NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL EDER
(6.YAZI)
Kur'an'a baktığımızda "Resûl" kavramının kullanıldığı yerlerde evrensel bir dâvetin olduğunu ve geniş bir misyonun bulunduğunu görüyoruz.
"Nebi" kavramının kullanıldığı yerlerde ne kadar Medine'nin dar alanı, Nebi'nin ve çağdaşı olan müminlerin dini ve özel hayatları varsa, "Resul" kelimesinin kullanıldığı yerlerde bir genişlik, evrensellik, tüm insanlık ve bütün bir dünya mevcuttur.
Bunun en büyük sebebi Nübüvvet makamının Medine'de son bulduğu ve orada kaldığı ile ilgilidir.
Yani artık Nebi'nin hanımlarıyla evlenilmesinden, evlerine girilmesinden, rahatsız edilmesinden söz edilemez.
Fakat risâlet İki anlamda kiyamet gününe kadar devam etmektedir.
1-) Kitap Resul: Kıyamet gününe kadar kendisine itaat ve ittiba edenleri, ona bağlı olanları ve ona hicret edenleri aydınlatmaya devam edecektir.
İşte bundan dolayı "Resul" bağlamında kullanılan birçok evrensel kavram ve geniş görevler "Nebi" bağlamında değil, "Resul" bağlamında kullanılmıştır.
2-) Kimlikleri belli olmadan sadece Kur'an okuyan ve yalnız vahye davet eden İsimsiz Resuller:
(Zümer-71; Âraf-35; Nisa 165)
Mesela Bakara 89. âyetin ilk cümlesi ile 101 âyetin ilk cümlesi aynı olmakla beraber sadece üçüncü kelime değişmiştir.
89. âyetin üçüncü kelimesi "kitabün" "kitap" iken, 101. âyetin üçüncü kelimesi "resulün" "Resul" olarak yer almaktadır.
Kur'an'da var olan bu kurulu sistem, vahiy yani kitab ile Resul'ün aynı misyona sahip olduklarını göstermektedir.
Kiitap yani vahiy ile Resul evrensel bir değere sahiptirler.
Dolayısıyla onları anlatan kavramlarda evrenseldir.
Aslında bazı şeyleri birbirine karıştırmamak gerekir.
Biz "Nebi" kavramının geçtiği âyetlerin tarihsel olduğunu söylediğimizde hiçbir zaman onların gereksiz olduklarını iddia etmiyoruz.
Sadece onları din ve hüküm olarak almanın mümkün olmadığını, onların ders ve ibret olduğunu söylüyoruz.
Zaten Kur'an'da var olan kıssalardan yaşadığımız hayata dair hüküm çıkarmak mümkün değildir.
Yani Kur'an'da çok geniş olarak anlatılan bu kıssaların en büyük sebebi,
Mekke'de binbir zorluk içinde görev yapan Allah Resulü'ne ve iman edenlere sabır tavsiye etme ve güven vermeye yönelik moral depolama olarak inmişlerdir.
"Andolsun onların (geçmiş Nebi'lerin ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır.
Bu Kur'an uydurabilecek bir hadis değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır iman eden bir toplum için rahmet ve hidayettir"
( Yusuf- 111)
Dolayısıyla Kur'an, Yusuf (a.s) rüyası, çocukluğu, gençliği, kuyuya atılması, oradan çıkarılması, para karşılığında satılması, İsa (a.s) ın bebeklik hali, beşikte konuşması, Musa( a.s) çocukluğu, ücretle çalıştırılması gibi yüzlerce olayı ders ve ibret verme amacına yönelik olarak anlatmıştır.
Yani şunu demek istiyorum.
"Bütün bu anlatılanlar (Hâşâ) gereksizdir, Allah bunları boşuna anlatmış, artık bugün onlardan ders alınmaz bu kasaların bir faydası yoktur" olarak anlaşılmaması gerekiyor.
Yüce Allah Kur'an'da bir şey anlatmışsa kiyamet gününe kadar kadar ondan ders ve ibret çıkarılır.
24 Mart 2020 Salı
TEHLİKE BÜYÜK
Milli Güvenlik Kurulu İLİTAM meselesini beş yıllık ömrü olan siyasetçilere bırakması büyük bir tehlike arz ediyor.
Kamu denetçiliği kurumunun medreselerin etkisinde kalan ilahiyat lisans tamamlama programı (İLİTAM) çalıştayında, daha önce dini haberin gündeme getirdiği şekilde bu programın devam etmesi durumunda tarikatlar üzerinde yeni bir darbenin beklenebileceği vurgulandı.
Bilindiği gibi tarikatlar fetö ile aynı inanç ve kaynaklara sahip ortak bir zihniyetle hareket ediyorlar.
Aslında fetö ile diğer cemaat ve tarikatlar arasında inanç bakımından hiçbir fark bulunmamaktadır.
Hatta inanç ve kaynak itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı ile fetö'nün arasında hiçbir fark yoktur.
Diyanet'in fetö ile mücadele etmemesinin en büyük sebebi aynı inanca sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Fakat özellikle cemaat ve tarikatlar kendileri dışında kalan tüm insanları özellikle Kur'an'ı tek kaynak kabul eden akıl mantık sahiplerini kafir, sapık, vehhabi, "peygamber" düşmanı, modernist, mason gibi yaftalarla dışladığı, lider ve şeyhlerini evliya,
müceddit, kutup, gavs, bediüzzaman gibi uydurma vasıflarla Allah tarafından sanki kendilerine vahiy geliyorcasına kutsal bir konuma oturtup karşı gelinemez kabul ederken, kendilerini de özel yaratılmış, ayrıcalıklı bir din ve üstün bir inanca sahip olarak görürler.
Şu an tarikat ve cemaatler zorunlu olduğu için liseye kadar öğrencileri mevcut okullara gönderiyorlar.
İmkanları olduğu durumda ise son birkaç yıl içinde açık liseye- açık imam hatip liselerine ayırmakla müritlerini dışarıdan eğitimlerini tamamlatıyorlar.
Raporda da vurgulandığı gibi imkanı olan tarikatlar müritlerini okula göndermeme noktasında irade gösterecekler.
Ama şu an bununda çaresini bulmuş durumdalar.
Medreselerle arzuladıkları şekilde bürokrasiye hakim olmayan cemaat ve tarikatlar son seçimlerde Ak Parti'nin içine düştüğü zor durumdan istifade ile hızla ilk/ orta/ lise eğitim kurumlarını açıp aktive etmiş durumdalar.
Cemaat ve tarikatların önünde son engel, ilahiyat fakülteleri idi.
Tarikatçı- medreseli Mehmet Emin Saraç'ın oğlu YÖK Başkanı Emin Saraç ile Yök ve bürokrasiye yerleştirdikleri bürokratlar sayesinde ilahiyat fakültelerini yaygın eğitime açmakla o sorunu da büyük oranda halletmiş görünüyorlar.
İLİTAM şu an neredeyse ilahiyat fakülteleriyle yarışırcasına mezun veriyor.
Diplomalarında ise İLİTAM değil, İlahiyat Fakültesi yazıyor.
Ve bu belge ile şu an kendilerine açılmayan kapı yok gibidir.
Cemaat ve tarikatlar ilahiyat fakülteleri başta olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nda sinsice ve hızla kadrolaşıyorlar.
Ehl-i Sünnet maskesi ile sözde dini hassasiyetle hareket eden mümin görünümlü tarikatçı İLİTAM mezunları şu an ilahiyatlarda söz sahibi olmaya başladılar bile.
Cemaat ve tarikatların ortak ahlak ve karakteridir.
Kendileri gibi inanmayan hiç bir öğrenciyi mulakatlarda geçirmezlerken kendilerinden olmayan mevcut öğretim üyelerine ders vermeme, yüksek lisans eğitimlerinden yoksun bırakma, panel- konferans ile yurtdışı eğitim yasağıyla tecrit ettikleri için kendileri dışında kalan öğrencileri etkilemelerinin önüne geçtikleri anlaşılıyor.
Tarikat ve cemaatlerin mevcut personeli engelleme ve emekliye ayrılmaya mecbur bırakma çalışmalarının yanısıra liyakat gözetmeksizin mezun olan öğrencilere pozitif ayrımcılık yaparak yüksek puanlarla mezun edip mülakatlarda tercih ettikleri ve böylece hızda kadrolaşmaya başladıkları gelen haberler arasındadır.
İlahiyatlar açısından durum bu iken diğer okullarda ise tarikat ve cemaatler hiçbir engelle karşılaşmadan aynen fetö'nün emme- basma tulumba mantığı ile kendi elemanlarına yaptıkları kayırma ile tüm akademi'de kadrolaştıkları artık görülen bir gerçektir.
İLİTAM ile medreselerin ilahiyat, Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığın'da kadrolaşma çalışmalarını hızlandırırken dikkat çekici bir şekilde medrese müfredatını çağrıştırır şekilde açılan Yüksek İslam Enstitüleri yaygınlık kazanıyor.
Diğer taraftan ilahiyat fakültelerinde felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık gibi dersler kaldırılmak ya da ders sayısı azaltılmakla öğrencinin sorgulayıcı aklı ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Böylece öğrencilerin medreseli hareketin kodlarını çözmesi engelleniyor.
Tarikatların kendilerini gizleme adına maske olarak kullandıkları Ehl-i Sünnet söylemi, Kur'an'sız dolayısıyla Allah'sız İslam Projesi olup kaynağını Nebi (a.s) adına iftira edilen hadislerle Hindistan ve Kadim İran menşeeli şeyh, İmam ve uydurma gavsların keramet, rüya ve şirklerinden alıyor.
Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynakları:
Uydurma hadisler, ilham, keşif, Kur'an dışı ictihadlar gibi tamamen akıl ve bilim dışı unsurlardan oluşmaktadır.
Aslında bakarsanız dış düşmana gerek kalmadan bir devleti kendi kendine çökertmek için o devletin eğitim sisteminin akıl ve bilim karşıtı, cahillerin kendi aralarında birbirine âlim pozu verip caka sattığı gerçekte ise karanlık ve kapalı olan inançların kontrolüne vermeniz yeterlidir.
İşin acı tarafı şu ki, tarikatların doğurduğu öfke ortamı ve inanç boşluğu ağlayana meme verme cinsinden büyük çoğunlukla dış güçlerin destekleyip peydahladığı tekfirci- Selefi cemaatlerin mantar gibi piyasada yaygınlık kazanması bu işlerin tesadüfen olmadığını gösteriyor.
Aslına bakarsanız medreselerle Selefi-tekfirci grupların karşıt gibi görünmesine rağmen kaynak (Buhari- Müslim- Tirmizi- Ebu Davut- İbni Mace- Nesai- Ahmet bin Hanbel'in Süneni-Malik bin Enesin Muvattası) itibariyle birbirinden farklı olmadığı göz önüne alındığında bu hareketlerin ilmilikten öte hanif İslam dini ile devletin güvenliğini tehdit eder durumda oldukları anlaşılıyor.
İşid, Daiş, Boko Haram'a kaynak ve inanç bakımından el altından verilen desteklere bakıldığında tekfirci- Selefi grupların pek de öyle tarikat karşıtı olmadığı, ilimle de işlerinin bulunmadığı görünüyor.
Aslında tarikat ve medrese meselesi partiler üstü bir şekilde Milli Güvenlik Kurulu'nda çok ciddi olarak görüşülüp acilen tedbir alınması gereken hayati bir konudur.
Ama maalesef partilerin oy korkusu ve kaygısı yüzünden cemaat ve tarikat liderlerinin siyasilerce ziyaret edilmesine neden olurken, verilen destek ve tavizlerle her geçen gün güçlerine güç katıyorlar.
Partilerin amacı, iktidar olmak ve iktidarda mümkün olabildiğince uzun kalabilmektir.
Bu yönüyle bakıldığında bir vekilin vekalet ömrü beş yıl ve tüm planları da beş yıl ile sınırlıdır. Oysa cemaat ve tarikatlar uzun ömürlü, on yılları bulan tecrübeleriyle yaşar ve anlattıkları menkibelerle ümmi halkı etkileri altına almaya çalışırlar.
Yani anlayacağınız cemaat ve tarikatlar meselesi siyasilerin oy kaygısı, iktidar ve hükümet hırsı ve kısır görüşleri ile çözebilecekleri basit ve önemsiz bir mesele değildir.
Bu nedenle Milli Güvenlik Kurulu başta olmak üzere Devletin güvenlik ve istihbarat birimlerinin bu işe el atması her şeyden daha öncelikli bir konuma sahiptir.
Fetö'den edindikleri tecrübe ve dış güçlerin desteği de göz önüne alındığında tarikatlar ve kontrolündeki medreseler, Milli Eğitim Bakanlığı'na alternatif Eğitim Kurumlarını oluşturmak yönüyle büyük bir tehlike arz ediyorlar.
"Devlet ihmal eder ama unutmaz" kuralı, her nasılsa bu tarikatlar söz konusu olduğunda tıpkı fetö'nün üstünün örtüldüğü gibi bir şekilde üstü örtülüyor ve son derece zayıf hafızalı oluyoruz.
Dolayısıyla devlete unuttuğu ve önemsemediği tehlikeli gerçeği hatırlatmak her akıllı vatandaşın birinci derece hedefi olmalıdır.
Açık olarak söylemek gerekirse 15/ 27 Aralık sürecinde istisnasız tüm cemaat ve tarikatlar F. Gülen hainini "EHL'İ SÜNNET âlimi" deyip sahiplenmiş gizli olarak iktidarı düşürme planı içinde yer almışlardır.
Son yapılan kamu denetçiliği kurumunun medreselerin etkisinde kalan ilahiyat lisans tamamlama programı (İLİTAM) çalıştayında da görüldüğü gibi tarikatlar/ medreseler şu an fetö'nün mirasçısı olarak büyük bir hızla kadrolaşıyorlar.
Fetö'den daha tehlikeli olarak bilimden uzak, bağnaz, gerici ve İŞİD'Çİ zihniyetle her tür yeniliğin karşısında duran medreseler, sahip oldukları Yeniçeri mürit ordusu ile hakikat avcısı olan herkesi linç eden inançları göz önüne alındığında tarikatların yapacakları darbede 15 Temmuz'u mumla arayacağımız günlerin pek yakın olmamasını diliyoruz.
Milli Güvenlik Kurulu İLİTAM meselesini beş yıllık ömrü olan siyasetçilere bırakması büyük bir tehlike arz ediyor.
Kamu denetçiliği kurumunun medreselerin etkisinde kalan ilahiyat lisans tamamlama programı (İLİTAM) çalıştayında, daha önce dini haberin gündeme getirdiği şekilde bu programın devam etmesi durumunda tarikatlar üzerinde yeni bir darbenin beklenebileceği vurgulandı.
Bilindiği gibi tarikatlar fetö ile aynı inanç ve kaynaklara sahip ortak bir zihniyetle hareket ediyorlar.
Aslında fetö ile diğer cemaat ve tarikatlar arasında inanç bakımından hiçbir fark bulunmamaktadır.
Hatta inanç ve kaynak itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı ile fetö'nün arasında hiçbir fark yoktur.
Diyanet'in fetö ile mücadele etmemesinin en büyük sebebi aynı inanca sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Fakat özellikle cemaat ve tarikatlar kendileri dışında kalan tüm insanları özellikle Kur'an'ı tek kaynak kabul eden akıl mantık sahiplerini kafir, sapık, vehhabi, "peygamber" düşmanı, modernist, mason gibi yaftalarla dışladığı, lider ve şeyhlerini evliya,
müceddit, kutup, gavs, bediüzzaman gibi uydurma vasıflarla Allah tarafından sanki kendilerine vahiy geliyorcasına kutsal bir konuma oturtup karşı gelinemez kabul ederken, kendilerini de özel yaratılmış, ayrıcalıklı bir din ve üstün bir inanca sahip olarak görürler.
Şu an tarikat ve cemaatler zorunlu olduğu için liseye kadar öğrencileri mevcut okullara gönderiyorlar.
İmkanları olduğu durumda ise son birkaç yıl içinde açık liseye- açık imam hatip liselerine ayırmakla müritlerini dışarıdan eğitimlerini tamamlatıyorlar.
Raporda da vurgulandığı gibi imkanı olan tarikatlar müritlerini okula göndermeme noktasında irade gösterecekler.
