"
(Mâide-68)
"Allah'a özel kılınmayan din şirktir, yani din Allah'ındır.
"Dinde Allah'tan başka söz sahibi yoktur, din katışıksız, saf, tertemiz  hanif İslam olması gerekiyor"
(Beyyine-5; Mümin-65; Zümer, 2-3--11-12-13-15)
 Kısacası din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili âyetlerin tamamını ele almak mümkün değildir.
Fakat Kur'an'ın bağlam ve  bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,
 Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan Emevi- Abbasi Devletlerinin hurafe rivayetlerini din ve hüküm olarak kabul eden
 Diyanet İşleri Başkanlığı, insanlara sadece Allah'ın kitabını ve  hakkı tebliğ eden vahiy ehl-i bir muvahhide  hakkında açmış olduğu soruşturma aynen şöyledir.
"Yukarıda açık kimliği yazılı... isimli şahsın şüpheli sıfatıyla... tarihinde alınan ifadesidir. SORU: ...ili... görev yaptığınız dönemde; gerek yaptığınız derslerde gerekse sohbet ve cuma derslerinde ve iftar programlarında yaptığınız sohbetlerde
 "Kur'an'ın dinde tek kaynak olduğunu ve hadislerin kaynak olamayacağını, mezheplerin sonradan çıktığını ve mezheplere gerek olmadığını,
kabir azabı ile şefaatin olmadığını, şefaat istemenin  şirk olduğunu, adetli iken  kadınların namaz kılmak ve oruç tutmakla mükellef olduğunu, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu, kasden orucu bozmanın bir cezasının olmadığını, teravih namazının olmadığını, kandil gecelerinin olmadığını,
 Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Ramazan'da imsakı yanlış hesapladığı için insanların orucu fazla vakit olarak tuttuklarını, Ramazan'da  mukabele okuma uygulamasının doğru olmadığını,
kader ve kazanın olmadığını, insanın tüm eylemlerinin gerçek sorumlusu olduğunu, zekat için belirlenmiş bir nisap miktarı olmadığını, ince çoraba  ve çıplak ayağa mesh edileceğini, ölünün arkasından
 Kur'an (Yasin) okumanın ölüye  bir faydasının olmadığını söylediğiniz,  Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu ilmihal kitaplarını kabul etmediğiniz bu duruma bazı talebelerin tepki göstererek dersleriniz ve sohbetlerinize  katılmadığı, az sayıda bazı insanların ise sizin bu görüşlerinizi benimsediği,
 ehl-i sünnet âlimlerince sahih  hadislerden istinbât edilen dini  hükümleri tamamen yok saydığınız,
 bu sebeple Kur'an'da hükmü  bulunmayan tüm hususların  bir tarafa atılarak terk edilmesi yönünde beyanlarda bulunarak görev yaptığınız bölgelerde insanların ehl-i sünnet akidesi  çerçevesinde inandıkları hususları sorgular hale getirerek  insanlar arasında ikilik çıkardığınız, insanların din ve 
Diyanet İşleri Başkanlığı'na karşı olumsuz kanaatlere varmasına sebep olduğunuz, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve kurslarda ders kitabı olarak takip edilmesi belirlenen
 "Dinimiz İslam" isimli kitabın muhtevası dışında İslam alimlerince tartışmalı olup nihai bir karara varılmayan dini konuları ibtidai  seviyede dini bilgisi olan insanlara aktararak insanların inançlarını sorgular hale getirdiğiniz, bu tutumunuzu  daha önce görev yaptığınız yerlerde olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğiniz, özetle;
hadislerle sabit olan dini hükümleri kabul etmediğiniz, .... netice olarak M...İ nun  İleri sürdüğü  görüşler doğrultusunda beyanlarda bulunarak insanlar arasında tefrika çıkardığınız iddia edilmektedir;  Ne dersiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruşturma ile vahiy ehl-i muvahhideyi değil, Kur'an'ı hesaba çekmekte ve direk olarak  Allah'ın kitabına karşı savaş açmaktadır.
Bu soruşturma ile Diyanet İşleri Başkanlığı ne kadar Kur'an cahili olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu soruşturma itikadi bir sapma olduğundan dolayı cehennem ateşinden başka bir karşılığı bulunmamaktadır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem vericibir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, sadece iftira eder. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104-105)
Dolayısıyla hakkı bilmeyen gerçek olarak  batılı bilemez.
Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Kur'an'ı anlamak istemeyenler apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurlar..
"Eğer yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Sadece O'na dayandım. O yüce arşın sahibidir"
(Tevbe-129)
Diyanet İşleri Başkanlığının aynı hocamız hakkında açmış olduğu başka bir soruşturma şu şekildedir.
