SÖZÜN ÖZÜ
(1.YAZI)
Kur'an, İslam dinin temelidir, apaçıktır ve mesajı bütün insanlar tarafından anlaşılan yani "Mübin" olan bir kitaptır.
"De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'an) gelmiştir. Artık (bundan sonra) kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır.
Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum )
(Ey Resul! ) Sen, sana vahyedilene tâbi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır"
"Andolsun ki biz size gerekeni açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve sorumluluk bilincine sahip kimseler için öğütler indirdik"
(Nur-34)
"De ki: Ben ancak, bu şehrin Rabbine-ki O burayı muharrem kılmıştır-kulluk etmekle emrolundum. Her şey zaten ona aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve Kur'an okumam emrolundu.
Artık ( bundan sonra) kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir; kimde saparsa ona de ki: Ben sadece uyarıcılardanım"
(Neml-91,92)
Kur'an, insanlar tarafından bilinemez, kendisine ulaşılamaz, anlaşılamaz, çok mukaddes, esrarengiz, sırlarla dolu bir kitap olarak tanıtıldığı sürece insan ile Yüce Allah veya insan ile din arasında arıcılığa soyunan yalancı sahtekarlar var olacaktır.
Veya Allah Resulü'ne iftira edilen hadis ve mezhep ictihadlarına göz yumulacak olursa, dini menfaat aracına ve ranta çevirecek kurum ve kişiler eksik olmayacaktır.
Şia ve Ehli Sünnet âlimlerince öne sürülen Kur'an'ın yetersizliği, Kur'an'ın hadislere olan ihtiyacının hadislerin Kur'an'a ihtiyacından daha fazladır hezeyanları,
Sünnet'in (hadislerin) Kur'an'a egemen olduğu (essünnetü kâdiyetun alel kitébi) veya Kur'an'ın bilinmezliğine, veya Allah'ın rahmet ve mağfiretinden daha çok azaba ve korkuya, insanları bekleyen korkunç akibete sürekli vurgu yapılması,
ümmi insanları sahte ve sanal sığınaklar ve çıkış yolları aramaya sevk etmiş, neticede karşı durulması zor olan cezbedici bir din piyasası ve hayli karlı lânet olası bir ticaret alanı ortaya çıkarmıştır.
Halbuki daha Allah Resulü hayatta iken indirilen vahiy ile din tamamlanmış (Mâide-3) hiç kimseye Allah adına söz söyleme hakkı ve aracılık yetkisi verilmemiştir.
Dolayısıyla Allah'ın kitab'ı öncelikli olarak insana hitap eder.
Kur'an ehli muvahhidler dini yeniden inşa eden değil, sözün gücüne dayandığından dolayı Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü kendi içinde bulunan çözümünü yani hikmetini topluma aktaran kimselerdir.
Kur'an'ın en temel özelliği bireyi muhatap alması, kitlelerle ilgili mesajlarında da her zaman bireyin sorumluluğunu devrede tutmasıdır.
Yani Kur'an'ı Mübin toplumsal yapı ve kurallar, insan için koruyucu sınırlar, zorlayıcı yaptırımlar içerse de en sonunda her insan kendi inanç dünyasını kendisi inşa edecektir.
"Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahman'a gelecektir.
O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit etmiştir. Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına yapayalnız gelecektir"
(Meryem-93,94,95)
Nihayi karar bireyindir ve onun inancını kabul veya reddedecek olan yüce Allah'tır.
Kur'an'da bu anlamıyla aracı bir kurum ve sınıftan söz edilemez.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne baktığımızda "kafir, münafık, Allah'ın âyetlerini yalanlama, onları inkar etme, üzerini örtme, görmezden gelme, onları gizleme, şirk, zulüm, gibi kavramlar ümmi halk yani Allah'ın hidayet yolundan engellenen saf insanlar için kullanılmamıştır.
Bu gibi kavramlar bilinçli ve şuurlu bir şekilde Kur'an'ın yetersizliliğini iddia eden, Allah'ın dosdoğru yolunu yamuk gösteren yani ilim adamları ve dinde söz söyleme hakkını elinde bulunduran Kur'an'ın deyimi ile "kitap yüklü eşekler" ile alakalı bir durumdur.
Allah'ın yolundan engellenen, Kur'an'ın yolundan uzaklaştırılan güzel ahlak sahibi ve merhametli olan kilise, havra, cemevi cami cemaati için cehenneme girme söz konusu değildir.
Cehenneme girme ümmilere uydurma din dayatan, Allah ile insanları aldatan, dini menfaat aracına dönüştüren ilim adamları, tarikat şeyhleri, cemaat liderleri ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olanlar için söz konusudur.
( Bakara- 165, 166, 167; Şuara-90--103)
17 Eylül 2019 Salı
SAHTE PARA İLE ALIŞ VERİŞ YASAK AMA...!
"Şimdi (düşünün bakalım), yüz üstü sürünerek yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün olarak yürüyen mi?
(Mülk, 22)
Usta bir ressam yapmış olduğu resmin bozulmasını veya ikinci bir elin ona karışmasını kabul etmez.
Bir saat atölyesinin el yapımı, orijinal, değerli olarak imal ettiği emek mahsulu bir saatin markasının veya parçalarının değiştirilmesine sahibi veya ustası asla razı olmaz.
Veya ünlü bir mimarın tamamen taş ve mermerden oyma el işçiliği ile inşa ettiği muhteşem sanat eserinin herhangi bir boya ile boyanmasını veya fayans gibi yapay malzemelerle kaplanmasını hiçbir zaman istemez.
Usta bir aşçının yapmış olduğu bir kazan yemeğin içine bir damla olsun yabancı bir maddenin veya bir necasetin karışmasını arzu etmez.
Veya bir devlet başkanının işine ve hükmüne başkasının karışmasını istemez.
Sebzeden meyveye, ev eşyasından arabaya bütün maddi ve manevi şeylerde hatta manevi ve insani ilişkilerde sahtecilik hiç kimsenin hoşuna gitmez.
Aynen bunun gibi yüce Allah'da indirmiş olduğu dinin temiz, hanif, saf, sade, orijinal ve organik olarak yani kendisinden indiği gibi yaşanmasını ister.
İşte bu yüzden birçok âyette isimlendirmeden boyasına, inancından ameline kadar Allah kendi dinini tamamlamış ki, başkasının eli ona karışmasın.
Din Allah'tan geldiği gibi orijinal olarak yaşansın.
"Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
( Bakara, 42)
"O daima diri olandır, O'ndan başka ilah yoktur. O halde dinde ihlaslı ve samimi olarak sadece ona dua edin.
Her türlü hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur"
(Mümin, 65)
"De ki: Bana, dini yalnız Allah'a özel kılarak kulluk etmem emrolundu. Bana Müslümanların (muvahhidlerin) ilki olmam emrolundu"
(Zümer, 11, 12)
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri ve muhaddisleri dinde rivayet ve içtihatlarıyla orijinal, saf, temiz bir şey bırakmamışlardır.
Yani İbrahim (as) ın hanif dinine her türlü tahrifatı yapıp her türlü kötülüğü uygun gördüler.
Allah'ın kitabına iltifat etmediler.
Allah'ı yalancılıkla suçlar gibi vahiy'den yüz çevirdiler.
Hakikatinin üstünü örterek onu inkar ettiler.
Ona her türlü batılı karıştırdılar.
İslam'ın adını bile kendilerine uygun görmediler.
Ona asla kulak asmadılar.
Onu dinlemediler.
Onu dile getirenleri düşman bellediler.
Halbuki Allah indirmiş olduğu vahye ihanet edilmemesi ile ilgili olarak yüzlerce âyette onları uyardı.
Bütün bu gerçeklere rağmen bu ihaneti ona yaptılar.
Şia ve Ehli Sünnet'in rivayet dini uydurma, sanal, hormonlu, kimyasal, zehirli ve ölümcül bir dindir.
Bir din değil âdeta ölümcül bir silahtır.
Dolayısıyla Allah tarafından indirilen, ilâhi zâtın iradesine bağlı tamamen rahmet ve hidayet olan bir sistem ile insan tarafından uydurulan bir sistem arasında ne kadar büyük farkın olacağını anlamak gerekir.
Kur'an baştan sona kadar yüzlerce âyette din ve hüküm olarak kendisinden başka hiçbir sözün olmadığını anlatır.
Bu ayetleri ancak kör ve sağır olanlar görmez, ve duymazlar.
"Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar"
( Furkan, 73)
Yani şimdi sahte para ile alışveriş yasak ama sahte din ile her türlü yalan, dolan, üçkağıtçılık, talan, yağma, aldatma ve soygun serbest öyle mi?
"Şimdi (düşünün bakalım), yüz üstü sürünerek yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün olarak yürüyen mi?
(Mülk, 22)
Usta bir ressam yapmış olduğu resmin bozulmasını veya ikinci bir elin ona karışmasını kabul etmez.
Bir saat atölyesinin el yapımı, orijinal, değerli olarak imal ettiği emek mahsulu bir saatin markasının veya parçalarının değiştirilmesine sahibi veya ustası asla razı olmaz.
Veya ünlü bir mimarın tamamen taş ve mermerden oyma el işçiliği ile inşa ettiği muhteşem sanat eserinin herhangi bir boya ile boyanmasını veya fayans gibi yapay malzemelerle kaplanmasını hiçbir zaman istemez.
Usta bir aşçının yapmış olduğu bir kazan yemeğin içine bir damla olsun yabancı bir maddenin veya bir necasetin karışmasını arzu etmez.
Veya bir devlet başkanının işine ve hükmüne başkasının karışmasını istemez.
Sebzeden meyveye, ev eşyasından arabaya bütün maddi ve manevi şeylerde hatta manevi ve insani ilişkilerde sahtecilik hiç kimsenin hoşuna gitmez.
Aynen bunun gibi yüce Allah'da indirmiş olduğu dinin temiz, hanif, saf, sade, orijinal ve organik olarak yani kendisinden indiği gibi yaşanmasını ister.
İşte bu yüzden birçok âyette isimlendirmeden boyasına, inancından ameline kadar Allah kendi dinini tamamlamış ki, başkasının eli ona karışmasın.
Din Allah'tan geldiği gibi orijinal olarak yaşansın.
"Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
( Bakara, 42)
"O daima diri olandır, O'ndan başka ilah yoktur. O halde dinde ihlaslı ve samimi olarak sadece ona dua edin.
Her türlü hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur"
(Mümin, 65)
"De ki: Bana, dini yalnız Allah'a özel kılarak kulluk etmem emrolundu. Bana Müslümanların (muvahhidlerin) ilki olmam emrolundu"
(Zümer, 11, 12)
İşte Şia ve Ehli Sünnet'in âlimleri ve muhaddisleri dinde rivayet ve içtihatlarıyla orijinal, saf, temiz bir şey bırakmamışlardır.
Yani İbrahim (as) ın hanif dinine her türlü tahrifatı yapıp her türlü kötülüğü uygun gördüler.
Allah'ın kitabına iltifat etmediler.
Allah'ı yalancılıkla suçlar gibi vahiy'den yüz çevirdiler.
Hakikatinin üstünü örterek onu inkar ettiler.
Ona her türlü batılı karıştırdılar.
İslam'ın adını bile kendilerine uygun görmediler.
Ona asla kulak asmadılar.
Onu dinlemediler.
Onu dile getirenleri düşman bellediler.
Halbuki Allah indirmiş olduğu vahye ihanet edilmemesi ile ilgili olarak yüzlerce âyette onları uyardı.
Bütün bu gerçeklere rağmen bu ihaneti ona yaptılar.
Şia ve Ehli Sünnet'in rivayet dini uydurma, sanal, hormonlu, kimyasal, zehirli ve ölümcül bir dindir.
Bir din değil âdeta ölümcül bir silahtır.
Dolayısıyla Allah tarafından indirilen, ilâhi zâtın iradesine bağlı tamamen rahmet ve hidayet olan bir sistem ile insan tarafından uydurulan bir sistem arasında ne kadar büyük farkın olacağını anlamak gerekir.
Kur'an baştan sona kadar yüzlerce âyette din ve hüküm olarak kendisinden başka hiçbir sözün olmadığını anlatır.
Bu ayetleri ancak kör ve sağır olanlar görmez, ve duymazlar.
"Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar"
( Furkan, 73)
Yani şimdi sahte para ile alışveriş yasak ama sahte din ile her türlü yalan, dolan, üçkağıtçılık, talan, yağma, aldatma ve soygun serbest öyle mi?
MUHAMMED-NEBİ-RESÜL
(3.YAZI)
Nebi ile Resul arasında bulunan farklar sayesinde her gün Kur'an'ın hikmetinden bir şeyler öğreniyoruz.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan en son öğrendiğimiz gerçek, kendisine vahiy indirilinceye kadar Muhammed (a.s) ın diğer insanlardan hiçbir farkının olmadığıdır.
Kendisine Allah tarafından vahiy indirilinceye kadar Muhammed (a.s) Ebu Bekir ve Ömer gibi bir Mekke vatandaşıdır.
(Kehf-111; Fussilet- 6)
Kendisine vahiy indirildikten sonra artık Muhammed (a.s) ın Mekke vatandaşlığı sona erer.
Çünkü artık Muhammed kimliği yerine onun Nübüvvet makamı ve Risalet misyonu mevcuttur.
Yani Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından kendisine vahiy indirildikten sonra artık o Nebi ve Resul'dur.
İşte bu yüzden Kur'an ona her zaman durumuna göre "Ey Nebi! veya "Ey Resul! diye hitap etmektedir.
Onun için kendisine vahiy indirildikten sonra Kur'an Muhammed kimliği üzerinde hiç durmaz.
Artık o kendisine vahiy indirilen Nebi, o vahyi insanlara tebliğ etmesi gereken Allah'ın Resulü'dür.
Kur'an'da dört yerde geçen Muhammed ismi bile "Nebi" ile "Resul" misyonu ile ilgili olarak geçmektedir.
Yani dört yerde Muhammed isminin geçmesi onun vahiy'den bağımsız değerli olduğunu ortaya koymak için değil, Nebi ile Resul misyonunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymak içindir.
Şimdi âyetlere bir göz atalım.
"Muhammed, ancak bir Resul'dür. Ondan önce de Resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür, ya da öldürülürse gerisin geriye (şirke) mi döneceksiniz..."
( Âli İmran-144)
Bu âyet, İslam davasının Risalet misyonun da üzerinde olduğunu yani Resulün görevini bile aştığını ortaya koymaktadır.
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o Allah'ın Resul'ü ve Nebi'lerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir"
(Ahzab-40)
Bu âyet, vahiy indikten sonra Muhammed (a.s) ın Nübüvvet makamı ve Risalet misyonu sayesinde diğer insanlardan ayrıldığını ortaya koyuyor.
Yani Nebi makamına ve Risalet misyonuna karşı saygı ve sevgide kusur yapılmaması gerekmektedir.
"İman edip yararlı işler yapanların Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene iman edenlerin günahlarını Allah örtmüş ve durumlarını düzeltmiştir"
( Muhammed- 2)
Yukarıdaki âyet ise, indirilen vahye dikkat çekilmiş ve diğer insanların vahyi sahiplenip fitne çıkarmamaları için "Muhammed'e indirilene iman edenler" denilerek vahyin başka kimseye değil, Muhammed (a.s) indirildiğini haber vermektedir.