Ama şu an bununda çaresini bulmuş durumdalar.
Medreselerle arzuladıkları şekilde bürokrasiye hakim olmayan cemaat ve tarikatlar son seçimlerde Ak Parti'nin içine düştüğü zor durumdan istifade ile hızla ilk/ orta/ lise eğitim kurumlarını açıp aktive etmiş durumdalar.
Cemaat ve tarikatların önünde son engel, ilahiyat fakülteleri idi.
Tarikatçı- medreseli Mehmet Emin Saraç'ın oğlu YÖK Başkanı Emin Saraç ile Yök ve bürokrasiye yerleştirdikleri bürokratlar sayesinde ilahiyat fakültelerini yaygın eğitime açmakla o sorunu da büyük oranda halletmiş görünüyorlar.
İLİTAM şu an neredeyse ilahiyat fakülteleriyle yarışırcasına mezun veriyor.
Diplomalarında ise İLİTAM değil, İlahiyat Fakültesi yazıyor.
Ve bu belge ile şu an kendilerine açılmayan kapı yok gibidir.
Cemaat ve tarikatlar ilahiyat fakülteleri başta olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nda sinsice ve hızla kadrolaşıyorlar.
Ehl-i Sünnet maskesi ile sözde dini hassasiyetle hareket eden mümin görünümlü tarikatçı İLİTAM mezunları şu an ilahiyatlarda söz sahibi olmaya başladılar bile.
Cemaat ve tarikatların ortak ahlak ve karakteridir.
Kendileri gibi inanmayan hiç bir öğrenciyi mulakatlarda geçirmezlerken kendilerinden olmayan mevcut öğretim üyelerine ders vermeme, yüksek lisans eğitimlerinden yoksun bırakma, panel- konferans ile yurtdışı eğitim yasağıyla tecrit ettikleri için kendileri dışında kalan öğrencileri etkilemelerinin önüne geçtikleri anlaşılıyor.
Tarikat ve cemaatlerin mevcut personeli engelleme ve emekliye ayrılmaya mecbur bırakma çalışmalarının yanısıra liyakat gözetmeksizin mezun olan öğrencilere pozitif ayrımcılık yaparak yüksek puanlarla mezun edip mülakatlarda tercih ettikleri ve böylece hızda kadrolaşmaya başladıkları gelen haberler arasındadır.
İlahiyatlar açısından durum bu iken diğer okullarda ise tarikat ve cemaatler hiçbir engelle karşılaşmadan aynen fetö'nün emme- basma tulumba mantığı ile kendi elemanlarına yaptıkları kayırma ile tüm akademi'de kadrolaştıkları artık görülen bir gerçektir.
İLİTAM ile medreselerin ilahiyat, Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığın'da kadrolaşma çalışmalarını hızlandırırken dikkat çekici bir şekilde medrese müfredatını çağrıştırır şekilde açılan Yüksek İslam Enstitüleri yaygınlık kazanıyor.
Diğer taraftan ilahiyat fakültelerinde felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık gibi dersler kaldırılmak ya da ders sayısı azaltılmakla öğrencinin sorgulayıcı aklı ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Böylece öğrencilerin medreseli hareketin kodlarını çözmesi engelleniyor.
Tarikatların kendilerini gizleme adına maske olarak kullandıkları Ehl-i Sünnet söylemi, Kur'an'sız dolayısıyla Allah'sız İslam Projesi olup kaynağını Nebi (a.s) adına iftira edilen hadislerle Hindistan ve Kadim İran menşeeli şeyh, İmam ve uydurma gavsların keramet, rüya ve şirklerinden alıyor.
Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynakları:
Uydurma hadisler, ilham, keşif, Kur'an dışı ictihadlar gibi tamamen akıl ve bilim dışı unsurlardan oluşmaktadır.
Aslında bakarsanız dış düşmana gerek kalmadan bir devleti kendi kendine çökertmek için o devletin eğitim sisteminin akıl ve bilim karşıtı, cahillerin kendi aralarında birbirine âlim pozu verip caka sattığı gerçekte ise karanlık ve kapalı olan inançların kontrolüne vermeniz yeterlidir.
İşin acı tarafı şu ki, tarikatların doğurduğu öfke ortamı ve inanç boşluğu ağlayana meme verme cinsinden büyük çoğunlukla dış güçlerin destekleyip peydahladığı tekfirci- Selefi cemaatlerin mantar gibi piyasada yaygınlık kazanması bu işlerin tesadüfen olmadığını gösteriyor.
Aslına bakarsanız medreselerle Selefi-tekfirci grupların karşıt gibi görünmesine rağmen kaynak (Buhari- Müslim- Tirmizi- Ebu Davut- İbni Mace- Nesai- Ahmet bin Hanbel'in Süneni-Malik bin Enesin Muvattası) itibariyle birbirinden farklı olmadığı göz önüne alındığında bu hareketlerin ilmilikten öte hanif İslam dini ile devletin güvenliğini tehdit eder durumda oldukları anlaşılıyor.
İşid, Daiş, Boko Haram'a kaynak ve inanç bakımından el altından verilen desteklere bakıldığında tekfirci- Selefi grupların pek de öyle tarikat karşıtı olmadığı, ilimle de işlerinin bulunmadığı görünüyor.
Aslında tarikat ve medrese meselesi partiler üstü bir şekilde Milli Güvenlik Kurulu'nda çok ciddi olarak görüşülüp acilen tedbir alınması gereken hayati bir konudur.
Ama maalesef partilerin oy korkusu ve kaygısı yüzünden cemaat ve tarikat liderlerinin siyasilerce ziyaret edilmesine neden olurken, verilen destek ve tavizlerle her geçen gün güçlerine güç katıyorlar.
Partilerin amacı, iktidar olmak ve iktidarda mümkün olabildiğince uzun kalabilmektir.
Bu yönüyle bakıldığında bir vekilin vekalet ömrü beş yıl ve tüm planları da beş yıl ile sınırlıdır. Oysa cemaat ve tarikatlar uzun ömürlü, on yılları bulan tecrübeleriyle yaşar ve anlattıkları menkibelerle ümmi halkı etkileri altına almaya çalışırlar.
Yani anlayacağınız cemaat ve tarikatlar meselesi siyasilerin oy kaygısı, iktidar ve hükümet hırsı ve kısır görüşleri ile çözebilecekleri basit ve önemsiz bir mesele değildir.
Bu nedenle Milli Güvenlik Kurulu başta olmak üzere Devletin güvenlik ve istihbarat birimlerinin bu işe el atması her şeyden daha öncelikli bir konuma sahiptir.
Fetö'den edindikleri tecrübe ve dış güçlerin desteği de göz önüne alındığında tarikatlar ve kontrolündeki medreseler, Milli Eğitim Bakanlığı'na alternatif Eğitim Kurumlarını oluşturmak yönüyle büyük bir tehlike arz ediyorlar.
"Devlet ihmal eder ama unutmaz" kuralı, her nasılsa bu tarikatlar söz konusu olduğunda tıpkı fetö'nün üstünün örtüldüğü gibi bir şekilde üstü örtülüyor ve son derece zayıf hafızalı oluyoruz.
Dolayısıyla devlete unuttuğu ve önemsemediği tehlikeli gerçeği hatırlatmak her akıllı vatandaşın birinci derece hedefi olmalıdır.
Açık olarak söylemek gerekirse 15/ 27 Aralık sürecinde istisnasız tüm cemaat ve tarikatlar F. Gülen hainini "EHL'İ SÜNNET âlimi" deyip sahiplenmiş gizli olarak iktidarı düşürme planı içinde yer almışlardır.
Son yapılan kamu denetçiliği kurumunun medreselerin etkisinde kalan ilahiyat lisans tamamlama programı (İLİTAM) çalıştayında da görüldüğü gibi tarikatlar/ medreseler şu an fetö'nün mirasçısı olarak büyük bir hızla kadrolaşıyorlar.
Fetö'den daha tehlikeli olarak bilimden uzak, bağnaz, gerici ve İŞİD'Çİ zihniyetle her tür yeniliğin karşısında duran medreseler, sahip oldukları Yeniçeri mürit ordusu ile hakikat avcısı olan herkesi linç eden inançları göz önüne alındığında tarikatların yapacakları darbede 15 Temmuz'u mumla arayacağımız günlerin pek yakın olmamasını diliyoruz.
ŞEYTAN EVLIYASINA İBRETLİK BİR TEMSİL
"Allah size kendinizden bir misal verdi:
Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeyler hususunda, elleriniz altındakilerden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda kendinizi saydığınız gibi, onları da sayıp kendinize eşit kabul eder misiniz. İşte biz, düşünecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz"
(Rum-28)
Bu âyette yüce Allah, şeytan evlıyasına ve ilahlara kulluk eden müşriklere cevap olması açısından güzel bir örnek ve akli bir kıyas yapmaktadır.
Çünkü bütün müşrikler gibi Mekke müşrikleri de Allah'a iman etmekle beraber evliya ve ilahlarının Allah'ın dostları olduklarına iman ediyorlardı.
Yüce Allah onlara öyle bir örnek veriyor ki, doğruluğunu başka hiçbir şeye bakma ihtiyaçları olmadan kendilerinden bilebilecekleri bir delil sunmutur.
Delillerin en güzeli ve en etkilisi de, kişinin bizzat kendisinde bulunan ve inkar edemeyeceği bir şekilde kendisine karşı kullanılmasıdır.
Yüce Allah şunu demek istiyor:
Ey müşrikler! Sizin sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden, mal- mülk kuvvet- kudret, otorite- güç bakımından kendinize eşit seviyede kimse var mı?
Dolayısıyla köle ve cariyelerinizden mal ve mülk, kuvvet ve kudret, güç ve otorite hususunda size ortak olacak kadar mal ve servet verip onları maddi olarak yüceltir misiniz ki, siz onlarla maddi bakımdan eşit hale gelesiniz?
Bunun sonucunda da, mallarınızı sizinle birlikte istedikleri gibi paylaşsınlar ve onlarda tasarruf sahibi olsunlar.
Çünkü bu bir ortağın, ortağına karşı taşıdığı korkudur.
"De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar olsaydı, o takdirde bu ilahlar arşın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı"
(İsra-42)
"Yoksa o müşrikler, yeryüzünde bir takım ilahlar edindiler de, onlar mı diriltecekler?
Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök (bunların nizam-ı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir"
(Enbiya-21,22)
Dolayısıyla "sizden biriniz, kölesinin, mal ve mülk konusunda kendisine ortak olmasını istemez ve kabul etmezken"
Yani siz bu konuda herhangi bir ortaklığa razı olmazken, nasıl olur da, noksan sıfatlardan uzak olan Allah, yarattığı aciz bir kulunu uluhiyet ve rububiyetine ortak eder?
Bu sizin fıtrat ve aklınıza göre batıl ve yanlış bir hüküm olduğuna göre, halbuki bu sizin hakkınızda mümkün ve caizdir.
Çünkü sizin köle ve cariyeleriniz gerçekte sizin malınız değil, onlarda sizin gibi kullardır.
Sizin yaratılışınıza eşit bir şekilde aynı maddeden yaratılmışlardır.
Bu durumda iken bile, siz kölelerinizi kendinize maddi güç bakımından eşit kılmak istemezken, Allah kullarından kendisine eşit olacak bir şekilde "evliya ve yardımcı ilahlar" edinir mi?
Nasıl olur da, böyle bir şeyi Allah hakkından mümkün ve caiz görürsünüz?
ŞU ÂYET DE AYNI ANLAMA GELMEKTEDİR
"Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi, Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip bu hususta kendilerini onlar eşit kılmak istemezler. Durum böyleyken Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?"
(Nahl-72)
"Allah size kendinizden bir misal verdi:
Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeyler hususunda, elleriniz altındakilerden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda kendinizi saydığınız gibi, onları da sayıp kendinize eşit kabul eder misiniz. İşte biz, düşünecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz"
(Rum-28)
Bu âyette yüce Allah, şeytan evlıyasına ve ilahlara kulluk eden müşriklere cevap olması açısından güzel bir örnek ve akli bir kıyas yapmaktadır.
Çünkü bütün müşrikler gibi Mekke müşrikleri de Allah'a iman etmekle beraber evliya ve ilahlarının Allah'ın dostları olduklarına iman ediyorlardı.
Yüce Allah onlara öyle bir örnek veriyor ki, doğruluğunu başka hiçbir şeye bakma ihtiyaçları olmadan kendilerinden bilebilecekleri bir delil sunmutur.
Delillerin en güzeli ve en etkilisi de, kişinin bizzat kendisinde bulunan ve inkar edemeyeceği bir şekilde kendisine karşı kullanılmasıdır.
Yüce Allah şunu demek istiyor:
Ey müşrikler! Sizin sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden, mal- mülk kuvvet- kudret, otorite- güç bakımından kendinize eşit seviyede kimse var mı?
Dolayısıyla köle ve cariyelerinizden mal ve mülk, kuvvet ve kudret, güç ve otorite hususunda size ortak olacak kadar mal ve servet verip onları maddi olarak yüceltir misiniz ki, siz onlarla maddi bakımdan eşit hale gelesiniz?
Bunun sonucunda da, mallarınızı sizinle birlikte istedikleri gibi paylaşsınlar ve onlarda tasarruf sahibi olsunlar.
Çünkü bu bir ortağın, ortağına karşı taşıdığı korkudur.
"De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilahlar olsaydı, o takdirde bu ilahlar arşın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı"
(İsra-42)
"Yoksa o müşrikler, yeryüzünde bir takım ilahlar edindiler de, onlar mı diriltecekler?
Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök (bunların nizam-ı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir"
(Enbiya-21,22)
Dolayısıyla "sizden biriniz, kölesinin, mal ve mülk konusunda kendisine ortak olmasını istemez ve kabul etmezken"
Yani siz bu konuda herhangi bir ortaklığa razı olmazken, nasıl olur da, noksan sıfatlardan uzak olan Allah, yarattığı aciz bir kulunu uluhiyet ve rububiyetine ortak eder?
Bu sizin fıtrat ve aklınıza göre batıl ve yanlış bir hüküm olduğuna göre, halbuki bu sizin hakkınızda mümkün ve caizdir.
Çünkü sizin köle ve cariyeleriniz gerçekte sizin malınız değil, onlarda sizin gibi kullardır.
Sizin yaratılışınıza eşit bir şekilde aynı maddeden yaratılmışlardır.
Bu durumda iken bile, siz kölelerinizi kendinize maddi güç bakımından eşit kılmak istemezken, Allah kullarından kendisine eşit olacak bir şekilde "evliya ve yardımcı ilahlar" edinir mi?
Nasıl olur da, böyle bir şeyi Allah hakkından mümkün ve caiz görürsünüz?
ŞU ÂYET DE AYNI ANLAMA GELMEKTEDİR
"Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi, Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip bu hususta kendilerini onlar eşit kılmak istemezler. Durum böyleyken Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?"
(Nahl-72)
NEBİ TARİHSELLİĞİ, RESUL EVRENSELLİĞİ TEMSİL EDER.
(7.YAZI)
Nebi kavramının kullanıldığı yerlerde gelecek nesiller için ders ve ibret vardır.
Resul kavramının kullanıldığı âyetlerde ise din ve hüküm yani bütün insanları ilgilendiren bir emir vardır.
Resul'ün evrenselliğine örnek olarak bir kaç âyet şöyledir.
"İman etmelerinden, Resul'ün ( Kur'an'ın) hak olduğuna şahit olmalarından ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra küfre sapan bir kavme
(vahiy'den bağımsız olarak) Allah nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğunu (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete iletmez"
(Âli İmran-86 )
"Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah'ın Resulü de (Kur'an) aranızda iken nasıl küfre saparsınız? Her kim Allah'a sığınırsa kesinlikle sırat-ı müstakime iletilmiştir"
( Âli İmran-101 )
"Allah'a ve Resulü'ne itaat edin ki rahmete ulaştırılasınız"
( Âli İmran- 132 )
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse Allah onu, altından nehirler akan cennetlere koyacaktır..."