Başkanlığımız Rehberlik ve Teftiş Başkanlığınca hakkınızda yapılan soruşturma sonucu düzenlenen ilgi (a) onay eki ve ilgi (b) raporda;
 Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve Ehl-i Sünnet inancına mensup İslam âlimleri ve halk tarafından kabul görmüş ilmihal kitaplarında belirtilen hükümlerin aksine, İslam âlimlerinin dahi tartıştığı ve bir birliktelik sağlayamadığı, fakat ülkemizde yoğun olarak halk tarafından benimsenen Hanefi ve Şafii âlimlerce kabul edilen "Adetli kadının oruç tutamayacağı, Kur'an'a el sürüp okuyamayacağı, çıplak ayağa mesh edilemeyeceği, Cuma namazı kılmanın kadınlara farz olmadığı ve Peygamberimiz (s.a.v) in şefaati" konularında muteber ilmihal kitaplarının aksine görüş belirterek yetişkin kursiyerlere bunu kabul ettirdiğimiz ve bu konudaki ısrarınızı halen de sürdürdüğünüz, bunun da ötesinde söz konusu bilgileri halk arasında paylaşmak suretiyle yayıldığı ve çoğunluğu bir-birleriyle akraba olan köyde tartışmalara sebebiyet verdiğiniz, Kur'an kurslarında Başkanlıkça belirlenen kaynaklarının, materyallerin dışında kaynak kullandığınız ve âmirleriniz  tarafından verilen emirleri yerine getirmediğiniz, resmi sıfatının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduğunuzu hizmet içindeki davranışıyla göstermediğiniz  iddia edilmektedir.
 Konu ile ilgili olarak yapılacak işleme esas olmak üzere savunmanızın  alınmasına karar verilmiştir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(5.YAZI)
Allah Resulü'nden sonra meydana gelen siyasi düşüncede iki ayrı ucu teşkil eden Sünni ve Şii anlayışlar bu konuda aynı inancı paylaşmaktadır.
 Yani Sünnilere göre yüce  Allah siyasi hakimiyetini iman eden toplum vasıtasıyla daha doğrusu devleti idare eden "Kral, halife ve padişah" vasıtasıyla,
Şiilere göre ise "masum İmamlar" vasıtasıyla gerçekleştirmektedir.
 Ehl-i Sünnet ve Şia'nın âlimleri  hüküm âyetleri ile aslında atalar dininin sorgulandığını düşünmediler.
 Bu da "Nebi ile Resul'ün" arasında bulunan farklardan ve  Kur'an'ın kavramlarından  haberleri olmadıkları  için rivayetleri din olarak algılamalarında kaynaklanmıştır.
 Yani Şia ve Ehli Sünnet'e göre "Resul'e itaat etmek"  rivayetleri benimseyip din olarak almak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bütün iş Kur'an'a karşı olan  cehalette gelip düğümleniyor.
 Şii mezhebine göre toplumun kendisine özgü bir anlayış ve gerçekliği yani siyasal bir  hakimiyet-i bulunmamaktadır.
 Çünkü toplum Kur'an'ı tam olarak anlamaktan mahrumdur.
 Kur'an'ı tam olarak anlama ve hayata aktarma ancak masum kılınmış İmamlar tarafından gerçekleştirilir.
Şia "Temiz olmayanlar ona  dokunamaz" (Vakıa-79) âyetini "on iki  imamdan başka gerçek olarak kimse Kur'an'ı anlayamaz" olarak okumuşlardır.
Onlara göre Ahzap süresi 33.  âyetiyle Allah, Ehl-i Beyti her türlü günahtan koruma altına almıştır.
 On iki  imamın otoritesini temin eden şey onların Allah tarafından tayin edilen hakları ve hatasız olmalarıdır.
Şia'ya  göre zamanın imamını tanımayanlar gerçek Müslüman olmazlar.
Diğer taraftan Sünni anlayışa göre ise Allah'ın vekili ve gölgesi padişahlar ve devlet adamlarıdır.
Yani her ikisinde de Allah'a ait olduğunu inandıkları siyasal egemenlik O'nun vekilleri  tarafından kullanılmaktadır.
 Haricilik mezhebi, isim olarak sevilmemesine  rağmen zihniyet olarak Şia ve Ehl-i Sünnet'in  anlayışına  damgasını vurmuştur.
 Yani Şia ve Ehli  Sünnet'te,  siyasi ve devlet yönetiminde genelde harici anlayış hakim olmuştur.
Bugün de hüküm âyetlerinin Hârici yorumu Ehl-i Sünnet ve Şia'nın  anlayış ve inancına hakimdir.
 Sadece hakimiyet meselesi değil, Kur'an'da geçen pek çok kavramın içeriği Ehl-i Sünnet ve Şia alimlerince  yanlış yorumlanmış ve bu yanlışlıklar hâlâ devam etmektedir.
 Hakimiyet ile ilgili âyetlerin devletin yönetimi ile yani siyasetle ilgili olmadığı, âyetlerde mutlak güç sahibinin Allah olduğunun vurgulandığı görülmektedir.
 Mutlak gücün Allah'a ait olduğu konusunda Ehl-i Sünnet ve Şia arasında bir ihtilaf söz konusu değildir.
Esas ihtilaf, yüce Allah'ın, devlete ve  insana hükmetme, hakimiyet kullanma gücü olan siyasi egemenliği verip vermediği konusundadır. 
