23 Eylül 2017 Cumartesi

MEZHEPLERDE KUR'AN, AKIL VE MANTIK ARAMAYIN.
 Ehli sünnet ve Şia mezhepleri itikadi ve ameli bütün konuları rivayet ve geleneklerin üzerine bina etmişlerdir.
 Size bu konuda gerçekten çok  çarpıcı bir örnek vereceğim.
Bu mezheplerin Allah'ın kitabını hiç bir zaman anlamadıklarını ve ona saygı duymadıkları görülecektir.
Daha vahimi nasıl Allah'a din öğretmeye çalıştıkları müşahede edilecektir.
Uzmanları daha iyi bilir,  tıbbın bilimsel verilerine göre kadınların  gebelik müddeti, erken doğum neticesinde  en az altı ay olup, en fazla dokuz ay olduğu halde,
Hanefilere göre iki yıl, Şaffilere göre dört yıldır.
(Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an dili, Sad. Doç. Dr. İsmail Karaçam, 8. Cilt, s. 122, Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 1. Cilt, s. 394)
 İster inanın ister inanmayın,
Yukarıdaki içtihatlara göre âyetlerde Allah'ın emrettiği iddet bekleme sonrasında bile yapılacak herhangi bir evlilikte nesebin birbirine karışma ihtimali ortaya çıkıyor.
Yani bir kadının kocası vefat ettiğinden iki veya üç yıl sonra evlenmediği halde hamile olduğunu fark edip, çocuğunu vefat eden kocasına nispet edebilecektir.
 2009 yılında Suudi Arabistan gazetelerinde buna benzer bir haber okumuştum.
 Kocası beş  sene önce ölmüş bir kadının hamile çıkması üzerine ailesi nereden hamile kaldığını  sorar, beş yıl önce ölmüş olan kocasından hamile kaldığını söyler.
Bunun üzerine ailesi mahkemeye başvurur.
 Alt mahkeme yüksek mahkemeye sevk eder.    Gazetelerin haberine göre  Suudi Arabistan yüksek Mahkemesi'nin kararı şu şekilde tecelli ediyor.
"Evet bu kadın beş  sene önce ölmüş olan kocasından hamile kalabilir"
EHLİ SÜNNET DİNİNDEN İBRETLİK  BİR MANZARA ! :
Okuyup da biraz ilim öğrenin!!! hikmet sahibi olun!!.
 "Allah Resulü  bir gün halkı topladıktan sonra onlara şöyle buyurdu.
" Allah'a yemin ederim ki sizi korkutmak veya bir şeye teşvik etmek için toplamadım.
 Sizi şunun için topladım.
 Temim ed Dâri bir Hristiyan idi.
 Sonra gelip bana bi'at ederek Müslüman oldu ve bana şunu anlattı:
O,  iğrenç, kötü, cüzzamlı 30 kişiyle bir gemiye binmiş, yolda bir ay dalgalarla boğuştuktan sonra denizin ortasında bir adaya ulaşmışlar. Güneşin battığı yerde yer alan bu adaya indiklerinde kendilerini kıldan önü arkası ayırt edilemeyen bir hayvan karşılayıp şöyle demiş: "Ben Cesase'yim!
 Sonra onlara manastırdaki bir adamı görmelerini önermiş.
 Temim ve arkadaşları manastıra girdiklerinde yaratılışça daha önce hiç görmedikleri kadar iri ve topuklarından boynuna  kadar her yeri zincirle bağlı bir adam  görmüşler.
 Adam, onların hikayesini ve Arap olduklarını öğrenince kendilerine birçok sorular sormuş.
Temim  ve arkadaşları da onu cevalıyorlarmış.  Sonunda: "Bana ümmilerin(Arapların)  elçisinden  haber verin  ne yaptı?  demiş.
 Bunlar da "Mekke'den çıkıp Medine'ye yerleşti" demişler.
 O, "Araplar onunla savaştı mı? diye sorduğunda, "Evet" demişler.
 O zaman o "(elçi)  onlara nasıl bir muamele de bulundu?" diye sormuş.
 Bunlar da "Karşısında bulunan Arapları hezimete uğratarak,  kendisine itaat etmelerini sağladı" cevabını vermişler.
 O zaman demiş ki:
 "Size kendimden bahsedeyim ben Mesih'im(Deccal) bana izin verilme zamanı yaklaştı.
 Çıktığımda 40 günde yeryüzünü dolaşıp Mekke ve  Medine dışında kırk gece içinde uğramadık köy bırakmayacağım.
 O iki şehirse  bana haram kılınmıştır.
 Onlardan birine girmek istediğimde elinde kılıç olan bir melek beni karşılar ve bana engel olur" Bunları anlattıktan sonra Allah Resulü, asasını minbere vurarak  şöyle dedi.
" İşte Medine, işte Medine, işte Medine"
(Müslim, fiten 119, Ebu Davud, melahim, 15 İbni mace fiten 33)
EHLİ SÜNNET DİNİNİN DOĞDUĞU ZEMİN:
Diğer bir Hristiyan kaynaklı uydurma şöyledir.
"Şeytan her insanı doğarken yaralar.
Ancak Meryem oğlu İsa'yı yaralayamamış, yaralamak için gittiğinde onun sadece örtüsüne vurmuştur"
 (Buhari, Ahmet b. Hanbel)
Bu hadis Ehli sünnet dinince "En doğru hadis kitabı" Buharı ile Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet Bin hanbel tarafından rivayet edilmiştir.  Ehli sünnet âlimlerine göre hadisleri inkar eden kafir olur.
Bu Kur'ansız dincilere göre "En doğru hadis kitabı" ise Buhari'dir.  
İşte en doğru hadis kitabın'ın hadisi, işte Kur'an dışında başka hadis(söz)  arayanların düştüğü alçak ve rezil durum!
Şam vâlisi Muaviye, meşru hâlife Hz. Ali'ye  İsyan etmesi sonucunda Sıffin'de yapılan savaşta  binlerce müslüman  hayatını kaybetmiştir.
 Emevi saltanatı müddetince tam 90 sene Emevi hakimiyetinin minberlerinde  Hz Ali'ye lanet okutturulmuştur.
 Muaviye'nin oğlu Yezid'in gaddar ordusu Kerbela'da Allah Resulü'nün ailesini vahşice katletmiştir.
Emevi ordusu Yezid'e biat etmeyen Abdullah Bin Hanzala ve taraftarlarını yok etmek için Medine'ye girerek üç gün boyunca şehri yağma edip (harre olayı) Allah Resulün'ün  arkadaşlarının  hanımlarına,  kızlarına ve gelinlerine bile tecavüz etmiştir.
 Emevi köpeği olarak şöhret  bulan Haccac bin Yusuf,  Emevi sultasına biat etmeyen  Abdullah b.Zübeyr'i  cezalandırmak için Mekke'ye girdiğinde Kabe'yi bile mancınığa  tutarak  taş üstünde taş  bırakmamıştır.
 İşte islam tarihinde  ortaya çıkan dini tablonun, Ehli sünnet akide  ve mezhebinin oluşumunda ilk basamağı teşkil eden  Emevilerin ahlaki durumları.
 Ömer devrinden sonra İslam tarihinde Müslümanların günümüze kadar yaşadığı Müslümanlık bir  Emevi İslamıdır.
 Bu Emevi dinini  en çok benimseyen ve zirveye çıkaran ise Osmanlı Devletidir.
 Emeviler döneminde uydurulan rivayet  ve içtihatlar en güzel şekilde Osmanlı döneminde hayat bulmuştur.
 Bu yüzden ben diyorum ki Osmanlı  ilim ve fikir hayatı hurafelerden ibarettir.
 Kur'an, İlim,akıl, tefekkür ve sorgulama adına  Osmanlı bir hizmet meydana getirmemiş, yalnız Emevi dinine ve Arap milliyetçiliğine  sıkı sıkıya bağlı olduğunu kanıtlamıştır.
Yani anlayacağınız Omanlı Devleti iyi bir Emevi ulusalcısıydı.
  Emeviler bile uydurdukları bu  milliyetçi  dini Osmanlı gibi yaşayamadılar.
 Osmanlı âlimleri  bize din ve fikir namına Emevi Devleti'nin uydurma Dinini ve Arap ırkının üstünlüğünü  miras bırakmıştır.
Sanki Emeviler bu uydurma dini Osmanlıların yaşaması için çıkarmışlardı.
 Abbasiler döneminde (bu dönemin uydurmaları de eklenerek) hadis kitaplarına dönüştü.
 Bu hadisler  mezheplerin İslam'ına  temel oldu.  Emevi ve Abbasi halifelerinin nezaretinde mezhepler ve yığınla  hadis külliyatları meydana getirildi.
  Kuran'ın bir kenara itildiği, daha doğrusu bilinmediği, Allah Resulü'nün torunlarının katillerin hüküm sürdüğü, her türlü fitne, katliam ve sindirmenin zirvede olduğu bir zeminde oluşturulan hadislere  asla güvenilmez.
 Çünkü Emevi beslemesi ehli sünnet din adamlarının çoğunluğuna göre binlerce insanın öldüğü Sıffin Savaşı Muaviye'nin bir içtihat hatasıdır.
 Onlara göre bu hatalı ictihatta  Hz Ali iki Muaviye bir sevap almıştır.
 Bu Kur'ansız cahillere  göre binlerce insanın ölmesi bile sevap kazanmaya sebep olmuştur.

21 Eylül 2017 Perşembe

MOLLA KABID:
 Kabıd,  Hz. İsa'nın Muhammed'den daha üstün olduğu yolunda iddialar ortaya atmış, bu iddiaları çeşitli yerlerde yaymaya  başlamıştır.  Onun görüşlerini ulu orta halk arasında dile getirmesi ve bazı kimselerin zihinlerini  karıştırması âlimleri harekete geçirmiş ve kâbıd 8 Safer 934 (3 Kasım 1527) tarihinde Divan-ı Hümayun'a sevk edilmiştir.
 Veziri Âzam makbul İbrahim Paşa, meseleyi çözmeleri için  Rumeli kazaskeri Fenerizâde Muhyittin Çelebi ile Anadolu kazaskeri Kâdir-i Çelebi'yi  görevlendirmiş, Kâbıd kazaskerlere  âyet ve hadisler çerçevesinde iddiasını tekrarlamış, fakat kazaskerler bu iddiaları tatminkâr bir şekilde cevaplandıramamış, aksine öfkelenerek onu tehdit  etmişlerdir. Bunun üzerine Veziri Azam ilmi yetersizlikleri yüzünden kazaskerleri şiddetle eleştirmiş  ve bağırıp çağırmanın  âcizlik alâmeti sayıldığını, ilim ehline  yakışanın delillerle meseleyi çözmek olduğunu söylemiştir.
 Ardından Kâbıd hüküm  verilmeksizin hapse  konulmuştur.
 Bu sırada durumu kafes arkasından takip eden Kanuni Sultan Süleyman İbrahim Paşa'yı çağırarak Kâbıd'ın fikirlerinin  cevaplandırılmayıp hakkından gelinememiş  olmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş ve hemen yeni bir mahkeme oluşturulmasını  istemiştir.
 İbrahim Paşa, ertesi gün Şeyhülislam Kemal Paşazade ile İstanbul kadısı Sadettin Efendi'yi  davet ederek Divan-ı Hümayun'da  yeni bir mahkeme kurmuştur.
 Kemal Paşazade önce kabıd'ın fikirlerini dinlemiş ardından onun dayandığı Kur'an ayetleri ve hadisleri yanlış anladığını göstermiş, ileri sürdüğü delilerin tutarsızlığını  ortaya koymuştur.