( Nisa -13 )
"Kim Allah'a ve Resul'üne isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır"
( Nisa- 14)
"Küfür yoluna sapıp Resul'e (Kur'an'a) isyan edenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni edecekler ve Allah'tan hiçbir sözü gizliyemezler"
(Nisa- 42)
"İtaat, Allah ve Resul-- küfür, Allah, vahiy ve Resul-- ittiba, vahiy ve Resul-- İsyan, Allah ve Resul- - tekzib, Allah, vahiy ve Resul-- Kerim, Allah, vahiy ve Resul--
Aziz, Allah, vahiy ve Resul-- davet, Allah, vahiy ve Resul-- icabet, Allah ve Resul-- hıyanet, Allah ve Resul-- emanet, Resul--
sıdk, Allah ve Resul-- İnzar, Allah, vahiy ve Resul-- şikak, Allah ve Resul, hâdd, Allah ve Resul--
Hak, Allah, vahiy ve Resul-- Nur, Allah, vahiy ve Resul-- mubin, vahiy ve Resul-- Üsve-i hasene yani örnek olma Resul--
tebliğ, vahiy ve Resul-- helal ve haram kılma, Allah ve Resul-- nehiy Allah ve Resul-- âyetleri tilavet etme Allah ve Resul-- âyetleri tebyin etme Allah, vahiy ve Resul--
tezkiye, vahiy ve Resul bağlamında kullanmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi belki en önemlisi Resûl kavramının evrensel bir anlama sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla "Nebi" kavramı, yöresel ve tarihsel bir anlam ifade ederken, "Resul" kavramı, genel ve evrensel bir anlama sahiptir.
Mesela, şu âyetlere bir bakalım.
"Onlara, Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, (Ey Resul) münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa- 61 )
Âyette "Allah'ın indirdiği ve Resul" denilmesinin sebebi, iki ayrı otorite olmasından dolayı değildir.
İlk başta vahyin Resul'ün kalbine indirilmesinden dolayıdır.
Yani başlangıçta Kur'an ile Resul birbirinden bağımsız değillerdi.
Âyetlere ulaşmanın biricik kaynağı Resul (a.s) idi.
Aynı zamanda vahyin, yani Kur'an'ın Muhammed ( a.s) ile bağlantılı olmadığını ortaya koymak için Allah'ın indirdiğine gelin buyrulmuştur.
(7.YAZI)
Nebi kavramının kullanıldığı yerlerde gelecek nesiller için ders ve ibret vardır.
Resul kavramının kullanıldığı âyetlerde ise din ve hüküm yani bütün insanları ilgilendiren bir emir vardır.
Resul'ün evrenselliğine örnek olarak bir kaç âyet şöyledir.
"İman etmelerinden, Resul'ün ( Kur'an'ın) hak olduğuna şahit olmalarından ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra küfre sapan bir kavme
(vahiy'den bağımsız olarak) Allah nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğunu (vahiy'den bağımsız olarak) hidayete iletmez"
(Âli İmran-86 )
"Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah'ın Resulü de (Kur'an) aranızda iken nasıl küfre saparsınız? Her kim Allah'a sığınırsa kesinlikle sırat-ı müstakime iletilmiştir"
( Âli İmran-101 )
"Allah'a ve Resulü'ne itaat edin ki rahmete ulaştırılasınız"
( Âli İmran- 132 )
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse Allah onu, altından nehirler akan cennetlere koyacaktır..."
( Nisa -13 )
"Kim Allah'a ve Resul'üne isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır"
( Nisa- 14)
"Küfür yoluna sapıp Resul'e (Kur'an'a) isyan edenler o gün yerin dibine batırılmayı temenni edecekler ve Allah'tan hiçbir sözü gizliyemezler"
(Nisa- 42)
"İtaat, Allah ve Resul-- küfür, Allah, vahiy ve Resul-- ittiba, vahiy ve Resul-- İsyan, Allah ve Resul- - tekzib, Allah, vahiy ve Resul-- Kerim, Allah, vahiy ve Resul--
Aziz, Allah, vahiy ve Resul-- davet, Allah, vahiy ve Resul-- icabet, Allah ve Resul-- hıyanet, Allah ve Resul-- emanet, Resul--
sıdk, Allah ve Resul-- İnzar, Allah, vahiy ve Resul-- şikak, Allah ve Resul, hâdd, Allah ve Resul--
Hak, Allah, vahiy ve Resul-- Nur, Allah, vahiy ve Resul-- mubin, vahiy ve Resul-- Üsve-i hasene yani örnek olma Resul--
tebliğ, vahiy ve Resul-- helal ve haram kılma, Allah ve Resul-- nehiy Allah ve Resul-- âyetleri tilavet etme Allah ve Resul-- âyetleri tebyin etme Allah, vahiy ve Resul--
tezkiye, vahiy ve Resul bağlamında kullanmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi belki en önemlisi Resûl kavramının evrensel bir anlama sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla "Nebi" kavramı, yöresel ve tarihsel bir anlam ifade ederken, "Resul" kavramı, genel ve evrensel bir anlama sahiptir.
Mesela, şu âyetlere bir bakalım.
"Onlara, Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, (Ey Resul) münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa- 61 )
Âyette "Allah'ın indirdiği ve Resul" denilmesinin sebebi, iki ayrı otorite olmasından dolayı değildir.
İlk başta vahyin Resul'ün kalbine indirilmesinden dolayıdır.
Yani başlangıçta Kur'an ile Resul birbirinden bağımsız değillerdi.
Âyetlere ulaşmanın biricik kaynağı Resul (a.s) idi.
Aynı zamanda vahyin, yani Kur'an'ın Muhammed ( a.s) ile bağlantılı olmadığını ortaya koymak için Allah'ın indirdiğine gelin buyrulmuştur.
EY CAHİLLER !
MUHAMMED (A.S) A NEBİ VE RESUL KAVRAMLARINI MUVAHHİDLER VERMEDİ.
Aslında "Nebi" ile "Resul'ün" arasında bulunan onlarca farkı ve mükemmel sistemi bir çok âyette yüce Allah ortaya koymuştur.
Yani Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların üzerinde bu derece durmamızın sebebi Kur'an'ın bu iki kavrama yüklemiş olduğu değişik anlamlardır.
Dolayısıyla Kur'an'da bunları araştırırken bu farkları sanki muvahhidler kendi inanç ve fikirlerinden çıkarıyorlar gibi suçlanmalarının mantıklı bir karşılığı yoktur.
Kur'an'ı Mübin bu farkları açık olarak ortaya koymasaydı bizim bu konuda konuşmamızın imkanı olur muydu?
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklara İmanı olmayan veya bir sıkıntı içerisinde bulunanlar şikayetlerini yüce Allah'a yapsınlar.
Yahudi ve Hıristiyan İlim adamlarının düştükleri hatalara, son vahyin muhatapları da düşmemesi için yüce Allah böyle bir ayrım yapmıştır.
Yahudi ve Hristiyanların Nebi'lerini ilâhlaştırdıkları gibi son vahyin sahipleri de Nebi ( a.s) ı ilâhlaştırmamaları için Yüce Allah aynı kişi olan yani
Muhammed (a.s) ile ilgili Nübüvvet mertebesi ile Risalet misyonunun arasında son derece net bir ayrıma gitmiştir.
Dolayısıyla son vahiy ile birlikte Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar çok açık seçik bir şekilde ortaya konmuştur.
Kur'an'ın Nebi ile Resul arasında bulunan farkları kalın çizgilerle birbirinden ayırmasının sebebi iman edenlerin zihnini ve tevhid akidesini yani hanif İslam'ı korumaya yöneliktir.
Muhammed (a.s) kendisine vahiy indirilince kadar Ebubekir, Ömer, Ali ve Ammar gibi sâde bir Mekke vatandaşıdır.
( Kehf- 110; Fussilet- 6 )
Muhammed ( a.s) gece gündüz, 24 saat, her an, 23 sene, vefat edinceye kadar, özel hayatında, hatta âhirette bile
(Nisa-69) Nübüvvet makam ve mertebesine sahiptir.
Nübüvvet makam ve mertebesi hiçbir zaman ondan ayrı bir şey değildir.
Nebi kavramı, dar bir alan ve özel bir hayatı temsil eder.
Yani tarihsel ve sosyal bir hayatı ve özel bir durumu temsil eder.
Nübüvvet, Nebi'nin hataları, evi, sesi, siyeri, savaşları, ailesi, hanımları, beşeri özelliği, sosyal yaşantısı ile ilgilidir.
Resul, Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Resul, indirilen vahye eşdeğer bir konuma sahip kılınmıştır.
Dolayısıyla vahiy indirildikten sonra sade Mekke vatandaşı, normal, herkes gibi bir beşer olan Muhammed ( a.s) iki karakteri oluyor.
1-) Nübüvvet makam ve mertebesi
2-) Risalet Misyonu
Kendisine Allah'tan vahiy indirildikten sonra artık Muhammed diye birisi yoktur.
Kur'an'da, itaat, tekzip, küfür, hak, mübin, kerim, nur, tebliğ,
âyetleri tilavet etme, tebyin, karanlıklardan aydınlığa çıkarma, şikak, hidayet, rahmet, helal ve haram kılma,
istihza, (alaya alınma) aziz, hakem olma, üsve-i hasene (örneklik) nehiy (yasaklama) ittiba, inzar, mübeşşir (müjdeleyici) gönderilmeden azap etmeme, tezkiye, hâdd gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Nebi hata yaptıktan sonra, Resul ise hata yapmadan uyarılır.
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ ediyor.
Onun biricik görevi budur.
Kur'an'da Nebi kavramı genellikle iman eden müminler bağlamında kullanılırken, (Tevbe- 113, 117 ; Tahrim- 12)
Resul ise, Allah ve vahiy bağlamında kullanılır.
Yani Nebi ( a.s) iman edenler gibi söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata yapabilir.
(Tevbe-113; Tahrim-1)
Fakat konumu itibariyle Allah tarafından uyarılır ve hatada ısrar etmesi engellenir.
Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altına alınmıştır, hanımları müminlerin anneleridir, fakat sözleri ümmet için bağlayıcı değildir.
Fakat Resul, görevi icabı Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ etmek olduğu için hata yapması ve görevinde ihanet etmesi mümkün değildir.
(Yunus-15; Hakka-44)
Risalet, vahiy ile ilgili bir görevlendirmedir.
Resul'ün misyonu, Allah tarafından indirileni direkt olarak muhataplara ulaştırma olunca onun hata yapmasına izin verilmiyor ve kendisine hata etme imkanı bırakılmıyor.
Yüce Allah, vahiy'le emir ve yasaklarını ona indiriyor, o da insanlara bunu açıklıyor.
Yani Resul, Allah'ın emirlerini okuma, ilan etme, duyurma ve insanlara tebliğ etmekle yükümlü oluyor.
Muhammed ( a.s) risâlet misyonu ile vahye eşdeğer bir konuma sahip kılınmıştır, Emevi ve Abbasilerin yalanlarına onu âlet etmek dine karşı büyük bir ihanettir.
Resul, vahyin dilinde hayat bulduğu kişidir.
Resul olmadan din, iman, Kur'an diye bir şey olmaz. Resul, bu derece önemli bir göreve sahiptir.
Kur'an'da yüce Allah yüzlerce âyette Nebi ve Resul kelimelerini kullanmaktadır.
Nebi ve Resul kelimeleri yerine Farsça'dan devşirilen "peygamber" kelimesini kullanmak vahyin bağlam ve bütünlüğünü bozarak Kur'an'ın anlaşılmasını imkansız hale getiriyor.
Rahmân ve Rahim olan Allah tek kişiyi anlatırken neden iki ayrı kelime kullansın?
Vahyin sisteminden ve ilminden anlıyoruz ki bu iki kelime birbirinden son derece farklı misyonlara işaret ediyor.
Söz konusu âyetlerde bu farklar çok açık seçik bir şekilde ortaya konmuştur.
Nübüvvet, yerel ve tarihsel olurken, Risalet ise, genel ve evrensel oluyor.
Nübüvvet, kişinin beşeri yönünü ele alırken, risâlet, aynı kişinin vahyi tebliğ boyutunu simgelemektedir.
Nebi ile Resul'ü birbirinin yerine kullanır veya tek kelime olan "peygamber" kelimesi ile kullanırsanız artık sizin için vahyin, risâletin, hanif İslam'ın hangi anlama geldiğinin bir önemi kalmayacaktır.
Dolayısıyla artık dini Allah'a özel kılmanın imkan ve kabiliyeti yitirilmiş olacaktır.
Eğer Nebi ile Resul'ün arasında büyük farklar olmasaydı veya aynı anlama gelmiş olsalardı, yüce Allah Nebi ile Resul'ü tek kelimeyle anlatırdı.
Sonsuz bir ilme ve sonsuz bir güce sahip olan Allah bunu yapmaktan aciz değildir.
Eğer Nebi ve Resul aynı şey olmuş olsaydı, İsmail (a.s) için "...o bir Resul ve nebi idi"
(Meryem-54)
buyrulmazdı.
Kur'an'da geçen Nebi ve Resul'ü iki farklı kişilik olarak anlıyorsanız veya kişilik bölünmesi olarak algılıyorsanız siz Kur'an'dan hiçbir şey anlamamış cahil ahmaklarsınız.
Dikkat edin, ortada da tek bir şahsiyet vardır.
O da Allah tarafından kendisine vahiy indirilen kişidir.
Bu ayrımı yüzlerce âyette Allah yapıyor.
Yoksa Kur'an ehli muvahhidlerin kendilerinden çıkardıkları bir şey değildir.
Eğer Kur'an bizim önümüze böyle bir yol, mükemmel bir sistem ve olağanüstü bir kombinasyon konmasaydı bu konuda bunca delil ile konuşma hakkımız ve yetkimiz olabilir miydi?
Yüce Allah bir değil mi?
Fakat bu birliğe rağmen onlarca isim ve sıfatı bulunmuyor mu?
İşte aynen bunun gibi aynı kişi olan yani Muhammed ( a.s) ın sosyal hayatta iken Nebi, dindeki yeri Resul'dür.
Kur'an'da bulunan Nebi ile Resul arasındaki farklar.
Kur'an'a göre hakem olan Resul'dür, Nebi değil, örnek olan Resul'dür, Nebi değil, helal ve haram kılma Resul'e aittir, Nebi'ye değil, Resul vahyi beyan eder, Nebi değil, itaat Resul'e yapılır, Nebi'ye değil, emanet ve sadakat Resul bağlamında kullanılmıştır.
Kur'an'da üç âyette her ne kadar "beşir, nezir ve iman" kavramları Nebi'ler bağlamında kullanılmış olsa da,
(Bakara- 177, 213; Mâide-81 )
Bu âyetlerde bulunan "nebiyyin" "Nebiler" kelimesinin içinde Resuller de bulunmaktadır.
Çünkü bütün Resuller aynı zamanda Nübüvvet makam ve mertebesinden geçerek Resul olmuşlardır.
Yani bütün Resuller aynı zamanda Nebi'dir.
Resuller masum olmakla beraber, Nebi'ler masum değillerdir.
Bundan dolayı nebilere mutlak olarak yani kayıtsız şartsız itaat etmek yok iken, (Mümtehine-12) Resul'e mutlak itaat vardır.
(Nisa-80)
MUHAMMED (A.S) A NEBİ VE RESUL KAVRAMLARINI MUVAHHİDLER VERMEDİ.
Aslında "Nebi" ile "Resul'ün" arasında bulunan onlarca farkı ve mükemmel sistemi bir çok âyette yüce Allah ortaya koymuştur.
Yani Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkların üzerinde bu derece durmamızın sebebi Kur'an'ın bu iki kavrama yüklemiş olduğu değişik anlamlardır.
Dolayısıyla Kur'an'da bunları araştırırken bu farkları sanki muvahhidler kendi inanç ve fikirlerinden çıkarıyorlar gibi suçlanmalarının mantıklı bir karşılığı yoktur.
Kur'an'ı Mübin bu farkları açık olarak ortaya koymasaydı bizim bu konuda konuşmamızın imkanı olur muydu?
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklara İmanı olmayan veya bir sıkıntı içerisinde bulunanlar şikayetlerini yüce Allah'a yapsınlar.
Yahudi ve Hıristiyan İlim adamlarının düştükleri hatalara, son vahyin muhatapları da düşmemesi için yüce Allah böyle bir ayrım yapmıştır.