Kur'an'ı Mübin'e  göre siyasi hakimiyetin insana ait olduğu açıkça ortaya konmaktadır.
Devlet ve toplum idaresinde Allah'ın emri, topluma ait işlerin toplumsal idare yani Şura tarafından bir düzene sokulmasıdır.
(Âli İmran-15; Şura-38)
Adem'in yaratılış gerekçesinde onun yeryüzünde "halife" olduğu bildirilmiş, hür iradeli  ve kendi adına iş yapacak bir varlık olduğu açıkça belirtilmiştir.
( Bakara- 30; Enam- 165 )
Şia ve Ehl-i Sünnet'in  devlet ve din adamları, siyasi hakimiyetin millete ait bir hak olmasından hiçbir zaman hoşlanmamışlardır. Aslında Allah'a iman eden ülkelerde hakimiyetin kişi ve ailelerden daha çok halka ait olması siyaset konusundaki birçok sorunu çözebilecek niteliktedir.
 İşte bundan dolayı iman edenlerin yani Müslüman toplumun özgürlükçü  ruha dayalı bir siyasi yapılanmaya  geçmeleri, Şia ve Ehl-i Sünnet zihninin  hatalarını devam ettirmemeleri gerekmektedir. 
Rahman ve rahim olan Allah, özgür olma ya  da hürriyeti sonuna kadar kullanma imkanını her insana sunmuş ve insandan  hakimiyetini tam olarak kullanmasını istemiştir.
İman edenler,  bulundukları durumdan hoşnut değillerse kendi yönlerini  değiştirmek zorundadırlar.
 (Râd-11; 11 Enfal- 53)
 Siyasi ve toplumsal olayların kötü sonuçları ile milletin  karşılaşacak  olması bile siyasal  hakimiyetin millete ait bir hak olduğunu gösteriyor.
 Kur'an,  toplumsal ve siyasal ilişkilerin, milletin davranışlarının sonucuna göre şekilleneceğini  ortaya koymaktadır.
 Dolayısıyla siyasi  konudaki sıkıntılarımız Allah'ın kitabından değil, Ehl-i Sünnet ve Şia'nın  anlayışından kaynaklanmaktadır.

3 Ekim 2019 Perşembe

GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(1.YAZI)
Din ve  hüküm olarak yalnız indirilen vahye tâbi  olunmayınca, tek ve Kahhar olan Allah'a iman edilmiş olmuyor.
İman tam ve  mükemmel olmayınca İhlas yani hanif İslam olmuş olmuyor.
 Dolayısıyla bir insan hem Yahudi hem Müslüman, hem Hristiyan hem Müslüman, hem Şii hem Müslüman, hem Sünni hem  Müslüman olamaz.
 Bir insan ya sadece Allah'ın kitabına teslim olacak veya Allah'a iman eden bir  müşrik olacaktır.
(Yusuf-106)
 Çünkü bu inançların kaynakları birbirinden çok farklıdır.
Bu din ve inançlar birbirinden o kadar farklı ki, sadece biri ilâhi ve organik diğerleri beşeri ve sanaldırlar.
 Tam ve  mükemmel olarak Allah'a iman etmek için sadece indirilen vahiy dinine tabi olmak şarttır. 
Allah'ın kim olduğunu ve kendisine nasıl iman edileceğini tam olarak son indirilen vahiy haricinde hiçbir kaynak ortaya koyamaz.
 Dolayısıyla doğru ve sahih  olarak Allah'a iman etmek için tek hidayet kaynağına ulaşmaktan başka bir yol bulunmamaktadır.
 Kur'an ehl-i kitabın alimlerini tek bir gerçeğe davet eder.
"Ey Resul! de ki:  Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim;  ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.  Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanız! deyiniz"
(Âli İmran-64)
  Biz vahiy ehl-i muvahhidlerde Şia ve Ehli Sünnet âlimlerini aynı gerçeğe davet ediyor  ve onlara bir soru soruyoruz.
"Dünya hayatında sizi  cehennemin mutfağına mahkum edip acı çektiren bir din niye cennete götürsün?
 Kur'an'a gerçek olarak iman edenler mukallit bir zihin ve inanç yapısına değil, mukemmel bir ahlak ve fikir üreten zihin yapısına sahip olurlar. 
İşte bundan dolayı ilk önce Kur'an'ın temel değer yargılarını ortaya koymak çok önemli bir görevdir.
 Bu temel değerlerdeki barış bize yepyeni bir bakış açısı kazandıracaktır.
İnanç konularında uzlaşma sağlanırsa, ayrıntılardaki ihtilaflar problem teşkil etmeyecektir.
 Atalar'dan intikal eden geleneksel din Kur'an'ın gölgesinde sorgulanmaya tabi tutulduğunda bütün kaos ve ihtilafların, anarşi ve terörün  rivayet ve içtihatlardan kaynaklandığı görülecektir.
 Kur'an'a tamamen aykırı olan bu rivayet ve içtihatları inanç dünyalarından  uzaklaştırdığında İslam milleti  yepyeni bir başlangıç yapacaktır. 