 Bunun üzerine Kâbıd söyleyecek bir şey bulamamıştır.
 Şeyhülislam, Kâbıd'ın zındıklık suçu istediğini belirten fetvasını vermiş, Kadı  Sadettin de onun iddiasından vaz geçip Ehli sünnet inancına dönme davet etmiştir.
Ancak Kâbıd buna yanaşmayınca  idamına hükmetmiş ve boynu vurmuştur.
(DİA, cilt, 30, sayfa, 254)
CEVAP:
Allah'tan korkmaz cahil yobazlar.
Halbuki siz 1400 seneden beri Kur'an'dan hiçbir deliliniz olmadığı halde Muhammed (Aleyhisselam) ı  bütün elçilerden  daha üstün görüyorsunuz.
 Allah'ın elçileri arasında ayrım yapmak doğru mu?
 İsa (Aleyhisselam)'ı Muhammed (aleyhisselam)dan üstün görmek suç mudur ki, cezası idam olsun?
Ehli sünnet din midir ki ona davet ediyorsunuz?
Halbuki Allah'ın âyetleriyle alay etmenin bile  cezası  ölüm değildir.
İşte âyet, hemde Medine'de Müslümanların güçlü olduğu bir dönemde nazil olmuş.
"O ( Allah) kitap'ta  size şöyle indirmiştir ki:  Allah'ın âyetlerinin  inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman,  onlar bundan başka bir söze  dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın,i yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
 Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir"
(Nisa, 140)
Ben Osmanlı ulemasının molla Kâbıd'ın iddiasına karşı Kur'andan  cevap getirdiklerine  inanmıyorum.
BİZİM RABBİMİZ KİMDİR?
(4. YAZI)
 Yani eğer benim indirdiğim yolu takip etmezseniz, benim teşrii isteklerimi ve emirlerimi kabul etmezseniz varlık aleminde bütün yaratıklara  yönelik olarak,  hem insan hem insan dışındaki varlıklarda yani canlı cansız  varlıklara yönelik olarak büyük bir  zulüm gerçekleşecektir.
 Delil :
"İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen (denge) bozuldu ki, Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattıracaktır, belki de tuttukları kötü yoldan dönerler"( Rum, 41)
 Âyette "yaptıkları ameller yüzünden" değil de, "bizzat kendi elleriyle işledikleri yüzünden" denilmesi gerçekten çok ilginçtir.
 Çünkü eğer siz benim ortaya koyduğum yolda gitmezseniz, siz kendi cüz'i ve sınırlı iradenizle veya sizin gibi beşeri iradelerle hareket edecek olursanız yeryüzünde fesat ve fitnenin olması kaçınılmaz olacaktır.
 Dolayısıyla sizin bilginiz kısıtlı ve  sınırlıdır.  Belki bilgi  bile sayılmaz bir tahlil ve deneydir.  Siz o zaman  bilgisizce  zann  doğrultusunda hareket etmiş olursunuz.
"Onlar sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez"
(Necm, 28)
 Sizin sınırlı ve zann  olan bilginiz doğrultusunda hareket ettiğiniz zaman varlık âleminde zulmün  gerçekleşmemiş olması imkânsızdır.
"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.
 De ki: Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır" (Bakara, 120)
 "Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık.
 O  halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyuma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah yolundan sapanlara,  hesap gününü  unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır"
(Sâd, 26)
Siz kendi iradenizi ortaya koyarsanız yani Allah'ın iradesi yerine yaratıcı irade dışında beşeri iradeleri hakim kılarsanız, o zaman insanların sayısı kadar iradeler ortaya çıkar.
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parcalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır"
(Âli İmran, (105)
MEZHEPLERDE KUR'AN, AKIL VE MANTIK ARAMAYIN.
 Ehli sünnet ve Şia mezhepleri itikadi ve ameli bütün konuları rivayet ve geleneklerin üzerine bina etmişlerdir.
 Size bu konuda gerçekten çok  çarpıcı bir örnek vereceğim.
Bu mezheplerin Allah'ın kitabını hiç bir zaman anlamadıklarını ve ona saygı duymadıkları görülecektir.
Daha vahimi nasıl Allah'a din öğretmeye çalıştıkları müşahede edilecektir.
Uzmanları daha iyi bilir,  tıbbın bilimsel verilerine göre kadınların  gebelik müddeti, erken doğum neticesinde  en az altı ay olup, en fazla dokuz ay olduğu halde,
Hanefilere göre iki yıl, Şaffilere göre dört yıldır.
(Elmalı M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur'an dili, Sad. Doç. Dr. İsmail Karaçam, 8. Cilt, s. 122, Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 1. Cilt, s. 394)
 İster inanın ister inanmayın,
Yukarıdaki içtihatlara göre âyetlerde Allah'ın emrettiği iddet bekleme sonrasında bile yapılacak herhangi bir evlilikte nesebin birbirine karışma ihtimali ortaya çıkıyor.
Yani bir kadının kocası vefat ettiğinden iki veya üç yıl sonra evlenmediği halde hamile olduğunu fark edip, çocuğunu vefat eden kocasına nispet edebilecektir.
 2009 yılında Suudi Arabistan gazetelerinde buna benzer bir haber okumuştum.
 Kocası beş  sene önce ölmüş bir kadının hamile çıkması üzerine ailesi mahkemeye başvurur.
 Alt mahkeme yüksek mahkemeye sevk eder.    Gazetelerin haberine göre  Suudi Arabistan yüksek Mahkemesi'nin kararı şu şekilde tecelli ediyor.
"Evet bu kadın beş  sene önce ölmüş olan kocasından hamile kalabilir"
KUR'AN'DA ALLAH ELÇİLERİNİN ÖNEMİ:
(45. YAZI)
Aslında rahmet olan Allah tarafından gelen vahiy'dir.
"Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya, -düşünüp öğüt alsınlar diye- insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o kitabı verdik"
(Kasas, 43)
Allah (cc) Kur'an'ın dörtte birini ELÇİLERİNİN hayat hikayelerine ve tevhid  mücadelelerine ayırmıştır.
Bence bunun en büyük sebebi, insanlar Allah ELÇİLERİNİ KUR'AN'DAN tanımaları için bunu yapmıştır.
Çünkü Allah ELÇİLERİNİN KUR'AN'DAN tanınmaları hayati bir öneme sahiptir.
(Ey Muhammed!) Musa'ya seslendiğimiz zaman da, sen Tur'un yanında değildin. Bilakis, senden önce kendilerine uyarıcı (elçi) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada cereyan eden hadiseleri sana bildirdik) : ola ki düşünüp öğüt alsınlar"
(Kasas, 46)
Kur'an meal ve tefsirlerinde "Resul" ve "Nebi" kavramları yerine "peygamber" kelimesinin kullanılması dini katleden  büyük bir cinayet olmuştur.
Dolayısıyla "Resul" ve "Nebi" kavramları yerine hiç bir yerde "peygamber" kelimesini kullanmamak gerekiyor.
"Peygamber" kelimesinin kullanılmaya başlanması  KUR'AN'DA  "Nebi" ve "Resul"(elçi) ibareleri  arasında bulunan sistemi darmadağın eden tarihin en tehlikeli tahrif hareketidir.
"Peygamber" kelimesini bu ümmetin başına musallat edenler Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden haberleri olmamıştır.
Özellikle Kur'an'ı anlatan ve yalnız Kur'an'a iman eden muvahhidlerin "peygamber" kelimesini kullanmalarını asla  kabul etmiyorum.
"Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde:
Rabbimiz! Ne olurdu bize bir Resul (elçi) gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni elçi göndermezdik)"
(Kasas, 47)
Yukarıdaki âyette bulunan
 ",,,Ne olurdu bize bir Resul(elçi) gönderseydin de, âyetlerine uysak,,,"
cümlesi, elçilerin görevinin sadece vahyi tebliğ ile memur olduklarını apaçık olarak gösteriyor.

17 Eylül 2017 Pazar

MEZHEP İMAMLARININ  KURAN'A İMANLARI YOKTUR.      
EHLİ SÜNNET MEZHEPLERİNDE NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ:
 HANEFİLERE GÖRE:
Tembellik sebebiyle namazını kılmayan kişi fasık olup,  böyle bir kişi hapsedilir ve namazı kılıp tevbe edinceye kadar vücudundan kan akacak şekilde dövülür.
 Ya tevbe edip namazını kılar  yahut hapishanede ölür.
 Ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir.
 Bunların dayandıkları delil:
Nebi  (Aleyhisselam)'ın şu hadisidir.
" Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç  şey sebebiyle helal olur:  Zina eden dul,  cana karşı  can, dinini terk edip cemaatten ayrılan kişi (murted)"( Buhari Müslim)
 Hanefiler buna şunu da ilave etmişlerdir.
 Namaz kılan kimsenin müslüman olduğuna ancak dört  şart ile hüküm  verilebilir:
" Namazı  vakti içinde kılmak, cemaatle kılmak, yahut vakti  içinde ezan okumak,  yahut  bir secde ayeti okununca bunu duyduğu  zaman tilavet secdesi etmek" (ed- Durrul Muhtar, 1,326, Merakil Felah, 6)
 HANEFİLER DIŞINDA KALAN  DİĞER MEZHEP  İMAMLARINA GÖRE,
"Bir vakit de olsa, özürsüz olarak namazı terk eden kimse mürted de olduğu gibi, üç gün tevbeye  çağırılır.
 Tevbe etmezse öldürülür"
Maliki ve Şafiilere göre ceza olarak (hadden) öldürülür, kafir olduğu için öldürülmez.  yani bu  kişinin kafir  olduğu ile hüküm verilmez"
( el kavaninul fıkhiyye, 42, Bidayetul müctehid, 1,87, eş-Şerhus Sağir, 1,238, Mugnil muhtac, 1,327, el muhazzeb, 1,51, keşşaful kına, 1,263, el Muğni, 2, 442)
Hanbeli mezhebinin imamı  Ahmet Bin Hanbel şöyle demiştir.
 Namaz kılmayan kafir olduğu için öldürülür. Çünkü Nebi ( Aleyhisselam) Şöyle buyurmuştur. "Kişi ile  küfür arasındaki fark namazı terk etmektir"
( Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, İbni mace, Dolayısıyla bu hadis namazı kılmayanın küfrü  gerektiren hususlardan  olduğuna delil teşkil etmektedir.
 Yukarıdaki hadisin  bir benzeri de Büreyde   hadisidir.
" Bizim ile sizin aranızdaki ahit namazdır. Namaz kılmayan kafir olur"
( Bu hadisi beş  hadis imamı Buhari, Müslim, Ebu Davut, İbni mace, Tirmizi ile ibni Hibban ve Hakim  rivayet etmiştir)
 Bu hadis de namaz kılmayanın kâfir olduğuna delalet eder.
 İmamı Şevkani bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir.
" Gerçek olan, namazı kılmayanın  kafir olduğudur.
 Namaz kılmayan kafir olduğu için öldürülür"
(İslam fıkhı ansiklopedisi, Prof. Dr. Vehbe Zuheyli, 1. Cilt, sayfa,  387, 388)
CEVAP:
 Ehli sünnet âlimleri bütün ictihatlarını hadislerin üzerine bina etmişlerdir. Halbuki Kur'an'a inanıp Allah'ın kitabına  güvenmiş olsalardı dinde hiç bir zorlamanın olmadığını göreceklerdi.
"Dinde zorlama yoktur,,,"
(Bakara, 256)
(Ey Resul! ) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus, 99)  Bu konuda âyet çoktur.