Yahudi ve Hristiyanların Nebi'lerini ilâhlaştırdıkları gibi son vahyin sahipleri de Nebi ( a.s) ı ilâhlaştırmamaları için Yüce Allah aynı kişi olan yani
Muhammed (a.s) ile ilgili Nübüvvet mertebesi ile Risalet misyonunun arasında son derece net bir ayrıma gitmiştir.
Dolayısıyla son vahiy ile birlikte Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farklar çok açık seçik bir şekilde ortaya konmuştur.
Kur'an'ın Nebi ile Resul arasında bulunan farkları kalın çizgilerle birbirinden ayırmasının sebebi iman edenlerin zihnini ve tevhid akidesini yani hanif İslam'ı korumaya yöneliktir.
Muhammed (a.s) kendisine vahiy indirilince kadar Ebubekir, Ömer, Ali ve Ammar gibi sâde bir Mekke vatandaşıdır.
( Kehf- 110; Fussilet- 6 )
Muhammed ( a.s) gece gündüz, 24 saat, her an, 23 sene, vefat edinceye kadar, özel hayatında, hatta âhirette bile
(Nisa-69) Nübüvvet makam ve mertebesine sahiptir.
Nübüvvet makam ve mertebesi hiçbir zaman ondan ayrı bir şey değildir.
Nebi kavramı, dar bir alan ve özel bir hayatı temsil eder.
Yani tarihsel ve sosyal bir hayatı ve özel bir durumu temsil eder.
Nübüvvet, Nebi'nin hataları, evi, sesi, siyeri, savaşları, ailesi, hanımları, beşeri özelliği, sosyal yaşantısı ile ilgilidir.
Resul, Allah tarafından indirilen vahyi insanlara ulaştırdığı andaki konumudur.
Resul, indirilen vahye eşdeğer bir konuma sahip kılınmıştır.
Dolayısıyla vahiy indirildikten sonra sade Mekke vatandaşı, normal, herkes gibi bir beşer olan Muhammed ( a.s) iki karakteri oluyor.
1-) Nübüvvet makam ve mertebesi
2-) Risalet Misyonu
Kendisine Allah'tan vahiy indirildikten sonra artık Muhammed diye birisi yoktur.
Kur'an'da, itaat, tekzip, küfür, hak, mübin, kerim, nur, tebliğ,
âyetleri tilavet etme, tebyin, karanlıklardan aydınlığa çıkarma, şikak, hidayet, rahmet, helal ve haram kılma,
istihza, (alaya alınma) aziz, hakem olma, üsve-i hasene (örneklik) nehiy (yasaklama) ittiba, inzar, mübeşşir (müjdeleyici) gönderilmeden azap etmeme, tezkiye, hâdd gibi bir çok kavram Resul bağlamında kullanılmıştır.
Nebi hata yaptıktan sonra, Resul ise hata yapmadan uyarılır.
Çünkü Resul sadece Allah tarafından indirilen vahyi insanlara tebliğ ediyor.
Onun biricik görevi budur.
Kur'an'da Nebi kavramı genellikle iman eden müminler bağlamında kullanılırken, (Tevbe- 113, 117 ; Tahrim- 12)
Resul ise, Allah ve vahiy bağlamında kullanılır.
Yani Nebi ( a.s) iman edenler gibi söz ve hareketlerinde Allah'a karşı hata yapabilir.
(Tevbe-113; Tahrim-1)
Fakat konumu itibariyle Allah tarafından uyarılır ve hatada ısrar etmesi engellenir.
Nebi'nin haysiyet ve şerefi, aile mahremiyeti koruma altına alınmıştır, hanımları müminlerin anneleridir, fakat sözleri ümmet için bağlayıcı değildir.
Fakat Resul, görevi icabı Allah tarafından indirilen vahyi tebliğ etmek olduğu için hata yapması ve görevinde ihanet etmesi mümkün değildir.
(Yunus-15; Hakka-44)
Risalet, vahiy ile ilgili bir görevlendirmedir.
Resul'ün misyonu, Allah tarafından indirileni direkt olarak muhataplara ulaştırma olunca onun hata yapmasına izin verilmiyor ve kendisine hata etme imkanı bırakılmıyor.
Yüce Allah, vahiy'le emir ve yasaklarını ona indiriyor, o da insanlara bunu açıklıyor.
Yani Resul, Allah'ın emirlerini okuma, ilan etme, duyurma ve insanlara tebliğ etmekle yükümlü oluyor.
Muhammed ( a.s) risâlet misyonu ile vahye eşdeğer bir konuma sahip kılınmıştır, Emevi ve Abbasilerin yalanlarına onu âlet etmek dine karşı büyük bir ihanettir.
Resul, vahyin dilinde hayat bulduğu kişidir.
Resul olmadan din, iman, Kur'an diye bir şey olmaz. Resul, bu derece önemli bir göreve sahiptir.
Kur'an'da yüce Allah yüzlerce âyette Nebi ve Resul kelimelerini kullanmaktadır.
Nebi ve Resul kelimeleri yerine Farsça'dan devşirilen "peygamber" kelimesini kullanmak vahyin bağlam ve bütünlüğünü bozarak Kur'an'ın anlaşılmasını imkansız hale getiriyor.
Rahmân ve Rahim olan Allah tek kişiyi anlatırken neden iki ayrı kelime kullansın?
Vahyin sisteminden ve ilminden anlıyoruz ki bu iki kelime birbirinden son derece farklı misyonlara işaret ediyor.
Söz konusu âyetlerde bu farklar çok açık seçik bir şekilde ortaya konmuştur.
Nübüvvet, yerel ve tarihsel olurken, Risalet ise, genel ve evrensel oluyor.
Nübüvvet, kişinin beşeri yönünü ele alırken, risâlet, aynı kişinin vahyi tebliğ boyutunu simgelemektedir.
Nebi ile Resul'ü birbirinin yerine kullanır veya tek kelime olan "peygamber" kelimesi ile kullanırsanız artık sizin için vahyin, risâletin, hanif İslam'ın hangi anlama geldiğinin bir önemi kalmayacaktır.
Dolayısıyla artık dini Allah'a özel kılmanın imkan ve kabiliyeti yitirilmiş olacaktır.
Eğer Nebi ile Resul'ün arasında büyük farklar olmasaydı veya aynı anlama gelmiş olsalardı, yüce Allah Nebi ile Resul'ü tek kelimeyle anlatırdı.
Sonsuz bir ilme ve sonsuz bir güce sahip olan Allah bunu yapmaktan aciz değildir.
Eğer Nebi ve Resul aynı şey olmuş olsaydı, İsmail (a.s) için "...o bir Resul ve nebi idi"
(Meryem-54)
buyrulmazdı.
Kur'an'da geçen Nebi ve Resul'ü iki farklı kişilik olarak anlıyorsanız veya kişilik bölünmesi olarak algılıyorsanız siz Kur'an'dan hiçbir şey anlamamış cahil ahmaklarsınız.
Dikkat edin, ortada da tek bir şahsiyet vardır.
O da Allah tarafından kendisine vahiy indirilen kişidir.
Bu ayrımı yüzlerce âyette Allah yapıyor.
Yoksa Kur'an ehli muvahhidlerin kendilerinden çıkardıkları bir şey değildir.
Eğer Kur'an bizim önümüze böyle bir yol, mükemmel bir sistem ve olağanüstü bir kombinasyon konmasaydı bu konuda bunca delil ile konuşma hakkımız ve yetkimiz olabilir miydi?
Yüce Allah bir değil mi?
Fakat bu birliğe rağmen onlarca isim ve sıfatı bulunmuyor mu?
İşte aynen bunun gibi aynı kişi olan yani Muhammed ( a.s) ın sosyal hayatta iken Nebi, dindeki yeri Resul'dür.
Kur'an'da bulunan Nebi ile Resul arasındaki farklar.
Kur'an'a göre hakem olan Resul'dür, Nebi değil, örnek olan Resul'dür, Nebi değil, helal ve haram kılma Resul'e aittir, Nebi'ye değil, Resul vahyi beyan eder, Nebi değil, itaat Resul'e yapılır, Nebi'ye değil, emanet ve sadakat Resul bağlamında kullanılmıştır.
Kur'an'da üç âyette her ne kadar "beşir, nezir ve iman" kavramları Nebi'ler bağlamında kullanılmış olsa da,
(Bakara- 177, 213; Mâide-81 )
Bu âyetlerde bulunan "nebiyyin" "Nebiler" kelimesinin içinde Resuller de bulunmaktadır.
Çünkü bütün Resuller aynı zamanda Nübüvvet makam ve mertebesinden geçerek Resul olmuşlardır.
Yani bütün Resuller aynı zamanda Nebi'dir.
Resuller masum olmakla beraber, Nebi'ler masum değillerdir.
Bundan dolayı nebilere mutlak olarak yani kayıtsız şartsız itaat etmek yok iken, (Mümtehine-12) Resul'e mutlak itaat vardır.
(Nisa-80)
DİN! AFYONDUR
(1.YAZI)
Bütün ülkeler haklı olarak ölümcül olan Korona virüsünden korunmanın çarelerini bulmaya çalışıyorlar.
İslam'ın korunmasını istediği değerlerden biri de candır.
Yani sağlık ve barış içinde yaşamak her insanın yaratılıştan gelen bir hakkıdır.
Fakat gerçekte dünya hayatında dinden daha tehlikeli ve daha ölümcül bir silah icat edilmemiştir.
İlimsiz iman ve akılsız din silahı bütün silahlardan daha tehlikeli ve daha ölümcül bir yapıya sahiptir.
Korona virüsü, aşının bulunmasıyla yakında tarih olacaktır.
Fakat baştan sona, aşağıdan yukarıya her tarafı karanlık ve kaos, anarşi ve terör olan dinin ölümcül virüslerinden nesillerimizi nasıl koruyacağız?
Esas tehlikeli mikrop ve ölümcül virüs dindir. Korona virüsünden korunmanın çareleri vardır. Esas maharet din virüsünden korunmanın çarelerini bulmak olacaktır.
Bence İnsanlığın mutluluk ve huzuru için bundan daha önemli bir görev bulunmamaktadır.
Genellikle insanlar Allah elçilerinin sürekli "küfrün" ve "dinsizliğin" karşısında mücadele ettiklerini ve insanlık tarihinde savaşın "İslam dini" ile "dinsizlik" arasında olduğunu zannediyorlar.
Halbuki bu inancın tam aksine insanlık tarihi boyunca, her zaman Allah'ın elçileri dine karşı savaşmış ve tarihin hiçbir döneminde zannedildiği gibi, Nebi ve Resuller dinsizlikle savaş yapmış değillerdir.
Yani bütün zamanlarda ve mekanlarda din, dine karşı ayaklanmış ve istisnasız her zaman ve zeminde dine karşı direnen hep din mensupları olmuştur.
Tarihin derinliklerinde var olmuş dinin temsilcileri olarak bugün daha doğrusu son vahyin tarihinde dine karşı Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerini yani âlimlerini görüyoruz.
Peki bunun sebebi nedir?
İnsanlık tarihi şahittir ki, dinin etkin olmadığı bir toplum ya da dönem hiç bir zaman var olmamıştır.
Dünya tarihinde dinsiz bir toplum yaşamış değildir.
Hiçbir coğrafyada, tarihi değişim sürecinin hiçbir döneminde ve yeryüzünün hiçbir bölgesinde dinsiz insan yaşamamıştır.
Gerçi medeniyetin ve özgürlükçü düşüncenin geliştiği, aklın ve sorgulamanın yapıldığı son asırlarda âhiret gününü veya Allah'ı inkar eden bazı kimseler olmuştur.
Fakat bunlar insanlık tarihinde hiçbir zaman bir araya gelip, bir cemaat, etkin bir kuruluş, bir kuvvet ve bir devlet kuramamışlardır.
Bu da şu gerçeği gösteriyor ki esasında bütün kadim milletler,
ister sınıf, ister kabile, ister imparatorluk, ister şehirlerde yaşasın, ister gelişmiş bir medeniyete sahip olsun veya isterse geri kalmış ve yıkılmış bir durumda olsun; dünya tarihinde insan toplulukları "dini bir inanca" dayalı ortak bir iman ve ideale sahip olmuşlardır.
Dolayısıyla insanlık tarihinin bütün dönemlerinde insanlar "dindar" olarak karşımıza çıkarlar.
"Küfür" veya "kâfirlik" kavramlarına verilen "dinsizlik" ya da "dine karşı gelmek" Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ürettikleri ve dinlerine yüklemiş oldukları yeni anlamlardır.
Yani bu, son iki üç asırlık bir konudur.
Bu gelenek, Yahudi ve Hristiyan din adamlarından Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarına ithal edilmiş ve "küfür" kavramına "Allah'a inanmama, gaybı ve âhireti reddetme" anlamı yüklenmiştir.
Halbuki ne Tevrat'ta ne İncil'de ve ne de Kur'an'da yani dini metinlerin hiç birinde "küfre" "dinsizlik" anlamı verilmemiştir.
Çünkü dinsizlik diye bir şey hiçbir zaman var olmamıştır.
İnsanlık tarihinde her zaman var olan evliya ve ilahlar inancıdır, yani dindir.
Bu nedenle küfrün kendisi de bir din idi.
Kendini ilâh ve rab olarak gören Firavun Mısır'ın konseyi'ne şöyle sesleniyordu.
"Beni bırakın, Musa'yı öldüreceğim (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun DİNİNİZİ değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum"
Başka bir kıraatte,
"DİNİNİZİ değiştireceğinden ve yeryüzünü fesada vereceğinden korkuyorum"
(Mümin-26)
(1.YAZI)
Bütün ülkeler haklı olarak ölümcül olan Korona virüsünden korunmanın çarelerini bulmaya çalışıyorlar.
İslam'ın korunmasını istediği değerlerden biri de candır.
Yani sağlık ve barış içinde yaşamak her insanın yaratılıştan gelen bir hakkıdır.
Fakat gerçekte dünya hayatında dinden daha tehlikeli ve daha ölümcül bir silah icat edilmemiştir.
İlimsiz iman ve akılsız din silahı bütün silahlardan daha tehlikeli ve daha ölümcül bir yapıya sahiptir.
Korona virüsü, aşının bulunmasıyla yakında tarih olacaktır.
Fakat baştan sona, aşağıdan yukarıya her tarafı karanlık ve kaos, anarşi ve terör olan dinin ölümcül virüslerinden nesillerimizi nasıl koruyacağız?
Esas tehlikeli mikrop ve ölümcül virüs dindir. Korona virüsünden korunmanın çareleri vardır. Esas maharet din virüsünden korunmanın çarelerini bulmak olacaktır.
Bence İnsanlığın mutluluk ve huzuru için bundan daha önemli bir görev bulunmamaktadır.
Genellikle insanlar Allah elçilerinin sürekli "küfrün" ve "dinsizliğin" karşısında mücadele ettiklerini ve insanlık tarihinde savaşın "İslam dini" ile "dinsizlik" arasında olduğunu zannediyorlar.
Halbuki bu inancın tam aksine insanlık tarihi boyunca, her zaman Allah'ın elçileri dine karşı savaşmış ve tarihin hiçbir döneminde zannedildiği gibi, Nebi ve Resuller dinsizlikle savaş yapmış değillerdir.
Yani bütün zamanlarda ve mekanlarda din, dine karşı ayaklanmış ve istisnasız her zaman ve zeminde dine karşı direnen hep din mensupları olmuştur.
Tarihin derinliklerinde var olmuş dinin temsilcileri olarak bugün daha doğrusu son vahyin tarihinde dine karşı Şia ve Ehli Sünnet'in muhaddis ve müctehidlerini yani âlimlerini görüyoruz.
Peki bunun sebebi nedir?
İnsanlık tarihi şahittir ki, dinin etkin olmadığı bir toplum ya da dönem hiç bir zaman var olmamıştır.
Dünya tarihinde dinsiz bir toplum yaşamış değildir.
Hiçbir coğrafyada, tarihi değişim sürecinin hiçbir döneminde ve yeryüzünün hiçbir bölgesinde dinsiz insan yaşamamıştır.
Gerçi medeniyetin ve özgürlükçü düşüncenin geliştiği, aklın ve sorgulamanın yapıldığı son asırlarda âhiret gününü veya Allah'ı inkar eden bazı kimseler olmuştur.