Kur'an'a sığınma olmadan  veya Kur'an konusundaki cehaleti yok etmeden mezhebi geleneği sorgulamaya da değiştirmeye de imkan yoktur.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sığının; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun ( Kur'an) nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız"
(Âli İmran-103)
Milletin başına musallat olan kahrolası cehaletin tek sebebi Kur'an'ın  bilinmezliğine  gelip dayanıyor.
Şia ve Ehli Sünnet ilim adamlarının zihinleri Kur'an cehaletinden kaynaklanan hurafelerle  kuşatılmış durumdadır.
Özellikle Emevilerle  başlayan süreçte Kur'an'ın ilim ve ahlakı olmadan iman sahibi olmanın benimsenmesi insanların aklını tefekkürsüz bırakmıştır.
Halbuki Kur'an'ın İlim ve hikmetini öncelemek Resul (a.s) a ve müminlere  verilen en önemli emirler arasında yar almaktadır.
(Bakara-120, 231)
 Değişim ve dönüşümün temelinde Kur'an ilmi olmak zorundadır.
Din alanındaki taklit ve cehaleti ön planda tutan mezhep inancını değiştirmeden mevcut sorunlardan kurtulmanın imkanı yoktur.
Cemalettin Afgani ile başlayan ilmi hareketin başarıya ulaşamamasının nedeni iman edenlerin geri kalmalarının sebebini kendi dinlerinde  değil, dışarıda aramaları yani atalarından intikal dini sorguya tâbi tutmamaları olmuştur.
 Aynı hataya düşmemek için Nebi ile Resul'ün arasında  bulunan farkları anlamak,  Kur'an'ın gerçek yerini tespit etmek, Şia ve Ehli Sünnet'in rivayet ve mezheplerinden kurtulmakla mümkün olacaktır.
Çünkü din alanındaki ihtilaflarını çözmek zorunda olan Şia ve Ehli Sünnet aklın ironisi, Kur'an cahili atalarını sorgulayacak yerde (Bakara-170,171) uydurulan bu çağdışı vahşi geleneği hala çözüm olarak görmesi, problemlerin sebeplerini  sorgulama ihtiyacı duymamasıdır.
 Dolayısıyla  çatışma, kaos, kargaşa, ihtilaf, terör istiyorsak geçmişe, uzlaşma, barış, huzur, mutluluk,  medeniyet, adalet  ve güzel ahlak istiyorsak ileriye bakmamız gerekir.
Zira geçmişe takılıp kalanlar sadece acı ve ızdırap çekerler.
Geçmiş uyulmak ve tapınmak için değil sadece ibret almak içindir.
Şia ve Ehli Sünnet geleneğinde bulunan  itikadi ve ameli mezhepler siyasi ve sosyolojik bir olgudur.
Yani din ve davalarının Kur'an'da var olan Hanif İslam dini ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(2.YAZI)
Müslümanların tek ortak değeri Kur'an'ın gösterdiği hanif dindir.
 Dolayısıyla gerçek Müslüman Kur'an'ın dışında kalan bütün kaynaklara yozlaşma olarak bakmak zorundadır.
 İslam dininin sahibi yüce Allah'tır.
 iman edenler dini Allah'a özel kılmak zorundadır.
 Çünkü islam dini  elçilere indirilen vahiy'den ibarettir.
 Yani Kur'an'dan bağımsız olarak Nebi (a.s) adına uydurulan rivayet ve  mezheplerin iman edenler açısından  ortak değer olma imkanı yoktur.
 Beşeri rivayet ve yorumlar, mezhep ve fırkalar din sayılmazlar.
Çünkü beşeri rivayet ve içtihatlar zaman ve mekana göre değişirler.
Her milletin yaşam ilkeleri, geleneğin yani atalar dininden değil, vahiy'de var olan haktan çıkarıtılması gerekir.
Vahiy ehl-i muvahhidlerin görevi, milletin içinde  bulunduğu ve hiç kimsenin memnun olmadığı Kur'an dışı vaziyeti doğru tespit ederek toplumu  bu hale getiren süreci Kur'an'ın ışığında sorgulamalarıdır.
Şia ve Ehl-i  Sünnet rivayet ve içtihatlarının insanlara yol gösterme özelliği  bulunmamaktadır.
 Ehli Sünnet ve Şia'nın  rivayet ve içtihatlarına mahkum olmak bir çeşit ruhban sınıfı ortaya çıkarmıştır.
 Halbuki  Kur'an ilim ve  ahlakında ruhban sınıfı yoktur.
 İşin esası ise her müslüman millet yaşadığı zaman ve zemine göre kendi çözümünü kendisi bulmak zorundadır.
 Bu nedenle günümüzde artık  İslam'ın hayata aktarılma biçimi Şiilik ve Sünnilik tasallutundan kurtarılmalıdır.
 Müslümanların Kuran'dan yana hiçbir sorunlar yoktur.
 Allah Resulü'nün vefatından hemen sonra Müslümanlar önce siyasi, sonra dini ve daha sonra da ilmi alanda son derece yanlış bir yola sürüklenmişlerdir.