Çünkü müşriklerin de inandığı Allah tarafından vahyin indirilmesi büyük bir onur ve şeref olduğu için diğer kabile ve aşiretler vahyi sahiplenip kendilerinden bir kişiye geldiğini iddia etmelerine karşılık vahyin kesin adresini belirleme çok önemlidir.
"Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?
(Zuhruf-31)
Aynı şekilde şu âyet şüphesiz bir şekilde tam olarak adresi ortaya koymaktadır.
"Muhammed Allah'ın Resulüdür..."
(Fetih- 29)
Dolayısıyla
1-) Kendisine vahiy indirilinceye kadar Muhammed diğer insanlardan farksız olarak sade bir Mekke vatandaşıdır.
2-) Kendisine vahiy indirildikten sonra artık o kesintisiz, her an, sürekli olarak, gece gündüz, yirmi dört saat, vefat edinceye kadar hatta âhirette bile nubuvvet makam ve mertebesine sahiptir.
3-) Kendisine Allah tarafından vahiy indirilip insanlara ulaştırdığı andaki konumu ise Resul'dür.
Yani Risalet misyonu her an devamlı olarak devam eden bir görev değil, aralıklı bir konumdur.
Risalet ile vahiy arasında hiçbir fark yoktur. Resul eşittir vahiy olarak anlamak gerekmektedir.
Peki bu gerçekleri öğrenmenin faydaları nelerdir.
1-) Kendisine vahiy indirildikten sonra artık Muhammed kimliğine sahip bir kişinin olmadığını bilmiş oluyoruz.
Yani Kur'an'da onunla alakalı geçen bütün zamir ve fiillerin Muhammed (a.s) kimliğini ilgilendirmediğini bütün fiillerin Nebi veya Resul ile ilgili olduklarını öğrenmiş olacağız.
2-) Vahiy indirildikten sonra artık onun doğumuna, çocukluğuna, gençlik çağına yani Nübüvvetten önceki zamana o zamanla alakalı anlatılan bütün olağanüstü olayların yalan ve uydurma olduklarını bilmiş olacağız.
3-) Kim olursa olsun kendisine vahiy indirilmeyen bütün insanları birbirinden ayıran tek şeyin takva (Hucurat-13) olduğunu ve kimin daha takva sahibi olduğunun (Necm-32)
Allah'ın bilgisinde olduğunun bilincine sahip olacağız.
Yani Allah Resulü (a.s) ın arkadaşları ile günümüzde yaşayan müminler arasında takva haricinde hiçbir üstünlük yoktur.
Dolayısıyla ne ehl-i sünnetin kaynaklarında bulunan Ebubekir o Ebubekir, ne Ömer o Ömer değildir.
Ne Şia'nın kaynaklarında geçen Ali o Ali, Selman o Selman, Ebu Zer o Ebu Zer değildir.
Kur'an'da var olan bu gerçekler bilinirse insanlar beyinlerini ve akıllarını başkalarına kiraya vermeyecek kendileri gibi olan (Âraf-194) diğer insanlara kul ve köle olmayacaklardır.
(3.YAZI)
Nebi ile Resul arasında bulunan farklar sayesinde her gün Kur'an'ın hikmetinden bir şeyler öğreniyoruz.
Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan en son öğrendiğimiz gerçek, kendisine vahiy indirilinceye kadar Muhammed (a.s) ın diğer insanlardan hiçbir farkının olmadığıdır.
Kendisine Allah tarafından vahiy indirilinceye kadar Muhammed (a.s) Ebu Bekir ve Ömer gibi bir Mekke vatandaşıdır.
(Kehf-111; Fussilet- 6)
Kendisine vahiy indirildikten sonra artık Muhammed (a.s) ın Mekke vatandaşlığı sona erer.
Çünkü artık Muhammed kimliği yerine onun Nübüvvet makamı ve Risalet misyonu mevcuttur.
Yani Rahmân ve Rahim olan Allah tarafından kendisine vahiy indirildikten sonra artık o Nebi ve Resul'dur.
İşte bu yüzden Kur'an ona her zaman durumuna göre "Ey Nebi! veya "Ey Resul! diye hitap etmektedir.
Onun için kendisine vahiy indirildikten sonra Kur'an Muhammed kimliği üzerinde hiç durmaz.
Artık o kendisine vahiy indirilen Nebi, o vahyi insanlara tebliğ etmesi gereken Allah'ın Resulü'dür.
Kur'an'da dört yerde geçen Muhammed ismi bile "Nebi" ile "Resul" misyonu ile ilgili olarak geçmektedir.
Yani dört yerde Muhammed isminin geçmesi onun vahiy'den bağımsız değerli olduğunu ortaya koymak için değil, Nebi ile Resul misyonunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymak içindir.
Şimdi âyetlere bir göz atalım.
"Muhammed, ancak bir Resul'dür. Ondan önce de Resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür, ya da öldürülürse gerisin geriye (şirke) mi döneceksiniz..."
( Âli İmran-144)
Bu âyet, İslam davasının Risalet misyonun da üzerinde olduğunu yani Resulün görevini bile aştığını ortaya koymaktadır.
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o Allah'ın Resul'ü ve Nebi'lerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir"
(Ahzab-40)
Bu âyet, vahiy indikten sonra Muhammed (a.s) ın Nübüvvet makamı ve Risalet misyonu sayesinde diğer insanlardan ayrıldığını ortaya koyuyor.
Yani Nebi makamına ve Risalet misyonuna karşı saygı ve sevgide kusur yapılmaması gerekmektedir.
"İman edip yararlı işler yapanların Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene iman edenlerin günahlarını Allah örtmüş ve durumlarını düzeltmiştir"
( Muhammed- 2)
Yukarıdaki âyet ise, indirilen vahye dikkat çekilmiş ve diğer insanların vahyi sahiplenip fitne çıkarmamaları için "Muhammed'e indirilene iman edenler" denilerek vahyin başka kimseye değil, Muhammed (a.s) indirildiğini haber vermektedir.
Çünkü müşriklerin de inandığı Allah tarafından vahyin indirilmesi büyük bir onur ve şeref olduğu için diğer kabile ve aşiretler vahyi sahiplenip kendilerinden bir kişiye geldiğini iddia etmelerine karşılık vahyin kesin adresini belirleme çok önemlidir.
"Ve dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?
(Zuhruf-31)
Aynı şekilde şu âyet şüphesiz bir şekilde tam olarak adresi ortaya koymaktadır.
"Muhammed Allah'ın Resulüdür..."
(Fetih- 29)
Dolayısıyla
1-) Kendisine vahiy indirilinceye kadar Muhammed diğer insanlardan farksız olarak sade bir Mekke vatandaşıdır.
2-) Kendisine vahiy indirildikten sonra artık o kesintisiz, her an, sürekli olarak, gece gündüz, yirmi dört saat, vefat edinceye kadar hatta âhirette bile nubuvvet makam ve mertebesine sahiptir.
3-) Kendisine Allah tarafından vahiy indirilip insanlara ulaştırdığı andaki konumu ise Resul'dür.
Yani Risalet misyonu her an devamlı olarak devam eden bir görev değil, aralıklı bir konumdur.
Risalet ile vahiy arasında hiçbir fark yoktur. Resul eşittir vahiy olarak anlamak gerekmektedir.
Peki bu gerçekleri öğrenmenin faydaları nelerdir.
1-) Kendisine vahiy indirildikten sonra artık Muhammed kimliğine sahip bir kişinin olmadığını bilmiş oluyoruz.
Yani Kur'an'da onunla alakalı geçen bütün zamir ve fiillerin Muhammed (a.s) kimliğini ilgilendirmediğini bütün fiillerin Nebi veya Resul ile ilgili olduklarını öğrenmiş olacağız.
2-) Vahiy indirildikten sonra artık onun doğumuna, çocukluğuna, gençlik çağına yani Nübüvvetten önceki zamana o zamanla alakalı anlatılan bütün olağanüstü olayların yalan ve uydurma olduklarını bilmiş olacağız.
3-) Kim olursa olsun kendisine vahiy indirilmeyen bütün insanları birbirinden ayıran tek şeyin takva (Hucurat-13) olduğunu ve kimin daha takva sahibi olduğunun (Necm-32)
Allah'ın bilgisinde olduğunun bilincine sahip olacağız.
Yani Allah Resulü (a.s) ın arkadaşları ile günümüzde yaşayan müminler arasında takva haricinde hiçbir üstünlük yoktur.
Dolayısıyla ne ehl-i sünnetin kaynaklarında bulunan Ebubekir o Ebubekir, ne Ömer o Ömer değildir.
Ne Şia'nın kaynaklarında geçen Ali o Ali, Selman o Selman, Ebu Zer o Ebu Zer değildir.
Kur'an'da var olan bu gerçekler bilinirse insanlar beyinlerini ve akıllarını başkalarına kiraya vermeyecek kendileri gibi olan (Âraf-194) diğer insanlara kul ve köle olmayacaklardır.
EN TEHLİKELİ KİRLİLİK
Son yıllarda doğal dengenin korunması ile ilgili çalışmalar hız kazandı.
Çevreye duyarlı olan uzmanlar, havanın, denizlerin ve karanın temizlenmesi ile alakalı güzel şeyler söylüyorlar.
Aslında tabiatın yaratıldığı gibi Naturel kalması ile ilgili söylenenlerin özeti Allah'tan indirilen vahiy tarafından asırlar öncesinden dile getirilmiştir.
Çünkü göklerin ve yerin sahibi Rahmân ve Rahim olan Allah kendi nefsine merhamet etmeyi gerekli kılmış,
(En'am-12) doğal dengenin korunması için birçok âyette bozgun çıkarmamaları için insanları uyarmıştır.
"Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu, Sakın dengeyi bozmayın"
( Rahman,7--8)
Fakat Ademoğlu fıtratı gereği hayır ve takva ortaya koyduğu gibi, isyan ve tuğyan da yani anarşi ve terör çıkarma kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır.
Bundan dolayı yüce Allah, takva ve hayır yönüne destek olma bakımından fıtratın yanında vahiy ve elçiler göndererek kullarına yardım etmeyi amaçlamıştır.
"İyilik ve takvada (sorumlulukta) yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olun. Çünkü Allah'ın cezalandırması çok şiddetlidir"
(Maide- 2)
Şunu demek istiyorum
İnsanların sağlıklı bir yaşam standartına göre tertemiz ve sağlıklı yaratılan dünyanın çeşitli kimyasal maddelerle bozulması nasıl ki, hayat için büyük bir tehlike ise, inanç, düşünce, ahlak ve fikirde de bozulma ve kirlilik daha büyük bir tehlikedir.
Yani dinimizin, inancımızın, akıl ve zihin dünyamızın doğal, organik, orijinal, Allah tarafından indirilen halis, saf, tertemiz olan vahyin dışında kalan rivayet ve içtihatlar, inanç ve fikirler, mezhep ve fırkalardan korunması her şeyden daha önemli ve hayati bir meseledir.
Nasil ki, yer yüzünde tâbii olarak var olan her şey insanın kimyası ile uyumlu ve ihtiyaçlarına göre yaratılmış ise, yine Allah tarafından indirilen vahiy de insanın fıtratına göre inanç ve ilkeler ortaya koymuştur.
Kirlilik sadece deniz, kara, hava ve çevre ilgili bir olgu değildir.
Aslında en önemli ıslah ve temizlik din ve inançta, zihin ve akılda olan kirliliğe karşı yapılan ıslah ve temizliktir.
İnsanların en çok aldatıkdıkları, mal ve mülklerinin çalındığı ve gasbedildiği alan kirli inanç alanıdır.
Uydurma dinin meydana getirdiği zaman israfını hiç bir şey getiremez.
Allah tarafından gönderilen tüm elçilerin görevi kirletilmiş vahiy dinini temizlemekten başka bir şey değildir.
Çünkü din ve inanç kirliliği kadar tehlikeli bir kirlilik mevcut değildir.
İnsanlık tarihinde bulunan katliamların en büyük sebebi inanç kirliliğidir.
Dolayısıyla dünya tarihinde uydurma din ve inançtan daha tehlikeli bir silah icat edilmemiştir.
Orjinal, saf vahiy dininde meydana gelen yozlaşma ve bozulma bütün ölümcül silahlardan daha tehlikeli ve daha vahşi bir silaha dönüşecektir.
Tabiatı kirlerden temizlemenin bir çok yolu vardır.
Doğal dengenin tabiatını koruma ve temizleme çareleri her zaman bulunabilir.
Fakat insanların inanç dünyalarını saran şirk ve hurafeleri vahiy'den başka bir şeyle temizleme imkanı bulunmamaktadır.
Ayrıca insanların inanç ve zihin dünyalarını kaplayan kirlilik çok çeşitlidir.
Kirlilik sadece denizde, havada, karada, vücutta, elbise, sokakta, arabada evde ve çevrede değildir.
Esas kirlilik dinde, inançta, zihinde, akılda ve ahlakta olan kirliliktir.
Dolayısıyla din, inanç, ahlak, zihin, akıl ve mantıktaki kirliliği yok etmedikçe gerçek temizliğe yani tabii güzellik ve mutluluğa ulaşamayız.
Allah Resulü adına uydurulan bütün hadisler bir kirliliktir, ictihadlar, mezhepler, fırkalar, cemaatler, tarikatlar gerçek olarak büyük bir kirliliktir.
Rivayet ve ictihatlardan, Fırka ve Mezheplere, Cemaat ve Tarikatlardan, uydurma Evliya ve İlâhlara, Gavslardan Şeyhlere, Mesnevilerden Müsnedlere, Sünenlerden Mü'cemlere, Marifetnamelerden Risale'i Nurlara kadar yüzlerce, binlerce kirlilik ve bataklık toplumun beynini kemirmektedir.
Fert ve toplum, zihin ve akıl, beyin ve gönül yalan, iftira, uydurma, şirk ve hurafelerle kirlenir.
Hatta öyle bir kirlenir ki, tüm bu değerler iflas ederek kullanılamaz hale gelir.
Kalpler taş, gözler kör olur, kulaklar sağır, insanlar merhametten yoksun, duygusuz vahşi bir hayvan gibi olur.
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dileyene işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin. Sen sadece bir uyarıcısın"
(Fâtır, 19--23)
"Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar"
(Furkan-44)
Dolayısıyla vahyi tek kaynak kabul eden muvahhidler en önemli çevreci ve ıslah ediciler olarak kabul edilmelidir.
Çünkü en zor temizlik insanların inanç ve zihinlerine hakim olmuş yüzyılların kirliliğine karşı yapılan temizliktir.
Her önüne gelenin içine bir şirk ve hurafe attığı, orijinal, hâlis, tertemiz, hanif, Allah'ın sırat-ı müstakim olan hidayet ve rahmet dini tam bir mezbele haline getirilmiştir.
Gerçi bu kirliliğe karşı başarılı olmuş bir Allah Resulü yoktur.
Fakat insanlara bulundukları bataklık ve kirliliği hatırlatmak da önemli bir görev ve büyük bir onurdur.
Ayrıca bu kirliliği meydana getiren Kur'an cahili ulema! sorgulanamaz bir ilâh ve rab konumuna yükseltilmiş, kutsal ve dokunulmaz olarak dikte edilmiştir.
Yaşayanların kaderi çürüyen ölülere teslim edilmiştir.
Artık hayata ölüler yön vermekte, Hakim ve Alim olan Allah yerine ölülerin hükümleri hayata hakim olmaktadır.
Halbuki Evvel ve Âhir olan Allah'ın ölülerle ilgili hükmü şu şekilde karara bağlanmıştı.