Fakat bunlar insanlık tarihinde hiçbir zaman bir araya gelip, bir cemaat, etkin bir kuruluş, bir kuvvet ve bir devlet kuramamışlardır.
Bu da şu gerçeği gösteriyor ki esasında bütün kadim milletler,
ister sınıf, ister kabile, ister imparatorluk, ister şehirlerde yaşasın, ister gelişmiş bir medeniyete sahip olsun veya isterse geri kalmış ve yıkılmış bir durumda olsun; dünya tarihinde insan toplulukları "dini bir inanca" dayalı ortak bir iman ve ideale sahip olmuşlardır.
Dolayısıyla insanlık tarihinin bütün dönemlerinde insanlar "dindar" olarak karşımıza çıkarlar.
"Küfür" veya "kâfirlik" kavramlarına verilen "dinsizlik" ya da "dine karşı gelmek" Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidlerinin ürettikleri ve dinlerine yüklemiş oldukları yeni anlamlardır.
Yani bu, son iki üç asırlık bir konudur.
Bu gelenek, Yahudi ve Hristiyan din adamlarından Ehl-i Sünnet ve Şia'nın kaynaklarına ithal edilmiş ve "küfür" kavramına "Allah'a inanmama, gaybı ve âhireti reddetme" anlamı yüklenmiştir.
Halbuki ne Tevrat'ta ne İncil'de ve ne de Kur'an'da yani dini metinlerin hiç birinde "küfre" "dinsizlik" anlamı verilmemiştir.
Çünkü dinsizlik diye bir şey hiçbir zaman var olmamıştır.
İnsanlık tarihinde her zaman var olan evliya ve ilahlar inancıdır, yani dindir.
Bu nedenle küfrün kendisi de bir din idi.
Kendini ilâh ve rab olarak gören Firavun Mısır'ın konseyi'ne şöyle sesleniyordu.
"Beni bırakın, Musa'yı öldüreceğim (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun DİNİNİZİ değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum"
Başka bir kıraatte,
"DİNİNİZİ değiştireceğinden ve yeryüzünü fesada vereceğinden korkuyorum"
(Mümin-26)
DİN! AFYONDUR
(2.YAZI)
Yeryüzünde bulunan bütün dinleri birbirinden ayıran tek şey tevhid, onları birbirine eşitleyen tek şey şirktir.
Adı ne olursa olsun, bir dinin kaynağı tek değilse ve tamamen Allah tarafından indirilen vahye dayanmıyorsa o din tartışmasız şirk olacaktır.
İşte bundan dolayı insanlık tarihindeki tüm Nebi, Resul ve milletlere Allah'ın en önemli emri şu olmuştur.
"Halbuki onlara (tüm ümmetlere) ancak, dini O'na özel kılarak ve hanifler ( saf Müslümanlar) olarak Allah'a kulluk etmeleri, salat-ı ikame etmeleri ve zekat vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din ancak budur"
(Beyyine-5)
Birinci yazımızda aslında küfrün de bir din olduğunu söylemiştik.
Nasıl ki bir inancın, diğer bir inancı küfür olarak görmesi gibi; o küfür inancı da kendisini küfürle itham eden inancın küfür olduğuna iman etmekteydi.
Mesela, Mekke müşrikleri de Müslümanları sapıklıkla itham ediyorlardı.
Yüce Allah onlara şu şekilde cevap veriyordu.
"Ey Resul! De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya hidayet üzerinde veya apaçık bir sapıklık içindedir"
(Sebe-24)
Yani küfür, dinsizlik değil, başka bir din ve inanç demektir.
Müşrikler dinlerinde son derece samimi ve içten bağlıdırlar.
Bazı aydınların ve ilim adamının "dinin medeniyete, gelişmeye, ilerlemeye ve özgürlüğe karşı olduğu ya da bu değerlere önem vermediği" şeklindeki fikirleri doğru, kesin ilmi verilere ve tarihi gerçeklere dayandığını kabul etmek gerekir.
Yani bu fikirler sadece kin, düşmanlık, önyargı ve kötü niyete dayanan bir eleştiri, bir zan veya hayali bir kuruntu değildir.
Aksine önümüzde bulunan son vahyin, toplumsal hayatın ve tarihin gerçek ilkelerine dayanılarak ortaya konmuş ciddi araştırmaların neticesidir.
Ancak bütün bu gerçeklere rağmen yine de bu aydınların ve ilim adamının din hakkındaki fikirlerinin yanlış olduğunu kanıtlamak mümkündür.
İşin aslı şudur.
Hanif dinin takipçileri olduğumuz halde, (yani Kur'an'i bir anlayışa ve çizgiye sahip olmamıza rağmen) insanlık tarihinde farklı farklı şekillere girse de aslında gerçek anlamda birbiriyle savaşan ve birbiriyle kıyasıya mücadele eden sadece iki dinin var olduğunu çoğumuz bilmiyor.
Durum böyle olunca, son asırlarda akıl ve mantık çerçevesinde dine karşı çıkan aydınların, bu iki dinin yani fıtri, hanif, saf, hâlis İslam dini ile Tağut'ların dininin arasını ayırmaları mümkün olmamıştır.
Dolayısıyla dinin mensupları bile bu ayrımı görmez iken, aydınların ve din karşıtlarının bu ayrımı yapmalarını beklemek vicdansızlık olacaktır.
Aslında vahiy yoluyla tüm Resullere indirilen İslam'ın ve beşeri dinin hiç bir benzerliğinin olmaması bir tarafa, bunlar birbirlerinin ezeli ve ebedi düşmanı ve zıttı idiler.
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki:
"Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkâr ediyoruz (sizi tanımıyoruz) Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirtmiştir..."
(Mümtehine-4)
Hatta insanlık tarihinde, arada bir kesinti dahi olmadan bu iki din sürekli olarak birbirleriyle savaştılar, hâlâ savaşmaktadırlar ve kıyamet gününe kadar da bu amansız savaş devam edecektir.
Bu savaş, şimdi vahiy ehl-i muvahhidler yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen hanif İslam bağlıları ile Ehl-i Sünnet ve Şia'nın bağlıları arasında devam etmektedir.
Bu iki din yani Kur'an'ın dini ile rivayetlerin dini yani batıl din ile şirk dini çeşitli açılardan daha doğrusu her açıdan birbirlerinden farklılık göstermektedir.
Eğer Allah'tan indirilen vahiy dininin ve hadis dininin tüm özelliklerini karşılaştırıp sayacak olursak, birisi için musbet olarak aldığımız her özelliği diğeri için menfi olarak almamız icap edecektir.
O derece birbirinden farklı ilkeler barındırmaktadırlar.
Yani biri aydınlık, diğeri karanlık, biri düzen diğeri kaos, birisi adalet diğeri zulüm, biri katışıksız saf, diğeri tam anlamıyla şirk, biri huzur, diğeri kargaşa,
biri sükunet diğeri didişme, biri hidayet diğeri sapıklık, biri akıl ve tefekkür, diğeri taklit, biri zan, diğeri hakkın ta kendisi olarak karşımıza çıkarlar.
İki din arasındaki Kur'an'ın kıyası şöyledir.
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz.
Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dileyene işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin! Sen sadece bir uyarıcısın"
(Fatır-19/ 20/21/22/23)
(2.YAZI)
Yeryüzünde bulunan bütün dinleri birbirinden ayıran tek şey tevhid, onları birbirine eşitleyen tek şey şirktir.
Adı ne olursa olsun, bir dinin kaynağı tek değilse ve tamamen Allah tarafından indirilen vahye dayanmıyorsa o din tartışmasız şirk olacaktır.
İşte bundan dolayı insanlık tarihindeki tüm Nebi, Resul ve milletlere Allah'ın en önemli emri şu olmuştur.
"Halbuki onlara (tüm ümmetlere) ancak, dini O'na özel kılarak ve hanifler ( saf Müslümanlar) olarak Allah'a kulluk etmeleri, salat-ı ikame etmeleri ve zekat vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din ancak budur"
(Beyyine-5)
Birinci yazımızda aslında küfrün de bir din olduğunu söylemiştik.
Nasıl ki bir inancın, diğer bir inancı küfür olarak görmesi gibi; o küfür inancı da kendisini küfürle itham eden inancın küfür olduğuna iman etmekteydi.
Mesela, Mekke müşrikleri de Müslümanları sapıklıkla itham ediyorlardı.
Yüce Allah onlara şu şekilde cevap veriyordu.
"Ey Resul! De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya hidayet üzerinde veya apaçık bir sapıklık içindedir"
(Sebe-24)
Yani küfür, dinsizlik değil, başka bir din ve inanç demektir.
Müşrikler dinlerinde son derece samimi ve içten bağlıdırlar.
Bazı aydınların ve ilim adamının "dinin medeniyete, gelişmeye, ilerlemeye ve özgürlüğe karşı olduğu ya da bu değerlere önem vermediği" şeklindeki fikirleri doğru, kesin ilmi verilere ve tarihi gerçeklere dayandığını kabul etmek gerekir.
Yani bu fikirler sadece kin, düşmanlık, önyargı ve kötü niyete dayanan bir eleştiri, bir zan veya hayali bir kuruntu değildir.
Aksine önümüzde bulunan son vahyin, toplumsal hayatın ve tarihin gerçek ilkelerine dayanılarak ortaya konmuş ciddi araştırmaların neticesidir.
Ancak bütün bu gerçeklere rağmen yine de bu aydınların ve ilim adamının din hakkındaki fikirlerinin yanlış olduğunu kanıtlamak mümkündür.
İşin aslı şudur.
Hanif dinin takipçileri olduğumuz halde, (yani Kur'an'i bir anlayışa ve çizgiye sahip olmamıza rağmen) insanlık tarihinde farklı farklı şekillere girse de aslında gerçek anlamda birbiriyle savaşan ve birbiriyle kıyasıya mücadele eden sadece iki dinin var olduğunu çoğumuz bilmiyor.
Durum böyle olunca, son asırlarda akıl ve mantık çerçevesinde dine karşı çıkan aydınların, bu iki dinin yani fıtri, hanif, saf, hâlis İslam dini ile Tağut'ların dininin arasını ayırmaları mümkün olmamıştır.
Dolayısıyla dinin mensupları bile bu ayrımı görmez iken, aydınların ve din karşıtlarının bu ayrımı yapmalarını beklemek vicdansızlık olacaktır.
Aslında vahiy yoluyla tüm Resullere indirilen İslam'ın ve beşeri dinin hiç bir benzerliğinin olmaması bir tarafa, bunlar birbirlerinin ezeli ve ebedi düşmanı ve zıttı idiler.
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki:
"Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkâr ediyoruz (sizi tanımıyoruz) Siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirtmiştir..."
(Mümtehine-4)
Hatta insanlık tarihinde, arada bir kesinti dahi olmadan bu iki din sürekli olarak birbirleriyle savaştılar, hâlâ savaşmaktadırlar ve kıyamet gününe kadar da bu amansız savaş devam edecektir.
Bu savaş, şimdi vahiy ehl-i muvahhidler yani din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak kabul etmeyen hanif İslam bağlıları ile Ehl-i Sünnet ve Şia'nın bağlıları arasında devam etmektedir.
Bu iki din yani Kur'an'ın dini ile rivayetlerin dini yani batıl din ile şirk dini çeşitli açılardan daha doğrusu her açıdan birbirlerinden farklılık göstermektedir.
Eğer Allah'tan indirilen vahiy dininin ve hadis dininin tüm özelliklerini karşılaştırıp sayacak olursak, birisi için musbet olarak aldığımız her özelliği diğeri için menfi olarak almamız icap edecektir.
O derece birbirinden farklı ilkeler barındırmaktadırlar.
Yani biri aydınlık, diğeri karanlık, biri düzen diğeri kaos, birisi adalet diğeri zulüm, biri katışıksız saf, diğeri tam anlamıyla şirk, biri huzur, diğeri kargaşa,
biri sükunet diğeri didişme, biri hidayet diğeri sapıklık, biri akıl ve tefekkür, diğeri taklit, biri zan, diğeri hakkın ta kendisi olarak karşımıza çıkarlar.
İki din arasındaki Kur'an'ın kıyası şöyledir.
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz.
Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dileyene işittirir. Sen kabirdekilere işittiremezsin! Sen sadece bir uyarıcısın"
(Fatır-19/ 20/21/22/23)
10 Mart 2020 Salı
PROF DR MEHMET OKUYAN'A:
Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları bilmeyen Prof. Dr. Mehmet Okuyan hoca Envârul Kur'an 61. Ders 80.dakikadan itibaren beni hayretler içinde bırakan şu cümleleri sarfetti.
"Hadis okuyorum kızıyor adam, yav be kardeşim!
Hz Peygamber konuşmamış mı hiç? bu ara kablosu mudur yani?!
Hiçbir şey dememiş mi yani, böyle otomatik yani.
Ya konuşmuş arkadaş, sen neler söylüyorsun.
Yani bu rivayetlerin içinde arızalıları var diye efendimiz (a.s) hiç ağzını açmamış mı?
Hiç konuşmamış mı 23 sene?
Ne var.
Bu hadiste şimdi " iyyekum vezzanne, feinnezzanne ekzebul hadisi " "Zandan sakının çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır"
Ne var bunda,
Doğrudan ayetten anlamış bunu "peygamber" efendimiz, senin ayetten de haberin yok, böyle "peygamber"siz bir din.
"Peygamber"siz din iddiası dinsizliktir.
Kim dinde "peygamber"e ihtiyaç yok diyorsa kafirdir"
Arkadaşlar!
Bu sözleri başka biri söyleseydi gülüp geçerdik, fakat bu sözleri söyleyen kişi sadece Kur'an'ı anlatan biri olduğu için onu ciddiye almak zorundayız.
Evet, Mehmet Okuyan hocayı gerçekten ciddiye alıyoruz.
Herkes hata eder, önemli olan hatadan dönmektir.
Mehmet Okuyan rastgele biri değil ki,bu söylediklerini hafife alalım, bu millete yazıktır günahtır.
Kur'anın bağlam ve bütünlüğünden habersiz olan Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır'da şöyle buyuruyor!
"Ben iddia ediyorum, kitaplarında en çok hadisleri kullanan Hanbeli mezhebinin ilim adamları bile bizden daha fazla hadisleri referans olarak vermez.
Bizim kadar hadisleri kitaplarında kimse kullanamaz"
Fatih Orum diyor ki,
"Her ne kadar hadislerin içinde yanlış olanlar varsa da içindeki altın ve mücevher gibi olanları kabul etmemekten Allah'a sığınırız"
"Hadisler hikmet hâleleridir"
"Hadisler için çöplük kelimesini kullananlardan değiliz"
"Hadisleri çöplüğe atılacak sözler olarak görenleri şiddetle reddediyoruz"
CEVAP:
Mehmet Okuyan, Abdülaziz Bayındır, Fatih Orum ve Erdem Uygan "Nebi" ile "Resul"ün arasında bulunan farklardan haberleri olmadığı için böyle Kur'an açısından hiçbir ciddiyeti ve ilmi olmayan sözleri söylemişlerdir.
Arkadaşlar!
Her zaman, Kur'an'a, İslam'a ve bu ümmete en büyük darbeler içeriden gelmiştir.
Mehmet Okuyan'ı ve diğer hocaları yukarıda sarfettikleri cehalet dolu sözleri eleştirdiğimden dolayı bir çok arkadaş beni şiddetle kınadı.
Arkadaşlar!
Ben Mehmet Okuyan'ın düşmanı değilim ki, ben sorgulama ve öz eleştiri yapıyorum.
Kur'an'ı Mübin'de Rahmân ve Rahim olan Allah hatalarından dolayı Nebileri bile eleştiriye tâbi tutmuştur.
Çünkü NEBİLER hata eder. ELÇİLER hata etmez.
MESELA,
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dâhi olsalar, müşrikler için af dilemek ne NEBİ'YE ne de inananlara yakışmaz"
( Tevbe, 113)
Yukarıdaki âyette yüce Allah müminlerin hata ettiği gibi, NEBİ'NİN de hata ettiğini apaçık olarak ortaya koymuştur.
Eleştirel yerlerde Kur'an müminlerle beraber "NEBİ" kavramını kullanır.