Allah Resulü'nün arkadaşları arasında siyaset ve taht kaygısından  kaynaklanan savaşları   algılamakta zorlanan zihinler,
 geçmişi yani sahabe ve tabiin dönemini kutsallaştırarak, menfaatten  kaynaklanan bu iş savaşların faturasını müşriklerin inançları arasında bulunan keder inancına  yani Allah'ın takdir hakkına havale etmişlerdir.
Emevi Ehl-i Sünnet dini,  Siyaset ve taht  kavgasına dayalı çatışmaların takdir-i ilahi olduğunu imanın esaslarına ekleyerek sözde ideal nesilleri sorgulama alanının dışına çıkarmıştır.
 Emevi ve Abbasi yönetimleri İlim adamlarının bu tasarrufundan çok memnun olmuş bu konuda yapılan rivayet ve içtihatlara büyük maddi destekle karşılık vermişlerdir.
Özellikle dini ve siyasi meşruiyet sıkıntısı çeken Emevi saltanatı, hicri yüzüncü  yıllarda  Allah Resulü referanslı uydurma hadis ticareti oluşturmuştur.
 Emevi saltanatının hadis uydurmacılığı,   Arapların din üzerindeki etkinliğini  kaybetmelerine karşı geliştirilen ve satılık ilim adamları tarafından desteklenen planlı ve programlı bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır.  Hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi ile iman edenlerin Allah'ın kitabına yani hanif İslam'dan uzaklaşma süreci başlamıştır.
 Allah Resulü döneminde dinin tek kaynağı Kur'an iken, hadislerin toplanmasından sonra Kur'an tamamen devre dışı bırakılmıştır.
 İlk önce Kur'an'ın karşısına hadis adı altında sünnet çıkarılmış, daha sonra hadislerin ayetleri "nesh" edeceğine yani hükümsüz  bırakacağına ilişkin inançlar ortalığı kaplamıştır.
 Allah Resulü'ne indirilen vahiy koruma altına alınmasına ve milletin hafızasında yer almasına  karşılık, "vahy-i gayr-i metlüv"  yolu açılarak hanif dinin tek kaynağı  olan Kur'an'ın hükmü yok edilmiştir.
VAHY-İ GAYR-İ METLÜV:
Allah tarafından Resul (a.s) indirilen fakat namazda okunmayan vahiy demektir.
 Dolayısıyla bu "vahy-i gayr-i metlüv" yalanı ile   yepyeni bir din ortaya çıkarılmıştır.
 Hanif İslam dini ile beşer tarafından uydurulan ataların şirk dininin  birbiriyle çatışması  kaçınılmaz olmuştur.
Vahiy ehl-i muvahhidlerin  milletin ümmilerini  suçlamalarına gerek yoktur.
Şuurlu müminler, ataların şirk dini  ile yüzeysel değil, derin ve köklü bir hesaplaşmayı göze almaları gerekir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(3.YAZI)
Şiilik ve Sünniliğin oluşmasında referans çerçevesi olan "tedvin devri" yani hadislerin toplanıp kitaplaştırılması siyasi, dini ve ilmi sahalarda kırılmaların gerçekleştiği bir  dönemdir.
Bu dönemde Allah'ın indirdiği vahiy, akıl ve  İlim,  iftira ve  hurafelerin enkazı altında kalmıştır.
 Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların bilinmemesi İslam dininin kaynağı konusunda büyük bir çelişkiye düşülmüş ve dinin kaynakları çoğaltılarak iman edenlerin zihni inanç krizine sürüklenerek allak bullak edilmiştir.
Yani hadislerin her alanda hayata hakim kılınması neticesinde İslam dini Emevi ırkçılığının kurbanı olmuştur.
 Allah'ın kitabı Arapların şirk dinine büyük bir darbe vurmuş fakat  Emevi zihniyetini değiştirememiştir.
 Çünkü medeniyetin oluşması ve zihin değişikliği için uzun bir zamanın geçmesi gerekmektedir.
 Dolayısıyla sadece Kur'an'dan hareket ederek yeniden bir hanif inanç ve sağlam bir zihin inşa edilmesi zorunluluk halini almıştır.
İman edenleri, din düşmanlarının İslam'a verdiği zarar değil, Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin kendi dinlerine verdikleri zarar ilgilendirmektedir.
 Her inanç,  düşmanlarının saldırılarından değil, en çok bağlılarının cehalet ve beceriksizliğinden zarar görmektedir.
 Müslüman milletin huzur ve mutluluk ekseninde gelişmesi ancak dini anlayışların Kur'an'a göre ayarlanması ve yaşadıkları çağın anlayışına  göre yenilenmesi ile mümkün olabilir.
Tarihsel süreçte geleneksel mezhebi inanç ve anlayışlar  hanif İslam'a dönüşmedikçe gelişmeye değil, çürümeye ve yok oluşa şahit olacağız.
 Kur'an'ın herhangi bir âyetinden çıkardığımız doğru bilgi, o ayetin uygulanmasından daha önemlidir.