"Allah'ı bırakıp da (yöresinde, yanında, ötesinde, berisinde) kulluk ettikleri (evliya ve ilahlar) hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.
Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler"
(Nahl, 20--21)
Dünyada iradesini ölülere teslim edenlerden daha ahmak kimse yoktur.
İnanç ve gelecekleri için ölülere müracaat eden bir milletten önemli bir gelişme ve hayırlı bir hizmet beklenemez.
Ölülere güvenen ve onlardan yardım dileyen bir halktan medeniyet yolunda bir icad ve fazilet meydana gelmez.
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter"
(Furkan-58)
Son yıllarda doğal dengenin korunması ile ilgili çalışmalar hız kazandı.
Çevreye duyarlı olan uzmanlar, havanın, denizlerin ve karanın temizlenmesi ile alakalı güzel şeyler söylüyorlar.
Aslında tabiatın yaratıldığı gibi Naturel kalması ile ilgili söylenenlerin özeti Allah'tan indirilen vahiy tarafından asırlar öncesinden dile getirilmiştir.
Çünkü göklerin ve yerin sahibi Rahmân ve Rahim olan Allah kendi nefsine merhamet etmeyi gerekli kılmış,
(En'am-12) doğal dengenin korunması için birçok âyette bozgun çıkarmamaları için insanları uyarmıştır.
"Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu, Sakın dengeyi bozmayın"
( Rahman,7--8)
Fakat Ademoğlu fıtratı gereği hayır ve takva ortaya koyduğu gibi, isyan ve tuğyan da yani anarşi ve terör çıkarma kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır.
Bundan dolayı yüce Allah, takva ve hayır yönüne destek olma bakımından fıtratın yanında vahiy ve elçiler göndererek kullarına yardım etmeyi amaçlamıştır.
"İyilik ve takvada (sorumlulukta) yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olun. Çünkü Allah'ın cezalandırması çok şiddetlidir"
(Maide- 2)
Şunu demek istiyorum
İnsanların sağlıklı bir yaşam standartına göre tertemiz ve sağlıklı yaratılan dünyanın çeşitli kimyasal maddelerle bozulması nasıl ki, hayat için büyük bir tehlike ise, inanç, düşünce, ahlak ve fikirde de bozulma ve kirlilik daha büyük bir tehlikedir.
Yani dinimizin, inancımızın, akıl ve zihin dünyamızın doğal, organik, orijinal, Allah tarafından indirilen halis, saf, tertemiz olan vahyin dışında kalan rivayet ve içtihatlar, inanç ve fikirler, mezhep ve fırkalardan korunması her şeyden daha önemli ve hayati bir meseledir.
Nasil ki, yer yüzünde tâbii olarak var olan her şey insanın kimyası ile uyumlu ve ihtiyaçlarına göre yaratılmış ise, yine Allah tarafından indirilen vahiy de insanın fıtratına göre inanç ve ilkeler ortaya koymuştur.
Kirlilik sadece deniz, kara, hava ve çevre ilgili bir olgu değildir.
Aslında en önemli ıslah ve temizlik din ve inançta, zihin ve akılda olan kirliliğe karşı yapılan ıslah ve temizliktir.
İnsanların en çok aldatıkdıkları, mal ve mülklerinin çalındığı ve gasbedildiği alan kirli inanç alanıdır.
Uydurma dinin meydana getirdiği zaman israfını hiç bir şey getiremez.
Allah tarafından gönderilen tüm elçilerin görevi kirletilmiş vahiy dinini temizlemekten başka bir şey değildir.
Çünkü din ve inanç kirliliği kadar tehlikeli bir kirlilik mevcut değildir.
İnsanlık tarihinde bulunan katliamların en büyük sebebi inanç kirliliğidir.
Dolayısıyla dünya tarihinde uydurma din ve inançtan daha tehlikeli bir silah icat edilmemiştir.
Orjinal, saf vahiy dininde meydana gelen yozlaşma ve bozulma bütün ölümcül silahlardan daha tehlikeli ve daha vahşi bir silaha dönüşecektir.
Tabiatı kirlerden temizlemenin bir çok yolu vardır.
Doğal dengenin tabiatını koruma ve temizleme çareleri her zaman bulunabilir.
Fakat insanların inanç dünyalarını saran şirk ve hurafeleri vahiy'den başka bir şeyle temizleme imkanı bulunmamaktadır.
Ayrıca insanların inanç ve zihin dünyalarını kaplayan kirlilik çok çeşitlidir.
Kirlilik sadece denizde, havada, karada, vücutta, elbise, sokakta, arabada evde ve çevrede değildir.
Esas kirlilik dinde, inançta, zihinde, akılda ve ahlakta olan kirliliktir.
Dolayısıyla din, inanç, ahlak, zihin, akıl ve mantıktaki kirliliği yok etmedikçe gerçek temizliğe yani tabii güzellik ve mutluluğa ulaşamayız.
Allah Resulü adına uydurulan bütün hadisler bir kirliliktir, ictihadlar, mezhepler, fırkalar, cemaatler, tarikatlar gerçek olarak büyük bir kirliliktir.
Rivayet ve ictihatlardan, Fırka ve Mezheplere, Cemaat ve Tarikatlardan, uydurma Evliya ve İlâhlara, Gavslardan Şeyhlere, Mesnevilerden Müsnedlere, Sünenlerden Mü'cemlere, Marifetnamelerden Risale'i Nurlara kadar yüzlerce, binlerce kirlilik ve bataklık toplumun beynini kemirmektedir.
Fert ve toplum, zihin ve akıl, beyin ve gönül yalan, iftira, uydurma, şirk ve hurafelerle kirlenir.
Hatta öyle bir kirlenir ki, tüm bu değerler iflas ederek kullanılamaz hale gelir.
Kalpler taş, gözler kör olur, kulaklar sağır, insanlar merhametten yoksun, duygusuz vahşi bir hayvan gibi olur.
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah dileyene işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin. Sen sadece bir uyarıcısın"
(Fâtır, 19--23)
"Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar"
(Furkan-44)
Dolayısıyla vahyi tek kaynak kabul eden muvahhidler en önemli çevreci ve ıslah ediciler olarak kabul edilmelidir.
Çünkü en zor temizlik insanların inanç ve zihinlerine hakim olmuş yüzyılların kirliliğine karşı yapılan temizliktir.
Her önüne gelenin içine bir şirk ve hurafe attığı, orijinal, hâlis, tertemiz, hanif, Allah'ın sırat-ı müstakim olan hidayet ve rahmet dini tam bir mezbele haline getirilmiştir.
Gerçi bu kirliliğe karşı başarılı olmuş bir Allah Resulü yoktur.
Fakat insanlara bulundukları bataklık ve kirliliği hatırlatmak da önemli bir görev ve büyük bir onurdur.
Ayrıca bu kirliliği meydana getiren Kur'an cahili ulema! sorgulanamaz bir ilâh ve rab konumuna yükseltilmiş, kutsal ve dokunulmaz olarak dikte edilmiştir.
Yaşayanların kaderi çürüyen ölülere teslim edilmiştir.
Artık hayata ölüler yön vermekte, Hakim ve Alim olan Allah yerine ölülerin hükümleri hayata hakim olmaktadır.
Halbuki Evvel ve Âhir olan Allah'ın ölülerle ilgili hükmü şu şekilde karara bağlanmıştı.
"Allah'ı bırakıp da (yöresinde, yanında, ötesinde, berisinde) kulluk ettikleri (evliya ve ilahlar) hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.
Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler"
(Nahl, 20--21)
Dünyada iradesini ölülere teslim edenlerden daha ahmak kimse yoktur.
İnanç ve gelecekleri için ölülere müracaat eden bir milletten önemli bir gelişme ve hayırlı bir hizmet beklenemez.
Ölülere güvenen ve onlardan yardım dileyen bir halktan medeniyet yolunda bir icad ve fazilet meydana gelmez.
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter"
(Furkan-58)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(1.YAZI)
Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.
Bu cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükseler de Kur'an açısından baktığımızda aslında İslam ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, ilkesi, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar.
Yani onlar, dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.
Onların dinlerinde vahiy'den başka her şey mevcuttur.
Dinlerine sadece Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.
Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin İslam dini olarak nitelenmesi olacak bir şey midir?
İslam dininin tek kaynağı, mercii, otoritesi ve sahibi Allah'tır.
Rahmân ve Rahim olan Allah, saf ve hanif dininde hiç bir ortak kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur.
"(Ey Resul! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a özel kılarak kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."
(Zümer-2,3)
"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini" olarak adlandırılamayacaklarını deklare etmek içindir.
İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm kurucusu, helal ve haram koyucusu yoktur.
"...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"
(Kehf-26)
"Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.
Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
(Yusuf-40)
İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse ortaya koyamaz.
İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde örnek alacağımız İhlas holdingin kurucusu "Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır.
Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini hayretler içinde seyredeceğiz.
Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını Fetö çok acı bir şekilde bize göstermiştir.
Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle akılda bulunan bazı şüphe ve istifhamlar yok olacaktır.
Yani cemaat ve tarikatların ileri gelenlerinin yollarının nasıl Kuran ahlakından ve İslam onurundan mahrum olduklarını müşahede edeceğiz.
Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak milleti nasıl soyduklarını göreceğiz.
Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi insanlara "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.
Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.
Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.
Aslında bu kitab-ı okuduğumuzda Allah'ın izniyle az da olsa Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne vakıf olduğumuzdan yani Kur'an'ın bize vermiş olduğu İlim ve anlayışla cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri tuhafımıza gitmedi.
Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran birinin cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç olmuştur.
Şimdi Kur'an cehaletinin insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.
Ancak sizin takılacağınız kişi "Enver Ören" ve "cemaati" olmasın.
Esas ibret alacağımız gerçek, Kur'an cehaletinin nasıl büyük bir bela ve felaket olduğudur.
Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye düştüklerini anlayacağız.
Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve ictihadlarını savunan siyasal islamcıların, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmek içindir.
Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın şeriatı ve hakimiyeti sağlanabilir mi?
"Allah hakimler hâkimi değil mi?
(Tin-8)
"Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait değil mi?
(Âli İmran-180)
"Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ın değil mi?
(Âli İmran-189)
(1.YAZI)
Dünyada bulunan bütün cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri aşağı yukarı birbirine benzemektedir.
Bu cemaat ve tarikatların inançları birbirinden farklı gözükseler de Kur'an açısından baktığımızda aslında İslam ile hiçbir ilgilerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ortaya koymuş olduğu vahiy dininin en önemli şartı, ilkesi, olmazsa olmazı olan ihlas'tan yoksundurlar.
Yani onlar, dinlerini Allah'a özel kılıyor değillerdir.
Onların dinlerinde vahiy'den başka her şey mevcuttur.
Dinlerine sadece Allah'ın âyetlerinden bir şey almamışlardır.
Dolayısıyla Allah'a özel kılınmayan bir dinin İslam dini olarak nitelenmesi olacak bir şey midir?
İslam dininin tek kaynağı, mercii, otoritesi ve sahibi Allah'tır.
Rahmân ve Rahim olan Allah, saf ve hanif dininde hiç bir ortak kabul etmediğini yüzlerce âyetle ortaya koymuştur.
"(Ey Resul! ) Şüphesiz ki kitab-ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a özel kılarak kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..."
(Zümer-2,3)
"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır..." demek, içinde başkalarının inanç, söz, ictihad ve fikirlerin olduğu dinlerin Allah ile bir ilişkilerinin olmadığını ve "İslam dini" olarak adlandırılamayacaklarını deklare etmek içindir.
İslam dininin Allah'tan başka hiçbir otoritesi, hüküm kurucusu, helal ve haram koyucusu yoktur.
"...O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez"
(Kehf-26)
"Allah'ı bırakıp da kulluk ettikleriniz, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir şey indirmemiştir.
Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler"
(Yusuf-40)
İnancın nasıl olacağını, ibadetlerin nasıl yapılacağını, gerçek ahlakın ne olduğunu Allah tarafından indirilen vahiy haricinde hiç kimse ortaya koyamaz.
İşte Şia ve Ehli Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ve onlara fanatik bir şekilde bağlı olan cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerinin yani ahlaki seviyelerinin nasıl olduğunu göstermek için bu yazı dizimizde örnek alacağımız İhlas holdingin kurucusu "Enver Ören ve cemaati olan ışıkçılar" tâifesi olacaktır.
Kur'an'ın ilim ve ahlakından uzağa savrulanların nasıl bir anlayış ve ahlaka büründüklerini hayretler içinde seyredeceğiz.
Aslında Kur'an'ın hikmetinden uzak olan cahillerin nasıl bir inanca ve karaktere sahip olduklarını Fetö çok acı bir şekilde bize göstermiştir.
Fakat bu ışıkçılar tâifesini yakından görmekle akılda bulunan bazı şüphe ve istifhamlar yok olacaktır.
Yani cemaat ve tarikatların ileri gelenlerinin yollarının nasıl Kuran ahlakından ve İslam onurundan mahrum olduklarını müşahede edeceğiz.
Bu cemaat ve tarikatların "Allah'ı" "İslam dinini' "Allah'ın Resulünü, dinen kutsal olan kavramları" kullanarak milleti nasıl soyduklarını göreceğiz.
Aslında cemaat ve tarikatlar, ümmi insanlara "faiz haramdır" diye kandırıp mal ve mülklerini ellerinden alındığı bir tezgah ve örgütlenmeden başka bir şey değillerdir.
Gazeteci yazar Sabahattin Önkibar bütün bu konuları "Takkeli Firavunlar" adlı kitabında çok güzel bir şekilde işlemiştir.
Sabahattin Önkibar yıllarca TGRT de spikerlik ve möderetörlük yapmış, bu cemaatin içinde kalmış, sırlarına vakıf olmuş birisidir.
Aslında bu kitab-ı okuduğumuzda Allah'ın izniyle az da olsa Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğüne vakıf olduğumuzdan yani Kur'an'ın bize vermiş olduğu İlim ve anlayışla cemaat ve tarikatların inanç ve karakterleri tuhafımıza gitmedi.
Fakat Kur'an ilim ve ahlakından uzak duran birinin cemaat ve tarikatların inanç ve karakterlerini bu şekilde deşifre etmesi ilginç olmuştur.
Şimdi Kur'an cehaletinin insanları nasıl bir ahlaka sürüklediğini görelim.
Ancak sizin takılacağınız kişi "Enver Ören" ve "cemaati" olmasın.
Esas ibret alacağımız gerçek, Kur'an cehaletinin nasıl büyük bir bela ve felaket olduğudur.
Kur'an'dan kopuşun yani fırka ve mezheplerin hakim güçler karşısında nasıl sefil bir seviyeye düştüklerini anlayacağız.
Aslında Kur'an'a karşı mezhep rivayet ve ictihadlarını savunan siyasal islamcıların, cemaat ve tarikatların "Allah'ın hakimiyetini" dillendirmelerinin gerçek nedeni, kendi hakimiyet alanlarını korumak ve genişletmek içindir.
Yoksa uydurma dinin inanç ve kuralları ile Allah'ın şeriatı ve hakimiyeti sağlanabilir mi?
"Allah hakimler hâkimi değil mi?
(Tin-8)
"Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait değil mi?
(Âli İmran-180)
"Göklerin ve yerin hükümdarlığı Allah'ın değil mi?
(Âli İmran-189)
ALLAH'IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKMETMEME HANGİ ANLAMA GELİYOR?
Gençlik yıllarında üç âyetin son cümlelerini slogan haline getirmiştik.