MESELA,
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, NEBİ'Yİ ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle Ensarı affetti,,,,,"
(Tevbe, 117)
Kur'an sisteminde RESUL (ELÇİ) kavramı tamamen ALLAH'I temsil makamında kullanılmıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır.
MESELA,
"Kim RESÜLE ( ELÇİYE) itaat ederse ALLAH'A itaat etmiş olur.
Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!"
(Nisa, 80)
Resul dendiği zaman akla Kur'an, Kur'an dendiği zaman akla Resul gelecektir.
Resulü'n bütün bağlantısı Allah tarafından indirilen vahiydir.
Allah'ın elçileri değerlerini vahiy'den alırlar. Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dininden değil.
İşte bu yüzden Kur'an'da "itaat, ittiba, kitab'ı tilavet, tebliğ, tekzip, İsyan, dâvete icabet, hâdd, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, savaş açılma, örneklik, şikak, hidayet, kendisine ihanet etmeme,
gönderilmeden azap etmeme" gibi bir çok kavram Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır.
MESELA
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim RESÜLE(ELÇİYE) karşı çıkar (yuşékikirrasüle) ve müminlerin (tevhid)yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakır ve cehenneme sokarız, o ne kötü yerdir"
(Nisa, 115)
RESÜLLER(ELÇİLER) tamamen ALLAH'I temsil ettikleri için onlara itaat ALLAH'A itaat, onlara isyan ALLAH'A isyan etmek gibi kabul edilmiştir.
(Nisa, 80)
Bakın sistem nasıl kurulmuş.
"Size ALLAH'IN AYETLERİ okunurken, üstelik ALLAH'IN RESULÜ de aranızda iken nasıl inkara (tekfürüne) saparsınız? Her kim ALLAH'A bağlanırsa kesinlikle DOĞRU YOLA iletilmiştir"
(Âli İmran, 101)
SİSTEM ŞU:
ALLAH'IN AYETLERİ, ALLAH'IN RESULÜ, ALLAH'A BAĞLANMAK,
SIRAT-I MÜSTAKİM.
Yani ALLAH RESULÜ ALLAH'I TEMSİL MAKAMINDADIR.
ALLAH RESULÜ KONUŞAN KUR'ANDIR, vahiy ELÇİNİN dilinde hayat bulur.
Elçi olmazsa din, Kur'an, iman, vahiy diye bir şey OLMAZ .
Allah elçileri sadece indirilen vahyi tebliğ ederler.
ARKADAŞLAR!
ALLAH KELAMININ ALLAH RESULÜ'NÜN DİLİNDEN HAYAT BULMASI AZ BİR ŞEREF MİDİR?
BU ŞEREF VE ONUR BUHARİ'NİN YALAN VE UYDURMALARIYLA KIYASLAMAK MÜMKÜN MÜ?
Allah'ın elçisi olmak en büyük ödül değil mi?
Dolayısıyla, Mehmet Okuyan'ın Allah Resulü'ne iftira olan Emevi Abbasi imalatı hurafe ve uydurma rivayetleri
kabul etmeyenleri "Allah Resulü'nün düşmanı ve kafir" olarak ilan etmesi tam bir cehalet ve açık bir iftiradır.
MESELA,
"istihza" "alay etme" kavramı Kur'an'da hep "Resul" için kullanılmıştır.
ALLAH, RESUL VE ALLAH'IN AYETLERİ SİSTEMİ:
",,,,,Deki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun RESULÜ ile mi alay ( testehziun) ediyorsunuz"
(Tevbe, 65)
RESUL(Elçi) görevi sadece vahyi tebliğ etmek olduğu için onu yalanlamak Allah tarafından indirilen Kur'an ayetlerine karşı gelmek olarak görülmüştür.
Şu âyeti dikkatli bir şekilde incelemeye çalışalım.
"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar SENİ YALANLAMIYORLAR, fakat o zalimler açıkça ALLAH'IN'ın AYETLERİNİ İNKAR EDİYORLAR"
(En'am, 33)
Çok ilginç değil mi?
ELÇİNİN misyonu sadece vahyi tebliğ etmek, indirilen âyetleri okumak "tilâvet" olduğu için onu yalanlamak Allah'a karşı gelmek olarak görülmüştür.
Çünkü elçiye zeval olmaz, o kendine verilen elçilik görevini yerine getiriyor.
Kur'an'ın hiçbir ayetinde Nebileri yalanladılar yoktur, hepsinde RESUL (Elçi) veya Elçileri (Rusul) veya Elçilerimi (Rusuli) yalanladılar geçiyor.
"İşte, inkâr ettikleri, ÂYETLERİMİ ve ELÇİLERİMİ alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir"
(Kehf, 106)
"Nuh kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 105)
"Âd kavmide ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 123)
"Semud Kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 141)
"Eyke halkı da ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 176)
"Andolsun ki senden önceki ELÇİLER de yalanlanmıştı,,,,"
(En'am, 34)
Ayetlerin hepsinde elçiler denmesinin sebebi hepsinin aynı değere sahip oldukları ve aynı görevi yaptıkları içindir.
Yoksa bu kavimlere bir Elçi gönderilmişti, birden fazla elçi gönderilmemişti.
Kur'anın hiçbir ayetinde "Nebileri yalanladılar yoktur"
Kur'anın hiçbir ayetinde "Nebilere itaat edin diye bir ayet yoktur"
Elçilerin bütün bağlantıları vahiy'dir.
Bundan dolayı Resul ile vahiy et ve tırnak gibi birbirinin içine girmiş karışmıştır.
Elçilere mutlak itaat emredilmiştir fakat Nebilere itaat mutlak değildir, yani Nebi'lere iyi işlerde itaat edilir, fakat Resul gibi her şeyde itaat edilmez.
İşte ayet,
"Ey NEBİ! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını
öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, İYİ İŞİ İŞLEMEKTE SANA KARŞI GELMEMEK hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için mağfiret dile,,,,"
(Mumtehine, 12)
Yukarıdaki ayette "iyi işlerde sana karşı gelmemek" cümlesi çok önemlidir.
Resul'e itaat için herhangi bir şart koşulması söz konusu değildir.
Keşke Prof. Dr. Mehmet Okuyan hoca Nebi ile Resulün arasında bulunan farklardan haberdar olsaydı.
Aslında Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyen Kur'an'dan ve dinden konuşamaz.
Mehmet Okuyan Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilseydi böyle bir şey söylemezdi.
Kur'an ehli muvahhidleri ELÇİ düşmanı olarak görmek karanlık bir cehalet ve ağır bir hezeyandır.
Allah'ın Resulü değer ve kıymetini Kur'an'dan alır, Emevi Abbasi imalatı hurafe ve uydurma rivayetlerden değil.
Bütün Allah Elçileri değerlerini sadece ve sadece Kur'an'dan alırlar.
Çünkü onlar hakkında en doğru ve sağlıklı bilgiyi Allah verir.
",,,Allah gibi hiç kimse haber veremez"
(Fatır, 14)
Allah Elçilerinin arasında ayırım yapmak da doğru değildir.
Allah'ın elçilerini Kur'an'dan koparıp, vahiy'den alarak uydurma ve yalan kaynaklarla hayatlarını değerlendirmek, onlara iftira atmak küfürdür.
Çünkü Kur'an onların inançlarını ve ahlaklarını koruma altına almıştır.
Hangisinin daha üstün olduğunu sadece yüce Allah bilir.
Emevi Abbasi hurafelerini kabul etmemek ayrı bir şey, Allah Resulü'nü kabul etmemek ayrı bir şeydir.
Emevi ve Abbasiler döneminde Nebi adına uydurulan hadisleri reddetmek Allah'ın Resulünü yalan ve iftiralardan tenzih etmektir, onun şanını, makam ve mertebesini yüceltmektir.
Bu görev de Kur'an ehli muvahhidler için büyük bir şeref ve onurdur.
Çünkü Allah'ın Resulünü üzenler lanetlenmişlerdir.
",,,Allah'ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe, 61)
"Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"
( Ahzab, 57)
ARKADAŞLAR!
Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları bilmeyen biri din ile alakalı her konuşmasında hata etmeye mahkumdur.
Elçi ile Nebi kavramlarının arasındaki farkları kavrayamayan Kur'an'ı Mübin'i tam olarak anlayamaz.
Kur'an sisteminde Resul ile Allah'ın ayetleri arasında bir fark yoktur.
Hatta bazı özelliklerde Allah'ın elçisi ayetlerin önüne bile geçebilir.
Çünkü o canlı bir örnektir, insanlara dini kabul ettirmede daha etkilidir.
Resulün ahlakı, edebi, mimik hareketleri, tavrı ve karakteri, âyetleri okuması ve canlı örnekliği kendi döneminde yaşayan insanlar üzerinde vahiy'den daha etkili ve verimli bir hava meydana getirir.
Ayetlerin dili yok ki, kitap konuşamaz.
Vahiy sözün gücüne dayanan bir özellik olduğu için Elçisiz din olmaz.
Elçisiz din mümkün değildir.
Resülluk (Elçilik) görevi resmi, Nebilik makam ve mertebesi özeldir.
Nebin'nin onur ve şerefi Kur'an tarafından koruma altına alınmıştır, fakat sözleri ümmeti bağlamaz.
Çünkü insanları bağlayan tek şey Elçinin dilinde hayat bulan Kur'andır.
Yüzlerce ayette Allah bizi Kur'andan sorumlu tutacağını ortaya koymuştur.
Bu din Allah tarafından gönderildiği gibi Allah tarafından tamamlanmıştır.
Din Allah'tan geldiği gibi orijinal olarak yaşanmalıdır.
Milyon dolarlık antika bir eserin üzerine az miktarda bir boyanın sıçramasıyla
veya orijinal antika bir esere acemice bir elin karışmasıyla o eserin
kıymetini yok edeceği gibi, veya çok pahalı bir saatin değerli bir parçasının sahte ve değersiz bir parça ile degiştirilmesiyle saatin arıza vermesi gibi,
dine de yabancı maddelerin karışmasıyla din bozulup hükümsüz kalacaktır.
Bundan dolayı Allah ( cc) Kur'anda şöyle buyuruyor.
"Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
(Bakara, 42)
Pekmez veya bal dolu bir kazana bir kaşık necasetin karışmasıyla onun temizliğini ve saflığını bozacağı gibi dinde böyledir. Allah( cc)Hanif, arı duru, aydınlık, ihtilafı ve karışıklığı olmayan,
saf ve temiz olan dininin bozulmasına ve tahrif edilmesine razı olur mu?
Ama maalesef Şia ve Ehli sünnet din diye bir şey bırakmadılar.
Bazıları hadisleri bir gelenek ve kültür olarak kabul etmenin ne sakıncası vardır ? diyebilir.
Yanıldıkları nokta şudur.
1400 seneden beri hadisler kültür ve gelenek olarak değil, bir din ve hüküm olarak gelmişlerdir.
Hadisler yüzünden bu ümmete zor ve karmaşık bir din yaşatılmıştır.
Allah ( cc) bir kez bile Allah Resulü'nün mescidi Dirar'da namaz kılmasına razı olmadı, Kur'an'ın karşısında bütün hadisler mescidi Dirar hükmündedir.
İşte bu yüzden hadisleri düşünürlerin sözlerine veya Ata sözlere benzetmek doğru olmayan bir ahlaktır.
Hadislere göre "dinden dönen öldürülür, zina eden recmedilir, namaz kılmayan kafirdir ve öldürülür,
"Abdestsiz ve cünup olarak Kur'an'a dokunulmaz" demek iftira ve cehalet değil midir?
İnsanlara kaza namazı kıldırmak ahmaklık değil midir?
Fakat hiçbir Ata sözünden böyle hükümler çıkarılamaz.
Hadislerin hepsi Allah'ın Resulüne hakaret ve iftira içeren yalan sözlerdir. Müslümanlar arasında
tefrika ve düşmanlık sokan, insanları Allah'ın yolundan saptıran tarihin en tehlikeli metinleridir.
Kur'an'ın tek kaynak olduğuna dair onlarca ayet mevcuttur.
Yani uyarıcı ve müjdeleyici olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
MESELA,
Kur'an'da "İnzar" kavramı, hem Allah, hem vahiy, hemde Resul için kullanılmıştır.
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları ( o güne iman edenleri Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır"
(En'am, 51)
"De ki: Ben sadece vahiyle sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
Din ve hüküm olarak Kur'an yeterli bir kitaptır.
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? "derler.
De ki: Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım"
(Ankebut, 50)
"Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir millet için onda rahmet ve ibret vardır"(Ankebut, 51)
İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin"
(Zuhruf, 43)
"Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız"
( Zuhruf, 44)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver "
(Kaf, 45 )
",,,,Deki: Doğru yol, ancak ALLAH'IN yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur"
(Bakara, 120)
Şuda bir hakikattir, Kur'an'a tam olarak teslim olmayan Furkan'ı asla yakalayamaz, yani rivayetleri tamamen terk etmeyeni yüce Allah tam olarak temize çıkarmıyor.
Sayın Mehmet Okuyan'ın "hadis" diye inandığı sözlerin uydurulduğu çağ tarinin en karanlık çağıdır.
İşte Ehli sünnet ve Şia mezhebinin doğduğu çağ bu karanlık çağdır.
Uydurma Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet ve uydurma rivayetlerin ortaya çıktığı çağda bu zulüm çağıdır.
Bu çağda Emevi ordusu Bizans ordusu ile beraber Resülüllah ( Aleyhisselam) ın Medinesini basarak Allah Resulü'nün bütün arkadaşlarının hanımlarına, gelinlerine ve kızlarına tecavüz edilmiştir.
Emevi icadı olduğu için Ehli sünnet dini sürekli bu olayı örtbas etmiştir.
Bu karanlık çağda Kerbela faciası meydana gelmiştir.
Bu çağda zulmün bini bir paradır.
Bu çağda adam öldürmek karınca öldürmekten daha basittir.
ALİ AYDIN,
Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları bilmeyen Prof. Dr. Mehmet Okuyan hoca Envârul Kur'an 61. Ders 80.dakikadan itibaren beni hayretler içinde bırakan şu cümleleri sarfetti.
"Hadis okuyorum kızıyor adam, yav be kardeşim!
Hz Peygamber konuşmamış mı hiç? bu ara kablosu mudur yani?!
Hiçbir şey dememiş mi yani, böyle otomatik yani.
Ya konuşmuş arkadaş, sen neler söylüyorsun.
Yani bu rivayetlerin içinde arızalıları var diye efendimiz (a.s) hiç ağzını açmamış mı?
Hiç konuşmamış mı 23 sene?
Ne var.
Bu hadiste şimdi " iyyekum vezzanne, feinnezzanne ekzebul hadisi " "Zandan sakının çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır"
Ne var bunda,
Doğrudan ayetten anlamış bunu "peygamber" efendimiz, senin ayetten de haberin yok, böyle "peygamber"siz bir din.
"Peygamber"siz din iddiası dinsizliktir.
Kim dinde "peygamber"e ihtiyaç yok diyorsa kafirdir"
Arkadaşlar!
Bu sözleri başka biri söyleseydi gülüp geçerdik, fakat bu sözleri söyleyen kişi sadece Kur'an'ı anlatan biri olduğu için onu ciddiye almak zorundayız.
Evet, Mehmet Okuyan hocayı gerçekten ciddiye alıyoruz.
Herkes hata eder, önemli olan hatadan dönmektir.
Mehmet Okuyan rastgele biri değil ki,bu söylediklerini hafife alalım, bu millete yazıktır günahtır.
Kur'anın bağlam ve bütünlüğünden habersiz olan Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır'da şöyle buyuruyor!
"Ben iddia ediyorum, kitaplarında en çok hadisleri kullanan Hanbeli mezhebinin ilim adamları bile bizden daha fazla hadisleri referans olarak vermez.
Bizim kadar hadisleri kitaplarında kimse kullanamaz"
Fatih Orum diyor ki,
"Her ne kadar hadislerin içinde yanlış olanlar varsa da içindeki altın ve mücevher gibi olanları kabul etmemekten Allah'a sığınırız"
"Hadisler hikmet hâleleridir"
"Hadisler için çöplük kelimesini kullananlardan değiliz"
"Hadisleri çöplüğe atılacak sözler olarak görenleri şiddetle reddediyoruz"
CEVAP:
Mehmet Okuyan, Abdülaziz Bayındır, Fatih Orum ve Erdem Uygan "Nebi" ile "Resul"ün arasında bulunan farklardan haberleri olmadığı için böyle Kur'an açısından hiçbir ciddiyeti ve ilmi olmayan sözleri söylemişlerdir.