 Çünkü inanç ve ameller sağlam bilgi üzerine inşa edilmeleri şarttır.
Sağlam ve sahih bilgi üzerine inşa edilmeyen  inanç ve fiiller insanlara ızdırap  ve acıdan başka bir şey kazandırmazlar.
 Ayrıca doğru ve erdemli bilgi,  asırları aşar, uygulama ve yaşama ise tarihsel kalmaya mahkumdur.
Dolayısıyla insanların sahip oldukları kaynaklar sağlam ve sahih bilgiye dayanmak zorundadırlar.
Bilgi çağları aşarak her zaman kendisine manevra alanı bulur.
On dört asırdan beri insanların başına musallat olan cehalet ve taklit, yalan ve iftiralar, kaos ve kargaşa, terör ve anarşi bu hakikatın en büyük kanıtıdır. 
Evet Kur'an bilgisinin insanlara doğru olarak ulaştırılması onu yaşamaktan daha önemli bir görevdir.
 Allah Resulü dinin ortağı değil,  Kur'an'ın mübelliğidir.
 Yüce Allah'ın en önemli emri, Rahmân  tarafından indirilen ve Resul'ün dilinde  hayat bulan vahye tabi olmaktır.
 Nebi'nin hadislerinin!  ve uygulamalarının!  Kur'an'ın bazı âyetlerini "nesh ettiği" yolundaki inançları, dinin temeline çirkin bir saldırı olarak değerlendirmek gerekir.
Kur'an'ın yorumlanmasını  Ehl-i Sünnet ve Şia'nın oluşturduğu zihin yapısının hakimiyetinden kurtarmak ve onu zaman ve zemine göre güncellemek  gerekir.
 Bu görev, din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka  kaynak kabul etmeyen muvahhidlerin  sorumluluğundadır.
Muvahhid, din ve hüküm olarak  Kur'an'dan başka kaynak kabul etmeyen, aklını kullanabilme cesaretine sahip olan bireye denir.
Muvahhid,  "rüşde" ermiş,  Allah'a karşı sorumluluk ve yükümlülüklerini, kendi aklı ve Kur'an bilgisi doğrultusunda bizzat kendisinin belirlediği kimsedir.
 Bu nedenle muvahhid, Allah'tan başka hiç kimsenin hakimiyetini kabul etmeyen kişidir.
GEÇMİŞE TAKILIP KALANLAR SADECE ACI ÇEKERLER
(4.YAZI)
"Hakimiyet" kelimesi yönetimini hiçbir engele veya denetlemeye bağlı olmaksızın devam ettiren, bağımlı olmayan, hükümran, hakim, sözünü geçiren, üstünlük kazanan, buyruğunu yürütme, hükümranlık" anlamına gelmektedir. (Türkçe Sözlük- 1, 434; 1- 597- 98 Kamus-i Türki, 1- 313; 1- 462)
 "Hakimiyet" kelimesinin aslı h-k-m (hakeme)  fiilidir.
Bu fiilden türetilmiş pek çok kavram Arapçada yer almaktadır.
"Hüküm, hükmi, hikmet, hâkim, hükümet, muhkem gibi.
 Kur'an'ı Mübin  "hakeme" fiiline  ve türevlerine  birçok âyette yer vermektedir.
 Terim olarak "hakimiyet"  "bir devletin milli sınırlar içinde ve dış ilişkilerinde beynelmilel hukuktan doğan kısıtlamalar dışında tam bağımsızlığı,  yani özgürlük ve hükümranlığı demektir.
 Karar alma sürecinde ve bu  kararı uygulama aşamasında en üstün otorite olma anlamına  "hakimiyet" kavramı, devlet, bağımsızlık ve demokrasi gibi kavramları da yakından ilgilendirmektedir.
 (Naim- Toward an islamic Reformation s.81-  Ana Britanica- 6,  29)
"Devlet, topluca yaşama durumunda bulunan insanların bir düzen içinde kendi vatandaşlarını  koruma ve ortak amaçlarına hizmet etmek için örgütlenmelerinden doğmuştur"
( Ertürk, Diktacı Tutum  s. 173)
 Başka bir ifadeyle devlet,  belirli sınırlar içinde yaşayan insan topluluklarının hakimiyet ve  bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenmedir.
( Türkçe Sözlük 1- 366; Ana Britanica 7-202-203)
 Son vahyin indirilmesinden sonra hüküm ve  hakimiyet tartışmasını ilk başlatanlar hariciler olmuştur.
Muaviye'ye karşı Ali'nin tarafında savaşırken
"hakem" olayı sebebiyle meşru halifenin yanından  ayrılarak farklı bir grup oluşturan hariciler "Hüküm Allah'ındır, insanlar hakem tayin edemez" iddiasında bulunmuştur.
Hariciler bu görüşlerini yanlış yorumladıkları âyetlere bağlamışlardır.
 Halbuki Kur'an'a baktığımızda "hüküm" ve  "hakimiyet" denildiği zaman hanif İslam dininden başka din edinmemek anlamında kullanılmıştır.