Kur'an'dan haberimiz olmadığı için sürekli olarak bu âyet cümlelerini tekrar eder devlet adamlarını, idarecileri, hakim ve savcıları tekfir ederdik.
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirler(hakikatın üstünü örtenler) rin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimler (vahiy'den sapıp sapıtanlar) in ta kendileridir"
( Maide- 45)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklar (doğru yoldan çıkmışlar) ın ta kendileridir"
(Mâide-47)
Bu âyet pasajlarının gerçek olarak hangi anlama geldiklerini görmek için âyetlerin tamamını görelim.
"Biz içinde hidayete rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik.
Kendilerini (Allah'a) adamış Nebi'ler onunla hidayete erenlere hükmederlerdi. Allah'ın kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş olan hidayete erenler, rabbaniler de (sadece onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna şahitlerdi) Şu halde (ey alimler ve önderler!) İnsanlardan korkmayın benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"Tevrat'ta onlara şöyle yazdık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır) yaralarda kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır) Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
( Maide- 45)
"Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak (Resullerin) izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, muttakilere bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil'e iman edenler Allah'ın indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir"
( Maide- 46, 47)
Yukarıdaki âyetlere bağlam ve bütünlüğü içinde baktığımızda âyetlerin devlet adamları ve idarecilerle, hakim ve savcılarla ilgili olmadıklarını anlayabiliriz.
İnsanlar âlimlerinin dini yani atalarının dini üzerinde yaşarlar.
İnsanlık tarihinde hiç bir elçi insanları atalarının uydurma dininden uzaklaştırıp indirilen vahyi kabul ettirememiştir.
(Zuhruf-22,23,24,25)
Dolayısıyla Mâide süresinde bulunan söz konusu âyetler devlet adamları ve idareciler hakkında değil, din hususunda önderlik yapan, din ve iman anlatan, dinde rehberlik yapan ilim adamları ile ilgili olduklarını rahatlıkla görüyoruz.
Kur'an'da devlet adamlarına, idarecilere ve hakimlere direkt olarak seslenen hiç bir ayet yoktur.
Hüküm bildiren âyetlerin tümü din anlatan, dinde rehberlik yapan ilim adamları ve onlara tâbi olan halk içindir.
Çünkü devlet adamları bile ister istemez din adamlarına uymak zorundadırlar.
Dünyada hiçbir devlet adamı din önderlerinin ortaya koymuş oldukları yoldan başka bir yola sapması veya ataların uydurma dinine karşı direnç göstermesi mümkün değildir.
Devlet adamları uydurma dinin en basit bir öğretisine karşı gelemezler.
Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde bile devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı için her zaman, Emevi-Abbasi âlimlerinin ortaya koymuş olduğu hüküm, ilke ve inkılaplar geçerli olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında Mustafa Kemal Atatürk'ün, Kur'an'ın yanında Buhari'yi okutmasının gerçek anlamı işte burada yatıyor.
Yani Atatürk bile Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dininin en önemli kaynağını görmezden gelememiştir.
Dolayısıyla Kur'an'da hüküm koyan âyetler devlet adamları, idareciler, hakimler ve savcılar hakkında değil, vahyi tek kaynak kabul etmeyen sözde ilim adamları, din önderleri, dinde söz söyleme hakkını elinde bulunduranlar hakkında nazil olmuştur.
Devletin gücü elinde olmasına rağmen Allah Resulü ( a.s) Medine'de insanların cariyelerini para karşılığında satmalarına engel olamamıştır.
(Nur-33)
Allah'ın indirdiği vahiy dini her zaman din adamlarının "hadis" hüküm ve ictihadlarıyla dejenere olmuştur.
Devlet adamlarının elleriyle değildir.
Bununla ilgili ayetler çoktur.
(Mâide- 48, 49, 50,65,66,67,68; Âli İmran-187; Bakara-159, 174; Tevbe-34;35))
Gençlik yıllarında üç âyetin son cümlelerini slogan haline getirmiştik.
Kur'an'dan haberimiz olmadığı için sürekli olarak bu âyet cümlelerini tekrar eder devlet adamlarını, idarecileri, hakim ve savcıları tekfir ederdik.
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirler(hakikatın üstünü örtenler) rin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimler (vahiy'den sapıp sapıtanlar) in ta kendileridir"
( Maide- 45)
"... Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklar (doğru yoldan çıkmışlar) ın ta kendileridir"
(Mâide-47)
Bu âyet pasajlarının gerçek olarak hangi anlama geldiklerini görmek için âyetlerin tamamını görelim.
"Biz içinde hidayete rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik.
Kendilerini (Allah'a) adamış Nebi'ler onunla hidayete erenlere hükmederlerdi. Allah'ın kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş olan hidayete erenler, rabbaniler de (sadece onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna şahitlerdi) Şu halde (ey alimler ve önderler!) İnsanlardan korkmayın benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir"
( Maide- 44)
"Tevrat'ta onlara şöyle yazdık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır) yaralarda kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır) Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
( Maide- 45)
"Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak (Resullerin) izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, muttakilere bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil'e iman edenler Allah'ın indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir"
( Maide- 46, 47)
Yukarıdaki âyetlere bağlam ve bütünlüğü içinde baktığımızda âyetlerin devlet adamları ve idarecilerle, hakim ve savcılarla ilgili olmadıklarını anlayabiliriz.
İnsanlar âlimlerinin dini yani atalarının dini üzerinde yaşarlar.
İnsanlık tarihinde hiç bir elçi insanları atalarının uydurma dininden uzaklaştırıp indirilen vahyi kabul ettirememiştir.
(Zuhruf-22,23,24,25)
Dolayısıyla Mâide süresinde bulunan söz konusu âyetler devlet adamları ve idareciler hakkında değil, din hususunda önderlik yapan, din ve iman anlatan, dinde rehberlik yapan ilim adamları ile ilgili olduklarını rahatlıkla görüyoruz.
Kur'an'da devlet adamlarına, idarecilere ve hakimlere direkt olarak seslenen hiç bir ayet yoktur.
Hüküm bildiren âyetlerin tümü din anlatan, dinde rehberlik yapan ilim adamları ve onlara tâbi olan halk içindir.
Çünkü devlet adamları bile ister istemez din adamlarına uymak zorundadırlar.
Dünyada hiçbir devlet adamı din önderlerinin ortaya koymuş oldukları yoldan başka bir yola sapması veya ataların uydurma dinine karşı direnç göstermesi mümkün değildir.
Devlet adamları uydurma dinin en basit bir öğretisine karşı gelemezler.
Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde bile devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı için her zaman, Emevi-Abbasi âlimlerinin ortaya koymuş olduğu hüküm, ilke ve inkılaplar geçerli olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında Mustafa Kemal Atatürk'ün, Kur'an'ın yanında Buhari'yi okutmasının gerçek anlamı işte burada yatıyor.
Yani Atatürk bile Emevi- Abbasi Ehli Sünnet dininin en önemli kaynağını görmezden gelememiştir.
Dolayısıyla Kur'an'da hüküm koyan âyetler devlet adamları, idareciler, hakimler ve savcılar hakkında değil, vahyi tek kaynak kabul etmeyen sözde ilim adamları, din önderleri, dinde söz söyleme hakkını elinde bulunduranlar hakkında nazil olmuştur.
Devletin gücü elinde olmasına rağmen Allah Resulü ( a.s) Medine'de insanların cariyelerini para karşılığında satmalarına engel olamamıştır.
(Nur-33)
Allah'ın indirdiği vahiy dini her zaman din adamlarının "hadis" hüküm ve ictihadlarıyla dejenere olmuştur.
Devlet adamlarının elleriyle değildir.
Bununla ilgili ayetler çoktur.
(Mâide- 48, 49, 50,65,66,67,68; Âli İmran-187; Bakara-159, 174; Tevbe-34;35))
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(2.YAZI)
İnsanların amelleri inançlarına göre değer kazanır.
İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.
Yani imanı sağlam olmayandan güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.
Şimdi Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabına gelecek olursak.
"Gelelim İhlas Finans Kurumu'nun seyri ve serüvenine.
İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.
Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi
talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın içinde kullanıldığı belgelendi. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı tamı tamına 750 milyon dolardır.
Bu kadar büyük bir para nereye savruldu sorusuna gelince...
Bir kısmı yurt dışına gitti.
mesela ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.
Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje fiyaskoyla sonuçlandı.
Araziler ne oldu bilmiyorum.
Keza yine ABD'de bazı emlak yatırımlarının yapıldığını dinlemiştim.
İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu.
Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT harcamalarıydı.
Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çok geri dönmedi.
Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.
Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e hediye edildi.
Keza Gülben Ergen TGRT'de kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.
Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler yapılırken, Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar.
Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın TGRT'den kazandığı paralar sayesinde olduğunu TGRT'deki karşılaşmamızda söylemişti.
Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi.
Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile karnını doyuruyordu. Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı ve
konuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki bunun bir örneği,
tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı. Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.
Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü almaksızın Holding odasında bir gün Avşar'la iş konuşur, ertesi gün Türkan Şoray'a dizi teklifleri yapardı.
Dahası hangi sanatçının ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.
Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.
Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimiz
Ahsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı.
"Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim.
O daha mühim!"
Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora düşünce, adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören 3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile
"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı.
Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı.
Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti teklif edildi ki bu tekliften son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı telefonayla dönüldü.
TGRT o dönem işi o kadar abarttı ki İFPAŞ diye bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.
Amacı İslam ülkelerine evliya filmlerini satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı.
İhlas Finans'ın savrulan paraları elbette TGRT ile sınırlı değildi.
(S. 15, 16, 17)
(2.YAZI)
İnsanların amelleri inançlarına göre değer kazanır.
İnancı bozuk olanın hayırlı ve faziletli bir fiil ortaya koyması mümkün değildir.
Yani imanı sağlam olmayandan güzel ahlak ve onurlu bir karakter beklemek olmayacak bir şeydir.
Şimdi Sabahattin Önkibar'ın "Takkeli Firavunlar" kitabına gelecek olursak.
"Gelelim İhlas Finans Kurumu'nun seyri ve serüvenine.
İhlas Finans tahmin edilenin ötesinde mevduat topladı ve faiz her ay kâr payı adı altında mudilere ödenmeye başlandı.
Toplanan mevduat ise yatırıma, şuraya buraya değil borsaya yönlendirildi ki batış sonrasında yapılan incelemede toplanan paraların çok çok az kısmının kredi
talebinde bulunan sanayiye kredi olarak aktarıldığı, büyük kısmının ise İhlas'ın içinde kullanıldığı belgelendi. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun kesin rakamlarına göre İhlas Finans'ta hortumlanan paranın toplamı tamı tamına 750 milyon dolardır.
Bu kadar büyük bir para nereye savruldu sorusuna gelince...
Bir kısmı yurt dışına gitti.
mesela ABD'nin Florida eyaletindeki Miami'de çiftlik evler projesi için binlerce dönüm arazi alındığını Enver Ören'den duymuştum.
Arazi alındı ama inşaat yapılamadı ve proje fiyaskoyla sonuçlandı.
Araziler ne oldu bilmiyorum.
Keza yine ABD'de bazı emlak yatırımlarının yapıldığını dinlemiştim.
İlaveten Türkiye'de Coca-Cola'ya alternatif olarak düşünülen Kristal kola gibi yatırımlar yapıldı ama sonuç husran oldu.
Tabii İhlas Finans mevduatının en çok savrulduğu yer hatıra dayalı kredilerle TGRT harcamalarıydı.
Yakından biliyorum, Ankara'dan kim telefon ettiyse onların yakınlarına ipoteksiz Kredi ler verildi bunların pek çok geri dönmedi.
Buna ilaveten TGRT için servetler saçıldı.
Mesela Sibel Can'ın boğazın en nadide yerlerinden biri olan Nakkaştepe'de bugün fiyatı 7-8 milyon dolar olan havuzlu tripleks villalardan birine sahip olmasına yardımcı olundu ki o villanın aynısından bir tane de 28 Şubat'ta askerle İhlas'ın arasını bulsun diye transfer edilen Kenan Evren'in basın danışmanı Ali Baransel'e hediye edildi.
Keza Gülben Ergen TGRT'de kazandığı büyük paralarla Tarabyadaki Nurol Malikânelerinde mülk sahibi oldu.
Kadir İnanır'la milyon dolarlık mukaveleler yapılırken, Seda Sayanlar, Muazzez Ersoylar, Orhan Gencebaylar, Jülide Ateşler, Murat Soydanlar rüyalarında göremeyecekler paralar kazandılar.
Barış Manço bile aldığı muhteşem villanın TGRT'den kazandığı paralar sayesinde olduğunu TGRT'deki karşılaşmamızda söylemişti.
Kuşkusuz bütün bunlar program karşılığıydı ama büyük meblağlardı ve tamamı İhlas Finans'tan karşılanıyordu, zira TGRT sürekli zarar içindeydi.
Sadece bunlar değil, o dönem neredeyse bütün sanat camiası TGRT ile karnını doyuruyordu. Enver Ören sanat camiasının âdete rızık tanrısıydı ve
konuklarını odasına Cumhuriyet altınlarına sarılmış çikolata sağanakları ile karşılıyordu ki bunun bir örneği,
tesadüfen tanıklık ettiğim için biliyorum, Serdar Ortaç'tı. Enver Ören'in o günlerde bütün işi bu sanatçılarla sohbet etmekti.
Yanına Ali Baransel dahil hiçbir TGRT Genel Müdürünü almaksızın Holding odasında bir gün Avşar'la iş konuşur, ertesi gün Türkan Şoray'a dizi teklifleri yapardı.
Dahası hangi sanatçının ayağına diken batsa Enver Ören hazır ve nazırdı.
Ebru Gündeş beyin kanaması geçirince yardımına ilk koşan ve bütün hastane masraflarını karşılayan Enver Bey'di.
Ören Cumhurbaşkanı Demirel'i izlemek için göreve giderken otobüsü kaza yapıp ölen muhabirimiz
Ahsen Çetiner'in Ankara'daki cenaze törenine gelememe gerekçesini hiç unutmam telefonda şöyle açıklamıştı.
"Sibel Can'ın ayağı kırılmış geçmiş olsuna gideceğim.
O daha mühim!"
Mahsun Kırmızıgül'ün Hilmi Topaloğlu ile ortak olduğu Prestij Müzik şirketi çok zora düşünce, adını yazarsam Türkiye'de gündem konusu olacak birinin talebi üzerine Enver Ören 3 milyon dolar nakit parayı Mahsun'un önüne serdi ki Kırmızıgül bile
"Enver abi bana bu parayı veriyorsun ama ben bunu zor geri ödeyebilirim" dedi ve "Canın sağ olsun" karşılığını aldı.
Enver Bey bu olayı bana "Hayır diyemeyeceğim biri ver dedi ve karşılığını fazlasıyla alırım diye düşünerek verdim" diye kendisi anlatmıştı.
Yine o günlerde şöhret basamaklarını hızla tırmanan Beyaz namıyla Beyazıt Öztürk'e Milyonlarca dolar transfer ücreti teklif edildi ki bu tekliften son anda Aydın Doğan'ın sert uyarı telefonayla dönüldü.
TGRT o dönem işi o kadar abarttı ki İFPAŞ diye bir şirket kurarak büyük paralarla Türkiye'nin en büyük köstüm arşivini oluşturdu.
Amacı İslam ülkelerine evliya filmlerini satmaktı ama sonuç tam bir çöküştü ve çekilen onlarca evliya filminin bir tanesi bile satılamadı.