Arkadaşlar!
Her zaman, Kur'an'a, İslam'a ve bu ümmete en büyük darbeler içeriden gelmiştir.
Mehmet Okuyan'ı ve diğer hocaları yukarıda sarfettikleri cehalet dolu sözleri eleştirdiğimden dolayı bir çok arkadaş beni şiddetle kınadı.
Arkadaşlar!
Ben Mehmet Okuyan'ın düşmanı değilim ki, ben sorgulama ve öz eleştiri yapıyorum.
Kur'an'ı Mübin'de Rahmân ve Rahim olan Allah hatalarından dolayı Nebileri bile eleştiriye tâbi tutmuştur.
Çünkü NEBİLER hata eder. ELÇİLER hata etmez.
MESELA,
"Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dâhi olsalar, müşrikler için af dilemek ne NEBİ'YE ne de inananlara yakışmaz"
( Tevbe, 113)
Yukarıdaki âyette yüce Allah müminlerin hata ettiği gibi, NEBİ'NİN de hata ettiğini apaçık olarak ortaya koymuştur.
Eleştirel yerlerde Kur'an müminlerle beraber "NEBİ" kavramını kullanır.
MESELA,
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, NEBİ'Yİ ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle Ensarı affetti,,,,,"
(Tevbe, 117)
Kur'an sisteminde RESUL (ELÇİ) kavramı tamamen ALLAH'I temsil makamında kullanılmıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır.
MESELA,
"Kim RESÜLE ( ELÇİYE) itaat ederse ALLAH'A itaat etmiş olur.
Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!"
(Nisa, 80)
Resul dendiği zaman akla Kur'an, Kur'an dendiği zaman akla Resul gelecektir.
Resulü'n bütün bağlantısı Allah tarafından indirilen vahiydir.
Allah'ın elçileri değerlerini vahiy'den alırlar. Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet dininden değil.
İşte bu yüzden Kur'an'da "itaat, ittiba, kitab'ı tilavet, tebliğ, tekzip, İsyan, dâvete icabet, hâdd, helal ve haram kılma,
istihza, küfür, savaş açılma, örneklik, şikak, hidayet, kendisine ihanet etmeme,
gönderilmeden azap etmeme" gibi bir çok kavram Allah, vahiy ve Resul bağlamında kullanılmıştır.
MESELA
"Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim RESÜLE(ELÇİYE) karşı çıkar (yuşékikirrasüle) ve müminlerin (tevhid)yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakır ve cehenneme sokarız, o ne kötü yerdir"
(Nisa, 115)
RESÜLLER(ELÇİLER) tamamen ALLAH'I temsil ettikleri için onlara itaat ALLAH'A itaat, onlara isyan ALLAH'A isyan etmek gibi kabul edilmiştir.
(Nisa, 80)
Bakın sistem nasıl kurulmuş.
"Size ALLAH'IN AYETLERİ okunurken, üstelik ALLAH'IN RESULÜ de aranızda iken nasıl inkara (tekfürüne) saparsınız? Her kim ALLAH'A bağlanırsa kesinlikle DOĞRU YOLA iletilmiştir"
(Âli İmran, 101)
SİSTEM ŞU:
ALLAH'IN AYETLERİ, ALLAH'IN RESULÜ, ALLAH'A BAĞLANMAK,
SIRAT-I MÜSTAKİM.
Yani ALLAH RESULÜ ALLAH'I TEMSİL MAKAMINDADIR.
ALLAH RESULÜ KONUŞAN KUR'ANDIR, vahiy ELÇİNİN dilinde hayat bulur.
Elçi olmazsa din, Kur'an, iman, vahiy diye bir şey OLMAZ .
Allah elçileri sadece indirilen vahyi tebliğ ederler.
ARKADAŞLAR!
ALLAH KELAMININ ALLAH RESULÜ'NÜN DİLİNDEN HAYAT BULMASI AZ BİR ŞEREF MİDİR?
BU ŞEREF VE ONUR BUHARİ'NİN YALAN VE UYDURMALARIYLA KIYASLAMAK MÜMKÜN MÜ?
Allah'ın elçisi olmak en büyük ödül değil mi?
Dolayısıyla, Mehmet Okuyan'ın Allah Resulü'ne iftira olan Emevi Abbasi imalatı hurafe ve uydurma rivayetleri
kabul etmeyenleri "Allah Resulü'nün düşmanı ve kafir" olarak ilan etmesi tam bir cehalet ve açık bir iftiradır.
MESELA,
"istihza" "alay etme" kavramı Kur'an'da hep "Resul" için kullanılmıştır.
ALLAH, RESUL VE ALLAH'IN AYETLERİ SİSTEMİ:
",,,,,Deki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun RESULÜ ile mi alay ( testehziun) ediyorsunuz"
(Tevbe, 65)
RESUL(Elçi) görevi sadece vahyi tebliğ etmek olduğu için onu yalanlamak Allah tarafından indirilen Kur'an ayetlerine karşı gelmek olarak görülmüştür.
Şu âyeti dikkatli bir şekilde incelemeye çalışalım.
"Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar SENİ YALANLAMIYORLAR, fakat o zalimler açıkça ALLAH'IN'ın AYETLERİNİ İNKAR EDİYORLAR"
(En'am, 33)
Çok ilginç değil mi?
ELÇİNİN misyonu sadece vahyi tebliğ etmek, indirilen âyetleri okumak "tilâvet" olduğu için onu yalanlamak Allah'a karşı gelmek olarak görülmüştür.
Çünkü elçiye zeval olmaz, o kendine verilen elçilik görevini yerine getiriyor.
Kur'an'ın hiçbir ayetinde Nebileri yalanladılar yoktur, hepsinde RESUL (Elçi) veya Elçileri (Rusul) veya Elçilerimi (Rusuli) yalanladılar geçiyor.
"İşte, inkâr ettikleri, ÂYETLERİMİ ve ELÇİLERİMİ alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir"
(Kehf, 106)
"Nuh kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 105)
"Âd kavmide ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 123)
"Semud Kavmi de ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 141)
"Eyke halkı da ELÇİLERİ yalancılıkla suçladı"
(Şuara, 176)
"Andolsun ki senden önceki ELÇİLER de yalanlanmıştı,,,,"
(En'am, 34)
Ayetlerin hepsinde elçiler denmesinin sebebi hepsinin aynı değere sahip oldukları ve aynı görevi yaptıkları içindir.
Yoksa bu kavimlere bir Elçi gönderilmişti, birden fazla elçi gönderilmemişti.
Kur'anın hiçbir ayetinde "Nebileri yalanladılar yoktur"
Kur'anın hiçbir ayetinde "Nebilere itaat edin diye bir ayet yoktur"
Elçilerin bütün bağlantıları vahiy'dir.
Bundan dolayı Resul ile vahiy et ve tırnak gibi birbirinin içine girmiş karışmıştır.
Elçilere mutlak itaat emredilmiştir fakat Nebilere itaat mutlak değildir, yani Nebi'lere iyi işlerde itaat edilir, fakat Resul gibi her şeyde itaat edilmez.
İşte ayet,
"Ey NEBİ! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını
öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, İYİ İŞİ İŞLEMEKTE SANA KARŞI GELMEMEK hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için mağfiret dile,,,,"
(Mumtehine, 12)
Yukarıdaki ayette "iyi işlerde sana karşı gelmemek" cümlesi çok önemlidir.
Resul'e itaat için herhangi bir şart koşulması söz konusu değildir.
Keşke Prof. Dr. Mehmet Okuyan hoca Nebi ile Resulün arasında bulunan farklardan haberdar olsaydı.
Aslında Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilmeyen Kur'an'dan ve dinden konuşamaz.
Mehmet Okuyan Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları bilseydi böyle bir şey söylemezdi.
Kur'an ehli muvahhidleri ELÇİ düşmanı olarak görmek karanlık bir cehalet ve ağır bir hezeyandır.
Allah'ın Resulü değer ve kıymetini Kur'an'dan alır, Emevi Abbasi imalatı hurafe ve uydurma rivayetlerden değil.
Bütün Allah Elçileri değerlerini sadece ve sadece Kur'an'dan alırlar.
Çünkü onlar hakkında en doğru ve sağlıklı bilgiyi Allah verir.
",,,Allah gibi hiç kimse haber veremez"
(Fatır, 14)
Allah Elçilerinin arasında ayırım yapmak da doğru değildir.
Allah'ın elçilerini Kur'an'dan koparıp, vahiy'den alarak uydurma ve yalan kaynaklarla hayatlarını değerlendirmek, onlara iftira atmak küfürdür.
Çünkü Kur'an onların inançlarını ve ahlaklarını koruma altına almıştır.
Hangisinin daha üstün olduğunu sadece yüce Allah bilir.
Emevi Abbasi hurafelerini kabul etmemek ayrı bir şey, Allah Resulü'nü kabul etmemek ayrı bir şeydir.
Emevi ve Abbasiler döneminde Nebi adına uydurulan hadisleri reddetmek Allah'ın Resulünü yalan ve iftiralardan tenzih etmektir, onun şanını, makam ve mertebesini yüceltmektir.
Bu görev de Kur'an ehli muvahhidler için büyük bir şeref ve onurdur.
Çünkü Allah'ın Resulünü üzenler lanetlenmişlerdir.
",,,Allah'ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe, 61)
"Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"
( Ahzab, 57)
ARKADAŞLAR!
Nebi ile Resulün arasında bulunan farkları bilmeyen biri din ile alakalı her konuşmasında hata etmeye mahkumdur.
Elçi ile Nebi kavramlarının arasındaki farkları kavrayamayan Kur'an'ı Mübin'i tam olarak anlayamaz.
Kur'an sisteminde Resul ile Allah'ın ayetleri arasında bir fark yoktur.
Hatta bazı özelliklerde Allah'ın elçisi ayetlerin önüne bile geçebilir.
Çünkü o canlı bir örnektir, insanlara dini kabul ettirmede daha etkilidir.
Resulün ahlakı, edebi, mimik hareketleri, tavrı ve karakteri, âyetleri okuması ve canlı örnekliği kendi döneminde yaşayan insanlar üzerinde vahiy'den daha etkili ve verimli bir hava meydana getirir.
Ayetlerin dili yok ki, kitap konuşamaz.
Vahiy sözün gücüne dayanan bir özellik olduğu için Elçisiz din olmaz.
Elçisiz din mümkün değildir.
Resülluk (Elçilik) görevi resmi, Nebilik makam ve mertebesi özeldir.
Nebin'nin onur ve şerefi Kur'an tarafından koruma altına alınmıştır, fakat sözleri ümmeti bağlamaz.
Çünkü insanları bağlayan tek şey Elçinin dilinde hayat bulan Kur'andır.
Yüzlerce ayette Allah bizi Kur'andan sorumlu tutacağını ortaya koymuştur.
Bu din Allah tarafından gönderildiği gibi Allah tarafından tamamlanmıştır.
Din Allah'tan geldiği gibi orijinal olarak yaşanmalıdır.
Milyon dolarlık antika bir eserin üzerine az miktarda bir boyanın sıçramasıyla
veya orijinal antika bir esere acemice bir elin karışmasıyla o eserin
kıymetini yok edeceği gibi, veya çok pahalı bir saatin değerli bir parçasının sahte ve değersiz bir parça ile degiştirilmesiyle saatin arıza vermesi gibi,
dine de yabancı maddelerin karışmasıyla din bozulup hükümsüz kalacaktır.
Bundan dolayı Allah ( cc) Kur'anda şöyle buyuruyor.
"Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin"
(Bakara, 42)
Pekmez veya bal dolu bir kazana bir kaşık necasetin karışmasıyla onun temizliğini ve saflığını bozacağı gibi dinde böyledir. Allah( cc)Hanif, arı duru, aydınlık, ihtilafı ve karışıklığı olmayan,
saf ve temiz olan dininin bozulmasına ve tahrif edilmesine razı olur mu?
Ama maalesef Şia ve Ehli sünnet din diye bir şey bırakmadılar.
Bazıları hadisleri bir gelenek ve kültür olarak kabul etmenin ne sakıncası vardır ? diyebilir.
Yanıldıkları nokta şudur.
1400 seneden beri hadisler kültür ve gelenek olarak değil, bir din ve hüküm olarak gelmişlerdir.
Hadisler yüzünden bu ümmete zor ve karmaşık bir din yaşatılmıştır.
Allah ( cc) bir kez bile Allah Resulü'nün mescidi Dirar'da namaz kılmasına razı olmadı, Kur'an'ın karşısında bütün hadisler mescidi Dirar hükmündedir.
İşte bu yüzden hadisleri düşünürlerin sözlerine veya Ata sözlere benzetmek doğru olmayan bir ahlaktır.
Hadislere göre "dinden dönen öldürülür, zina eden recmedilir, namaz kılmayan kafirdir ve öldürülür,
"Abdestsiz ve cünup olarak Kur'an'a dokunulmaz" demek iftira ve cehalet değil midir?
İnsanlara kaza namazı kıldırmak ahmaklık değil midir?
Fakat hiçbir Ata sözünden böyle hükümler çıkarılamaz.
Hadislerin hepsi Allah'ın Resulüne hakaret ve iftira içeren yalan sözlerdir. Müslümanlar arasında
tefrika ve düşmanlık sokan, insanları Allah'ın yolundan saptıran tarihin en tehlikeli metinleridir.
Kur'an'ın tek kaynak olduğuna dair onlarca ayet mevcuttur.
Yani uyarıcı ve müjdeleyici olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynak yoktur.
MESELA,
Kur'an'da "İnzar" kavramı, hem Allah, hem vahiy, hemde Resul için kullanılmıştır.
"Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları ( o güne iman edenleri Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır"
(En'am, 51)
"De ki: Ben sadece vahiyle sizi uyarıyorum. Fakat sağır olanlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar"
( Enbiya, 45)
Din ve hüküm olarak Kur'an yeterli bir kitaptır.
"Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? "derler.
De ki: Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım"
(Ankebut, 50)
"Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir millet için onda rahmet ve ibret vardır"(Ankebut, 51)
İnsanlar sadece Allah tarafından indirilen vahiy ile sorumlu tutulmuşlardır.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin"
(Zuhruf, 43)
"Doğrusu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız"
( Zuhruf, 44)
"Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver "
(Kaf, 45 )
",,,,Deki: Doğru yol, ancak ALLAH'IN yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur"
(Bakara, 120)
Şuda bir hakikattir, Kur'an'a tam olarak teslim olmayan Furkan'ı asla yakalayamaz, yani rivayetleri tamamen terk etmeyeni yüce Allah tam olarak temize çıkarmıyor.
Sayın Mehmet Okuyan'ın "hadis" diye inandığı sözlerin uydurulduğu çağ tarinin en karanlık çağıdır.
İşte Ehli sünnet ve Şia mezhebinin doğduğu çağ bu karanlık çağdır.
Uydurma Emevi Abbasi imalatı hurafe Ehli sünnet ve uydurma rivayetlerin ortaya çıktığı çağda bu zulüm çağıdır.
Bu çağda Emevi ordusu Bizans ordusu ile beraber Resülüllah ( Aleyhisselam) ın Medinesini basarak Allah Resulü'nün bütün arkadaşlarının hanımlarına, gelinlerine ve kızlarına tecavüz edilmiştir.
Emevi icadı olduğu için Ehli sünnet dini sürekli bu olayı örtbas etmiştir.
Bu karanlık çağda Kerbela faciası meydana gelmiştir.
Bu çağda zulmün bini bir paradır.
Bu çağda adam öldürmek karınca öldürmekten daha basittir.
ALİ AYDIN,
KİM "PEYGAMBER" DÜŞMANI
"Allah ve Resul'ünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"
(Ahzab-57)
"( Yine o münafıklardan:) O (Nebi her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek Nebi'yi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a iman eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için bir rahmettir. Allah resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe-61)
Aslında Nebi ve Resul kelimeleri yerine kullanılan "peygamber" kelimesi, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü, onun mükemmel sistemini bozuyor.
"Peygamber" kelimesi, Kur'an'ın anlaşılmasını son derece zorlaştırıyor.