Yani "din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağın olmadığını" ortaya koymak istenmiştir.
 Kur'an'ın "hakimiyet" kavramını kullanması siyasal anlamda yani devleti yönetme ve  insanların üzerinde hüküm kurma anlamında değildir.
Yüce Allah'ın  İndirmiş olduğu vahiden başka bir kaynağın  rehber olmaması,  indirilen vahye beşeri inanç ve fikirlerin ortak yapılmaması, hak olana batılın karışmaması, din ile insanların aldatılması,
vahyin eksik muhataplarına ulaştırılmaması, Allah kelâmının gizlenmeden beyan edilmesi, Kur'an'a karşı sınır ve engel konulmaması,  Kur'an dışında beşerin helal-haram, farz, vacip, sünnet, mekruh, mubah gibi kavramların dayatılmaması ile ilgilidir. 
Kur'an'ın indiği coğrafyada özellikle Mekke'de nasıl bir evliya ve İlâhlar hegemonyasının olduğunu unutmayalım.
Dolayısıyla Kur'an'da geçen bütün "hüküm" kavramları siyasal anlamda değil, vahyin din olarak tek kaynak kabul edilmesi ile alakalı kullanılmıştır.
Bunun en büyük delili  "hüküm" kavramının geçtiği âyetlerde devlet adamlarının değil, insanları Allah'ın hidayet yolundan engelleyen din adamlarının muhatap alınmasıdır.
Haricilerin, halifeye karşı isyanlarını meşru göstermek için ileri sürdükleri ve Kur'an'daki hüküm âyetlerine  dayandırdıkları "Hakimiyet Allah'ındır" ya da "hüküm vermek Allah'a mahsustur" görüşü iman edenlerin siyasi düşüncesini derinden etkilemiş ve harici mezhebine karşı olan Şia ve Ehli Sünnet âlimleri bile  bu yanlış inancı benimsemişlerdir.
Halbuki Kur'an'da var olan "hüküm  ancak Allah'a aittir" ifadesi  atalardan intikal eden inanç ve kaidelere iman eden din adamları hedef alınarak söylenmiştir.
( Yusuf- 40; Maide- 44, 45,47, 48, 49, 50)
Mekke ve Medine'de kurulmuş bir hukuk ve  adalet sistemi ve mahkeme binası bulunmuyordu.
Mekke ve Medine'de evliya ve ilahların dini yani şirk'in inanç ve hakimiyeti ile Yahudi ve Hristiyanların hurafe ve uydurmaları hayata hakimdi.
Yani "Hüküm Allah'ındır" sözü,  "Allah tarafından indirilen vahiy dışında hiçbir dini kaynak hüküm ortaya koyamaz, vahiy haricinde hiçbir kaynaktan hüküm çıkarılamaz" demektir Dolayısıyla "hüküm Ancak Allah'a aittir" sözünü işittiğimiz zaman aklımıza devlet ve siyaset değil, hadisler, mezhepler, fırkalar, cemaatler, tarikatlar,  içtihatlar gelecektir.
Yoksa belli başlı ilkeler ve emirler dışında Allah,  idarecilere ve hukukçulara siyasal anlamda çok geniş bir yer ayırmıştır.
CÜBBELİ AHMET
Rahmân ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah'ın yolundan engellerler.
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azap vardır.
( Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp da  bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara denilir ki:
"İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yapmakta olduğunuz şeylerin azabını tadın"
(Tevbe-34,35)
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, " Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bu emri kulak ardı ettiler, onu az bir değer ile  değiştirdiler. Yaptıkları alış veriş ne kadar kötü olmuştur"
(Âli İmran-187)
 Cübbeli Ahmet merdiven altında gayri resmi  çalışan kurnaz bir pazarcı.
 Piyasanın ihtiyacına göre anında cevap veren bir din tüccarı.
Ancak onun elinde diğer tüccarlarda bulunmayan önemli bir malzeme var :
 Din.
 Onu ve benzerlerini köşeye sıkıştırmak, mahcup etmek, özür diletmek zorunda bırakmak mümkün değil.
Uydurma din her sıkıştırmadan kurtulmanın yolu ve ilkesizliğin en sağlam kılıfı.
Rivayet dini, istisnasız her rezilliğin izahını yapabilecekleri, islam dışı eylemlerini  bir anda sevaba dönüştürecek sihirli bir değnek.
Yani gayri meşru her şeyi yapabilmek için beşeri üretim olan ve patent hakkını ellerinde tuttukları bir dine ihtiyaç vardı.
 Öyle de oldu.
Emevilerle başlayan süreçte mezhep ruhbanlığının ortaya çıkmasıyla dinin  ticarileşmesi arasında bir birini doğuran bir ilişki bulunuyor.
 Kur'an'ın metnini değiştiremiyorlar ama onda olmayan ticari metaya dönüştürdükleri bir çok malzeme ortaya çıkardılar.