İhlas Finans'ın savrulan paraları elbette TGRT ile sınırlı değildi.
(S. 15, 16, 17)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(3.YAZI)
Cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ahlak ve ilminden uzak oldukları için genellikle ehl-i sünnet dininin rivayet ve ictihadlarına göre amel ederler.
Takip ettiği atasından ve evliyasından dolayı ayrıca her cemaat ve tarikatın kendine ait bir inanç ve anlayışı mevcuttur.
Yani şirk ve hurafe bataklığında hayatlarını düşüncesizce sürdürmektedirler.
Gelelim Sabahattin Önkibar'ın ihlas Finans hatıralarına...
"Enver Ören'in Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı olması ise Hüseyin Hilmi Işığ'a rağmen tamamen Işık Hoca'nın kızı ve eşinin tercihi sonucudur ki bunu bana bizzat Enver Bey anlatmıştı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın damat adayı şimdilerde İhlas Holding'in inşaat işlerinin başında olan Zeki Celep'ti.
Işıkçılar 70'li yıllarda sıkı Demirelciydiler ve onu Allah'ın yeryüzündeki vekili gibi görürlerdi.
Öyle ki İhlas'ın öğrenci yurdunda kalan gençler seçimlerde Demirel'e korumalık görevi yaparlardı.
İlaveten bütün cemaatlerde olduğu gibi Işıkçılar da diğer cemaatleri sapkın olarak görür ve kıyamet günü cehennemden kurtulacak tek fırkanın kendileri olduğuna inanırlardı.
1980 ihtilali tecrübesiyle, el konmasın diye İhlas cemaatine ait bütün mal ve birikimler, Kuleli Askeri Lisesi'nden ayrıldıktan sonra Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü bitirip öğretmenlik yapmaya başlayan Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı Enver Ören'e devredildi.
Işıkçı Grubu ihtilal günlerinde sıkı Kenan Evren'ci, ANAP iktidar olduktan sonra da keskin Özalcıydı.
Öyle ki çok değil birkaç yıl öncesinde evliya olarak görülen Demirel hakkında 80'li yıllarda sarhoş hikayeleri anlatılmaya başlandı.
Işıkçılar Mesut Yılmaz'ı hiç sevememişti.
Buna mukabil Tansu Çiller'i evliya olarak görürlerdi.
Enver Ören, Çiller seçim kazansın diye kendi anlatımıyla 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinin hemen arefesinde Mısır'a giderek Nebi (a.s) ın kızının oradaki Türbesi'nde onu vesile ederek Tansu Hanım için dualar ettirdi.
Işıkçılar, dişinde dolgu olan herkese cenabet derlerdi, zira gusül abdestinde iğne ucu kadar yer ıslanmazsa abdest geçerli olmazmış.
Enver Ören TGRT'yi mütedeyyin halkın büyük bağışlarıyla kurmuştu.
Bileziğini bozduran İhlas'a veriyor ve büyük bağış kampanyaları yapılıyordu.
Enver Ören muhafazakar bir TV kanalını önce İstanbul'daki dindar iş adamlarıyla kurmak istedi ancak konu, yabancı film oynarken kovboyların içki içme görüntüsünü verecek miyiz tartışmalarına kayınca Ören kendi ifadesiyle hemen orayı terk edip kendi başına televizyon kurmaya karar verdi ve halktan büyük bağış topladı.
O dönem televizyon kanalı kurmak çok pahalıydı ve Cem Uzan'ın Star'ınden sonra TGRT ikinci özel kanal olarak yayın hayatına başladı.
Burada yine bir parantez açıp TGRT ve Türkiye gazetesinin Ankara bürosunda aylarca maaş ödeyemediğim o günlerde yaşadığım tuhaflıklardan bir tanesini aktarmak istiyorum. Bir gün Enver Bey'i almak için bana bildirilen saatte havalimanı'na gittim.
Baktım tarifeli uçakta yok.
Nerde diye oraya buraya bakarken Ören'i VİP çıkışında gördüm.
Ben bir şey sormadan o açıklamada bulundu. Özel uçak kiraladım,
onun için buradan çıktım. Biz yöneticisi olarak personele aylardır maaş veremiyoruz, o özel uçakla Ankara'ya geliyor.
Aradan bir süre daha geçti, Enver Ören'in önce helikopter, peşi sıra özel uçak aldığı duyuldu. Enver Ören işte o günlerde büroya geldi ve herkesi topla dedi.
Enver Ören büroda yaptığı sohbette yeni döndüğü Avrupa seyahatini anlatmaya başladı.
"Çocuklar özel uçak sahibi olmak çok güzel bir şey. Düşünün, sabah Roma'da kahvaltı yaptık, öğle yemeği için Paris'e geçtik, aynı gece gidip Londra'da uyuduk.
Büyük salonu dolduran muhabirler bu sözler üzerine burunlarından solumaya başladılar. Sohbet sonrası Enver Bey'e odamda şunu söyledim.
Enver abi, az önce sohbet ettikleriniz sizin cemaatin mensubu, yani Abi takımı değil, tamamı profesyonel gazeteci.
Bunlar alamadıkları beş aylık maaşlarını aylardır beklerken sizin Avrupa maceralarınızı anlatmanız hoş olmadı.
Bu gazetecilerin her biri bir uçağın yabancı havalimanına tekerleğinin değmesinin onbinlerce dolar olduğunu biliyor.
Enver Bey bu açık sözlerime çok bozuldu ve "Senin imanın zayıfladı galiba. Tövbe et" diyerek odamdan hışımla ayrıldı.
Özellikle uçak- helikopter ve İhlas Finans'ta toplanan bir buçuk milyar dolar mevduatla Ören; gücü, itibarı ve kadın dünyasını keşfetti. Hayır, bu kitapta Enver ve Mücahit Ören'lerin özel hayatına dair tek bir satır bulamayacaksınız birebir şahit olduğum pek çok şey benimle beraber mezara gidecek.
Benim bu kitapla sorguladığım husus inancın istismarı, yani pek çok şeye alet edilmesidir.
(Takkeli Firavunlar- s.36--40)
(3.YAZI)
Cemaat ve tarikatlar Kur'an'ın ahlak ve ilminden uzak oldukları için genellikle ehl-i sünnet dininin rivayet ve ictihadlarına göre amel ederler.
Takip ettiği atasından ve evliyasından dolayı ayrıca her cemaat ve tarikatın kendine ait bir inanç ve anlayışı mevcuttur.
Yani şirk ve hurafe bataklığında hayatlarını düşüncesizce sürdürmektedirler.
Gelelim Sabahattin Önkibar'ın ihlas Finans hatıralarına...
"Enver Ören'in Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı olması ise Hüseyin Hilmi Işığ'a rağmen tamamen Işık Hoca'nın kızı ve eşinin tercihi sonucudur ki bunu bana bizzat Enver Bey anlatmıştı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın damat adayı şimdilerde İhlas Holding'in inşaat işlerinin başında olan Zeki Celep'ti.
Işıkçılar 70'li yıllarda sıkı Demirelciydiler ve onu Allah'ın yeryüzündeki vekili gibi görürlerdi.
Öyle ki İhlas'ın öğrenci yurdunda kalan gençler seçimlerde Demirel'e korumalık görevi yaparlardı.
İlaveten bütün cemaatlerde olduğu gibi Işıkçılar da diğer cemaatleri sapkın olarak görür ve kıyamet günü cehennemden kurtulacak tek fırkanın kendileri olduğuna inanırlardı.
1980 ihtilali tecrübesiyle, el konmasın diye İhlas cemaatine ait bütün mal ve birikimler, Kuleli Askeri Lisesi'nden ayrıldıktan sonra Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü bitirip öğretmenlik yapmaya başlayan Hüseyin Hilmi Işık'ın damadı Enver Ören'e devredildi.
Işıkçı Grubu ihtilal günlerinde sıkı Kenan Evren'ci, ANAP iktidar olduktan sonra da keskin Özalcıydı.
Öyle ki çok değil birkaç yıl öncesinde evliya olarak görülen Demirel hakkında 80'li yıllarda sarhoş hikayeleri anlatılmaya başlandı.
Işıkçılar Mesut Yılmaz'ı hiç sevememişti.
Buna mukabil Tansu Çiller'i evliya olarak görürlerdi.
Enver Ören, Çiller seçim kazansın diye kendi anlatımıyla 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinin hemen arefesinde Mısır'a giderek Nebi (a.s) ın kızının oradaki Türbesi'nde onu vesile ederek Tansu Hanım için dualar ettirdi.
Işıkçılar, dişinde dolgu olan herkese cenabet derlerdi, zira gusül abdestinde iğne ucu kadar yer ıslanmazsa abdest geçerli olmazmış.
Enver Ören TGRT'yi mütedeyyin halkın büyük bağışlarıyla kurmuştu.
Bileziğini bozduran İhlas'a veriyor ve büyük bağış kampanyaları yapılıyordu.
Enver Ören muhafazakar bir TV kanalını önce İstanbul'daki dindar iş adamlarıyla kurmak istedi ancak konu, yabancı film oynarken kovboyların içki içme görüntüsünü verecek miyiz tartışmalarına kayınca Ören kendi ifadesiyle hemen orayı terk edip kendi başına televizyon kurmaya karar verdi ve halktan büyük bağış topladı.
O dönem televizyon kanalı kurmak çok pahalıydı ve Cem Uzan'ın Star'ınden sonra TGRT ikinci özel kanal olarak yayın hayatına başladı.
Burada yine bir parantez açıp TGRT ve Türkiye gazetesinin Ankara bürosunda aylarca maaş ödeyemediğim o günlerde yaşadığım tuhaflıklardan bir tanesini aktarmak istiyorum. Bir gün Enver Bey'i almak için bana bildirilen saatte havalimanı'na gittim.
Baktım tarifeli uçakta yok.
Nerde diye oraya buraya bakarken Ören'i VİP çıkışında gördüm.
Ben bir şey sormadan o açıklamada bulundu. Özel uçak kiraladım,
onun için buradan çıktım. Biz yöneticisi olarak personele aylardır maaş veremiyoruz, o özel uçakla Ankara'ya geliyor.
Aradan bir süre daha geçti, Enver Ören'in önce helikopter, peşi sıra özel uçak aldığı duyuldu. Enver Ören işte o günlerde büroya geldi ve herkesi topla dedi.
Enver Ören büroda yaptığı sohbette yeni döndüğü Avrupa seyahatini anlatmaya başladı.
"Çocuklar özel uçak sahibi olmak çok güzel bir şey. Düşünün, sabah Roma'da kahvaltı yaptık, öğle yemeği için Paris'e geçtik, aynı gece gidip Londra'da uyuduk.
Büyük salonu dolduran muhabirler bu sözler üzerine burunlarından solumaya başladılar. Sohbet sonrası Enver Bey'e odamda şunu söyledim.
Enver abi, az önce sohbet ettikleriniz sizin cemaatin mensubu, yani Abi takımı değil, tamamı profesyonel gazeteci.
Bunlar alamadıkları beş aylık maaşlarını aylardır beklerken sizin Avrupa maceralarınızı anlatmanız hoş olmadı.
Bu gazetecilerin her biri bir uçağın yabancı havalimanına tekerleğinin değmesinin onbinlerce dolar olduğunu biliyor.
Enver Bey bu açık sözlerime çok bozuldu ve "Senin imanın zayıfladı galiba. Tövbe et" diyerek odamdan hışımla ayrıldı.
Özellikle uçak- helikopter ve İhlas Finans'ta toplanan bir buçuk milyar dolar mevduatla Ören; gücü, itibarı ve kadın dünyasını keşfetti. Hayır, bu kitapta Enver ve Mücahit Ören'lerin özel hayatına dair tek bir satır bulamayacaksınız birebir şahit olduğum pek çok şey benimle beraber mezara gidecek.
Benim bu kitapla sorguladığım husus inancın istismarı, yani pek çok şeye alet edilmesidir.
(Takkeli Firavunlar- s.36--40)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(4.YAZI)
Dönem: 1970'lerin ortaları
İstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığın Trabzon yurdunda ziyaret etti.
Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve beraber yola koyulduk.
Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi. Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi. Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan
"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum:
"Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu kesiyorsun buralarda!"
Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.
Sus ve sadece izle" dedi.
Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm Abiler" dedi..
Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan Abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.
Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.
Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım.
Dayıoğlu bu arada beni tanıttı:
"Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor"
Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:
- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde el sıkışmaktır.
Hemen sordum:
- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın bir hikmeti mi var?
-Var hem de çok var. Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.
-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.
Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.
-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.
İtiraz ettim:
-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu gel seni seni bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.
Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:
-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.
10 küsur kişi hep bir ağızdan:
-Elhamdülillah. Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine bana döndü ve şunları söyledi:
-Muhterem sen ne nasipli adammışsın! Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin. Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.
Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.
Bütün Salon yine "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.
Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.
Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını bitiren Elhamdülillah deyip başlıyor ağlamaya.
Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.
Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:
"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"
Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı.
İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:
"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?
"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.
Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"
Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.
Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna sordum
-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim?
Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:
-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.
Nakşibendi tarikatına
mensubuz.
Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var, sadece akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var. Dayanamayıp sordum:
-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?
- Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır.
Yine söz kestim:
-Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.
- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine gelen o adam değildi.
Cocuk olandı.
-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret oluyor?
-Bu konularda şaka yapma, imanın gider.
Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim.
Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak.
-Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek? -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre giriyorsun...
- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum.
-Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak.
-Müceddid ne demek?
-Bin yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek. Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi.
Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.
-O çocuk öyle biri olacak öyle mi?
Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?
- Ne olur sus, imanın gider.
- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.
-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.
-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi?
İlkokul mecburiyeti var.
-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip bitirecek. Özel hocaları var. İngilizce, Arapça öğreniyor. Kur'an öğreniyor.
Tam burada bir parantez...
Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum.
Bu görevim hasebiyle de babası Enver Ören ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok yakından tanıdım.
Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana teslim ederdi.
O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu. Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına tanıktım.
Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı söylenen Mücahid akıl almaz bir biçimde Amerikan hayranıydı.
Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu.
Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu sizin bin yılın evliyası" dedim.'
(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)
(4.YAZI)
Dönem: 1970'lerin ortaları
İstanbul'da mühendislikte okuyan dayımın oğlu Orhan Yerebakan bir gün beni kaldığın Trabzon yurdunda ziyaret etti.
Bana "Gel seni bugün bir yere götüreyim" dedi ve beraber yola koyulduk.
Gittiğimiz yer Fatih Çarşamba'da bulunan Darüşşafaka Caddesi'ndeki Işık Kitabevi idi. Caddeden bakınca pek de büyük görünmeyen kitabevinin arkası devasa büyüklükteydi. Kapıdan girmemizle dayıoğlu Orhan
"Esselamu aleyküm" dedi... Kasada oturan yaşça bizden çok büyük olan adam "Aleykümüsselam Orhan abi" deyince şaşırarak sordum:
"Koca adam sana niye abi dedi ki. Aferin lan, racon mu kesiyorsun buralarda!"
Orhan, "Ne raconu bizim camiada herkes birbirine abi der.
Sus ve sadece izle" dedi.
Kitabevinin arkasına geçtik, epey bir kalabalık. Dayıoğlu yine "Esselamu aleyküm Abiler" dedi..
Salondakilerin neredeyse tamamı "Aleykümusselam Orhan Abi" karşılığını verdi ve tokalaşma faslı başladı.