 Allah'ın yaratmış olduğu kainatta en önemli haklardan bir tanesi canlı varlıkların  hayat hakkıdır.
 Hayat hakkının korunması ile alakalı Kur'an'da  birçok emirler vardır.
 Yani insanın hayat hakkına bazı durumlar dışında asla son verilemez.
 MESELA,
"Haklı bir sebep(savaş, kısas, hata)  olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın"
( İsra, 33 )
MESELA,
"Kim, bir cana ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur"
(Maide, 32)
 MESELA,
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır"
( Nisa, 93)
 Yani kesin bir hüküm olarak Kur'an'da yer almadığı halde, bununla alakalı Kur'an'da en ufak bir işaret ve ima dahi  bulunmadığı açık olarak ortada iken,
"Namaz kılmayan, zina eden evli ve dul, dinden dönen  öldürülür"  hükmü nasıl verilebilir?
 Hatta Kur'an'da bunun tam tersi hükümler var olduğu halde,
 MESELA,
",,,,Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları ameller dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktir  ve onlar orada devamlı kalırlar"
( Bakara, 217)
Yukarıdaki âyette dinden dönenlere Allah tarafından eceliyle  ölünceye kadar   hayat hakkı verildiği açık olarak  görülüyor.
BİZİM RABBİMİZ KİMDİR?
(3. YAZI)
"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus, 99)
 Allah insanların iman etmelerini istemiyor mu? Eğer Allah insanların iman etmelerini istemiyorsa niye vahiy ve elçiler  göndermiştir? Âyetin devamında Allah (Celle Celalühü) konuyu  şu şekilde açıklamaktadır.
" ,,,,, O  halde sen (Ey Resul!) inanmaları için insanları zorlayacak mısın?
 Anlaşılıyor ki buradaki "şee"den maksat eğer Rabbin olan Allah cebren,  yani zorla insanların hür ifadelerine baskı yapsaydı, iradelerini  kendilerinden alarak, onların mümin olmalarını istemiş olsaydı yeryüzünde hiç kimse imansız kalmazdı.
 Bu ayette bulunan "şee" "velev şee cebren" anlamına gelmektedir.
 Yani eğer Allah zorla istemiş olsaydı  kendi gücünü ve iradesini kullanarak, insanların hür iradelerini alarak iman etmelerini istemiş olsaydı yeryüzünde kimse imansız kalmazdı. Dolayısıyla yüce  Allah'ın insanlardan istekleri teşriidir.
İnsanlar hidayeti talep etmedikçe, onu candan arzulamadıkça Elçinin hanımı,oğlu ve babası da olsa   Allah onları hidayete ulaştırmaz.
Yani Allah vahiy ve elçiler göndererek hidayet ve dalaleti insanların  hür iradelerine ve seçimlerine   bırakmıştır.
 "De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim hidayete gelirse, ancak kendisi için gelecektir.
Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır.
Ben sizin üzerinize vekil değilim.(sadece tebliğ etmekle yükümlüyüm)
(Yunus, 108)
 Ben size yolu gösteriyorum, siz o yolu  takip ederseniz yeryüzünde zulmün ve anarşinin  önüne geçmiş olursunuz.
 "Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükredici ister nankör olur" (İnsan, 3)
 Eğer insanlar Allah'ın gösterdiği hidayet ve rahmet  yolunu takip etselerdi yeryüzünde hiçbir zulüm gerçekleşmezdi.
" Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat İnsanlar kendilerine zulmederler"
( Yunus, 44)
"Onlara bir zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri  geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları İlahları onlara hiçbir şey sağlamadı.Ziyanlarını  artırmaktan başka bir şeye yaramadı" (Hud, 101)
 Dolayısıyla Eğer Allah'ın indirdiği vahiy ve tevhid  egemen olsaydı evrensel bir ahlak elde edilecek ve  insanlar için daha bu dünya hayatında bir cennet şekillenmiş olacaktı.
KUR'AN'DA ALLAH ELÇİLERİNİN ÖNEMİ (44.YAZI)
Allah'ın elçileri sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile insanları uyarırlar.
"Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
 (Resulüm! ) Onu ruhul emin uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça lisan ile kalbine indirmiştir"
(Şuara, 192, 193, 194, 195)
Vahiy ile uyarıcı elçiler  göndermeden  Allah azap etmez.
 Allah zalim değildir.
"Biz hiçbir memleketi, (vahiy ile ) öğüt vermek üzere (gönderdiğimiz) uyarıcıları (elçileri) olmadan helak etmemişizdir.
 Biz zalim değiliz"
(Şuara, 208, 209)
(Ey Resül! ) Şüphesiz ki bu Kur'an, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından sana verilmektedir"
(Neml, 6)
ŞU ÂYETLERI YAZMADAN GEÇEMEDİM:
ÂYETLERDE ELÇİ İLE VAHİY İÇ İÇE İŞLENMİŞ :
" Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğullarına, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.
Ve bu  (Kur'an), müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve bir rahmettir.
Rabbin şüphesiz, onların arasında hükmünü verecektir.
O, mutlak galiptir, her şeyi bilendir. O halde sen Allah'a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık hakikat üzeresin.
 Bil ki sen (kalbi) ölü olanlara işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da dâveti duyuramazsın.
 Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin.
Ancak âyetlerimize inanıp da onlara teslim olanlara duyurabilirsin"
(Neml, 76, 77, 78, 79, 80, 81)
 KUR'AN'DAN BAŞKA HİDAYET YOLU YOKTUR.
Kur'an'a uyan hidayet bulur, uymayan sapıklığı hak eder.
"(De ki: ) Ben ancak, bu şehrin Rabbine -ki O burayı muhterem kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum.
 Her şey de zaten O'na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve (sadece) Kur'an okumam emredildi.
 Artık kim (Kur'an) ile doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur, kim de (KUR'AN'DAN) saparsa ona de ki: Ben sadece (vahiy ile) uyarıcılardanım"
(Neml, 91,92)
KUR'AN EHLİ MUVAHHİDLERLE ATALARIN UYDURMA DİNİNE BAĞLI MUKALLİTLER BİR ARAYA GELEMEZLER  (13. YAZI)
"VAHYİ GAYRİ METLÜV" MESELESİ. (5)
"Nebi, eşlerinden birine  gizlice bir söz söylemişti. Fakat Eşi, o sözü başkalarına haber verip  Allah da bunu onun için açığa çıkarınca, Nebi bir  kısmını bildirmiş,  bir kısmından da  vazgeçmişti.Neb bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi.
Nebi: Bilen, her şeyden haberdar olun Allah bana haber verdi, dedi"
 Tahrim, 3)
 Bu ayet ailevi bir meseleyi anlattığı için hep Nebi  kavramı kullanılmıştır.
Aslında bu ayette ümmeti ilgilendiren bir şey yoktur, fakat Allah(cc) vahiy ile elçilerin beşeri özelliklerini  ortaya koyması gerekir ki insanlar âlimlerini ve liderlerini yüceltmesinler.
 Aslında bu olayda kasdedilen haberi Nebi(as) a  Allah  haber vermemiş de olabilir.
 Nebi'nin  hanımları tarafından olay yayılınca Nebi ( aleyhisselam) da başkalarından duymuştu.
 Fakat Nebi (aleyhisselam) yüksek ahlakı gereği  kendisine dedikodu yapmayı  yakıştırmadığı için bu duyma ve haber almayı Allah(cc) a  izafe etmiştir.
 Kur'an'da bu güzel ahlaka işaret eden ayetler vardır.
 MESELA,
"Her ne zaman Zekeriya(aleyhisselam) Hz. Meryem'in yanına gidip onun yanında bol bol  rızık gördüğünde
 "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorduğunda, Meryem
 "Bu, Allah tarafındandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir, derdi"
(Âli İmran, 37)
Yani Meryem insanların kendisine  hediye olarak  getirmiş oldukları yiyecekleri  Allah'a izafe etmiştir.
Yoksa sürekli olarak Allah tarafından Meryem'e yiyecek gelmiyordu.
 MESELA,
Nasıl ki çalışıp çabalayarak,  emek sarfederek ekonomik  bakımdan durumu yerinde olan birine
 "Hayırdır, bu variyet nereden? diye sorulduğunda, nezaket ve güzel  ahlak gereği " " "Allah tarafından"
 demesi gerekiyorsa.
 Allah tarafından bu olay
( Tahrim, 3) ile alakalı Neb'iye bir haber veya vahiy gelmiş değildir.
Dolayısıyla Ehli sünnet ve şia alimlerinin Bu ayeti vahyi gayri metlüv İçin delil  göstermeleri tam  bir cehalettir.
VAHİY, TEVHİD, VAHDET :
Vahiy olmayınca tevhid, tevhid olmayınca da ümmet içinde  vahdet olmaz.
Bunlar birbirine bağlı değerlerdir.
Kur'an tek başına yegane müracaat edilecek kaynak olmadığı sürece tevhid gerçekleşmez, tevhid gerçekleşmeyince de vahdet meydana gelmeyecektir.
Çünkü ümmeti birlik içinde tutacak tek şey inanç birliğidir.
İnanç birliği olmayınca kardeşlik tesis edilemez.
DELİL:
"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin"
(Hucurat, 10)
Değer ve sevgi, bağlayıcılık ve samimiyet açısından soy ve ırk kardeşliği hiç bir zaman inanç kardeşliğine ulaşamaz.
DELİL:
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri,yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resülüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.
İşte onların kalplerine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh
ile onları desteklemiştir.
 Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır.
 Allah onlardan razı olmuş, onlarda Allah'tan razı olmuşlardır.
 İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece Allah'ın tarafında olanlardır" (Mücadele, 22)
Dolayısıyla cami minberlerinde ve kürsülerinde dile getirilen kardeşlik kardeşlik konuşmalarının bir anlamı yoktur.
İnançta birlik yok ki içtimai alanda  kardeşlik olsun.
İçtimai alanda gerçek kardeşliği sağlayacak olan inanç kardeşliğidir.
İnanç kardeşliğini  de vahiy'den başka hiçbir şey gerçekleştiremez.
Buda ancak gelenekçilerin uydurulmuş kaynaklarını ve batıl  kutsallarını terketmeleriyle sağlanabilir.
Buda mümkün olmadığına göre ne yapmak gerekir?
Onu da ben size soruyorum.

14 Eylül 2017 Perşembe

BİZİM RABBİMİZ KİMDİR?   (2. YAZI)
Tekvini rubibiyet  ile teşrii rubibiyet arasındaki fark şudur.
 Tekvin'i Rubibiyet'e karşı gelinmez,  tekvin'i Rubibiyet'e  karşı gelmek mümkün değildir. Mesela,
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi (emretti)  ona ve yerküreye, isteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de isteyerek geldik dediler"
 ( Fussilet, 11)
Ama teşrii Rubibiyet'e  karşı gelinmesi mümkündür.
 Yani teşrii  kanunlar hür iradeye sahip varlıklara yöneliktir, tekvini kanunlar  ise özgür iradeye sahip olmayan varlıklara yöneliktir.
 Özgür iradeye sahip olmayan varlıklara  bir kanun, bir mesir, bir yol, bir mecra, bir kanun  yaratılmış ve bu yolda hareket etmek zorunda kalıyorlar.
Artık o yol ve kanundan  çıkıp isyan etme istidadları  bulunmuyor.
 Teşrii kanunda ise bir emir, bir ahlak ve bir  yol ortaya konuluyor.
 Allah'ın  bazı konularda emir ve tavsiyeleri oluyor.
 Kur'an'ın  bildirdiği kadarıyla hem insanlar hem cinler teşrii kanunda sorumludurlar.
"Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle (kıyamet, hesap) karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?,,,,,,"
(En'am, 130)
 Çünkü kendilerine vahiy ve elçi  gelenler  özgür bir  iradeye sahiptirler.
 İnsanlar  için konulan kanunlar teşriidir.
 Mesela
 Allah(cc) insanlardan tek ve Kahhar olan yaratıcıya  şirk koşmamalarını, ana-babaya karşı  gelmemelerini, kumar oynamamalarını emrediyor.
 Onlar bu emirleri yerine getirmiyorlar.
 Çünkü özgür bir iradeye sahip bulunuyorlar. Teşrii kanunlar ve emirler,
Allah'ın teşrii  istekleri özgür iradeye sahip olan varlıklara yöneliktir.
 Hür iradelerini kendilerinden alırsa, yani zorla Allah kendi emir ve
isteklerini kabul ettirirse o zaman insan olma kimliğinden çıkmış oluyor. Yani insan olmanın bir anlamı kalmıyor.
"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus, 99)
Yani Rabbinin kudreti yeterken  yapmadığı bir şeyi sen  nasıl yapmaya cür'et edersin.
İnsanları özgür iradeleriyle başbaşa bırakmalısın ki, imanlarının Allah katında bir değeri olsun.
BİZİM RABBİMIZ KİMDİR?     (1.Yazı)
 "Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların vasıflandırmalarından yücedir, münezzehtir"
(Zuhruf, 82)
 "Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh O 'dur. O, hakimdir, her şeyi bilendir"
(Zuhruf, 84)
 "Onların kalplerini metin kıldık. O yiğit gençler ayağa kalkarak dediler ki:
"Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasını ilah edinmeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz"
(Kehf, 14)
Yani  ashabı kehf gökyüzünün ve yeryüzünün Rabbini tek ilah edindiler. Gökyüzünün üzerindeki kanunları, yeryüzündeki kanunlar kim koymuşsa,
bizi yönlendiren hükümlerde onun kanunu olması gerekir anlayışını benimsediler.
 Allah kainatta çok ince bir ayar ve hassas bir denge koymuştur.
" O(Allah) ki, birbiriyle ahenktar yedi göğü yaratmıştır.
Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin.
Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?
" Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak: göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir"
 (Mülk, 3,4)
 Dolayısıyla kainata ince bir ayar ve hassas bir denge yerleştiren  Allah'ın elçiler vasıtasıyla  gönderdiği vahiy'de   hidayet ve rahmete yönelik olacaktır.
 Çünkü Allah yeryüzünü ve gökyüzünü insanların ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yaratmıştır.
"O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır"
(Casiye, 13)
 İşte Allah tarafından indirilen vahiy'de buna benzer.
Gökyüzünde ve yeryüzünde olan her şey, güneşten yıldızlara  yağmurdan meyvelere kadar her şey insanların ihtiyaçlarına göre  ayarlanmıştır.
 Tabii olarak hem tekvini (Kainat kanunları, doğal yasalar)
 hem de teşrii (Allah tarafından elçiler aracılığıyla  indirilen vahiy ve kanunlar), olarak ilahi kanunlara tabii olunduğu zaman Allah'ın tekvindeki olan
kanunu ile insanlara göndermiş olduğu kanun arasında tezat olmayacaktır.
 Tekvine hakim olan kanuna tekvini kanun, insanlara gönderilmiş olan kanunlarada teşrii  kanın diyoruz.
 Yani âdeta Allah'ın varlık alemi üzerindeki Rububiyeti tekvinidir.
İnsanlara yönelik olan Rububiyeti ise teşriidir.
HZ. ALİ'NİN İMAMETİ  MESELESİ:
10. 09. 2017 pazar günü saat 16 00 da, cem tv'de istanbul Halkalı'da büyük bir spor salonunda düzenlenen  "İmamet ve kardeşlik Bayramı Gadir'i Hum Kutlama Töreni" ni seyrediyorum.
Âyetuullah Gazvâni adında bir molla aynen şunları söyledi.
"Maide süresi 67. ayet Ali'nin vilayet ve imameti hakkında nazil olmuştur"
" Allah Resulü'nün en önemli görevi Ali Bin Ebi talibi yerine İmam ve Vâsi tayin etmesidir"
" Ali Bin Ebi Talib'in imameti bütün farzlardan daha önemlidir"
 Ehli sünnet ve Şia'dan  bir çok rivayet aktaran Ayetullah Gazvâni " Ali Bin Ebi Talib'in imameti secdenin namazdaki mesabesinde olduğunu" iddia etti.
 "Hz. Ali'nin imametine iman olmadan hiçbir ibadetin  makbul olmayacağını"
 da söyledi.
  Tabii bütün bunları söylerken Ehli sünnet ve Şia'nın  kaynaklarından birçok hadis aktardı.  Yani kendi görüşünü değil mezheplerin  bu konuya olan yaklaşımlarını ortaya koydu.   Gazvâni "Ali'nin  imameti olmadan Allah Resulü'nün elçilik görevininde tam olarak tahakkuk etmeyeceğini de  söyledi.
 Yani Allah Resulü'nün elçiliğinin  sahih  ve geçerli olması için Allah'ın emri olarak  Ali'yi mutlaka yerine imam olarak tayin etmesi gerekiyordu. (Maide, 67)
 Gazvâni konuşmasına"İslamın şartı beştir en önemlisi Ali'nin velayeti'dir" diye de ekledi.
 Ben şahsen  sürekli olarak Şia'nın televizyonlarını seyrediyorum, Âyetullah'lar tarafından  yapılan konuşmaların büyük çoğunluğu bu konu ile ilgilidir.
 Yani bu inanç imamiyye Şia'asının  genel görüşüdür.
İsna Aşeriyye Şia'sında en önemli esas Ali'nin imameti olduğu için bundan feragat etmeleri mümkün değildir.
 Daha birçok şey söyleyen Gazvâni "Allah Resulü'nden sonra Ali Bin Ebi Talib'in İmametini  kabul etmeyenin kafir olacağını" söylemeyi de unutmadı.
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.  Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Doğrusu Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez"
Mâide 67. ayetinin tamamen Ali'nin velayeti hakkında" geldiğini de söyledi.
 Şia'ya göre Ali'nin imameti Allah'ın varlığı ve birliği ile elçilik  misyonunun mesabesinde olan imani ve itikadi bir meseledir.
 Yani Ali'nin  imameti namaz, oruç, hac gibi ameli bir konu değildir.
 Onlara göre veda haccı dönüşünde  Maide 67 ayeti nazil olduğu zaman Allah Resulü bir hutbe irad ederek,
Ali'yi  yerine İmam ve vâsi  tayin etmiş, yüz yirmi dört bin  sahabi üç gün içinde gelerek Ali'ye biat  etmişlerdir.
Yine onlara göre Allah Resulünün vefatından sonra Sakife'de Ebu Bekir'in halife seçilmesi en büyük fitne, en acı bir  darbe ve korkunç bir  ihtilaldir.
Onlara göre Ebu Bekir'in halife seçildiği gün kadar  Şeytan hiç bir zaman sevinmemiştir.
KUR'AN'DA ALLAH ELÇİLERİNİN ÖNEMİ
(43.YAZI)
Elçiler Allah'ın memuru oldukları için değerlidirler.
Elçilerin tek âmirleri Allah'tır, sadece ondan gelen vahyi iletmekle görevlidirler.
"Haydi Firavun'a gidip deyin ki: Gerçekten biz, âlemlerin Rabbi'nin elçileriyiz"
(Şuara, 16)
"İsrailoğullarını bizimle beraber gönder"
(Şuara, 17)
"Yalanlama" "tekzip" sadece elçilere karşı yapılan bir fiildir.
Nebileri yalanladılar ibaresi Kur'an'da geçmez.
 "Andolsun ki senden önceki "elçiler" de yalanlanmıştı,,,"
(En'am, 34)
"Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunlar "elçileri" yalanladılar ve tehdidim gerçek oldu"
(Kaf,14)
"Nuh kavmi de "elçileri" yalanladılar"
(Şuara, 105)
"Âd kavmi de "elçileri" yalanladı"
(Şuara, 123)
"Semud kavmi de "elçileri" yalanladı"
(Şuara, 141)
"Lut kavmi de "elçileri" yalanladı"
(Şuara, 160)
"Eyke milleti  de "elçileri" yalanladı"
(Şuara, 176)
Aslında yukarıda anlatılan kavimlere uyarıcı olarak  bir elçi gönderilmişti.
Fakat bütün elçilerin misyonu aynı şey olduğu için Kur'an
 "Elçiler" kelimesini kullanmıştır.
Çünkü bütün elçilerin vazifesi vahyi tebliğ etmek,
vahiy ile insanları uyarmaktır.
Yani vahiy ile elçi eşit bir değere sahiptirler.
Bazı konularda vahiy bazı konularda da elçi ön plana geçebilir yani daha önemli bir konum kazanabilir.
Şu âyet elçi ile vahyin aynı hakikat olduğunu gösterir.
"İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve resüllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir"
(Kehf, 106)
Yukarıdaki âyette geçen "âyetlerimi ve elçilerimi"
kelimeleri "elçiler" ile "vahiy"arasında bir farkın olmadığını ortaya koyuyor.
Yani sakın Allah'ın elçilerini vahiy'den ayırmaya kalkmayın.
Özellikle Ehli sünnet ve Şia âlemlerinin Allah Resulü Muhammed (aleyhisselâm)ı Kur'an'dan ayırmaları  korkunç bir cinayet ve büyük bir  küfür olmuştur.
Dolayısıyla uydurulan hadisler Allah Resulü adına iftira oldukları,
din Allah tarafından indirilip O'nun tarafından tamamlandığı, dinde yozlaşmaya ve bozulmaya neden oldukları, vahyin insanlara ulaştırılmasını engelledikleri için hepsi küfürdür.
MEZHEP İMAMLARININ  KURAN'A İMANLARI YOKTUR.      
EHLİ SÜNNET MEZHEPLERİNDE NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ:
 HANEFİLERE GÖRE:
Tembellik sebebiyle namazını kılmayan kişi fasık olup,  böyle bir kişi hapsedilir ve namazı kılıp tevbe edinceye kadar vücudundan kan akacak şekilde dövülür.
 Ya tevbe edip namazını kılar  yahut hapishanede ölür.
 Ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir.
 Bunların dayandıkları delil:
Nebi  (Aleyhisselam)'ın şu hadisidir.
" Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç  şey sebebiyle helal olur:  Zina eden dul,  cana karşı  can, dinini terk edip cemaatten ayrılan kişi (murted)"( Buhari Müslim)
 Hanefiler buna şunu da ilave etmişlerdir.
 Namaz kılan kimsenin müslüman olduğuna ancak dört  şart ile hüküm  verilebilir:
" Namazı  vakti içinde kılmak, cemaatle kılmak, yahut vakti  içinde ezan okumak,  yahut  bir secde ayeti okununca bunu duyduğu  zaman tilavet secdesi etmek" (ed- Durrul Muhtar, 1,326, Merakil Felah, 6)
 HANEFİLER DIŞINDA KALAN  DİĞER MEZHEP  İMAMLARINA GÖRE,
"Bir vakit de olsa, özürsüz olarak namazı terk eden kimse mürted de olduğu gibi, üç gün tevbeye  çağırılır.