"Peygamber" kelimesi Kur'an'da var olan bir çok kavramın anlaşılmasını engelliyor.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet dininin tapıcıları sürekli olarak "peygamber" kelimesini kullandıkları için biz de yazımızda bu farsça kelimeyi kullanmak zorunda kaldık.
Daha Resul ( a.s) hayatta iken dinin Allah tarafından tamamlandığını
(Mâide-3; En'am 115) diğer Resuller gibi sadece kendisine indirilen vahiy'le uyarı yaptığını
(Enbiya 45; Kaf 45) sadece vahye tâbi olduğunu (Yunus-15,109) İnsanların sadece vahiy'den sorumlu olduklarını (Zuhruf-43,44)
din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli bir kaynak olduğunu (Ankebut-50,51)
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini
(Casiye-6) anlatan yüzlerce âyete rağmen atalarının karanlık dinine mensup olanlar vahiy ehl-i muvahhidleri,
tamamen Şirk ve küfür olan hadislere iman etmedikleri için "peygamber" düşmanı olarak karalamaya ve bu iftira ile insanların gözünden düşürmeye çalışıyorlar.
Allah şahittir ki, Kur'an ehli muvahhidlerin Nebi ve Resul düşmanı olmaları mümkün değildir.
Çünkü din ve hüküm olarak kiyamet gününe kadar yeterli olacak olan son vahiy yani kur'an sadece son Resulü'n inanç ve ahlakını koruma altına almamıştır.
Kur'an bütün elçilerin aynı seviyeye eşit olduklarını ortaya koyarak inanç bakımından onların arasında bir farkın olmadığını açıklamıştır.
Son vahiy olan Kur'an Resullerin haysiyet ve şereflerini koruma altına alarak, onları dokunulmaz kılmıştır.
"Allah'ı ve Resullerini inkar edenler ve inanma hususunda Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına iman etmeyiz" diyenler ve bunlar iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten gerçek kafir olanlar bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve Resullerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince işte Allah onlara bir gün mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edendir"
(Nisa-150,151,152)
Dolayısıyla vahiy'den hareket eden hiç kimse Nebi ve Resullerin aleyhinde olumsuz hiçbir inanca ve fikre sahip olamaz.
Vahiy ehl-i muvahhidlerin "peygamber" düşmanı olmaları mümkün değildir.
Fakat aslandan kaçan yaban eşekleri misali, Kur'an'dan kaçan mezhepçiler gerçek olarak Allah ve Kur'an düşmanıdırlar.
Esas Nebi ve Resul düşmanları, Allah Resulü'nün inancını ve ahlakını yüzlerce ayette anlatan Kur'an'dan kaçanlardır.
Hakiki Resul düşmanları, Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırarak dünyanın en karanlık metinlerine mahkum edenlerdir.
Allah'ın indirdiği vahiy'de Resulü arayanlar değil, uydurulan sanal ve sahte bir dünyada Resulü arayanlar "peygamber" düşmanıdır.
Esas Nebi ve Resul düşmanları aydınlıkta kaybettiklerini karanlıkta arayanlardır.
Kur'an düşmanları hakikaten Allah ve Resul düşmanlarıdır.
Gerçek Allah ve Resul düşmanları en doğru sözde değil, insanlık tarihinin en yalancı adamlarının eserlerinde Allah Resulü'nü arayanlardır.
Ataların dinine bağlı olan mezhepçilerden daha iyi Nebi ve Resul düşmanı olur mu?
"Hırsız ev sahibini bastırır, dağdan gelip bağdakini kovmak" misali dünyanın en batıl ve şirk olan dinin sahipleri, Kur'an'a tabi olanlara saldırıyor ve onları "peygamber" düşmanı ilan ediyorlar.
Halbuki bu uydurma şirk dininin mensupları, atalarının dünyayı cehennemin mutfağına çevirdiklerinin bile farkında değillerdir.
Sizin mezhebinizde yalan, ihtilaf, kargaşa, terör , cehalet , iftira, taklit, kaos, katliam, fakirlik, zulüm ve perişanlıktan başka bir şey var mı?
Sizin uydurma dininizde güzel ahlak, fazilet, dürüstlük, erdem, insan hakları, medeniyet, merhamet ve adaletin zerresi bulunur mu?
Yezid ve fetö sizin dininizin eseri değiller mi?
Sizde haysiyet ve dürüstlük olsaydı, fetö'nün inanç ve fikir ayağını araştırırdınız.
Fetö'nün dini ayağını ortaya çıkarmadan daha önemli bir hizmet var mı?
"Allah ve Resul'ünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır"
(Ahzab-57)
"( Yine o münafıklardan:) O (Nebi her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek Nebi'yi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah'a iman eder, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için bir rahmettir. Allah resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır"
(Tevbe-61)
Aslında Nebi ve Resul kelimeleri yerine kullanılan "peygamber" kelimesi, Kur'an'ın bağlam ve bütünlüğünü, kendi içinde bulunan çözümünü, onun mükemmel sistemini bozuyor.
"Peygamber" kelimesi, Kur'an'ın anlaşılmasını son derece zorlaştırıyor.
"Peygamber" kelimesi Kur'an'da var olan bir çok kavramın anlaşılmasını engelliyor.
Fakat Şia ve Ehl-i Sünnet dininin tapıcıları sürekli olarak "peygamber" kelimesini kullandıkları için biz de yazımızda bu farsça kelimeyi kullanmak zorunda kaldık.
Daha Resul ( a.s) hayatta iken dinin Allah tarafından tamamlandığını
(Mâide-3; En'am 115) diğer Resuller gibi sadece kendisine indirilen vahiy'le uyarı yaptığını
(Enbiya 45; Kaf 45) sadece vahye tâbi olduğunu (Yunus-15,109) İnsanların sadece vahiy'den sorumlu olduklarını (Zuhruf-43,44)
din ve hüküm olarak Kur'an'ın yeterli bir kaynak olduğunu (Ankebut-50,51)
Din ve hüküm olarak Kur'an'dan başka hiçbir kaynağa iman edilmeyeceğini
(Casiye-6) anlatan yüzlerce âyete rağmen atalarının karanlık dinine mensup olanlar vahiy ehl-i muvahhidleri,
tamamen Şirk ve küfür olan hadislere iman etmedikleri için "peygamber" düşmanı olarak karalamaya ve bu iftira ile insanların gözünden düşürmeye çalışıyorlar.
Allah şahittir ki, Kur'an ehli muvahhidlerin Nebi ve Resul düşmanı olmaları mümkün değildir.
Çünkü din ve hüküm olarak kiyamet gününe kadar yeterli olacak olan son vahiy yani kur'an sadece son Resulü'n inanç ve ahlakını koruma altına almamıştır.
Kur'an bütün elçilerin aynı seviyeye eşit olduklarını ortaya koyarak inanç bakımından onların arasında bir farkın olmadığını açıklamıştır.
Son vahiy olan Kur'an Resullerin haysiyet ve şereflerini koruma altına alarak, onları dokunulmaz kılmıştır.
"Allah'ı ve Resullerini inkar edenler ve inanma hususunda Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına iman etmeyiz" diyenler ve bunlar iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten gerçek kafir olanlar bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve Resullerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince işte Allah onlara bir gün mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edendir"
(Nisa-150,151,152)
Dolayısıyla vahiy'den hareket eden hiç kimse Nebi ve Resullerin aleyhinde olumsuz hiçbir inanca ve fikre sahip olamaz.
Vahiy ehl-i muvahhidlerin "peygamber" düşmanı olmaları mümkün değildir.
Fakat aslandan kaçan yaban eşekleri misali, Kur'an'dan kaçan mezhepçiler gerçek olarak Allah ve Kur'an düşmanıdırlar.
Esas Nebi ve Resul düşmanları, Allah Resulü'nün inancını ve ahlakını yüzlerce ayette anlatan Kur'an'dan kaçanlardır.
Hakiki Resul düşmanları, Allah Resulü'nü Kur'an'dan ayırarak dünyanın en karanlık metinlerine mahkum edenlerdir.
Allah'ın indirdiği vahiy'de Resulü arayanlar değil, uydurulan sanal ve sahte bir dünyada Resulü arayanlar "peygamber" düşmanıdır.
Esas Nebi ve Resul düşmanları aydınlıkta kaybettiklerini karanlıkta arayanlardır.
Kur'an düşmanları hakikaten Allah ve Resul düşmanlarıdır.
Gerçek Allah ve Resul düşmanları en doğru sözde değil, insanlık tarihinin en yalancı adamlarının eserlerinde Allah Resulü'nü arayanlardır.
Ataların dinine bağlı olan mezhepçilerden daha iyi Nebi ve Resul düşmanı olur mu?
"Hırsız ev sahibini bastırır, dağdan gelip bağdakini kovmak" misali dünyanın en batıl ve şirk olan dinin sahipleri, Kur'an'a tabi olanlara saldırıyor ve onları "peygamber" düşmanı ilan ediyorlar.
Halbuki bu uydurma şirk dininin mensupları, atalarının dünyayı cehennemin mutfağına çevirdiklerinin bile farkında değillerdir.
Sizin mezhebinizde yalan, ihtilaf, kargaşa, terör , cehalet , iftira, taklit, kaos, katliam, fakirlik, zulüm ve perişanlıktan başka bir şey var mı?
Sizin uydurma dininizde güzel ahlak, fazilet, dürüstlük, erdem, insan hakları, medeniyet, merhamet ve adaletin zerresi bulunur mu?
Yezid ve fetö sizin dininizin eseri değiller mi?
Sizde haysiyet ve dürüstlük olsaydı, fetö'nün inanç ve fikir ayağını araştırırdınız.
Fetö'nün dini ayağını ortaya çıkarmadan daha önemli bir hizmet var mı?
NİSA 64. ÂYET HANGİ ANLAMA GELMEKTEDİR.
Âyet şöyledir
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelmiş olsalardı, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Şirk ve küfür olan dinlerini ve uygulamalarını meşru göstermek için tasavvuf ve tarikat ehl-i bu âyeti istismar etmektedir.
Onlara göre Muhammed ( a.s) tevbe alıyorsa evliyadan da yani şeyh'lerden de tevbe almanın ve onları aracı kılmanın hiçbir sakıncası bulunmamaktadır.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anladığımızda bu âyetin şöyle bir anlamı ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetin Muhammed (a.s) ın kimliği, Nebi( a.s) ın makam ve mertebesi ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bağlam ve bütünlüğü âyetin Resul kavramı ile ilgili olduğunu göstermektedir.
ÂYETİN BAĞLAM VE BÜTÜNLÜĞÜ
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor"
(Nisa-60)
"Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e (vahye) gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa-61)
"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!"
(Nisa-62)
"Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle"
(Nisa-63)
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için bağışlanma dileseydi ( vahiy indirerek ) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
(Nisa-64)
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul edilmedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa-65)
Âyetin bağlam ve bütünlüğünden şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar (vahiyden yüz çevirerek aralarında hüküm vermek için Tağut'a gidip) kendilerine zulmettikleri zaman (Ey Resul! sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi (affedildiklerini açıklayan vahiy indirmekle) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Yoksa vahiy'den bağımsız olarak Allah hiç kimseye hidayet vermez.
Yani aralarında hüküm için Tağut'a giden munafıkları vahiy'den bağımsız olarak dini Allah'a özel kılarak tevbe etmeden, Muhammed veya Nebi'nin onlar için af dilemesi mümkün değildir.
"Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz"
( Tevbe-113)
OLAY ŞÖYLE OLACAKTI.
Onlar (munafıklar) yaptıklarına gerçekten pişman olarak tevbe ettikten sonra Allah'a Resulü'ne gelecekler, Resul onlar için bağışlanma dileyecek, Allah da onların affedildiklerini bildiren âyetler indirecekti.
Başka türlü affedilmeleri mümkün değildi.
Buna örnek şu ayetlerdir
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Nebi'yi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli pek merhametlidir"
"Ve seferden geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.
Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti.
Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir"
(Tevbe-117,118)
Allah ile insanlar arasında tek açık kanal vardır O da Resul'dür.
Ne zaman insanlar atalarının dininden yüz çevirerek tevbe eder, din ve hüküm olarak sadece Kur'an'ı tek kaynak kabul ederlerse Allah onları bağışlayacak ve hidayet yolunu onlara açacaktır.
Bu aynı zamanda Resul kavramının evrenselliğini de ortaya koymaktadır.
Nisa süresi'nin 65. âyetinde yine belirleyici olan Resul kavramıdır.
Yoksa hiç bir zaman Muhammed (a.s) ve Nebi hakem olamazlar.
Hakem olma tamamen Resul'e indirilen vahiy yani Allah ile ilgili bir durumdur.
"De ki: Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O'dur..."
(En'am-114)
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura-10)
Âyet şöyledir
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelmiş olsalardı, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Şirk ve küfür olan dinlerini ve uygulamalarını meşru göstermek için tasavvuf ve tarikat ehl-i bu âyeti istismar etmektedir.
Onlara göre Muhammed ( a.s) tevbe alıyorsa evliyadan da yani şeyh'lerden de tevbe almanın ve onları aracı kılmanın hiçbir sakıncası bulunmamaktadır.
Nebi ile Resul'ün arasında bulunan farkları anladığımızda bu âyetin şöyle bir anlamı ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetin Muhammed (a.s) ın kimliği, Nebi( a.s) ın makam ve mertebesi ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bağlam ve bütünlüğü âyetin Resul kavramı ile ilgili olduğunu göstermektedir.
ÂYETİN BAĞLAM VE BÜTÜNLÜĞÜ
"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor"
(Nisa-60)
"Onlara: Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e (vahye) gelin (onlara başvuralım) denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün"
(Nisa-61)
"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen, biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik, diye yemin ederek sana nasıl gelirler!"
(Nisa-62)
"Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle"
(Nisa-63)
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için bağışlanma dileseydi ( vahiy indirerek ) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
(Nisa-64)
"Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul edilmedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa-65)
Âyetin bağlam ve bütünlüğünden şöyle bir mana çıkmaktadır.
"Biz her Resulü -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar (vahiyden yüz çevirerek aralarında hüküm vermek için Tağut'a gidip) kendilerine zulmettikleri zaman (Ey Resul! sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar (bağışlanma) dileseydi (affedildiklerini açıklayan vahiy indirmekle) Allah'ı ziyadesiyle affedici ve merhamet edici bulurlardı"
Yoksa vahiy'den bağımsız olarak Allah hiç kimseye hidayet vermez.
Yani aralarında hüküm için Tağut'a giden munafıkları vahiy'den bağımsız olarak dini Allah'a özel kılarak tevbe etmeden, Muhammed veya Nebi'nin onlar için af dilemesi mümkün değildir.
"Cehennem ehl-i oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, müşrikler için af dilemek ne nebi'ye ne de iman edenlere yakışmaz"
( Tevbe-113)
OLAY ŞÖYLE OLACAKTI.
Onlar (munafıklar) yaptıklarına gerçekten pişman olarak tevbe ettikten sonra Allah'a Resulü'ne gelecekler, Resul onlar için bağışlanma dileyecek, Allah da onların affedildiklerini bildiren âyetler indirecekti.
Başka türlü affedilmeleri mümkün değildi.
Buna örnek şu ayetlerdir
"Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Nebi'yi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli pek merhametlidir"
"Ve seferden geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.
Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti.
Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir"
(Tevbe-117,118)
Allah ile insanlar arasında tek açık kanal vardır O da Resul'dür.
Ne zaman insanlar atalarının dininden yüz çevirerek tevbe eder, din ve hüküm olarak sadece Kur'an'ı tek kaynak kabul ederlerse Allah onları bağışlayacak ve hidayet yolunu onlara açacaktır.
Bu aynı zamanda Resul kavramının evrenselliğini de ortaya koymaktadır.
Nisa süresi'nin 65. âyetinde yine belirleyici olan Resul kavramıdır.
Yoksa hiç bir zaman Muhammed (a.s) ve Nebi hakem olamazlar.
Hakem olma tamamen Resul'e indirilen vahiy yani Allah ile ilgili bir durumdur.
"De ki: Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açık olarak indiren O'dur..."
(En'am-114)
"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. Sadece O'na dayandım ve O'na yönelirim"
(Şura-10)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)