Ama bu tokalaşma bildiğimiz tokalaşma değil. Kollar bilek güreşi yapılırcasına birleşiyor ve başlıyorlar sallamaya.
Ben tabii öyle yapmadım ve normal olarak el sıkmaya kalkıştım.
Dayıoğlu bu arada beni tanıttı:
"Halamın oğlu Sabahattin. Öğrenci ve ülkücüdür, Trabzon yurdunda kalıyor"
Hoş bulduk demek için elimi uzatınca muhatabım bana şunu söyledi:
- Muhterem, önce el sıkma ile başlayalım. Sizin yaptığınız şeytanın tokalaşmak biçimidir. Hakikat olan yani müminlerin yapması gereken ise musafaha yapması yani bu şekilde el sıkışmaktır.
Hemen sordum:
- Sizin dediğiniz gibi el sıkmanın bir hikmeti mi var?
-Var hem de çok var. Müsafaha ile kollar sallanırsa günahlar dökülür.
-Kol sallayarak günahların dökülmesini ilk defa duyuyorum.
Bu sözüm üzerine salonda gözler bana çevrildi ve şu tepkiyi aldım.
-Muhterem, bu yolun birinci maddesi her şeye peki demektir.
İtiraz ettim:
-Yahu ben bir yola falan girmedim. Dayıoğlu gel seni seni bir yere götüreyim dedi ve beni hiçbir şey söylemeden buraya getirdi.
Orhan hemen sağa-sola gözle işaret verdi derken kitabevinin ön bölümünde oturan zat bağırarak içeri daldı:
-Abiler Müjdeler olsun. Mücahit Efendi Hazretleri kitabevini teşrif ediyorlar.
10 küsur kişi hep bir ağızdan:
-Elhamdülillah. Bana musafaha yapmanın hikmetini anlatan kişi yine bana döndü ve şunları söyledi:
-Muhterem sen ne nasipli adammışsın! Ben 2 yıldır her hafta en az 3 gün buraya uğrarım, Mücahit Efendi Hazretleri ile hiç karşılaşmadım. Sen daha adımını atar atmaz onu göreceksin. Sen seçilmişlerdensin haberin ola. İçimden, ne diyor bu adam, manyak mı bunlar dedim ama sustum ve beyaz sakallı pir-ü fani olarak tasavvur ettiğim Mücahid Efendi Hazretleri beklemeye başladık.
Çok sürmedi, 45- 50 yaşlarında bir adam elini tuttuğu ilkokul çağındaki bir çocukla "Esselamu aleyküm" diyerek içeri girdi.
Bütün Salon yine "Aleykümusselam " dedi ve birden başlar öne eğildi.
Meğer bu öne eğiş edep gereği imiş! Yine şaşırdım, zira pir-ü fani beklerken bıyıklı bir adamla bir çocuk içeri girdi ve içerdekilerin başları önde.
Hemen başladılar musafaha yapmaya! Musafahasını bitiren Elhamdülillah deyip başlıyor ağlamaya.
Şaşkınlığım derinleştikçe derinleşiyor.
Bana sıra geldiğinde sempatiklik yapma adına küçük çocuğa şöyle dedim:
"Hadi biz kol çekmek yerine normal el sıkışalım. Adın ne senin bakayım? Okula başladın mı? Hangi takımı tutuyorsun?"
Art arda sıraladığım bu sorular üzerine çocuk kıkırdamaya başladı.
İşte tam o anda çocuğu getiren adam sert bir tonla araya girdi:
"Kim bu arkadaş Orhan abi? Nasıl konuşuyor böyle?
"Orhan, "Abi affedin, Mücahid Efendi Hazretlerinin gelebileceği düşünemedim.
Bu benim halamın oğlu. Abileri görsün, tanısın diye getirmiştim"
Adam bana sert sert bakarak "Tamam tamam" dedi o oturmayarak çocukla beraber hemen yine "Esselamu aleyküm" diyerek kitabevini terk etti.
Onlar çıkar çıkmaz ben de hemen "Haydi biz de çıkalım" dedim ve kendimi dışarı attım. Ardımdan gelen dayıoğluna sordum
-Nereye geldik? Kim bunlar? Mücahit efendi dediğiniz kim?
Niye bunların hepsi tüy bıyıklı. Neden doğru tokalaşmıyorlar? Dayıoğlu Orhan beni Malta çarşısındaki mini bir pastaneye sokup başladı anlatmaya:
-Sözümü kesmeden dinle... Ben dini bir gruba girdim. Bağlı olduğumuz mübarek hocamız var. Adı Hüseyin Hilmi Işık.
Nakşibendi tarikatına
mensubuz.
Hocamızın vekili Enver Ören abidir. Türkiye isimli bir gazetemiz var, sadece akşamları iskelelerde elden satılıyor. Mektubat ve Saadeti ebediye isimli ilmihal kitaplarımız var. Dayanamayıp sordum:
-Peki sözü edilen o Mücahit Efendi Hazretleri, o kim?
- Mücahit Efendi Hazretleri mübarek hocamızın torunları, Enver Ören Abimizin evlatlarıdır.
Yine söz kestim:
-Adamın 50 gibi yaşı vardı. O zaman Hüseyin Hilmi Işık 100 vardır.
- Mücahit Efendi Hazretleri kitabevine gelen o adam değildi.
Cocuk olandı.
-Yapma ya... Peki o sabi çocuk nasıl Hazret oluyor?
-Bu konularda şaka yapma, imanın gider.
Ben bizzat kulağımla mübarek hocamızdan ve Enver Abiden işittim.
Mücahit 15 yaşına geldiğinde bütün dünya tarafından tanınacak.
-Nasıl tanınacak, artist olup film mi çevirecek? -Yahu şaka yapma diyorum sana, küfre giriyorsun...
- Şaka yapmıyorum anlamak istiyorum.
-Mücahid Efendi Hazretleri 15 yaşına geldiğinde bin yılın müceddidi olarak bütün Müslümanların halifesi olacak.
-Müceddid ne demek?
-Bin yılda bir gelen evliyanın en büyüğü demek. Birinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleriydi.
Mücahid Efendi Hazretleri ikinci bin yılın müceddidi olacak.
-O çocuk öyle biri olacak öyle mi?
Peki bütün bunlara peşinen inanmak doğru mu?
- Ne olur sus, imanın gider.
- Allah Allah...Bu çocuk herhalde kolejde okutuluyordur.
-Okula gitmiyor, özel yetiştiriliyor.
-Nasıl, hiç okula gitmeyecek mi?
İlkokul mecburiyeti var.
-İlkokul imtihanlarına dışarıdan girip bitirecek. Özel hocaları var. İngilizce, Arapça öğreniyor. Kur'an öğreniyor.
Tam burada bir parantez...
Uzun yıllar sonra yine bu dayıoğlu'nun dolaylı vesile olmasıyla gazetecilik yaparken Türkiye Gazetesi ile yollarımız kesişti ve bu gazetede önce muhabir sonra 1988'in sonunda Ankara temsilcisi oldum.
Bu görevim hasebiyle de babası Enver Ören ile beraber sık sık Ankara'ya gelen Mücahid Ören'i çok yakından tanıdım.
Öyle ki Enver Bey sosyalleşsin diye Ankara'ya indiği dakika oğlunu bana teslim ederdi.
O dönem yaşı 15' i aşan Mücahid, bütün Müslümanların halifesi ve dünyanın en büyük evliyası, benim gibi namaz bile kılmıyordu. Dahası özel yaşama girdiğinden asla yazmayacağım uçarlıklarına tanıktım.
Bir başka boyut, 15 yaşında müceddid olacağı söylenen Mücahid akıl almaz bir biçimde Amerikan hayranıydı.
Bana "New York'a gidip asla geri dönmeyeceğim" diyordu.
Bu durumu yıllar sonra birkaç kez dayıoğluna hatırlattım ve "Bu mu sizin bin yılın evliyası" dedim.'
(Sabahattin Önkibar, Takkeli Firavunlar, s.78--81)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(5.YAZI)
İstisnasız hiçbir cemaat ve tarikat lider ve şeyhinin günah işlediğini veya hata ettiğini kabul etmez.
Bu durumu İhlas içindeki abiler takımına sorduğumda onlar Enver Ören'e zerre toz kondurmuyorlardı.
Hele bir tanesine somut bir veri gösterince bana aynen şunları söylemişti:
"Enver Abi'ye büyü yaptılar demek"
Evet cemaat anlayışına göre Enver Ören'in yanlış yapması ya da günah işlemesi bile ancak büyü ile mümkün olabilirdi, zira Ören günahlardan münezzehti.
Bu bakış sadece İhlas'ta değil bütün cemaatlerde aynıdır.
Yine bir ara İstanbul'da İhlas Holding'de cemaatin önde gelenlerinden biri güya beni etkilemek için şunları anlattı:
"Enver abimiz o kadar mübarek bir zattır ki, bütün akşam namazlarını Mekke'de, yatsıyı Medine'de, sabah namazını da Mescid'i Aksa'da kılarlar.
Gülerek sözünü şöyle kestim:
-Dün akşam bir istisnası oldu galiba, zira Gülben Ergen ile beraberdiler.
-Tövbe de Sabahattin Bey
Yahu dur telaşlanma... Enver Bey'le dün randevum vardı. Akşam ezanı okunmadan özel kaleminde beklemeye başladım.
Kim var içeride diye sordum.
Gülben Ergen'le programı için toplantı yapıyor dediler. Yatsı ezanı okunana kadar görüşmeleri devam etti.
Onun için Enver Abi akşam namazını Mekke'de kılamadı zira toplantıdaydı.
-Ruhaniyetleri oraya gitmiştir.
Gerçekten de Türkiye'deki bütün cemaatlerde durum budur.
Hangi cemaate ve tarikata giderseniz gidin şeyhleri Allah'ın ya da Allah Resulü'nün yeryüzündeki acenteleridir ve hepsi kanatlıdır, yani uçarlar.
Cemaat analizlerinde altı çizilmesi gereken husus bu yapıların sadece dini değil sosyal bir örgütlenme olduklarıdır.
Şehirleşme ile beraber kırsal kesimden göçen muhafazakar halk İşte bu cemaat örgütlenmesi ile oluşturduğu klanlarla ayakta durur ve değerlerini o şekilde muhafaza eder.
Kız alıp vermelerden ticarete kadar pek çok şey kendi aralarındadır.
Tekrar İhlas'a dönersek, ameliyat sonrası iyileşmemle beraber zaten gönlümden çıkardığım TGRT ile Türkiye gazetesinden istifa ettim ki o kurumda dilekçe vererek ayrılan ilk isim bendim.
istifam sonrasında veda etmek için Enver Bey'in Sarıyer'deki evine gittim.
Ve tam üç saat ben konuştum o dinledi.
Burada yazamayacağım her şeyi ama her şeyi yüzüne söyledim ve tevbe et dedim.
Enver Bey hiç unutmam
"Benim için anlatılan pek çok şey yalan, İnanma" deyince şahit olduğum birkaç hadiseyi kendisine aktardım; bir tanesini buradan nakledeyim.
Bir gün yine TV programı için Ankara'dan İstanbul'a giderken uçakta hemşerim olan Nurol Holding'in patronu Oğuz Çarmıklı ile karşılaştım.
Oğuz bey hayrola deyince "Program için gidiyorum" dedim.
Program sonrası buluşalım diye ısrar edince tamam dedim ve o gece İstanbul'un barlarına yelken açtık.
Güzel bir barda kamuoyunda tanınan ünlü hanımlarla sohbet ederken Oğuz Bey beni "TGRT" den diye tanıtınca bir tanesi "Enver Abi, Enver Abi onu özledim" demeye başladı.
Bunu söyleyen hanıma "Enver Bey'i nereden tanıyorsun?" deyince ünlü üç isim birden kıkırdamaya başladılar.
Dahası bir tanesi "Ayol biz TGRT toplantılarını Enver abi ile buralarda yani barlarda yapardık" demez mi!..
Tersleyince, "inanmıyorsun ama ben şimdi bile onunla konuşurum" dedi.
"Gecenin saat üçünde Enver Bey seninle mi konuşacak. Hadi oradan!" dedim.
"Ayol adam gece uyumuyor" diyen sarışın, telefonunun tuşlarına bastı ve şunları söyledi: "Uyandırdın mı yoksa sizi?"
Ve telefonu kulağıma dayadı.
Evet telefondaki Enver Ören'di ve sesin ona ait olduğunu yıllardır telefonla onunla en çok konuşanlardan biri olarak en iyi ben bilirdim.
Bütün bunlarla beraber, Enver Ören kendisinin yüzde yüz Allah tarafından seçilmiş olduğuna inanır ve her hareketinin ilahi olduğunu düşünürdü.
Bir gün yine buna benzer bir şey söylediğinde araya girip şaka ile "Seda Sayan'ın elini tutmak da ilahi bir emir mi?
diye sorunca şöyle bir karşılık aldım:
"Sana hiç açık vermeye gelmiyor. Anında çıkıyorsun. Ama senin bu açıksözlülüğünü seviyorum. Mertsin ve arkamdan değil yüzüme karşı söylüyorsun"
Tarikat ya da cemaat önderlerinindeki bu kendine aşık haller yani narsist tezahürler rol gereği değildir.
Gerçekten öyle olduklarına inanıyorlardı... Bütün cemaat müritleri önderlerini hâşâ Allah'ın vekili gördüğünden ve öyle davrandıklarından olsa gerek, şeyh'lerde bir süre sonra gerçekten öyle olduklarını düşünürlerdi.
Başka bir ifadeyle cemaat önderlerinin etrafının gazlamaları ile ruh halleri bozuluyor, uçuşa geçiyorlardı.
Enver Ören çok zeki bir insandı.
Öyle olmasa zaten biyoloji öğretmenliğinden oralara tırmanamazdı.
Bir gün kendisine,
- Enver abi haram diye kadının elini sıkmıyorsunuz, evinizde harem- selamlık var ama maşallah önünüze çıkan bütün güzel hanımları kucaklıyorsunuz.
Cevap: Sabahattin, Holding'deki hanımlar benim için cariye hükmündedir.
"Nasıl" diye sorunca devam etti:
- İaşesini sağladığın hanım sana dinen haram sayılmaz.
- Peki nikah o zaman niye var?
Bas parayı ya da ver maaşı oldu bitti mi yani? ----Cariye diyorum. Eş demiyorum. Cariyelerde nikah aranmaz.
- Peki cariye olmak için gayrimüslim olmak gerekmiyor mu?
- O da var ama esas olan nafakasını sağlamaktır.
- Enver abi bunun bir yerde söylemeyin.
Hem siz hem İslam zarar görür.
(Takkeli Firavunlar- s. 128, 129, 130,131)
(5.YAZI)
İstisnasız hiçbir cemaat ve tarikat lider ve şeyhinin günah işlediğini veya hata ettiğini kabul etmez.
Bu durumu İhlas içindeki abiler takımına sorduğumda onlar Enver Ören'e zerre toz kondurmuyorlardı.
Hele bir tanesine somut bir veri gösterince bana aynen şunları söylemişti:
"Enver Abi'ye büyü yaptılar demek"
Evet cemaat anlayışına göre Enver Ören'in yanlış yapması ya da günah işlemesi bile ancak büyü ile mümkün olabilirdi, zira Ören günahlardan münezzehti.
Bu bakış sadece İhlas'ta değil bütün cemaatlerde aynıdır.