 Cübbeli'nin akademik versiyonları  Nihat Hatipoğlu, Mustafa Karataş, Ramazan Ayvalı bunu Ehli Sünnet için yapıyor.
Amaç farklı araç aynı.
Tüccar ve Cübbeli kelimeleri yan yana durduğunda herkesin aklına onun pazarladığı  din geliyor.
Cübbeli Ahmet kelimenin tam anlamıyla din alıp satan bir dinci, kurduğu şirket Cübbeli Ahmet ürünleri (CAH) satıyor.
 Kabir azabından koruyan kefen, yangın başta olmak üzere her türlü hastalığı,  kaza- belayı uzaklaştıran "peygamber" nalını, "peygamber" sakalı yıkanmış içme suyu gibi liste uzayıp gidiyor.
 Su için paketleme tesisi bile açtığını kayıtlara geçirip kefen ve nalını  pazarlama taktiklerinden bahsedelim.
Kefene Allah'ın isimlerini yazıyor ama pahalı hammadde kullanıyor, anlayacağınız malzemeden çalmıyor.
Pazarlama esnasında diyor ki:
"Diğer kefenler imamların elinde kalıyor yani dayanma gücü çok zayıf, kumaş çürük"
Ama Cübbeli'nin kefen dokuması çok sağlam, ceylan derisi ya da Kâbe örtüsüne  yazılması lazım.
 Benim var ama herkese Kâbe örtüsü bulmak mümkün değil.
 Ceylan derisine yazdık, hakiki misk ve safranla  yazılması gerekiyor.
 Onlar da ne kadar pahalı biliyor musunuz? Cübbeli Ahmet,  stok maliyetine satılmayan ürüne de katlanmak istemiyor.
"Peygamber" nalınları  için ön ödeme ve sipariş şartı koşuyor.
Eee gemin batmasın, evin yanmasın! istiyorsan  maliyetine katlanacaksın.
 Din ve iman tüccarı Cübbeli, en büyük vurgununu  Fadıl Akgündüz (Jet Fadıl) la  ortaklığından vuracaktı.
 Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı.
Beklendiği gibi Fadıl yine battı.
Kendisini savunurken söylediklerinden anladığımıza göre iki  daire karşılığında Jet Fadıl'ın vurgununa eyvallah demiş.
Diyor ki :  "Fadıl  Bey'in otelinden yer alın  demedim.
 Sadece fetva soranlara caizdir dedim.
 Sen enayilik ettiysen bende enayilik ettim, benim de birkaç dairem gitti"
 demesi sizi yanıltmasın, temel atma töreninin şeref konuğu ve kutsayıcısı olarak başrolde bulunuyordu.
Bu arada Fadıl Akgündüz'ün tutuksuz yargılandığı dolandırıcılık davasında mağdur avukatları başka bir iddiayı ortaya attı.
 Avukat, Jet Fadıl'ın Marmaris'teki oteli'nde tatil yaptırdığı Cübbeliyi gizlice kaydettiği  ve görüntülerle şantaj yaptığını öne sürdü.
Mahkeme yargılamanın konusu olmadığı için CD yi  işleme koymadı.
 Fuhuş iddiaları Cübbeli Ahmet'in başını  sıklıkla ağrıtıyor.
 Bu yüzden tutuklandı ve yargılandı.
 Bir zamanlar internete düşen görüntülerin komplo olduğunu öne sürse de mahkemede Özbek bir kadınla nikahlandığını ve kamera görüntülerinin internete düşürüdüğünü itiraf etti. 
Görüntülerin kendisine ait olduğunu ve bunu inkar etmediğini belirten Cübbeli, cemaatine  madde madde ben değilim diye açıkladı.
 Ancak mahkemede "ben ilk günden beri inkar etmedim" dedi.
 Görüntülerdeki kadını nikahlayıp sonra boşadığını yazan Emine Şenlikoğlu da doğruluyor ve ekliyordu:
 Savcıya dedim ki,  ne olur, Allah aşkına serbest bırakın o alışkındır böyle sık sık nikah yapmaya  ama kesinlikle kadın satışına bulaşmaz"
Acarkent'teki yüzme havuzlu villasını savunurken "yüzmem lazım ama harama bakmamak için denize umumi  havuzlara gidemiyorum.
 Erkek havuzları bile haram" diyor.
 Malta'da bikinili kadınlarla birlikte yüzerken yakalanınca "Avret yerleri açık olarak denize girmek yasaktır. Ben haşemalıyım. Bunda ne mahzur var" diyerek çark ediyor.
Konfor yaşantısını "Allah nimetini kulunun üzerinde görmek ister" uydurma hadisiyle  savunuyor.
Aslında Cübbeli Ahmet isterse lüks ve konfor içinde yaşayabilir.
Ameli günahları onunla Allah arasında, karışma hakkımız yoktur.
Esas sorun, din ticareti yapmasında, Allah  ile insanları aldatmasında,  Allah Resulü'ne uydurma rivayetler yoluyla hakaret etmesinde, Allah'ın dinini,  her türlü günahı, suçu örtbas  edebileceği bir örtü olarak kullanıyor olmasında.