 Tevbe etmezse öldürülür"
Maliki ve Şafiilere göre ceza olarak (hadden) öldürülür, kafir olduğu için öldürülmez.  yani bu  kişinin kafir  olduğu ile hüküm verilmez"
( el kavaninul fıkhiyye, 42, Bidayetul müctehid, 1,87, eş-Şerhus Sağir, 1,238, Mugnil muhtac, 1,327, el muhazzeb, 1,51, keşşaful kına, 1,263, el Muğni, 2, 442)
Hanbeli mezhebinin imamı  Ahmet Bin Hanbel şöyle demiştir.
 Namaz kılmayan kafir olduğu için öldürülür. Çünkü Nebi ( Aleyhisselam) Şöyle buyurmuştur. "Kişi ile  küfür arasındaki fark namazı terk etmektir"
( Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, İbni mace, Dolayısıyla bu hadis namazı kılmayanın küfrü  gerektiren hususlardan  olduğuna delil teşkil etmektedir.
 Yukarıdaki hadisin  bir benzeri de Büreyde   hadisidir.
" Bizim ile sizin aranızdaki ahit namazdır. Namaz kılmayan kafir olur"
( Bu hadisi beş  hadis imamı Buhari, Müslim, Ebu Davut, İbni mace, Tirmizi ile ibni Hibban ve Hakim  rivayet etmiştir)
 Bu hadis de namaz kılmayanın kâfir olduğuna delalet eder.
 İmamı Şevkani bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir.
" Gerçek olan, namazı kılmayanın  kafir olduğudur.
 Namaz kılmayan kafir olduğu için öldürülür"
(İslam fıkhı ansiklopedisi, Prof. Dr. Vehbe Zuheyli, 1. Cilt, sayfa,  387, 388)
CEVAP:
 Ehli sünnet âlimleri bütün ictihatlarını hadislerin üzerine bina etmişlerdir. Halbuki Kur'an'a inanıp Allah'ın kitabına  güvenmiş olsalardı dinde hiç bir zorlamanın olmadığını göreceklerdi.
"Dinde zorlama yoktur,,,"
(Bakara, 256)
(Ey Resul! ) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?"
(Yunus, 99)  Bu konuda âyet çoktur.
 Allah'ın yaratmış olduğu kainatta en önemli haklardan bir tanesi canlı varlıkların  hayat hakkıdır.
 Hayat hakkının korunması ile alakalı Kur'an'da  birçok emirler vardır.
 Yani insanın hayat hakkına bazı durumlar dışında asla son verilemez.
 MESELA,
"Haklı bir sebep(savaş, kısas, hata)  olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın"
( İsra, 33 )
MESELA,
"Kim, bir cana ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur"
(Maide, 32)
 MESELA,
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır"
( Nisa, 93)
 Yani kesin bir hüküm olarak Kur'an'da yer almadığı halde, bununla alakalı Kur'an'da en ufak bir işaret ve ima dahi  bulunmadığı açık olarak ortada iken,
"Namaz kılmayan, zina eden evli ve dul, dinden dönen  öldürülür"  hükmü nasıl verilebilir?
 Hatta Kur'an'da bunun tam tersi hükümler var olduğu halde,
 MESELA,
",,,,Sizden kim, dininden döner ve kafir olarak ölürse, onların yaptıkları ameller dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktir  ve onlar orada devamlı kalırlar"
( Bakara, 217)
Yukarıdaki âyette dinden dönenlere Allah tarafından eceliyle  ölünceye kadar   hayat hakkı verildiği açık olarak  görülüyor.

8 Eylül 2017 Cuma

ÜMMET BU KADAR BİLGİ  KİRLİLİĞİNİ VE BATAKLIĞI  AŞARAK NASIL VAHYE  ULAŞSIN?
"Muaviye çok cömertti, vahiy katibi idi, Haccac bin Yusuf (Zalim)
çok Kur'an okurdu,  itikikatta imam budur,
amelde imamlar şunlardır, Ebu Hanife'nin görüşü şöyleydi"
" Ahmet bin Hanbel'in ictihadina göre, İmamı Şafii'nin kavli, malikinin yolu"
"Caferi sadık'ın mezhebi, Sevri'ye göre, Kütubü sitte"
kütübü 'tis'a, kütübü Erbaa,  
" Buhari Allah'tan gelmiş gibidir, Tirmizi önemlidir, dinin direği namazdır, içki bütün kötülüklerin anasıdır, dinden dönen öldürülür, namaz kılmayan kafirdir"
evi yakılması gerekiyor, ressamlar cehennemin en alt tabakasındadır,
"Müslim şöyle  rivayet etmiştir, bizim mezhebimize göre"
"Buhari ve Müslim inci ile mercandır"
"Küleyni'nin Kâfi'si şeriftir, Buhari ve Müslim daha şeriftir"
"Halit bin Velid Allah'ın kılıcı, Muhyiddin'i Arabi'nin Fususul Hikemi,  Celaleddin'i  Rumi'nin mesnevisi"
İbrahim Hakkı'nın marifetnamesi, Said Nursi'nin Risalei Nur Külliyatı,
Mâlik'in Muvattası,
Ahmet bin Hanbel'in süneni, Fetaviyi Hindiye, Ehli sünnet mezhebi,
Şia anlayışı, Mektubatı Rabbani, ibni Abidin, İmamı Ebu Yusuf ve İmamı Muhammed'in fetvaları,
 İmamı Nevevi fetvasına göre, Enes bin malik şöyle rivayet etti, Riyazus Salihin, el lülü'ü velmercan,Gazali'nin  ihyau ulumuddin'i,
şu hadis kitabına göre, bu kaynak mucibince, emsele, bina,
maksut, avamil, Arapça olmazsa Kur'an anlaşılmaz,
Kur'an'ın hadislere olan ihtiyacı hadislerin Kur'an'a olan ihtiyacından  daha fazladır, Buhari çökerse islam çöker,
Adıyaman Gavsı, Muceddid Mahmud, Cübbeli Ahmed'in hurafe kitapları,  Diyanet İşleri Bakanlığı,
Süleyman efendi, Hüseyin Hilmi Işık,  Zahit Kotku, Nihat Hatipoğlu,
 tarikat, marifet, hakikat, tasavvuf, rabıta, hatme, tesbihat, zikir çekme,
4444  salavat getirme, mevlidi Şerif, mukabele, sala, telkin, hatim, sakalı şerif, mübarek geceler, kutsal emanetler, hırkai saadet,  ölülere yasin, cevşen,
Kulubud daria, F gülenin  zırvaları, Ramazan Ayvalı, Tuğrul İnançer, Fatih çıtlak,
Cemal nur sargut,
Necmettin nursaçan, ihsan Şenocak, Ebubekir sifil, Nurettin yıldız, Vehbi güler gibi binlerce   yalanı, kaynağı, eseri, kitabı, yüzlerce  şahsı aşarak bu millet nasıl hidayet ve rahmet kaynağı olan  Kur'an'a ulaşsın?
 Bu kadar gürültü ve patırtı arasında millet nasıl Allah'ın mesajını duysun?
Böyle bir bataklıktan nasıl çıksın?
Hani Allah şöyle buyurmuştu.
(Yahudiler) Allah ile beraber bilginlerini (hahamlarını)
(Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler.
Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu.
O'ndan  başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
(Tevbe, 31)
Hani Allah şöyle ferman etmişti.
"Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlar var ya, (Ey Resul! ) Senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur,,,,"
(Enam, 159)
Hani Allah (cc) Muhammed (aleyhissalâma) şöyle emretmişti.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin.
Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan hesaba çekileceksiniz"
(Zuhruf, 43, 44)

7 Eylül 2017 Perşembe

KUR'AN'DAN KOPUŞUN ACI SONU :
 Rahman ve Rahim olan Allah (cc) Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Allah ve Resulü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir"
(Enfal, 46 )
Yukarıdaki ayette geçen  "Resül" kavramı hem vahiy olan Kur'an'ı Mübin  hemde vahyi okuyan ve onu tebliğ eden Allah elçisi Muhammed ( aleyhisselam)
 anlamına gelmektedir.  
 Bilge'nin biri öğrencileri ile gezerken iki ailenin tartışırken öfke ile birbirlerine bağırdıklarına şahit olur.
Bilge,
öğrencilerine neden bu ailelerin birbirlerine çok yakın bir mesafede bulundukları  halde şiddetli bir şekilde bağırdıklarını sorar.
Öğrencilerden herhangi bir  ses çıkmayınca bilge  der ki,  birbirlerine son derece  öfkelendikleri için kalpleri birbirinden uzaklaştı,  bundan dolayı  birbirlerine bağırmadan seslerini işittirmeyeceklerini sanıyorlar.
 İnsanlar birbirine öfkelendikleri zaman gönülleri birbirinden uzaklaşır.
 Sevgi bunun tam tersidir.
İnsanlar birbirlerine sevgi ve saygı  ile baktıkları zaman son derece sakin bir sesle  iletişim kurarlar.
 Hatta sevgi ne kadar yoğun olursa ses o derece minimum seviyeye iner.
 Yukarıdaki hakikate  bakarak bende Allah'ın bizi bir araya getirmek, aramızda ittifak kurmak, sevgiyi yerleştirmek,  gönüllerimizi birleştirmek için indirdiği Kur'an'ı terk ederek, onu göz ardı edip, arkamıza atarak, ona karşı kör ve sağır davranarak,
 aramızda öfke ve kızgınlık, ayrılık tohumları ve fitne, kin ve düşmanlık saçan  rivayetlerin bizi  ne kadar birbirimizden ayırdığını düşündüm.
Yan yana yaşadığımız halde birbirimizi görmüyor, birbirimizi duymuyor, hiç bir şekilde ortak bir anlaşma zemini bulamıyoruz.
Çünkü gönüller
paramparça olmuş vaziyette her birimiz ayrı ayrı dünyalarda yaşıyor, değişik  dilleri telaffuz ediyoruz.
 Halbuki Allah Mübin Kitabında şöyle buyuruyor. "Hep birlikte Allah'ın ipine ( Kur'an'a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O,  gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
 Yine siz bir ateş çukurunun(cehennemin) tam kenarında iken oradan da sizi o kurtarmıştı.
 İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız"
 (Âli İmran, 103)
Dolayısıyla Allah'ın bir rahmet ve hidayet eseri olarak indirdiği Kur'an'ı terk edip uydurma rivayetlerle inşa edilen dinin yüzünden ümmetin geldiği cinnet ve öfke halinden dolayı birbirimizi göremiyoruz.
 Rivayetler ve  mezhepler, cemaatler ve  tarikatların bölücülüğü yüzünden aynı dili konuşamaz hale geldik.
 Aynı dili konuşmadığımız için bir türlü birbirimizle iletişim kurarak anlaşamıyoruz.  Halbuki Allah'ın mesajı  Kur'an her açıdan bizim  en büyük bir değerimiz ve ortak iletişim aracımızdı.
 Kur'an bizim için tek  yol haritası yegane beslenme kaynağımız ve hidayet rehberimizdi. Ama maalesef  rivayetler bizi mezheplere ve fırkalara, fırkalar  ve mezhepler bizi parçalanmaya ve dağılmaya, dağılma  ve parçalanma bizi islam  düşmanları karşısında bir  dilenci ve  sığınmacı  olmaya mahkum etti.
YANİ ŞU ÂYETİN HÜKMÜ  TAHAKKUK ETTİ
"Kendisine şirk koşmaksızın Allah'ın hanifleri (Saf Müslümanlar) olun.
Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini akbabalar(ABD, İngiltere,
 Fransa, İsrail)  kapışmış, yahut rüzgar (sürgün) onu uzak bir yere (Avrupa'ya kaçış) sürüklemiş bir nesne gibi olur"
(Hac, 31)

6 Eylül 2017 Çarşamba

KUR'AN'DA ALLAH ELÇİLERİNİN ÖNEMİ
(42. YAZI)
Rahman ve Rahim olan Allah (cc) Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o elçi ile birlikte bir yol tutsaydım"
(Furkan, 27)
Yukarıda geçen âyette zalim kişinin  "Keşke o elçi ile birlikte bir yol tutsaydım" demesi önemlidir.
Çünkü "elçi ile birlikte yol tutmak" "vahiy ile beraber yürümek,sadece indirilen vahye inanmak, vahye göre hareket etmek, başka kaynaklara yönelmemek, başka efendiler edinmemek" demektir.
Ondan sonra gelen âyet şöyledir.
(Resul'e=vahye uymayan kimse) "Yazıklar olsun bana! Keşke falan--filanı (Efendi, lider, Şeyh, müctehid) dost edinmeseydim!"
(Furkan, 28)
Şimdi aşağıdaki âyeti dikkatli bir şekilde inceleyelim.
"Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra)yüzüstü bırakıp rezil eder"
(Furkan, 29)
Demek oluyor ki, elçi ile vahiy arasında bir fark yoktur.
Elçi Allah tarafından indirilen vahyi okuyan ve onu  tebliğ eden kişidir.
Yani "elçi ile birlikte yol tutmak" ile  "Kur'an'a uymak" aynı şeydir.
Allah elçisinden ve KUR'AN'DAN insanları ayıran ve uzaklaştıran her şey Şeytandır.
Kur'an'dan insanları  ayıran ve uzaklaştıran  şey isterse mezhep olsun, isterse fırka olsun, isterse cemaat olsun,
 isterse tarikat olsun şeytandır.
İnsanları Kur'an'a yabancı kılan şey isterse mezhep imamı,
isterse muhaddis, isterse müfessir, isterse muctehid (onların anlayış ve algılarına göre) isterse cemaat lideri, isterse tarikat şeyhi olsun şeytandır.
"Elçi der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş olarak (bir kenara) bıraktı"
(Furkan, 30)
Dolayısıyla arkadaşlar!  Allah rızası için, Allah'ın  elçilerini vahiy'den ayırmayalım, elçileri değerli kılan tek şey vahiy'dir.
Vahyin onları anlatması, onların inanç ve hatıralarını yâd etmesidir.
"Ey Resul ! Kitapta Meryem'i de an,,,,"
(Meryem, 16)
"Kitapta İbrahim'i de an,,,,,,,"
(Meryem, 41)
"Kitapta İsmail'i de an,,,,,"(Meryem, 54)
"Kitapta İdris'i de an,,,,,,,,,,," (Meryem, 56)
Kur'an'ın dörtte biri Allah ELÇİLERİNİN hayatını anlatmaktadır.
İSLAM ÜMMETİNDE HİÇ BİR ZAMAN ASRI SAADET YAŞANMADI:
Şia ve Ehli sünnet mezhepleri siyasi amaçla oluşturulmuş baştan sona kadar yalan ve hurafe olan kurumlardır.
 MESELA,
Ehli sünnet âlimleri Allah Resûlü'nün dönemini "Asrı Saadet" olarak tanımlamaktadırlar.  Halbuki Kur'an'a baktığımızda hiçbir zaman Asrı Saadet Devri'nin yaşanmadığını görürüz.
 Allah Resulü (Aleyhisselam) vefat edinceye kadar sıkıntı ve ızdırap içinde yaşamıştır.
En son nazil olan sürelerden Tevbe suresinin son ayeti şöyledir.
( Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece ona güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir"
( Tevbe, 129)
 Hatta tevbe süresinin büyük çoğunluğu müslüman ve münafıkların menfi hareketlerini eleştirerek Allah Resulüne karşı saygısızlık yapmamalarını emreder.
 Kur'an'a baktığımızda yüzlerce ayette Allah Resulü'nün vefat edinceye kadar hem Yahudilerden ve Hristiyanlar'dan hem de Müslümanlardan  ve münafıklardan çok sıkıntılar çektiğini görürüz.
 Yani şunu demek istiyorum, İslam ümmetinin başındaki sıkıntılar tarihin hiçbir devrinde kesintiye uğramamıştır.
 Allah Resulü vefat eder etmez arkadaşları arasında ihtilaflar başlamış birbirlerini katletmişlerdir.
 Hz Ali ile Muaviye arasında Sıffin de yapılan savaşta yetmiş bin, Hz Ali ile Allah Resulünun hanımı Aişe arasında Basra yakınlarında yapılan savaşta on beş bin,Yine Hz Ali ile  Hariciler  arasında Nehrevan'da  yapılan savaşta binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Muaviye Bin Ebi Süfyan'ın oğlu ikinci Emevi Halifesi Yezid'in ordusu Bizans askerleri ile birlikte (Hicri 61- Miladi 683) tarihinde    Medine'ye girerek  yüzlerce sahabi ile birlikte binlerce insanı katletmiş,her şeyi yağma ederek   Allah Resulü'nün arkadaşlarının kızlarına, hanımlarına ve gelinlerine üç gün boyunca tecavüz etmişlerdir.
10 Ekim 680, Miladi, 10 Muharrem 61 Hicri tarihinde Kerbela faciası olmuş, Allah Resulünun  ailesi ikinci Emevi  halifesi Muaviye nin oğlu Yezid'in ordusu tarafından tam bir katliama tâbi tutulmuştur.
 Ehli sünnet  hiç bir zaman bu vahşetleri dile getirmez. Çünkü Ehli sünnet  Emevi kuruluşu bir mezheptir.
Kerbela katliamında ordu kumandanı meşhur sahabi  Sâd bin Ebi vakkas'ın oğlu Ömer'dir.         Yani İslam tarihi bir iç  savaş ve katliam arenası  gibidir.
Osmanlı padişahı üçüncü Murat'ın oğlu üçüncü Mehmet tahta geçer geçmez çoğu sabi yaşta on dokuz kardeşini katletmiştir.
 Bizim yaştaki muvahhidlerin  ızdırab ve  işkencesi ise Sovyetler Birliği'nin 27 Aralık 1979 tarihinde  Afganistan'ı işgal etmesiyle başlar. Binlerce müslüman bu isgalde öldürülmüştür.
 Mücahitler komünist işgalciler  karşısında destansı bir mücadeleden sonra birbiriyle savaşmaya başladılar.
 Bir türlü ittifak kuramadılar. Ne de olsa savaşa alışmışlardı, barışa ayak uyduramadılar.
 Zaten bugünkü Afganistan'ın perişan durumu ortada duruyor.
 6 Nisan 1994 yılında başlayan iktidardaki Hutu'ların Fransa'nın desteği ile sistematik bir şekilde Tutsi azınlığın bir milyon insanını Çin'den satın aldıkları satırlarla diri diri doğramaları insanlık vicdanına  daha büyük bir darbe oldu. Satırla değil de silahla öldürülmek isteyen büyük paralar veriyordu.
Yani işkence ve azap hiç bir zaman dinmedi.
 1948 tarihinden itibaren İsrail'in filistinlilere karşı zâlimâne tutumu  ise hiçbir zaman kesintiye uğramadı.
 1 Mart 1992 tarihinden 14 Aralık 1995 tarihine kadar süren Bosna Hersek savaşında Avrupa'nın ortasında Birleşmiş milletler gözetiminde yaklaşık yüz bin Boşnak Müslümanı katledildi, kadınlara tecavüz yapılarak tam bir vahşet sergilendi.
 Sırpların boşnaklara yaptıkları bu  katliam nefesimizi kesti rahat ve huzur  bulamadık.
 Saddam'ın kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan Amerika İstilası ve ümmetin kanının  ve servetinin Emperyalistler  tarafından yağma edilmesi ile başlayan süreçte İrak'ın  parçalanıp yok edilmesi işkencesi  bizi yıkama uğrattı. Artık Mısır, Libya ve Yemen'de yapılan namussuz darbeleride siz hatırlayın.
 Arkasından Suriye iç savaşı için beterin beteri derken daha beteri Arakan katliamı ve perişanlığı baş gösterdi.
Ne yapacağımızı şaşırdık, bu işkence ve ızdırapları hak edecek ne yaptık?
İslam ümmetinin yarısı son derece lüks ve israf  içinde yaşarken diğer yarısı yokluğun ve fakirliğin pençesinde kıvranıyor.
Peki Kur'an, Tevhid, vahdet, infak, merhamet, kardeşlik,Allah yolunda mücadele,  sadakat ve fedakarlık nerde kaldı?
Bizim Müslümanlığımız nerede?
Halbuki Allah (cc)Kuranda şöyle buyuruyor.
"Şüphesiz Elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz"
(Mümin, 51)
KUR'AN EHLİ MUVAHHİDLERLE ATALARIN UYDURMA DİNİNE BAĞLI MUKALLİTLER BİR ARAYA GELEMEZLER (12. YAZI)
 "VAHYİ GAYRİ METLÜV" MESELESİ (4)      Sonuç olarak:
Nebi olmayanlara bile bireysel, başkaları için bağlayıcı olmayan, birtakım vahiyler gelebiliyorsa  nebilere bu tarz vahiylerin gelmemesinden bahsedilebilir mi?
 Nebilerin, Nebi olmayanlardan farkı ise onlara Risaletle  ilgili vahiylerin de geliyor oluşudur. Risaletle  ilgili vahiyler  bireysel değildir,
 diğer insanlar için bağlayıcı mesajlar içerir.
 Risaletle  ilgili gelen vahiylerin tamamen ilahi kaynaklı olduğu, yani mutlak  saflık içerdiği ve koruma altında olduğu bir çok ayette dile getirilmektedir.
 Nebilere gelen risaletle ilgili  vahiylerin bireysel olmadığının ve diğer insanlara iletilmesi gerektiği ile ilgili âyetler çoktur.
MESELA,
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.Dogrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez"
(Mâide, 67)
 "Resüle düşen (vazife), ancak tebliğdir. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir" (Mâide, 99)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver"
( Kaf, 45)
 Muhammed (Aleyhisselam)a risaletle ilgili gelen ve insanlara tebliğ etmesi emredilen tek vahyin Kur'an olduğu ile ilgili ayet:
"Deki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki: (Allah'tan başka ilah olmadığına dair ) benimle sizin aranızda Allah şahittir.
Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi,,,,"
(En'am, 19)
Nebi'lere gelen risaletle alakalı vahiy'lerin ilâhi kaynaklı olduğunu kesin olarak bilinmesiyle ilgili âyetler:
(Nuh)"Dedi ki:
"Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur, fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim"
(Âraf, 61)
"Size Rabbimin vahiyettiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan gelen vahiy ile biliyorum"
( Araf, 62)
" O  bütün görünmeyenleri bilir sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak, bildirmeyi dilediği elçiler bunun dışındadır.
Çünkü O,  bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki Böylece onların (elçilerin) Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ  ettiklerini bilsin.  Allah onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır "kaydetmiştir)"
(Cin, 26,27, 28)
KUR'AN EHLİ MUVAHHİDLERLE ATALARIN UYDURMA DİNİNE BAĞLI MUKALLİTLER BİR ARAYA GELEMEZLER (11. YAZI)
"VAHYİ GAYRİ METLÜV" MESELESİ (3)
  Kur'an'ı Mübin'e göre İlâhi vahyin kaynağı üçtür. Vahiy/ ilham
Bir  perde arkasından
Elçi göndererek
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahu bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O (Allah) yücedir, hakimdir"
( Şura, 51)
İlâhi vahyin geliş şekillerinin ortaya konduğu bu âyete göre vahiy, kalbe ilham veya Rahman ve Rahim olan Allah'ı görmeksizin perde arkasından konuşma ya da vahiy meleği Cebrail (Aleyhisselam) aracılığıyla kelam işitmek suretiyle de gerçekleşmektedir.