Yine bir ara İstanbul'da İhlas Holding'de cemaatin önde gelenlerinden biri güya beni etkilemek için şunları anlattı:
"Enver abimiz o kadar mübarek bir zattır ki, bütün akşam namazlarını Mekke'de, yatsıyı Medine'de, sabah namazını da Mescid'i Aksa'da kılarlar.
Gülerek sözünü şöyle kestim:
-Dün akşam bir istisnası oldu galiba, zira Gülben Ergen ile beraberdiler.
-Tövbe de Sabahattin Bey
Yahu dur telaşlanma... Enver Bey'le dün randevum vardı. Akşam ezanı okunmadan özel kaleminde beklemeye başladım.
Kim var içeride diye sordum.
Gülben Ergen'le programı için toplantı yapıyor dediler. Yatsı ezanı okunana kadar görüşmeleri devam etti.
Onun için Enver Abi akşam namazını Mekke'de kılamadı zira toplantıdaydı.
-Ruhaniyetleri oraya gitmiştir.
Gerçekten de Türkiye'deki bütün cemaatlerde durum budur.
Hangi cemaate ve tarikata giderseniz gidin şeyhleri Allah'ın ya da Allah Resulü'nün yeryüzündeki acenteleridir ve hepsi kanatlıdır, yani uçarlar.
Cemaat analizlerinde altı çizilmesi gereken husus bu yapıların sadece dini değil sosyal bir örgütlenme olduklarıdır.
Şehirleşme ile beraber kırsal kesimden göçen muhafazakar halk İşte bu cemaat örgütlenmesi ile oluşturduğu klanlarla ayakta durur ve değerlerini o şekilde muhafaza eder.
Kız alıp vermelerden ticarete kadar pek çok şey kendi aralarındadır.
Tekrar İhlas'a dönersek, ameliyat sonrası iyileşmemle beraber zaten gönlümden çıkardığım TGRT ile Türkiye gazetesinden istifa ettim ki o kurumda dilekçe vererek ayrılan ilk isim bendim.
istifam sonrasında veda etmek için Enver Bey'in Sarıyer'deki evine gittim.
Ve tam üç saat ben konuştum o dinledi.
Burada yazamayacağım her şeyi ama her şeyi yüzüne söyledim ve tevbe et dedim.
Enver Bey hiç unutmam
"Benim için anlatılan pek çok şey yalan, İnanma" deyince şahit olduğum birkaç hadiseyi kendisine aktardım; bir tanesini buradan nakledeyim.
Bir gün yine TV programı için Ankara'dan İstanbul'a giderken uçakta hemşerim olan Nurol Holding'in patronu Oğuz Çarmıklı ile karşılaştım.
Oğuz bey hayrola deyince "Program için gidiyorum" dedim.
Program sonrası buluşalım diye ısrar edince tamam dedim ve o gece İstanbul'un barlarına yelken açtık.
Güzel bir barda kamuoyunda tanınan ünlü hanımlarla sohbet ederken Oğuz Bey beni "TGRT" den diye tanıtınca bir tanesi "Enver Abi, Enver Abi onu özledim" demeye başladı.
Bunu söyleyen hanıma "Enver Bey'i nereden tanıyorsun?" deyince ünlü üç isim birden kıkırdamaya başladılar.
Dahası bir tanesi "Ayol biz TGRT toplantılarını Enver abi ile buralarda yani barlarda yapardık" demez mi!..
Tersleyince, "inanmıyorsun ama ben şimdi bile onunla konuşurum" dedi.
"Gecenin saat üçünde Enver Bey seninle mi konuşacak. Hadi oradan!" dedim.
"Ayol adam gece uyumuyor" diyen sarışın, telefonunun tuşlarına bastı ve şunları söyledi: "Uyandırdın mı yoksa sizi?"
Ve telefonu kulağıma dayadı.
Evet telefondaki Enver Ören'di ve sesin ona ait olduğunu yıllardır telefonla onunla en çok konuşanlardan biri olarak en iyi ben bilirdim.
Bütün bunlarla beraber, Enver Ören kendisinin yüzde yüz Allah tarafından seçilmiş olduğuna inanır ve her hareketinin ilahi olduğunu düşünürdü.
Bir gün yine buna benzer bir şey söylediğinde araya girip şaka ile "Seda Sayan'ın elini tutmak da ilahi bir emir mi?
diye sorunca şöyle bir karşılık aldım:
"Sana hiç açık vermeye gelmiyor. Anında çıkıyorsun. Ama senin bu açıksözlülüğünü seviyorum. Mertsin ve arkamdan değil yüzüme karşı söylüyorsun"
Tarikat ya da cemaat önderlerinindeki bu kendine aşık haller yani narsist tezahürler rol gereği değildir.
Gerçekten öyle olduklarına inanıyorlardı... Bütün cemaat müritleri önderlerini hâşâ Allah'ın vekili gördüğünden ve öyle davrandıklarından olsa gerek, şeyh'lerde bir süre sonra gerçekten öyle olduklarını düşünürlerdi.
Başka bir ifadeyle cemaat önderlerinin etrafının gazlamaları ile ruh halleri bozuluyor, uçuşa geçiyorlardı.
Enver Ören çok zeki bir insandı.
Öyle olmasa zaten biyoloji öğretmenliğinden oralara tırmanamazdı.
Bir gün kendisine,
- Enver abi haram diye kadının elini sıkmıyorsunuz, evinizde harem- selamlık var ama maşallah önünüze çıkan bütün güzel hanımları kucaklıyorsunuz.
Cevap: Sabahattin, Holding'deki hanımlar benim için cariye hükmündedir.
"Nasıl" diye sorunca devam etti:
- İaşesini sağladığın hanım sana dinen haram sayılmaz.
- Peki nikah o zaman niye var?
Bas parayı ya da ver maaşı oldu bitti mi yani? ----Cariye diyorum. Eş demiyorum. Cariyelerde nikah aranmaz.
- Peki cariye olmak için gayrimüslim olmak gerekmiyor mu?
- O da var ama esas olan nafakasını sağlamaktır.
- Enver abi bunun bir yerde söylemeyin.
Hem siz hem İslam zarar görür.
(Takkeli Firavunlar- s. 128, 129, 130,131)
CEMAAT VE TARİKATLARIN İNANÇ VE KARAKTERLERİ
(6.YAZI)
Milli ve duru olanları tenzih ederim ama Türkiye'deki cemaatlerin büyük bölümü inanca dayalı anonim şirket ya da mafya örgütlerini çağrıştırıyor.
Bunların her birinde "şefkat tokadı" gibi isimlerle omerta yani susma yasası var ve olabilecek kopuşu bela korkutmaları ile engelliyorlar.
Fethullah Gülen Cemaati'nin devletin en temel kurumlarını ele geçirmesi ise Türkiye Cumhuriyeti adına beka sorunudur.
Cemaat kültüründe malum sorgulama yoktur verilen emirleri kayıtsız şartsız kabullenmek yani biat inancı hakimdir.
Dolayısıyla böyle yapılar bütün devletler için bir tehdittir.
Çünkü örneğin bir Türk subayı cemaat mensubu olursa emri komutanından değil cemaat Şeyhinden alacaktır.
Aynı şekilde cemaat mensupları polis ve yargıya sızarsa bunlar hukuk ve kanuna göre değil, cemaatin çıkarları ve Şeyhin buyruklarıyla hareket ederler.
Yeni ifşa edilen rezillik malumdur.
Yargıtay'da siyasi olmayan bir ceza dosyasının hükmü bile Pensilvanya'da "Hocaefendi" tarafından verilmiştir ki bunu açıklayan Ak Partili eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'dir.
Düşünün sıradan bir ceza dosyasına hüküm için bile Şeyh'e müracaat ediliyor.
Cemaat lideri veya tarikat Şeyhi yabancı bir gücün kontrolüne girdiği an ise, cemaat ve tarikat müritlerinin tamamı dış dinamiklerin ajanı ya da askeri olacaktır.
Buradan bakınca cemaat veya tarikat müritlerinin devlette görev yapmaları yasadışı kanlı bir örgütün devlete sızması ile aynı şeydir.
Evet cemaatlerin pek çoğu şeklen silahsız görünse de aslında örgüttürler ve devlet için tehdit teşkil ederler.
Bunlar tıpkı DHKP-C gibi hücret sistemi ile çalışırlar.
Işık ya da öğrenci evleri bu tür örgütlenmelerin üreme merkezleridir.
Üniversiteyi kazanan gençler buralarda ehlileştiriliyorlar.
Devletin yeterli yurt yapmaması sebebiyle özellikle taşra kökenli gençler bu cemaat örgütlenmeleri tarafından çok kolay avlanıyorlar.
İnanç gibi güçlü bir olguya, imkansızlık, sahipsizlik, çevre, kimlik ve kişisel statü ilave edildiğinde gençlerin ele geçirilip paketlenmesi zor olmuyor.
Yukarıda belirttik, bu yapılarda kayıtsız- şartsız Lidere ve Şeyhe biat kültürü yani teslimiyet esastır.
Zerre mübalağa etmiyorum, cemaat önderleri müritlerinin gözünde Allah ve "Peygamber" misalidir.
O önderler müritlerine dininizi değiştirin deseler bile pek çoğu anında dinini değiştirir zira onlara göre o emirde bir kerametin olduğuna inanırlar.
Başka bir ifadeyle cemaatlerin pek çoğunda İslam Allah'ın değil, kendi şeyhlerinin söyledikleridir.
Cemaatlerin devlete zısmasının sonuçlarını Türkiye çok ağır bedeller ödeyerek yaşadı ve yaşıyor.
Beş bin yıl mâzisi olan Türk Ordusuna karşı Pentagon ile NATO'nun başlattığı kumpas ve operasyonlar bir cemaat kullanılarak gerçekleştirildi.
Mülkün temeli adalet, o cemaat müritleri tarafından yerlere serildi.
Asayişi temin görevi olan polis, o münafıkların sızması sonucu çeteleşti.
Bir ülkede din ve inanç bütün kapıları açan sihirli bir anahtar yapılırsa gelinecek nokta budur.
(Takkeli Firavunlar, s. 178-180)
(6.YAZI)
Milli ve duru olanları tenzih ederim ama Türkiye'deki cemaatlerin büyük bölümü inanca dayalı anonim şirket ya da mafya örgütlerini çağrıştırıyor.
Bunların her birinde "şefkat tokadı" gibi isimlerle omerta yani susma yasası var ve olabilecek kopuşu bela korkutmaları ile engelliyorlar.
Fethullah Gülen Cemaati'nin devletin en temel kurumlarını ele geçirmesi ise Türkiye Cumhuriyeti adına beka sorunudur.
Cemaat kültüründe malum sorgulama yoktur verilen emirleri kayıtsız şartsız kabullenmek yani biat inancı hakimdir.
Dolayısıyla böyle yapılar bütün devletler için bir tehdittir.
Çünkü örneğin bir Türk subayı cemaat mensubu olursa emri komutanından değil cemaat Şeyhinden alacaktır.
Aynı şekilde cemaat mensupları polis ve yargıya sızarsa bunlar hukuk ve kanuna göre değil, cemaatin çıkarları ve Şeyhin buyruklarıyla hareket ederler.
Yeni ifşa edilen rezillik malumdur.
Yargıtay'da siyasi olmayan bir ceza dosyasının hükmü bile Pensilvanya'da "Hocaefendi" tarafından verilmiştir ki bunu açıklayan Ak Partili eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'dir.
Düşünün sıradan bir ceza dosyasına hüküm için bile Şeyh'e müracaat ediliyor.
Cemaat lideri veya tarikat Şeyhi yabancı bir gücün kontrolüne girdiği an ise, cemaat ve tarikat müritlerinin tamamı dış dinamiklerin ajanı ya da askeri olacaktır.
Buradan bakınca cemaat veya tarikat müritlerinin devlette görev yapmaları yasadışı kanlı bir örgütün devlete sızması ile aynı şeydir.
Evet cemaatlerin pek çoğu şeklen silahsız görünse de aslında örgüttürler ve devlet için tehdit teşkil ederler.
Bunlar tıpkı DHKP-C gibi hücret sistemi ile çalışırlar.
Işık ya da öğrenci evleri bu tür örgütlenmelerin üreme merkezleridir.
Üniversiteyi kazanan gençler buralarda ehlileştiriliyorlar.
Devletin yeterli yurt yapmaması sebebiyle özellikle taşra kökenli gençler bu cemaat örgütlenmeleri tarafından çok kolay avlanıyorlar.
İnanç gibi güçlü bir olguya, imkansızlık, sahipsizlik, çevre, kimlik ve kişisel statü ilave edildiğinde gençlerin ele geçirilip paketlenmesi zor olmuyor.
Yukarıda belirttik, bu yapılarda kayıtsız- şartsız Lidere ve Şeyhe biat kültürü yani teslimiyet esastır.
Zerre mübalağa etmiyorum, cemaat önderleri müritlerinin gözünde Allah ve "Peygamber" misalidir.
O önderler müritlerine dininizi değiştirin deseler bile pek çoğu anında dinini değiştirir zira onlara göre o emirde bir kerametin olduğuna inanırlar.
Başka bir ifadeyle cemaatlerin pek çoğunda İslam Allah'ın değil, kendi şeyhlerinin söyledikleridir.
Cemaatlerin devlete zısmasının sonuçlarını Türkiye çok ağır bedeller ödeyerek yaşadı ve yaşıyor.
Beş bin yıl mâzisi olan Türk Ordusuna karşı Pentagon ile NATO'nun başlattığı kumpas ve operasyonlar bir cemaat kullanılarak gerçekleştirildi.
Mülkün temeli adalet, o cemaat müritleri tarafından yerlere serildi.
Asayişi temin görevi olan polis, o münafıkların sızması sonucu çeteleşti.
Bir ülkede din ve inanç bütün kapıları açan sihirli bir anahtar yapılırsa gelinecek nokta budur.
(Takkeli Firavunlar, s. 178-180)
EMEVİ-ABBASİ DEVLETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
"Hakikatı keşfeden, başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktır.
Bir kişinin, benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, fakat gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın"
(Daniel De Foe)
"İnsan ilk önce doğruyu bilmesi gerekir, doğruyu bilirse, gelecek olan yanlışı bilir.
Fakat yanlışlarla büyümüş bir kişi doğruya zor ulaşır"
(Farabi)
Vahiy ehl-i muvahhidler için her şeyden daha önemli olan bir görev vardır.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı da bu kutsal görevdir.
Bu görev din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka hiçbir kaynağın olmadığına iman etmektir.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa tâbi olmak şirktir.
"Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
İnsanları Kur'an'dan başka kaynağa davet etmek de şirktir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et.
Asla müşriklerden olma! Allah ile beraber başka bir ilâha davet etme! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87-88)
Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak edinmemek Kur'an'ın en önemli ilkesidir.