 Bu sayılan  vahiy yollarından üçünün de hem Nebiler,  Hem de Nebi  olmayanlar için ortak olduğuna dair Kur'an'da örnekler mevcuttur.
Nebi olmayanlarla ilgili âyetlere şöyle bir göz atalım.
"Musa'nın annesine: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver,
hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu elçilerden biri yapacağız, diye vahyettik"
( Kasas, 7 )
Allah'ın kullarına ilham etmesi Musa'nın annesiyle müstesna bir olay değildir.
 Yüce Allah( Celle Celalühü) her insana doğruyu ve yanlışı ilham ettiğini haber vermektedir"
"Nefse  ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene kasem olsun"
(Şems, 7, 8)
Nebi olmayana elçi aracılığıyla gelen vahye bir örnek:
(Resulüm!) Kitapta Meryem'i de an.
 Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.
 Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir beşer şeklinde göründü.
 Meryem dedi ki: Senden, çok Merhametli  olan Allah'a sanırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)
 Melek: Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuğu bağışlamam için Rabb'inin bir elçisiyim, dedi"
(Meryem, 16, 17, 18, 19)
Dolayısıyla Nebi olmayanlara gelen vahiyler bireyseldir.
Hiç birisine"bu haberi al, insanlara tebliğ et" denilmiyor.
KUR'AN EHLİ MUVAHHİDLERLE ATALARIN UYDURMA DİNİNE BAĞLI MUKALLİTLER BİR ARAYA GELEMEZLER (10. YAZI)  
"VAHYİ GAYRİ METLÜV" MESELESİ: (2)
   Ehli sünnet ve Şia alimlerinin  anlayışına göre dinde hükümlerin kaynağı "vahyi metlüv" ve  "vahyi gayri metlüv"  olmak üzere ikidir.
"Vahyi metlüv" "Okunan vahiy" demektir. Namazda okunduğu için Kur'an âyetlerine "Vahyi Metlüv" denmiştir.
Namazda okunmadığı halde aynen  Kur'an âyetleri gibi  insanları bağlayıcı farzlar,  hükümler, haramlar ve helaller bildiren diğer vahiylere de "Gayri Metlüv Vahiy"  yani "Okunmayan Vahiy" adı verilmiştir.
Aslında İslam tarihine baktığımızda Ehli sünnet ve Şia  âlimlerinin  itikadi ve ameli olarak bütün konuları "vahyi gayri metlüv" üzerine bina ettiklerini görürüz.
Şia ve Ehli sünnet âlimleri hiç bir zaman Kur'an'a itibar etmediler, onların Kur'an, Kur'an demeleri sadece ümmeti aldatmak içindir.
Onların hayatlarını sözde Kur'an özde vahyi gayri metlüv şekillendirmiştir.
Ehli sünnet ve Şia âlimleri  Nebi (Aleyhisselam) a  Kur'an dışında hükümler verildiğinin bir delili olarak Tahrim suresinin 3.âyetini gösterirler.  Oysa ki daha ilk bakışta bu ayetin "gayri metlüv" vahye  işaret etmediğinin anlaşılması gerekirdi.  Çünkü ayette şöyle bir ifade geçiyor:
 ",,,,O da onun birazını eşine anlattı, birazını da anlatmaktan vazgeçti....."( Tahrim, 3)
 Eğer bu ayette geçen olay, Şia ve Ehli sünnet âlimlerinin  iddia ettiği gibi "gayri metluv vahiy" olayına bir örnek olsaydı Nebi ( Aleyhisselam)'ın birazını  anlatmaktan vazgeçmesi mümkün olur muydu?
 Bir elçinin kendisine gelen vahyi insanlara tebliğ etmemesi olacak bir şey midir?
 Allah Resulü'nün  kendisine gelen vahyi insanlara bildirmemesi  büyük bir suçtur.
 Yüce Allah şöyle buyurur.
" Ey Resul! Rabbin'den  sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez"( Maide, 67)
 Tahrim suresinde anlatılan olayda ise Nebi (Aleyhisselam) ın  kendisine gelen haberin sadece bir kısmını anlatıp kalanını gizliyor.
Zaten bu olay bir aile meselesi olduğu ve aile içinde gizli kalması için ayette hep "Nebi" kavramı kullanılmıştır.
 Bu olay, tüm insanlık için bağlayıcı olduğu iddia edilen "gayri metlüv vahye" nasıl örnek olabilir? Bu örneğin baştan sona kadar  hatalı olduğu çok açıktır.
 Ancak vahiy  konusunu Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğü  içinde, Allah'ın tarif ettiği şekilde anlamamış zihinlerin böyle çok  basit hatalara düşmeleri normaldir.
 Onlar bir şekilde iddialarındaki  çelişkiyi görseler bile  kafa karışıklığı ve bilgi kirliliği  içerisinde bocalamaktan kendilerini kurtarmayı başaralamazlar.
 Bu kafa karışıklığını gidermenin tek yolu "vahiy" meselesini ayetler  arası ilişkileri kurarak konuları saf bir şekilde anlamaktan geçer.
(Devam Edecek)
ARAKAN'DAKİ ZULMÜN KAYNAĞI:
İnsanlık tarihinde her zaman ve zeminde iki  din var olmuştur.
1-)Allah( cc)tarafından elçilere gönderilen mutlak hidayet ve saf rahmet olan tevhid dini.
 2-)Şeytanların ilham ve telkinleriyle insanlar tarafından uydurulan ilahların ve evliyanın  karanlık ve büyük bir zulüm olan  şirk dini.  Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de  de şöyle buyuruyor.
"Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti"
( Lokman, 13)
 Dünya tarihinde uydurma dinden yani İlahların ve evliyanın şirk dininden  daha tehlikeli ve daha ölümcül bir silah icad edilmemiştir.
 İşte bu yüzden Allah (Celle Celalühü) göndermiş olduğu elçilere görevlilerinin sadece vahyi tebliğ etmek olduğunu  emretmiştir.
" Resüle düşen (vazife), ancak (vahyi)  duyurmaktır. Allah açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir"
( Maide, 99)
 "Biz onlara vâdettiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de veya ondan önce seni vefat ettirirsek de sana ancak Allah'ın emirlerini tebliğ etmek düşer.Hesap yalnız bize aittir"
(Ra'd, 40)
",,,,,Elçilerin üzerine düşen açık seçik tebliğden başka bir şey değildir"
(Nahl, 35)
Şirk son derece tehlikeli ve korkunç kitle imha  silahı olmasaydı istisnasız bütün Allah elçileri bu tehlikeli ve ölümcül silaha karşı  mücadele etmek için gönderilmezlerdi.
 Bu uydurma kahredici alçak din büyük bir kin ve nefrete sahip olmasaydı hakkında iki bine  yakın ayet indirilmezdi.
 Aslında din olsun ya da olmasın güzel ve hayırlı hizmetler gören mükemmel insanlara ve kötü şeyler yapan ahlaksız insanlara sahip olabilirsiniz.
 Ancak iyi insanların kötü şeyler yapması için şirke  yani uydurma dine mutlaka ihtiyaç vardır. Çünkü şirk en iyi ve temiz  olarak görülen insanlara bile inanılmaz vahşetler yaptırabilecek bir kin ve nefrete sahiptir.
 İnsanlık tarihinde  en çok zulüm,  katliam ve vahşetlere sebep uydurma şirk dini olmuştur.
 Dolayısıyla  Arakan'daki zulüm ve  vahşetin  arkasında ilahların ve evliyanın şirk dinini aramak zorundayız.
Bu dinin mensupları nerede ve ne zaman ellerine fırsat geçirirlerse buna benzer vahşetlere gözlerini yummadan imza atacaklardır.
 Bu vahşet ve katliamı uydurma ilahların ve evliyanın şirk  dininden başka hiçbir şey yaptıramaz.
 Kur'an'da bunun örnekleri çoktur.
" İnkârcılar elçilerine dediler ki:"Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, yada mutlaka dinimize döneceksiniz! Rableri de elçilere: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz! diye vahyetti"
(İbrahim, 13)
 Ancak şu da bir gerçektir,
 Ehli sünnet ve Şia tarafından bizim başımıza açılmış en büyük bela mezhepçilik ve tefrika yüzünden dış düşmanları görme kabiliyetimizi yitirdik.
 Bu belaların ve rezilliğin  bizim başımıza gelmesinin  en büyük sebebi Kur'an'ı terk etmek olmuştur.
"Eğer biz, bundan ( Kur'an'dan) önce onları bir azapla helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi:
 Ey Rabbimiz! Ne olurdu, bize bir Elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık"
(Taha, 134)
KUR'AN'DAKİ ARAKAN
BÜRUC SÜRESİ :
Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"Burçlara sahip gökyüzüne, geleceği bildirilmiş olan güne, (o günde) tanıklık edene ve edilene andolsun ki, ateşle dolu hendeğe atılan(mü'minler) yakılarak öldürüldü.
Onlar(yakan müşrikler)de başlarına oturmuşlar, mü'minlere yapmakta oldukları işkenceyi (zevkle)  seyrediyorlardı.
"Onlardan, sırf, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, Aziz ve Hamid olan Allah'a iman ettikleri için İntikam alıyorlardı.Oysa ki Allah herşeye şahit olandır"
"Şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra tevbe de etmeyenlere cehennem azabı ve orada yakıcı azap vardır" "İman edip salih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur"
"Şüphesiz Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir"
(Büruc,1,,,,, 12)
"Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiç bir fayda sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
"Rabbin, zulmeden milletleri yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle şiddetlidir.Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir"
(Hud, 101, 102)
İLAHLARA VE EVLİYAYA KULLUK EDEN MÜŞRİKLERİN İLAHLARIYLA AHİRETTEKİ DURUMLARI:
 (1.YAZI)
Rahman ve Rahim olan Allah Kur'an'ı Mübin'de şöyle buyuruyor.
"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler.
İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman ( anlayacakları gibi) bütün kuvvetin(şefaatin)  Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi"
( Bakara, 165)
"İşte o zaman ( görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler (şeyhler, efendiler, İlahlar,evliyalar, mezhep imamları, müçtehitler kendilerine) uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve ( o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki (şirk)  bağları  kopup parçalanmıştır"
(Bakara, 166)
(İlahlara ve Evliyaya) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da,
şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!
Böylece Allah onlara, işlerini
(batıl iman ve boş ibadetlerini) pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar"
(Bakara, 167)
"Cehennem de azgınlara apaçık gösterilir.
 Onlara:
Allah ile beraber kulluk ettikleriniz hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerine (olsun) yardımları dokunuyor mu?
denilir.
 "Artık onlar,( dünyada kulluk edenler  ve edilenler ) o azgınların ( hepsi) ve İblis orduları (Şeyhler ve müritler) toptan oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar.
"Orada birbirleriyle çekilerek şöyle derler:
 Allah'a yemin olsun, biz gerçekten apaçık bir sapıklık (şirk) içindeymişiz.
 Çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk.  Bizi ancak o günahkarlar saptırdı.  Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz  var ne de yakın bir dostumuz.
Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş olsa da, müminlerden  olsak!  Bunda elbet alınacak büyük bir ibret vardır, ama çokları iman etmezler"
 "Şüphesiz Rabbin, İşte O,  mutlak galip ve engin Merhamet sahibidir"
( Şuara 91,104)
İLAHLARA VE EVLİYA'YA KULLUK EDEN MÜŞRİKLERİN, İLAHLARIYLA AHİRETTEKİ DURUMLARI
(2. YAZI)
( İbrahim müşriklere ) dedi ki:
 Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has ( ahirette geçerli olmayan) muhabbet(hulul inancı)  uğruna Allah'ı bırakıp birtakım ilahlar edindiniz.
 Sonra kıyamet (günü gelip çattığında ise) birbirinizi inkar edeceksiniz ve birbirinize  lanet okuyacaksınız.
Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcılarınız da olmayacaktır"
( Ankebut, 25)
"Şu muhakkak ki, Allah kafirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır"
(Ahzab, 64)
"Onlar orada  ebedi olarak kalacaklardır. (kendilerini koruyacak) ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır"
(Ahzab, 65)
 "Yüzleri ateşte evrilip  çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Elçiye itaat etseydik! derler"
(Ahzab, 66)
 "Ey Rabbimiz! Biz reislerimize  ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler"
(Ahzab, 67)
" Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden uzaklaştır"
( Ahzab, 64,,, 68)
"Kafir olanlar dediler ki:
 Biz hiçbir zaman bu Kur'an'a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız.
Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda  tutuklanmış,  birbirlerine söz atarlarken bir görsen!
Zayıf görülenler, büyüklük taslayan mustekbirlere:  Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk, derler"
 (Sebe, 31)
"Mustekbirler,  zayıf görülenlere ( kıyamet gününde): Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik?
Bilakis siz suç(şirk)  işliyordunuz, derler"
 (Sebe, 32)
"Zayıf görülenler de  büyüklük taslayanlara:  Hayır!  Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima
 Allah'ı inkar etmemizi, O 'na  ortaklar koşmamızı  bize emredersiniz, derler.  Artık azabı gördüklerinde,
 için için yanarlar, bizde o inkar edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar"
(Sebe, 33)
"Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri: Biz, size gönderilmiş olan şeyi (tevhidi) inkar ediyoruz, demişlerdir"
(Sebe, 34)
UYDURMA DİN MENSUPLARININ ÖZELLİKLERİ:      Allah tarafından indirilen tevhid anlamına gelen İslam'ın değer verdiği ilkeler ile geleneksel uydurma din'in  değer verdiği ilkeler birbirinden çok farklıdır.
 Mesela:
 Vahyin İslam'ı, Kur'an'a, ilme, aklı kullanmaya,  tefekkür ve sorgulamaya değer verirken, beşeri sistemin tevhitsiz dini  atalarından intikal eden gelenekleri tek rehber edinir.
 Geleneksel dinin mensupları hiçbir zaman indirilen vahyi  araştırma zahmetine katlanmazlar.
Önlerine hazır olarak konmuş zehir zakkum olan  rivatlerden beslenmeyi tercih ederler.
 Kültür İslamı'nın tâbileri  akıllarını kullanmaz,  tefekkür etmez ve  asla sorgulama yapmazlar.  Mesela:
Çok ilginçtir uydurma dinin  bir mezhebinde helal olan bir şey diğer mezhepte haram olsa da bu aykırılık hiçbir zaman sorgulamaya tâbi  tutulmadan kabul edilir.
 Bir mezhepte farz olarak algılanan bir şey   diğer mezhepte mübah olması  hiç kimseyi rahatsız etmez.
Hatta Kur'an'a aykırı en akılsız uydurma ve içtihatlar bile sorgulanamaz bir hakikat olarak kabul edilir.
 İşte bundan dolayı Allah (Celle celaluhu)  Kur'an'ı Mübin'de  şöyle buyurur.
( Yahudiler) Allah ile beraber bilginlerini (hahamlarını)
( Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek İlaha kulluk etmeleri emredildi. O'ndan başka ilah yoktur.
O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır"
( Tevbe, 31)
 Dolayısıyla atalarından intikal eden inanç  ve amelleri, hadis ve içtihatları sorgulanamaz bir gerçek  ve mutlak bir hidayet kaynağı kabul ettiklerinden dolayı Ehli sünnet ve Şia mensupları âlimlerini ve müctehitlerini birer Rab ve ilah olarak kabul etmiş oluyorlar.
 Bunun başka bir izahı ve açıklaması yoktur. Yani anlayacağınız vahyin dini ile uydurma din arasında ortak hiçbir nokta bulunmaz.
 Biri aydınlık diğeri karanlık, biri mutlak hak ve hakikat diğeri tam batıl ve dalalet, biri rahmet ve mağfiret diğeri işkence ve azap.
" Çünkü Allah, hakkın ta  kendisidir, ondan başka kulluk yaptıkları ise hiç şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah çok yüce, çok büyüktür"
( Lokman, 30)
Kur'an'da en az yediyüz yerde  tefekkür ve türevleri ile alakalı ayet mevcutken, Şia ve Ehli sünnet kaynaklarında konu ile ilgili bir  bölüm bir bab bile açılmamıştır.
 Yani Şia ve Ehli sünnet dininde tefekkür ve aklı kullanma, araştırma ve sorgulama neredeyse yasak hale getirilmiştir.
Şia ve Ehli Sünnet dininde vahiy  ile ilgilenme vahyi  araştırma bir akılsızlık ve sapıklık olarak görmüştür.
 İlginç bir şey daha vardır ki, Ehli sünnetin sözde alimleri Kur'an ehli muvahhidlere söylemedik kötü söz etmedik  hakaret bırakmazken,  şirk yuvaları olan tarikatlar aleyhinde  bir söz bile söylemezler.
Aslına bakarsanız vahyin İslam'ı evrensel bir ahlaka sahip iken, Şia ve Ehli sünnet dinleri yerel ve ulusal bir özelliğe sahiptirler.
İSLAM ÜMMETİNDE HİÇ BİR ZAMAN ASRI SAADET YAŞANMADI:
Şia ve Ehli sünnet mezhepleri siyasi amaçla oluşturulmuş baştan sona kadar yalan ve hurafe olan kurumlardır.
 MESELA,
Ehli sünnet âlimleri Allah Resûlü'nün dönemini "Asrı Saadet" olarak tanımlamaktadırlar.  Halbuki Kur'an'a baktığımızda hiçbir zaman Asrı Saadet Devri'nin yaşanmadığını görürüz.
 Allah Resulü (Aleyhisselam) vefat edinceye kadar sıkıntı ve ızdırap içinde yaşamıştır.
En son nazil olan sürelerden Tevbe suresinin son ayeti şöyledir.
( Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece ona güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir"
( Tevbe, 129)
 Hatta tevbe süresinin büyük çoğunluğu müslüman ve münafıkların menfi hareketlerini eleştirerek Allah Resulüne karşı saygısızlık yapmamalarını emreder.
 Kur'an'a baktığımızda yüzlerce ayette Allah Resulü'nün vefat edinceye kadar hem Yahudilerden ve Hristiyanlar'dan hem de Müslümanlardan  ve münafıklardan çok sıkıntılar çektiğini görürüz.
 Yani şunu demek istiyorum, İslam ümmetinin başındaki sıkıntılar tarihin hiçbir devrinde kesintiye uğramamıştır.
 Allah Resulü vefat eder etmez arkadaşları arasında ihtilaflar başlamış birbirlerini katletmişlerdir.
 Hz Ali ile Muaviye arasında Sıffin de yapılan savaşta yetmiş bin, Hz Ali ile Allah Resulünun hanımı Aişe arasında Basra yakınlarında yapılan savaşta on beş bin,Yine Hz Ali ile  Hariciler  arasında Nehrevan'da  yapılan savaşta binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Muaviye Bin Ebi Süfyan'ın oğlu ikinci Emevi Halifesi Yezid'in ordusu Bizans askerleri ile birlikte (Hicri 61- Miladi 683) tarihinde    Medine'ye girerek  yüzlerce sahabi ile birlikte binlerce insanı katletmiş,her şeyi yağma ederek   Allah Resulü'nün arkadaşlarının kızlarına, hanımlarına ve gelinlerine üç gün boyunca tecavüz etmişlerdir.
10 Ekim 680, Miladi, 10 Muharrem 61 Hicri tarihinde Kerbela faciası olmuş, Allah Resulünun  ailesi ikinci Emevi  halifesi Muaviye nin oğlu Yezid'in ordusu tarafından tam bir katliama tâbi tutulmuştur.
 Ehli sünnet  hiç bir zaman bu vahşetleri dile getirmez. Çünkü Ehli sünnet  Emevi kuruluşu bir mezheptir.
Kerbela katliamında ordu kumandanı meşhur sahabi  Sâd bin Ebi vakkas'ın oğlu Ömer'dir.         Yani İslam tarihi bir iç  savaş ve katliam arenası  gibidir.
Osmanlı padişahı üçüncü Murat'ın oğlu üçüncü Mehmet tahta geçer geçmez çoğu sabi yaşta on dokuz kardeşini katletmiştir.
 Bizim yaştaki muvahhidlerin  ızdırab ve  işkencesi ise Sovyetler Birliği'nin 27 Aralık 1979 tarihinde  Afganistan'ı işgal etmesiyle başlar. Binlerce müslüman bu isgalde öldürülmüştür.
 Mücahitler komünist işgalciler  karşısında destansı bir mücadeleden sonra birbiriyle savaşmaya başladılar.
 Bir türlü ittifak kuramadılar. Ne de olsa savaşa alışmışlardı, barışa ayak uyduramadılar.
 Zaten bugünkü Afganistan'ın perişan durumu ortada duruyor.
 6 Nisan 1994 yılında başlayan iktidardaki Hutu'ların Fransa'nın desteği ile sistematik bir şekilde Tutsi azınlığın bir milyon insanını Çin'den satın aldıkları satırlarla diri diri doğramaları insanlık vicdanına  daha büyük bir darbe oldu. Satırla değil de silahla öldürülmek isteyen büyük paralar veriyordu.
Yani işkence ve azap hiç bir zaman dinmedi.
 1948 tarihinden itibaren İsrail'in filistinlilere karşı zâlimâne tutumu  ise hiçbir zaman kesintiye uğramadı.
 1 Mart 1992 tarihinden 14 Aralık 1995 tarihine kadar süren Bosna Hersek savaşında Avrupa'nın ortasında Birleşmiş milletler gözetiminde yaklaşık yüz bin Boşnak Müslümanı katledildi, kadınlara tecavüz yapılarak tam bir vahşet sergilendi.
 Sırpların boşnaklara yaptıkları bu  katliam nefesimizi kesti rahat ve huzur  bulamadık.
 Saddam'ın kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan Amerika İstilası ve ümmetin kanının  ve servetinin Emperyalistler  tarafından yağma edilmesi ile başlayan süreçte İrak'ın  parçalanıp yok edilmesi işkencesi  bizi yıkama uğrattı. Artık Mısır, Libya ve Yemen'de yapılan namussuz darbeleride siz hatırlayın.
 Arkasından Suriye iç savaşı için beterin beteri derken daha beteri Arakan katliamı ve perişanlığı baş gösterdi.
Ne yapacağımızı şaşırdık, bu işkence ve ızdırapları hak edecek ne yaptık?
İslam ümmetinin yarısı son derece lüks ve israf  içinde yaşarken diğer yarısı yokluğun ve fakirliğin pençesinde kıvranıyor.
Peki Kur'an, Tevhid, vahdet, infak, merhamet, kardeşlik,Allah yolunda mücadele,  sadakat ve fedakarlık nerde kaldı?
Bizim Müslümanlığımız nerede?
Halbuki Allah (cc)Kuranda şöyle buyuruyor.
"Şüphesiz Elçilerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz"
(Mümin, 51)