Bu ilke ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur. Dolayısıyla "daha Allah Resulü (a.s) hayatta iken kendisine indirilen vahiy ile din tamamlamıştır"
( Maide- 3; Enam- 115 )
"Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen vahyi tebliğ etmişlerdir"
( Maide- 117; Araf, 62- 67- 68; Nahl- 35; Maide- 99)
"Allah'ın elçileri sadece vahye tâbi olmuşlardır"
(Yunus- 15- 49- 109; En'am-106)
"Allah'ın elçileri yalnız indirilen vahyi ile insanları uyarmışlardır"
(Kaf- 51; Enbiya -45)
"Din ve hüküm olarak tek uyarı kaynağı Kur'an'dır"
(Yasin, 5--6; Furkan-1; Kehf, 1--4; Ahkaf- 12; Fussilet, 1--4)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez"
( Kehf -26; Yusuf- 40; Şura- 10)
Nebi adına iftira edilen bütün hadisler yalandır" (Lokman- 6)
"İnsanlar sadece Kur'an'dan sorumlu tutulmuşlardı"
( Zuhruf, 43- 44)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek mucize ve yeterli bir kaynaktır"
(Ankebut, 50- 51)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka uyulacak ilim yoktur, vahiy haricinde kalan rivayet ve içtihatlar heva ve hevesten başka bir şey değildir"
( Bakara- 120; Râd-37)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek hidayet kaynağıdır"
(Sebe-50; Yunus- 108; Neml-92)
"Doğru yolu göstermek sadece Allah'a aittir"
(Leyl-12)
" Allah yalnız hakkı buyurur ve hidayete yalnız O ulaştırır"
(Ahzab-4)
"Yollarını şaşırmamaları için açıklama yapan yalnız Allah'tır"
(Nisa-176)
"Hadis kaynakları müşriklerin taleplerinin yerine getirilmesidir"
(Yunus- 15)
"Hadisler, ictihadlar ve mezhepler Kur'an sesinin işitilmesini engelleyen bir gürültü ve propagandadan başka bir şey değildir"
(Fussilet-26)
"Allah'ın âyetlerini gizleyen ilim adamları lânetlenmişlerdir"
(Bakara-159)
"Atalardan kalma taklidi din ve iman Kur'an tarafından sürekli sorgulama altına alınarak kınanır"
(Bakara- 170; Mâide-104; Lokman-21)
Mezhep ve fırkaların dinde bölücülük olduğunu Kur'an söylüyor"
(En'am-159; Rum, 30-31 32)
"Din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm kaynağı edinenler, Kur'an'a göre hem kafir, hem zalim, hemde fasıkların ta kendileridir"
(Mâide, 44-45-47)
"Elçinin tek hüküm kaynağı Allah'ın indirdiği kitaptır"
(Mâide, 48-49-50)
"Allah'ın tarafından indirilen vahyi tebliğ etmemek küfürdür"
(Mâide-67)
"Allah'ın indirdiği vahye dayanmayan dinde hayır yoktur"
(Mâide-68)
"Allah'a özel kılınmayan din şirktir, yani din Allah'ındır.
"Dinde Allah'tan başka söz sahibi yoktur, din katışıksız, saf, tertemiz hanif İslam olması gerekiyor"
(Beyyine-5; Mümin-65; Zümer, 2-3--11-12-13-15)
Kısacası din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili âyetlerin tamamını ele almak mümkün değildir.
Fakat Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,
Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan Emevi- Abbasi Devletlerinin hurafe rivayetlerini din ve hüküm olarak kabul eden
Diyanet İşleri Başkanlığı, insanlara sadece Allah'ın kitabını ve hakkı tebliğ eden vahiy ehl-i bir muvahhide hakkında açmış olduğu soruşturma aynen şöyledir.
"Yukarıda açık kimliği yazılı... isimli şahsın şüpheli sıfatıyla... tarihinde alınan ifadesidir. SORU: ...ili... görev yaptığınız dönemde; gerek yaptığınız derslerde gerekse sohbet ve cuma derslerinde ve iftar programlarında yaptığınız sohbetlerde
"Kur'an'ın dinde tek kaynak olduğunu ve hadislerin kaynak olamayacağını, mezheplerin sonradan çıktığını ve mezheplere gerek olmadığını,
kabir azabı ile şefaatin olmadığını, şefaat istemenin şirk olduğunu, adetli iken kadınların namaz kılmak ve oruç tutmakla mükellef olduğunu, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu, kasden orucu bozmanın bir cezasının olmadığını, teravih namazının olmadığını, kandil gecelerinin olmadığını,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Ramazan'da imsakı yanlış hesapladığı için insanların orucu fazla vakit olarak tuttuklarını, Ramazan'da mukabele okuma uygulamasının doğru olmadığını,
kader ve kazanın olmadığını, insanın tüm eylemlerinin gerçek sorumlusu olduğunu, zekat için belirlenmiş bir nisap miktarı olmadığını, ince çoraba ve çıplak ayağa mesh edileceğini, ölünün arkasından
Kur'an (Yasin) okumanın ölüye bir faydasının olmadığını söylediğiniz, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu ilmihal kitaplarını kabul etmediğiniz bu duruma bazı talebelerin tepki göstererek dersleriniz ve sohbetlerinize katılmadığı, az sayıda bazı insanların ise sizin bu görüşlerinizi benimsediği,
ehl-i sünnet âlimlerince sahih hadislerden istinbât edilen dini hükümleri tamamen yok saydığınız,
bu sebeple Kur'an'da hükmü bulunmayan tüm hususların bir tarafa atılarak terk edilmesi yönünde beyanlarda bulunarak görev yaptığınız bölgelerde insanların ehl-i sünnet akidesi çerçevesinde inandıkları hususları sorgular hale getirerek insanlar arasında ikilik çıkardığınız, insanların din ve
Diyanet İşleri Başkanlığı'na karşı olumsuz kanaatlere varmasına sebep olduğunuz, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve kurslarda ders kitabı olarak takip edilmesi belirlenen
"Dinimiz İslam" isimli kitabın muhtevası dışında İslam alimlerince tartışmalı olup nihai bir karara varılmayan dini konuları ibtidai seviyede dini bilgisi olan insanlara aktararak insanların inançlarını sorgular hale getirdiğiniz, bu tutumunuzu daha önce görev yaptığınız yerlerde olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğiniz, özetle;
hadislerle sabit olan dini hükümleri kabul etmediğiniz, .... netice olarak M...İ nun İleri sürdüğü görüşler doğrultusunda beyanlarda bulunarak insanlar arasında tefrika çıkardığınız iddia edilmektedir; Ne dersiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruşturma ile vahiy ehl-i muvahhideyi değil, Kur'an'ı hesaba çekmekte ve direk olarak Allah'ın kitabına karşı savaş açmaktadır.
Bu soruşturma ile Diyanet İşleri Başkanlığı ne kadar Kur'an cahili olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu soruşturma itikadi bir sapma olduğundan dolayı cehennem ateşinden başka bir karşılığı bulunmamaktadır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem vericibir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, sadece iftira eder. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104-105)
Dolayısıyla hakkı bilmeyen gerçek olarak batılı bilemez.
Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Kur'an'ı anlamak istemeyenler apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurlar..
"Eğer yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Sadece O'na dayandım. O yüce arşın sahibidir"
(Tevbe-129)
"Hakikatı keşfeden, başkaları farklı düşünüyor diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hemde alçaktır.
Bir kişinin, benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz, fakat gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın"
(Daniel De Foe)
"İnsan ilk önce doğruyu bilmesi gerekir, doğruyu bilirse, gelecek olan yanlışı bilir.
Fakat yanlışlarla büyümüş bir kişi doğruya zor ulaşır"
(Farabi)
Vahiy ehl-i muvahhidler için her şeyden daha önemli olan bir görev vardır.
Aslında bütün elçilerin gönderiliş amacı da bu kutsal görevdir.
Bu görev din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği âyetlerden başka hiçbir kaynağın olmadığına iman etmektir.
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka kaynağa tâbi olmak şirktir.
"Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O'ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir"
( En'am-106)
İnsanları Kur'an'dan başka kaynağa davet etmek de şirktir.
"Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Sadece Rabbine dâvet et.
Asla müşriklerden olma! Allah ile beraber başka bir ilâha davet etme! O'ndan başka ilah yoktur.
O'nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz"
(Kasas, 87-88)
Din ve hüküm olarak Allah tarafından indirilen vahiy'den başka hiçbir kaynak edinmemek Kur'an'ın en önemli ilkesidir.
Bu ilke ile ilgili yüzlerce âyet mevcuttur. Dolayısıyla "daha Allah Resulü (a.s) hayatta iken kendisine indirilen vahiy ile din tamamlamıştır"
( Maide- 3; Enam- 115 )
"Allah'ın elçileri sadece kendilerine gönderilen vahyi tebliğ etmişlerdir"
( Maide- 117; Araf, 62- 67- 68; Nahl- 35; Maide- 99)
"Allah'ın elçileri sadece vahye tâbi olmuşlardır"
(Yunus- 15- 49- 109; En'am-106)
"Allah'ın elçileri yalnız indirilen vahyi ile insanları uyarmışlardır"
(Kaf- 51; Enbiya -45)
"Din ve hüküm olarak tek uyarı kaynağı Kur'an'dır"
(Yasin, 5--6; Furkan-1; Kehf, 1--4; Ahkaf- 12; Fussilet, 1--4)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmez"
( Casiye- 6; Mürselat- 50)
"Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kabul etmez"
( Kehf -26; Yusuf- 40; Şura- 10)
Nebi adına iftira edilen bütün hadisler yalandır" (Lokman- 6)
"İnsanlar sadece Kur'an'dan sorumlu tutulmuşlardı"
( Zuhruf, 43- 44)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek mucize ve yeterli bir kaynaktır"
(Ankebut, 50- 51)
"Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka uyulacak ilim yoktur, vahiy haricinde kalan rivayet ve içtihatlar heva ve hevesten başka bir şey değildir"
( Bakara- 120; Râd-37)
"Din ve hüküm olarak Kur'an tek hidayet kaynağıdır"
(Sebe-50; Yunus- 108; Neml-92)
"Doğru yolu göstermek sadece Allah'a aittir"
(Leyl-12)
" Allah yalnız hakkı buyurur ve hidayete yalnız O ulaştırır"
(Ahzab-4)
"Yollarını şaşırmamaları için açıklama yapan yalnız Allah'tır"
(Nisa-176)
"Hadis kaynakları müşriklerin taleplerinin yerine getirilmesidir"
(Yunus- 15)
"Hadisler, ictihadlar ve mezhepler Kur'an sesinin işitilmesini engelleyen bir gürültü ve propagandadan başka bir şey değildir"
(Fussilet-26)
"Allah'ın âyetlerini gizleyen ilim adamları lânetlenmişlerdir"
(Bakara-159)
"Atalardan kalma taklidi din ve iman Kur'an tarafından sürekli sorgulama altına alınarak kınanır"
(Bakara- 170; Mâide-104; Lokman-21)
Mezhep ve fırkaların dinde bölücülük olduğunu Kur'an söylüyor"
(En'am-159; Rum, 30-31 32)
"Din ve hüküm olarak Allah'ın indirdiği vahiy dışında hüküm kaynağı edinenler, Kur'an'a göre hem kafir, hem zalim, hemde fasıkların ta kendileridir"
(Mâide, 44-45-47)
"Elçinin tek hüküm kaynağı Allah'ın indirdiği kitaptır"
(Mâide, 48-49-50)
"Allah'ın tarafından indirilen vahyi tebliğ etmemek küfürdür"
(Mâide-67)
"Allah'ın indirdiği vahye dayanmayan dinde hayır yoktur"
(Mâide-68)
"Allah'a özel kılınmayan din şirktir, yani din Allah'ındır.
"Dinde Allah'tan başka söz sahibi yoktur, din katışıksız, saf, tertemiz hanif İslam olması gerekiyor"
(Beyyine-5; Mümin-65; Zümer, 2-3--11-12-13-15)
Kısacası din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak olmadığı ile ilgili âyetlerin tamamını ele almak mümkün değildir.
Fakat Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünden, Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklardan,
Kur'an'ın kavramlarından haberi olmayan Emevi- Abbasi Devletlerinin hurafe rivayetlerini din ve hüküm olarak kabul eden
Diyanet İşleri Başkanlığı, insanlara sadece Allah'ın kitabını ve hakkı tebliğ eden vahiy ehl-i bir muvahhide hakkında açmış olduğu soruşturma aynen şöyledir.
"Yukarıda açık kimliği yazılı... isimli şahsın şüpheli sıfatıyla... tarihinde alınan ifadesidir. SORU: ...ili... görev yaptığınız dönemde; gerek yaptığınız derslerde gerekse sohbet ve cuma derslerinde ve iftar programlarında yaptığınız sohbetlerde
"Kur'an'ın dinde tek kaynak olduğunu ve hadislerin kaynak olamayacağını, mezheplerin sonradan çıktığını ve mezheplere gerek olmadığını,
kabir azabı ile şefaatin olmadığını, şefaat istemenin şirk olduğunu, adetli iken kadınların namaz kılmak ve oruç tutmakla mükellef olduğunu, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu, kasden orucu bozmanın bir cezasının olmadığını, teravih namazının olmadığını, kandil gecelerinin olmadığını,
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Ramazan'da imsakı yanlış hesapladığı için insanların orucu fazla vakit olarak tuttuklarını, Ramazan'da mukabele okuma uygulamasının doğru olmadığını,
kader ve kazanın olmadığını, insanın tüm eylemlerinin gerçek sorumlusu olduğunu, zekat için belirlenmiş bir nisap miktarı olmadığını, ince çoraba ve çıplak ayağa mesh edileceğini, ölünün arkasından
Kur'an (Yasin) okumanın ölüye bir faydasının olmadığını söylediğiniz, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu ilmihal kitaplarını kabul etmediğiniz bu duruma bazı talebelerin tepki göstererek dersleriniz ve sohbetlerinize katılmadığı, az sayıda bazı insanların ise sizin bu görüşlerinizi benimsediği,
ehl-i sünnet âlimlerince sahih hadislerden istinbât edilen dini hükümleri tamamen yok saydığınız,
bu sebeple Kur'an'da hükmü bulunmayan tüm hususların bir tarafa atılarak terk edilmesi yönünde beyanlarda bulunarak görev yaptığınız bölgelerde insanların ehl-i sünnet akidesi çerçevesinde inandıkları hususları sorgular hale getirerek insanlar arasında ikilik çıkardığınız, insanların din ve
Diyanet İşleri Başkanlığı'na karşı olumsuz kanaatlere varmasına sebep olduğunuz, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan ve kurslarda ders kitabı olarak takip edilmesi belirlenen
"Dinimiz İslam" isimli kitabın muhtevası dışında İslam alimlerince tartışmalı olup nihai bir karara varılmayan dini konuları ibtidai seviyede dini bilgisi olan insanlara aktararak insanların inançlarını sorgular hale getirdiğiniz, bu tutumunuzu daha önce görev yaptığınız yerlerde olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğiniz, özetle;
hadislerle sabit olan dini hükümleri kabul etmediğiniz, .... netice olarak M...İ nun İleri sürdüğü görüşler doğrultusunda beyanlarda bulunarak insanlar arasında tefrika çıkardığınız iddia edilmektedir; Ne dersiniz?
Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruşturma ile vahiy ehl-i muvahhideyi değil, Kur'an'ı hesaba çekmekte ve direk olarak Allah'ın kitabına karşı savaş açmaktadır.
Bu soruşturma ile Diyanet İşleri Başkanlığı ne kadar Kur'an cahili olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu soruşturma itikadi bir sapma olduğundan dolayı cehennem ateşinden başka bir karşılığı bulunmamaktadır.
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem vericibir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, sadece iftira eder. İşte onlar yalancıların ta kendileridir"
(Nahl, 104-105)
Dolayısıyla hakkı bilmeyen gerçek olarak batılı bilemez.
Ön yargılı olanlar Kur'an'ı asla anlayamaz.
Kur'an'ı anlamak istemeyenler apaçık bir sapıklık içine gömülmüş olurlar..
"Eğer yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Sadece O'na dayandım. O yüce arşın sahibidir"
(Tevbe-129)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)